Bu Blog içinde Ara

5 Nisan 2021 Pazartesi

KAİDELER USULLER

 BİR  İŞTEN MAKSAT NE İSE HÜKÜM ONA GÖREDİR.

Yani   bir    üzerine terettüb edecek hüküm, o işten maksat  ne  ise  ona  göre olur.Bu  kaide;  "ameller  ancak  niyetlere  göre  değerlendirilir"  hadîsi  esas   alınarak   ortaya konmuştur. Kaidede  geçen   "maksat" sözcüğü,  kalbin  yapmaya  veya  yapmamaya  yöneldiği  şey  demek olup  iş,  fiil  ve  sözü  kapsar.  Bir şey hem helâllik, hem haramlık vasfını taşıyorsa bunlar­dan hangisi kasdedilerek işlenmişse ona göre hüküm alır. Yerde bu­lunan bir eşyayı, sahibini bulup vermek için almak helâldir. Kendi­ne maletmek için almak haramdır. Dünya  ile  ilgili  işler  failin  kasdma  göre  değerlendirildiği  gibi dinî  konularda  da  niyet  önemlidir.  Meselâ  nikâh  sünnettir.  Fakat bir kimse bunu  kadına  zarar vermek  amacıyla  yaparsa  haramdır.

AKİDLER İTİBAR MAKSAD VE MANAYADIR; ELFAZ VE MEBÂNİYE DEĞİLDİR:

Yapılan bir akidde kasdedilen mana başka, lâfız da başka olur­sa, itibar manayadır. Sözleşmelerde  önemli  olan,  sözler  ve  yazılışı  değil,  sözleşmeyi  yapan  kişilerin  kastıdır.  Hüküm  bu  kasta  göre  şekillenir.  Maksatlar  akitlerin  temelini  oluşturur,  sözler  ise  maksatlara  delâlet  ettiği için  muteber  sayılmıştır.

YAKÎN (KESİNLİK İFADE  EDEN  ŞEY) ŞÜPHE İLE ZAİL OLMAZ:

"Şekk"    (şüphe),  bir  şeyin  varlığına  veya  yokluğuna  eşit  de ­ recede  kâni  olmaktır.  "Yakîn"  ise,  bir  şeyin  varlık  vey a  yokluğun­ dan  birine,  bir  delil  sebebiyle  aklın  kesin  olarak  veya  zann-ı  galiple karar vermesidir.  Yakîn  asıl ve  kuvvetli,  şekk  ise  arızî ve  zayıftır. Aklın  bir   şeyin   varlık   veya   yokluğundan   birini   tercih   etmesine "zan",  aksine  yani  tercih  etmediği  bilgiye  d e  "vehim"  denir.  Akıl, tercih  edilen  tarafın  karşıtı  olan  vehmi  atarsa  bun a  "zann-ı  gâlib" denir ki,  "yakîn"  derecesindedir.

Abdestli   olan   bir   kişi,   abdestinin   bozulup   bozulmadığında şüpheye  düşse,  abdestinin  bozulduğuna  dâir  kesin  bir  bilgi  olmadıkça  bu  şüpheye  itibar  edilmez,  bu  abdestle  kıldığı  namazlar  sa hih kabul  edilir.

Bir Şeyin Bulunduğu Hal Üzere Kalması Asıldır:

Bir şey bulunduğu, tesbit edildiği zamanda ne hal üzere ise, ak­sine bir delil sabit olmadıkça o hal üzere kalması, değişikliğe uğra­maması asıldır; ona göre hüküm verilir. Bilindiği gibi, eşya zamanla değişir, değişikliğe uğrayabilir. Her değişmeyi bir hadis meydana getirir. Fakat bir şeyin bulunduğu hal üzere kalması muhakkak, değişime uğraması ise muhtemeldir. Bu bakımdan muhakkak olan hal, muhtemel olan hale nazaran önde gelir. Evin bir kısmı satıldıktan sonra, biri o kısma Şerîk (ortak) olduğunu iddîa ederek şuf'a talebinde bulunur, müşteri de elinde sa­tın aldığı kısım hakkındaki bu iddiayı inkâr ve red ederse, müşteri­nin sözü asıl olarak kabul olunur; şüf'a iddiası ise ancak delil ve hüc­cet ile sübut bulur. Çünkü burada asıl olan satılan kısmında başka­sının şüf’a'dar olmasıdır ve böylece o, bulunduğu hal üzere kalır.

- BERAAT-İ ZİMMET ASILDIR:

Suç sonradan işlenir. İnsan önce suçlu değildir; sonra bir sebeb ve fiilden dolayı suçlu olabilir. Hırsızlık suçu iddiasiyle hâkimin huzuruna çıkarılan kimse hakkında ilk düşünülen husus, hırsız olmamasıdır. Hırsız olduğu beyyine ile isbat edilmedikçe suçsuz olduğu kanaatına varılarak ser­best bırakılır. Çünkü beraat-i zimmet asıldır.

BİR KONUDA AYET VE HADIS VAR İSE İCTİHADA MESAĞ YOKTUR:

Hakkında  nass  buluna n  bir meselede  içtihad  yapılamaz;  şer'î hükü m  nass  ile kesinleştiği  takdirde,  onu n  için  ayrıca  içtihada  ihtiyaç  olamaz.  Çünkü  içtihad,  zan ifade  ettiği  için  onunla  elde  edilen  hükümde  zannî  olur.  Nassla  sabit  olan  hüküm  ise,  içtihadın aksine  kesinlik  ifade  eder.  Dolayısıyla  kesinlik  ifade  ede n  bir şey, zannî  olan  şey için terk  edilemez.

- MEŞAKKAT KOLAYLIĞI CELBEDER:

Güçlük kolaylığa, sıkıntı genişliğe yol açar: Darlık vaktinde ge­nişlik gösterilmek gerekir. İslâm  dininde  kolaylık  önemli  bir prensiptir.  Zorluk  ve  sıkıntı söz  konus u   olduğunda,   konunu n   çözümü   için  kolaylık   yönüne gidilir  ve  insanların  hayatının  kolaylaştırılması  esas  alınır.  Sözgelimi  açlıktan  ölüm  tehlikesi  yaşayan  birinin  yasak  olan  ölü  ve  domuz  etini  yiyebilmesi  ve  sonrada n  tazmin  etmek  üzere  başkasına ait  bir  malı  izinsiz  alıp  kullanabilmesi,  b u  kolaylık  prensibinin  insan  hayatına  yansıyan  sonuçlarıdır.  Ancak  bir  konud a  kolaylığa gidilmesi,  o konu  ile ilgili nasslarla  çatışmaya da  yol  açmamalıdır.

Kaidede  sözü  edilen  meşakkat,  şer'î yükümlülüklerin  özünde bulunan  zoduklar değildir.  Yani  cihattaki  zorluk,  hadlerin  ve  kısasın  suçlulara,  canilere  ve  bozgunculara  uygulanmasındaki  acı  ve zorluklar  kolaylığa  ve  hafifletmeye  konu  edilemez.

- ZARAR VE MUKABELE-İ BİZZARAR YOKTUR:

Zarar  vermek  ve  zarara  zararla  karşılık  vermek  yoktur.   Haksızlığa uğramak,  başkasına  haksızlık  yapmanın  mazereti  olamaz. Zulmün  kaldırılması,  bütün  ilâhî  dinlerin  özellikle  İslâm  dininin  öncelikli  hedefleri  arasında  olmuştur. Hz. Peygamber (a.s.) "İslâm'da, zarar ve mukabele-i bizzarar yoktur" buyurmuştur, yâni kişi kardeşine ne başlangıçta za­rar verir, ne de onun zararına karşılık bir zarar verir...

- ZARURETLER MAHZURLU ŞEYLERİ MÜBAH KILAR..

"Zaruret";   yasak   olan  şeyin   işlenmesini  caiz  kılan özürdür. "Mubah" ise;  kanun  koyucunun  katında  yapılıp   yapılmamasının eşit  olduğu  şeydir.  Ancak  bu  maddede  sözü  edilen  mubahlık, sorumlu  olmama  konusunda,  mubah  muamelesinin  geçerli  olacağı anlamında  kullanılmıştır. İslâmda zaruretler tahdit edilmiştir.. Haramla karşı karşıya ge­len kimse bu tahdit çerçevesine giriyorsa, onu ihtiyaç nisbetinde kul­lanabilir; aksi halde caiz değildir. Kıtlık yıllarında ölmüş bir hayvanın etinden başka yiyecek birşey bulunmaz da adam açlıktan ölmek tehlikesiyle karşı karşıya kalırsa, ölmeyecek kadar o etten yiyebilir. Bunun gibi susuzluktan ölüm tehlikesiyle karşılaşırsa, ölmeyecek kadar şarap içebilir. Silâh tehdidiyle, ölüm tehdidiyle küfre, zorlanan kimse, kal­ben mü'min olduğu halde elfaz-i küfürden birini söyleyebilir.

- ZARURETLER KENDİ MİKTARINCA TAKDİR OLUNUR:

Zorda  kalmanın,  çaresizliğin  sebep  olduğu  zarar  içinde  bulunulan  zorunluluk  ve  çaresizlikle  orantılı  olmalıdır. Avret   mahalline   bakılması dinen   haramdır. Ancak gerek sünnet  gerekse tıbbî  bir  tedavi  ihtiyacı  bir  zarurettir  ve  sünnetçi veya  doktor  konumunda  olan  kişinin  kullanacağı  ruhsat,işini  gereği  gibi  yapabileceği  bir  alanla  sınırlıdır.  Bu  dini  bir  hükümdür. Ancak,  doktorun  böyle  bir  ruhsatı  kullanırken,  işi  taciz  boyutuna vardırması  ve  bunuda  mağdurun  bir  şekilde  ispatlaması  halinde durum   hukukî   bir  boyut   kazanır   ve   cezaî  müeyyide   uygulama imkânı  doğar.

- BİR ÖZÜR İÇİN CAİZ OLAN ŞEY, O ÖZRÜN ZEVÂLİYLE BÂTIL OLUR,  (HÜKÜMSÜZ KALIR).

Bir  özür  sebebiyle  izin  verilen  uygulamaya  o  özrün  kalkma­ sıyla  son  verilir.  İstisnaî şartların  doğurduğu  hükümler de  istisnaîdir  ve  o  hükümlerin  devamlılığı,  söz konus u  istisnaî şartların  devamın a  bağlıdır. Abdest  almak  için su  bulamama  veya  suyu  kullanamama  durumunda  olan  bir  kimseye  teyemmümle  namaz  kılma  ruhsatı  verilmiştir.  Su  bulduğunda  veya  suyu  kullanabilecek  duruma  geldiğinde  teyemmüm de  bâtıl  olmuş  olur. Vücudundaki bir hastalıktan dolayı su kullanamayan kim­se, bu özründen dolaya teyemmüm eder.. Ama mevcud hastalığın gi­derilmesiyle özür kalkmış olacağından artık su ile abdest alınır; te­yemmüm edilmez.

Bunun gibi suyu kullanmaya sıhhati müsaid olmakla beraber su bulamıyan kimse bu özründen dolayı teyemmüm eder. Su bulunun­ca da teyemmüm hükümsüz kalır.

- MÂNİ ZAİL OLDUKTA MEBNÛ' AVDET EDER:

Engel  kalkınca,  engellenen  geri gelir. İnsan  için  özgüriük  ve  kendi  malında  istediği  gibi  tasarrufta bulunabilmesi  aslî  bir  haktır.  Ancak  kişi,  çocukluk  veya  bunaklık gibi elinde  olmayan ,  y a  d a  saçıp  savurm a  veya  bir suç  işleme gibi elinde  olan  sebeplerle  hürriyetini  kullanma  ve  malında   tasarrufta bulunabilme  konusund a  kısıtlanabilir.  Kısıtlamaya  sebe p  olan en­ geller kalkınca,  aslî  haklarına  d a  kavuşmuş  olur.  İki kız kardeşi bir kişi nikâhı altında bulunduramaz. Ama biri ödlümü öbürünü alabilir. Çünkü mani zail olmuştur.

- ZARAR-I ÂMMI DEFİ' İÇİN ZARAR-I HASS İHTİYAR OLUNUR:

Özel  zarar  genel  zarara  tercih  edilir. Umuma zarar veren bir şey -şahsın zararına da olsa- gidermek lâzımdır. Birinin evinin balkonu veya duvarı umuma ait yolu daraltıyor, gelip geçenlere zarar veriyorsa, onu yıkıp kaldırmak –şahsın zararına da olsa- vâcibdir. Hukukta   asıl  olan  çoğunluğun   yararının  gözetilmesidir.   Bir zarar söz konusu   olduğunda da, çoğunluğun   zarar   görmemesi esas  alınır.  Meselâ,  bir  mahallede  yangın  çıkhğı  zaman,  yangının yayılmasını  önlemek  için  yetkililerin  izniyle  sahibinin  rızası  olmadan  bazı  evlerin  yıkılmasına  izin verilir ve  bunların  tazmin  edilmesine de  lüzum  görülmez.

 Fesadı gerektiren iki şey gelip çatıştığında, zararı az olan dik­kate alınarak en hafifi sayılarak alınır..

Meselâ birbirine eşit iki be­lâ ile karşıkarşıya gelen kimse bu ikisinden dilediğini seçip kabulle­nir. Eşit olmadığı takdirde ise en hafif olanını alır. Başında yara bulunan kimse bu vaziyette secde edecek olur­sa, yarası akıntı yapıp tehlike arzederde, baş işaretiyle secdeleri yerine getirir; fakat Namazı terketmez. Çünkü secdeyi terketmek na­mazı terketmekten daha hafiftir. Nitekim hayvan üzerinde işaretle secde edilir; ama abdestsiz namaz kılınmaz.

- İKİ ŞERDEN EHVEN OLANI İHTİYAR OLUNUR:

Zarar ve şerri gerekti­ren iki hâdise birden gelip çatarsa en kolay ve zararı az olan tercih edilir. İslâm  hukukunda,  müellefe-i  kulûba  zekât  verilmesinin  altında  yatan  gerekçe  de  aynıdır.  Özellikle  İslâm  dinine  düşma n  olan kimselere, düşmanlıklarını  azaltmayı   hedefleyen  bu  tür  bir  mâlî yardım,  doğru  ve  mantıklı  gözükmeyebilir.  Ancak  böyle  kişilerin İslâm  toplumun a  verecekleri  büyük  çaplı  zarariar  dikkate  alındı­ ğında,  bu  zararları  engellemek  için,  gerektiğinde  onlara  yapılacak mâlî yardımın  daha  az bir zarar  olduğu  şüphesizdir.

- DEF’İ MEFÂSİD, CELB-İ MENFAATTEN EVLÂDIR..

Bir şeyde hem zarar, hem ve fayda birleşecek olursa, o fayda için mevcud zarar irtikab edilmez. Bu bakımdan zararı def etmek evlâ olur. Çünkü şeriatın menhiyati gidermede gösterdiği hassasiyet ve itina, meşru' şeylere karşı gösterilmemiştir. Meskun bir mahalde  orada  oturanlann  huzur  ve  rahaünı  bozacak  bir  işyeri yapılamaz.  Meselâ,  komşunun  evini  sarsacak  olan değirmen,  kokusuyla  ve  dumanıyla   çevreyi  rahatsız  edecek  lokanta  inşa  edilmesine,  yine  kokusu  ve  pisliğiyle  komşulara eziyet  verecek  şekilde  tuvalet  veya  çöplük  yapılmasına  izin  verilemez. Böyle  durumlarda  meskun mahalde   oturanların  zarar   görmemesi  esas  alınır.  Gerek  sonradan  gelip,  sözü  edilen  işyerierini açmak   isteyenlerin,   gerekse  o mahalde bulunup çevreye   zarar vermekle  sonuçlanacak  işler  yapanların,  menfaatleri  dikkate  alınmaz.  Bazen  menfaatin  zarardan daha  büyük olduğu  durumlarda olabilir. Bu takdirde olayın  menfaat  yönü  gözetilerek  zarar  yönü dikkate alınmaz.  Meselâ, yalan  söylemek  kötü ve zararli bir  şeydir. Ancak  birbiriyle  dargın  ya da  düşman  olan  kişilerin  aralarını  düzeltmek  için,  başkalarına  zarar  vermeyecek  bir  şekilde  yalan  söylenebilir.

- ZARAR İMKÂN NİSBETÎNDE GİDERİLİR:

Meydana  gelen  bir  zararın  tamamıyla  telâfi  edilmesi  her  zaman  mümkün  olmayabilir.  Böyle  durumlarda  zararın  telâfisi  için imkânların  elverdiği kadarıyla  yetinilir. Hz. Peygamber (a.s.) "Müslümanlara karşı kılıç çeken kim­senin kanı helâl olur." buyurmuştur. Çünkü o kimse tuğyan edip müecâviz hale gelmiş olduğundan bu zararı ancak vücudunu ortadan kaldırmakla gidermek ve ikinci bir kimsenin böyle bir tuğyana teyessül etmemesini sağlamaktır. Meselâ,  ada m öldürmede  kısas  cezasının  şartları  gerçekleşmiş  ise  b u  ceza  uygulanır.  Ancak velilerden   bir  kısmı  katilin  kısas  cezasını   affederse, ceza  diyete   dönüşür .

- ALINMASI YASAK (HARAM) OLAN ŞEYİN VERİLMESİ DE YASAKTIR:

Bir şeyin alınması haram kılınmışsa, o takdirde verilmesi de ha­ramdır. İslâm  hukukuna  göre  alınması  ve  kullanılması  yasak  olan  bir şeyin  başkasına  teklif  edilmesi  veya  verilmesi  de  yasaktır.  Çünkü yasak  olan  bir şeyin  teklif  edilmesi,  karşı  tarafı  o fiili işlemeye  teşvik  etmek  demektir ki bu da,  hem  dinen  hem de  hukuken  yanlış bir  davranıştır. Rüşvet bunu almak haramdır; o halde vermek de haram­dır. Riba (bunu almak haramdır; o halde vermek de haramdır.  Falcılık, büyücülük  gibi dinin yasakladığı  işleri yaparak  bir  gelir  elde  etmek de  yasaktır. Dolayısıyla  bunları  meslek  edinenlere  b u  işlerinden  dolayı  ücret  vermekde  yasaktır.

- İŞLENMESİ YASAK OLAN ŞEYİN İSTENMEDİ  DE YA­SAKTIR.

Yalan yere şahitlik yapmak,  zulmetmek, başkasının malını gaspetmek  veya  çalmak  gibi fiillerin  yapılması  hara m  olduğu  gibi, söz  konusu  şeylerin  meydana getirilmesini  başkasından  istemek ve  o  kişi  vasıtasıyla  meydana  getirtmek  de  haramdır.  Hülasa,  bir kimsenin  bizzat yasak  olan  bir şeyi yapması  nasıl  haramsa ,  başkasına yaptırması  da  haramdır. Yalan  yere  yemin  etmek  yasak  olduğu  gibi,  başkasından  bunun  istenmesi de  doğru  değildir. 

- MAZARRAT MENFAAT KARŞILIĞINDADIR:

Bir  şeyin  zararının  karşılanması,  ondan  elde  edilen   menfaat sebebiyledir.   Diğer  bir  deyişle,  külfet  nimete  göredir.  Yani bir şeyin menfaatine nail olan kimse, o şeyin mazarratına da katlanır. Müşterek bir arabanın sağladığı menfaat ortaklara ait oldu­ğu gibi arabanın bu tamirine sarfedilen de yine onlara aittir.