Bu Blog içinde Ara

5 Nisan 2021 Pazartesi

MÜNAFIKUN SURESİ TEFSİRİ

 ﴾1﴿ Münafıklar sana geldiklerinde, "Tanıklık ederiz ki sen gerçekten Allah’ın elçisisin" derler. Senin hiç kuşkusuz kendi elçisi olduğunu Allah elbette biliyor; ama Allah tanıklık eder ki münafıklar (inandık derken) kesinlikle yalan söylemektedirler. 

﴾2﴿ Onlar yeminlerini kalkan edinip Allah yolundan yan çizmişlerdir. Onların yaptıkları ne kadar çirkin!

 

﴾3﴿ Şöyle ki, onlar sözde inandılar ama gerçekte inkâr ettiler; bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir; artık anlayıp kavrayamazlar.

 

﴾4﴿ Onlara şöyle bir baktığında dış görünüşleri sana iyi bir izlenim verir; konuşurlarsa sözlerine kulak verirsin. Ama onlar sanki bir yere dayanmış kütükler gibidir (böyle güvendeymiş gibi görünürler). Ama her gürültüyü de kendilerine yönelik sanırlar. Asıl düşman onlardır, onlardan korun! Allah kahretsin onları! Nasıl da haktan yüz çeviriyorlar!

 

﴾5﴿ Onlara "Gelin, Allah’ın resulü sizin için bağışlama dilesin" dendiğinde başlarını çevirirler ve büyüklük taslayarak uzaklaştıklarını görürsün.

 

﴾6﴿ Bağışlanmaları için Allah’a dua etmişsin veya etmemişsin onlar için birdir. Allah onları asla bağışlamayacaktır. Şüphesiz Allah günaha saplananları doğruya eriştirmez.

 

﴾7﴿ Onlar, "Resûlullah’ın yanındakilere geçimlik bir şeyler vermeyin ki etrafından dağılıp gitsinler" diyenlerdir. Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah’ındır; ama münafıklar anlamıyorlar!

 

﴾8﴿ Şöyle diyorlar: "Hele Medine’ye dönelim, o zaman güçlü olan zayıf olanı oradan çıkaracak!" Halbuki asıl güç ve izzet Allah’ındır, resulünündür, müminlerindir; fakat münafıklar bunu bilmezler!

 

﴾9﴿ Ey iman edenler! Mallarınız da çocuklarınız da sizi Allah’ı anmaktan alıkoymasın. Bunu yapanlar mutlaka hüsrana uğramışlardır.

 

﴾10﴿ Her birinize ölüm gelip, "Rabbim! Ne olur bana azıcık daha süre tanısan da gönüllü yardımlarda bulunsam ve iyi kişilerden olsam!" diye yalvarmadan önce size verdiğimiz rızıklardan başkaları için de harcayın.

 

﴾11﴿ Allah, eceli gelince hiç kimsenin ölümünü ertelemez. Allah yapıp ettiklerinizden tamamen haberdardır.

 

Çok zor bir konu olan münafıklığı ele alan, Kuran’daki en kapsamlı bölüm muhtemelen burası. Bu sureyle ilgili öğrenilebilecek birçok etkileyici şey var bu kısa surenin vahyinin arkasındaki ilginç kıssayı paylaşmak istiyorum.

Bu sure, Peygamber’in (sav) Mekke’den çoktan hicret edip ayrıldıktan sonra Medine’deki hayatıyla ilgili. Peygamber’in Medine’ye gelmesinin üzerinden birkaç yıl geçmiş, yaklaşık 5 yıl.

O zamanki siyasi durumla ilgili bir şeyleri anlayalım. Peygamber (sav) ve Müslümanlar, onları yurtlarından çıkaran ve iki kere öldürmeye bile teşebbüs eden Mekkelilerle savaştılar. Bedr’de karşılaştılar ve oldukça başarılıydı.

Aslında ezici bir üstünlükle başarılı olmuşlardı. Ve daha sonra tekrar Uhud Savaşı’nda karşılaştılar ama bu o kadar da iyi gitmedi.

Aslında bu ikinci savaş olan Uhud’da, Peygamber’in (sav) önde gelen 70 kadar sahabesi şehit edildi. Olan şu aslında, şehit edildiklerinde ve iyice moralleri bozulduğunda…

Çünkü Kuran bile söylüyor: (Al-i İmran 153) “Siz dağa çıkarak uzaklaşıyordunuz -çünkü biliyorsunuz, Müslümanlar geri çekilmek durumunda kalmıştı- ve dönüp hiç kimseye bakmıyordunuz. Allah’ın Rasul’ü arkada kalmıştı, sizi arkanızdan çağırıyordu.

Üzerinize facia üstüne facia isabet etti.” Yani Uhud Savaşı bayağı moral bozucuydu. bölgede, Müslümanlar’ın büyük bir mağlubiyet yaşadığına dair söylentiler yayılıyor. Şimdi bunun sonucu olarak… Arabistan’ın eski Arap kabileleri hakkında bir şeyler bilmeniz gerekiyor.

Bilindiği gibi, paralarını ticaret yaparak kazanıyorlardı. Ama para kazanmanın en kolay yollarından bir tanesi, başka zayıf bir kabileyi soymak ya da yağmalamaktı.

Müslümanlar’ın büyük bir darbe aldığı, kısmen savunmasız oldukları, durumlarının o kadar da iyi olmadığı ve daha yeni hasar aldıklarıyla ilgili söylentiler yayılınca; belki bizim de onlara saldırmamız için uygun bir vakittir ve biz de biraz gelir sağlayabiliriz (diye düşündüler).

Beni Mustalik adındaki bir kabilede, ‘belki onlar da Müslüman’lara saldırmalılar’ diye bir fikir oluştu. Peygamber (sav) bunun haberini alır ve onlar ordularını hazırlayıp Müslümanlar’a doğru gelirken, onların saldırısından önce hareket etmeye karar verir.

Peygamber (sav), Müslüman ordularını gönderir ve kendisi de katılır. Böylece giderler. Ve bu yolculukta birkaç münafık görevi sabote etmeye çalıştılar ama her şey inanılmaz bir şekilde iyi gitti.

Yani Müslümanlar yenmekle kalmayıp yüzlerce esir aldılar. Ve kabile liderinin kızı da esir alınmıştı. O esir alınınca Peygamber (sav) ne yapmaya karar veriyor? Aslında onu onurlandırmaya karar veriyor. O, İslam’ı kabul ediyor ve Peygamber sav onunla evleniyor.

Evlendiklerinde, Peygamber sav ona çeyiz veriyor. Ve bu çeyiz, bütün savaş esirlerini serbest bırakmak. Böylece bütün savaş esirleri serbest bırakılıyor. Bu insanlar geri gidip ortaya çıkıyorlar.

Aileleri ağlıyordu. “Bu insanları savaşta kaybettik, Allah bilir onlara nasıl davranıyorlardır.” Ve o insanlar kutlamayla geri dönüyorlar.

Düşman tarafından olsa bile böyle davranılması kabileyi çok mutlu ediyor. Hiç beklemiyorlardı. Bütün kabile İslam’ı kabul ediyor. bu Beni Mustalik’le alakalıydı.

Şimdi Müslümanlar, başarılı olsa da yine de çok yorucu olan bu seferden geri dönüyorlar. Kuyu olan bir yerde duruyorlar.

Müslüman ordusu iki tip askerden oluşuyor. Mekke’den hicret eden insanlardan -Muhacirler, göçmenler- ve muhacirlere yardım eden, Medine’de onlara güvenli bir sığınak sağlayan ve onları destekleyen insanlardan -Ensar, yardımcılar- oluşuyor.

Yani göçmenler ve yardımcılar. Muhacirler ve Ensar. Bu kamptalar ve sadece bir tane kuyu var. Suyu, erzakları ve diğer şeyleri almak için uzun kuyruklar olduğunu tahmin edebilirsiniz.

Muhacirlerden biri, ismi Cahcah. Ömer’in (ra) kölesi. Yani kendisi sadece göçmen değil, aynı zamanda bir göçmenin kölesi.

Kuyuda Ensardan başka biriyle birlikte sıradaydı. O kişi aslında Ensarın liderlerinden biriydi. Medine’deki en büyük kabile olan Hazreç’in 9 farklı lideri vardı ve bu kişi de onlardan biriydi. Yani bayağı yüksek bir konumu vardı.

Bizim anlayabileceğimiz bir şekilde düşünürsek, bir köle, uşak ya da hademe bile diyebilirsiniz; başka bir şehirden bir yöneticiyle yan yana aynı sırada duruyor. Ve bir çeşit hararetli tartışmaya giriyorlar.

Olay kızışıyor ve bu ikisi kuyuda birbirleriyle kavga etmeye başlıyorlar. Ve Cahcah -köle- yöneticiyi tekmeliyor. Bu durum, Ensardan olan kişinin çok zoruna gidiyor. Sonra ne yapıyor? Destek çağırıyor. Ensarı çağırıyor. “Ensar, yardımıma gelin!” diye sesleniyor.

Yani Medineli insanları çağırıyor. Müslüman bir ordu bu ama o, özellikle Ensar’ı çağırıyor. Yani, “Ensar buraya gelin, bana yardım edin!” diyor. Böylece büyük bir grup Ensar ona doğru toplanmaya başlıyor.

Öte yandan Cahcah da, “Öyle mi! Muhacirler, siz de benim yardımıma gelin!” diyor. Göçmenleri, Mekkeli insanları yani Muhacirleri çağırıyor.

Yani demek istedikleri şey şuydu aslında: “Medineliler, Mekke’den biri tarafından saldırıya uğradım.” Diğeri de diyor ki, “Mekkeliler, Medine’den biri tarafından saldırıya uğradım.” Yani böylece, Mekkeli ve Medineli Müslümanlar bir araya toplanıyorlar ve olay çekişmeye, anlaşmazlığa dönüşüyor.

Peygamber (sav) bundan haberdar oluyor. Bunu duyuyor. Ve bunu duyduğunda çok üzülüyor. Resûlullah (s.a.s.) bunu işitince, onları yatıştırdı. Yaptığı tesirli konuşmada bu nevi tefrika çıkarıcı söz ve faaliyetlerden hoşnut olmadığını ve bunun câhiliye âdeti olduğunu belirtti.

Şimdi geri dönüp düşünürseniz, her iki taraf da ne dedi?

Kullandıkları kelimeler; Muhacirler -göçmenler- ve Ensar’dı -yardımcılar-. Bunlar aslında Kur’an’da geçen kelimeler. Bu iki grubun yaptığı inanılmaz katkıların Allah tarafından tanındığı asil, onurlu kelimeler bunlar. Bu insanlar evlerini, sahip oldukları şeyleri, bazı durumlarda ailelerini, hayatta bildikleri her şeyi İslam’ı kabul ettikleri için geride bıraktılar. Bunlar göç edenler.

Bu insanlar, (Haşr 9) Medineliler, diğerlerini kendilerine tercih ederler. Kapılarını açarlar Ve onlardan önce yurt edinmiş olup kalplerinde iman yerleşmiş olanlar, kendilerine hicret edenleri severler. Ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymazlar. Sürekli olarak Peygamber’in (sav) ve Müslümanların hizmetinde bulunurlar. Bu da onların katkıları.

Peygamber (sav), bunun câhiliye âdeti olduğunu belirtti.

Ve bu ders şu: dine, İslam’a hizmet ediyor olsanız bile ve bunu yapıyorsunuz ve yaptığınız katkılar ya göç ettiniz ya da yardımcı oldunuz. Ya da bizim katkılarımız; eğitim alanında olabilir. Din hakkındaki farkındalığı artırmak olabilir. İnsani yardım olabilir.

Mescid ya da okul ya da başka herhangi bir şey kurmak olabilir. Her ne tür İslami iş yapıyorsanız yapın, genellikle yaptığımız şeyler bir çeşit etiketin altında oluyor.

Bir çeşit organizasyon etiketi, grup etiketi. Bir yerde bir gençlik grubu var. Bir yerde Müslüman Öğrenciler Topluluğu var. Yani bunların hepsi etiketler.

Ama bu etiketler -ki bunların normalde güzel şeyler olması gerekiyor-, eğer bu etiketler zıtlık çıkarmak için kullanılırsa ya da insanlar kendilerini öncelikli olarak bu etiketlerin altında tanımlarlarsa ve başka bir etiketin altında, başka bir şekilde katkıda bulunanlardan kendilerini belirgin bir biçimde farklı görüyorlarsa;

işte o zaman o aynı kelime -Ensar ya da Muhacir bile olsa- cahiliye adetine dönüşüyor.

İslam’ın yolunda hizmet eden insanlar için çok korkutucu bir şey bu, Peygamber’in (sav) uyardığı bu durumun içine düşmemek.

Yani Peygamber (sav)  bu durumdan aşırı rahatsız oldu.

Biri Mekke’den biri Medine’den olan sadece iki adam kuyuda tartışıyordu. Ve iki insanın kavgası, iki toplumun kavgasına dönüştü. Kavgalar hiçbir zaman 100 insana karşı 100 insan şeklinde değiller. Tartışmalar, anlaşmazlıklar, kavgalar, bu tip şeyler çoğu zaman iki kişi arasında gerçekleşiyor. Daha sonra insanlar ilk önce birinin sonra diğerinin arkasına toplanıyorlar ve bir taraf seçmeniz gerekiyor. Böylece bu tip bir kargaşa oluşuyor. Biz ortamı yatıştırmalıyız.

İlk olarak, sorun Muhacir ve Ensar grupları arasında değildi. Sorun sadece bu iki insan arasındaydı.

İlk problem Muhacir ve Ensar arasındaydı. Mekkeliler ve Medineliler. Bir yıl bile değil, aylar geçiyor; Medine’nin içinde, Medine’nin bir kabilesiyle -Evs- Medine’nin başka bir kabilesi -Hazreç- arasında bir tartışma çıkıyor.

Müslümanlar, Medine’nin içinde bile gerginlikler yaşıyorlardı. Ne demek istiyorum? İlk olarak başka bir grupla tartışıyorsunuz çok sonra değil ki aynı grubun içinde bölünmeler başlıyor. Bir grup kendi içinde bölünüyor.

O gruplar kendi içlerinde bölünüyorlar. Sonra o gruplar kendi içlerinde bir daha bölünüyorlar. Dışarıda bir yerde başlıyor ve gittikçe kötüleşiyor bu durum.

Bu aslında, Allah’ın bir ümmet üzerindeki cezalarından biri olarak kabul ediliyor.

Allah’ın, inanan toplumlar üzerindeki cezalarından biri, onları gruplara bölmesi. Anlaşamadılar ve birbirlerinden nefret ettiler ve böylece gruplaşmaya devam ettiler.

Allah, bu ümmeti o duruma düşmekten korusun. Ve bu duruma düşenlerimiz için Allah düzelmemize ve tek gerçek kimliğimizin bir ümmet olduğumuz ve Allah’ın huzurunda Müslüman olduğumuzun farkına varmamıza ve bundan gurur duymamıza yardım etsin.

Haberleri duyan tek Peygamber (sav) değildi. Abdullah ibn Ubey denilen bir adam da duydu.

Bu kişinin kim olduğunu birçoğunuz bilmiyor olabilir. O yüzden size biraz anlatayım kim olduğunu. Medine’de iki kabile vardı: Evs ve Hazreç. Hazreç’in altında 9 kesim ve Evs’in altında sadece 3 kesim vardı diyebilirsiniz.

Yani 9 kesimin yöneticileri vardı ve Evs’in 3 tane yöneticisi vardı. Hepsi birlikte, Medine’de toplam 12 yönetici var. Açıkça görülüyor ki, çoğunluk Hazreç. O kesimlerden en büyüğü onun kontrolündeydi.

Yani Hazreç’in içindeki en büyük kesimin başındaydı. Bu yüzden Peygamber (sav) hicret etmeden, İslam’dan önce, bir bakıma herkes tarafından Medine’nin lideri kabul ediliyordu.

Öyle ki, Medine’yi krallığa dönüştürmeye karar vermişlerdi. Ve onu da kral olarak taçlandıracaklardı. Böylece açılış töreni hazırlanıyordu. Taç hazırlanmıştı. Taht hazırlanmıştı. Kutlamalar konuşuluyordu.

Tam bu arada – bu adam seçimi çoktan kazandı, sadece tören yapılmasını bekliyor ve herkes tarafından kabul edilen kral olarak göreve gelecek.

Peygamber (sav) Medine’ye hicret etmeye karar veriyor. O hicret edince, neredeyse bütün şehir liderlik pozisyonunun Peygamber’in kendisinin ellerinde olması gerektiğine karar veriyor. Peygamber, oy birliğiyle yönetici pozisyonuna geçiyor.

Yani 5 yıl önce İslam’ın gelmesinden dolayı bu adamın bütün siyasi istekleri gözlerinin önünde yok oldu.

O zamandan beri İslam’dan nefret ediyordu. Ama İslam’a direkt karşı çıkamayacağını biliyordu bu yüzden diğerlerinin arasına katıldı. Peygamber’(sav) e yakın olmak için İslam’ı kabul etti. Hani derler ya; arkadaşlarını yakın tut ama düşmanlarını daha da yakın tut. İşte o da bunu yaptı.  

Yani daha sonra açığa kavuşan şüpheli sebeplerden dolayı İslam’ı kabul etti. Kendi oğlu bile bunun farkına vardı. Oğlu aslında samimi inananlardandı. Abdullah ibn Ubey’in oğlu Abdullah.

Her neyse, yani bu adam ele geçirdiği her fırsatta Müslümanlara zarar vermeye çalıştı. Şimdi bu seferdeydiler ve geri dönüyorlardı. Muhacirlerin ve Ensar’ın arasında bir tartışma olduğunu Abdullah ibn Ubey de duyuyor.

Bunu daha da ilerletmek, ateşi körüklemek için bulunmaz bir fırsat olarak görüyor. Kıvılcımı çoktan gördü. En iyisi ateşe dönüştürelim. Böylece, yakın arkadaşlarını çağırıyor ve toplayabildiği kadar çok Ensar’dan -Medineliler- insanlar topluyor. Kendi kampında onlara bir konuşma yapıyor.

Bunu Peygamber’in önünde değil ayrı olarak yapıyor. Şöyle şeyler söylüyor:

“Bu insanlar şehrimizin her tarafına yayıldılar, aşırı kalabalıklar. Onları biz besliyoruz. İhtiyaçlarını biz karşılıyoruz. Onlara biz barınma sağlıyoruz. Bunu kendi üzerinize siz getirdiniz Medineliler! Burada işleyen bir sistemimiz vardı. Bakın ne getirdiniz kendi üstünüze! İlk olarak, bu göçmen krizini getirdiniz. Bu insanlar bizim üzerimizden geçiniyorlar. Bizim üzerimizden besleniyorlar.”

 Tanıdık geliyor mu? “Bizim ekonomi mizden geçimlerini sağlıyorlar. Biz kendimiz zor geçiniyoruz ve bunun üstüne bir de bu insanlar çıktı başımıza. Şimdi bize karşı suç işlemeye bile cüret ediyorlar. Bakın bize nasıl davrandı. Bu insanlar hiçbir şekilde ahlaklı değiller.” Söylediği şeyler bana neyi hatırlatıyor biliyor musunuz?

Çok eski bir Arap söylemini hatırlatıyor. Köpeğine yemek ver, şişmanlat. Sonra dönüp seni ısırsın, seni yesin. Yani Mekke’den göç eden Muhacirlere esasında köpekler diyor.

Ve devam ediyor: “Ne yapmamız gerekiyor biliyor musunuz? İki şey yapmamız gerekiyor.

İlk olarak, onlara yardım etmeyi kesmemiz lazım. Bu insanlara bağış vermeyi kestiğimiz zaman ortadan kaybolmalarını izleyin. Burada olmalarının tek sebebi, bizim mâli desteğimize ihtiyaç duymaları. Bunları hak ettiklerini düşünüyorlar ve onlara bu yardımı yapmayı kesmemiz lazım.

Onlara bu tür bir yardım yapmayı bıraktığımızda, kendiliğinden kaybolacaklar. Bırakın başka bir yere gitsinler. Başkasının kanını emsinler.” Konuşmasında ifade ettiği fikir buydu yani aslen. İlk fikir buydu. “Onlara vermeyi kesin (Munafikun 7) “Allah’ın Rasul’üne yakın olanlara bir şey vermeyin.”

Bu kelimeleri özellikle kullanmıştı. Neden biliyor musunuz? Çünkü Peygamber’e (sav) yakın olan insanlar hep Mekke’dendi. Ömer, Ebubekir (ra) gibi. Yakınlaşmak gibi bir fırsatı yoktu.

Çünkü Peygamber’e (sav) en yakın olan insanlar en çok fedakarlığı yapmış olanlar. Yani Peygamber’e (sav) yakın olanlara karşı kin güdüyor bu adam.

Her neyse, yani diyor ki, “Dağılıp gidene kadar onlara vermeyi kesin.” Ve devam edip diyor ki, “Dağılıp gitmezlerse, eğer Medine’ye dönersek, üstün olan -yani biz- aşağılık olanı oradan çıkaracaktır. Yapacağımız şey bu.” Düşmanlığı ateşleyen, toplumu kışkırtmayı amaçlayan bu korkunç konuşmayı yapıyor.

Adam bu konuşmayı yapıyor ve toplulukta bir çocuk var. Zeyd ibn Arkam adında bir çocuk. Bu çocuk adamın söylediği her şeyi duydu. Kendisi Hazreç’ten. Kampın öbür tarafındaki amcasının yanına koştu. Amcasına, “Abdullah ibn Ubey bunları bunları dedi.” diye söyledi. Amcası, Ömer’in (ra) ve Peygamber’in (sav) yanına geldi.

Birlikte oturuyorlardı. Ve dedi ki, “Abdullah ibn Ubey bunları söylüyor. Ne yapalım?” Ömer’in (ra) anında tepkisi şuydu: “Bir adam tanıyorum. Şuan gönderebilirim ve onu anında alabilirler!”

Bazılarınız, hemen öldürülmesini önermesinden rahatsız olmuş olabilir. Ama bu aslında askeri disiplinle alakalı bir mesele ve birçok açıdan evrensel de.

Ordu askeri bir sefere çıktığında, karmaşaya yol açmaya ve ordunun saflarını bozmaya çalışan her kim olursa olsun vatan hainliği yapmış sayılır -ölüm cezasına layıktır.

Çünkü hâla seferdeyken kuvvetleri sabote edemezsiniz. Bu barış zamanı değil.  Yüksek güvenlik önemlerinin alındığı bir zaman. Ama Peygamber (sav) bu öneriyi hemen reddetti.

Ve dedi ki: “Bu nasıl olabilir Ömer? İnsanlar, Muhammed ashabını öldürüyor diyecekler. Muhammed ashabını öldürüyor.”

Eğer tarihi araştırırsanız göreceksiniz ki, Abdullah ibn Ubey, çoktan şiddetli bir biçimde cezalandırılmayı hatta öldürülmeyi hak edecek çok daha fazla şeyler yaptı.

Bundan çok daha fazla vatan hainliği, casusluk, sabotaj gibi davranışlarda çoktan bulundu. Ama Peygamber (sav) onu öldürmeyi reddetti. Hani

Bazı insanlar diyor ya; İslam’da, bir Müslüman dinden ayrılırsa ya da Peygamber’e hakaret ederse ya da saldırırsa, öldürülmeliler. Abdullah ibn Ubey’in hayatını araştırın. Kuran’a, Peygamber’e (sav) devamlı olarak ne kadar hakaret etti ama yine de Peygamber (sav) bir şey yapmayı kabul etmedi. Kabul etmedi. Ve böyle yaparak çok derin anlamlı bir örnek bıraktı.

Münafıkların böyle cezalandırıl mamaları gerektiği örneğini bıraktı. Çünkü o, öyle yapsaydı, ne olurdu biliyor musunuz? Biz, insanlara münafık demekte çok hızlıyız ve olgun değiliz. Ve öyle yaparsak, Peygamber’in mirasını alıp onu tahrip edip değiştirerek derdik ki, “Şimdi bu insanları öldürebiliriz.”

Bu, kaos yaratırdı ve ümmette hiçbir medeniyet olmazdı. Çünkü çarpık fikirli ve başkasına münafık demeye istekli olan herkes, onları öldürmeye bile hazırlıklı olurdu.

Hayır! Hayır! Hayır! Bu sevgili Peygamber’imizin (sav) örneği ve mirası değil. Peygamber (sav) “En azından bu durumla başa çıkmamız lazım.

Benim bildiğimden Abdullah ibn Ubey’in haberi olması gerekiyor.” diyor. Ve onu içeri çağırıyor ve Abdullah ibn Ubey ve arkadaşları hiçbir şey demediklerine dair Allah’a yemin ediyorlar.

Öyle bir şey asla demeyiz biz. Sen Allah’ın elçisisin. Yemin ederiz. Şehadet ettik. Müslümanız biz. Başka bir Müslümanı nasıl böyle suçlayabilirsin? Öyle bir şey asla yapmayız biz.” Yemin ediyorlar, olayı döndürüp Peygamber’e (sav) konuşma  yapıyorlar. Ve Peygamber (sav) bir şey demiyor. Aslını zaten biliyor ama yine de bir şey demiyor ve gitmelerine izin veriyor.

Bu kıssanın başka bir yönü daha var. Çocuğun kendisi, Zeyd, tarafından söylenen bir yönü. Hatırlıyor musunuz? O gitti amcasına söyledi ve amcası da gidip Peygamber’e (sav) ve Ömer’e (ra) söyledi. Zeyd kampın dışındaydı. Küçük 9 yaşında bir çocuk olayı anlattı.

Şimdi o bize anlatıyor, “Amcama dedim ki, Abdullah ibn Ubey şöyle dedi: “Allah’ın Rasul’üne yakın olanlara bir şey vermeyin ki dağılıp gitsinler.” Ve şunu da dedi: “Eğer biz şehre dönersek, üstün olan aşağılık olanı oradan mutlaka çıkaracaktır.” Amcama bunları söyledim.

Peygamber (sav) Abdullah ibn Ubey’i çağırdı. Çocuk odanın, çadırın içinde değildi. Dışardaydı. İçerde ne olup bittiğinden haberi yok.

Bildiği tek şey şu: Abdullah ibn Ubey -şikayet ettiği kişi- içeri girdi, bir açıklama yaptı ve sağ sağlim dışarı çıktı. Sonra şöyle düşündü: “Peygamber ona inanmış olmalı ve bana inanmadı.” Ve bunlar aynen onun sözleri. “Peygamber onun doğruyu söylediğini ve benim yalan söylediğimi düşündü.”

Şimdi, biz başka bir kaynaktan biliyoruz ki, odanın içinde olan şey tamamen farklıydı. Peygamber (sav) aslında ona inanmıştı. Ömer (ra) bunun için onu cezalandırmayı bile düşündü. Neden cezalandırmadıkları farklı bir olay.

Ama çocuğun bakış açısından, “Başı derde bile girmedi. Onu şikayet ettim ama yine de başı derde girmedi.” Hani çocuklar nasıl birini şikayet eder. “Ah, Peygamber bana inanmadı bile!” Sonra devam edip diyor ki, “Daha önce hiç yaşamadığım bir üzüntü çöktü üstüme. Ve evime gittim ve evimde öyle oturdum.” Şimdi bu çocuk çok aşırı üzgün. Ondan sonra bu sure vahyoldu.

Bunların hepsinden sonra bu sure vahyoldu. 11 ayet. Kısa bir sure. Medine münafıklarının önderleri olan Abdullah b. Übeyy, Mugis b. Kays, Ced b. Kays ve arkadaşları iri yapılı, yakışıklı, giyim ve kuşamlarına itina gösteren, düzgün konuşan, dilleri ve dış görünüşleri alımlı kimseler idiler. “Ya Rasûlallah” diye söze başladıkça Peygamberimiz (s.a.s.) de sözlerini dinlerdi. Bu sebeple ayette şöyle buyrulur: “Onları gördüğünde cisimleri hoşuna gider. Dıştan bakınca giyimleri kuşamları, şıklıkları, irilikleri, güzellikleri, bedenlerinin süsü ve manzarası sana hoş gelir. İmreneceğin tutar. Konuştuklarında ise konuşmalarını dinlersin. Dillerinin fesahati, sözlerinin akıcılığı, tatlılığı, konuşmaya olan merak ve yatkınlıkları sebebiyle güzel laf ederler. Sözlerini dinletirler. Fakat onlar, kendilerine söz söylendiği zaman resmî bir tavırla ve dıştan ağır başlı bir vaziyette dinler gibi sessizce dururlar, ancak kulaklarına söz girmez. Zira onlar elbise giydirilip duvara dayandırılmış keresteler, tahtalar, direkler gibidirler.”

“Riyakâr insanların hâli süslü bir konağa benzer. Öyle bir konak ki, dışından baktığın zaman göz kamaştıracak kadar güzel ve çekici, fakat içi harap ve virandır.”

“Hakiki güzelin yalnız çehresi değil, huyu ve ahlâkı da güzel olmalı ki, kusursuz ve makbul addedilsin. Yoksa yalnız yüz güzelliği olduktan sonra, kilise duvarlarında da bir çok güzel insan resimleri var; fakat bunlar neye yarar ki?”

Âyette münafıklar iman, hayır ve güzellik namına ne varsa hepsinden uzak birer kalıp oldukları için duvara dayandırılmış kerestelere benzetilir. Ayrıca kendisinden faydalanılan kereste ya tavanda ya duvarın içinde veya fayda mülahaza olunan bir başka yerde bulunur. Kendisinden faydalanılmayan kereste ise duvara dayandırılır ve öyle bekler. Münafıkların da faydasız kimseler olduğunu bildirmek üzere onları, duvara dayandırılmış, boş bekleyen, ne kendine ne de kimseye faydası olmayan kerestelere benzetmiştir.

Bu teşbihle ilgili bir başka izah da şöyledir: Duvara yaslandırılmış kerestenin iki ucu vardır; birisi bir tarafa, diğeri diğer tarafa doğrudur. Münafıklar da böyledir. Onun da iki ucu vardır. İç ucu kâfirlere doğru, dış ucu ise müslümanlara doğrudur.

Dolayısıyla münafıkların “duvara dayandırılmış keresteler”e benzetilmeleri, onların İslâm’a ve Peygamberimize karşı ruhsuzluklarını, donukluklarını, duygusuzluklarını, şuursuzluklarını ve iki yüzlülüklerini net bir tablo halinde sunmaktadır.

Diğer taraftan onların sürekli dinleme, endişeli ve sarsıntılı bir bekleyiş halleri tasvir edilir: “Onlar, her gürültüyü aleyhlerinde sanırlar.” (Münafıkûn 63/4)

Üzerinde titredikleri mevzu, Allah’ın ve Rasûlü’nün emrini dinlemek değil, mallarının ve canlarının emniyetidir. Bu bakımdan oldukça hassas, hareketli ve duygulu, aynı zamanda da oldukça korkulu bir manzara arz etmektedirler. Çünkü münafık olduklarını, ince bir perdeyle yüzlerini kapadıklarını, bir yemin ve döneklikle iç yüzlerini gizlediklerini bizzat kendileri bilmektedir. Bu durumlarının ifşa olunup müslümanlar tarafından bilinmesinden, böylece can ve mal emniyetlerini kaybedip insanların yanında rezil olmaktan korkmaktadırlar. O bakımdan duydukları her sözü, her tıkırtıyı aleyhlerinde sanıyorlar. Yalan söylemeye de alışık olduklarından lehlerinde söyleneni bile yalan kabul ederek hep aleyhlerinde mâna çıkarıyorlar. İşte bu tip kimseler, Allah’ın kahrına layık düşmanlardır; onlardan sakınmak gerekir.

Çünkü onların tevbe edip yakalandıkları bu hastalıktan kurtulmaya niyetleri bile yoktur:

5. Onlara: “Gelin, Rasûlullah günahlarınız için Allah’tan bağışlan­ma dilesin” dendiğinde “olmaz” mânasında başlarını çevirirler; sen onların kibirlene kibirlene dâvet edildikleri şeyden uzaklaştıklarını görürsün.

6. Onlar için bağışlanma dilesen de dilemesen de onlar için birdir. Allah onları kesinlikle bağışlamayacaktır. Çünkü Allah, büsbütün yoldan çıkmış bir toplumu asla doğru yola erdirmez.

7. Onlar: “Rasûlullah’ın yanında bulunan fakir müslümanlara bir şey vermeyin ki, dağılıp gitsinler!” diye propaganda yapıyorlar. Oysa göklerin ve yerin hazîneleri Allah’ındır, fakat münafıklar bunu anlayamıyor.

8. Kalkmış bir de: “Hele Medine’ye bir dönelim, göreceksiniz izzetli ve şerefli olanlar zelîl ve alçak olanları oradan mutlaka çıkaracak!” diyorlar. Halbuki asıl güç, izzet ve şeref Allah’a aittir, Rasûlü’ne aittir ve mü’minlere aittir; fakat münafıklar bunu bilmiyor.

Peygamber (sav) bu vahyi alıyor ve ne yapıyor? Bu arada, Peygamber’in (sav) kendisi, Zeyd’in üzgün olduğunu ya da kendisine inanılmadığını düşündüğünü bilmiyor.

Ama Zeyd’i çağırıyor. Zeyd geliyor ve Peygamber, “Allah senin doğru olduğunu ispatladı.” diyor.

Kur’an okunduğu zaman, bütün Müslümanlara okunuyor. Herkes duyuyor. Ama Peygamber (sav), o genç çocuğu çağırıp kendi şahsi alanına alıp bütün Munafikun Suresi’ni ona okudu.

Ve sonra çocuğun kalbini teselli etti. Sonra da ona, “Allah senin doğru olduğunu ispatladı.” dedi. Sanki Peygamber’in kendisi, bu surenin temel amaçlarından birinin; bu çocuğun duygularını korumak, mutluluğunu temin etmek ve onun üzüntüsünü dindirmek olduğunu doğruluyor.

SubhanAllah. Bu sure, münafıklıkla ilgili ve öyle de zaten. Ama aynı zamanda nasıl da çocuklarla ilgilenmek ve onların duygularını görmezden gelmemekle de ilgili.

Allah (azze ve celle) bile yapmadı bunu. Askeri bir seferin ortasında olan, bu sureyi bütün ordunun en uzak köşesine bile ulaştırması ve okuması gereken Peygamber (sav) bile vakit ayırıp çocuğu özellikle çağırıp Kur’an’ı ona okuyor.

Peygamberimizden (sav) ne kadar güzel bir miras bu. Ve bu fevkalade surenin arkasında ne kadar da güzel, derin anlamlı bir kıssa. Münafıklık çok karmaşık bir konu. Biz bunu fazla basite alıyoruz. Münafıklar, dilleriyle inandıklarını söyleyip kalpleriyle inkâr eden kimselerdir. Bunlar ikiyüzlüdürler. Gerçekte iman etmedikleri halde öyle görünmeye çalışırlar. Bu sebeple onlar aynı zamanda gösteriş yapmaktadırlar. Onlar bu yalancılık ve ikiyüzlülüğü Resûlullah (s.a.s.)’e de yapıyorlardı. Gerçekte inanmadıkları halde “sen mutlaka Allah’ın peygamberisin” diye yemin ediyorlardı. Cenâb-ı Hak bu âyetlerde onların kesinlikle yalan söylediklerini haber vermektedir. Çünkü onlar yeminlerini kalkan edinip, o şekilde kendilerini mü’minlerden gelecek tehlikelere karşı koruma altına alarak, gizliden gizliye Allah yolundan yan çiziyor, başkalarını da o yoldan uzaklaştırıyorlardı. Bu yüzden kalpleri mühürlenmiş ve gerçeği anlamayacak hale gelmişlerdi.

Onları daha iyi tanımak istersen, nazarlarını şu özellikleri üzerine teksif edebilirsin: Münafikun 4. Onlara şöyle bir baktığın zaman kalıpları ve kıyâfetleri hoşuna gider. Öyle bir ton ve üslupla konuşurlar ki, konuştuklarında sözlerine kulak verirsin. Onlar elbise giydirilip duvara dayanmış kereste gibidir. Her gürültüyü aleyhlerinde sanırlar. Asıl düşman onlardır; onlardan sakın. Allah kahretsin onları! Nasıl da doğru yolu bırakıp bâtıl dâvalar peşinde koşturuluyorlar?Ve yapabileceğimiz en kötü şeylerden bir tanesi, birine münafik demek.

Yapabileceğiniz en kötü şeylerden biri! Kur’an hiçbir zaman bunu yapmadı. Kur’an, ‘münafik olanlar’ demiyor. Konuşmaları ve davranışları birbiriyle çelişen, gerçekten inanmayan, Kur’an’ın vahyinden yakınan münafıklara direkt olarak hitap ettiği zaman bile, ‘inandıklarını iddia edenler’ kelimelerini kullanıyor.

Allah’ın kendisi, onları ifşa etmemeyi tercih etti. Peygamber onları ifşa etmedi.

Bu, bizim Peygamber’imiz (sav) tarafından bırakılan miras. İnsanları dışardan gördüğümüz şekilde yargılayıp üzerlerine etiket yapıştırmıyoruz. Neden yargılamayalım peki? Yargılama dürtüsü o kadar güçlü ki!

Çünkü Allah kendisi diyor, “Kalplerinde bir hastalık var.” diye. Kalplerin içinde yatan bir hastalık ancak Allah tarafından görülebilir. Bizim tarafımızdan görülemez. Sure devam ediyor:

9. Ey iman edenler, mallarınız ve çocuklarınız Allah’ı anmaktan sizi alıkoymasın. Böyle yapanlar, en büyük zarara uğrayanların tâ kendisidir.

İnsanı Allah’ı zikirden alıkoyan mânilerin başında mallar ve evlatlar gelir. Onlarla meşguliyet insanı gaflete düşürür ve zikirden engeller. Bu sebeple Yüce Rabbimiz bu hususta dikkatli davranmamızı istemektedir.

Nitekim, “Kadınlara, oğullara, yüklerle altın ve gümüş yığınlarına, iyi cins salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere olan düşkünlük isteği insanlara câzip gösterildi” (Âl-i İmran 3/14)  buyrularak mal ve evladın insan için câzibesine;

“İyi bilin ki, mallarınız ve evlatlarınız sizin için ancak birer imtihan sebebidir…” (Enfâl 8/28)  buyrularak bunların imtihan vesilesi kılındığına dikkat çekilir.

Resûlullah (s.a.s.) de: ‘‘Dünya tatlı, göz kamaştırıcı ve çekicidir. Allah onu sizin kullanmanıza verecek ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyaya aldanmaktan sakının…’’ (Tirmizî, Deavât 9) buyurarak dünyanın çarpıcılığına aldanmaktan sakındırır.

Şunu belirtmek gerekir ki, mü’minlerden istenen, evlat ve aileleriyle ilgilenmemek; ticâretle, malla mülkle, kazanç sağlayıcı işlerle meşgul olmamak değil, hayatın tabii akışı içerisinde ve insanın doğasının bir gereği olarak zaten gösterilmekte olan bu ilgi ve mesuliyetin, hayatın gerçek anlamını unutturacak ve Allah’a kul olma bilincini yitirmeye yol açacak bir sapmaya neden olmamasıdır.

 “Zikrullâh”; Allah’ı zikretmek, anmak, O’nu hatırda tutmaktır. Burada kastedilen ise Allah Teâlâ’yı, O’nun isimlerini, sıfatlarını, emir ve yasaklarını, sevab ve azabını hatırlatan ve rızâsına vesile olan farz ve nafile ibâdetler; ezcümle namaz, oruç, zekât, hac, cihad, Kur’ân tilâveti, va’z ü nasihat, tehlil: lâilâhe illallah, tesbih: sübhânellah ve tahmid: elhamdülillah gibi Allah’a yakınlaşmak için yapılan ve daima Allah’ı hatırlatıp O’nun rızâsı için yerine getirilen amellerin her biridir.

    Abdullah b. Büsr (r.a.)’den  rivayete göre bir adam Resûlullah (s.a.s.)’e hitâben:    “-Yâ Rasûlallah! İslâmiyetin emirleri çoğaldı. Bana sıkı sıkıya yapışacağım bir şey söyle” dedi. O da:    ‘’Dilin hep Allah’ı zikretsin!’’ (Müslim, Zikir 99)  buyurarak Allah’ı anmanın önemine dikkat çekmiştir.

    Âyet-i kerîme büyük bir ikaz ve tehditle son bulmakta; mal ve evlat ile uğraşacağım diye Allah’ı zikirden gaflet edenlerin en büyük bir zarara uğrayacaklarını haber vermektedir. Çünkü bunlar, dünyayı âhirete tercih etmekle çok zarar edecek, neticede ebedi hayatın izzet ve şerefinden mahrum kalacaklardır. Mal ve evlat, dünya ve hayat bitecek, Allah yanında onlara zillet ve hüsrandan başka bir şey kalmayacaktır. Şu âyet-i kerîme bu gerçeği ne güzel beyân eder:

“Mal ve oğullar dünya hayatının zînetidir. Asıl kalıcı olan sâlih ameller ise Rabbinin katında hem mükâfat bakımından daha hayırlı, hem de ümit bağlamaya daha layıktır.” (Kehf 18/46)

Öyleyse:

10. Sizden birine ölüm gelip de: “Rabbim! Ne olurdu ecelimi biraz daha erteleseydin de sadaka verip iyi kullardan olsaydım!” diye yalvarmadan önce size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcayın.

11. İyi bilin ki Allah, eceli geldiğinde hiç kimsenin ölümünü bir an geri bırakmaz. Allah, bütün yaptıklarınızdan hakkiyle haberdardır.

İnsan ne yapacaksa ölüm gelip çatmadan yapmalıdır. Çünkü ölümle kazanma fırsatı sona ermekte, imtihan süresi bitmekte ve artık hesap faslı başlamaktadır. Ayrıca ecel geldiği zaman, kul istese de, bir an bile onun ertelenmesi mümkün değildir. O halde, ölüm sonrası pişman olup “keşke sadaka verip iyi kullardan olsaydım” demektense, hayatta iken ve fırsat varken sahip olduğumuz her türlü imkândan Allah yolunda infak etmek, elbette daha faydalı olacaktır.

Bu bakımdan Resûlullah (s.a.s.), herkesi îkaz sadedinde: “–Ölüp de pişmanlık duymayacak hiçbir kimse yoktur” buyurmuştu. “–O pişmanlık nedir yâ Resûlallah?” diye sorulduğunda da:  “– Ölen, iyilik ve ihsan sahibi sâlih bir kişi ise, bu iyi hâlini daha fazla artıramamış olduğuna; şâyet kötü bir kişi ise, kötülükten vazgeçerek hâlini düzeltmediğine pişman olacaktır” cevâbını verdiler. (Tirmizî, Zühd 59/2403)

Görüldüğü üzere Münafıkûn sûresi, Al­lah Teâlâ’nın kulların bütün yaptıklarından ha­ber­dar­ olduğunu bildirerek sona ermektedir. Dolayısıyla Allah, kendisini anmaktan gafil olmayıp iyilik yollarında mallarını harcayanları bilir, mükâfatlarını verir. Buna mukâbil Allah’ı unutup dünyaya dalanların da yaptıklarını bilir, onlara da cezalarını verir. Ancak bütün bu sonuçlar ancak kâr ve zarar günü olan demek olan “tegâbün günü” belli olacaktır. Onun için bu sûreyi Tegâbün sûresi takip edecektir:

Allah (azze ve celle) her birimizi münafıklıktan korusun. Ve münafıklıkla ilgili endişelendiğimiz zaman, bizleri sadece gerçekten kendileri için endişlenen ve başkalarını yargılamayanlardan yapsın. Allah (azze ve celle) bu güzel kitabı için bizlere artan bir sevgi ve takdir duygusu versin.

Amin