HADÎS, SÜNNET, ESER, HABER, RİVAYET
Hz. Peygamber (s.a.s)'in sözleri, fiilleri, takrirleri ile ahlâkî ve beşerî vasıflarından oluşan sünnetinin söz veya yazı ile ifade edilmiş şekli. Bu mânâda hadis, sünnet ile eş anlamlıdır.
Hadis kelimesi, "eski"nin zıddı "yeni" anlamına geldiği gibi, söz ve haber anlamlarına da gelir. Bu kelimeden türeyen bazı fiiller ise haber vermek, nakletmek gibi anlamlar ifade eder. Hadis kelimesi, Kur'ân'da bu anlamları ifade edecek biçimde kullanılmıştır. Sözgelimi, "Demek onlar bu söze (hadis) inanmazlarsa, onların peşinde kendini üzüntüyle helâk edeceksin." (el-Kehf: 18/6) âyetinde "söz" (Kur'ân); "Musa'nın haberi (hadîsu Mûsa) sana gelmedi mi?" (Tâhâ: 20/9) ayetinde "haber" anlamına gelmektedir. "Ve Rabbinin nimetini anlat (fehaddis)" fiili de "anlat, haber ver, tebliğ et" anlamında kullanılmıştır.
Hadis kelimesi zamanla, Hz. Peygamber'den rivâyet edilen haberlerin genel adı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Kelime, bizzat Rasûlullah (s.a.s) tarafından da, bu anlamda kullanılmıştır. Buhârî'de yeralan bir hadîse göre Ebû Hüreyre, "Yâ Rasûlallah, kıyâmet günü şefâatine nâil olacak en mutlu insan kimdir?" diye sorar. Hz. Peygamber şöyle cevap verir: "Senin "hadîse" karşı olan iştiyakını bildiğim için, bu hadis hakkında herkesten önce senin soru soracağını tahmin etmiştim. Kıyâmet günü şefâatime nâil olacak en mutlu insan, "Lâ ilâhe illâllah" diyen kimsedir."[1]
Çok eskilerde doğru-yanlış, tarihi, efsanevi her türlü haberlere hadis, bunları anlatanlara da huddas denirdi.
Hatta Kur’an-ı Kerim bizzat kendisi için “Ahsenu’l-hadis: Sözlerin en güzeli” (Zümer: 39/23) ifadesini kullanmıştır. Hz. Peygamber de bir hadis-i şerifinde Kur’an-ı Kerim’i “Sözlerin en güzeli Allah’ın kitabıdır.”[2] diye tanımlamıştır.
Ancak dini literatürde hadis önce Hz. Peygamber’in sözü, daha sonra da O’nun söz söz, fiil ve takrirleri için kullanılmıştır. Hatta sahabe ve tabiun söz ve fiillerine de –mevkuf ve maktu’ kayıtlarıyla da olsa- hadis denilmektedir.
Bu manada hadis yerine haber kelimesini kullananlar; sahabe ve tabiun’a ait söz ve fiiller için eser terimini tahsis edenler de bulunmaktadır.
Bugün en geniş çerçevesiyle hadis şöyle tarif edilmektedir:
“Hadis, söz, fiil, takrir, yaratılış veya huyla ilgili bir vasıf olarak Hz. Peygamber’e (veya sahabe ve tabiun’a) izafe edilen her şeydir.”[3]
Hadîs, Araplar arasında İslamdan önce de kullanılan bir kelime olarak söz demektir. Tahdîs masdarından, haber vermek manasında bir isimdir.
Istılah olarak, İslâm âlimleri Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sözlerini ifâde için kullanmışlardır. Birçok hadîsçiler, hadîs deyince Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, münhasıran sözlerini kastetmiş iseler de, fukahâ ve usuliyyûn ile bazı hadîsçiler, zamanla, bu kelimeyi sünnet'le aynı manada kullanarak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a nisbet edilen söz, fiil, takrir vs. nevinden her şeye ıtlak etmişlerdir.
Hâdis kelimesini bâzı âlimler, sonradan vukûa gelen "yeni" manasında da görmüşlerdir. Nitekim hâdis kelimesi aynı köktendir ve sonradan olan şey demektir. Mahlûkât hâdis'tir. Çünkü Allah tarafından zaman içinde yaratılmıştır. Bunun zıddı kadîm'dir. Öyle ise Allah'a ait olan Kur'ân kadîm'dir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a ait olan şey ise hadîs'tir. Âlimler, bu sebeple, Türkçemizde, Kur'an'ı kastederek ifade edeceğimiz Allah'ın sözü manasını Arapça olarak hadîsullah tabiriyle ifâde etmekten kaçınıp kelamullah tabirini kullanırlar.
Hadîs kelimesi lügat manasında olmak üzere Kur'ân-ı Kerîm'de bir çok ayetlerde kullanılır.
"Ayetlerimiz hakkında (münasebetsizliğe) dalanları gördüğün zaman onlar Kur'ân'dan başka bir sözle meşgul oluncaya kadar kendilerinden yüz çevir." (En'âm: 6/68).
Kezâ şu âyette de hadîs kelimesi lügat manasındadır:
"Allah, âyetleri birbirine benzeyen ve yer yer tekrar eden Kitab'ı, sözlerin en güzeli olarak indirmiştir." (Zümer: 39/23).
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın da hadîs kelimesini, ıstılahî manada mükerrer seferler kullandığını görürüz. Daha önce Ebû Hüreyre'nin hayatını anlatılırken, onun hadîs öğrenme aşkını Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın da bilmekte olduğunu belirtmek için, Ebû Hüreyre (radıyallahu anh)'nin: "Ey Allah'ın Resûlü, kıyamet günü, sizin şefaatinizden en ziyâde kim istifâde edecek?" sorusuna cevabı sırasında şöyle dediğini belirtmiştik:
Buhârî'nin Sahîh'inde de yer alan bu rivayette hadîs kelimesi iki sefer kullanılmakta, bilhassa ikincisi tamamen ıstılahî mana taşımaktadır, meali şöyle:
"Ey Ebû Hüreyre, bu haber (hadîs) hususunda senden önce bir başkasının soru sormayacağını tahmîn etmiştim, zira senin hadîs'e olan hırsını biliyordum."
Şurası muhakkak ki, Ümmet, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sözlerine hadîs deme âdetini Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan sâdır olan bu ve benzeri kullanmalardan almış ve ıstılahlaştırmıştır.[4]
el-Hatîbu'1-Bağdâdî lakabıyla anılan Ebû-Bekr Ahmed b. Alî'den (v. 463/1071) sonra gelen (muteahhirûn) hadisçilere göre “hadîs ve sünnet” eş manalıdır. Her ikisinden de: “Bir söz, iş, takrir veya sıfat'ın Rasûl-i Ekrem (s.a.) e ait oluşu” kasdedilmiş ve anlaşılagelmiştir.
Fakat bu iki kelimenin, tarihî köklerine inilince, gerek sözlük, gerekse terim (ıstılah) mânaları arasında fark olduğu göze çarpar. Buna göre:
Hadîs: Haber vermek anlamına gelen “Tahdis”den isimdir. Sonraları, Hz. peygambere nisbet edilen söz, fiil ve takrîr'e bu isim takılmıştır.[5]
Bazı bilginler, hadîs kelimesindeki “yenilik” manasını göz önüne alarak; zıddı olan “kadîm=eski, evveli olmayan” kelimesini Allah kelâmı için, bunu da Rasûl-i Ekrem'e ait olarak nakledilen haberler için kullanmışlardır. [6]
Şu âyet ve hadîslerde bu kelimenin, yukardaki mânalarda kullanıldığını görüyoruz :
“Bunun gibi bir söz getirsinler!” [7]
“Allah sözün en güzelini vahyetmiştir. Allah'ın vahyi, her tarafı birbirini tutan...... bir kitaptır.” [8]
Ebû-Hüreyre, Rasûl-i Ekrem'e gelerek:
“Kıyamet gününde, Rasûl-i Ekrem'in şefaatiyle en mutlu olacak kişinin kim olduğunu” sorar. Rasul-i Ekrem'in, soruya cevap vermeden, Ebû-Hüreyre için şöyle buyurduğu rivayet ediliyor :
“Kendisinden bu haberi, -hadîse olan düşkünlüğünden dolayı- Ebû-Hüreyre'den önce, hiçbir kimsenin sormayacağını zâten biliyordu...”.[9]
Hadis İlmi
Usul ve Furu' olmak üzere ikiye ayrılır. Usul-i Hadis'e "Dirayeti Hadis" Furu-i Hadis'e "Rivayet-i Hadis" de denir.[10]
1) Usul-i Hadis:
Tarifi: Red ve kabule salahiyetli olmaları bakımından ravi ile hadise arız olan halleri bildiren bir ilimdir. Yani rivayetin şart, nevi ve hükümlerinden, ravilerin halleriyle kendilerinde aranacak şartlardan, rivayet edilen hadislerin nevileri ve bunlardan hüküm çıkarma keyfiyetinden, sened ve metne nazaran, sahih, hasen, zayıf vesaire gibi, ravilerin vasıflarını sened ve metinlerin hükümlerini bildiren bir ilimdir.
Mevzuu: Hadis ve hadisi rivayet edenlerdir.
Gayesi: Makbul hadisi merdudünden ayırıp makbuliyle amel etmektir. [11]
2) Furu-i Hadis:
Tarifi: Hadisi nakletmek, lisan kaidelerine ve şer'i esaslara göre hadisin manalarından bahsetmektedir. Bu hususta yazılı Sıhah, Sünne, Mu'cem ve diğer cüzler var ki, bunlar da hadislerin nevilerini teşkil ederler.
Mevzuu: Resul-i Ekrem'in zatıdır (Nübüvvet cihetinden)
Gayesi: Hadis rivayetinde hatadan korunarak saadete ulaşmaktır.
Her iki bölüm içinde başlı başına bir ilim imiş gibi özel konulara sahip bölümler de vardır. Mesela:
1- Ravilerin rivayet ettikleri hadislerin makbul olup olmadıklarını anlamak için hangi mezhepden olduklarını, dayanaklarını, hadisi nereden ve ne suretle aldıklarını, ravilerin tarihleriyle yaşayışlarını bildiren "İlm-i Rical-i hadis."
2- Rivayet edilen hadislerin makbul olup olmadıklarını anlamak için ravilerin adaletlerini inceleyen durumlarını açıklayan, hadisleri cerh edilenlerin derecelerini ve i'timada şayan olup olmadıklarını incelemenin caiz olduğunu bildiren "Cerh u ta'dil ilmi".
3- Hadis metni, manası, ziyade ve noksaniyle bildirmenin caiz olup olmadığını anlatan ilim.
4- Bir ravinin diğer raviden okumak, dinlemek, yazmak veya icazet yollarından hangisiyle hadisi aldığını bildiren ilim.
5- Hadisin nasih, mensuh, zaman ve sebebi vürudunu bildiren ilim.
6- Hadisin kuvvet ve zaafını ve ne dereceye kadar kendisiyle amel edilebileceğini bildiren ilmi gibi. Bütün bunlar usul-i hadise dahildir. Ayrıca bunlara "Mustalah-ı Hadis" de denir. [12]
Hadis İle İlgili Terimler
1- Sahabi: (Sonundaki ya nisbiyye'dir. Sahaba şaz olarak Sahb'ın çoğuludur.) Müslüman olduğu halde Resul-i Ekrem ile bir miktar buluşan, Resul-i Ekrem'i gören veya Resul-i Ekrem'in gördüğü ve mü'min olarak ölen zata denir.
2- Tabii: Resul-i Ekrem'i göremeyip. Ashabından bir kişiyi görebilen müslümana denir.
3- Muhadrami: Resul-i Ekrem devrinde sağ olup da bu devirde veya daha sonra Müslüman olup da Resul-i Ekrem'i görmek nasib olmayana zata denir.
4- Selef ve Halef: Hadis ilminde selef, yukarda geçen üç sınıfa; bunlardan sonra gelenlere de halef denir.
5- Muhaddis: Hadisin usul ve furuunu ortaya koyan ve bilen zata denir.
6- Hafız: Daha başka tarifleri varsa da, en meşhuru. 100 bin ve daha ziyade hadis ezberleyene denir.
7- Hüccet: 300 bin hadis ezberleyene denir.
8- Hakim: Metin, sened, cerhu ta'dil ve tarihleriyle bütün hadisleri ezberleyene denir. Bu da olsa olsa, Buhari olabilir. Çünkü, "Buhari'nin bilmediği hadis, hadis değildir." sözü, ulema arasında meşhurdur. [13]
Hadisin (Sünnetin) Dindeki Yeri ve Önemi:
Hadisin, daha yaygın ifadesiyle sünnet’in dindeki yerini doğru olarak kavrayabilmek için –özetle de olsa- peygamberlik makamından söz etmek gereklidir.
Nübüvvet makamına layık görülen peygamberler birer insandır. Ancak onlara vahy gelmektedir. Vahy, peygamberler ile diğer insanlar arasındaki ayırıcı özelliktir. Bir ayette bu gerçek, “De ki: Ben de sizin gibi ancak bir insanım. (Şu kadar ki) bana vahyolunuyor.” (Kehf: 18/110) şeklinde ifade buyurulmuştur. Yani tüm çeşitleriyle vahy, peygamberlere ait bir özelliktir.
Vahye mazhar bir peygamberin varlığına ihtiyaç ise, tartışılmayacak kadar açık bir gerçektir.
Peygamberlik makamının kendine has bir çok gereği bulunmaktadır. Bunların en belli başlılarından dört tanesini şöyle sıralamak mümkündür:
1) Beşeriyet (Peygamberin insan olması)
2) Vehbi isti’dat (Allah vergisi bir yetenek)
3) İsmet ve günahsızlık
4) Gaybi ilim.
İnsanlara yönelik bir müessese olan peygamberliği üstlenecek olanın da bir insan olması gereği ortadadır. Nitekim böyle bir durumu yadırgayanlara cevaben Allah teala, peygamberlerine şöyle demesini emretmiştir:
“De ki, eğer yeryüzünde yerleşmiş gezip dolaşan melekler olsaydı, elbette onlara gökten bir meleği peygamber olarak gönderirdik.” (İsra: 17/95)
Vahye mazhar bir insan olmak, peygamberleri diğer insanlarda pek görülmeyen bazı niteliklere sahip kılsa bile, onları asla insanlıktan çıkarıp bir başka hüviyete koymayacaktır. Onlar daima bir beşer olarak kalacaklardır.
Peygamberler hasep, neseb, siret ve suretlerinde kolayca farkedilebilecek meziyyetlere sahiptirler. “Ben daha önce yıllarca aranızda bulundum. Hiç düşünmüyor musunuz?” (Yunus: 10/16) ayeti, öncelikle peygamberimizin sonra da bütün peygamberlerin temiz bir geçmişe ve dolayısıyla ağır ve üstün görevleri için gerekli yetenek ve meziyetlere ta baştan beri sahip bulunduklarıını göstermektedir.
Kur’an-ı Kerim bütünüyle peygamberler hakkında geçerli olmak üzere ıstıfa’dan bahsetmektedir. “Allah, meleklerden, insanlardan peygamberler seçer.” (Hacc: 22/75) Istıfa bir şeyin halis ve temizini seçip almak demektir. Ayrıca peygamberlerin, şeytanın iğva ve iğfallerinden korunduğu da bildirilmektedir.[14] Ancak peygamberler hiçbir zaman melekler gibi günah işlemeye müsaid güç ve aletlerden mahrum da değillerdir. Fakat onlar daima hayra yönelmiş ve kötülüklerden uzak kalmışlardır. Bile bile günah işlemek onların tabiatına aykırıdır.
Kur’an-ı Kerim’de peygamberlere zenb kelimesinin izafe edilmesi, hatalarından istiğfar ettiklerinin ve tevbelerinin kabul edildiğinin bildirilmesi, onların günahkar olduklarını değil, aksine onların kulluktaki kemallerini gösterir. Dolayısıyla Allah Teala herhangi bir peygamberi hakkında mağfiretten bahsetmişse, bu ondan razı olduğunu müjdelemek içindir. Dini literatürde hins, ism ve cürm kelimeleri kasden işlenmiş günahlar için kullanılır. Zenb ise, herhangi yanlış bir iş için, kasdi olsun olmasın yanlışlıkla, sehven veya yanlış anlama sonucu yapılan hatalar için kullanılır. Şuna işaret edelim ki bu tür bir hata ümmet için günah sayılmasa da peygamber böylesi bir gafletten ötürü muaheze edilir.
Öte yandan Kur’an-ı Kerim’de, peygamberlerin peygamberlik öncesi hayatları hakkında dalalet, gaflet ve cehalet gibi değerlendirmeler görülmektedir.[15] Bunlardan maksat da günahkarlık, isyankarlık, yoldan sapmışlık değil, peygamberlikten sonraki hallerine göre bir değerlendirmedir. Yani nübüvet ve risaletin hidayetine karşılık, ondan öncesine dalalet denilmiş olmaktadır. Yoksa peygamberlerin sapıklıkla asla ilgileri yoktur.
Bütün bunlara rağmen şuna da işaret edelim ki, “İsmet külfeti kaldırmaz” Yani peygamberin günahtan korunmuş olması (ismet) onu, taata zorlamadığı gibi günah işlemekten de aciz bırakmaz. Ne var ki ismet, Allah’ın bir lütuf olup peygamberi hayır yapmaya sevkeder, kötülüklerden alıkor. Fakat ilahi imtihanın gerçekleşmesi için onda yine de irade mevcuttur.[16]
Gaybi ve ğayri maddi ilim vasıtalarının ortak adı mükaleme-i ilahiyye’dir. Yani bu ilim, vicdan, his, akıl ve kıyas ile değil, doğrudan doğruya ğaybi sesle, rüyay-ı sadıka ve melek aracılığı ile Cenab-ı Hak katından öğrenilen bir ilimdir. Bunun şekilleri ayette şöyle belirtilmektedir:
“Allah bir insanla ancak vahiy suretiyle veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderir; izniyle dilediğini vahyeder. Doğrusu O Yüce’dir, Hakim’dir.” (Şura: 42/51)
Prensip olarak Allah’tan başka kimse gaybı bilemez.[17] “O, peygamberden başkasını gaybına muttali kılmaz.” (Cin: 72/26-27)[18] Allah Teala Hz. Peygamber’e; geçmiş peygamber ve milletlerin ibret alınacak haberleri, gelecekteki olaylar, ümmetinin geçireceği tecrübeler, kıyamet alametleri ve manzaraları; kabirlerin içindekilerden haberdar olma, başkalarının halini bilme, melekleri, cennet ve cehennemi müşahade gibi gayb alanlarında dilediği kadar bilgi vermiştir. “Hz. Peygamber’in gayba ait bilgileri sadece Kur’an’da bildirilen hususlardır.” diye bir tahsisin delili yoktur.
Buraya kadar özetlediğimiz peygamberlik makamının gereklerinden de anlaşılacağı gibi peygamberler tam yetenek (külli istidat) ve genel bir kavrayış (umumi fehm) sahibidirler. Peygamber olmayanlar bundan mahrumdurlar. Peygamberlerin fıtratında mevcut olan bu kuvvet, peygamber oldukları zaman fiilen ortaya çıkar. Bu meleke-i nübüvvet’tir. Peygamberler bu meleke vasıtasıyla ilahi vahyin tercümanı olurlar.
İslam bilginleri bu melekeyi anlatabilmek için değişik terimler kullanmışlardır. İlka’ fi’r-ru, Nebinin hikmet-i kalbiyyesi, tevfik-i ezeli, kuvve-i tebyin, meleke-i nübüvvet, peygamberane ictihad kuvveti, ilm-i ledünni… Bütün bunlar hep aynı mana ve maksad için kullanılmıştır.
Hz. Peygamber’e peygamberliği dolayısıyla verilmiş olan melekenin ya da nübüvvet ilminin Kur’an-ı Kerim’de değişik kelime ve tabirlerle ifade buyurulduğu da görülmektedir. Zikir, hüküm, hikmet, şerh-i sadr, tefhim, ta’lim ve irae gibi ilahi beyanlar buna işaret etmektedirler.
Bütün bunlarla anlatılan gerçeğe, vahyin altında, beşeri aklın üstünde yer alan nebevi akıl veya meleke-i nübüvvet demek mümkündür. Hz. Peygamber işte bu meleke ile vahyin ve hikmetin inceliklerini kendi diliyle beyan etmekte ve hayatı ile şekillendirmektedir.
Anlaşılmaktadır ki Peygamberin üç ilim vasıtası vardır:
1) Vahy
2) Meleke-i nübüvvet (veya nebevi Akıl)
3) Beşeri Akıl
Beşeri aklın en üst seviyesine sahip peygamber, vahy ile teması sonucu kendisinde hasıl olan nebevi akıl ya da meleke-i nübüvvet sayesinde, bu melekeden mahrum bulunanlardan daha doğru ve isabetli bir anlayış ve kavrayışla hakikatları açıklar. Bu sebeple de sünnet dini bir delil ve bağlayıcıdır.
Netice olarak kitap, lafzı ve manasıyla vahiydir. Vahy-i metluvv’dür. Lafzı da manası da ilahidir. Sünnet ve hadisler ise, vahyin bir tür meal ve mefhumu niteliği ve Peygamber’in nübüvvet melekesinin neticesi olarak zımnen vahiydir. Vahy-i ğayr-i metluvv[19]…
Peygamber, risalet ve nübüvvet vecibesi haricindeki konularda beşeri aklını kullanır. Bu noktada hata ihtimali bulunmaktadır. Çünkü bu tür ictihad, vahy ve meleke-i nübüvvet üzerine müstenid değildir. Aksine tecrübeye dayanmaktadır.
Zaten Peygamberin asıl görevi tebliğ ve beyan’dır. Maide: 5/67 ayeti ile Nahl: 16/44. ayetleri bu görevler ve yetkileri açıkca beyan etmektedir. Böyle olunca Hz. Peygamber’in söz ve fiilleri yani sünneti, ayetleri tefsir eder, mücmelini açıklar, mutlak olarak bildirilmiş olanları belli kayıtlara bağlar, genel anlamlı lafızları özel manalara tahsis eder. “Kendisine ne indirildiğini anlatma” yetkisi, bütün bunları kapsar. Zaten bizzat Kur’an-ı kerim “Peygamber size ne getirdi ise, onu alın; size neyi yasak etti ise, ondan da kaçının.” (Haşr: 59/7) emrini vermiş, sünnetin dindeki yerini ve hukuki bağlayıcılığını duyurmuştur. Allah ve Rasulü’nün hüküm verdiği herhangi bir konuda hiçbir müslüman için seçim (muhayyerlik) yoktur.[20] “Kim, Rasulullah’a itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisa: 4/80) “Peygamberin emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belanın gelmesinden sakınmalıdırlar.” (Nur: 24/63)
Hz. Peygamberin sünnetine uymanın gereğini ve faydasını belirten hadisler de bulunmaktadır.
“Sözlerin en güzeli Allah’ın kitabı, yolların en doğrusu Muhammed’in yoludur. İşlerin en zararlısı da uydurulanlardır.”[21]
“Size iki şey bırakıyorum. Onlara sıkı sarıldığınız sürece yolunuzu sapıtmazsınız: Allah’ın kitabı ve Rasulü’nün sünneti.”[22]
“Alemlere rahmet”, “büyük bir ahlak üzere”, “hidayet rehberi”, “son peygamber” ve “en mükemmel hayat modeli” olarak gönderilmiş olan Hz. Peygamber’in yaşayışı ve açıklamaları elbette uyulması gerekli, vazgeçilmez esaslar olacaktır. Zaten kendisi de vahy ile müeyyed, vahyin kontrolü altında ve hatadan korunmuştur.
Halifeler ve sahabiler karşılaştıkları meseleleri önce Kur’an ayetleriyle halletmeye çalışıyorlardı. Orada bir çözüm bulamazlarsa sünnetle çözümlemeye çalışıyorlardı. Konuya dair bir bilgi sahibi değillerse, diğer sahabilerden sorup öğrenmeğe çalışıyorlardı.
Sünnet’in, İslam Hukukunun Kur’an’dan sonraki ikinci kaynağı olduğu hususunda İslam hukukçuları görüş birliği içindedirler. İmam Şafii’nin şu sözleri hemen bütün İslam alimlerinin adına söylenmiş gibidir.
“Rasulullah’dan geldiği sabit bir hadise muhalefet etmek gibi bir meseleden –inşallah- Allah bizi muaheze etmeyecektir. Hadise kasdi muhalefet hiçbir kimse için düşünülemez. Ancak insan, bir sünneti bilmez ve bilmediği sünnete aykırı düşen bir görüşe sahip olabilir. Bu, sünnete muhalefeti kasdettiği anlamına gelmez. Bazan da kişi (müctehid) ğafil davranır ve te’vilde hataya düşer.”
Netice itibariyle sünnet, Allah’ın kitabının Hz. Peygamber tarafından yapılmış evrensel yorumudur. Hadisler de bu yorumun yazılı belgeleridir. Binaenaleyh sünnetsiz müslüman olmayacağı gibi sünnetsiz müslümanlık da olamaz.[23] Zira “ahadis-i nebeviyye “İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için” ayeti kerimesinin delaletiyle mean-i Kur’aniyye cümlesindendir.[24]
Rasûlullah (s.a.s), Allah'tan aldığı vahyi yalnızca insanlara aktarmakla kalmamış, aynı zamanda onları açıklamış ve kendi hayatında da tatbik ederek müşahhas örnekler hâline getirmiştir. Bu nedenle O'na "yaşayan Kur'ân" da denilmiştir.
İslâm bilginleri genellikle, dinî konularla ilgili hâdislerin, Allah tarafından Hz. Peygamber'e vahyedilmiş olduklarını kabul ederler; delil olarak da, "O (Peygamber), kendiliğinden konuşmaz; O'nun sözleri, kendisine gönderilmiş vahiyden başkası değildir." (en-Necm: 53/3-4) âyetini ileri sürerler. Ayrıca, "Andolsun ki; Allah, mü'minlere büyük lütufta bulundu. Çünkü, daha önce apaçık bir sapıklık içinde bulunuyorlarken, kendi aralarından, onlara kitap ve hikmeti öğreten bir elçi gönderdi." (Âli lmrân: 3/164) âyetinde sözü edilen "hikmet" kelimesinin, "sünnet" anlamında olduğunu da belirtmişlerdir. Nitekim, Hz. Peygamber ve O'nun ashâbından nakledilen bazı haberler de, bu gerçeği ortaya koymaktadır. Rasûlullah'tan (s.a.s) şöyle rivayet edilmiştir: "Bana kitap (Kur'ân) ve bir de onunla birlikte, onun gibisi (sünnet) verildi."[25] Hassan İbn Atiyye, aynı konuda şu açıklamayı yapmıştır: "Cibrîl (a.s.) Rasûlullah (s.a.s)'e Kur'ân'ı getirdiği ve öğrettiği gibi, sünneti de öylece getirir ve öğretirdi."[26]
Yukarıda zikredilen âyet ve haberlerden de anlaşılacağı gibi, Kur'ân ve hadîs (daha geniş ifadesiyle sünnet), Allah (c.c.) tarafından Rasûlullah (s.a.s.)'a gönderilmiş birer vahiy olmak bakımından aynıdırlar. Şu kadar var ki; Kur'ân, hadîsin aksine, anlam ve lâfız yönünden bir benzerinin meydana getirilmezliği (i'câz) ve Levh-i Mahfûz'da yazı ile tesbit edildiği için, ne Cibrîl (a.s.)'in ve ne de Hz. Peygamber'in, üzerinde hiçbir tasarrufları bulunmaması noktasında hadîsten ayrılır. Hadîs ise, lâfız olarak vahyedilmediği için, Kur'ân lâfzı gibi mu'ciz olmayıp, ifade ettiği anlama bağlı kalmak şartıyla sadece mânâ yönüyle nakledilmesi câizdir.
Hz. Peygamber'den hadîs olarak nakledilen, fakat daha ziyade, O'nun (s.a.s) sade bir insan sıfatıyla, dinî hiçbir özelliği bulunmayan, günlük yaşayışıyla ilgili sözlerinin, yukarıda anlatılanların dışında kaldığını söylemek gerekir. O'nun (s.a.s.) bir insan sıfatıyla hata yapabileceğini açıklaması[27] bunu gösterir. Nitekim bazı ictihadlarında hataya düşmesi, bu konularda herhangi bir vahyin gelmediğini gösterir. Ancak bu hataların da, bazan vahiy yolu ile düzeltildiği unutulmamalıdır.
Vahye dayalı bir fıkıh kaynağı olarak hadis, Kur'ân karşısındaki durumu ve getirdiği hükümler açısından şu şekillerde bulunur:
1. Bazı hadisler, Kur'ân'ın getirdiği hükümleri teyid ve tekit eder. Ana-babaya itâatsizliği, yalancı şâhitliği, cana kıymayı yasaklayan hadisler böyledir.
2. Bir kısım hadisler, Kur'ân'ın getirdiği hükümleri açıklar, onları tamamlayıcı bilgiler verir. Kur'ân'da namaz kılmak, haccetmek, zekât vermek... emredilmiş, fakat bunların nasıl olacağı belirtilmemiştir. Bu ibadetlerin nasıl yapılacağını hadislerden öğreniyoruz.
3. Bazı hadisler de, Kur'ân'ın hiç temas etmediği konularda, hükümler koyar. Hadîsin başlı başına müstakil bir teşri' (yasama) kaynağı olduğunu gösteren bu tür hadislere, ehlî merkeplerle yırtıcı kuşların etinin yenmesini haram kılan, diyetlerle ilgili birçok hükmü belirten hadisler... örnek olarak verilebilir.
Buraya kadar anlatılanlar, hadîsin (sünnet) İslâm dinindeki önemli yerini gözler önüne sermektedir. Din açısından, Kur'ân'dan hemen sonra gelen bir hüküm kaynağı olarak hadislere gereken önemin verilerek Hz. Peygamber'in sünnetine uyulması, başta Allah (c.c.) olmak üzere, O'nun Rasülü Hz. Muhammed (s.a.s) tarafından da çok kesin ifadelerle emredilmiştir. Bu konuda Kur'ân'da şu âyetlere yer verilmiştir:
"Ey Peygamber de ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyunuz ki; Allah da sizi sevsin ve günâhlarınızı bağışlasın." (Âli İmrân: 3/31)
"Ey Peygamber de ki: Allah'a ve peygamber'e itâat ediniz. Eğer yüz çevirirseniz, biliniz ki Allah kâfirleri sevmez." (Âlu İmran: 3/32)
"Allah'a ve Peygamberlere itâat ediniz, umulur ki rahmet olunursunuz." (Âli İmrân: 3/132)
"Peygamber size neyi getirmişse onu alın, neyi yasaklamışsa ondan sakının." (el-Haşr: 59/7)
Görüldüğü gibi bu âyetlerde, Rasûlullah (s.a.s)'e itâat, Allah'a (c.c.) itâat ile birlikte emredilmiş, hatta Peygamber (s.a.s)'e itâatin Allah'a (c.c.) itâat demek olduğu açıkça belirtilmiştir.
Rasûlullah (s.a.s) da bir hadîsinde: "Şunu kesin olarak biliniz ki, bana Kur'ân ve onunla beraber onun bir benzeri (sünnet) daha verilmiştir. Karnı tok bir halde rahat koltuğuna oturarak; 'Şu Kur'an'a sarılın; O'nda neyi helâl görürseniz onu helâl, neyi koram görürseniz onu da haram kabul ediniz' diyecek bazı kimseler gelmesi yakındır. Şüphesiz ki, Allah Rasûlünün haram kıldığı şey de Allah'ın haram kıldığı gibidir."[28] buyurarak, sünnetini küçümseyip dinden ayırmak isteyenlere karşı müslümanları uyarmış ve dinin sünnetsiz düşünülemeyeceğini vurgulamıştır. Nitekim, Hz. Peygamber'in burada geleceğini ikaz ettiği kişi ve gruplar Hicri birinci ve ikinci asırlarda ve bir de 19-20. asırlarda müsteşriklerin etkisiyle, Hindistan[29] ve Mısır'da[30] ortaya çıkmış, fakat bunların hadis ve sünnete hiçbir etkisi olmamıştır. [31]
Sözlük Anlamı:
Yol, hal, tavır, gidiş, gidişat, çığır, hüküm, yaşayış modeli, tabiat, şeriat, yüz, yüzün görünen yeri, alışılmış yol. Hz. Peygamber'in söz, fiil ve takrirlerinin bütününü ifade eden terimdir. Bir başka deyişle ‘sünnet’, takip edilmesi adet olan yol, gidişat demektir. Kur’an’da genellikle değişmez kanunlar ve hükümlere ‘sünnet’ denilmektedir. Sünnetin çoğulu "sünen"dir.
Istılah olarak, ulema tarafından hadîs'in müterâdifi olarak, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in söz, fiil, takrir, şemâil, ahvâl vs. her şeyini ifâde için kullanılmıştır. Bir kısım mütekaddim hadîsçiler, sünnet'le hadîs'i ayrı mütâlaa etmiş ve sünnet deyince Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sadece fiillerini kastetmiştir.
Kur'ân-ı Kerim'de dört âyette "Sünnetü’l-evvelin: öncekilerin sünneti" ifadesi "önceki ümmetlerin izlediği yol, örf, adet, yaşayış tarzları" veya "önceki ümmetlere uygulanan hüküm" anlamında kullanılmıştır.[32] İki âyette çoğul olarak kullanılmıştır. Şu âyette şeriat anlamı görülür:
"Şüphesiz sizden önce bir çok şeriatlar gelip geçmiştir" (Âlu İmrân: 3/137).
Burada sünnet kelimesi çoğul olarak; ‘sünen-sünnetler’ şeklinde geçmektedir. Sünnet, sürekli değişmeye rağmen her zaman aynı kalan bir hayat tarzını ifade eder. Bu âyetteki sünnet kelimesi, hayat tarzı, yaşama biçimi şeklinde tefsir edildiği gibi, geçmişlerin şeriatı veya geçmiş ümmetlerin iyi ve kötü gidişatı diye de tefsir edilmiştir.
‘Sünnet’ aynı zamanda önceden gelen ama Tevhid dini üzerinde bir yasayışları olan ‘muvahhidlerin’ yollarını ifade etmek üzere de kullanılmıştır.
“Allah size bilmediklerinizi tam olarak açıklamak, sizi öncekilerin yollarına iletmek ve sizin tevbelerinizi kabul etmek ister" (en-Nisâ: 4/26)[33].
Sekiz âyette de “Sünnetullah: Âllah'ın sünneti" ifadesi geçer. Bu, Allah'ın evreni, canlıları ve toplumu yaratırken veya daha sonra yönetirken izlediği yolu, metodu, kanun ve prensipleri ifade eder. Bu prensiplerin değişmeden devam edeceği bildirilir: "Allah'ın öteden beri gelen sünneti (âdeti) budur. Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir değişme bulamazsın." (el-Feth: 48/23)[34]
Sünnet sözcüğü bir kişiye nisbet edilince, onun iyi veya kötü, sürekli olarak yapa geldiği, alışkanlık haline getirdiği davranışlarını kapsar, Hz. Peygamber'in şu hadisinde bu iki zıt anlamı (iyi veya kötü yol) bir arada görmek mümkündür:
"Güzel bir yol alana onun sevabı ve kıyamete bu yoldan gidenlerin sevabı vardır. Kim de kötü bir yol açarsa, bu yolun sorumluluğu ve kıyamete kadar bu yoldan gidenlerin sorumluluğu ona aittir."[35]
Peygamberimiz (sav) ümmetine şu tavsiyede bulunuyor:
“Benden sonra size sünnetimi ve reşid, hidayete ermiş halifelerimin sünnetini (benim ve onların yolunu) tavsiye ederim.”[36]
Bir başka hadiste Allah’ın nefret ettiği üç sınıf insandan birisi, müslüman olduktan sonra tekrar ‘cahiliyye sünnetine’ dönen kimse olduğu söylenmektedir.[37]
Peygamberimiz (sav) müslümanların gelecekte ‘öncekilerin sünnetini-öncekilerin adetlerini veya gidişatlarını’ adım adım takip edeceklerini söyleyip onları sakındırmıştır.[38]
“Size benim sünnetim gerekir” hadisinde de sünnet Hz. Peygamberin yaşayış modeli, gidişatı anlamındadır.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) sünnet kelimesini de ıstılahî manada mükerrer seferler kullanmıştır: "Benim sünnetimi beğenmeyen benden değildir." Veya: "Size sünnetime uymanızı tavsiye ederim" hadislerinde olduğu gibi. [39]
Görüldüğü gibi gerek âyetlerde gerekse hadislerde ‘sünnet’ sözlük anlamıyla, yol, âdet, gidişat, çığır veya hüküm olarak kullanılmıştır. ‘Sünnet’, bir anlamda devamlı yapmayı, adet haline getirmeyi de ifade eder. Öyleki ister olumlu isterse olumsuz olsun, kişilerin veya toplumların yapmaya devam ettikleri gidişattır. Demek ki sünnet, orijinal, sürekli ve belli ki ölçüye oturmuş (iyi-kötü) davranış biçimidir. Bu durum Allah (cc) hakkında düşünüldüğü zaman, Allah’ın hükmü, Allah’ın kanunu demek olur. Geçmiş ümmetlere uygulanan sünnet; olumlu anlamda Peygamberlere itaat edenlerin yolunun dogruluğu ve onlara nimet verilmesi, olumsuz anlamda peygamberlere itaat etmeyen topluluklar hakkında gerçekleştirilen ceza hükmüdür.
Sünnet kelimesi başlangıçta “Hz. Peygamber’in fiili” anlamında, hadis de “Hz. Peygamber’in sözü” anlamında kullanılmışsa da sonraları sünnet, Hz. Peygamber’in sözle veya fiille açıktan gördüğü ya da duyduğu olayları susarak onaylamak suretiyle zımnen yaptığı açıklamaların tamamını anlatan terim olmuştur. Sünnetin bu anlamı usulcülere göre sünnetin tarifini vermektedir.
Hadisçiler, hadisin tarifinde olduğu gibi sünnetin tanımında da Hz. Peygamber’in evsafı, ahlakı, peygamberlikten önceki ve sonraki her türlü yaşayışına yer verirler. Tabii bu takdirde hadis ile sünnet eş anlamlı ya da ‘aynı muhteva için kullanılan iki ayrı terim’ olmaktadırlar.
Kısaca sünneti “Hzb Peygamber’in ihtiyar ettiği ve Allah’ın ahkamıyla amil olarak güttüğü yol” diye tarif edebiliriz. Ona Hz. Peygamber tarafından öğretilmiş ve vazedilmiş kaidelerin bütünü anlamını vermek de mümkün gözükmektedir. Hadis ise, bu anlamdaki sünnet malzemesinin yazı ile tesbit edilmiş metinleri demektir.[40]
Sünnet kelimesinin, lûğat manası, “yol, davranış ve âdet” tir. Bu mâna ile ilgili olarak “sünnet”, “Rasûl-i Ekrem (s.a.) in takîb ve tatbik ettiği dînî yol ve tutum” için kullanılırdı.
İşte bu kullanılış sebebiyledir ki, bazan bir hadîs için şu ifadeye rastlanır.
“... bu hadîs, kitap, sünnet ve icmâa uygundur.”, veya “...değildir.” Sonuç olarak: Hz. Peyğamber'in sözleriyle işleri ve tuttuğu yol; kıymet ölçüsü, hedef ve gaye bakımlarından aynı ve birbirine uygun olduğundan, “hadîs ve sünnet”, bilginlerin çoğu tarafından eş manalı olarak kabul edilmiş ve kullanılmıştır.
Bunların, söz olanına sözlü sünnet, Hz. Peygamber'in iş ve hareketlerine ait olanına “fi'lî sünnet”, başkasının sözünü duyduğu, işini gördüğü veya kendisine nakledildiği halde tasvîb etmesine ait olanına da “takrîrî sünnet” adı verilir :
Bu üç çeşit sünnet'in söz ve yazı halinde nakledilen şekli -yaygın olarak- hadîs diye anılmaktadır.
Hadîs kelimesinin cem'i “Ehâdis”, bunun asıl müfredi (tekili) de “El-Ehdusetu”dir.[41]
Kanun (Hüküm) Anlamı Olarak Sünnet:
Aynı tavrı gösteren kişi ve topluluklara aynı ‘sünnet’, yani aynı geçerli hüküm yine uygulanır. Kur’an’da ayrıca sekiz yerde ‘sünnetullah-Allah’ın sünneti’ ‘sünnetüna-bizim sünnetimiz’ şeklinde geçmektedir.
Sünnet kelimesinin sözlük anlamına baktığımız zaman onun Kur’an ve hadislerde sosyolojik bir içeriğinin olduğunu, sosyal olayları Tevhid açısından değerlendirmekte kullanıldığını görürüz. İnsan topluluklarının yaşama biçimleri, hayat anlayışları kültür ve medeniyetleri ‘sünnet’ kelimesiyle ifade edilmektedir. Kâinatın sahibi, hem genel anlamda bütün evrene, hem de canlı cansız bütün varlıklara ‘bir yol’ çizmiştir. Bütün varlıklar Allah’ın takdirinin doğrultusunda işlevlerini yerine getirirler. İnsan, ve onun içinde yaşadığı toplum da bu durumun dışında değildir. İnsanın da yolu çizilmiştir. Ancak insan ‘irade’ sahibi olduğu için bu yolda dilediği gibi ilerler ve hareketlerinden sorumlu olur. Allah (cc) elçileriyle yolun doğrusunu ve yanlışını gösterir. Nasıl hareket ederlerse, nelerle karşılaşacaklarını kendilerine haber verir. Onlar durumlarını değiştirmezlerse Allah da onların iyi ve kötü durumlarını değiştirmez.[42]
İşte insanların ve toplulukların amellerine karşılık görecekleri şey, onlar hakkında konulan ‘sünnettir’. Onlar kendi sünnetlerini değiştirirler ve Tevhidí bir yolu seçerlerse, batılın peşine gidip azanlara gönderilen ‘sünnetten-ceza hükmünden’ uzak kalırlar.[43]
Peygamberin Tavrı Olarak Sünnet:
İnsanlar ilahí vahyi tebliğ eden bütün peygamberler gibi son peygamber Hz. Muhammed (sav) de bir uyarıcı ve korkutucudur. O, kendisine gelen vahyi açıklar, sözüyle ve hayatıyla insanlara yol gösterir. Peygamberin insanlara gösterdiği bu tavır, O’nun sünnetidir. O’nun sünneti, vahyin tefsiridir ve uygulamasıdır. Vahye inanan mü’minler, Peygamberin ‘sünnetine’ uyarlar. Çünkü Peygambere uymak aynı zamanda Allah’a itaat etmektir.[44]
Terim Anlamıyla Sünnet:
İslâm’da ‘Sünnet’ kavramının bunun dışında özel bir anlamı vardır. Zaten sünnet deyince de bu özel mana anlaşılmaktadır. Bilindiği gibi ‘Şeriatın Delilleri’ (edille-i şer’iyye) arasında ‘Sünnet’ ikinci sırada sayılmaktadır.
Hadis ilminin konusu da ‘sünnet’, onun asıl kaynaklarından tesbit edilmesi, korunması ve sağlam bir yolla sonraki nesillere aktarılmasıdır. Bu açıdan bakınca ‘sünnet’in bir kaç tanımını görmek mümkündür: ‘Sünnet’, yalnızca Peygamberimizden rivayet edilen, Peygamberimizin Kur’an dışında beyan ettiği, açıkladığı şeylerdir.
Bir başka deyişle ‘sünnet’, bid’atın karşılığıdır.[45] Bir kimse Peygamberimizin davranışlarına uygun hareket ettiği zaman ‘o kişi sünnet üzerindedir’ denir. Peygamberimizin davranışına uygun değilse ‘bid’at üzerindedir’ denir.
Sünnet aynı zamanda, sahabelerin Peygamberimize nisbet ederek rivayet ettikleri haberleri de kapsamaktadır. Kısaca ‘Sünnet’, Peygamberimize ait sözlere, fiillere ve O’na ait olaylara verilen genel isimdir Peygamberimize ait olduğu kesinleşen ‘Sünnet’ dinin kaynağıdır, müslümanları bağlar. Bunun böyle olduğu hem Kur’an’da, hem de hadislerde belirtilmistir.
“Kim Rasul’e itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisa: 4/80)
“Peygamber size neyi verdiyse alın ve size neyi yasakladıysa ondan sakının. Allah’tan hakkıyla ittika edin (çekinin), çünkü Allah’ın azabı çetindir.” (Haşr: 59/7)
Bu ve benzeri âyetler bunu göstermektedir.[46]
Dinin Kaynağı Sünnet:
‘Sünnet’, Kur’an’dan sonra dinin ikinci kaynağıdır. Kur’an’ın nasıl anlaşılması gerektiğini ve nasıl uygulanacağını, vahyin hedeflerini ve örnek insanlık kurumunu ancak Sünnet’le öğrenebiliriz. Kur’an, bir çok konuyu gayet kısa, özlü ve mücmel (kapalı ve özet) bir şekilde ortaya koymuştur. Sünnet, bütün bunları açıklar.
Sünnetin en önemli özelliği örneklik oluşturmasıdır. Peygamberin görevi, insanlara indirilen vahyi açıklamaktır, daha doğrusu vahyin ne olduğunu ortaya koymaktır.[47] O Peygamberde Allah’a inanan ve ahireti uman bütün insanlar için en güzel örnekler vardır.[48] Sünnet, işte bu örneklik kurumudur. Peygamber ahlâkıyla, İslâmı uygulamasıyla, gidişatı ve tavrıyla insanlar için örnek oluşturmuştur. Peygamberimizin sünneti, vahyin istediği, Allah’ın razı olduğu insan tipinin, yaşama şeklinin göstergesidir.
Sünnet üzerine yapılan uzun münakaşalar, tartışmalar bizim konumuz değil. Ancak şunu söylemek gerekir ki, müslümanların uymakla yükümlü oldukları sünnet, dinen hüküm bildiren, ahlâk ve davranış ilkeleri gösteren, emir ve tavsiye içeren sünnetlerdir. Peygamberimizin bir insan olarak ve içinde yaşadığı toplumun bir âdeti olarak yapageldiği şeyler bu kapsama girmez. Örneğin, bugün hiç kimse sünnet deyince Peygamberimizin kullandığı aletleri veya teknikleri kasdetmiyor. Sünnet, O’nun kullandığı elbise, kap-kaçak, teknik şeyler değil; hüküm bildiren, ahlâkí ilkeler ortaya koyan, emirleri ve tavsiyeleridir. Yani sünnet, onun elbisesinin şekli değil, o elbiseyi dolduran ahlâktır, kulluktur, davranıştır, imandır, takvadır, zihniyettir.
Sünnet konusunda ikinci önemli nokta da, sünnetin sağlam bir yolla bize ulaşmasıdır. Bilindiği gibi Peygamber adına uydurulan bir çok şey, reddedilmesi gereken şeylerdir. Bu gibi şeyleri Peygamberimizin söylediği veya yaptığı kesin olmadığı gibi, onun söylemesi veya yapması da mümkün değildir.[49]
Sünnetin Çeşitleri:
Meydana Gelişi Açısından Sünnetin Çeşitleri:
“Hz. Peygamber’den bize intikal eden her şey” demek olan sünnet ya da hadis, değişik nitelikli bazı unsurlar ihtiva etmektedirler. [50]
Sünnet, Kur'ân-ı Kerim'den sonra ikînci ana kaynaktır. Fıkıh usulünde delil olarak kullanılan sünnet, Hz. Peygamber'den geliş şekline göre; söz, fiil veya tasvip (takrir) olmak üzere üçe ayrılır. [51] Bazı alimler vasıf (vasfi) sünneti ilave ederek dörde ayırırlar. [52]
1) Kavlî Sünnet (Sözlü Hadis):
Hz. Peygamber'in çeşitli vesilelerle söylemiş olduğu sözlerdir. Meselâ;
“Âmeller ancak niyetlere göredir ve herkese niyetinin karşılığı vardır. Kim Allah ve Rasûlü için hicret etmişse, onun hicreti Allah ve Rasûlüne’dir. Kim elde edeceği bir dünyalık veya evlenmek istediği bir kadın için hicret ederse, onun hicreti de, kendisi için hicret ettiği kimseyedir."[53]
"Ramazan hilalini görünce orucu tutun, Şevval hilalini görünce orucu yeyin” [54]
Size, sıkı sarıldığınız sürece sapıtmayacağınız iki şey bıraktım. Allah’ın kitabı, Rasulü’nün Sünneti.” [55]
"Köleleriniz ve hizmetçileriniz sizin kardeşlerinizdir. Allah Teâlâ onları sizin idarenize ve emrinize vermiştir. Kimin idaresi altında kardeşi olursa ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin..."[56]
Peygamber (s.a.s)'in günlük yaşayışı sünnetin tümünü kapsamaktadır. Zira sünnet kelimesi "övülmüş veya kınanmış yol" anlamındadır. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:
"Kendilerine hidayet geldiğinde insanları inanmaktan ve Rablerinden mağfiret dilemekten alıkoyan, sadece öncekilerin sünnetinin (gidişatının) kendilerine gelmesini beklemelidir." (el-Kehf: 18/55)
Hz. Peygamber sünnet kelimesini lugat anlamı olan, yol manasında kullanmıştır:
"Kim iyi bir sünnet (yol) edinirse, onun ve onunla amel edeceklerin sevabı o kimseye aittir..."[57]
Hadisçiler sünneti; Hz. Peygamber'in söz, fiil ve takrirleri şeklinde tarif etmişlerdir. Keza onun ahlâk sıfatları, sîreti ve yaşayışı sünnettir. Rasûlüllah'ın yaşayışı, fiilî sünnet olarak müteala edilirse, sünneti üç kısına ayırmak mümkün olur.
Birinci kısım; Kavlî sünnet yani Hz. Peygamber'in sözleri. İkinci kısım: Fiilî sünnet; Hz. Peygamber'in davranışları ve tavırları. Üçüncü kısım: Takrirî sünnet; Hz. Peygamber'in haberdar olduğu söz ve hadiseler karşısında susması veya ikrarı. Buna göre kavlî sünnet. Hz. Peygamber'in çeşitli vesilelerle söylemiş olduğu mübarek sözlerdir. Bu anlamıyla hadis ve sünnet eşanlamlıdır. Fıkıh usûlü âlimlerinin ıstılahında kavlî sünnet; Hz. Peygamber'in sadece hüküm bildiren sözleridir. Şer'î bir hüküm kaynağı olmayan ve muhtelif konularda malumat veren diğer sözleri ise yalnızca hadis olarak mütalaa edilmektedir.[58]
Hadislerin bütünü içerisinde büyük bir yekûn tutan kavlî sünnet, özel çalışmalara da konu olmuştur. Celâleddin es-Suyûtî,[59] el-Câmiu's-Sağir min Ehadisi'l-Beşîr Ve'n-Nezir isimli eserinde kavlî sünnetleri toplamıştır. Fiilî sünnetleri eserin son kısmında "kâne" ile almıştır. Bunlar Hz. Peygamber'in şemâiline, sîretine ve ahlâkına dair olan hadislerdir.
Hukukî açıdan da kavlî sünnetin önemi büyüktür. Çünkü fiilî sünnetin Hz. Peygamber'e ait özel bir hal olma ihtimali vardır. Takriri sünnette de bir şahsa ve olaya ait özel bir hüküm veya izin olma ihtimali mevcuttur. Halbuki kavlî sünnetin delâleti lafziyesi daha net daha belirgindir. Bu açıdan şer'î hükümlerin istinbatında kavlî sünnet, daha kuvvetlidir.[60]
2) Fiilî Sünnet (Fiili Hadis):
Rasulullah’ın davranış ve fiili uygulamalarının anlatımıdır. Hz. Peygamber'in namaz kılışını ve haccedişini örnek verebiliriz. Allah elçisi şöyle buyurmuştur
"Ben namazı nasıl kılıyorsam, siz de öyle kılın."[61]
"Hac ile ilgili ibadetlerinizi benden alın."[62]
Aişe (r.a.) demiştir ki: “Rasulullah (s.a.v.) bir iş yaptığı zaman sağlam yapardı.”[63]
Yine Hz. Peygamber'in savaşlarda yapmış olduğu işler de fiili sünnete girer. [64]
Hz. Peygamber'in sözle veya fiille açıktan gördüğü ya da duyduğu olayları susarak onaylamak suretiyle zımnen yaptığı açıklamaların tümü diye tarif edilen sünnet; kavlı, fiilî ve takrirî olmak üzere üç bölümde mütâla edilir.
Resulullah'ın bütün fiil ve hareket tarzları, sözünü ettiğimiz bu üç ana esastan biri olan fiilî sünneti oluşturur. Bu çeşit sünnetlerde ifade Hz. Peygamber'e değil de sahâbeden birine ait olur: "Kâne'n-Nebiyyü sallallahu aleyhi ve sellem..." (Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle idi, şöyle şöyle yapardı...); "Raeytü'n-Nebiyye sallallahu aleyhi ve sellem..." (Resulullah (s.a.s.)'i şöyle şöyle yaparken gördüm...) şeklindeki ifade tarzları fiilî sünnetin rivâyet usul ve kavramlarıdır.
Hz. Âişe'nin Resulullah'ın Şaban ayındaki nâfile orucu ile ilgili açıklaması fiilî sünnete güzel bir örnektir:
O şöyle nakleder: "Rasulullah (s.a.s.) öylesine oruç tutardı ki biz, daha artık iftar etmez derdik. Bir kere de iftar etti mi biz artık daha oruca niyet etmez derdik"[65]
Fiilî sünnetler de diğer sünnetler gibi kısmen yazılarak ama büyük bir kısmı hâfızadan hâfızaya ezberle nakledilerek tevâtür, meşhur, âhâd tarikleriyle bize kadar ulaşan, hadis adı verilen sözlü ifadelerle belgelenmiş ve bunlar hadis kitaplarında toplanmıştır. Fıkıhta Hanefilerden Serahsi; Şâfiîlerden Ebû İshâk Şirâzî; Mâlikîlerden Kadı Abdulvehhâb; Hanbelilerden Ebû Ya'lâ ve bütün Ehli Hadîs, şöyle der: Buhâri ve Müslim'in veya ikisinden birinin Sahîh'lerine aldıkları hadisler şüphesiz Hz. Peygamber'e aittir yani sübûtu kat'îdir. Sözü ve manası mütevâtir olan hadisin Sübûtu kesin; meşhur ve âhâd olanların sübûtu ise zannîdir. Ayrıca delâlette açıklık ve kapalılık, nakledenlerin cerh ve ta'dili çok önemli ikinci meseledir. Usulcüler hadisleri senet ve metin yönleriyle tenkid ederler. Hadisleri, Hz. Peygamber'den bize kadar bütün râvîleri zikredilenlere müsned; bir veya birkaç râvîsi eksik olanları da mürsel diye nitelendirmişlerdir. Muhaddisler ise mürsel hadis tabirinden tabiînin sahâbiyi atlayarak Hz. Peygamber'den rivâyet ettikleri hadisi anlarlar.
Bir hadis müsned muttasıl olur, ravîleri de gerekli şartları taşırsa o hadisle amel edilir. Zâhirîler ve Şâfiîler mürsel hadislerle amel etmezler. Ancak Şâfiîler, İmam Şâfiî'nin belirttiği şartları taşıyan mürsellerle amel ederler. Hanefi, Mâlikî ve Hanbeli hukukçuları ise mürselle amel etmiş onu kıyasa tercih etmişlerdir. Hadisle amel edilen konunun içeriği hakkında da haber-i vâhidin hüccet olduğu yerin yalnız fiil ve amelle ilgili olan şer'î hükümler olduğu belirtilmiştir. Sahih hadisle amel etmek için onun ayet ve mütevâtir sünnete muhalif olmaması, akla aykırı olmaması, ilk râvînin fakih olması şartlan aranır. Bu son şart Hanefilere göredir.[66]
Hz. Peygamber'in Fiilleri:
Rasûlüllah (s.a.s)'ın fiilleri üçe ayrılır:
1. Hz. Peygamber'in bir beşer, bir insan olarak yaptığı fiillerdir. Yeme, içme, giyinme, uyuma, yatıp kalkma gibi. (Örneğin sağ elle yemek yemesi, saçını ortadan ayırması) Bu fiiller genel olarak ümmeti bağlamaz. Çünkü bunlar Allah elçisinden bir peygamber sıfatıyla değil bir insan olması sıfatıyla meydana gelmiştir.
Bununla birlikte, ashab-ı kiramdan, Allah elçisini bu gibi fiillerinde de izleyenler vardı. Abdullah b. Ömer bunlardandır.
Hz. Peygamber'in ticaret, ziraat, savaş tedbirleri, hastalık tedavisi gibi dünyevî işlerde kendi görgü ve tecrübesine dayanarak yaptığı davranışlar da bu kısma girer. Çünkü bunlar şahsi tecrübeyle ilgilidir. Buna şu olayı örnek verebiliriz: Hz. Peygamber, Medinelilerin hurmaları aşıladıklarını görünce, aşılamamalarını bildirdi. Ancak ertesi yıl iyi ürün alınmadığını görünce; hurma bahçesi sahiplerine "Siz dünyanıza ait işleri daha iyi bilirsiniz"[67] buyurdu.
Bedir Savaşı sırasında da savaş tecrübesine dayalı şöyle bir olay yaşanmıştı. Hz. Peygamber, orduyu bir yere konaklatmak istedi. Hubâb b. Münzir bu yerleştirmenin vahye mi, yoksa savaş taktiğine mi dayandığını sordu. Allah elçisinin, bunun bir savaş taktiği olduğunu söyleyince, Hubab b. Münzir bu konaklama yerinin uygun olmadığını söyledi ve daha uygun yeri göstererek, gerekçelerini açıkladı. Bunun üzerine, ordu Hubâb'ın belirlediği yere yerleştirildi.[68]
2. Hz. Peygamber'in sırf kendisine mahsus olduğu şer'i bir delille belirtilmiş olan fiilleri. Gece teheccüd namazı kılması[69] Ramazan'da "visal orucu" tutması, dörtten fazla kadınla evlenmesi buna örnek olarak zikredilebilir. Diğer müslümanlar, Hz. Peygamber'in bu fiillerini kıyas yoluyla delil olarak alamazlar. Çünkü bunların Hz. Peygamber'e ait oluşunda şer'i deliller vardır.
3. Hz. Peygamber'in teşrîi nitelikli fiilleri. Namaz kılışı, oruç tutuşu, haccedişi, ziraat ortaklığı kuruşu, borç alıp vermesi gibi. Bu tür fiilleri sünnet olup bunlara uymak gerekir. Bu fiilleri de ikiye ayırmak mümkündür.
a. Kur'ân'ın mücmellerini açıklamak için yaptığı fiiller. Bunlar Kur'ân'ın tamamlayıcısı sayılırlar ve hangi mücmeli açıklamışlarsa onun hükmünü alırlar. Mücmel ifadenin hükmü vacibse; onu açıklayan sünnetin hükmü de vacib, mücmelin hükmü mendupsa, açıklayıcı sünnetin hükmü de mendup olur.
b. Hz. Peygamber'in bağımsız olarak ve bir işin mübah oluşunu göstermek üzere yaptığı fiiller. Bu çeşit fiillerin vücub, nedb veya mübahlık gibi şer'î niteliği bilinir. Bunlara ümmetin de uyması gerekir ve fiil yukarıdaki hükümlerden birisine uyar. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulmuştur: "Şüphesiz Allah'ın Rasûlünde, sizin için Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok ananlar için mükemmel bir örnek vardır." (el-Ahzâb: 33/21).
Sonuç olarak sünnet, Kur'ân'dan sonra ikinci asıl kaynak olup, İslâm'ın pek çok hükmü ve belki İslâmî müessese ve esasların bütünlüğü sünnetle tamamlanmıştır.[70]
3. Takriri Sünnet:
Hz. Peygamber'in görüp işittiği bir işe karşı çıkmaması ve onu kabul etmesidir. Çünkü Allah'ın Rasûlü bir işin yapıldığını gördüğü veya işittiği halde onu reddetmemiş ve susmuşsa, bu durum onun bu işi tasvip ve kabul ettiği anlamına gelir.
Meselâ; Bir gün Hz. Peygamber. kabir başında ağlayan bir kadına rastlar. Ona; "Allah'tan kork ve sabret" der. Kadın Rasûlüllah (s.a.s)'ı tanımadan; "Benim başıma gelen, senin başına gelmediği için beni anlayamazsın" diye cevap verir. Daha sonra onun Allah elçisi olduğunu öğrenince de, evine giderek özür diler. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Asıl sabır, olayla ilk karşılaşmada gösteren sabırdır"[71]
Burada Allah'ın Rasûlünün kadının kabir ziyaretine ses çıkarmadığı görülmektedir. Bu, erkekler gibi kadınlar için de kabir ziyaretinin caiz olduğunu gösteren bir takrirdir.
Yine Amr b. el-Âs (r.a), Zâtü's-Selâsil gazvesi sırasında, çok soğuk bir gecede ihtilam olmuş, su ile yıkanırsa canının tehlikeye düşeceğini anlayınca da teyemmümle topluluğa sabah namazını kıldırdı. Gazve dönüşü durum Hz. Peygamber'e anlatılınca, Amr'a; "Cünüp olduğun halde arkadaşlarına imam oldun öyle mi?" diye sordu. Amr; "Kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah size karşı çok merhametlidir" (en-Nisâ: 4/29) âyetini hatırlayarak teyemmüm yaptığını ve namazı kıldırdığını bildirdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber tebessüm etmiş ve susmuştur. İşte bu tebessüm ve susma, su bulunsa bile çok soğuk havada teyemmümle namaz kılınabileceğini gösterir.[72]
Takriri Sünnet iki türlüdür.
a) Sarih (açık) Takrir:
Rasulullah’ın muttali olduğu herhangi bir olay ya da sahabilere ait uygulamayı tasvib ve tasdik ettiğini açıkça belirtmesidir. Misali, yılanın zehirlediği bir kabile reisini Fatiha Suresi’ni okuyarak tedavi eden ve bunun karşılığında bir miktar koyun alan sahabinin, bu koyunların yenilip yenilemeyeceği hususunu Rasulullah’a sorması, Hz. Peygamber’in de: “Fatiha’nın şifa vereceğini nereden biliyordun? İyi etmişsin. Koyunları bölüşün, bir pay da bana ayırın.” buyurmasıdır.[73] Rasulullah bu olayda Kur’an’la tedavi karşılığında ücret almayı sarih olarak tasvip etmiş bulunmaktadır.[74]
b) Zımni Takrir:
Muttali olduğu herhangi bir olay karşısında Hz. Peygamber’in sükut buyurmasıdır. Misali; Hendek harbi sırasında Beni Kureyza üzerine giderken ashabın bir kısmının ikindi namazını yolda kılması, bir kısmının da “Beni Kureyza yurduna varmadan kılmayın” buyurdu diyerek vakit geçmesine rağmen namazı kılmamış olması olayı karşısında Rasulullah’ın (s.a.v.) sükut buyurarak her iki grubun hareketini de zımnen tasdik ve tasvib etmiş olmalarıdır.[75]
Sünnetin bu üç türüne (kavli, fiili, takriri) birden misal olmak üzere şu hadisi zikredebiliriz:
-Allah kendisinden ve babasından razı olsun- Abdullah b. Ömer demiştir ki: Nebi (s.a.v.) altın yüzük taktı, ashab da altın yüzük taktılar, (Bir gün) Nebi (s.a.v.):
“Ben bir altın yüzük edinmiştim” dedi ve yüzüğünü çıkardı sonra da:
“Bundan böyle onu asla takmayacağım” buyurdu.
Bunun üzerine ashab da (altın) yüzüklerini (bir daha takmamak üzere) çıkardılar.[76]
Burada Hz. Peygamber’in yüzük edinmesi ve sonra çıkarıp atması fiil; “onu bir daha takmayacağım” buyurması söz; ashabın önce altın yüzük takmalarına, sonra da kendisini takiben bundan vazgeçmelerine müdahale etmemesi de takrir olmaktadır. [77]
4) Vasıf (Vasfi) Sünnet:
İki kısımdır.
a) Hılki (Ahlaki) Sıfat:
Rasulullah’ın herhangi bir huyunu tanıtan hadislerdir. Misali şu hadistir:
“Rasulullah (s.a.v.), insanların en cömerdi idi. O (s.a.v.), Ramazan’da daha çok cömertti.”[78]
b) Hulki (Yaratılışla İlgili) Sıfat:
Hz. Peygamber’in şemailine dair bilgileri ihtiva eden hadislerdir. Misali şu hadistir:
“Rasulullah (s.a.v.) sima olarak insanların en güzeli, yaratılış olarak da en mükemmeli, en mütenasibi idi. O (s.a.v.), ne aşırı uzun ne de çok kısa idi.” [79]
Sünnetin Hüküm Kaynağı Olduğunu Gösteren Deliller:
Sünnetin, Kur'ân-ı Kerim'den sonra, ikinci asli delil olduğunda görüş birliği vardır. Bu yüzden Hz. Peygamber'e nispeti sabit ve sahih olan sünnetin gereğine göre amel etmenin vücubu üzerinde bütün bilginler ittifak etmiştir.
Onlar bu konuda Rasûlüllah (s.a.s)'a itaatı emreden, onu sevmenin Cenab-ı Hakkı sevmek olduğunu bildiren, ona karşı gelenlere şiddetli tehditler bildiren âyetlere dayanırlar. Bu âyetlerden bir kaçı şunlardır:
"Âllah'a itaat edin, Rasûle itaat edin ve kötülüklerden sakının" (el-Mâide: 5/92).
"Kim Rasûle itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur" (en-Nisâ': 4/80).
"Peygamber size ne verdiyse onu alın ve size neyi yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir" (el-Haşr: 59/7).
"De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir." (Âlu İmrân: 3/31).
Anlaşmazlıklarda Hz. Peygamber'in hakem yapılıp, vereceği karara uyulması gerektiği şöyle belirlenir:
"Hayır, Rabbine yemin olsun ki, onlar aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar." (en-Nisâ: 4/65).
Allah’ın hükmü gibi, Hz. Peygamber'in sünnetinin de bağlayıcı olduğu ve bunlara dayanan bir hükme karşı gelmenin sapıklık sayıldığı şöyle tespit edilir:
"Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdiği zaman, artık mü'min bir erkek ve kadının, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur" (el-Ahzâb: 33/36).
Rasûlüllah (s.a.s)'in emrine aykırı davranmanın sonuçlarına bir âyette şöyle yer verilir:
“Bu yüzden onun (Allah Rasûlünün) emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belâ gelmesinden veya kendilerine çok acı bir ozap isabet etmesinden sakınsınlar" (en-Nûr: 24/63).
Hz. Peygamber'in hayatında ve vefatından sonra ashab-ı kiram onun sünnetine uymak gerektiğinde birleşmişlerdir. Sahabe, Allah elçisinin emir ve yasaklarına uyuyor, helal dediğini helal, haram dediğini haram olarak kabul ediyordu. Nitekim Muaz b. Cebel (r.a) Yemen'e vali olarak giderken, orada; Allah'ın kitabı ile hüküm vereceğini, bunda bulamazsa Rasûlünün sünnetine başvuracağını belirtmiştir. Bunu işiten Hz. Peygamber'in rızasını açıkladığı nakledilir.[80] Diğer sahabiler de, herhangi bir mesele hakkında Kur'ân'da bir hüküm bulamadıkları zaman Hz. Peygamber'in sünnetine başvuruyordu. Hz. Ebû Bekir, bir olay hakkında bildiği bir hadis yoksa, bunu sahabe topluluğuna arz eder, o konuda bir hadis bilenin olup olmadığını öğrenmeye çalışırdı. Hz. Ömer'in, tabiîlerin ve bunları izleyen Tebe-i tâbiîn'in metodu da böyledir.
Kur'ân-ı Kerîm'de, Peygamber (s.a.s)'in Allah'tan vahiy alarak konuştuğu belirtilir.
"O, kendiliğinden konuşmamaktadır. O'nun konuşması ancak indirilen bir vahiy iledir" (en-Necm: 53/3, 4).
"Sana Allah'ın bol nimet ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir takımı seni saptırmaya çalışırdı. Halbuki onlar, kendilerinden başkasını saptıramazlar, sana da bir zarar veremezler. Allah sana Kitap ve Hikmeti indirmiş ve bilmediğini öğretmiştir. Allah'ın sana olan nimeti büyüktür." (en-Nisâ': 4/113).
Diğer yandan Kur'ân âyetleri, Hz. Peygamber'e iman edilmesini açıkça bildirir. Şu âyette Allah'a ve Rasûlüne imanın yan yana zikredildiği görülür:
"Âllah'a ve okuyup yazması olmayan (ümmî) Peygamber'e iman edin; o Peygamber de Allah'a ve O'nun sözlerine iman etmiştir ve ona uyun ki hidayete eresiniz." (el-A'râf: 7/158).
Başka bir âyette de şöyle buyurulur:
"Âllah ve peygamberine iman eden mü'minler peygamberlerle birlikte bir işe karar vermek için toplandıklarında, ondan izin almaksızın gitmezler." (en-Nûr: 24/62).[81]
Sünnetin Kitab'a Göre Yeri ve Fonksiyonu:
Kitap ve sünnette yer alan hükümler karşılaştırıldıkları zaman şu dört şekil ile karşılaşılır:
1. Sünnet, Kur'ân'daki hükmün aynısını getirir, böylece onu destekler ve güçlendirir. Bununla aynı konuda iki delil oluşur. Biri hükmü tespit eden esas delil, diğeri ise teyit edici sünnet delilidir. Örnek: Kur'ân'da; "Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Karşılıklı rızaya dayanan ticaret yoluyla olması bunun dışındadır." (en-Nisâ: 4/29) buyurulur. Aynı konuda ki şu hadis yukarıdaki âyeti teyit etmektedir: "Müslüman bir kimsenin malı, (başkasına) onun gönül hoşnutluğu olmadıkça helâl değildir."[82]
Aşağıdaki âyette hadis arasında da benzer teyit ilişkisini görmek mümkündür. Âyette; “Îşte, Rabbin zulmeden beldelerin halkını yakaladığı zaman böyle yakalar. Çünkü onun yakalaması çok acı ve çetindir." (Hûd: 11/102) buyurulur. Şu hadis aynı anlamı destekler: “Allah zâlime mühlet verir, sonunda onu cezalandırınca da artık iflah olmaz"[83]
2. Sünnet, açıklanmaya muhtaç Kur'ân âyetlerine açıklayıcı hükümler getirir:
Sünnet, Kur'ân'ın mücmel veya müşkil olan yani kapalı ve anlaşılması güç olan lafızlarını açıklar. Meselâ; “Namazı kılın, zekâtı verin" emrinde namaz ve zekâtın neden ibaret olduğu, şartları, miktar ve ifa şekilleri yer almaz. İşte mücmel olan bu terimler sünnet tarafından açıklanır. Yine; "Ramazanda sabahın beyaz ipliği siyah iplikten ayrılıncaya kadar yeyin, için" (el-Bakara: 2/187). Hz. Peygamber buradaki beyaz iplikten sabahın aydınlığının, siyah iplikten gecenin karanlığının kastedildiğini bildirmiştir.
Sünnet, âmm (genel anlam ifade eden) lafızların hükmünü tahsis eder. Âyette; “Bunların dışında kalanlar size helal kılındı" (en-Nisâ: 4/24) buyurulur. Şu hadis, yukarıdaki âyeti tahsis etmiştir; "Kadın, halası, teyzesi, erkek veya kız kardeşinin kızı üzerine nikâhlanamaz. Bunu yaparsanız, hısımlık bağlarını koparmış olursunuz.”[84]
Mutlak lafzı tahsis eder: Âyette şöyle buyurulur: "Hırsızlık yapan erkek ve hırsızlık yapan kadının ellerini kesin" (el-Mâide: 5/38). Burada sağ elin mi sol elin mi kesileceği belirtilmemiştir. İşte sünnet bunu "sağ eli ve bilekten kesme" şeklinde kayıtlamıştır.
3. Sünnet, Kur'ân'da yer alan bazı hükümleri nesheder, meselâ; "Birinize ölüm gelince, eğer bir hayır bırakacaksa, anaya, babaya, yakınlara münasip şekilde vasiyette bulunmak, Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur." (el-Bakara: 2/180). Bu âyetin hükmü; "Varise vasiyet yoktur"[85] hadisi ile neshedilmiştir.
4. Sünnet, Kur'ân'da bulunmayan meseleler hakkında hükümler getirir. Ninenin miras hakkına sahip oluşu, fıtır sadakası ile vitir namazının vacip oluşu, "muhsan" olarak zina edenin recm edilmesi, "âkile"nin diyete katılmakla yükümlü tutulması gibi hükümler Kur'ân'da olmayan, fakat sünnetle getirilen hükümlerdendir.[86] Yine bir kadını hala veya teyzesi ile bir nikâh altında birleştirmenin yasaklanması, azı dişli yırtıcı hayvanların ve pençeli kuşların etlerinin haram kılınması, erkeklere altın takmanın ve ipekli giymenin yasaklanması sünnetle sabit olmuştur. Kur'ân'da yalnız süt ana ve süt kardeş için konulan evlenme yasağının kapsamı[87], "Nesep ile haram olan süt ile de haram olur" hadisi ile[88] genişletilmiştir.
İmam Şâfiî[89] er-Risâle adlı usûle dair eserinde, sünnetin üç türlü olduğuna karşı çıkan bir ilim adamı bilmiyorum, dedikten sonra bu üç hususu şöyle belirtir.
1) Allah Teâlâ bir konu hakkında âyet indirir. Hz. Peygamber de Kur'ân'ın bildirdiğini olduğu gibi açıklamıştır.
2) Allah'ın indirdiği mücmel olur ve Allah elçisi bundan Yüce Allah'ın kasdettiği anlamı açıklar.
3) Kitapta yer almayan bir konuda Allah'ın elçisi hüküm koyar. Çünkü bu konuda Cenab-ı Hak kendisine yetki vermiştir. Bazı bilginler, Hz. Peygamber'in koyduğu sünnetin Kur'ân'da mutlaka bir aslı olduğunu söylemiştir. Nitekim, namazın aslı Kur'ân'la emredilmiş, ayrıntı sünnete bırakılmıştır. Yine alış-veriş ve diğer konularda da sünnetler koydu. Çünkü Allah Teâlâ; "Mallarınızı aranızda bâtıl yollarla yemeyin" (en-Nisâ: 4/29), “Âllah alış-verişi helal, ribayı haram kılmıştır" (el-Bakara: 2/275) buyurmuştur. Hz. Peygamber, namazı açıklaması gibi diğer konuları da Allah Teâlâ adına açıklamıştır. Kimisi de, sünnet, Allah tarafından Rasûlünün kalbine atılan hikmettir. Bu şekilde kalbe atılan onun sünneti olmuştur.[90]
Peygamberin Sünnetinin İşlevi:
Peygamberimizin sünneti;
1- Kur’an’ın âyetlerini açıklar. (Namazın kılınışı gibi),
2- Kur’an’da hükmü olmayan konular hakkında tıpkı Kur’an gibi hüküm koyar,
3- Allah’a daha çok yaklaşmak, daha takva olmak için ‘müstehab’ davranışları, ibadetleri ortaya koyar,
4- Kur’an’da bulunan bir hükmün aynısı benzer bir konu hakkında getirir ve Kur’an’ın hükmünü destekler.
5- Peygamberimizin kendi yüce makamına uygun olarak yaptığı bazı ibadetleri O’nun ümmeti yapmaz. (Dörtten fazla evlilik gibi)
6- Peygamberimizin bir insan olarak yaptığı işler hüküm kaynağı olmaz, bütün ümmet için bağlayıcı değildir.
Sünnetten aynı zamanda, Peygamberimizin farz ibadetlerin dışında yapmayı âdet edindiği ve ümmetin de yapmasını emrettiği ibadetler anlaşılır. Namazların sünnetleri, günlük hayattaki sünnetleri gibi.
Türkiye’de halk arasında ‘sünnet’ diye bilinen erkek çocuklarına uygulanan ameliyat aslında ‘hıtan sünneti’dir. Yani Peygamberimiz erkek çocuklarının cinsiyet organındaki fazlalığın kesilmesini emretmiştir. Dolaysıyla onu kesmek sünnet’tir.
Kısaca sünnet, İslâm toplumunun üzerinde olması gereken yoldur, gidişattır, yaşama anlayışıdır. Bu sünnet, Allah tarafïndan çerçevesi çizilmiş ve Hz. Muhammed’in uygulamasıyla, yaşayıp ortaya koymasıyla belirginleşmiştir. Mü’minlere düşen, ‘bid’at’ yollarını, modernizm ile ortaya çıkan günümüzdeki yanlış gidişatı, güzel ahlâka uymayan tavırları değil, Sünnet üzere bir yolu seçmektir.[91]
Sünnetin Önemi:
Rasûl-i Ekrem Efendimiz'in sünneti, birçok yönlerden büyük bir önem taşımaktadır. Dindeki yer ve önemine şu âyet ve hadîsler ışık tutar:
1- “Rasûl size ne verirse onu alınız, sizi nehyettiği şeylerden de vazgeçiniz.” [92]
2- “Kim rasûle itaat ederse (sözünü dinlerse), Allah'a itaat etmiş olur.” [93]
3- “De ki: Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve sizin için günahlarınızı yarlığasın.”[94]
4- “Allah'ı ve âhiret gününü umanlar, sizin için Allah Rasûlünde en mükemmel örnek vardır!”[95]
5- “Öyle değil, Rabbine andolsun, onlar aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem kılmadıkça, sonra da verdiğin hükümden dolayı hiçbir sıkıntı duymadan sana bütün teslimiyetleriyle baş eğmeden iman etmiş olmazlar. [96]
6- “Biz sana zikri (Kur'an-i kerimi) indirdik ki sen halka indirileni izah edesin.” [97]
Mıkdâm b. Ma'dîkerib der ki, Rasûl-i Ekrem (s.a.) şöyle buyurdu :
“Bana Kur'an ve onunla beraber onun gibisi (sünnet) verildi. Yakında, karnı tok, koltuğuna yaslanmış birisi:
“Size bu Kur'an yeter; onda neyi helâl bulursanız helâl kabul ediniz, onda neyi haram bulursanız onu da haram biliniz,” diyecek. Şunu iyi biliniz ki, Allah Rasûlünün haram kıldığı da Allah'ın haram kıldığı gibidir! Dikkat ediniz: Size ehlî eşek eti, köpek dişli yırtıcı hayvanlar, aranızda anlaşma bulunan millet ferdinin kayıp eşyası... helâl değildir. Ancak bu sonuncudan sahibinin vazgeçmesi müstesna...”[98]
Bu âyet ve hadislerden anlaşıldığı gibi, sünnet bir taraftan Kur'ân-ı kerîmi açıklamakta, tatbik yer ve şekillerini göstermekte, diğer taraftan onda bulunmayan dînî hükümleri koymaktadır.
Şimdi sünnetin bu iki vasfını biraz daha açıklıyalım:[99]
I- Sünnetin Kur'ân-ı Kerîm'i Açıklama Şekilleri:
A- Kur'ân-ı Kerîm âyetlerine uygun olarak gelip onları te'yid eder; Örnek:
“Ey iman edenler, mallarınızı aranızda, meşru' olmayan yoldan -elde edip- yemeyiniz.”[100]
“Kendisi razı olmadıkça bir müslümanın malı –başkasına- helâl olmaz.”[101]
B- Âyet'ten ne kastedildiğini açıklar. Örnekler:
1- Namaz, oruç, hacc ve zekât gibi dinî vazifelerle ilgili âyetleri açıklayan, bunların mücmel durumlarını gideren, nasıl yapılacaklarını gösteren hadisler.
2- Kayıtsız (mutlak) olan âyetleri, şart ve kayda bağlayan hadisler: Hırsızlığın cezasıyla ilgili âyeti, “sağ el ve bilekten”[102] kayıtlarına bağlayan sünnet buna örnektir.
3- Genel (âmm) bir âyeti tahsis eden (özelleştiren) hadisler; Örnek:
“Onlar ki iman edip, imanlarını zulm ile karıştırmazlar, emniyyete lâyık olan onlardır ve onlar doğru yol üzredirler.” [103]
Ashâb buradaki zulmü genel manasıyla (haksızlık diye) alarak Rasûl-i Ekrem'den sordular:
“Hangimiz zulmetmeyiz ki?” Efendimiz cevap verdi :
“Maksad o (zulüm) değildir, burada kastedilen şirktir.”[104]
4- Müşkil (maksûd olan mâna kapalı) olan âyetleri açıklıyan hadisler; Örnek:
“Fecir (den ibaret olan) beyaz iplik, (gecenin) siyah ipinden ayırd oluncaya kadar yeyin ve için...” [105]
Buradaki “beyaz ve siyah iplik” tabirlerini bazıları, gerçek iplik sanmışlardı. Rasûl-i Ekrem :
“Onlar, gecenin karanlığı ile, gündüzün aydınlığıdır.” diyerek durumu aydınlattılar.[106]
II- Sünnet'in, Kur'an'da Bulunmayan Dînî Hükümleri Koyması:
Örnekler:
1- Deniz hakkında: “Onun suyu temiz, ölüsü, -kendiliğinden ölen deniz hayvanı- temizdir (yenir.)”.[107]
2- Boğazlanmış hayvanın karnından ölü olarak çıkan yavrunun yenmesi helâl olduğu hakkında:
“Yavrunun (boğazlanarak) temiz olması, anasının boğazlanmasıdır.” [108]
3- Riba'1-fadl hakkındaki hadisler:
Bilindiği gibi Kur'ân-ı Kerîm ribâyı mutlak olarak haranı kılıyor; bir kayıt ve şart koymadığı gibi, hangi çeşit ribânın haram olduğunu da açıklamıyor. Halbuki aynı mevzuda vârid olan hadîsler, satış şekliyle yapılan mübadelelerde, muayyen maddelerin, kendi cinsleri içinde ancak eşit ölçüde alış-verişinin yapılabileceğini açıklıyor. Meselâ bir liranın iki lira ile peşin mübadelesini de haram kılıyor ki buna “ribe'1-fadl” denir. Eğer araya zaman girer, satış veresiye olursa “ribe'n-nesîe” olur. [109]
4- Yırtıcı hayvanlardan köpek dişliler, kuşlardan yırtıcı pençeliler ve ehlî eşeklerin –etlerinin- haram olmasına dair olan hadisler.[110]
III- Kur'ân-ı Kerîm'de Bulunan Bazı Âyetlerin Hükümleri, Hadîslerle Neshedilerek de Açıklanır.
Bunun örnekleri için kitabınızın “Hadiste Nesih” bahsine bakınız. [111]
Hadîslerin dînî yönden büyük önemi yanında, ikinci derecede ehemmiyyet arzettiği yerler de vardır. Şöyle ki:
A- Hadîsler, başlarındaki sened zinciri ve dayandığı teknik metod bakımından târihe çok benzer ve onu tamamlar.
B- Hadîsler, İslâm'ın başlangıcında ve daha önce yaşayan insanların, inanç, âdet ve yaşayışlarını gösterir. Bu bakımdan, Arap filolojisi, etnoloji ve folklor bakımından da hadis, eşi bulunmaz bir kaynaktır.
C- Hadîs ve sünnet, hem İslâm'ın yayılma ve çeşitli insanları bir ümmet halinde eritip birleştirme kabiliyyetini gösterir, hem de bugün bile yaşayan bazı sünnet izlerinin izahını temin eder.[112]
Sünnetin Rivâyet Bakımından Çeşitleri:
Senedinde kopukluk bulunmayan hadisler rivâyet bakımından üçe ayrılır. Mütevatir, meşhur ve âhad sünnet.
1. Mütevatir Sünnet:
Yalan üzerinde birleşmeleri aklen mümkün olmayacak sayıda bir sahabe topluluğunun Hz. Peygamber'den rivayet ettiği, daha sonra bu topluluktan Tâbiün ve Etbâu't-Tâbiîn devirlerinde de aynı özellikteki toplulukların naklettiği haberlere "mütevatir sünnet" denir. Bu üç nesilden sonraki devirlerde yalan üzerinde birleşmenin aklen mümkün olmaması şartı aranmaz. Çünkü sünnet bu dönemden sonra tedvin ve tasnif edilerek yazılı eserlere intikal etmiş, daha önce tek râviler aracılığı ile gelen haberlerin pek çoğu da tevâtür ve şöhret derecesinde nakledilmiştir.
Tevatür de Lafzî ve Mânevi olmak üzere ikiye ayırılır.
a) Lafzî Mütevatir:
Lafiz ve anlam birliği içinde nakledilen mütevatir haberdir. Meselâ; "Kim bilerek bana yalan söz isnat ederse, cehennemdeki yerini hazırlasın"[113] hadisi, tevatür derecesinde kalabalık bir sahabe topluluğunca aynı lafızlarla rivayet edilmiştir.
b) Manevî Mütevatir:
lafız ve anlam bakımından farklılıklar taşımakla birlikte, bütün râvilerin ortak bir anlamda birleştiği mütevatir haberdir. Dua sırasında ellerin kaldırılması bu çeşit mütevatire örnek gösterilebilir. Çünkü Hz. Peygamber'in dua sırasında ellerini kaldırdığına dair yüz kadar hadis rivayet edilmiştir. Fakat bunlar değişik olaylarla ilgili, değişik şekillerde ve farklı ifadelerle nakledilmiştir. Belki her olay hakkında lafzî tevatür gerçekleşmemiştir, fakat bütün rivayetlerin birleştiği ortak anlam, dua sırasında ellerin kaldırılmış olmasıdır.
Yine İslâm bilginleri, Hz. Ömer'den rivayet edilen "Âmeller niyetlere göredir. Herkes niyet ettiği şeyi görecektir”[114] hadisinin anlamı üzerinde görüş birliği içindedir.
Mütevatir sünnetin hükmü, Hz. Peygamber'e nisbetinin kesin oluşudur. Buna göre, mütevatir sünnetle amel etmek farz olup, onu inkâr eden dinden çıkar. Bu çeşit hadislerin delâleti zannî olmadıkça, ortaya koyduğu hüküm kesinlik ifade eder. Mütevatir hadisler, delil olma bakımından Kur'ân'a yakın kuvvettedir.
2. Meşhur Sünnet:
Meşhur sünnet, Hz. Peygamber'den bir veya iki yahut tevatür sayısına ulaşmamış sayıda sahabi tarafından rivayet edilmişken, Tâbiün veya Etbâu't-tâbün devirlerinde tevatür sayısındaki ravilerce nakledilen sünnettir.
Mütevatir ve meşhur sünnet arasındaki fark şudur; birincide her üç tabaka ravileri tevatür sayısında iken, meşhur sünnette, sahabeden olan raviler tevatür derecesine ulaşmamıştır. Buna göre mütevatir hadisin Hz. Peygamber'e nisbeti kesin iken meşhur hadisin, Hz. Peygamberden rivayet eden sahabiye nisbeti kesin olmakla birlikte, Hz. Peygamber'e nisbeti kesinlik taşımaz.
Meşhur sünnetin hükmü, kesine yakın bir bilgi vermesidir. Bu yüzden mütevatir sünnetle Kur'ân'daki bir âmm lafzın tahsisi ve mutlak lafzın takyidi mümkün olduğu gibi, meşhur sünnetle de "âmm" tahsîs ve "mutlak" takyid edilebilir.
Âmm'ın tahsisine örnek: "Âllah çocuklarınızın miras payı için şunu istiyor" (en-Nisâ: 4/11) âyetindeki "çocuklarınız (evlâdüküm)" kelimesi âmm olup bütün çocukları kapsamına alır. Hz. Peygamber'in; "Öldüren öldürdüğü kimseye mirasçı olamaz"[115] şeklindeki meşhur hadis, miras bırakanını öldüren çocukları kapsam dışı bırakmıştır.
Mutlak ifadenin takyidine örnek:
Mirasla ilgili âyette; "(Bütün bu miras payları, ölenin) yapmış olduğu vasiyetin ve borcun ifasından sonradır" (en-Nisâ: 4/11) buyurulur. Burada "vasiyet" sözcüğü mutlak olup, malın belli bir parçası ile sınırlandırılmış değildir. Fakat Hz. Peygamber'in, "Üçte bir daha bayırlıdır."[116] şeklindeki meşhur hadisi vasiyet miktarını üçte birle sınırlamıştır.
3. Âhad Sünnet:
Bunlar, Hz. Peygamber'den bir, iki veya daha fazla sahabi tarafından rivayet edilen ve meşhur hadisin şartlarını taşımayan hadislerdir. Âhad hadisi bir kişiden yine bir kişi rivayet etmiş olup, bize kadar ulaşan senedindeki kişiler hiçbir zaman tevatür sayısına ulaşmamıştır. Hadis kitaplarında toplanmış bulunan hadislerin çoğu bu kısma ait olup, bunlara tek kişinin haberi anlamında "haber-i vâhid" veya birer kişilerin haberi anlamında "âhad haber" denir.
Ahad sünnet kesin bilgi ifade etmez, zanlı bilgi verir. Çünkü bunların Hz. Peygamber'e ulaştığında şüphe vardır. Bu yüzden inançla ilgili konularda âhad habere dayanılmaz. Ancak belirli şartları taşıyan âhad haberler amel konularında delil olarak kabul edilir.
Hanefiler dışındaki bilginlere göre, hadisler mütevatir ve âhad olmak üzere ikiye ayrılır. Onlar meşhur sünneti de "âhad haber" içinde değerlendirirler. Çünkü meşhur sünnetin ilk tabaka ravileri, gerçekte âhad sünnet sayısındadır. Ancak bu görüşte olanlar âhad haberi, kendi içinde "Garib", "Aziz" ve "Müstefiz" olmak üzere üçe ayırmışlardır.[117]
Ahad Hadisle Amel Etmenin Şartları:
Hanefilere göre âhad haberin delil olarak kullanılabilmesi için şu özellikleri taşıması gerekir.
1. Râvinin, naklettiği hadisle kendisinin amel etmesi gerekir. Buna aykırı davranışı veya fetvası belirlenirse, hadis değil, onun amel veya fetvası esas alınır. Çünkü râvi, bu hadisin neshedildiğini gösteren bir delil bilmese, hadise aykırı davranmaz. Aksi halde "adâlet" vasfını kaybeder.
İşte bu prensipten hareket edilerek Hanefiler, Ebû Hureyre'nin naklettiği; "Birinizin kabına köpek ağzını soktuğu zaman, onu döksün, sonra biri toprakla olmak üzere yedi kere yıkasın"[118] anlamındaki hadisle amel etmemişlerdir. Çünkü ed-Dârekutni'nin naklettiğine göre Ebû Hüreyre bu hadise aykırı olarak böyle bir durumda kabı üç kere yıkamakla yetiniyor ve bu yönde fetva veriyordu. Hanefiler onun fetvasını, bu hadisin neshedilmiş bulunduğuna delil saymışlar, yani yedi defa yıkama yerine üç defa yıkama ile yetinmişlerdir.
Başka bir örnek de, Hz. Âişe'den rivayet edilen ve kadının kendi başına evlilik akdi yapamayacağını bildiren şu hadistir: "Velisinin izni olmadan evlenen kadının evliliği bâtıldır."[119] Hz. Âişe bu hadise aykırı olarak kardeşi Abdurrahman Şam'da iken onun kızını evlendirmişti. Abdurrahman yolculuktan dönünce bu evlendirme işinden hoşnut olmadığını ifade etmişse de, nikâh akdini iptal yoluna gittiğine dair bir haber nakledilmemiştir.
2. Hadisi rivayet eden ravi, fıkıh bilgisi ve ictihad ehliyeti ile tanınmış bir kimse değilse hadis, kıyasa ve genel şer'i esaslara aykırı olmamalıdır.
Buna göre, kıyasa aykırı düşen hadis dört halife gibi, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud ve Abdullah b. Ömer gibi hem hadis rivayeti ve hem de fıkıhtaki ve ictihattaki ehliyeti ile tanınmış biri ise hadis kabul edilir ve onunla amel edilir. Fakat Enes b. Malik ve Bilâl gibi yalnız hadis rivayeti ile tanınan, ictihada ehliyeti bulunmayan birisi ise, bu hadis kabul edilmez.
Bu nitelik, hadislerin "mânâ rivayeti" usulünün yaygın olması yüzünden öngörülmüştür. Fakih olan ravi, bir kelime yerine hadiste başka bir kelime kullansa, hadisin aynı anlamı koruduğunu söylemek mümkün olur. Aynı esası, fakih olmayan ravi için söylemek güçtür. Özellikle; ortada kıyasa ve genel şer'i esaslara aykırı düşen bir rivâyet varsa, bu ravinin yanılma ihtimali güç kazanır.
Hanefiler bu esastan hareketle "musarrât" hadisi ile amel etmemişlerdir. Ebû Hüreyre, Hz. Peygamberden şunu nakletmiştir: "Develerin ve koyunların memelerini sütlü göstermek için şişirmeyin. Birisi böyle bir hayvanı satın almış olur ve sütünü de sağmış bulunursa iki şeyden birisini seçebilir: Ya hayvanı bu hali ile kabul eder, veya hayvanı iâde eder ve ayrıca bir sâ' da hurma verir."[120]
Bu hadisi Ebû Hüreyre rivayet etmiştir, Ebû Hüreyre ictihad ehliyeti ile tanınmamıştır. Hadisin taşıdığı hüküm İslam'ın genel prensipleri ile çelişmektedir. Çünkü istihlâk edilen bir şeyin tazmini misli mallarda misliyle, kıyemî mallarda kıymetiyle olur. Hadiste bildirilen süt karşılığı bir sâ'[121] hurma, sütün ne misli ve ne de kıymetidir. Diğer yandan bu hadis "el-Harâcu bıd-dımân"[122] diye ifade eden "nefi (yarar) ve hasarın dengelenmesi" ilkesi ile de çelişmektedir. Buna göre, bir şeyin tazmin sorumluluğu kime aitse o şeyin semereleri de ona aittir. Şu halde, sağdığı süt, bir bedel ödemesine gerek olmaksızın alıcıya aittir. Çünkü, hayvanı teslim aldıktan sonra, ona gelecek zararı da üstlenmiş bulunmaktadır. Durum böyle olunca, alıcının süt karşılığı bir sâ' hurma vermekle yükümlü tutulması bu prensiple de çelişmektedir.
3. Âhad haber sık sık tekerrür eden ve her yükümlünün bilmesi gereken olaylar hakkında olmamalıdır. Usûl ilminde bu duruma "umumî belvâ" denir. Burada olayın tevatür veya şöhret yoluyla nakli için gerekli şartlar oluşmuştur. Buna rağmen haberin tek ravi yoluyla gelmesi, onun Hz. Peygamber'e nisbetinin sağlam olmadığını gösterir.
Bu esastan hareketle, Hanefi mezhebi bilginleri Abdullah b. Ömer'den rivayet edilen; "Hz. Peygamber rukûya giderken ve başını rukûdan kaldırırken ellerini kaldırırdı."[123] anlamındaki hadis ile amel etmemişlerdir. Çünkü bu durumda ellerin kaldırılması, çok sık vuku bulan ve herkesin hükmünü bilmeye muhtaç olduğu bir olaydır. Eğer bu konuda varid olan hadis sahih olsaydı, bunu çok sayıda başka râvilerin de nakletmesi gerekirdi.
Hz. Peygamber'in namazda Fatiha Süresi'ni okurken besmeleyi de yüksek sesle okuduğunu bildiren âhad haber[124] de aynı prensip gereği kabul edilmemiştir. Çünkü bu haber sağlam olsaydı, çok sayıda râvi tarafından nakledilirdi. Olayın çok tekrarlanması bunu gerektirir.[125]
Senedinde Kopukluk Bulunan Hadisler:
Senedinde kesinti bulunan hadis sened bakımından Hz. Peygamber'e ulaşmayan hadistir. Buna "Mürsel" veya "Münkatı"' hadis denir. Sahabe atlanıp, tâbiinden birisinin Hz. Peygamberden işitmiş gibi hadis rivayet etmesi gibi.
Ebû Hanife ve İmam Mâlik, mürsel hadisi kayıtsız şartsız kabul ederler. Onlar yalnız mürsel hadisi rivayet eden ravinin güvenilir olup olmamasına bakarlar.
İmam Şâfiî mürsel hadisi, bunu rivayet eden tâbiî, Medineli Sâid b. el-Müseyyeb ve Iraklı Hasan el-Basrî gibi meşhur ve bir çok sahabî ile görüşen bir tâbiî ise kabul eder. Ancak Şâfiî bunun için ayrıca mürsel hadisin şu dört şeyden biriyle desteklenmesini şart koşar.
l. Mürsel hadisi, senedinde kesinti olmayan ve anlamı aynı olan başka bir hadis desteklemelidir.
2. Mürsel hadisi, ilim adamlarının kabul ettiği başka bir mürsel hadis desteklemelidir.
3. Mürsel hadis, bazı sahabi sözüne uygun düşmelidir.
4. İlim ehli, mürsel hadisi kabul edip çoğu onunla fetvâ vermiş olmalıdır.
Şâfiî'ye göre, mürsel hadis, senedi kesintisiz olan bir hadisle çatışırsa bu sonuncusu tercih edilir.[126]
Mâlikîlerin Âhad Haberi Delil Kabul Etmesi:
İmam Mâlik, senedi sahih olan haber-i vahidle amel etme konusunda, sadece bu hadisin Medinelilerin ameline uygun düşmesini şart koşar.
Örnek: Rivayete göre Hz. Peygamber; "Namazdan çıkmak istediğinde biri sağ tarafına, diğeri sol tarafına olmak üzere "es-Selâmü aleyküm ve rahmetullah" diyerek selâm verirdi"[127] Fakat İmam Mâlik Medine uygulamasına dayanarak bir selâmla yetinmiş ve bu hadisle amel etmemiştir. Çünkü Medineliler sadece bir selâm vermekle yetiniyorlardı.
İmam Mâlik Medinelilerin amelini meşhur hadis derecesinde kabul etmiştir. Ona göre, Medinelilerin ameli Hz. Peygamber'e ulaşıncaya kadar bin kişinin bin kişiden rivayeti kuvvetindedir:
Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel de, sahih hadisin şartlarını taşıyan haber-i vahidi delil olarak kabul ederler.[128]
Muhaddîs, Fakîh Ve Usûlî'nin Sünnet Anlayışları
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a bu üç sınıf ulemânın bakış tarzı biraz farklı olduğu için sünnet anlayışları ve sünnet karşısındaki tavırları az çok farklı olagelmiştir. Şöyle ki:
Muhaddîsler Resûlullah (aleyhisselâtu vesselâm)'ı öncelikle -kendisinde her hususta en iyi örneğin bulunduğu- hayat rehberi görürler. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm, aleyhissalâtu vesselâm'ı en iyi örnek takdim ediyor:
"Allah'ın Resûlünde sizin için güzel bir örnek vardır." (Ahzab: 33/21). Muhaddislere göre Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan bize rivayet edilen her şey: söz, fiil, takrir, şemâil, ahval, halkî veya hulkî sıfatlar, etvâr... sünnettir, rivâyet edilmelidir, korunmalıdır. Bu merviyyatın fıkhî bir hükme delâlet etmesi de gerekmez. Keza bunların nübüvvetten sonraki döneme ait olması da gerekmez, binaenaleyh çocukluk devresiyle ilgili rivâyetler de sünnettir. Çünkü O (aleyhissalâtu vesselâm) ilâhî korunma altında idi.
Halbuki fakîhler, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e öncelikle bir şeriat koyucu olarak bakarak, onun fiillerinin mutlaka şer'î bir hükme delâlet edeceğini kabul ederler. Böylece Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın fiil ve sözlerinden kulların fiillerine -farz, vâcib, haram, mübah v.s. nevinden- terettüp edecek ahkâm ararlar. Bu sebeple, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın nübüvvetten önceki hayatıyla ilgili olan veya herhangi bir hükme delâlet etmeyen rivâyetlere fukahâ fazla itibar etmez, sünnet demez.
Sünnet tâbiri, fukahâ dilinde, bâzan "şer'î bir delil"le sâbit olan her şeye itlak olunur. Bu şer'î delil, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sünnetinden olabileceği gibi, Kur'ân'dan da olabilir, fukahânın içtihadından da olabilir. Sözgelimi abdest uzuvlarının belli bir sırayla yıkanması Kur'ân'la sâbit olduğu halde Hanefilerce "sünnet"tir, Şâfiî'lerce farzdır. Kurban kesmek ve bayram namazı kılmakla ilgili emir de böyle, Kur'ânî bir delille sabit olduğu halde fukahâ ıstılahında "sünnet" olarak ifade edilebiliyor. Keza Ashab tarafından yapılan bazı işlere de sünnet denmiştir: Mushaf'ın cem'i, ümmetin tek bir kıraate sevki, devlet divanlarının teşkîli, hadîslerin tedvîni v.s.
Bu geniş manadaki sünnet'in şümûlüne ilk üç asra mensûp selef'in tasvîbinden geçen her şeyi dahil etmek mümkündür. Nitekim Sünnet; "merfu", "mevkuf" ve "maktu" olmak üzere üçe ayrılmaktadır, izahı gelecek.
Usûl uleması'nın hadîs anlayışına gelince; usulcüler, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a biraz daha farklı bir nokta-i nazarla bakmışlardır. Onlar Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e kendisinden sonra, içtihâd yapacak müçtehidlere, bu işte yardımcı ve dayanak olacak kaideler koyan, insanlara hayat düsturlarını açıklayan bir müşerri' (şeriat koyucu) olarak baktılar. Bu sebeple bir ahkâm tesbit ve takrir eden kavl, fiil ve takrirlerine yöneldiler, onlara sünnet dediler.
Biz sünnet deyince, öncelikle muhaddislerin nokta-i nazarını benimsiyoruz. Bu nokta-i nazar daha şümullü daha geniştir. Bu nokta-i nazardır ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la ilgili olan ve fakat bir çoğunun herhangi bir fıkhî ahkam göremediği tâli teferruatın bile "sünnet" diye derlenip muhafazasına sebep olmuş, böylece Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la alâkalı çok daha zengin bir rivâyet hazînesi bize intikal etmiştir. Bu telakkînin ümmet-i merhûmeye bahşettiği zenginlik ve vesîle olduğu rahmetin ehemmiyetini anlamak için şunu bilmemiz yeterlidir: Bir sünnetten bir zamanda hiçbir hüküm çıkarılmadığı halde başka bir zamanda çıkarılabilir veya bazılarının ahkâm göremediği bir hadîsten diğer bazıları görebilir ve hem de pek çok ahkâm çıkarabilir. Bunun en güzel örneğini İbnu Hacer kaydeder. Ehemmiyetine binaen burada yer vereceğiz.
İbnu Hacer, Buharî'de geçen ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Enes (radıyallahu anh)'in ailesini zaman zaman ziyaret etmesiyle ilgili hadîsi şerh ederken mevzûmuzla ilgili çok kıymetli bir açıklama, ikna edici bir örnek sunar.
Şerhte açıklandığı üzere, zaman zaman Enes'in ailesini ziyaret eden Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) her defasında kırmızı başlı ve kırmızı gagalı bir kuşla oynar bulduğu Enes'in küçük kardeşini daha sonraki ziyaretlerinden birinde üzgün bulur ve kırmızı gagalı nugayr denen kuşunu da göremez. Bunun üzerine Fahr-ı âlem efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm) çocuğun annesi Ümmü Süleym vâlidemizden (radıyallahu anha) sorar ve öğrenir ki, çocuğun nugayr adındaki kırmızı başlı ve kırmızı gagalı kuşu ölmüştür, bu sebeple çocuk üzgündür.
Her muhatabın seviyesine tenezzül buyuran Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm) Ebu Umayr diye daha önceden künyelenen (veya böyle isimlenmiş olan) sütten yenilerde kesilmiş çocuğa teselli için hitabederler:
"Ey Ebu Umayr Nugayr'a ne oldu?"
İbnu Hacer bu hadîste pek çok fevâid (çıkarılan hüküm) olduğunu, bunları açıklamak üzere İbnu'l-Kaas diye meşhur Ebu'l-Abbâs Ahmed İbnu Ebî Ahmed et-Taberî'nin müstakil bir cüz te'lif ettiğini belirttikten sonra, şu bilgiyi verir:
"İbnu'l-Kaas, kitabının başında açıklar ki, "Bazıları, ehl-i hadîs'i hiçbir fâidesi olmayan şeyleri rivâyet etmekle ayıplayıp, şu Ebu Umeyr hadîsi'ni misal verdiler." İbnu'l-Kaas, devamla: "Bunlar, şu hadîste mevcut olan pek çok fıkhı, güzel edeb örneklerini, altmışı aşan fâideyi anlamamış" deyip hadîsten çıkardığı hükümleri genişçe kaydeder."
İbnu Hacer eseri böylece tanıttıktan sonra ilave eder: "Ben eseri, onun demek istediğini gösterecek şekilde özetleyip, İbnu'l-Kaas'ın kitabında yer vermediği ve fakat ilavesi kolay bazı hükümleri de ekleyerek aşağıya kaydediyorum..."İbnu Hacer'in kaydettiklerinden birkaçı: "...İhvanları ziyâret; kadın genç olmadığı, fitneden de emîn olunduğu takdirde yabancı kadını ziyaret etmenin cevâzı; devlet reisinin râiyyetten sâdece bazılarını ziyaret etmesi, raiyyetten bazılarıyla görüşmesi (muhâlata), devlet reisinin tek başına yürümesi, çok ziyâretin sevgiyi azaltmadığı... çocuğun kuşla oynamasının cevâzı, ebeveynin küçük çocuğu oynaması caiz olan şeyle oynamaya terketmesinin cevâzı, çocuğun oynaması mübah olan şeye infâk etmenin cevâzı, kuşların kafes vs.'ye konmasının cevâzı... hayvana bile olsa ismi tasgîr'in konmasının cevâzı, küçük çocuğa hitâbedilmez diyenlerin aksine, çocuğa hitâbın caiz olması... insanlara, aklî seviyelerine uygun olarak hitabetmek.. ziyaretçinin evin her ferdi ile ilgilenmesinin cevâzı... Soran kişi, muhâtabının durumunu bilmekle berâber, hâlinden sormasının cevâzı- çünkü Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) kuşun ölümünü öğrenmiş olduğu halde "Nugayr'a ne oldu?" diye sormuştur."
Yeri gelmişken belirtelim ki, Kettânî'nin et-Terâtîbu'l-İdâriye'de kaydettiğine göre, bu hadîsten ahkâm çıkarma işine başka eğilenler de olmuş, 250, 300 ve hatta 400 fevâid elde eden çıkmıştır.[129]
Sünnet, Kur’andan Sonra En Önemli Kaynaktır
Rasûlullah (s.a.) buyurdu:
“...Şüphesiz Rasûlullah (s.a.) in haram kıldığı da Allah'ın haram kıldığı gibidir.”[130]
Bu konuda mezheberin görüşünü dört maddede özetlemek mümkündür:
1- Sahabe, tâbiûn ve onlardan sonra gelen muhaddisler, hukukçular ve usûl bilginlerinden ibaret olmak üzre müslümanların çoğu (cumhur) yalnız mütevâtiri ve sahîh olan meşhur hadîsi değil, mu'temed bir kimsenin naklettiği haberi (haberu'l-vâhid) i de bir din kaynağı ve delil olarak kabul etmişlerdir. Mütevâtirle olduğu gibi bununla da amel (gereğini yerine getirmek) lâzımdır. Ancak îman ve akaaid konusunda mütevâtir kesin bilgi vasıtası olduğu halde bu (vahidin haberi) zann vasıtası olmaktadır. Zan ise kesin bilgi ile şekk arasında bir bilgi ve inançtır.[131]
2- Kaderiyye mezhebi sâlikleri, râfızîler ve zahirîlerin bir kısmına göre[132] tek kişinin naklettiği haberle amel gerekmez.
3- Bazıları da ancak dört kişinin dört kişiden... naklettiği ile amel edilir demişlerdir.[133]
4- Kur'ân kâfidir diyerek sünnetin başlı başına bir delil olmadığını iddia edenler de vardır.[134]
Ehl-i sünnet görüşüne ve bu görüşün dayandığı delillere bir örnek olmak üzre şu parçayı sunuyoruz.[135]
“Kur'ân yanında sünnet üç şekilde bulunur:
a- Her bakımdan ona uyar ve onun aynı olur; bu takdirde bir konuda iki delilin, takviye için birleşmesi söz konusudur.
b- Kur'ân'da kastedilen şeyi açıklamak için gelmiş bulunur.[136]
c- Kur'ân-ı Kerîm'in temas etmediği bir bilgi ve hükmü getirir. Bu üçüncüsü doğrudan doğruya Rasûl-i Ekrem'den (s.a.) gelme bir hükümdür ve bunda da ona itaat gereklidir. Eğer Rasûlulah'ın (s.a.) yalnız Kur'ân'a uyan (ve onda bulunan) sözleri dinlense, başka sözlerine (sünnetlerine) itaat edilmese idi, O'na has bir itaat bulunmamış olurdu. Halbuki Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur :
“Kim Rasûle itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur...”[137] Kim, mütevâtir veya meşhur olmadıkça -Kur'ân'da bulunmayan bir hükmü getiren- sünnet dinlenmez derse çelişmeye düşmüş olur. Çünkü cumhur şu konularda tek başına vâhid haberi kullanmış ve onunla hükmetmişlerdir :
1- Kadını halası veya teyzesi üstüne nikahlamanın haram olması,
2- Soy akrabalığından haram olanlar derecesinde süt akrabalığından da nikâhın haram olması,
3- Alış verişte şart koşma muhayyerliği,
4- Şüf’a kaideleri ve müessesesi,
5- Seferde olmadan rehin,
6- Büyük annenin mîrâsı (vâris olması),
7- Hayız görenin oruç tutmaması ve namaz kılmaması,
8- Ramazanda oruçlu iken münasebette bulunana keffâret gerekmesi,
9- Vitr namazının vâcib olması,
10- En aşağı mehrin on dirhem olması,
11- Oğuldan olan kız torunun -ölenin kızıyla- altıda bir hisse alması,
12- Oğul katili babanın kısas edilmemesi,
13- Mecûsîlerden de cizye vergisinin alınması...” Bu örnekleri daha da çoğaltmak mümkündür.
Sünnet ehlinin bu konuda daha bir çok delilleri vardır. Hattâ sünnetin hüccet olduğunu isbat için başlı başına tezler yapılmış ve eserler yazılmıştır.[138]
Mezhep İmamlarının Bazı Hadîslerle Amel Etmemelerinin Sebepleri:
Sünnet ehlinden olan mezheb imamlarının fıkıh kitaplarına geçmiş görüşleri arasında sahîh hadîslere aykırı olan birçok hükümler vardır. Onların hepsi prensip olarak sünnetin -mütevâtir, meşhur, âhâd- bütün sahîh nevilerini kaynak olarak kabul ettikleri halde bu muhalefet nereden ileri gelmiştir? Şüphesiz onlar bilerek sahîh bir hadîse aykırı görüş ileri sürmediler. Şimdi bunun sebeplerinden başlıcalarını sıralayalım:[139]
1- Müctehide bu hadîs ulaşmamış olur. Bir müctehidin bütün hadîsleri bilmesi mümkün değildir. Hz. Ömer'in Tâûn -veba- ile ilgili hadîsi bilmediği ve bunu Abdurrahman b. Avf'tan öğrendiği burada örnek olarak hatırlanabilir.
2- Hadîsin sağlam bir yoldan müctehide gelmemiş bulunması.
3- Hadîsi, başkalarının görüşünden ayrılarak, sened bakımından " zayıf sanması.
4- Başka müctehidlerden ayrılarak vahidin haberini kabul konusunda bazı şartlar ileri sürmüş bulunması[140]
5- Hadîs kendisine sahîh olarak ulaştığı halde onu unutmuş bulunması. Bir defa Hz. Ömer teyemmüm hadîsini unutmuş, bu konudaki bir soruya:
“Suyu buluncaya kadar namazı kılmaz” diye cevap vermişti. Ammâr kendisine derhal teyemmüm hadîsini hatırlattı. Evlenmede mehri azaltma kararından da bir hanımın ihtariyle vazgeçmişti. Hanımın hatırlattığı âyet Nisa sûresinin 20. âyetidir.
6- Hadîste geçen bazı kapalı (ğarib, müşkil, mücmel...) kelimeleri yanlış anlaması.
7- Hüküm çıkarmak için ortaya koyduğu kaidelere göre hadîsin belli bir delâletini kabul etmemesi. (Meselâ bazı imamlara göre muhalif mefhûm, bazılarına göre tahsis görmüş âmm... hüccet değildir.[141]
8- Hadîsi başka biriyle çelişik görüp, birinin mensûh olduğuna veya zayıf bulunduğuna -hatalı veya isabetli olarak- hükmetmesi, yahut birini tevil eylemesi.[142]
Görülüyor ki ehl-i sünnet âlimleri ortada ma'kûl ve meşru bir mazeret ve sebep bulunmadıkça vahidin sahîh nakline dayanan sünnetle de amel etmişlerdir.[143]
Sahîh Olmayan Sünnet Hakkında Mezheblerin Görüşü
A- Hasen:
Daha önce hasen hadîsin tarif ve örneğini görmüştük. Şimdi hasen hadîsi kaynak olması bakımından ele alıyoruz:
1- İmam Buhârî ve Kadı Ebû-Bekir b. el-Arabî (v. 542/1147) ye göre, haram ve halâl konularında hasen hadîs kaynak olamaz.
2- Cumhura göre ise bu konularda da hasen hadîs tıpkı sahîh hadîs gibidir. Bu hükümde cumhur haklıdır. Çünkü gerek sahîh ve gerekse hasen hadîsin râvîleri makbul ve nıutemeddir. Aradaki fark, yalnız zapta ait bir derece farkıdır.[144]
B- Zayıf:
Hadîs terimleri ve râvîlere yapılan ta'nlar konusunda zayıf hadîslerin çeşitli olduklarını ve hepsinin aynı derecede zayıf olmadıklarını görmüştük. Zayıf hadîslerin kullanılması ve onlara göre hareket (amel) etmenin caiz olup olmadığı konusunda da üç görüş vardır.[145]
1- Kayıtsız şartsız zayıfla amel edilmez. Zayıf hadîs ne helâl, haram gibi hüküm konularında, ne de bunların faziletleri babında kullanılmaz. Yahya b. Maîn, Ebû Bekir b. el-Arabî, Buhârî ve Müslim bu görüştedirler. Zâhiriyye mezhebinden İbn-Hazm'in “Kitâbu'1-fasl...” ındaki ifadesinden onun da aynı görüşte olduğu anlaşılır. Şöyle diyor:
“Şarklı ve Garb'lı herkesin veya bir cemaattan diğerinin, yahut sikadan sikanın... tâ Rasûlullah'a varıncaya dek. naklettikleri sünnet alınır. Ancak nakil yolunda (senedde) yalanla, gafletle veya hali meçhul bulunmakla cerhedilmiş bir râvî varsa -bazı müslümanlar bunu kabul ederse de- bize göre bunu, kabul, tasdik ve kullanmak helâl değildir.”[146]
2- Zayıf hadîsle kayıtsız şartsız amel edilir. Bu görüş Ahmed b. Hanbel ile Ebû-Dâvûd'a nisbet edilmiştir. Ancak bunların zayıf hadîsten anladıkları, sonraki asırlarda yerleşen ve tarif halini alan anlayıştan farklıdır. Nitekim aşağıda buna temas edilecektir.
3- Helâl ve haram gibi yeni bir hüküm getirmeyen, yerleşmiş hükümlerin fazilet, sevap veya cezalarına (terğîb ve terhîbe) temas eden konularda bazı şartlarla zayıf hadîs kullanılır. Beyhakı'nin Medhal'de nakline göre İbn Mehdî şöyle der:
“Rasûlullah'tan (s.a.) helâl ve haram gibi hükümlere dair bir haber naklettiğimizde senedleri büyük bir titizlikle inceler, râvîleri tenkit ederiz. Fazilet, sevap veya uhrevî ceza konusunda bir şey rivayet edersek ölçüyü biraz daha gevşek tutarız.”
İbn Hacer'in ifadesi ve Süyûtî'nin de iştirak ve naklinden anlaşıldığı üzre faziletler (fezâil) konusunda da olsa zayıf kadîsi kabul için hadîs ve fıkıh imamlarının çoğu şu şartları ileri sürmüşlerdir:
a- Hadîsin zayıflığı ileri derecede olmayacak. Bu duruma göre, yalancıların, yalancılıkla ittiham edilmiş bulunanların ve çok yanılanların naklettiği zayıflar asla kabul edilemez.
b- Sağlam kaynak ve deliller ile ortaya konmuş bir hüküm veya kaidenin içine girecek, yeni bir hüküm ortaya koymayacak.
c- Onunla amel edilirken sübûtu (Peygamber Efendimiz'e ait oluşu) na kesin olarak itikâd edilmeyip, ihtiyatla kabul edilecek.[147]
Tirmizî'den Önce Zayıf Hadîse Verilen Mâna:
Yukarda Ahmed b. Hanbel, Ebû Dâvûd gibi bazı zatların zayıf hadîsle amel edilir dediklerini zikrettik. Hattâ bunlar:
“Bize göre insanların kendi düşüncelerine dayanan görüşlerinden (re'yden) zayıf hadîs daha iyidir.” derler. Ancak şunu unutmamak gerekir ki o zamanlar zayıf hadîs denince şimdi yerleşmiş bulunan mâna kastedilmezdi. Nitekim İbn-Teymiyye bu önemli konuyu şöyle açıklar:
“Bizim "zayıf hadîs re'yden daha iyidir" derken maksadımız terkedilmesi gereken zayıf değildir. Bundan maksad hasen hadîstir. Böylelerini Tirmizî kitabında nakleder ve “hasen'dir” der... Tirmizî'den önce hadîs ya sahîh veya zayıf olmak üzre iki çeşitti. Zayıf da iki kısma ayrılırdı: Terkedilen (metruk) zayıf, terkedilmeyen zayıf. İmamlar bu ikili terime göre söz söylediler, Tirmizî'nin özel teriminden başkasını bilmeyen sonraki kimseler, bazı imamların: “Zayıf hadîs, kişilerin reyinden daha iyidir.” sözünü işitince, meselâ Tirmizî'nin de zayıf diye kaydettiği bir hadîsle amel edilir sandılar...” [148]
Sonuç: Gerek din kitaplarında gerekse dînî konuşmalarda, hangi İslâmî konuya ait olursa olsun, çok zayıf hadîslerin kullanılabileceğini caiz " gören hiçbir İslâm büyüğü ve âlimi yoktur.[149]
C- Mürsel:
Biz mürsel hadîsi zayıf hadîsler arasında görmüştük. Çünkü mürsel İslâm imamlarının çoğuna göre zayıf hadîslerdendir. Fakat bazıları mürsel hadîsi zayıf kabul etmedikleri, zayıf diyenlere göre de zayıflığı şiddetli olmadığı için bununla amel (mürseli hükümlere kaynak yapmak) konusunda bazı görüşler ileri sürülmüştür. Bunları kısaca delillerini de verererek sıralıyoruz:
1- Hadîs imamlarının çoğuna göre mürsel zayıftır. Nevevî, “Takrîb” inde şöyle der:
“Mürsel, hadîsçilerin cumhuruna, fıkıh ve usûl bilginlerinin de bir çoğuna göre zayıftır” .[150]
Bunların ileri sürdüğü delîl: Biz, râvîlerden birinin durumu belli olmazsa (mechûlu'1-hâl olursa) adı veya lâkabı bilinse bile onun, senedinde bulunduğu hadîsi zayıf sayıyor ve bu hadîsle amel etmiyoruz. Mürselde ise râvî'nin hadîs aldığı sahâbî veya tabiînin kim olduğu bilinmemektedir. Sahâbî ise mesele yok, fakat tabiî ise sika olabileceği, gibi zayıf da olabilir.
2- Ebû Hanîfe, Mâlik, bir rivayete göre Ahmed b. Hanbel, İbnu'l-Kayyim, İbn-Kesîr... gibi bir çok imam da geniş miktarda mürseli kabul eder. Ancak bunlar arasında küçük farklar vardır:
a- Bazılarına göre mürsel, müsned hadîsten daha üstündür. Çünkü birincisinde râvîyi bizim inceleyip tanımamız gerekir. Bunda ise onun itimada lâyık olduğunu mürsil -mürseli rivayet eden- taahhüd etmektedir.
b- İbn-Abdi'1-Berr'e göre mürsil daima sika olan kimselerden rivayet ediyor, itimada lâyık omayan kimselerden rivayet etmekten kaçınıyorsa bunun mürseli kabul edilir.
c- Hanefîlere göre mürsil ashâb, tâbiûn veya onları takip edenler (üç nesil = ehlü'l-kurûni's-selâse) den biri olursa, mürseli kabul edilir. Bunların ileri sürdüğü delîl; Mürseli rivayet eden, bu rivayetine dînî kaidelerin dayanacağını bildiği halde madem ki kendinden önceki râvînin adını anmamıştır, şu halde onun doğruluğunu kesin olarak kabul ediyor ve mes'uliyeti kendi üzerine alıyor demektir. Tanıdığımız râvî sika olduğuna ve rivayetinde kendisine güvendiğimize göre, bu hususta da ona güvenmek en makul harekettir.
3- İmam Şafiî ve ona tâbi olanlar bazı ince ölçüler içinde ve sınırlı bir şekilde mürseli kabul ederler. Şöyle ki:
a- Bir başka yoldan müsned şeklinde gelmiş olarak mürselin çıkış noktası sahih olacak.
b- Veya başka bir yoldan daha (başka kimselerin rivâyetiyle) mürsel olarak gelmiş bulunacak.
c- Tabiîne ait bulunacak
d- Yahut bir sahabinin görüşüne uygun olacak.
e- Veya bilginlerin çoğu ona uygun fetva vermiş olacak.[151]
İmam Şafiî'nin mürsel konusundaki görüşünü açıklayan taraftarları şu sözüne dayanmaktadırlar.[152]
“Bize Mâlik haber verdi, o Zeyd b. Eslem'den, o da Saîd b. el-Müseyyeb'den naklettiğine göre Rasûlullah (s.a.) canlı hayvan karşılığında et satışını yasak etmiştir. İmam Şafiî devamla der ki:
“Îbn Abbâs'tan nakledildiğine göre Ebû-Bekir (r.a.) zamanında hayvan kesilmişti de birisi bir oğlak getirerek: “Bu oğlak tutarınca bana et veriniz.” dedi. Ebû-Bekir (r.a.):
“Bu caiz olmaz” dedi. Şafiî (r.a.) devamla şöyle der:
“Kasım b. Muhammed, Saîd b. el-Müseyyeb, Urvetü'bnü'z-Zübeyr ve Ebû-Bekir b. Abdirrahman canlı hayvan karşılığı et satışını haram biliyorlar. Biz de bu görüşü kabul ederiz. Hz. Peyğamber'in (s.a.) ashabından birinin Ebû Bekr'e (r.a.) bu konuda muhalefet ettiğini ve ona aykırı düşündüğünü de bilmiyoruz. İbnü'l-Müseyyeb'in irsali -mürsel rivayeti- bizce iyidir” .[153]
İşte İmam Şafiî'nin bu konudaki sözleri bunlardır.
Fakat onun son cümlesini açıklama konusunda şâfiîler farklı hareket etmişlerdir:
a- Bir kısmına göre İmam Şafiî'nin bu sözden maksadı, yalnız Saîd b. el-Müseyyeb'in mürselini kabul ettiğini söylemektir. Çünkü o bunları tek tek incelemiş, hepsini başka yollardan müsned olarak bulmuştur. Ondan başka bazı muhaddisler de aynı neticeye varmışlardır.
b- Saîd b. el-Müseyyeb'in mürseli de diğer mürseller gibi doğrudan doğruya hüccet değildir. Ancak yukardaki şartlar dahilinde olabilir. Bu görüşü savunanlar -ki bunun kuvvetli olduğu anlaşılmaktadır- İbnu'l-Müseyyeb'in bütün mürsellerinin başka yollardan müsned bulunduğu iddiasını, aksine örnekler vererek reddetmişlerdir.[154]
Eser, haber vermek ve söz iletmek demektir. Bu anlamına göre, hadis ve haberle aynı mânaya gelir. Horasan fıkıh bilginleri, Hz. Peygamberden gelene “haber”, ashâbdan gelene de “eser” adını vermişlerdir.[155]
Hadîs veya sünnet yerine kullanılmış olan kelimelerden biri eser kelimesidir. Zira kelime lügat olarak bir sözü nakletmek manasına gelir. Dilimize bile me'sur dua tabiriyle girmiştir. Yani nakledilmiş dua, daha açık ifâdeyle Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den rivayet edilmiş dua demektir.
Hadîs'e eser dendiği gibi, muhaddîs'e de eserî denmiştir. Çok fazla olmasa da bu tâbire rastlanır. Teferruata inildiği takdirde eser kelimesinin daha hususî kullanılışlarına rastlamak mümkündür. Suyutî'nin Tedrîb'de belirttiği üzere, bir kısım muhaddisler merfu ve mevkuf rivâyetlere "eser" derken, Horasan fakîhleri mevkuf a "eser", merfû'a "haber" demişlerdir. Keza Şiîler, masum imamların söz, fiil ve takrirlerine "hadîs", masum olmayan kimselerden gelen sözlere "eser", masumların dışındaki Sahabi, Tabiî ve Tebeuttâbîi'nden gelen sözlere de "haber" derler.
Şu halde esas olan cumhur'un kullandığı şekildir. Buna göre eser "hadîs"in müterâdifidir. Tahâvî'nin Müşkilü'l-Âsâr adlı kitabı, ihtilaflı hadislerin te'viline tahsis edilmiştir, müşkilü'l-hadîs demektir. Keza cezerî'nin en-Nihâye fi Garîbi'l-Hadîs ve'l-Eser'i ile, el-Irâkî'nin Nazmud-Dürer fî ilmi'l-Eser veya İbnu Hacer'in Nuhbetu'l-Fiker fi Mustalahı Ehli'l-Eser adlı kitaplarında eser kelimesinin hadîs manasında kullanıldığını görmekteyiz.[156]
İz, belirti, bir şeyden arta kalan, bakiyye. Hz. Peygamber'in mübarek emânetlerine de eser denilir. Çoğulu âsâr'dır. Hadis ve haberle eş mânâda kullanılan bu terim, ıstılahta Hz. Peygamber, sahâbe ve tâbiûna âit söz, fiil ve takrirler demektir.[157]
Nitekim Nevevî; 'haber ister merfû, ister mevkûf, ister maktû' olsun hadisçiler nazarında hepsi de eserdir'[158] demek suretiyle mezkûr târifi benimser. Yine bu anlayışa göre "hadisi rivâyet ettim" mânâsında "esertü'l-hadise" ifadesinin kullanıldığı ve hattâ esere nisbetle kendilerine "esefi" de denildiği kaynaklarda yer alır.[159]
Ancak, İbn Hacer gibi bazı muhaddislerin, eser tabirinden hadisin mevkûf veya maktûunu kastetmeleri[160] Horasan fakihlerinin ise 'mevkûf'a eser, 'merfû'a haber demeleri[161], eser teriminin değerlendirilmesinde bu tür özel mânâları da göz önünde bulundurma gereğini ortaya koymaktadır. Son zamanlardaki ilmî yayınlarda eser, mevkûf ve maktu' haberler için özellikle kullanılmakta, merfu'ât da "hadis terimi ile değerlendirilmektedir. Felsefede âsâr, 'müessir'den yani Allah'tan sudur eden tesirlere denilmektedir.
Muhaddisler, merfû ve mevkûf hadislere eser adını verirler. Hâfız Tahâvî'nin bu konu ile ilgili kitabının adı, ''Şerhu Meâni'l-Âsâri'l Muhtelifeti'l-Me'sûre" dir. Taberî, ''Tehnibu'l-Asâr'' adıyla bir kitab yazmıştır. Hz. Peygamber'den gelen dualara da ''el-edviye-tü'l-me'sûre" denilmiştir.
Horasanlı fukahâ ve muhaddisler ise, hadis kelimesini merfû olanlara isim; eser kelimesini de sahâbe ve tâbiîne isim yapmışlardır. Bunlar mevkûf hadise eser demişlerdir.
Muhaddis, esere nispetle "esefi" ismini alır, "Esertü'l-hadise" cümlesi, onu rivâyet ettim anlamındadır. Tarihle meşgul olana "ahbari" denilmiştir. Ehl-i eser: Burada eser, hadis ve ashâb-tâbiûn fetvâları anlamındadır.[162] Tarihte ehl-i re'y-ehl-i eser ihtilâfı tâbiûn zamanında ortaya çıkmıştır. Ehli eser, re'y ve kıyası zayıf saymış, zorunlu kalmadıkça fetvâ vermemişlerdir. Yine ehl-i eser, farazî olaylara farazî fetvâlar vermemişlerdir. Onlar sadece hadis toplama ve yazma işine ağırlık vermişlerdir. Zâhiriyye mezhebi aşırı eserci bir mezhep kabul edilir. Çünkü kıyası, sahâbe ve tâbiûn fetvâlarını delil olarak kabul etmezler.
"Allah'ın rahmetinin izlerine bir bak..." (er-Rûm: 30/50) ayetindeki gibi, yüce Allah'ın âlemdeki bütün eserlerine âsâr denilir.[163]
1) Ashabu’l-Eser:
Eser, meydana getirilen şey, nişan ve alâmet demektir. Terim olarak ise gerek Hz. Peygamber (s. a. s.)' den ve gerekse sahabeden rivayet edilen şeylere denir.[164] Ashâbu'l-Eser de eser sahipleri, eser taraftarları ve eserciler demektir.
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bu dünyadan göçmeleriyle başlayarak İmam Şafiî'nin yaşadığı asra kadar gelip geçen fıkıh bilginleri iki kısma ayrılır:
a) Ashâbu'l-Eser. Buna ashab-ı rivayet de denir.
b) Ashâbu'l-Rey. Buna ehl-i rey de denir.[165]
Asr-ı saadette müslümanlar, ortaya çıkan problemlerini Hz. Peygamber (s.a.s.)'e arzediyorlar, gerekli cevabı alarak dönüyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in vefatından sonra İslâm devletinin hudutları genişledi. Örf ve âdetleri başka başka olan yeni milletler İslâmiyet'e girdiler. Ashab'ın bir kısmı da Hicaz bölgesinden çıkıp başka yerlere dağıldılar. Hayat hadiseleri çoğaldı. Ortaya yeni yeni meseleler atıldı. Halk bu meseleleri sahâbelere sordular.
Ashab'ın bazıları Hz. Peygamber (s.a.s.)'den hadis rivayet ederek esere bağlanmayı tercih ettiler. Rivayete çok yer verdiler. Allah'ın dinine kendi reylerini karıştırmaktan kaçınmak için fetva vermemeyi tercih ettiler.[166] Vuku' bulmayan hadiseler hakkında peşin hüküm vermiyorlardı. Bunlar Hicaz bölgesinde bulunuyorlardı. Medine, merkezleriydi. Burada başka ırktan insanlar ve hâlli gerekli hukuki meseleler yok denecek kadar azdı. Çok nadir durumlarda rey ile fetva verilirdi. Medine ekolüne mensup hukukçular Ömer b. el-Hattab, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Ömer, Hz. Âişe ve Abdullah b. Abbâs'dır (Allah hepsinden razı olsun)[167] Bu ekole bağlı tabiin âlimlerinin başlıcaları şunlardır: Sâid b. el-Müseyyeb, Urve b. Zübeyr, Kasım b. Muhammed, Ebû Bekir b. Abdurrahman b. Hâris, Ubeydullah b. Utbe, Süleyman b. Yesâr, Harice b. Zeyd.[168]
2) Ashabu’r-Rey:
Görüş, akıl fikir ve tedbir sahibi kimseler. Rey taraftarları, reyciler.
Terim olarak rey; ortaya çıkan yeni bir meselenin hükmünün Kur'an-ı Kerim ve hadislerde açıkça bulunamaması durumunda umumî prensipler ve İslâm'ın ruhundan hareket edilerek akıl ve kıyasla varılan netice ve çıkarılan hükme denir. Sahabe ve Tabiînin ilk döneminde bu anlamda kullanılan rey, tabiîn devrinin sonlarına doğru kıyası ifade etmek için kullanılmıştır.
Rey ekolü sahabe devrinden itibaren başlamıştır. Sahabe'den bazıları Hz. Peygamber (s.a.s.)'den hadis vârid olmayan hususlarda kendi rey ve ictihadlarıyla hüküm verme yolunu tutmuşlardı. Zaten bu ruhsatı bizzat Peygamber Efendimiz (s.a.s.) vermiştir.[169]
Hz. Peygamber (s.a.s.) devrinde teşrî vahye dayanıyordu. Vahiy devam ettiği için re'y ve ictihada geniş çapta lüzum yoktu. Ancak bununla beraber Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bazen re'y ve ictihadiyle hüküm verdiği olmuştur. Meydana gelen meseleler hakkında bizzat Hz. Peygamber hüküm verdiği için bir itiraz ve ihtilaf sözkonusu olmazdı.
Hz. Peygamber'in vefatından sonra, İslâm devletinin sınırları genişleyip müslümanlar birçok yerlere dağılıp değişik toplumlarla temasa geçtiklerinden problemler çoğalmış, bu problemlerin çözümü hususunda değişik ictihadların ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştu.
İslâm alîmlerinin her bir grubu kendi görüş ve ictihadı için uygun deliller aramış ve ayrı ictihadlarda bulunmuşlardır. Hadis'e dayanarak görüş ve ictihadlarını açıklayanlar fıkıh meselelerini inceleme ve çözümünde izledikleri usûle göre iki kısma ayrılmıştır. Bir kısmı nasslara bağlı kalmıştır. Bunlara "Ehl-i Hadîs" adı verilir. Diğer bir kısmı nassların illetlerini inceleyip kıyas yoluyla yeni hükümler verme yolunu izlemişlerdir ki bunlara da "Ehl-i Re'y" adı verilmiştir. Ehl-i Hadîs'in merkezi Medine'de (Hicâz Ekolü), Ehl-i Re'yin merkezi ise Irak'ta (Irak Ekolü) idi.[170]
Her iki grubun mensupları da derece farkıyla hadis ve re'yi kabul etmektedirler ve aralarında karşılıklı temaslar ve düşünce alış verişleri olmuştur. Irak'ta Ahmed b. Hanbel (241/855) gibi hadis taraftarları olduğu gibi Hicaz'da da İmam Mâlik (179/795) gibi re'ye önem veren bilgin ve müctehidler vardı. İmâm Şafiî (204/819) ise bu iki grup arasında yer almıştır.
Ehl-i re'y arasında başta sahabîlerden Hz. Ömer, Hz. Ali ve Abdullah İbn Mes'ud'u zikredebiliriz. Tabiîn'den de:
1- Alkame b. Kays en-Nahâî (62/681 ),
2- Mesruk b. el-Ecda' el-Hamdânî (63/682),
3- Kadı Şureyh b. Haris b. Kays (78/697 veya 80/699),
4- Saîd b. Cübeyr (95/713),
5- Habib b. Ebi Sabit el-Kâhilî (119/737),
6- İbrahim en-Nehâî (95/713),
7- Hammâd b. Ebi Süleymen (Ebu Hanife'nin hocası) (120/738), gibi alimler kaydedilmektedir.
İbn Kuteybe "el-Maarif" adlı eserinde "Re'y Taraftarları" başlığı altında şu isimleri zikretmiştir: İbn Ebi Leyla (148/765), Ebu Hanîfe (150/767), Rabîatu'r-Re'y diye meşhur olan Rabia bint Ebi Abdurrahman (136/753), Züfer b. Huzeyl (158/774), Abdurrahman b. Amr el-Evzaî (157/774), Süfyan es-Sevrî (161/778), İmam Ebu Hanife’nin talebeleri ve Ebu Yusuf (182/798) ve Muhammed b. el-Hasan eş-Şeybânî (189/804).
Aslında "Ehl-i Re'y". (Re'y taraftarları) deyimi, hükümlerde re'y ile ictihad eden herkesi kapsamakta olup bütün İslâm âlimleri buna dâhildir. Çünkü müctehidlerin hepsi, ictihadlarında akıl ve re'ye başvurmadan yapamazlar. Ancak bu deyim, "halk-ı Kur'ân" meselesi ortaya çıktıktan sonra raviler tarafından Iraklılar'a yani Ebû Hanife ve ona tâbi olan Kûfeli fakihlere ad olarak verilmiştir. Onun için ehl-i Re'y denilince ilk etapta hanefî fukahası akla gelir.
Hanefîler'in "Re'y taraftarları" diye adlandırılması hüküm çıkarırken re'yi çok iyi kullanmalarından ileri gelmiştir. Yoksa Irak'ta veya Medine'de, yani fıkhın bulunduğu her yerde re'y de vardır. Ayrıca bu tabirin Ebû Hanife ve taraftarları için kullanılması onları küçümsemek için değildir. Bu, onların kendi görüşlerini, sünnete ve sahabilerin ictihadlarına tercih ettiklerini söylemek gayesini de gütmez. Çünkü Ebu Hanîfe ve arkadaşları böyle bir anlayışa sahip değildirler.[171]
Ehl-i Re'y fukahasının başı sayılan ve aynı zamanda kıyas üstadı olan Ebu Hanife, ictihadlarında şu metodu takip ederdi: Önce Kur'ân-ı Kerim'e başvururdu. Kur'ân'da bir hüküm bulamadığı zaman Sünnete başvururdu. Sünnet'te de bulamazsa âlimlerin icmâını kabul ederdi. Bir konuda İcmâ' da yoksa sahâbîlerin söz ve uygulamalarına bakardı. Sahâbiler'in ittifak ettikleri görüşü tartışmasız benimser, ihtilafa düşmeleri halinde onlardan birisinin görüşünü tercih ederdi. Tabülerin görüş ve fetvalarına uymayı zorunlu bulmaz ve: "Onlar nasıl insan iseler biz de öylece insanız" yani biz de onlar gibi ictihad ederiz derdi.
Kıyas, Ebu Hanife'nin çok iyi kullandığı bir metod idi.
İstihsân, yani maslahattan dolayı kıyası terkedip daha uygun bir hükme varmak ve örf ve teâmül gibi geri kaynaklara dayanarak rey'ini ortaya koyardı.
Re'yi kabul edenler onun metodu hakkında görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Şâfiîler'e göre re'y metodu kıyastan başka bir şey olamaz. Hanefiler bunun yanında istihsan prensibini de getirmişlerdir. Mâlikîler'le Hanbelîler'in bir kısmı, re'yin manasını daha da genişleterek kıyası, istihsanı ve "mesail-i mürsele"yi de kabul etmişlerdir.[172]
Reâ fiilinden mastar olan re'y görmek, inanmak, bilmek, sanmak ve sonunu düşünmek demektir. Bir isim olarak re'y; görüş, inanç, akıl, tedbir anlamlarına gelir. Daha sonra bu kelime, "mer'îyyün"; görülen ve düşünülen şey anlamında kullanıldığı gibi, terim olarak; iyice düşünüp taşındıktan ve doğru olan yönü araştırdıktan sonra ulaşılan görüş ve kanaat anlamına gelmektedir. Sahâbe ve Tâbiîler re'yi; Kitap ve Sünnetin açıkça çözüme kavuşturmadığı meseleleri, âyet ve hadislerin ışığı altında hükme bağlamak için tutulan yol olarak anlamışlardır. Fıkıh usulünde re'y, hakkında nas bulunmayan konularda şerîatin gösterdiği düşünme yollarından gidilerek yapılan aklî bir faaliyettir.[173]
Re'y, ikiye ayrılır. İslâm nazarında övgüye değer bulunan re'y ve kınanan re'y. İslâm'ın ruhuna uygun olup, ciddi bir araştırma ve kafa yorma ürünü olan re'yler övülmüştür. Bunlar fıkıh usulünde, ictihad derecesinde görüşlerdir.
Hubâb b. el-Münzir (ö. 19/640), Bedir savaşına çıkıldığında Rasûlüllah'a, konakladığı yeri vahiyle mi yoksa kendi re'yi ile mi seçtiğini sormuş, vahye dayanmadığı cevabını alınca sebeplerini anlatarak başka bir yer tavsiye etmişti. Bunun üzerine Cebrâil (a.s), Hubâb'ın re'yinin isâbetli olduğu, haberini getirmiştir.[174]
Hz. Peygamber Muaz b. Cebel'i (ö. 18/639).Yemen'e görevli olarak gönderirken ona; "Ne ile hükmedeceksin?" diye sormuş; Muaz da "Allah'ın kitabı ile" cevabını vermiştir. Hz. Peygamber; "Allah'ın kitabında bir hüküm bulamazsan?" buyurunca, Muaz; "Allah'ın elçisinin sünnetiyle" demiştir. Hz. Peygamber; "Onda da bulamazsan?" diye sormuş, Muaz ise; "Re'yimle ictihad ederim" cevabını vermiştir. Bunun üzerine çok memnun olan Hz. Peygamber; "Rasûlünün elçisini, Peygamberinin razı olduğu şekilde muvaffak kılan Allah'a hamd olsun" buyurmuştur.[175]
İkinci kısma giren kınanan re'yler ise İslâm'ın ruhuna aykırı olan re'ylerdir. Hz. Ömer bu çeşit re'yleri kastederek; "Re'y sahiplerinden sakınınız. Çünkü onlar, Sünnetin düşmanıdırlar; hadisleri öğrenip hıfzetmekten aciz oldukları için re'y ile konuşurlar ve böylece hem kendileri saparlar, hem de başkalarını saptırırlar"[176] Abdullah b. Amr Hz. Peygamber'in şöyle dediğini nakletmiştir: “Allah size ilmi verdikten sonra zorla söküp almaz. Ancak sizden onu, âlimleri ilimleriyle birlikte öldürerek alır ve geriye kara cahiller kalır ki, onlardan fetvâ sorulur, onlar da reyleriyle fetvâ verirler; böylece hem kendileri saparlar, hem de başkalarını saptırırlar"[177] Bu duruma göre bazı re'yler merdûdtur. Re'yle ictihad arasındaki önemli fark da budur.
Tâbiîler devrinin sonlarına doğru "re'y", özellikle inanç sahasında Hâricîlerin görüşü gibi bid'at inançlar; fıkıh sahasında ise kıyâsı ifade etmek üzere kullanılmıştır.[178] Daha önceden Hz. Ömer devrinde Fustat (eski Kahire), Küfe ve Basra gibi büyük İslâm şehirleri kurulmuş ve bu merkezlere aralarında birçok sahâbenin de bulunduğu binlerce müslüman yerleşmişti. Diğer yandan Hz. Ömer (ö. 23/643), Abdullâh b. Mesud'u (ö. 32/652) Kûfe'ye göndermiş, Hz. Ali (ö. 40/660) de idare merkezini oraya nakletmişti. Emevîler idareyi ele alınca, özellikle onlardan memnun olmayan Sahâbe âlimleri yeniden Hicaz'da toplanmaya başladılar. Böylece, Ashâb-ı kiramdan ilim, irfan ve feyz almak isteyen Tâbiîn nesli âlimleri, aradıklarını daha çok Hicaz veya Irak'ta bulmuş ve iki merkezde yerleşmiş olan Sahâbe bilginlerinin çevresinde halkalanmışlardı. Yer ve üstad farkından dolayı zamanla bu bölgelerde iki ilmî grup teşekkül etti. Merkezi Küfe olan "Irak Ekolü" ve merkezi Medîne olan "Hicaz Ekolü". Irak ekolüne "re'y ehli" de denir. Bunların Sahâbeden olan üstadları; Hz. Ömer, Alî b. Ebî Tâlib ve Abdullah b. Mesud'dur. Hz. Ömer'in Irak ekolüne etkisi Abdullâh b. Mesud vâsıtasıyla olmuştur. Ömer Küfelilere "İbn Mesud'a ihtiyacım olduğu halde sizi kendime tercih ettim" diyor; İbn Mes'ud da "Ömer, ilmin onda dokuzunu alıp gitmiştir" diyerek takdirlerini bildiriyordu.[179] Bu Sahâbî üstadların yetişdirdiği başlıca Küfe ekolü mensupları; Alkame b. Kays, Mesruk b. el-Ecda', İbrahim en-Nehâî, Kâdî Şurayh b. el-Hâris, el-Esved b. Yezid ve Ebû Hanife'nin hocası Hammad b. Ebî Süleyman'dır.
Ebû Hanîfe'nin temsil ettiği re'y ekolünün önemli özellikleri şunlardır: Bunlar Sünneti reddetmez, onu da delil olarak kabul ederler. Fakat hadis kaynağı olan Hicaz'dan uzakta bulunmaları ve kendi devirlerinde uydurma hadislerin yaygınlaşması üzerine, hadisin sıhhati konusunda titiz davranırlar. ve rivayetinden çekinirler. Hz. Ali'nin râvîlere yemin ettirmesi, Abdullah b. Mesud'un hadis rivâyet ederken sararıp titremesi ve "yahut Hz. Peygamber'in dediği gibidir" cümlesini eklemesi bu tedbir ve çekingenliğin örnekleridir. Buna karşılık Küfelîler kıyas, istihsan ve maslahat gibi re'ye dayanan usullerle hüküm ve fetvâ vermekten çekinmezler. Meseleler meydana gelmiş olsun veya olmasın müzâkere edilmeli ve hükme bağlanmalıdır. Bunlar kendi üstadlarına çok bağlı ve re'ye fazla yer vermekle birlikte sahîh bir hadisle karşılaşırlarsa hemen re'yi terkedip hadisi tercih ederler. Ancak Ebû Hanîfe âhad haberi, yani tek râvili hadisleri şu şartlarla kabul eder: a) Râvinin amelinin, rivâyet ettiği Sünnete uygun olması; b) Râvînin güvenilir ve fakîh olması[180] Meselâ, Ebû Hüreyre (ö. 57/676)'nin rivâyet ettiği "Birinizin kabına köpek batarsa, birisi temiz toprakla olmak üzere yedi defa yıkasın"[181] hadîsini Ebû Hanife kabul etmez. Çünkü Ebû Hüreyre bu hadisle amel etmez ve böyle bir kabı üç defa yıkamakla yetinirdi. İşte bu durum, o hadisi rivâyet yönünden zayıflatmakta, hattâ onun Ebû Hüreyre'ye nisbetini dahi şüpheli bir duruma sokmaktadır.
Merkezi Hicaz olan eser veya hadis ehlinin, oradaki temsilcisi ise Mâlik b. Enes'tir (ö. 179/795). Fazlaca hadis rivâyeti yapılan bir bölgede bulunması onun ehl-i hadis veya ehl-i eser sayılmasına neden olmuştur. İmam Mâlik Kitap ve Sünnet yanında Medînelilerin amelini de delil olarak alıyor ve âhad haberleri, ancak Medînelilerin ameline ters düşmemesi şartıyla kabul ediyordu. Çünkü o, Medînelilerin dinî işlerle ilgili uygulamasını, Hz. Peygamber'e ulaşıncaya kadar bin kişinin bin kişiden rivâyeti sayar ve bunu "meşhûr hadîs" derecesinde görür.[182]
Hicaz ve Irak bölgelerinde gelişen bu fıkıh ekollerini birbirinden kesin çizgilerle ayırmak mümkün değildir. Çünkü re'yci ve Küfeli olarak tanınmış Alkame (ö. 62/682), İbrahim en-Nehâî (ö. 96/914) ve Ebû Hanîfe gibi müctehidler sıhhat şartları bulununca âhad haberi de kabul ve tatbik etmişlerdir. Yine Medîneli ve eserci olarak tanınan Saîd b. el-Müseyyeb (ö. 94/712), ez-Zuhrî (ö. 124/741), Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855), İmam Şafii (ö. 204/819) ve Mâlik b. Enes (ö. 179/795) gibi müctehidler de re'y ve kıyası uygulamışlardır.[183]
Bu iki ekolün ictihad ve ihtilafına şunları örnek verebiliriz:
a. Küfe ekolü, cehrî olsun hafî olsun, imama uyularak kılınan namazda cemaatin kırâatini uygun bulmuyor. Bu konuda Câbir b. Abdillâh'ın (ö. 74/693) rivâyet ettiği "Kim bir imama uyarak namaz kılarsa, imamın okuyuşu ona yeterlidir" hadîsi ile, Hz. Ali'nin (ö. 40/660) "İmanın arkasında okuyan, çirkin hareket etmiş olur" sözüne dayanır.[184]
Medîne ekolü ise cehrî namazlarda okunmamasını, hafî namazlarda ise okunmasını tercih eder. Dayandıkları deliller şunlardır: Abdullah b. Ömer (ö. 74/693) "Biriniz imama uyarak namaz kılarsa ona imamın kırâati yeterlidir" demiş; Ebû Hüreyre'nin naklettiği bir hadiste de, cehrî olarak kılınan bir namazda, Hz. Peygamber cemaatten birinin Kur'ân okuduğunu işitmiş; kendi okumasını zorlaştırdığı için, namaz sonunda onu bundan menetmişti. Bundan sonra halk cehrî namazlarda imamın arkasında okumayı terketmişlerdi.[185]
b. Re'y ehlinden İbrahim en-Nehâî Hz. Peygamber'in namazda, yatırılan sol ayak üzerine oturduğunu ifade eden rivâyetlere dayanıyor. Eser ehlinden el-Kâsım b. Muhammed (ö. 102/720) ise namazda oturuş şeklini çevresindekilere gösterirken, sağ ayağını dikiyor ve sol kabası üzerine oturuyor. Bunu yaptıktan sonra da Abdullah b. Ömer'in aynı şekilde yaptığını naklediyor.[186] Buna göre, her bölge, kendi üstadlarından elde ettiği bilgiyi nakletmiş ve uygulamıştır.
c. Yine iki ekol arasında mahkemede, tek şahid ve bir yeminle karar verilebileceği konusunda ihtilaf edilmiştir. Medine ekolü "Hz. Peygamber'in bir şahid ve bir de yeminle hükmettiği" rivâyetini esas alarak uygulamada bulunmuştur.
Küfe ekolü ise, "İki erkek şâhidin şâhitliğini alın, iki erkek bulunamazsa bir erkek ile iki kadının şâhitliği de olur" (el-Bakara: 2/282) meâlindeki âyet ile, "Beyyinenin davacıya, yeminin ise davalıya âit olduğunu" bildiren hadîse dayanarak, "Bir şâhid ve bir yeminle hüküm verme" görüşünü kabul etmez. Diğer yandan Küfeliler; "Şâhid ve yeminle hüküm verme" hadisini sağlam bir yoldan işitmemişlerdir.[187]
Sonuç olarak vahiy ve Sünneti akıl ve tecrübe ile yorumlayan ve toplumda karşılaşılan problemleri toplum yararı yönünde çözmeye çalışan re'y veya Irak ekolü İslâm hukukuna akılcı bir dinamizm kazandırmış, yüzyıllar boyunca uygulamayı kolaylaştırmıştır. Ancak gelişen ve değişen hayat şartları karşısında bu dinamizmin de yenilenmesi ve geliştirilmesi gereklidir.[188]
Haber kelimesi, hadis bilginlerince “hadis” le eş manalıdır. Rasûl-i Ekrem'e, ashabına veya tabiînden birine dayanan söze “haber” derler.
Ancak, sadece Peygamber'den gelenlere “hadîs”, diğerlerinden gelenlere ise “haber” diyenler de olmuştur.
Haber daha geniş manalı bir kelimedir. Her hadis, ayni zamanda haberdir. Fakat, yukardaki fark göz önüne alınınca her habere hadîs denemez.[189]
Hadîs mânâsında kullanılan kelimelerden bir diğeridir. Haber de geçmişten bir nakli ifâde eder, tıpkı hadîs gibi. Lügat yönünden mânanın aynı olmasına rağmen, çoğunlukla tarihî hâdiselerin nakline haber, Hz. Peygamber'le ilgili nakillere hadîs denmiştir. Ahbârî de tarihçi demektir. Şu halde, hadîs ve haber kelimeleri husus-umum münâsebeti içindedirler: Her hadîs bir haberdir, ancak her haber hadîs değildir.[190]
Birşey veya konu hakkında aktarılan bilgi. Çoğulu "ahbâr" gelir. Kur'an-ı Kerîm'de, Tebük seferine çeşitli bahanelerle katılmayanlar hakkında inen şu ayette sözkonusu kelime çoğul olarak geçmektedir: "Münâfıklar (savaştan) döndüğünüz vakit sizden özür dilerler. De ki, özür dilemeyin! Size asla inanmayacağız. Allah bize haberlerinizi açıkça bildirmiştir." (et-Tevbe: 9/94). Nitekim Allah'ın sıfatlarından olan ve herşeyden haberdar olan manasına gelen "Habîr" sıfatı da aynı kökten gelir.
Hadis ıstılahı olarak haber kelimesi birkaç manada kullanılmıştır. En yaygın ve kabul gören tanımı;"hadis" terimiyle eş anlamlı olarak kullanılmış ve Hz. Peygamber'in hadislerine "haber" denmiştir. Bu tarif özellikle Horasan hadisçilerinin tarifinden biraz farklı olup, onlar, sahabe ve tâbiinden gelen rivayetlere "eser" ismini vererek iki kelime arasında ayırım yapmışlardır.[191] Fakat yukarıda da belirtildiği gibi, bu iki terimi, birbirine benzeyen luğat manasının yanında, râvilerin bizzat Hz. Peygamber (s.a.s)e ulaşan hadisleri (merfû) nakletmekle yetinmeyerek, ayrıca sahabeye dayanan (mevkuf) ve tâbiîn'e varan (maktu') nakillerle de meşgul olduklarını göz önüne alarak, hadisçilerin büyük çoğunluğu, her türlü rivayeti ihbar manasında kullanmışlardır. Bu duruma göre "hadîs"e, "haber"; "haber"e de "hadîs" demekte bir sakınca yoktur.[192]
Buna karşılık hadis ile haberi farklı manada kullananlar da olmuştur: Bunlara göre de, "hadis" sadece Hz. Peygamber'e ait "merfû"' rivayetleri; "haber" ise Hz. Peygamber'in' hadîsleri dışındaki (mevkûf ve maktu') rivayetleri ifade eder. Bunun içindir ki, hadisle meşgul olanlara "muhaddis" dendiği halde, tarih, hikâye veya kıssa ile uğraşanlara "ihbarî" denmiştir. Bu izahların yanında "iki kelime arasında umum, husus, mutlak farkı vardır. Her hadis haberdir; Fakat her haber hadis değildir" şeklinde izah edenler de vardır.[193] Buna mukabil "Sadece sahabe ve tabiinin sözlerine eser denmesi doğru değildir; zira mevkuf ve maktu "haberler içinde merfû sayılan rivayetler vardır" gerekçesi ile bu ayrıma karşı çıkanlar vardır.[194]
Genel olarak haberleri ikiye ayıran usûl ve kelâm alimleri, bunlardan birincisine "mütevâtir" ikincisine ise "âhâd" haberler ismini vermişlerdir. Haberlerin bu şekildeki taksimi, o haberlerin rivayet şekline ve râvîlerine göre yapılmıştır.
Mütevâtir Haberler: Mütevâtir kelimesi, arkası kesilmeksizin, birbiri peşi sıra gelmek, birini takib etmek manasına gelen "tevâtür" fiilinin ism-i fâilidir. Arapça'da "vetertil'l-Kütübe" dendiği zaman, "birbiri ârkasına mektup gönderdim" mânâsı kasdedilir. Fakat bu gönderme işinde biraz fâsıla veya fetret olduğu da kesindir. Yani "mütevâtir" kelimesi, sürekliliği veya hiç kesintisizliği ifade eden "muvâsele" veya "müdâreke" kelimelerinden bu yönüyle ayrılır. Meselâ "vetere's-savme" denildiğinde, bu orucun gün aşırı veya iki günde... bir tutulduğu anlaşılır. Nitekim Allah (c.c), "Sonra birbiri arkasına peygamberlerimizi gönderdik" (el-Mü'minin: 23/44) ayetinde, peygamberlerini arka arkaya gönderdiğini bildirmiş ve kelime olarak da mütevâtir kelimesinin diğer bir türevi olan "tetrâ"yı zikretmiştir. Buradan da anlaşıldığı gibi, bu kelime "arka arkasına gelmek" manasına gelirse de, ayetteki ifade edilen peygamberlerin gönderilişi gibi; arada fasılaların da olduğunu anlatır.[195]
Hadis ıstılahı olarak mütevâtir kelimesi, hemen hemen tüm usul kitaplarında şöyle tarif edilir: "Yalan üzere birleşmeleri aklen ve adeten mümkün olamayacak kadar çok kimsenin; senedinin başından sonuna kadar birbirinden rivayet ettikleri hadis"[196] Bu tariften de anlaşıldığı gibi, bir hadisin mütevâtir olabilmesi için, öncelikle, kalabalık bir cemaat tarafından nakledilmiş olması gerekir. Bu kalabalığın sayısı hakkında belli bir rakam vermek esasen mümkün değildir. Zira haberin rivayetinde herhangi bir kasıt olmaksızın, sayısı belli olmayanların ittifak etmeleri veya yalan üzerinde birleşme ihtimali de olmaması sebebiyle bu sayıyı tesbite çalışmak da gerekmez. Her ne kadar bazıları Kur'an-ı Kerîm'den delil getirdikleri bazı ayetlerden hareketle, bu sayının dört, beş, yedi, on, on iki, kırk, yetmiş... Ve daha fazla olması gerektiğini söylemişlerse de, sözü edilen ayetlerin konu ile alâkasını kurmak ve mütevâtir habere delil olarak getirmek oldukça güçtür.[197]
Tarifte sözü edilen konulardan biri olan mezkur kalabalığın kasıtlı veya kasıtsız yalan üzerinde birleşmelerinin mümkün olmaması keyfiyeti de, delillerin veya karinelerin delâleti ile anlaşılır.[198] Ayrıca haberi nakledenlerin sayısı her devirde veya her kuşakta azalmamalı; hatta artarak devam etmelidir. Diğer önemli bir konu da, bu haberi nakledenlerin görme ve işitme fiillerine dayanan cinsten (mahsûs) olmalıdır. Meselâ adâletin güzel; zulmün ise çirkin olduğu mütevâtir haber konusuna girmez. Çünkü' bu bilgiler görme veya işitme fiili ile bilinmezler.[199]
Bu şartları taşıyan mütevâtir haber "ilm-i zarûrî" ifade eder; onu işiten için red ve inkârı mümkün olmayan, aksine tasdik ve kabulü zorunlu olan bilgi olur. Şayet bu bilgi akide ile, alakalı ise ona inanmayı; amele taalluk ediyorsa, onunla amel etmeyi gerektirir. Bu şartları taşıyan hadislere de mütevâtir hadis denir. Bu tür haberler görme (âyân) menzilesindedir[200] ve kendi nefsinde ilim ifade eder.
Bu şartları taşıyan mütevâtir hadis, hadis usûlünün inceleme konuları dışındadır. Çünkü hadis usûlü bir nevî isnad ilmidir. Halbuki mütevatir hadiste sened aranmaz.[201]
Kavlî ve amelî sünnetlerden bir kısmı tevâtür derecesindedir. Fakat bazılarına göre, Kur'an-ı Kerîm tevâtüren sabit olduğu halde, sünnet ve icmâ hem tevâtür hem de âhâd yolla sabit olmuştur. Ancak gerek sünnetten ve gerekse icmâdan mütevâtir derecesinde olanlar oldukça azdir. Hatta sünnette sadece mana yönünden mütevâtir durumunda olanlar vardır. Meselâ beş vakit namaz, rekâtlarının sayısı bu kabil sünnetlerdendir. Bazı alimler bu şekilde mütevâtir sünnetin oldukça az olduğunu iddia ederken; bazıları buna karşı çıkmış ve birçok mütevâtir sünnetin olduğunu belirtmişlerdir. Nitekim mütevâtir hadisleri biraraya getirerek, eser yazanlar bile olmuştur.[202]
Mütevâtir hadisler de kendi aralarında lâfzî ve manevî diye ikiye ayrılırlar. Lâfzî mütevâtir, bütün râvîleri tarafından ortak lâfızlarla; diğer bir ifade ile aynı anlama gelen lâfızlarla rivayet edilmiş olan hadislere denir. Mesela, "Kim bana, kendime ait olmayan bir söz isnad ederse ateşteki yerine hazırlansın"[203] hadîsi buna örnektir. "Sözümü işitip ezberleyen, muhafaza eden kimsenin Allah, yüzünü ağartsın. Nice insan vardır ki ilmi, kendisinden daha alim olan kimselere ulaştırır"[204] hadîsini de konuya örnek olarak verebiliriz.
Manevî mütevâtir ise, râvîler tarafından lâfzan değil de, çeşitli olaylara binâen muhtevâsı ortak olarak rivayet edilen hadislerdir. Duada elleri kaldırmak manevî mütevâtire örnek olarak verilir.[205]
a) Ahad Haber:
Râvî sayısı bakımından mütevâtir derecesine ulaşmamış hadîsler için kullanılan bir usûl-i hadîs ıstılahı.
Âhâd, lügatta, "bir" manasına gelen "ehad" ve "vâhid" kelimelerinin çoğuludur. Matematikte birler hanesini ifade eder. Haber, herhangi bir şey veya mesele ile ilgili olarak nakledilen bilgi anlamındadır. Hadîs ilminde ise Hz. Peygamber'in kavlî, fiilî ve takrîrî sünnetlerinin sözle ifadesi demek olan "hadîs" kelimesinin müterâdifi olarak kullanılır. Bazı âlimler, Hz. Peygamber hakkındaki rivayetler için "hadîs", Sahâbe ve Tâbiûn sözleri için de "haber" tabirini kullanmayı tercih etmişlerdir. Bu itibarla "âhâd hadîs" yerine "âhâd haber" deyimi yaygınlaşmıştır.
Hz. Peygamber'den, Sahâbe'den ve Tâbiûn'dan nakledilen haberler, onları rivayet edenlerin sayıları bakımından değişik isimler almışlardır. Bir haber, ilk kaynağından itibaren her nesilde yalan üzere birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir kalabalık tarafından rivayet edilmişse buna "mütevâtir haber" denir. Eğer herhangi bir nesilde haberin râvî sayısı en az üçe düşerse "meşhûr" veya "müstefiz"; ikiye düşerse "azîz"; bire düşerse "garîb" veya "ferd" adını alır. Mütevâtir dışında kalan haber çeşitlerinin hepsine birden "âhâd haber" denir.[206]
İlk asırlarda yalnız bir kişinin rivayet ettiği hadisler hakkında "haber-i vâhid" tabiri kullanılıyordu. Nitekim İmâm Şafiî, haber-i vâhidi, "Hz. Peygamber'e veya ondan sonraki bir şahsa ulaşıncaya kadar bir kişinin bir kişiden rivayet ettiği haber" şeklinde tarif etmiştir.[207] Ancak daha sonraki devirlerde bu tabir, iki, üç ve hatta daha çok kimsenin birbirinden naklettikleri fakat mütevâtirin şartlarına hâiz olmayan bütün haberler hakkında kullanılmıştır.[208]
Haber-i vâhidin kesin bilgi ifade edip-etmediği ve buna bağlı olarak da onunla amel edilip-edilemeyeceği konusundaki görüşlere gelince, şöyle özetlenebilir. İslâm âlimlerinin bir kısmı, râvileri âdil (güvenilir) ve senedi Hz. Peygambere kadar muttasıl (kesiksiz) olan âhâd haberin ilim yani kesin bilgi ifade ettiğini ve ameli gerektirdiğini kabul etmişlerdir. Bazıları ise "zan ifade eder" demişlerdir. Zan ifade etmesi, râvilerinde yanılma ihtimalinin bulunması dolayısıyladır.[209]
Âhâd haberler kesin bilgi vermezler. Gerekli bilgilerin bulunması halinde bile sadece zan ve galip zan ifade ederler. Âhâd haberler küfür ve iman konusunda delil olamazlar. Zira akîdeyi ilgilendiren bir konudaki deliller zan ifade etmemelidirler. Akâid'te zan geçerli değildir. Âhâd haberler fıkhi ve ahlâkî konularda amel edilen haberlerdir.
Âhâd haberlerin delil olamayacağını savunan âlimler genellikle şu ayetleri delil göstermişlerdir:
"Bilmediğin şeyin peşine düşme." (el-İsrâ: 17/36) ve "Zan, hakdan hiçbir şey ifade etmez." (en-Necm: 53/28). Ayrıca bu görüşü savunanlar ashâbın tek kişi tarafından rivâyet edilen bir haber için genellikle şahid istediklerini ve bazı sahâbelerin tek yoldan gelen haberle amel etmeyişlerini de ileri sürerler. Ama genellikle âhâd yolla gelen haberler kabul edilmiş ve akîde dışındaki konularda amelde delil sayılmışlardır.
Aralarında Ahmed b. Hanbel'in (241/855) de bulunduğu bir grup, haber-i vâhidin kat'iyyet ifade ettiği görüşündedirler.[210] İbn Hazm der ki: "Resulullah'a (s.a.s.) varıncaya kadar hep adil kimselerin rivayet ettiği haber-i vâhid hem ilim hem de amel ifade eder."[211]
İslâm âlimlerinin çoğuna göre âhâd haberler zan ifade ettiğinden itikadî meselelerde tek başına huccet sayılmazlar. Zira itikatta zannî olmayan kesin delîle itibar edilir. Mâmafih bu görüşte olmayan ve akâîd meselelerinde de, sahîh olmak şartıyla mütevâtir âhâd farkı gözetmeksizin bütün hadîsleri delîl olarak kabul eden âlimlerde mevcuttur. Ahmed b. Hanbel, İbn Teymiyye, İbn Kayyim[212] ve İmâm Eş'arî[213] bu kanaattedirler.
Amelî konulara gelince; İslâm âlimlerinin genel kanaatı bu çeşit haberlerin amelî ve ahlâkî konularda delil olması şeklindedir. Ancak burada en önemli şart, haberin Hz. Peygamberden sudûr etmiş olduğunun ve doğru nakledildiğinin tespitidir. Bunun için de, râvisi gereken şartlara haiz olmalı, hadîs her türlü illet ve kusurdan uzak ve hadîs tenkidinin gerektirdiği şartları kendinde toplamış bulunmalıdır.[214] İmâm Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel başta olmak üzere fakihlerin çoğunluğu haber-i vâhidin sıhhati hakkında, Hz. Peygamber'den itibaren güvenilir (sika) râvîler tarafından rivayet edilmesinden başka bir şart aramamışlardır.[215] İmam Mâlik ayrıca, Cumhûr'un ve Medînelilerin büyük ekseriyetinin haber-i vâhid hilâfına hareket etmemiş olmalarını şart koşar.[216] İmâm Ebû Hanîfe'nin haber-i vâhidleri kabulü için ileri sürdüğü şartların en mühimleri şunlardır:
1. Mütevâtir ve meşhûr sünnete aykırı olmaması.
2. Kur'an-ı Kerim'in genel hükümlerine ve manası açık ayetlere aykırı olmaması.
3. Herkesin bilmesi ve nakletmesi gereken konularda olmaması.
4. Güvenilir râvîlere muhalefet edilmemiş olması.[217]
Ebû Hanîfe zamanında hadis uydurma hareketi korkunç bir şekilde yayıldığı için o, haber-i vâhidlerle amel etme konusunda ağır şartlar ileri sürmüş, pek titiz davranmış, haber-i vâhidlerin çoğunu reddetmiş, kıyası birtakım hadîslere tercih etmiştir. O bunda mâzûrdur.[218]
Haber-i vâhidin dinde delil olarak kullanılıp kullanılamayacağı hususundaki münakaşaların, Mu'tezilenin zuhuru ile ortaya çıktığı göz önünde bulundurulursa, bu münakaşalarda söz konusu edilen haber çeşidinin sadece bir kişinin haberi olduğunu, aziz ve meşhur denilen haber çeşitlerini bu münakaşaların şümûlü içinde mütalâa etmemek gerektiğini kabul etmek icap eder.[219]
Hz. Peygamber'den yapılan her rivayetin tevâtür derecesine ulaşması elbette mümkün değildir. Ona nisbet edilen her haberi tenkid süzgecinden geçirmeden kabul etmek ne kadar yanlış ise, râvîlerin hatası veya yanılma ihtimali var diye hadîsleri reddetmek de o derece yanlıştır. Bu gerekçe ile hadîsleri bütünüyle reddedenler sapıklığa hatta küfre düşerler. Sahîh hadîsin şartlarını taşıyan âhâd haberler, sadece amelî ve ahlâkî konularda değil, itikâdî konuların açıklanmasında da birer dînî delil sayılırlar.[220]
b) Meşhur Haber:
Âhâd haberler içinde râvî sayısı en fazla olan hadis. Herkes tarafından bilinen ve nakledilen haber manasına gelen haber-i meşhûrun hadîs ıstılahındaki tarifi şöyledir: En az üç isnadla rivayet edilen, fakat tevâtür derecesine erişmeyen hadîslere "meşhûr" denir.[221] Tarifte yeralan "en az üç isnad" şartı ilk tabakada aranmaz. Bu sebeple her tabakada en az üç râvîsi olduğu halde bir veya iki sahabîden rivayet edilen hadîsler de meşhûr hadîs sayılırlar. Nitekim "Ameller ancak niyetlere göredir..." hadîsi sadece Hz. Ömer tarafından rivayet edildiği için, sonradan çok meşhûr olmasına rağmen mütevâtir değil, meşhûr hadis kabul edilir.[222] Rivayet edenlerin sayısı her tabakada eşit olursa o hadise "müstefiz" denir. Buna göre müstefiz hadîs, meşhûrun bir çeşidi olmaktadır.
Tariften anlaşıldığı üzere bir haberin meşhûr olması, onu rivayet edenlerin sayısı bakımındandır. Bu itibarla meşhûr hadisler, sıhhat bakımından sahih, hasen, zayıf, hatta mevzû olabilirler. Sahih olan meşhûrun misali şu hadistir: "Allah Teâlâ, ilmi, insanların arasından çekip almak sûretiyle değil, alimleri vefat ettirmek sûretiyle ortadan kaldırır. Nihayet ortada alim kalmayınca, halk birtakım câhilleri kendilerine lider seçer. Bunlara birşeyler sorulur, onlar da bilmeden fetva verirler. Böylece hem kendileri doğru yoldan saparlar, hem de başkalarını saptırırlar." Hasen olan meşhûrun misali şudur: "İlim öğrenmek her müslümana farzdır." Zayıf olan meşhûr hadîse örnek: ise "İlmi, Çin'de bile olsa, öğreniniz" hadîsidir.
Halk arasında hadîs olarak meşhûr olmuş ıstılah anlamının dışında kullanılan meşhûr rivayetlerden bazıları ise şunlardır: "Kendini (nefsini) iyi tanıyan Rabbini de bilir", "Ben bilinmeyen bir hazine idim..."; "Ümmetimin âlimleri İsrail oğullarının peygamberleri gibidir"[223]
Hadîslerin meşhûr olması nisbîdir. Dolayısıyla bazı hadîsler sadece muhaddisler arasında meşhûr olduğu halde bazıları hem hadîsçiler hem diğer âlimler hem de halk arasında meşhûrdur. Meselâ, "Resulullah (s.a.s) bir ay müddetle rükûdan sonra kunût olarak Ra'l ve Zekvân kabîlelerine beddua etmiştir." hadîsi özellikle hadisçiler arasında meşhûrdur. "Allah indinde helâlın en sevimsizi, bir kimsenin eşini boşamasıdır" hadîsi İslâm hukukçuları arasında meşhûrdur. "Ümmetim, hata, unutma ve zorlanmak suretiyle yaptıkları hareketlerden mesûl tutulmamıştır" hadîsi de usulcüler arasında meşhûrdur. "Halka iyi muamele etmek sadakadır", "Bizi aldatan bizden değildir" hadîsleri ise halk arasında meşhûr hadislerdendir.
"Müslüman, elinden ve dilinden diğer müslümanların zarar görmediği kimsedir" hadîsi, hem hadisçiler hem bütün İslâm alimleri hem de halk arasında meşhûrdur.[224]
c) Mütevatir Haber:
Yalan üzerine anlaşma ihtimali olmayan bir topluluğun verdiği ve ilim vasıtalarından biri sayılan haber.
Mütevâtir, lügatte "arkası kesilmeksizin birbirini takip etmek, birbirinin peşisıra gelmek"[225] manâsındaki "tevâtür"den ism-i fâildir. Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de "Sonra birbiri peşinden peygamberlerimizi gönderdik" (el-Mü'minûn, 23/44) buyurulmuştur. Ayetteki "tetrâ" kelimesi aynı köktendir.
Mütevâtir haber, yalan üzere birleşmelerini aklın tasavvur edemeyeceği bir topluluğun, mümkün ve mahsûs olan bir şeye dair verdiği haberdir.[226]
Bir haberin mütevâtir olmasının şartlarını şöylece özetlemek mümkündür:
1) Haber, yalan üzerinde kasıtlı veya kasıtsız birleşmelerini aklın kabul etmediği kalabalık bir cemaat tarafından nakledilmelidir.
2) Haber, aklen mümkün olan, görülen ve işitilen şeylerden olmalıdır. Dolayısıyla, doğruluğu nakle değil burhana muhtaç olan veya muhal olan şeyleri nakledenler ne kadar çok olursa olsun tevâtür sayılmaz. Meselâ, Allah'ın varlığını inkâr edenlerin sayısı ne olursa olsun bu hakikati ifade etmez.[227]
"Yukarıdaki şartları taşıyan mütevâtir haber, ilm-i zarûrî ifade eder; yani onu işiten red ve inkârı mümkün olmayan, aksine tasdik ve kabulü zorunlu olan bir bilgi hasıl olur. Bu bilgi dine taalluk eden bir bilgi olduğu zaman, ona inanmayı, amele taalluk ediyorsa onunla amel etmeyi gerektirir. Hz. Peygamber'in hadisleri arasında yukarıda belirtilen şartları bir araya toplamış olanlara "Mütevâtir hadis" denir"[228]
Mütevâtir haberin kat'î ve kesin bilgi ifade etmesi, nakledenlerin çokluğu sebebiyledir. Onun için, herkes tarafından haber verilen şey hakkında insan aklı, bu kesinlikle doğrudur, hükmünü verir.[229] Halkı kâfir olan bir şehir halkının verdiği haber hakkında bile ilm-i yakînî hasıl olur.[230] Nitekim görülmeyen ve ulaşılmayan, şimdiki ve tarihteki birçok ülke ve şahıs hakkındaki haberler mütevâtir haberlerdir. Bu tür bilgilerin doğruluğundan şüphe edilmez; ilim sebeplerinden ve vasıtalarından sayılır.[231]
Mütevâtir haber İslâm hukukunda da kesin bir delil olarak kabul edilmiştir. Mecelle'de bu meyanda şu maddeler yer almıştır:
"Tevâtür, ilm-i yakîn ifade eder. Binaenaleyh tevâtürün hilâfına beyyine ikame olunmaz"[232]
"Tevâtürde muhbirlerin aded-i muayyeni yoktur. Ancak akıl, onların kizb üzere ittifaklarını tecvîz etmeyecek mertebede bir cemm-i ğafîr olmaları lâzımdır."[233]
Haberlerin Tetkiki:
Gelen haberlerin doğruluğunu tetkik etmek, fâsık kimselerin getirdiği bilgileri hemen kullanmayıp araştırmak.
İslâm'ın ilk günlerinden günümüze kadar toplum içinde yayılan haberlerin doğruluğunun araştırılmadan kabul edilmesi anlaşmazlıklara sebep olduğu gibi huzursuzluk ve problemler çıkarmaktadır. Onun için islâm her probleme çözüm getirdiği gibi bu hususu da halletmiş ve müslümanların bu konuda nasıl davranacaklarını Kur'an nassıyla belirlemiştir: "Ey iman edenler; Bir fâsık size bir haber getirirse onu iyice araştırınız. Yoksa bilmeyerek bir kavme kötülük yaparsınız da yaptığınız işten pişman olursunuz" (el-Hucurât: 49/6) buyurulmaktadır. Bu ayetin nüzul sebebi olarak Hz. Peygamber devrinde meydana gelen şöyle bir olay rivayet edilmektedir: Resulullah, Huzaa kabilesinin ileri gelenlerinden olan Haris b. Dirâr'ın İslam'ı tebliğ etmesine, müslüman olanların zekâtlarını toplamasına izin verir. Toplanan zekâtın teslimi ile ilgili olarak bazı hususlar üzerinde anlaşırlar. Buna göre Resulullah (s.a.s) zamanı gelince Hâris b. Dırar'a bir elçi gönderecek, o da topladığı zekâtı teslim edecektir.
Hâris kabilesi içinde İslâm'ı tebliğ etti; müslüman olanların da zekâtlarını topladı. Aralarında belirlenen zaman gelince de Resulullah (s.a.s)'ın elçisini beklemeye koyulur. Fakat kimsenin gelmediğini görünce Hâris, kabilesinin ileri gelenlerini toplayarak durumu anlatır, elçinin gelmemesini, yaptığı bir hatadan dolayı Resulullah'ın elçi göndermekten vazgeçtiği şekilde yorumlar. Toplanan zekâtı alarak birlikte Hz. Peygamber'e gitmelerini ister. Onlar da bunu kabul ederler ve birlikte Medineye doğru çıkarlar.
Diğer taraftan günü gelince Resulullah (s.a.s) toplanan zekâtı almak üzere Hâris'e elçi olarak Velid b. Ukbe'yi görevlendirir. Velid bir süre gittikten sonra geri döner ve Resulullah (s.a.s)'e Hâris'in zekâtı vermediğini, bununla da kalmayarak kendisini öldürmeye kalkıştığını söyler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.s) askerî bir birlik hazırlayarak Hâris'in üzerine gönderir.
Hâris ve arkadaşları Medine yakınlarında üzerlerine gönderilen bir birlikle karşılaşırlar. Durumu öğrenince hep beraber Resulullah'a gelirler. Hâris yemin ederek zekâtı topladığını, fakat onu almak için kimsenin gelmediğini anlatır. Bunun üzerine yukarıda sözkonusu olan ayet nazil olur.[234]
Ayetin nüzul sebebi anlamını hiçbir tevil ve yoruma gerek bırakmayacak biçimde ortaya koymaktadır. Buna göre fıskı sabit olan bir kimsenin şehadeti ve rivayetleri kabul edilemez. Fâsıkların haberlerinin mutlaka araştırılması gerekir. Haberlerin araştırılmadan kabul edilmesi halinde, ayette bildirildiği üzere, pişman olunacak sonuçlarla karşılaşılması kaçınılmazdır.
Burada açıklanması gereken nokta fısk'ın ve fâsıkın ne ve kim olduğu konusudur. İslâm tarihinin ilk dönemlerinde fısk, genellikle imandan çıkarmayan yasak davranışlar; fâsık da bu yasak davranışları yapan kimse olarak kabul edilmiştir. Bu anlamıyla fısk İslâm şeriatın'ın koymuş olduğu sınırlardan çıkmak demektir. Kelimeyi Lisanu'l-Arab, "İsyan ederek Allah'ın emrini terketmek" olarak tanımlarken, Rağıb el-İsfâhânî de fâsıkı, "İman ettikten sonra şerîatın bazı hükümlerini çiğneyen ve uygulamayan kimse olarak açıklamaktadır. Muhammed Hamdi Yazır fısk'ı üç mertebeye ayırır: 1- Günahı çirkin saymakla birlikte açıkca işlemek, 2- Günahın üzerine düşmek, yani günahta ısrar etmek, 3- Çirkin olduğunu inkâr ederek günah işlemek fıskın bu üçüncü çeşidi küfürle aynı kategoride ve aynı anlamdadır.
Ayetin tefsirinde müfessir Kurtubî şöyle demektedir: "Fıskı sabit olan kimsenin haberlerindeki sözleri geçersizdir. Çünkü haber emanettir; fısk ise onun iptalini gerektirir."
Diğer bir hukukçu müfessir Cessâs da sözkonusu ayetin tefsirinde şunları söyler: "Ayetteki "tahkik ve tetkik edin" ifadesi fâsıkın şehadetinin kabulünün yasaklandığını gösterir. Çünkü şehadet birliğini haber vermektir. Fâsıkın şehadeti kabul edilmediği gibi diğer hususlardaki haberleri de kabul edilmez"
Durumu belirsiz olan, yani adil veya fâsık olduğu kesin olarak bilinmeyen kimsenin şehadet ve rivayetleri kabul edilir mi? Hanefî bilginleri böyle bir kimsenin şehadet ve haberinin kabul edileceği görüşündedirler. Çünkü ayette ancak fâsıkların haberlerinin araştırılması emredilmektedir. Müminlerin temel niteliği ise adalettir. Başka bazı bilginler ise durumu belirsiz olan kimsenin haberinin de ancak durumun araştırılmasından sonra kabul veya reddedilebileceğini söylemektedirler. Bunlara göre araştırma sonunda adaleti kesinlik kazanırsa haberi kabul edilir, fıskı sabit olursa haberi reddedilir.
Söz konusu ayetin hemen devamında, "İçinizde Allah'ın peygamberi vardır" (el-Hucurât: 49/8) buyrulmaktadır. Fahreddin er-Râzî bu cümleyi şöyle açıklar: "Ey kullarım, herhangi bir güçlüğün çözümünde Allah Resulune başvurunuz." Buna göre bu ayet, bugün bize gelen haber ve rivayetler konusunda takınmamız gereken tavır konusunda da uyarıda bulunmaktadır. Öyleyse müminler gelen haberler konusunda bir çıkmazla karşılaştıkları zaman öncelikle bu haberi Kur'an ve Sünnet ölçülerine vurarak çıkan sonuca göre hareket etmek zorundadır.[235]
Sünnet, hadîs, eser, haber gibi birbirine yakın ve hatta müterâdif (eşmânâlı) kelimelerin hepsini ifade edebilecek bir tâbir, rivâyet kelimesidir. Çünkü rivâyet, daha önce meydana gelen bir hadiseyi, bir haberi nakletmek, anlatmak mânâsına gelir. Meselâ "Bir rivâyette şöyle denmiştir" derken pekâla Hz. Peygamber'in sözünü kastedmiş olabiliriz. Nitekim rivâyet kelimesi haber, sünnet mânasına sıkça kullanılmıştır. Hadîs ilimlerinde en çok kullanılan bir kısım isim ve fiiller bu kökten gelir, râvi-ruvât, mervî-merviyyât, ravâ-ruviye... gibi.[236]
Rivayet, “reva” fiilinden türeyen bir kelimedir. Masdardır. Sözlükte sulamak, su taşımak, kuyudan su çekmek, nakletmek manalarına gelir. Terim olarak bir sözü veya olayı, duyduğu ya da gördüğü şekilde başkalarına nakletmek anlamında kullanılır. Rivayetü’l-Hadis, hadislerin rivayeti demektir ki hadislerin çeşitli yollarla kişiden kişiye aktarılmasıdır. Hadis rivayet edene bildiğimiz gibi ravi denir. [237]
[1] Buhârî, İlim: 33; İsmail lütfü Çakan, Akif Köten, Şamil İslam Ansiklopedisi: 2/287.
[2] Buhari, Edeb: 70; İ’tisam: 2; Müslim, Cum’a: 43.
[3] İsmail Lütfü Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 25.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/491-492.
[5] Külliyâtu-Ebi'l-Bakaa, s. 152.
[6] Tedrîb, s. 4.
[7] Tûr: 52/34.
[8] Zümer: 39/23.
[9] Buhârî, Kitâbu'r-rikak, bâb: 51. Hayreddin Karaman, Hadise Dair İlimler Ve Hadis Usulü, İrfan Yayınevi: 3-4
[10] Mevzu Hadisler, Aliyyu’Kari, İlim Yayınları: 7.
[11] Mevzu Hadisler, Aliyyu’Kari, İlim Yayınları: 7.
[12] Mevzu Hadisler, Aliyyu’Kari, İlim Yayınları: 7-8.
[13] Mevzu Hadisler, Aliyyu’Kari, İlim Yayınları: 8.
[14] Hacc: 22/52.
[15] Bk. Ed-Duha: 93/6-8; eş-Şuara. 26/20; Yusuf: 12/3.
[16] Sabuni, Bidaye: 54.
[17] Bk. Yunus: 10/20.
[18] Bk. Al-i İmran: 3/179; el-Bakara: 2/225.
[19] Bu konuda geniş bilgi için bk. Asr-ı Saadet, Tebliğat ve Talimat 1/50-260. İstanbul 1967.
[20] Bk. El-Ahzab: 33/36.
[21] İbn Mace, Mukaddime: 7.
[22] Muvatta, Kader: 3.
[23] Geniş bilgi için bk. Çakan, “Sünnetin Bütünlüğü” Hz. Peygamber ve Aile Hayatı: 113-125, İstanbul 1989.
[24] İsmail Lütfü Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 37-43.
[25] Ebû Dâvûd, Sünen: 2/505.
[26] İbn Abdilberr, Câmiu'l Beyâni'l-ilm: 2/191.
[27] Müslim, Fedâil: 139-141.
[28] Ebû Davûd Sünnet: 5; İbni Mace, Mukaddime: 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned: 4/131.
[29] Ehl-i Kur'an Cemiyeti.
[30] Tevfik Sıdkı, Mahmud Ebû Reyye.
[31] İsmail lütfü Çakan, Akif Köten, Şamil İslam Ansiklopedisi: 2/287-288.
[33] Ayrıca bk. el-İsrâ: 17/77.
[34] Ayrıca bk. Ahzâb: 33/62; Fâtır: 35/43; Feth: 48/23.
[35] Müslim, İlim: 15; Zekât: 69; İbn Mâce, Mukaddime: 14; Dârimi, Mukaddime: 44; Ahmed b. Hanbel, Müsned: 4/362.
[36] Ebu Davud, Sünnet, Hadis no: 4607, 4/200; İbn Mace, Mukaddime 6, Hadis no: 42, 1/15; Darimí, Mukaddime 16, Hadis no: 96, 1/43.
[37] Buharí, nak. El-Medhal li-Diraseti’s Sünne, s.7.
[38] Müslim, İlim 6, Hadis no: 2669, 4/2054; İbn Mace, Fiten 17, Hadis no: 3994, 2/1322; Buharí, Ahmed b. Hanbel, nak. El- Medhal li- Diraseti’s Sünne, s: 7.
[39] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/492-493; Hamdi Döndüren, Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/456. Ahmet Kalkan, İslam Akaidi: 368.
[40] İsmail Lütfü Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 25-26.
[41] Hayreddin Karaman, Hadise Dair İlimler Ve Hadis Usulü, İrfan Yayınevi: 4
[42] Ra’d: 13/11.
[43] Ahmet Kalkan, İslam Akaidi: 369-370.
[44] Nisa: 4/80. Ahmet Kalkan, İslam Akaidi: 370.
[45] Ebu Davud, Sünnet Hadis no: 4607, 1/200.
[46] Maide: 5/92; Nûr: 24/63; Nisa: 4/65; Âl-i İmran: 3/31. Ahmet Kalkan, İslam Akaidi: 370.
[47] Nahl: 16/44.
[48] Ahzab: 33/21.
[49] Ahmet Kalkan, İslam Akaidi: 370-371.
[50] İsmail Lütfü Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 26.
[51] Zekiyüddin Şa'ban, Usulül-Fıkh, Terc. İbrahim Kafi Dönmez, Ankara 1990, s. 66; Hamdi Döndüren, Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/456.
[52] İsmail Lütfü Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 27.
[53] Buhârî, Bed'ü'l-Vahy: I; İmân: 41; Müslim, İmâre: 155.
[54] Buhârî, Savm: II; Müslim, Sıyâm: 4,18; Zekiyüddin Şa'ban, Usulül-Fıkh, Terc. İbrahim Kafi Dönmez, Ankara 1990, s. 66; Hamdi Döndüren, Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/456.
[55] Muvatta, Kader: 3; Hakim, el-Müstedrek: 1/93; İsmail Lütfü Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 27.
[56] Buhârî, İmân: 22; Edeb: 44; Müslim, İmân: 38, 40.
[57] Müslim, İlim: 15; Zekât: 69.
[58] bk. Muhammed Accâc el-Hatib, es-Sünne, Kahire 1383, s. 16.
[59] ö. 911/1505.
[60] bk. Tehânevî, Keşşâf: 1/706; Nuri Topaloğlu, Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/315.
[61] Buhârî, Ezân: 18; Edeb: 27; Âhad: 1.
[62] Ahmed b. Hanbel, 3/318, 366;
[63] Müslim, Müsafirin: 141.
[64] Zekiyüddin Şa'ban, Usulül-Fıkh, Terc. İbrahim Kafi Dönmez, Ankara 1990, s. 66; Hamdi Döndüren, Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/456; İsmail Lütfü Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 27.
[65] Buhâri, Savm: 52, 53; Müslim, Sıyâm: 175, 179; Muvatta Sıyâm: 56.
[66] İsmail Lütfi Çakan, Şamil İslam Ansiklopedisi: 2/191-192.
[67] Müslim, Fezâil: 141; bk. İbn Mâce, Rühün: 15.
[68] Kettânî, et-Terâtibü'l-İdâriyye, Beyrut (t.y), 2/384.
[69] el-Müzzemmil: 73/1-4; el-İsrâ: 17/79.
[70] Hamdi Döndüren, Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/460; İsmail Lütfi Çakan, Şamil İslam Ansiklopedisi: 2/192.
[71] Buhârî Cenâiz: 32. Bu namaz Rasulullah’a farz ümmetine müstehaptır.
[72] Zekiyüddin Şa'ban, Usulül-Fıkh, Terc. İbrahim Kafi Dönmez, Ankara 1990, s. 66; Hamdi Döndüren, Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/456.
[73] Buhari, Tıbb: 33, 39; Müslim, selam: 66.
[74] İsmail Lütfü Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 27.
[75] Bk. Buhari Havf: 5; Müslim, Meğazi: 30; İsmail Lütfü Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 27-28.
[76] Buhari, İ’tisam: 4.
[77] İsmail Lütfü Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 27.
[78] Buhari, Bed’ul-vahy: 5; Müslim, Fedail: 50; İsmail Lütfü Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 28.
[79] Buhari, Menakib: 23; Müslim, Fedail: 113; İsmail Lütfü Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 28-29.
[80] Tirmizi, Ahkâm: 3; Ahmed b. Hanbel, Müsned: 5/230, 236, 242; Şâfıî, el-Ümm, 7/273.
[81] Hamdi Döndüren, Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/456-457.
[82] Ahmed b. Hanbel, Maüsned: 5/72.
[83] Buhârî, Tefsîrul-Kur'ân: 2/5; İbn Mace, Fiten: 22.
[84] Buhârî, Nikâh: 27; Müslim, Nikâh: 37, 38.
[85] Buhârî, Vasâyâ: 6; Ebû Dâvud Vasâyâ: 6.
[86] Z. Şa'ban, a.g.e., s. 85.
[87] en-Nisâ, 4/23.
[88] Buhârî Şehadât: 7; Müslim, Radâ: 1.
[89] ö. 204/819.
[90] bk. eş-Şafii, er-Risâle, tahkik: Ahmed Muhammed Şakir, Mısır 1309, s. 91 vd; Hamdi Döndüren, Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/457-458.
[91] Ahmet Kalkan, İslam Akaidi: 371-372.
[92] Haşr: 59/7.
[93] Nisa: 4/79.
[94] Âl-i İmrân: 3/31.
[95] Ahzâb: 33/21.
[96] Nisa: 4/65.
[97] Nahl: 16/44.
[98] Mişkât, c. I, s. 57. Hayreddin Karaman, Hadise Dair İlimler Ve Hadis Usulü, İrfan Yayınevi: 5
[99] Hayreddin Karaman, Hadise Dair İlimler Ve Hadis Usulü, İrfan Yayınevi: 5-6
[100] Bakara: 2/189.
[101] Hayreddin Karaman, Hadise Dair İlimler Ve Hadis Usulü, İrfan Yayınevi: 6
[102] Mâide: 5/38.
[103] En'âm: 6/82.
[104] el-Hadîs ve'1-muhaddisûn, s. 38. Hayreddin Karaman, Hadise Dair İlimler Ve Hadis Usulü, İrfan Yayınevi: 6
[105] Bakara: 2/187.
[106] Hayreddin Karaman, Hadise Dair İlimler Ve Hadis Usulü, İrfan Yayınevi: 6
[107] Mişkât, c. I. s. 149. Hayreddin Karaman, Hadise Dair İlimler Ve Hadis Usulü, İrfan Yayınevi: 6
[108] Ebû Dâvûd, Mişkât, c. II, s. 426. Hayreddin Karaman, Hadise Dair İlimler Ve Hadis Usulü, İrfan Yayınevi: 7
[109] Neylu-1-evtâr, c. V, s. 202.
[110] Hayreddin Karaman, Hadise Dair İlimler Ve Hadis Usulü, İrfan Yayınevi: 6-7
[111] el-Hadîs ve'1-muhaddisûn, s. 37-45.
[112] Bazı Hadis Meseleleri, s. 4-7. Hayreddin Karaman, Hadise Dair İlimler Ve Hadis Usulü, İrfan Yayınevi: 7
[113] Buhârî, İlim: 38; Müslim, Zühd: 72.
[114] Buhârî, Bedül-Vahy: I; Müslim, İmâre: 155.
[115] Ebû Dâvud, Diyât: 18; Dârimî, Ferâiz: 41.
[116] Buhârî, Cenâiz: 36; Vesâyâ: 2, 3; Menâkıbul-Ensar: 49; Müslim, Vasiyyet: 5, 7, 8, 10; Ebû Dâvud, Ferâiz: 3; Eymân: 23.
[117] Hamdi Döndüren, Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/458.
[118] Nesâî, Tahâret; 52; Miyâh: 7; ayrıca bk. Buhâri, Vüdû: 33; Müslim, Tahâret: 89-93; Tirmizi, Tahâret: 68.
[119] Dârimi, Nikâh: 2.
[120] Müslim, Büyü: 11; Ebû Dâvud, Büyü, 46.
[121] 2,179 kg.
[122] Ebû Dâvud Büyü': 71; Tirmizi, Büyü': 53.
[123] Buhâri, Ezân: 83-86.
[124] Tirmizî, Salât: 67.
[125] Hamdi Döndüren, Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/459.
[126] Muhammed Ebû Zehra, Usulül-Fıkh, Dârul-Fıkhıl-Arabî tab'ı, 1377/1958 y.y., s. 111, 112; Hamdi Döndüren, Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/459.
[127] Zeylaî, Nasbur-Râye: 1/430-433.
[128] bk. Ebû Zehra, a.g.e., s. 114,115 vd.; Zekiyüddin Şa'bân, a.g.e., s. 79 vd; Hamdi Döndüren, Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/459-460.
[129] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/493-496.
[130] Mişkât, C. I, s. 57. Hayreddin Karaman, Hadise Dair İlimler Ve Hadis Usulü, İrfan Yayınevi: 127
[131] Bu terimlerin açıklaması için bak. Fıkıh Usûlü, 42. Sünnetin ilim veya zann ifadesi için: s. 46.
[132] Bu mezhebler hakkında kısa bilgi için bak. aynı eser, s. 30-35.
[133] Sayı konusunda bagka görüşler için bak. Tevîlü-muhtelifi'l-hadîs, s. 78.
[134] es-Sünnetu ve mekânetühâ..., s. 180.
[135] İ'lâmu'l-muvakkıîn, c. II, s. 288 (özet).
[136] Örnekleri için 5. sayfaya bak.
[137] Nisâ: 4/79.
[138] Fıkıh usûlü kitapları ve İmam Şafiî'nin el-Ümm'üne bak. 7/250. Haber-i vahidin dindeki yeri ve değeri mevzuunda, arkadaşımız Ali Osman Koçkuzu'nun tezi, değerli bir araştırma mahsûlüdür. Hayreddin Karaman, Hadise Dair İlimler Ve Hadis Usulü, İrfan Yayınevi: 129-130
[139] Bu konuda İbn-Teymiye (v. 728/1328), “Raf’u’l-melâm ani'l-eimmeti'l-alam” adlı bir kitap yazmıştır. Bu kitap, içtihad-taklîd muvzûundaki diğer üç risale ile birlikte tarafımızdan terceme edilmiş ve “İslâm Hukukunda Mezhebler” adiyle neşredilmiştir, İst. 1971.
[140] Örnek olarak İmam Ebû-Hanîfe'nin âhâd yoluyle gelen haberleri kabul için ilen sürdüğü şartları görelim:
1- Fi'lî olsun, kavli olsun meşhur sünnete aykırı olmamak.
2- Herhangi bir beldedeki ashâb ve tabiûn topluluğundan kalma haber ve görüşlere aykırı olmamak.
3- Kur'ân-ı kerîm'in genel hükümlerine ve açık ayetlerine aykırı olmamak. Eğer âyetin mânası kapalı olur da sünnet onu açıklarsa bu başkadır.
4- Sünnet açık kıyasa aykırı ise, râvisinin fakîh olması
5- Herkesi ilgilendiren ve dolayısıyle çok kimsenin bilmesi ve nakletmesi gereken konularda olmaması. (Ceza ve kefâretlere ait olanlar da buraya girer )
6- Seleften birinin hadîse dokunmuş (ta'n) olmaması.
7- Râvînin, rivayetine aykırı hareket etmemiş olması.
8- Sika râvîlere muhalefet etmemiş olması... Bak el-Hadîs ve'l muhaddisûn, s. 282; Te'nibu'l-Hatîb (M. Zâhidu'l-Kevserî'nin), s. 153-154
[141] Fıkıh Usûlü adlı kitabımıza bakınız, s. 82, 104.
[142] Raf'u'l-melâm, s. 82-94; el-Hadîs ve'1-muhaddisûn, s. 27.
[143] Hayreddin Karaman, Hadise Dair İlimler Ve Hadis Usulü, İrfan Yayınevi: 130-131
[144] Tavzîhu'l-efkâr, c. I, s. 180. Hayreddin Karaman, Hadise Dair İlimler Ve Hadis Usulü, İrfan Yayınevi: 132
[145] Kavâidu't-tahdîs, s. 113.
[146] el-Faslu beyn'el-mileli ve'1-ehvâi ve'n-nihal, c. II, s. 83.
[147] Kavâidü't-tahdîs, s. 126; Tedrîb, s. 196. Hayreddin Karaman, Hadise Dair İlimler Ve Hadis Usulü, İrfan Yayınevi: 132-133
[148] Kavâidü't-tahdîs, s. 118; A'lâmu'l-muvakkıîn, c. II, s. 361.
[149] Hayreddin Karaman, Hadise Dair İlimler Ve Hadis Usulü, İrfan Yayınevi: 133
[150] Tedrîb, s. 119.
[151] Tedrîb, s. 120; Kavâidü't-tahdîs, s. 136.
[152] Bu söz, Muhtasar u'l-müzeni'de, ribâ bahsinin sonundadır.
[153] Tedrîb, s. 121. Dikkat edilirse görülür ki İbnu'l-Müseyyeb, hadîsi mürsel rivayet etmiştir. Kendisi tabiî odluğu halde hadîsi doğrudan doğruya Rasûlullah'tan nakletmiştir.
[154] Tedrîb, s. 122; Kavâidü't-tahdîs, s. 139; Tavzîhu'l-efkâr, c. I, s. 287 ve devamı. Hayreddin Karaman, Hadise Dair İlimler Ve Hadis Usulü, İrfan Yayınevi: 134-135
[155] Tedrîb, s. 4. Hayreddin Karaman, Hadise Dair İlimler Ve Hadis Usulü, İrfan Yayınevi: 4
[156] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/496-497.
[157] Abdühayy el-Leknevî, Zaferü'l-Emânı, 4-5.
[158] Talat Koçyiğit, Hadis Istılahları, 101.
[159] Suyûtî, Tedrib: 4.
[160] Talat Koçyiğit, Hadis Istılahları, 101.
[161] Suyûtî, Tedrib: 4.
[162] Şahveliyyullah, Huccetullah, I, 12.
[163] İsmail Lütfi Çakan, Şamil İslam Ansiklopedisi: 2/116-117.
[164] Riyazü's-Sâlihîn ve Tercemesi (Mukaddime), 1-2.
[165] M. Ebû Zehra, Ebû Hanife, (O. Keskioğlu Tercümesi) Üçdal Neşriyatı, s. 161.
[166] M. Ebû Zehra, Ebû Hanife, (O. Keskioğlu Tercümesi) Üçdal Neşriyatı, s. 164-166.
[167] Hayreddin Karaman, İslâm Hukukunda İctihad, s. 102.
[168] Dr. M. Esad Kılıçer, İslâm Fıkhında Rey Taraftarları, Ankara 1975, s. 29-31; H.Karaman, a.g.e., s. 101-102; Durak Pusmaz, Şamil İslam Ansiklopedisi : 1/160.
[169] Ebû Dâvud, Akdiye: 11.
[170] Osman Keskioğlu, Fıkıh Tarihi ve İslâm Hukuku, 67.
[171] Muhammed Zâhid el-Kevserî, Hanefî Fıkhının Esasları, Trc. Abdulkadir Şener, Cemal Sofuoğlu 20, 21.
[172] M. Ebu Zehrâ, a.g.e., 69; Abdülkerim Ünalan, Durak Pusmaz, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/165-166.
[173] İbn Kayyim, İlâmü'l-Muvakkıin, Mısır 1955, I, 66; İbn Sa'd Tabakât, Beyrut 1960, II, 15, 375, 386; İbn Hacer, el-İsâbe, I, 302.
[174] İbn Sa'd, a.g.e., II, 15; İbn Hacer, a.g.e., I, 302.
[175] Şâfiî, el-Ümm, VII, 273; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 230, 236, 242; Tirmizî, Ahkâm, III; es-Serahsî, el-Mebsût, XVI, 69, 70.
[176] İbn Kayyim, a.g.e., I, 63, 91 vd.
[177] Buhârî, İ'tisâm: 73; İbn Mâce, Sünen, Mısır 1313 H., I,14.
[178] Zebîdi, Tâcul-Arüs, I, 141; Zeylaî, Nasbu'r-Râye, I, 21-23; eş-Şirâzî, Tabâkât, Beyrut 1970, s. 135.
[179] İbn Kayyim, a.g.e., I,16,17, 20.
[180] İbn Kayyim, a.g.e., I, 14-22; Dârimî, Sünen, I, 83-84; Şah Veliyullâh, Huccetûllah, Seyyid Sâbık Mısır 1966, s. 6,10 vd.; Ebû Zehra, Usulül-Fıkh, s. 108-111.
[181] Buhârî, Vüdû: 33; Müslim, Tahâre: 89, 91, 92, 99.
[182] Ebû Zehra, a.g.e., s. 109, 110.
[183] Hayreddin Karaman, İslâm Hukukunda İctihad, Ankara 1975, s. 109.
[184] İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, Haydarâbâd 1966, I, 375-377.
[185] Mâlik, Muvatta; I, 44.
[186] Mâlik, a.g.e., II, 47.
[187] Şâfiî, el-Ümm, VII,182; Zeylâî, Nasbü'r-Râye, IV, 95 vd.
[188] Hamdi Döndüren, Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/249-251.
[189] Tedrîb, s. 4. Hayreddin Karaman, Hadise Dair İlimler Ve Hadis Usulü, İrfan Yayınevi: 4
[190] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/497.
[191] İbn Hacer, Nühbetü'l-Fiker, İstanbul 1327, s. 4; Suyutî, Tedrîbü'r-Râvî, Beyrut 1405/1985, II. 23.
[192] Subhi es-Salih, Hadis İlimleri, trc. M. Yaşar Kandemir, Ankara 1986, s. 7.
[193] İbn Hacer, a.g.e. s. 4.
[194] Suphi es-Salih, a.g.e s. 7.
[195] el-Cezairî, Tahir b. Salih, Tevcihü'n-Nazar, ilâ Usûli'l-Eser, Beyrut s. 33-34; Firuzâbâdî, Besâiru Zevi't-Temyîz fi Letâifi Kitabi'l-Azîz, Beyrut, ty. V.157.
[196] el-Cezairî, a.g.e., s. 33; Accâc, Muhammed el-Hatîb, Usûlü'l-Hadis, Beyrut 1401 / 1981, s. 301; Koçyiğit, Hadis Usûlü, s. 87; Aliyyü'l Karî, Şerhu Nuhbetu'l-Fiker, İstanbul 1927, s. 23 vd...
[197] Aliyyü'l-Kârî, a.g.e., s. 22; el-Cezâirî, a.g.e., s. 39 vd.
[198] el-Cezâirî, a.g.e., s. 34.
[199] el-Cezâirî, a.g.e., aynı yer.
[200] el-Accâc, a.g.e., s. 301.
[201] el-Accac, a.g.e., s. 302.
[202] Ebu'l-Feyz Ca'fer el-Kettânî, Nazmü'l-Mütenâsir mine'l-Hadîsi'l-Mütevâtir, Fas,1328; Suyutî, el-Ezhâru'l-Mütenâsira fi'l-ahbari'l-Mütevâtire, Beyrut 1405/1985.
[203] Buhârî, İlim: 39.
[204] Tirmizî, İlim: 7.
[205] el-Cezâirî, a.g.e., s. 46; el-Accâc, a.g.e., s. 120-121; Talat Sakallı, Şamil İslam Ansiklopedisi: 248-249.
[206] Talât Koçyiğit, Hadîs Istılahları, 118.
[207] eş-Şâfiî, er-Risâle, 160.
[208] Talât Koçyiğit, Hadîs Istılahları, 22.
[209] Talât Koçyiğit, Hadis Târihi, 183-189.
[210] Âmid, el-İhkâm: 1/108.
[211] İbn Hazm, el-İhkâm: 1/119.
[212] Ali Osman Koçkuzu, İslâm Dininde Haber-i Vâhidin İtikâdî ve Teşriî Yönlerden Yeri ve Değeri, 63.
[213] Ebû Zehrâ, Târîhu'l-Mezâhibi'l İslâmiyye: 1/185.
[214] Ali Osman Koçkuzu, İslâm Dininde Haber-i Vâhidin İtikâdî ve Teşriî Yönlerden Yeri ve Değeri, 132.
[215] Ebû Zehv, el-Hadîs ve'l-Muhaddisûn, 282.
[216] Ebû Zehv, el-Hadîs ve'l-Muhaddisûn, 281.
[217] Ebû Zehv, el-Hadîs ve'l-Muhaddisûn, 281-282.
[218] Subhi es-Sâlih, Hadîs İlimleri ve Hadîs Istılahları, 266.
[219] Talât Koçyiğit, Hadis Istılahları, 24.
[220] Nuri Topaloğlu, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/53-54.
[221] Talat Koçyiğit, Hadis Istılahları, Ankara 1980, s. 219.
[222] Tecrîd-i Sarîh Tercemesi: 1/104, 108.
[223] Subhi es-Sâlih, Hadîs İlimleri ve Hadis Istılahları, Çev. Yaşar Kandemir, Ankara 1973, s. 195-196.
[224] Nureddin Itr, Menhecü'n-Nakd fi Ulûmi'l-Hadîs, Dımaşk 1392/ 1972, s. 387-389; Subhi es-Sâlih, A.g.e., s. 195-197; Nuri Topaloğlu, Şamil İslam Ansiklopedisi: 2/249.
[225] Cevherî, es-Sıhâh Kahire 1399/1979, II, 843.
[226] Abdülkâhir b. Tâhir el-Bağdâdî, Usûlü'd-Dîn, İstanbul 1346,12; İsmail Hakkı İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm, Ankara 1981, 34.
[227] Şerafeddin Gölcük, Süleyman Toprak, Kelâm, Konya 1988, s. 78; Ahmed Naim, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, Ankara 1976, Mukaddime s. 102.
[228] Talat Koçyiğit, Hadis Istılahları, Ankara 1980, s. 346-347.
[229] Ali Arslan Aydın, İslâm İnançları ve Felsefesi, İstanbul 1968, s. 91-92.
[230] Nureddin Itr, Menhecü'n-Nakd fi Ulûmi'l-Hadîs, Dımaşk 1392/1972, s. 382.
[231] Gölcük, Toprak, a.g.e., s. 78; Aydın, a.g.e., s. 92.
[232] Madde, 1733.
[233] Madde, 1735; Osman Öztürk, Osmanlı Hukuk Tarihinde Mecelle, İstanbul 1973, s. 407; Nuri Topaloğlu, Şamil İslam Ansiklopedisi: 4/403.
[234] İbn Kesir, Tefsirü'l-Kur'ani'l-azim, VII, 350 el-Hucurât, 40/6. ayetin tefsiri.
[235] Ahmed Özalp, Şamil İslam Ansiklopedisi: 2/250.
[236] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/497.
[237] Talat Koçyiğit, Mücteba Uğur, İ. Hakkı Ünal, İmam-Hatib Liseleri İçin Hadis Usulü, 12. sınıf: 72.