İlim sahibleri dünyevîleştikleri, bildikleriyle amel etmedikleri ve ilimlerini çok değersiz dünya menfaatına sattıkları zaman, ilme en korkunç ihaneti yaparlar... Onların bu ihanetinden dolayı karada ve denizde fesad olur, büyük felâketler ortaya çıkar... Hem kendileri sapar, hem de peşlerine takılan insan kitlelerini saptırırlar... Bu ihanet, ilmi, cehalete çevirir... Bir cahilin yapacaklarını, bir ilim sahibine yaptırır... İlim sahibi olan kişi, ancak cahillerin yapabileceği yanlış ve zararlı işler yapmaya başlar bu ihanet sonucu!..
Büyük
bilginlerden birine:
- Bilgi, ne vakit
cehâletten kötü olur? diye soruldu.
Âlim de cevab olarak şöyle demiş:
- Bilginin gereğine göre amel edilmediği vakit, cehâletten daha kötü olur.
Mü’minlerin emiri İmam Ali (r.a.)’ın da, şöyle dediği anlatılır:
- Hakkı bilip tasdik ettikten sonra sapıklığa dönen bir kimse, Cenab-ı
Hakk’ın mağfiretine mazhar olmaktan çok uzak bulunmaktadır.
İlim ehli olanlar, ilimlerini dünya menfaatını elde etmek için kullanacak
olurlarsa, ya halkın emrine, ya da müstevli müstekbir tağutî yönetimlerinin
emrine girer ve onların kendilerine verdikleri dünyalık maaşlarla, makam ve
ünvanlarla oyalanır haktan uzaklaşırlar... Onlar, bu inanç ve tavırlarıyla
Allah Teâlâ’yı mutlak Rezzak olarak kabullenme konusunda çok büyük bir hatânın
içine düşer ve gerek egemen zalim tağutların maaş vermelerine, gerekse halkın
sadakası, zekatı ve diğer yardımları onlar için bir rızık kapısı olmaktadır...
Bu rızık kapısının kapanmaması için, kendilerine bu kapıyı açıp onları
menfaatlandıranların her isteklerine boyun eğen ilim adamları, zulmün, cehâletin,
fısk ve fucurun yayılmasına hem yardımcı olur, hem de göz yumarlar... Onların
aralarında her şeye rağmen vicdan azabı çektikleri için bazı doğruları söyleyenler
ve halka nasihatta bulunanlar varsa da,
kendi sorumluluğunu unuttuğundan, Allah’a kulluk vazifesini yerine getirmediğinden,
onun nasihatı yerine bulmayan, hiç tesiri olmayan bir nasihattır... Konuşan
vaiz ve dinleyen cemaat, günlük vakitlerinin bir miktarını tatlı bir sohbete
ayırmışlardır. Allah’ın ayetlerini ve Rasulullah (s.a.s.)’in hadislerini
dinler, sahte bir manevî hava kendilerini bürür, camiiden veya sohbet yerinden
ayrıldıktan sonra o güzel sözler orada kalır, yine herkes eski hâline döner...
Çünkü görülen ve bilinen hakikat odur ki, ne konuşan, ne de dinleyenlerin bir
inkılab istekleri yoktur... Onların, içinde bulundukları cahiliyye
değerlerini, İslâm değerleriyle değiştirme gibi bir çabaları gündeme gelmiş
değildir... Hayatlarındaki cahiliyye değerlerini giderip onların yerine
İslâmî değerleri hakim kılma diye bir arzu oluşmamıştır kendilerinde!..
Vaiz, alacağı maaşı hak etmek, memur olan ilim adamı maaş kademesini
yükseltmek için konuşur, anlatır... Dinleyenler ise, kendisiyle amel
etmeyecekleri ve edemeyecekleri tatlı ve güzel sözler işitir, kendilerini iyi
saran bir sohbet dinlemiş oluyorlar... Çünkü anlatılan ayet ve hadisleri amel
hâline getirecek herhangi bir karar vermiş
değiller... İslâm’ı hayata egemen kılacak bir birlik ve beraberlikleri
oluşmuş değil... Aralarında İslâm kardeşliği, akide birliği, usûl ve hedef
bütünlüğü meydana gelmemiştir... Camiler ve mescidler, belli vakitlerde
birbirini tanımayan, aralarında akidevî ve sosyal irtibat bulunmayan insanların
yalnızca namaz kılmak için dolup, geldikleri gibi boşalıp gittikleri yerler
hâline gelmiştir... Camilerde ve mescidlerde görevli olanlar maaşlarını almaya
hak kazanırken, namaz için gelen diğer insanlar da adet edindikleri bir ameli
işlemiş ve dağılmışlardır... Böyle mi olmalıydı?!..
Kulluk vazifesini yerine getirmeyen, yaratılış gayesini unutan ilim ehli
olanlar, Rasulullah (s.a.s.)’in hadislerinde şöyle beyan olunmuşlardır...
Enes b. Malik (r.a.)’dan:
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Mi’rac gecesi bir kavme uğradım.
Ellerinde ateşten makaslar vardı ve dudaklarını parçalıyorlardı.
- Kim bunlar? dedim.
- Bunlar, yeryüzünde kitabı
okudukları hâlde, insanlara vaz-u nasihat edip, iyiliği emreden, kendilerini
unutan kimseler (hatibler)dir. Hiç akıllarını kullanmıyorlar mı? denildi.”
Usame b. Zeyd (r.a.)’dan:
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Kıyamet gününde bir kişi
getirilir, cehennemin içine atılır da, cehennemde onun barsakları derhâl
karnından dışarı çıkar. Sonra o kişi, (barsak etrafında) değirmen eşeğinin
değirmende dönüşü gibi döner. Bunun üzerine cehennem ahalisi, o kişinin başına
toplanır da:
- Ey filan, senin hâlin nedir?
Sen, bize (dünyada) iyilikle emreder ve bizleri kötülükten nehyeder değil
miydin? derler.
O da:
- (Evet) ben, size iyilik emrederdim,
fakat onu kendim yapmazdım. Yine ben, sizleri kötülükten nehy ederdim de onu,
kendim işlerdim, diye cevab verir.”
Velid b. Ukbe
(r.a.)’dan:
Rasulullah
(s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Cennetlik olan bazı insanlar, (dünyada kendilerine
va’z ve nasihat eden )
cehennemlik olmuş insanların yanına giderler ve onlara:
- Ne yaptınız da cehenneme girdiniz? Vallahi biz, cennete
sırf sizden öğrendiklerimizle girdik, derler.
Onlar da:
- Biz söylerdik, ama
dediklerimizi yapmazdık, derler.”
Cündüb b. Abdullah el-Ezdî (r.a.)’dan:
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“İnsanlara hayrı öğretip de
kendisini unutan âlimin durumu, insanları aydınlatıp da kendisini yakan kandilin
durumuna benzer.”
Ebu Hüreyre (r.a.)’dan:
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Kıyamet günü, insanlardan azabı
en şiddetli olan, ilmi kendisine fayda vermeyen âlimdir.”
Mansur b. Zazan (r.a.)’dan:
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Cehennemde azab görenler,
bazılarının pis kokusundan rahatsız olunca:
- Kahrolasın! Ne yaptık ki, pis
kokunla bizi rahatsız ediyorsun? Azabımız bize yetmez mi? derler.
O da:
- Ben, âlimdim, fakat ilmimden
faydalanmadım, der.”
Bildikleriyle amel etmeyen, ümmet-i merhumenin derdiyle dertlenmeyen, tek
vücud olan mü’minlerin arasında yerini alamayan, takva ve iyilikte müslümanlarla
yarışa çıkamayan ilim sahibi kişiler, bildikleri ile dünyalığa yönelip dünyayı
ahirete değiştikleri zaman bu hâle düşmektedirler... Önderimiz Rasulullah
(s.a.s.), hem onları, hem de ümmeti uyarmaktadır... Âlimlere, bildiklerini
yanlış yerde kullanmasınlar, kendilerinin ve ümmetin kurtuluşu yolunda
ilimleriyle çaba göstersinler diye tavsiyede bulunan Rasulullah (s.a.s.) ümmete
de yanlışlıkları, hatâları ve isyanları, elleriyle, dilleriyle, kalbleriyle
düzeltmelerini emretmiştir... Her tavsiyesi, ümmetinin faydasına, iyiliğine
bir emir olan Rasulullah (s.a.s.)’in iman ve ilim mektebinde yetişmiş olan
Ashabı Kiram (Allah cümlesinden razı olsun,) âlimin sorumluluğunu hakkıyla
kavramış ve ilmin gereğini yerine getirmeye en son imkanlarını kullanarak çaba
göstermişlerdir...
Ebu’d-Derda (r.a.) şöyle diyor:
- Kıyamet günü insanların Allah katında makamca en şerlisi, ilminden
faydalanmayan âlimdir.
Malik b. Dinar (rh.a.) anlatıyor:
Ebu’d-Derda (r.a.) dedi ki:
- Kimin ilmi artarsa, ağrısı (korkusu) artar.
Yine Ebu’d-Derda şöyle dedi:
- Bana (hesab gününde):
“Ne bildin?” denilmesinden dolayı nefsime karşı endişe etmiyorum. Fakat
bana:
“Ne amel ettin?” denilmesinden endişe ediyorum.
Muaz İbn Cebel (r.a.) şöyle diyor:
- İstediğiniz kadar biliniz! Allah Teâlâ Hazretleri, (bildiğinizi)
yapıncaya kadar, ilim karşılığında asla size ecir vermeyecektir.
İmam Ömer b. el-Hattab (r.a.) şu
nasihatta bulunmuştur:
- Üç şey için ilim öğrenme ve üç şey için de ilmi terk etme!
Mücadele, övünmek ve riya için ilim öğrenme!
Öğrenmekten utanarak, veya lüzumu yok ya da bilmesem de olur, demek
sûretiyle de ilmi terk etme!..
İşgal edilmiş İslâm topraklarında egemen tağutî güçlere karşı mazlum ve
mustaz’af müslümanların yanında yerini almadıkça hiçbir ilim ehli sorumluluktan
kurtulamaz!.. Bu dünyada onlar için bir zillet ve ahirette ise, Allah’ın azabı
vardır!.. Onlar, ilimleriyle ümmet potasında bulunmalı ve üzerlerine düşen
vazifelerini hakkıyla yerine getirmelidirler... Bunu yapmayacak olurlarsa,
onların ilimlerinin kendilerine ve diğer insanlara hiçbir faydası olmayacağı
gibi, felâkete götüren zararlı olur... Onların ilimleri, İmam Ömer (r.a.)’ın
beyan ettiği gibi yalnızca mücadele, övünmek ve riya için elde edilmiş ilim
hâline gelir... Bu yanlışlığın maddî ve manevî sorumluluğu çok ağırdır...
Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s.):
“Kıyamet gününde insanların
üzerine ilk hüküm verilecek olanı, şehid düşen bir adamdır...
Bir de ilmi öğrenip öğreten ve
Kur’ân’ı okuyan bir adamdır. Bu da, getirilerek (Allah) kendisine nimetlerini
tarif edecek, o da onları tanıyacaktır.
- Bunlar hakkında ne yaptın? diye
soracak.
O adam:
- İlmi öğrendim ve öğrettim.
Senin rızan için Kur’ân’ı da okudum, diyecek.
Hakk Teâlâ:
- Yalan söyledin! Lâkin sen,
ilmi, âlim desinler diye öğrendin. Kur’ân’ı da ‘O, kârîdir.’ denilsin diye
okudun. Gerçekten denildi de, buyuracak.
Sonra onun hakkında emir verecek
ve yüzü üstü sürüklenecek, nihayet cehenneme atılacaktır.”
İlmiyle amel etmeyip sahib olduğu ilimle dünya malı ve menfaatını tercih
ederek zulmün, fısk ve fucurun yapılmasına katkıda bulunan ilim sahibleri için
şöyle buyuruyor Rabbimiz Allah:
“Onlara, kendisine ayetlerimizi verdiğimiz kişinin haberini anlat. O,
bundan sıyrılıp uzaklaşmış, şeytan, onu peşine takmıştı. O da sonunda
azgınlardan olmuştu.
Eğer Biz dileseydik, onu, bundan yükseltirdik. Ama o, yere meyletti (veya
yere saplandı), hevasına uydu. Onun durumu, üstüne varsan dilini sarkıtıp
soluyan, kendi başına bıraksan dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir.
İşte ayetlerimizi yalanlayan topluluğun durumu böyledir. Artık gerçek haberi
onlara aktar ki, düşünsünler.
Ayetlerimizi yalanlayanlar ve yalnızca kendi nefislerine zulmedenlerin
örneği ne kötüdür.
Allah kime hidayet verirse o, artık hidayeti bulmuştur. Kimi şaşırtıp
saptırırsa, artık onlar da hüsrana uğrayanlardır.” (A’raf, 7/175-178)
İmam İbn Kesir (rh.a.) bu ayetlerin tefsirinde şöyle der:
“Allah Teâlâ
şöyle buyuruyor:
Ayetlerimizi
yalanlayan kavmin misali ne kötüdür. Yiyecek ve şehvetini giderecek şeyleri elde
etmekten başka bir düşüncesi olmayan köpeklere benzetilmiş olmaları, onlar
için ne kadar kötüdür. İşte kim ilim ve hidayet sahasından çıkar, nefsinin
arzusuna yönelir ve şehvetlerine tabi olursa, o köpeğe benzer. Onun hâli ne
kadar kötüdür.”
Rabbimiz Allah,
bildiğiyle amel etmeyen ve ilmini yanlış yerlere kullanıp zararlı olan ilim
adamları hakkında şöyle buyuruyor.
“Kendilerine
Tevrat yükletilip de sonra onu (içindeki derin anlamları, hikmet ve
hükümleriyle gereği gibi) yüklenmemiş olanların durumu, koskoca kitab yükü
taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah’ın ayetlerini yalanlayan kavmin durumu ne
kötüdür. Allah, zalim bir kavmi hidayete erdirmez.” (Cuma, 62/5)
“Yahudîler, Tevrat’takilerle, yani Muhammed (s.a.s.)’e iman etmeleri gerektiğini
bildiren hükümlerden istifâde etmeyince, ilmî kitabları taşıyan ama o
kitablarda ne var-ne yok bilmeyen eşeğe benzetilmişlerdir. Me’ânî âlimleri
şöyle demişlerdir:
Bu benzetme,
Kur’ân’ın mânâsını anlayıp da onunla amel etmeyen ve Kur’ân’dan, ona ihtiyacı
olmayanların yüz çevirişi gibi, yüz çeviren kimseler için yapılmıştır.
İşte bundan
ötürü, Meymûn b. Mihran:
- Ey Kur’ân ehli
Kur’ân sizin peşinize düşmezden (sizden hesab sormazdan) önce, Kur’ân’ın
peşine düşün, ona tabi olun, demiş, sonra da bu ayeti okumuştur.”
Önderimiz
Rasulullah (s.a.s.), zalim, fasık ve facir yöneticilerin kapılarına giden,
onların emrine giren, ilimleriyle onların zulmüne destek olup fısk ve
fucurlarına ortak olan ilim ehli kişilerin içine düştüğü kötü durumu şöyle
beyan buyuruyor!..
İbn Abbas
(r.anhuma)’dan:
Rasulullah
(s.a.s.) şöyle buyurur:
“Çölde oturan kimse(nin huyu) sertleşir. Av peşinde
gezen gafilleşir. (Fasık) sultan(ların kapısın)a giden fitneye düşer.”
Peygamber (s.a.s.)’den
(rivayet edilen bu) müsedded hadisi bir de mânâ olarak Ebu Hüreyre (r.a.)’dan
(rivayet olunmuştur. Ebu Hüreyre (r.a.) bu hadisi):
“Kim (devamlı
olarak zalim) idareci ile düşer-kalkarsa, fitneye düşer.” (anlamına gelen
lafızlarla) rivayet etti. (Daha sonra bu rivayetine şu mânâya gelen cümleyi de)
ilave etti:
“Kul, (zalim)
sultana yaklaşmakla Allah’dan uzaklaşmaktan başka bir şey kazanmaz.”
Bu hadisin
şerhinde şu açıklamalar yapılmıştır:
“Ulemânın zalim
ve fasık idarecilerin kapılarına gidip, onlarla düşüp kalkmaları
yasaklanmıştır. Çünkü zalim sultanlar veya idareciler, zulümlerine devam
ederlerken ulemânın onlarla düşüp kalkması, bu zulmü onların da tasvib etmesi
anlamına gelir ki, bu durum, zalim idarecilerin ve zulümlerinin halkın tümü
tarafından benimsenip tasvib edilmesine sebep olur.
Oysa ulemâ, hakkı
ve adaleti koruyup yaşatmakla, halk da, hakkı ve hakikatı öğrenmek için onlara
müracaat etmekle mükelleftir.
Cenab-ı Hak,
Kur’ân-ı Kerim’de:
“(Allah),
kendilerine kitab verilenlerden: ‘Onu, mutlaka insanlara açıklayacaksınız,
gizlemeyeceksiniz’, diye söz almıştı.” (Âl-i İmran, 3/187) buyurarak
ulemâya,
“Eğer
bilmiyorsanız, zikir ehline (mes’eleyi bilenlere) sorun.” (Enbiya, 21/7)
buyurmak sûretiyle de ulemânın dışındaki halka bu mükellefiyetlerini
bildirmiştir.
Ebu Zerr Gifârî
(r.a.), Seleme’ye şöyle demiştir:
- Ey Seleme,
(zalim) sultanların kapısına gitme! Çünkü sen, onların dünyalığından bir şey
elde edemezsin. Fakat onlar senin, onların dünyalığından daha faziletli olan
dinini alırlar.”
Ka’b b. Ucra
(r.a.)’dan:
Rasulullah
(s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Dinleyin! Benden sonra (zalim) idareciler çıkacağını işittiniz
mi? Kim onlara yaklaşır, yalanlarını doğrular, zulümlerine yardımcı olursa, o
kimse, benden değildir, ben de onunla değilim. (Ahirette de) Havz’ın başında
yanıma gelemez.
Kim onlara katılmaz, yalanlarını doğrulamaz, zulümlerine
yardımcı olmazsa, o kimse, bendendir, ben de onunlayım. Havz’ın başında da
yanıma uğrayacaktır.”
Yegâne hayat
nizamı İslâm, yeryüzündeki zulmün her türlüsünü kökten söküp kaldırmak ve onun
yerine adaleti yerleştirmek için inzâl olmuştur... İslâm’ın hedefi budur!.. İslâm Dini’nin hedefi zulmü ortadan
kaldırmak ve zalimi ıslah etmek iken, kendisini İslâm’a mal etmeye çalışan,
müslüman olduğunu beyan eden ilim ehli, nasıl oluyor ki, zalim egemenlerin ve
ezici zulmün yanında yer olabilir?.. Alanların, durumu ve hükmü nedir?..
Ümmü Seleme
(r.anha)’ın rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulullah (s.a.s.):
“Sizin üzerinize birtakım emirler tayin edilecektir.
Siz, onları bilip itiraz edeceksiniz. O hâlde her kim kerih görürse beraat
etti, her kim itirazda bulunursa kurtuldu demektir. Lâkin kim rıza gösterir de
tabi olursa (günaha girer ve ceza görür).”
Ashab:
- Ya Rasulullah,
onlarla savaşmıyalım mı? demişler.
(Rasulullah:)
“Hayır, namaz kıldıkları müddetçe!” buyurmuş.
Zalimin her türlü
zulmünü kerih görüp ona itiraz eden , eliyle, diliyle ve kalbiyle değiştirmeye çalışanlar
kurtulurlar... Fakat kim ki, zalimin zulmüne karşı çıkmaz, itiraz etmez ve onu
değiştirmeye çaba harcamaz, aksine zalime zulmünde yardımcı olursa, o kimse de
zalim gibidir, zulme ortaktır... İslâm, bu tip zalimlere ortak olan, dolayısıyla
zulüm işleyen kimseleri, kim ve ne olursa olsun reddeder... Özellikle bunlar,
ilim ehli kişiler iseler, onları asla kabul etmez ve suçlarının çok daha korkunç,
cezalarının çok daha ağır olduğunu beyan eder...
Ebu Hüreyre
(r.a.)’dan:
Rasulullah
(s.a.s.) şöyle buyurur:
“Cübbü’l-Hüzn (veya) Cübbü’l-Hazan’dan Allah’a sığınınız!”
Sahabîler:
- Ya Rasulallah,
Cübbü’l-Hüzn (veya) Cübbü’l-Hazan nedir? diye sordular.
Rasulullah
(s.a.s.), onlara cevaben:
“Cehennemde öyle bir deredir ki, cehennem her gün dört
yüz defa ondan (Allah’a) sığınır.” buyurdu.
Sahabîler:
- Ya Rasulallah,
kimler bu dereye girer? diye sordular.
Rasulullah
(s.a.s.):
“O dere, amelleri ile riyakarlık eden
Kur’ân okuyucuları için hazırlanmıştır. Allah’ın en çok öfkelendiği kurralardan
(Kur’ân bilen âlimlerden) bir kısmı da, şübhesiz emirleri (yöneticileri)
ziyaret eden
kurralardır.” buyurdu.
(Râvî)
el-Muharibî dedi ki:
- Emirlerden maksad, zalim olan emirlerdir.
el-Hasanü’l-Basrî (rh.a.)’dan:
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Bu ümmet, Kur’ân okuyanları emirlerine (idarecilerine) meyletmedikçe,
salihleri, facirlerini ‘temizsiniz’ diyerek tezkiye etmedikçe, hayrı, yani iyi
işleri bol olanları, şerri bol olanları batıl zanlara sevk etmedikçe, Allah’ın
eli ve himayesi altındadırlar. Fakat bunları yaptıkları zaman Allah elini
onlardan kaldırır ve onların üzerine zorba olanlarını musallat eder ve bunlar
da onlara, azabın en kötüsünü tattırırlar ve Allah da onlara, ihtiyaç ve
fakirlik de vurur. Ve kalblerini korkuyla doldurur.”
Muttaki ulemâ, halktan ve egemen yöneticilerden müstağnî olmalıdır... Eğer
halka ve egemen yöneticilere maddî bir bağ ile bağlanacak olursa, onlara boyun
büker, ihtiyaçlarından dolayı onların emirlerine girer... Bundan dolayı
adaletli davranamaz!.. Halkın ve egemen yöneticilerin arzularına göre hareket
eder... Verdiği fetvalar, halkın ve egemen yöneticilerin menfaatlarına aykırı
olamaz... Halk facir, egemen yöneticiler de zalim tağutlar oldukları bölgelerde,
onlara muhtaç olup emirlerine giren ilim ehli olan kişiler, hatâ üstüne hatâ
yapar, zilletin en aşağılık olanına düşerler...
Şu apaçık bir hakikattır ki, ümmet içinde iki sınıf insanın düzelmesi,
ümmetin düzelmesidir... Onların bozulması, ümmetin bozulup bozguna uğramasıdır...
Bunlar: Umerâ ve ulemâdır... Yani egemen yöneticiler ve âlimler... Egemen
yöneticiler ve âlimler, katıksız iman ehli ve salih amel işleyenler olduğu
müddetçe ümmet, adalet üzere olur, huzur ve saadet bulur... Eğer egemen
yöneticiler, adaleti, ihsanı, vicdanı terk eder, İslâm’dan uzaklaşır ve
Kur’ân’dan saparlarsa, o bölgenin âlimleri de onların memurları olur, zulümde
onlara yardımcı olurlarsa, ümmet, bozguna uğrar... Son yüz yıldan bu yana
ümmet, bu korkunç felâketi yaşamaktadır... Bu felâket ve bu bozgunun bitmesi
için, umerâ ve ulemânın tekrar İslâm’a dönmesi gerekir... Bütün gayr-ı İslâmî
işlerden, yöntemlerden, ideolojilerden vazgeçip katkısız bir şekilde İslâm’a
teslim olunca, zulüm, felâket ve bozgun biter...
Bu konuda ilim ehline çok büyük görevler düşmektedir... Onlar, bir yanda
halkı eğitip şuurlandırırken, diğer yanda zulüm eden zalim yöneticilerin
ıslahına çalışacaklardır... Zalimlerin zulmünü gidermeye çalışacak, adaletin
tekrar hakim olması için çaba göstereceklerdir...
Muvahhid ve muttaki âlimin ölümü, âlemin ölümü olduğu gibi, âlimin
yanılması da insan kitlelerinin yanılması ve hatâ etmesi demektir...
Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“(Bir âlimin verdiği) yalnış
fetva yüzünden hatâya düşen kişiye günah yoktur. Bütün vebal, yalnış fetva
veren (âlim)in boynunadır.”
Muaz b. Cebel (r.a.)’dan:
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Sizin için üç şeyden korkuyorum:
Âlimin hatâsı (zellesi).
Münafığın Kur’ân’ı alet ederek
mücadeleye kalkışması.
Dünya nimetlerinin size
açılması.”
Ziyad b. Hudayr (r.a.) anlatıyor:
Bana, Ömer (r.a.):
- Biliyor musun İslâm’ı ne yıkar? diye sordu.
- Hayır, dedim.
Şöyle açıkladı:
- Onu, âlimin hatâsı (sürçmesi), münafığın Kur’ân vasıtasıyla mücadelesi,
saptırıcı önderlerin hükmü!..
İmam Ömer (r.a.), Temimü’d-Dârî (r.a.)’a gelip:
- Âlimin kayması nedir? diye sordu.
O da, şu cevabı verdi:
- Âlim, insanlarla birlikte kayar. Fakat insanlar da ona tutunurlar.
Âlimin, o hatâsından dönüp tevbe etmesi mümkündür. Fakat insanlar, o yanlış
harekete tutunmaya devam ederler.
İmam Ali (r.a.) şöyle der:
- Hikmet sahibi kişilerin sözleri doğruysa devâdır, yanlışsa hastalık.
İlim ikidir:
Yaratılıştan olan, duyup bellenen.
Duyulup bellenen bilgi, yaratılışta bilgi kabiliyeti yoksa fayda vermez.
Sorumluluğunun ve vazifesinin farkında olan âlim, çağındaki her mes’ele
ile ilgilenir, kendisindeki İslâmî ilimlerle çağın ilimlerini ve teknolojisini
birleştirmeye gayret eder... Sorumlu muttaki âlim, çağının insanlarını
ilgilendiren her türlü ilimle ve problemlerle ilgilenir, bu konularda problemlere
çözümler üretir... Siyasetten ekonomiye, eğitimden hukuka ve sanayiden
teknolojiye bütün sosyal ve insanî mes’eleler muttaki âlimlerin mes’eleleridir.
Onların ilgi alanlarına girmeyen hiçbir hayatî ve insanî mes’ele yoktur...
Muvahhid ulemâ, bütün bu hayatî ve insanî mes’eleleri yaratılış gayesi doğrultusunda,
İslâmî ölçülerle ele alır ve en doğrusunu ortaya koyarak adaletin sağlanmasına
çaba gösterirler...
Rabbimiz Allah şöyle buyurur:
“De ki: ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Şübhesiz, temiz akıl
sahibleri öğüt alıp düşünürler.” (Zümer, 39/9)
“Peki, sana Rabbinden indirilenin gerçekten hak olduğunu bilen kişi, o
görmeyen (âmâ) gibi midir? Ancak temiz akıl sahibleri öğüt alıp düşünebilirler.
Onlar, Allah’ın ahdini yerine getirirler ve verdikleri kesin sözü (misakı)
bozmazlar.” (Ra’d, 13/19-20)
Peygamberlerin gerçek varisleri olan muttaki âlimler, peygamberlerin
yolundan giderek içinde bulundukları toplumlarda hidayet rehberi olurlar...
Hakka davet ettikleri toplumlara, varisleri olduğu peygamberler gibi seslenir
ve onları hakikatı beyan ederler:
“Ey kavmim, ben sizden, buna karşılık, bir mal istemiyorum. Benim ecrim,
yalnızca Allah’a aiddir.” (Hud, 11/29)
“De ki: ‘Ey kavmim, görüşünüz nedir söyler misiniz? Ya ben, Rabbimden
apaçık bir belge üzerinde isem ve O da beni kendisinden güzel bir rızık ile
rızıklandırmışsa? Ben, size yasakladığım şeylere (kendim sahiblenmek sûretiyle)
size aykırı düşmek istemiyorum. Benim istediğim, gücüm oranında yalnızca ıslah
etmektir. Benim başarım, ancak Allah iledir. O’na tevekkül ettim ve O’na içten
yönelip dönerim.” (Hud, 11/88)
Sorumluluğun şuurunda olan ve vazifesini gereği gibi yapmaya son imkanına
kadar çaba gösteren muttaki âlimler, bu şekilde davranırken, ilme ihanet edip
ilimlerini dünya menfaatı karşılığında satan ve Allah’ın apaçık ayetlerini
gizleyenlerin durumu nedir?.. Allah’ın ayetlerinde bu ilim hainlerinin durumu
şu şekilde beyan olunmuştur:
Rabbimiz Allah şöyle buyuruyor:
“Gerçekten apaçık belgelerden indirdiklerimizi ve insanlar için kitabta
açıkladığımız hidayeti gizlemekte olanlar, işte onlara hem Allah lânet eder,
hem de (bütün) lânet ediciler.
Ancak tevbe edenler, (kendilerini ve başkalarını) düzeltenler ve (indirileni)
açıklayanlar(a gelince) artık onların tevbelerini kabul ederim. Ben, tevbeleri
kabul edenim, esirgeyenim.” (Bakara, 2/159-160)
“Allah’ın indirdiği kitabtan bir şeyi gözardı edip saklayanlar ve onunla
değeri az (bir şeyi) satın alanlar, onların yedikleri karınlarında ateşten başkası
değildir. Allah, kıyamet günü onlarla konuşmaz ve onlar için acı bir azab vardır.
Onlar, hidayete karşılık sapıklığı, bağışlanmaya karşılık azabı satın
almışlardır. Ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar.
Bu, Allah’ın kitabı şübhesiz hak olarak indirmesindendir. Kitab konusunda
anlaşmazlığa düşenler ise, uzak bir ayrılık içindedirler.” (Bakara, 2/174-176)
“Hani kendilerine kitab verilenlerden: ‘Onu, mutlaka insanlara açıklayacaksınız
ve onu, gizlemeyeceksiniz’ diye kesin söz almıştı. Fakat onlar, bunu,
arkalarına attılar ve ona karşı az bir değeri satın aldılar. O aldıkları şey,
ne kötüdür.” (Âl-i İmrân, 3/187)
İmam Kurtubî (rh.a.) tefsirinde, Bakara Sûresi, 174. ayeti tefsir ederken
şöyle der:
- Derim ki:
Bu ayet-i kerime her ne kadar yahudî âlimleri hakkında ise de, elde
edeceği dünyalık sebebiyle kendi isteğiyle hakkı gizleyen müslümanları da
kapsamına alır.
İmam Taberî (rh.a.) diyor ki:
- Ayet, her ne kadar bu özel kişilere işaret etmekte ise de hükmü, Allah’ın
insanlara açıklamasını farz kıldığı bilgileri saklayan herkesi içine
almaktadır.
İslâm Dini, Allah’ın insanlara gönderdiği bilgileri onlardan gizlemeyi
yasaklamış ve bunu yapanların lânetleneceklerini beyan etmiştir.
İmam İbn Kesir (rh.a.) Âl-i İmrân Sûresi’nin 187. ayet-i kerimesini tefsir
ederken şunları kaydediyor:
“Bu ifâde, Ehl-i Kitab’ı azarlama ve tehdiddir. O Ehl-i Kitab ki, Allah
Teâlâ, peygamberlerinin dilinden Muhammed (s.a.s.)’e iman edeceklerine,
insanlar arasında O’nun adını anıp yücelteceklerine ve Peygamber olarak Allah
Teâlâ kendisini gönderdiğinde O’na uyacaklarına dair söz almıştı. Onlar ise,
bunu gizlediler, basit dünyevî bir haz, alçak ve boş bir karşılık ile O’nun
dünya ve ahirette va’d etmiş olduğu hayra karşı çıktılar. Verdikleri söz ve
biat ne kötü oldu.
Bu ayette aynı zamanda bilginler uyarılmakta ve Ehl-i Kitab’ın gittiği
yoldan giderek, onların başlarına gelen akibetin kendi başlarına gelmesinden ve
bu sebeble insanların onların yoluna girmesinden sakındırılmaktadır. Âlimlere
düşen sahib oldukları, faydalı ve salih amellere ileten ilmi, etraflarında
bulunanlara bolca vermeleri ve bilgilerini saklamamalarıdır.”
İlmi gizleyip halka anlatmayanlar, veya İslâm topraklarını işgal eden
müstevli egemen tağutların emriyle ve onların zalim yönetimlerine zarar
vermeyecek şekliyle ilmi yorumlayarak halka açıklayıp onları yanıltanlar,
ayet-i kerimelerde böyle anlatılmıştır... Önderimiz Rasulullah (s.a.s.) de,
ilmî hakikatları, dünya menfaatı karşılığında saklayanların kıyametteki
azablarının çetin olacağını beyan buyurmuştur...
Ebu Hüreyre (r.a.)’dan:
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdular:
“Hıfz ettiği bir ilim kendisine
sorulup da onu gizleyen bir adam, kıyamet günü ateşten bir gem onun ağzına vurulmuş
olduğu hâlde (mahşere) getirilir.”
Eyyüb (rh.a.) anlatıyor:
el-Kasım (b. Muhammed b. Ebu Bekr)’e (bir şey) sorulduğunu işitmiştim (de)
o, şöyle cevab vermişti:
- Vallahi biz, sorduğunuz her şeyi bilmiyoruz. Bilseydik ne (bunu) sizden
saklardık, ne de (bunu) sizden saklamamız bize helâl olurdu.
İman ve vicdan sahibi olan ilim sahibi bir kişi, ilmini saklayamaz!..
İlmiyle, hem kendi amel eder, hem de diğer insanların ondan faydalanmasını
ister... Her şeye rağmen ilmini yayan ve toplumun rehberliğinde bulunan âlimler
çağlar boyu var olmuş ve var olmaya devam edecektir de!.. Her ne kadar ilme
ihanet edenler olmuşsa da, ilme sadakat gösterenler de azınlık da
değildirler... Onlar, birer hazine olan ilimlerini, Allah yolunda her muhtaç
olana sarf etmişlerdir...
Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulullah (s.a.s.):
“Kendisinden istifâde edilmeyen
bir ilmin misali, kendisinden Allah yolunda harcama yapılmayan bir hazinenin
misali gibidir.”
Rabbimiz Allah (Azze ve Celle) şöyle buyurur:
“Altını ve
gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar... Onlara, acı bir azabı müjdele.”
“Kendilerine
kitab verdiklerimiz, O’nu (Peygamberi) çocuklarını tanır gibi tanırlar. Buna
rağmen içlerinden bir bölümü bildikleri hâlde mutlaka gerçeği gizlerler.”
“Onlar
cimrilikte bulunurlar, insanlara da cimriliği emreder(önerir)ler ve Allah’ın,
fazlından kendilerine verdiğini gizli tutarlar. Biz, o kâfirlere aşağılatıcı
bir azab hazırlamışızdır.”
Yezid b. Ebi
Habib (r.a.) şöyle anlatır:
- Âlim ve fakîh
bir kimsenin imtihanı, kendisinin yerine konuşacak biri olduğu hâlde,
dinlemekten daha çok konuşmanın ona hoş gelmesidir. Çünkü dinlemekte, selâmet
ve ilimce artma vardır. Kulak veren, zaten konuşmanın ortağıdır. Konuşmakta
ise, Allah’ın koruması müstesna şaşırmak, zînetlenmek, fazlalaştırmak, veya
eksiltmek vardır.
Bu âlimlerin bir
kısmı, insanların bir kısmını, “şerefleri ve ileri gelmeleri sebebiyle”
kendisiyle konuşmaya daha çok hak sahibi sayar da, miskinleri hakir görür,
onları ilme layık görmez.
Âlimlerden,
ilmini saklayan ve öğretmeyi kayıp görenler de vardır. İlmin, ancak kendisinde
bulunmasını arzu eder. Onlardan bir kısmı, ilimde sultan gibi davranır ve bir
sözünün reddolunmasına kızar.
Onlardan bir
kısmı, kendini fetva makamına tayin eder de şayet ona, bilmediği bir mes’ele
getirilirse, “bilmiyorum” demekten utanır, atar ve böylece lüzumsuz külfete
girenlerden yazılır.
Onlardan bir
kısmı, her işittiğini rivayet eder. O kadar ki, sözünün desteklenmesi için
yahudî ve hristiyanların sözlerini rivayet ederler.
Yezid b. Ebi
Habib (r.a.)’ın bu beyanları, ilme ihanet eden ilim ehlini çok güzel bir şekilde
açıklamaktadır!..