﴾1﴿ Münafıklar sana geldiklerinde,
"Tanıklık ederiz ki sen gerçekten Allah’ın elçisisin" derler. Senin
hiç kuşkusuz kendi elçisi olduğunu Allah elbette biliyor; ama Allah tanıklık
eder ki münafıklar (inandık derken) kesinlikle yalan söylemektedirler.
﴾2﴿ Onlar yeminlerini kalkan edinip
Allah yolundan yan çizmişlerdir. Onların yaptıkları ne kadar çirkin!
﴾3﴿ Şöyle ki, onlar sözde inandılar ama
gerçekte inkâr ettiler; bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir; artık anlayıp
kavrayamazlar.
﴾4﴿ Onlara şöyle bir baktığında dış
görünüşleri sana iyi bir izlenim verir; konuşurlarsa sözlerine kulak verirsin.
Ama onlar sanki bir yere dayanmış kütükler gibidir (böyle güvendeymiş gibi
görünürler). Ama her gürültüyü de kendilerine yönelik sanırlar. Asıl düşman
onlardır, onlardan korun! Allah kahretsin onları! Nasıl da haktan yüz
çeviriyorlar!
﴾5﴿ Onlara "Gelin, Allah’ın resulü
sizin için bağışlama dilesin" dendiğinde başlarını çevirirler ve büyüklük
taslayarak uzaklaştıklarını görürsün.
﴾6﴿ Bağışlanmaları için Allah’a dua
etmişsin veya etmemişsin onlar için birdir. Allah onları asla
bağışlamayacaktır. Şüphesiz Allah günaha saplananları doğruya eriştirmez.
﴾7﴿ Onlar, "Resûlullah’ın
yanındakilere geçimlik bir şeyler vermeyin ki etrafından dağılıp
gitsinler" diyenlerdir. Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah’ındır; ama
münafıklar anlamıyorlar!
﴾8﴿ Şöyle diyorlar: "Hele Medine’ye
dönelim, o zaman güçlü olan zayıf olanı oradan çıkaracak!" Halbuki asıl
güç ve izzet Allah’ındır, resulünündür, müminlerindir; fakat münafıklar bunu
bilmezler!
﴾9﴿ Ey iman edenler! Mallarınız da
çocuklarınız da sizi Allah’ı anmaktan alıkoymasın. Bunu yapanlar mutlaka
hüsrana uğramışlardır.
﴾10﴿ Her birinize ölüm gelip,
"Rabbim! Ne olur bana azıcık daha süre tanısan da gönüllü yardımlarda bulunsam
ve iyi kişilerden olsam!" diye yalvarmadan önce size verdiğimiz
rızıklardan başkaları için de harcayın.
﴾11﴿ Allah, eceli gelince hiç kimsenin
ölümünü ertelemez. Allah yapıp ettiklerinizden tamamen haberdardır.
Çok zor bir konu olan münafıklığı ele alan, Kuran’daki en kapsamlı bölüm
muhtemelen burası. Bu sureyle ilgili öğrenilebilecek birçok etkileyici şey var
bu kısa surenin vahyinin arkasındaki ilginç kıssayı paylaşmak istiyorum.
Bu sure, Peygamber’in (sav) Mekke’den çoktan hicret edip ayrıldıktan sonra
Medine’deki hayatıyla ilgili. Peygamber’in Medine’ye gelmesinin üzerinden
birkaç yıl geçmiş, yaklaşık 5 yıl.
O zamanki siyasi durumla ilgili bir şeyleri anlayalım. Peygamber (sav) ve
Müslümanlar, onları yurtlarından çıkaran ve iki kere öldürmeye bile teşebbüs
eden Mekkelilerle savaştılar. Bedr’de karşılaştılar ve oldukça başarılıydı.
Aslında ezici bir üstünlükle başarılı olmuşlardı. Ve daha sonra tekrar Uhud
Savaşı’nda karşılaştılar ama bu o kadar da iyi gitmedi.
Aslında bu ikinci savaş olan Uhud’da, Peygamber’in (sav) önde gelen 70
kadar sahabesi şehit edildi. Olan şu aslında, şehit edildiklerinde ve iyice
moralleri bozulduğunda…
Çünkü Kuran bile söylüyor: (Al-i
İmran 153) “Siz dağa çıkarak uzaklaşıyordunuz -çünkü biliyorsunuz,
Müslümanlar geri çekilmek durumunda kalmıştı- ve dönüp hiç kimseye
bakmıyordunuz. Allah’ın Rasul’ü arkada kalmıştı, sizi arkanızdan çağırıyordu.
Üzerinize facia üstüne facia isabet etti.” Yani Uhud Savaşı bayağı moral
bozucuydu. bölgede, Müslümanlar’ın büyük bir mağlubiyet yaşadığına dair
söylentiler yayılıyor. Şimdi bunun sonucu olarak… Arabistan’ın eski Arap
kabileleri hakkında bir şeyler bilmeniz gerekiyor.
Bilindiği gibi, paralarını ticaret yaparak kazanıyorlardı. Ama para
kazanmanın en kolay yollarından bir tanesi, başka zayıf bir kabileyi soymak ya
da yağmalamaktı.
Müslümanlar’ın büyük bir darbe aldığı, kısmen savunmasız oldukları,
durumlarının o kadar da iyi olmadığı ve daha yeni hasar aldıklarıyla ilgili
söylentiler yayılınca; belki bizim de onlara saldırmamız için uygun bir
vakittir ve biz de biraz gelir sağlayabiliriz (diye düşündüler).
Beni Mustalik adındaki bir kabilede, ‘belki onlar da Müslüman’lara
saldırmalılar’ diye bir fikir oluştu. Peygamber (sav) bunun haberini alır ve
onlar ordularını hazırlayıp Müslümanlar’a doğru gelirken, onların saldırısından
önce hareket etmeye karar verir.
Peygamber (sav), Müslüman ordularını gönderir ve kendisi de katılır.
Böylece giderler. Ve bu yolculukta birkaç münafık görevi sabote etmeye
çalıştılar ama her şey inanılmaz bir şekilde iyi gitti.
Yani Müslümanlar yenmekle kalmayıp yüzlerce esir aldılar. Ve kabile
liderinin kızı da esir alınmıştı. O esir alınınca Peygamber (sav) ne yapmaya
karar veriyor? Aslında onu onurlandırmaya karar veriyor. O, İslam’ı kabul
ediyor ve Peygamber sav onunla evleniyor.
Evlendiklerinde, Peygamber sav ona çeyiz veriyor. Ve bu çeyiz, bütün savaş
esirlerini serbest bırakmak. Böylece bütün savaş esirleri serbest bırakılıyor.
Bu insanlar geri gidip ortaya çıkıyorlar.
Aileleri ağlıyordu. “Bu insanları savaşta kaybettik, Allah bilir onlara
nasıl davranıyorlardır.” Ve o insanlar kutlamayla geri dönüyorlar.
Düşman tarafından olsa bile böyle davranılması kabileyi çok mutlu ediyor.
Hiç beklemiyorlardı. Bütün kabile İslam’ı kabul ediyor. bu Beni Mustalik’le
alakalıydı.
Şimdi Müslümanlar, başarılı olsa da yine de çok yorucu olan bu seferden
geri dönüyorlar. Kuyu olan bir yerde duruyorlar.
Müslüman ordusu iki tip askerden oluşuyor. Mekke’den hicret eden
insanlardan -Muhacirler, göçmenler-
ve muhacirlere yardım eden, Medine’de onlara güvenli bir sığınak sağlayan ve
onları destekleyen insanlardan -Ensar,
yardımcılar- oluşuyor.
Yani göçmenler ve yardımcılar. Muhacirler
ve Ensar. Bu kamptalar ve sadece bir tane kuyu var. Suyu, erzakları ve
diğer şeyleri almak için uzun kuyruklar olduğunu tahmin edebilirsiniz.
Muhacirlerden biri, ismi Cahcah. Ömer’in (ra) kölesi. Yani kendisi sadece
göçmen değil, aynı zamanda bir göçmenin kölesi.
Kuyuda Ensardan başka biriyle birlikte sıradaydı. O kişi aslında Ensarın
liderlerinden biriydi. Medine’deki en büyük kabile olan Hazreç’in 9 farklı
lideri vardı ve bu kişi de onlardan biriydi. Yani bayağı yüksek bir konumu
vardı.
Bizim anlayabileceğimiz bir şekilde düşünürsek, bir köle, uşak ya da hademe
bile diyebilirsiniz; başka bir şehirden bir yöneticiyle yan yana aynı sırada
duruyor. Ve bir çeşit hararetli tartışmaya giriyorlar.
Olay kızışıyor ve bu ikisi kuyuda birbirleriyle kavga etmeye başlıyorlar.
Ve Cahcah -köle- yöneticiyi tekmeliyor. Bu durum, Ensardan olan kişinin çok
zoruna gidiyor. Sonra ne yapıyor? Destek çağırıyor. Ensarı çağırıyor. “Ensar,
yardımıma gelin!” diye sesleniyor.
Yani Medineli insanları çağırıyor. Müslüman bir ordu bu ama o, özellikle
Ensar’ı çağırıyor. Yani, “Ensar buraya gelin, bana yardım edin!” diyor. Böylece
büyük bir grup Ensar ona doğru toplanmaya başlıyor.
Öte yandan Cahcah da, “Öyle mi! Muhacirler, siz de benim yardımıma gelin!”
diyor. Göçmenleri, Mekkeli insanları yani Muhacirleri çağırıyor.
Yani demek istedikleri şey şuydu aslında: “Medineliler, Mekke’den biri
tarafından saldırıya uğradım.” Diğeri de diyor ki, “Mekkeliler, Medine’den biri
tarafından saldırıya uğradım.” Yani böylece, Mekkeli ve Medineli Müslümanlar
bir araya toplanıyorlar ve olay çekişmeye, anlaşmazlığa dönüşüyor.
Peygamber (sav) bundan haberdar oluyor. Bunu duyuyor. Ve bunu duyduğunda
çok üzülüyor. Resûlullah (s.a.s.) bunu işitince, onları
yatıştırdı. Yaptığı tesirli konuşmada bu nevi tefrika çıkarıcı söz ve
faaliyetlerden hoşnut olmadığını ve bunun câhiliye âdeti olduğunu belirtti.
Şimdi geri dönüp düşünürseniz, her iki taraf da ne dedi?
Kullandıkları kelimeler; Muhacirler
-göçmenler- ve Ensar’dı -yardımcılar-. Bunlar aslında Kur’an’da geçen
kelimeler. Bu iki grubun yaptığı inanılmaz katkıların Allah tarafından
tanındığı asil, onurlu kelimeler bunlar. Bu insanlar evlerini, sahip oldukları
şeyleri, bazı durumlarda ailelerini, hayatta bildikleri her şeyi İslam’ı kabul
ettikleri için geride bıraktılar. Bunlar göç edenler.
Bu insanlar, (Haşr 9) Medineliler, diğerlerini kendilerine tercih ederler.
Kapılarını açarlar Ve onlardan önce yurt edinmiş olup kalplerinde iman
yerleşmiş olanlar, kendilerine hicret edenleri severler. Ve onlara
verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymazlar. Sürekli olarak
Peygamber’in (sav) ve Müslümanların hizmetinde bulunurlar. Bu da onların
katkıları.
Peygamber (sav), bunun câhiliye âdeti olduğunu belirtti.
Ve bu ders şu: dine, İslam’a hizmet
ediyor olsanız bile ve bunu yapıyorsunuz ve yaptığınız katkılar ya göç ettiniz
ya da yardımcı oldunuz. Ya da bizim katkılarımız; eğitim alanında olabilir. Din
hakkındaki farkındalığı artırmak olabilir. İnsani yardım olabilir.
Mescid ya da okul ya da başka herhangi bir şey kurmak olabilir. Her ne tür
İslami iş yapıyorsanız yapın, genellikle yaptığımız şeyler bir çeşit etiketin
altında oluyor.
Bir çeşit organizasyon etiketi, grup etiketi. Bir yerde bir gençlik grubu
var. Bir yerde Müslüman Öğrenciler Topluluğu var. Yani bunların hepsi
etiketler.
Ama bu etiketler -ki bunların normalde güzel şeyler olması gerekiyor-, eğer
bu etiketler zıtlık çıkarmak için kullanılırsa ya da insanlar kendilerini
öncelikli olarak bu etiketlerin altında tanımlarlarsa ve başka bir etiketin
altında, başka bir şekilde katkıda bulunanlardan kendilerini belirgin bir
biçimde farklı görüyorlarsa;
işte o zaman o aynı kelime -Ensar ya da Muhacir bile olsa- cahiliye adetine
dönüşüyor.
İslam’ın yolunda hizmet eden insanlar için çok korkutucu bir şey bu,
Peygamber’in (sav) uyardığı bu durumun içine düşmemek.
Yani Peygamber (sav) bu durumdan
aşırı rahatsız oldu.
Biri Mekke’den biri Medine’den olan sadece iki adam kuyuda tartışıyordu. Ve
iki insanın kavgası, iki toplumun kavgasına dönüştü. Kavgalar hiçbir zaman 100
insana karşı 100 insan şeklinde değiller. Tartışmalar, anlaşmazlıklar,
kavgalar, bu tip şeyler çoğu zaman iki kişi arasında gerçekleşiyor. Daha sonra
insanlar ilk önce birinin sonra diğerinin arkasına toplanıyorlar ve bir taraf
seçmeniz gerekiyor. Böylece bu tip bir kargaşa oluşuyor. Biz ortamı
yatıştırmalıyız.
İlk olarak, sorun Muhacir ve Ensar grupları arasında değildi. Sorun sadece
bu iki insan arasındaydı.
İlk problem Muhacir ve Ensar arasındaydı. Mekkeliler ve Medineliler. Bir
yıl bile değil, aylar geçiyor; Medine’nin içinde, Medine’nin bir kabilesiyle
-Evs- Medine’nin başka bir kabilesi -Hazreç- arasında bir tartışma çıkıyor.
Müslümanlar, Medine’nin içinde bile gerginlikler yaşıyorlardı. Ne demek
istiyorum? İlk olarak başka bir grupla tartışıyorsunuz çok sonra değil ki aynı
grubun içinde bölünmeler başlıyor. Bir grup kendi içinde bölünüyor.
O gruplar kendi içlerinde bölünüyorlar. Sonra o gruplar kendi içlerinde bir
daha bölünüyorlar. Dışarıda bir yerde başlıyor ve gittikçe kötüleşiyor bu
durum.
Bu aslında, Allah’ın bir ümmet üzerindeki cezalarından biri olarak kabul
ediliyor.
Allah’ın, inanan toplumlar üzerindeki cezalarından biri, onları gruplara
bölmesi. Anlaşamadılar ve birbirlerinden nefret ettiler ve böylece gruplaşmaya
devam ettiler.
Allah, bu ümmeti o duruma düşmekten korusun. Ve bu duruma düşenlerimiz için
Allah düzelmemize ve tek gerçek kimliğimizin bir ümmet olduğumuz ve Allah’ın
huzurunda Müslüman olduğumuzun farkına varmamıza ve bundan gurur duymamıza
yardım etsin.
Haberleri duyan tek Peygamber (sav) değildi. Abdullah ibn Ubey denilen bir
adam da duydu.
Bu kişinin kim olduğunu birçoğunuz bilmiyor olabilir. O yüzden size biraz
anlatayım kim olduğunu. Medine’de iki kabile vardı: Evs ve Hazreç. Hazreç’in
altında 9 kesim ve Evs’in altında sadece 3 kesim vardı diyebilirsiniz.
Yani 9 kesimin yöneticileri vardı ve Evs’in 3 tane yöneticisi vardı. Hepsi
birlikte, Medine’de toplam 12 yönetici var. Açıkça görülüyor ki, çoğunluk
Hazreç. O kesimlerden en büyüğü onun kontrolündeydi.
Yani Hazreç’in içindeki en büyük kesimin başındaydı. Bu yüzden Peygamber
(sav) hicret etmeden, İslam’dan önce, bir bakıma herkes tarafından Medine’nin
lideri kabul ediliyordu.
Öyle ki, Medine’yi krallığa dönüştürmeye karar vermişlerdi. Ve onu da kral
olarak taçlandıracaklardı. Böylece açılış töreni hazırlanıyordu. Taç
hazırlanmıştı. Taht hazırlanmıştı. Kutlamalar konuşuluyordu.
Tam bu arada – bu adam seçimi çoktan kazandı, sadece tören yapılmasını
bekliyor ve herkes tarafından kabul edilen kral olarak göreve gelecek.
Peygamber (sav) Medine’ye hicret etmeye karar veriyor. O hicret edince, neredeyse
bütün şehir liderlik pozisyonunun Peygamber’in kendisinin ellerinde olması
gerektiğine karar veriyor. Peygamber, oy birliğiyle yönetici pozisyonuna
geçiyor.
Yani 5 yıl önce İslam’ın gelmesinden dolayı bu adamın bütün siyasi
istekleri gözlerinin önünde yok oldu.
O zamandan beri İslam’dan nefret ediyordu. Ama İslam’a direkt karşı
çıkamayacağını biliyordu bu yüzden diğerlerinin arasına katıldı. Peygamber’(sav)
e yakın olmak için İslam’ı kabul etti. Hani derler ya; arkadaşlarını yakın tut
ama düşmanlarını daha da yakın tut. İşte o da bunu yaptı.
Yani daha sonra açığa kavuşan şüpheli sebeplerden dolayı İslam’ı kabul
etti. Kendi oğlu bile bunun farkına vardı. Oğlu aslında samimi inananlardandı.
Abdullah ibn Ubey’in oğlu Abdullah.
Her neyse, yani bu adam ele geçirdiği her fırsatta Müslümanlara zarar
vermeye çalıştı. Şimdi bu seferdeydiler ve geri dönüyorlardı. Muhacirlerin ve
Ensar’ın arasında bir tartışma olduğunu Abdullah ibn Ubey de duyuyor.
Bunu daha da ilerletmek, ateşi körüklemek için bulunmaz bir fırsat olarak
görüyor. Kıvılcımı çoktan gördü. En iyisi ateşe dönüştürelim. Böylece, yakın
arkadaşlarını çağırıyor ve toplayabildiği kadar çok Ensar’dan -Medineliler-
insanlar topluyor. Kendi kampında onlara bir konuşma yapıyor.
Bunu Peygamber’in önünde değil ayrı olarak yapıyor. Şöyle şeyler söylüyor:
“Bu insanlar şehrimizin her tarafına yayıldılar, aşırı kalabalıklar. Onları
biz besliyoruz. İhtiyaçlarını biz karşılıyoruz. Onlara biz barınma sağlıyoruz.
Bunu kendi üzerinize siz getirdiniz Medineliler! Burada işleyen bir sistemimiz
vardı. Bakın ne getirdiniz kendi üstünüze! İlk olarak, bu göçmen krizini
getirdiniz. Bu insanlar bizim üzerimizden geçiniyorlar. Bizim üzerimizden
besleniyorlar.”
Tanıdık geliyor mu? “Bizim ekonomi mizden
geçimlerini sağlıyorlar. Biz kendimiz zor geçiniyoruz ve bunun üstüne bir de bu
insanlar çıktı başımıza. Şimdi bize karşı suç işlemeye bile cüret ediyorlar.
Bakın bize nasıl davrandı. Bu insanlar hiçbir şekilde ahlaklı değiller.”
Söylediği şeyler bana neyi hatırlatıyor biliyor musunuz?
Çok eski bir Arap söylemini hatırlatıyor. Köpeğine yemek ver, şişmanlat. Sonra dönüp seni ısırsın, seni yesin.
Yani Mekke’den göç eden Muhacirlere esasında köpekler diyor.
Ve devam ediyor: “Ne yapmamız gerekiyor biliyor musunuz? İki şey yapmamız gerekiyor.
İlk olarak, onlara yardım etmeyi
kesmemiz lazım. Bu insanlara bağış vermeyi kestiğimiz zaman ortadan
kaybolmalarını izleyin. Burada olmalarının tek sebebi, bizim mâli desteğimize
ihtiyaç duymaları. Bunları hak ettiklerini düşünüyorlar ve onlara bu yardımı
yapmayı kesmemiz lazım.
Onlara bu tür bir yardım yapmayı bıraktığımızda, kendiliğinden
kaybolacaklar. Bırakın başka bir yere gitsinler. Başkasının kanını emsinler.”
Konuşmasında ifade ettiği fikir buydu yani aslen. İlk fikir buydu. “Onlara
vermeyi kesin (Munafikun 7) “Allah’ın Rasul’üne yakın olanlara bir şey
vermeyin.”
Bu kelimeleri özellikle kullanmıştı. Neden biliyor musunuz? Çünkü
Peygamber’e (sav) yakın olan insanlar hep Mekke’dendi. Ömer, Ebubekir (ra)
gibi. Yakınlaşmak gibi bir fırsatı yoktu.
Çünkü Peygamber’e (sav) en yakın olan insanlar en çok fedakarlığı yapmış
olanlar. Yani Peygamber’e (sav) yakın olanlara karşı kin güdüyor bu adam.
Her neyse, yani diyor ki, “Dağılıp gidene kadar onlara vermeyi kesin.” Ve
devam edip diyor ki, “Dağılıp gitmezlerse, eğer Medine’ye dönersek, üstün olan
-yani biz- aşağılık olanı oradan çıkaracaktır. Yapacağımız şey bu.” Düşmanlığı
ateşleyen, toplumu kışkırtmayı amaçlayan bu korkunç konuşmayı yapıyor.
Adam bu konuşmayı yapıyor ve toplulukta bir çocuk var. Zeyd ibn Arkam adında bir çocuk. Bu çocuk adamın söylediği her şeyi
duydu. Kendisi Hazreç’ten. Kampın öbür tarafındaki amcasının yanına koştu.
Amcasına, “Abdullah ibn Ubey bunları bunları dedi.” diye söyledi. Amcası,
Ömer’in (ra) ve Peygamber’in (sav) yanına geldi.
Birlikte oturuyorlardı. Ve dedi ki, “Abdullah ibn Ubey bunları söylüyor. Ne
yapalım?” Ömer’in (ra) anında tepkisi şuydu: “Bir adam tanıyorum. Şuan
gönderebilirim ve onu anında alabilirler!”
Bazılarınız, hemen öldürülmesini önermesinden rahatsız olmuş olabilir. Ama
bu aslında askeri disiplinle alakalı bir mesele ve birçok açıdan evrensel de.
Ordu askeri bir sefere çıktığında, karmaşaya yol açmaya ve ordunun
saflarını bozmaya çalışan her kim olursa olsun vatan hainliği yapmış sayılır
-ölüm cezasına layıktır.
Çünkü hâla seferdeyken kuvvetleri sabote edemezsiniz. Bu barış zamanı
değil. Yüksek güvenlik önemlerinin alındığı bir zaman. Ama Peygamber
(sav) bu öneriyi hemen reddetti.
Ve dedi ki: “Bu nasıl olabilir Ömer? İnsanlar, Muhammed ashabını öldürüyor
diyecekler. Muhammed ashabını öldürüyor.”
Eğer tarihi araştırırsanız göreceksiniz ki, Abdullah ibn Ubey, çoktan
şiddetli bir biçimde cezalandırılmayı hatta öldürülmeyi hak edecek çok daha
fazla şeyler yaptı.
Bundan çok daha fazla vatan hainliği, casusluk, sabotaj gibi davranışlarda
çoktan bulundu. Ama Peygamber (sav) onu öldürmeyi reddetti. Hani
Bazı insanlar diyor ya; İslam’da, bir Müslüman dinden ayrılırsa ya da
Peygamber’e hakaret ederse ya da saldırırsa, öldürülmeliler. Abdullah ibn
Ubey’in hayatını araştırın. Kuran’a, Peygamber’e (sav) devamlı olarak ne kadar
hakaret etti ama yine de Peygamber (sav) bir şey yapmayı kabul etmedi. Kabul
etmedi. Ve böyle yaparak çok derin anlamlı bir örnek bıraktı.
Münafıkların böyle cezalandırıl mamaları gerektiği örneğini bıraktı. Çünkü
o, öyle yapsaydı, ne olurdu biliyor musunuz? Biz, insanlara münafık demekte çok hızlıyız ve olgun değiliz. Ve
öyle yaparsak, Peygamber’in mirasını alıp onu tahrip edip değiştirerek derdik
ki, “Şimdi bu insanları öldürebiliriz.”
Bu, kaos yaratırdı ve ümmette hiçbir medeniyet olmazdı. Çünkü çarpık
fikirli ve başkasına münafık demeye istekli olan herkes, onları öldürmeye bile
hazırlıklı olurdu.
Hayır! Hayır! Hayır! Bu sevgili Peygamber’imizin (sav) örneği ve mirası
değil. Peygamber (sav) “En azından bu durumla başa çıkmamız lazım.
Benim bildiğimden Abdullah ibn Ubey’in haberi olması gerekiyor.” diyor. Ve
onu içeri çağırıyor ve Abdullah ibn Ubey ve arkadaşları hiçbir şey
demediklerine dair Allah’a yemin ediyorlar.
Öyle bir şey asla demeyiz biz. Sen Allah’ın elçisisin. Yemin ederiz.
Şehadet ettik. Müslümanız biz. Başka bir Müslümanı nasıl böyle suçlayabilirsin?
Öyle bir şey asla yapmayız biz.” Yemin ediyorlar, olayı döndürüp Peygamber’e
(sav) konuşma yapıyorlar. Ve Peygamber (sav) bir şey demiyor. Aslını
zaten biliyor ama yine de bir şey demiyor ve gitmelerine izin veriyor.
Bu kıssanın başka bir yönü daha var. Çocuğun kendisi, Zeyd, tarafından
söylenen bir yönü. Hatırlıyor musunuz? O gitti amcasına söyledi ve amcası da
gidip Peygamber’e (sav) ve Ömer’e (ra) söyledi. Zeyd kampın dışındaydı. Küçük 9
yaşında bir çocuk olayı anlattı.
Şimdi o bize anlatıyor, “Amcama dedim ki, Abdullah ibn Ubey şöyle dedi:
“Allah’ın Rasul’üne yakın olanlara bir şey vermeyin ki dağılıp gitsinler.” Ve
şunu da dedi: “Eğer biz şehre dönersek, üstün olan aşağılık olanı oradan
mutlaka çıkaracaktır.” Amcama bunları söyledim.
Peygamber (sav) Abdullah ibn Ubey’i çağırdı. Çocuk odanın, çadırın içinde
değildi. Dışardaydı. İçerde ne olup bittiğinden haberi yok.
Bildiği tek şey şu: Abdullah ibn Ubey -şikayet ettiği kişi- içeri girdi,
bir açıklama yaptı ve sağ sağlim dışarı çıktı. Sonra şöyle düşündü: “Peygamber
ona inanmış olmalı ve bana inanmadı.” Ve bunlar aynen onun sözleri. “Peygamber
onun doğruyu söylediğini ve benim yalan söylediğimi düşündü.”
Şimdi, biz başka bir kaynaktan biliyoruz ki, odanın içinde olan şey tamamen
farklıydı. Peygamber (sav) aslında ona inanmıştı. Ömer (ra) bunun için onu
cezalandırmayı bile düşündü. Neden cezalandırmadıkları farklı bir olay.
Ama çocuğun bakış açısından, “Başı derde bile girmedi. Onu şikayet ettim
ama yine de başı derde girmedi.” Hani çocuklar nasıl birini şikayet eder. “Ah,
Peygamber bana inanmadı bile!” Sonra devam edip diyor ki, “Daha önce hiç
yaşamadığım bir üzüntü çöktü üstüme. Ve evime gittim ve evimde öyle oturdum.”
Şimdi bu çocuk çok aşırı üzgün. Ondan sonra bu sure vahyoldu.
Bunların hepsinden sonra bu sure vahyoldu. 11 ayet. Kısa bir sure. Medine
münafıklarının önderleri olan Abdullah b. Übeyy, Mugis b. Kays, Ced b. Kays ve
arkadaşları iri yapılı, yakışıklı, giyim ve kuşamlarına itina gösteren, düzgün
konuşan, dilleri ve dış görünüşleri alımlı kimseler idiler. “Ya Rasûlallah”
diye söze başladıkça Peygamberimiz (s.a.s.) de sözlerini dinlerdi. Bu sebeple
ayette şöyle buyrulur: “Onları gördüğünde cisimleri hoşuna gider. Dıştan
bakınca giyimleri kuşamları, şıklıkları, irilikleri, güzellikleri, bedenlerinin
süsü ve manzarası sana hoş gelir. İmreneceğin tutar. Konuştuklarında ise
konuşmalarını dinlersin. Dillerinin fesahati, sözlerinin akıcılığı, tatlılığı,
konuşmaya olan merak ve yatkınlıkları sebebiyle güzel laf ederler. Sözlerini
dinletirler. Fakat onlar, kendilerine söz söylendiği zaman resmî bir tavırla ve
dıştan ağır başlı bir vaziyette dinler gibi sessizce dururlar, ancak
kulaklarına söz girmez. Zira onlar elbise giydirilip duvara dayandırılmış
keresteler, tahtalar, direkler gibidirler.”
“Riyakâr insanların hâli süslü bir konağa benzer. Öyle bir konak ki,
dışından baktığın zaman göz kamaştıracak kadar güzel ve çekici, fakat içi harap
ve virandır.”
“Hakiki güzelin yalnız çehresi değil, huyu ve ahlâkı da güzel olmalı ki,
kusursuz ve makbul addedilsin. Yoksa yalnız yüz güzelliği olduktan sonra,
kilise duvarlarında da bir çok güzel insan resimleri var; fakat bunlar neye
yarar ki?”
Âyette münafıklar iman, hayır ve güzellik namına ne varsa hepsinden uzak
birer kalıp oldukları için duvara dayandırılmış kerestelere benzetilir. Ayrıca
kendisinden faydalanılan kereste ya tavanda ya duvarın içinde veya fayda
mülahaza olunan bir başka yerde bulunur. Kendisinden faydalanılmayan kereste
ise duvara dayandırılır ve öyle bekler. Münafıkların da faydasız kimseler
olduğunu bildirmek üzere onları, duvara dayandırılmış, boş bekleyen, ne kendine
ne de kimseye faydası olmayan kerestelere benzetmiştir.
Bu teşbihle ilgili bir başka izah da şöyledir: Duvara yaslandırılmış
kerestenin iki ucu vardır; birisi bir tarafa, diğeri diğer tarafa doğrudur.
Münafıklar da böyledir. Onun da iki ucu vardır. İç ucu kâfirlere doğru, dış ucu
ise müslümanlara doğrudur.
Dolayısıyla münafıkların “duvara dayandırılmış keresteler”e benzetilmeleri,
onların İslâm’a ve Peygamberimize karşı ruhsuzluklarını, donukluklarını,
duygusuzluklarını, şuursuzluklarını ve iki yüzlülüklerini net bir tablo halinde
sunmaktadır.
Diğer taraftan onların sürekli dinleme, endişeli ve sarsıntılı bir bekleyiş
halleri tasvir edilir: “Onlar, her gürültüyü aleyhlerinde sanırlar.” (Münafıkûn
63/4)
Üzerinde titredikleri mevzu, Allah’ın ve Rasûlü’nün emrini dinlemek değil,
mallarının ve canlarının emniyetidir. Bu bakımdan oldukça hassas, hareketli ve
duygulu, aynı zamanda da oldukça korkulu bir manzara arz etmektedirler. Çünkü
münafık olduklarını, ince bir perdeyle yüzlerini kapadıklarını, bir yemin ve
döneklikle iç yüzlerini gizlediklerini bizzat kendileri bilmektedir. Bu
durumlarının ifşa olunup müslümanlar tarafından bilinmesinden, böylece can ve mal
emniyetlerini kaybedip insanların yanında rezil olmaktan korkmaktadırlar. O
bakımdan duydukları her sözü, her tıkırtıyı aleyhlerinde sanıyorlar. Yalan
söylemeye de alışık olduklarından lehlerinde söyleneni bile yalan kabul ederek
hep aleyhlerinde mâna çıkarıyorlar. İşte bu tip kimseler, Allah’ın kahrına
layık düşmanlardır; onlardan sakınmak gerekir.
Çünkü onların tevbe edip yakalandıkları bu hastalıktan kurtulmaya niyetleri
bile yoktur:
5. Onlara: “Gelin, Rasûlullah günahlarınız için Allah’tan bağışlanma
dilesin” dendiğinde “olmaz” mânasında başlarını çevirirler; sen onların
kibirlene kibirlene dâvet edildikleri şeyden uzaklaştıklarını görürsün.
6. Onlar için bağışlanma dilesen de dilemesen de onlar için birdir. Allah
onları kesinlikle bağışlamayacaktır. Çünkü Allah, büsbütün yoldan çıkmış bir
toplumu asla doğru yola erdirmez.
7. Onlar: “Rasûlullah’ın yanında bulunan fakir müslümanlara bir şey
vermeyin ki, dağılıp gitsinler!” diye propaganda yapıyorlar. Oysa göklerin ve
yerin hazîneleri Allah’ındır, fakat münafıklar bunu anlayamıyor.
8. Kalkmış bir de: “Hele Medine’ye bir dönelim, göreceksiniz izzetli ve
şerefli olanlar zelîl ve alçak olanları oradan mutlaka çıkaracak!” diyorlar.
Halbuki asıl güç, izzet ve şeref Allah’a aittir, Rasûlü’ne aittir ve mü’minlere
aittir; fakat münafıklar bunu bilmiyor.
Peygamber (sav) bu vahyi alıyor ve ne yapıyor? Bu arada, Peygamber’in (sav)
kendisi, Zeyd’in üzgün olduğunu ya da kendisine inanılmadığını düşündüğünü
bilmiyor.
Ama Zeyd’i çağırıyor. Zeyd geliyor ve Peygamber, “Allah senin doğru
olduğunu ispatladı.” diyor.
Kur’an okunduğu zaman, bütün Müslümanlara okunuyor. Herkes duyuyor. Ama
Peygamber (sav), o genç çocuğu çağırıp kendi şahsi alanına alıp bütün Munafikun
Suresi’ni ona okudu.
Ve sonra çocuğun kalbini teselli etti. Sonra da ona, “Allah senin doğru
olduğunu ispatladı.” dedi. Sanki Peygamber’in kendisi, bu surenin temel
amaçlarından birinin; bu çocuğun duygularını korumak, mutluluğunu temin etmek
ve onun üzüntüsünü dindirmek olduğunu doğruluyor.
SubhanAllah. Bu sure, münafıklıkla ilgili ve öyle de zaten. Ama aynı
zamanda nasıl da çocuklarla ilgilenmek ve onların duygularını görmezden
gelmemekle de ilgili.
Allah (azze ve celle) bile yapmadı bunu. Askeri bir seferin ortasında olan,
bu sureyi bütün ordunun en uzak köşesine bile ulaştırması ve okuması gereken
Peygamber (sav) bile vakit ayırıp çocuğu özellikle çağırıp Kur’an’ı ona okuyor.
Peygamberimizden (sav) ne kadar güzel bir miras bu. Ve bu fevkalade surenin
arkasında ne kadar da güzel, derin anlamlı bir kıssa. Münafıklık çok karmaşık
bir konu. Biz bunu fazla basite alıyoruz. Münafıklar, dilleriyle inandıklarını
söyleyip kalpleriyle inkâr eden kimselerdir. Bunlar ikiyüzlüdürler. Gerçekte
iman etmedikleri halde öyle görünmeye çalışırlar. Bu sebeple onlar aynı zamanda
gösteriş yapmaktadırlar. Onlar bu yalancılık ve ikiyüzlülüğü Resûlullah
(s.a.s.)’e de yapıyorlardı. Gerçekte inanmadıkları halde “sen mutlaka Allah’ın
peygamberisin” diye yemin ediyorlardı. Cenâb-ı Hak bu âyetlerde onların
kesinlikle yalan söylediklerini haber vermektedir. Çünkü onlar yeminlerini
kalkan edinip, o şekilde kendilerini mü’minlerden gelecek tehlikelere karşı
koruma altına alarak, gizliden gizliye Allah yolundan yan çiziyor, başkalarını
da o yoldan uzaklaştırıyorlardı. Bu yüzden kalpleri mühürlenmiş ve gerçeği
anlamayacak hale gelmişlerdi.
Onları daha iyi tanımak istersen, nazarlarını şu özellikleri üzerine teksif
edebilirsin: Münafikun 4. Onlara şöyle bir baktığın zaman kalıpları ve
kıyâfetleri hoşuna gider. Öyle bir ton ve üslupla konuşurlar ki,
konuştuklarında sözlerine kulak verirsin. Onlar elbise giydirilip duvara
dayanmış kereste gibidir. Her gürültüyü aleyhlerinde sanırlar. Asıl düşman
onlardır; onlardan sakın. Allah kahretsin onları! Nasıl da doğru yolu bırakıp
bâtıl dâvalar peşinde koşturuluyorlar?Ve yapabileceğimiz en kötü şeylerden bir
tanesi, birine münafik demek.
Yapabileceğiniz en kötü şeylerden biri! Kur’an hiçbir zaman bunu yapmadı.
Kur’an, ‘münafik olanlar’ demiyor. Konuşmaları ve davranışları birbiriyle
çelişen, gerçekten inanmayan, Kur’an’ın vahyinden yakınan münafıklara direkt
olarak hitap ettiği zaman bile, ‘inandıklarını iddia edenler’ kelimelerini
kullanıyor.
Allah’ın kendisi, onları ifşa etmemeyi tercih etti. Peygamber onları ifşa
etmedi.
Bu, bizim Peygamber’imiz (sav) tarafından bırakılan miras. İnsanları
dışardan gördüğümüz şekilde yargılayıp üzerlerine etiket yapıştırmıyoruz. Neden
yargılamayalım peki? Yargılama dürtüsü o kadar güçlü ki!
Çünkü Allah kendisi diyor, “Kalplerinde bir hastalık var.” diye. Kalplerin
içinde yatan bir hastalık ancak Allah tarafından görülebilir. Bizim
tarafımızdan görülemez. Sure devam ediyor:
9. Ey iman edenler, mallarınız ve çocuklarınız Allah’ı anmaktan sizi
alıkoymasın. Böyle yapanlar, en büyük zarara uğrayanların tâ kendisidir.
İnsanı Allah’ı zikirden alıkoyan mânilerin başında mallar ve evlatlar
gelir. Onlarla meşguliyet insanı gaflete düşürür ve zikirden engeller. Bu
sebeple Yüce Rabbimiz bu hususta dikkatli davranmamızı istemektedir.
Nitekim, “Kadınlara, oğullara, yüklerle altın ve gümüş yığınlarına, iyi
cins salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere olan düşkünlük isteği
insanlara câzip gösterildi” (Âl-i İmran 3/14)
buyrularak mal ve evladın insan için câzibesine;
“İyi bilin ki, mallarınız ve evlatlarınız sizin için ancak birer imtihan
sebebidir…” (Enfâl 8/28) buyrularak
bunların imtihan vesilesi kılındığına dikkat çekilir.
Resûlullah (s.a.s.) de: ‘‘Dünya tatlı, göz kamaştırıcı ve çekicidir. Allah
onu sizin kullanmanıza verecek ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyaya
aldanmaktan sakının…’’ (Tirmizî, Deavât 9) buyurarak dünyanın çarpıcılığına
aldanmaktan sakındırır.
Şunu belirtmek gerekir ki, mü’minlerden istenen, evlat ve aileleriyle
ilgilenmemek; ticâretle, malla mülkle, kazanç sağlayıcı işlerle meşgul olmamak
değil, hayatın tabii akışı içerisinde ve insanın doğasının bir gereği olarak
zaten gösterilmekte olan bu ilgi ve mesuliyetin, hayatın gerçek anlamını unutturacak
ve Allah’a kul olma bilincini yitirmeye yol açacak bir sapmaya neden
olmamasıdır.
“Zikrullâh”; Allah’ı zikretmek,
anmak, O’nu hatırda tutmaktır. Burada kastedilen ise Allah Teâlâ’yı, O’nun
isimlerini, sıfatlarını, emir ve yasaklarını, sevab ve azabını hatırlatan ve
rızâsına vesile olan farz ve nafile ibâdetler; ezcümle namaz, oruç, zekât, hac,
cihad, Kur’ân tilâveti, va’z ü nasihat, tehlil: lâilâhe illallah, tesbih:
sübhânellah ve tahmid: elhamdülillah gibi Allah’a yakınlaşmak için yapılan ve
daima Allah’ı hatırlatıp O’nun rızâsı için yerine getirilen amellerin her
biridir.
Abdullah b. Büsr (r.a.)’den rivayete göre bir adam Resûlullah (s.a.s.)’e
hitâben: “-Yâ Rasûlallah! İslâmiyetin
emirleri çoğaldı. Bana sıkı sıkıya yapışacağım bir şey söyle” dedi. O da: ‘’Dilin hep Allah’ı zikretsin!’’ (Müslim,
Zikir 99) buyurarak Allah’ı anmanın
önemine dikkat çekmiştir.
Âyet-i kerîme büyük bir ikaz ve
tehditle son bulmakta; mal ve evlat ile uğraşacağım diye Allah’ı zikirden
gaflet edenlerin en büyük bir zarara uğrayacaklarını haber vermektedir. Çünkü
bunlar, dünyayı âhirete tercih etmekle çok zarar edecek, neticede ebedi hayatın
izzet ve şerefinden mahrum kalacaklardır. Mal ve evlat, dünya ve hayat bitecek,
Allah yanında onlara zillet ve hüsrandan başka bir şey kalmayacaktır. Şu âyet-i
kerîme bu gerçeği ne güzel beyân eder:
“Mal ve oğullar dünya hayatının zînetidir. Asıl kalıcı olan sâlih ameller
ise Rabbinin katında hem mükâfat bakımından daha hayırlı, hem de ümit bağlamaya
daha layıktır.” (Kehf 18/46)
Öyleyse:
10. Sizden birine ölüm gelip de: “Rabbim! Ne olurdu ecelimi biraz daha
erteleseydin de sadaka verip iyi kullardan olsaydım!” diye yalvarmadan önce
size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcayın.
11. İyi bilin ki Allah, eceli geldiğinde hiç kimsenin ölümünü bir an geri
bırakmaz. Allah, bütün yaptıklarınızdan hakkiyle haberdardır.
İnsan ne yapacaksa ölüm gelip çatmadan yapmalıdır. Çünkü ölümle kazanma
fırsatı sona ermekte, imtihan süresi bitmekte ve artık hesap faslı
başlamaktadır. Ayrıca ecel geldiği zaman, kul istese de, bir an bile onun
ertelenmesi mümkün değildir. O halde, ölüm sonrası pişman olup “keşke sadaka
verip iyi kullardan olsaydım” demektense, hayatta iken ve fırsat varken sahip
olduğumuz her türlü imkândan Allah yolunda infak etmek, elbette daha faydalı
olacaktır.
Bu bakımdan Resûlullah (s.a.s.), herkesi îkaz sadedinde: “–Ölüp de
pişmanlık duymayacak hiçbir kimse yoktur” buyurmuştu. “–O pişmanlık nedir yâ
Resûlallah?” diye sorulduğunda da: “–
Ölen, iyilik ve ihsan sahibi sâlih bir kişi ise, bu iyi hâlini daha fazla
artıramamış olduğuna; şâyet kötü bir kişi ise, kötülükten vazgeçerek hâlini
düzeltmediğine pişman olacaktır” cevâbını verdiler. (Tirmizî, Zühd 59/2403)
Görüldüğü üzere Münafıkûn sûresi, Allah Teâlâ’nın kulların bütün
yaptıklarından haberdar olduğunu bildirerek sona ermektedir. Dolayısıyla
Allah, kendisini anmaktan gafil olmayıp iyilik yollarında mallarını
harcayanları bilir, mükâfatlarını verir. Buna mukâbil Allah’ı unutup dünyaya
dalanların da yaptıklarını bilir, onlara da cezalarını verir. Ancak bütün bu
sonuçlar ancak kâr ve zarar günü olan demek olan “tegâbün günü” belli
olacaktır. Onun için bu sûreyi Tegâbün sûresi takip edecektir:
Allah (azze ve celle) her birimizi münafıklıktan korusun. Ve münafıklıkla
ilgili endişelendiğimiz zaman, bizleri sadece gerçekten kendileri için
endişlenen ve başkalarını yargılamayanlardan yapsın. Allah (azze ve celle) bu
güzel kitabı için bizlere artan bir sevgi ve takdir duygusu versin.
Amin