وَمَن لَّمْ يَسْتَطِعْ
مِنكُمْ طَوْلاً أَن يَنكِحَ الْمُحْصَنَاتِ الْمُؤْمِنَاتِ
فَمِن مِّا مَلَكَتْ أَيْمَانُكُم مِّن فَتَيَاتِكُمُ الْمُؤْمِنَات
“İçinizden, imanlı hür kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse, ellerinizin altında bulunan imanlı genç kızlarınız (sayılan) cariyelerinizden alsın.”(Nisa 25)
“İstitaat”: Bir şeyi, gücünü aşmadan yapabileceğin
kapasite demek olup, güç yetirmekten daha geniş bir manası vardır.
“Tavl”: Maddi manevi zenginlik ve üstünlük veya
istenen, arzulanan şeyleri elde etme gücü.
“El-Muhsanat”: Burada özellikle “Feteyat (=
genç kızlar) ” kelimesinin karşılığı olması sebebiyle; “hür kadınlar” olarak
açıklanmış oluyor. Feteyat (genç kızlar) ise, cariyelerdir. Hürriyet onların
katında namusu ifade ederken, fuhuş, kadın kölelerin bir özelliğiydi.
Nitekim
Hind, Peygamber (Sallallahu aleyhi ve sellem)’e; “Hür kadın zina eder mi?”
demiştir.
Onlar
(hür kadınlar) hakkındaki bu ifade, onların saygınlığına bir yönlendirmedir.
Zira “el fetat” kelimesi, genç kız ve eli açık cömert kadın hakkında
kullanılır. Sanki şöyle denilmektedir;
“Erkek
ve kadın köleleriniz hakkında, onların mülk oluşlarını belirten tabirler
kullanmayın, bilakis saygınlık ifade eden “feta (=delikanlı)” ve “fetat” gibi
lafızlar kullanın.” Bu yüzdendir ki, Kur’an’ın tebliğcisi ve açıklayıcısı olan
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem;
“Herhangi
biriniz (mülkünde bulunanlara); “Kölem” veya “emem (kadın kölem)” demesin,
köleleriniz de efendisine; “Rabbim” demesin. Köle sahibi olanlar; “delikanlım”
ve “kızım” desin. Köle de; “efendim” ve “hanım efendim” desin. Zira şüphesiz
sizler hepiniz de kullarsınız. Rab ise Allah Azze ve Celle’dir.”[1]
Bunu
Buhari ve Müslim rivayet etmiştir. Yine burada da aynı şekilde efendilerinin
yaşları ilerleyip vazifeleri azaldığında veya bittiğinde, saygınlığı daha da
artırmaya îmâ vardır.
Ayeti
anlamı; “İçinizden, imanlı hür kadınlarla evlenmeye madden ve manen gücü yetmeyen
kimse, veya; buna imkanı olmayan kimse, yada; hür kadınları nikahlama
bakımından kapasitesi yetmeyenler! Size mallarınız ile o kadınları nikahlamayı
talep etmeniz helal kılındı. Yine sizler, onları nikahlayarak faydalanmayı ve
hem onların hem de kendinizin namuslarını korumayı amaçlamakla emrolundunuz. Şu
halde ellerinizin altında bulunan imanlı genç kızlarınızdan yani
cariyelerinizden bir kadın nikahlayın.
Önceki
ve sonraki alimlerin cumhuruna uyarak kararlaştırdığımız bu ifadeler, önceki
ayette geçen; “istimta (faydalanma)” kelimesinin, geçici kiralama mahiyetindeki
mut’a nikahını değil, sabit nikahı ifade ettiğini desteklemektedir.
“İstimta’”
ve “intifa” (faydalanma) kelimelerinin anlamı; Rasulullah sallallahu
aleyhi ve sellem’in, kendisine karısı hakkında şikayette bulunan, fakat onu
boşamak da istemeyen kişiye söylediği; “Ondan faydalan”[2] hadisi şerifinde
geçmiştir. Bu hadisi Ebu Davud ve Nesai rivayet etmiştir.
Şayet
o ayet, hür kadınlar ile mut’a nikahı yapılmasını caiz kılsaydı, bu ayete
bağlandığında bunun bir faydası olmazdı. Hangi kişi, imkanı olmadığı için mut’a
nikahına güç yetiremez ve bir cariye ile evlenir de onunla neslini, efendisi
için bir köle kılar?
Eğer;
“O bazen kadınlara karşı bir arzusu olmadığından buna güç yetirememiştir. Zira şüphesiz bunda utanç vardır.” Denilirse,
Deriz
ki; şayet güç yetiremediği doğruysa, bunu söylemenin bir anlamı yoktur. Zira
mut’ayı, bir utanç sebebi olarak sayması, bunun haram oluşunun ağır basmasına
bir sebeptir. Mut’ayı haram saymayan Şia gibileri, güzel gördükleri için değil,
ancak inançlarında ve mücadelelerinde ağır bastığı şekilde onu mubah
saymaktadırlar. Sanki, diğer Müslümanların idrakinin ve bu husustaki
inançlarının galip gelmesi sebebiyle, bu onlara fiilen haram gibidir. Şüphe yok
ki, onlara göre ve diğer insanlara göre, mutlak zina, mut’a nikahının
utancından daha şiddetli bir utançtır. Bir kimsenin imkan ve güç
yetiremediğinden dolayı bunu terk etmesi nadirdir. Çoğunlukla mut’a nikahını
kabul eden bir kimsenin, bunu terk etmesinin sebebi; bazı insanlar arasında
yayılan hastalıklara karşı korkusudur.
Zînâya
gücü yetenin, mut’aya daha fazla gücü yeter. Hükümlerin, bazı insanların
adetlerine ve içtimai durumlarına bağlanması, bütün insanların her zamanda,
hatta teşri zamanında bile böyle olduğunu zannetmekten kaynaklanan gâfilliktendir.
Üstad
İmam der ki: “Bu ayette geçen; “Tavl (=imkan)” kelimesini mehri karşılayacak
mal ile açıkladılar. Bu, kelimenin anlamını daraltanların verdiği hükümdür.
Tavl kelimesi zamme (ötre) ile olursa anlamı; fazlalık ve artma demektir.
fazlalık ise, kişilere ve tabakalara göre farklılık arz eder. (Hanefiler gibi)
bazıları mehri, sayılı dirhemler olarak takdir etmişlerdir.
Diğer
bazıları; çeyrek dinar demiş, bazıları da; on dirhemdir demişlerdir. Lakin Kitap
ve Sünnet’te bunu destekleyen bir şey yoktur. Bilakis, evlenmek isteyen birine
peygamber sallallahu aleyhi ve sellem;
“Demirden
bir yüzük olsa bile onu bulmaya çalış” buyurmuştur.[3]
(Buhari
bunu; “Demirden bir yüzük ile olsa bile evlen”[4] lafzı ile rivayet
etmiştir. Bu rivayet Sahihayn’de ve Sünen’lerde geçer.)
Bazılarının
da hanımına mehir olarak Kur’ân’dan bir şey öğretme karşılığında evlendikleri
rivayet edilmiştir. (Bu, Sahihayn’de ve Sünen’lerdeki Peygamber sallallahu
aleyhi ve sellem’in demirden bir yüzük ile de olsa onu bulmaya çalışmayı
emrettiğine dair hadisi şerifte geçmektedir.)
Bazıları
ise bir çift ayakkabı karşılığında evlenmişlerdir. (Peygamber sallallahu aleyhi
ve sellem buna cevaz vermiş[5], Tirmizi bu rivayetin
sahih olduğunu belirtmiştir.) Selef mehri muayyen bir miktar olarak
sınırlamamışlardır.
“et-Tavl”
kelimesinin; zenginlik olarak tefsir edilmesi, sınırlayanların sınırlamasına
uygun düşmez. Zira bir kimse, bir cariye bulur bulmaz, çeyrek dinar veya on
dirhem yada bir çift ayakkabıdan daha az bir miktar ile evlenmek üzere o
cariyenin efendisini razı eder. Bunu Ebu Hanife şöyle açıklamış – veya bazı
Hanefiler böyle demiştir – ; yanında hür bir kadın bulunan, onu nikahlayarak
fiilen ondan faydalanır. Yani; sizden her kim iman etmiş hür bir kadın ile
evlenmemişse, onun bir cariye ile evlenmesi gerekir. Bundan çıkan sonuç; hür
kadın ve cariye ile aynı anda evli olmamaktır.
(Der
ki;) “et-tavl” kelimesinin anlamı bütün bu söylenenlerden daha geniştir.
O; fazlalık, manevi ve maddi genişlik demektir. Nitekim kişi, mutad mehir için
yetecek mala sahip olduğu halde, yaratılışındaki veya tabiatındaki bir kusur
sebebiyle kadınlardan hoşlanmaz ve hür bir kadınla evlenmekten aciz olur. Yada
hür kadının mehir dışındaki haklarını yerine getirmekten aciz kalabilir. Çünkü
kadının, nafaka, eşit davranma ve bunlardan başka konularda pek çok hakları
vardır. Ama cariye için, bütün bu haklar söz konusu değildir. Böylece güç
yetirememenin birçok şekli vardır.
“el-Mü’minât” kelimesi, hürler ile
kayıtlı olmadığı gibi, aynen cariyeler ile de kayıtlı değildir. Eğer böyle
denilirse, bu ancak olmuş bir şeyin beyan edilmesi içindir. Zira onlar, Bakara
suresinde müşrik kadınları nikahlamaktan yasaklanmışlardı. Müşrik kadınlar ise;
kitapsız kavimlerin puta tapan kadınlarıdır. (2. Ciltte Bakara suresinin
tefsirinde geçtiği gibi;) Ehli Kitap olan kadınlar hakkında sükut edilmiş olup,
müşrik kadınların nikahlanması hakkındaki yasak, onları kapsamaz. Evliliğin,
burada mü’mine kadınlar ile sınırlanmış olması, şüphesiz durumu açıklamak
içindir. Yani onlar, Ehl-i Kitap kadınlarını nikahlamak hususunda ihtilaf
etmiyorlardı. Sonra onlarla evlenmenin helal olduğu, Nisa suresinden sonra
nazil olduğu konusunda ihtilaf olmayan Maide suresinde açıklanmıştır. Burada
mümine kadının vasfedilmesi, ihtilaf durumunda onların, Ehl-i Kitap kadınlarına
tercih edilmelerine yönlendirmek içindir.
Derim
ki; bu, şart ve isimlendirme mefhumuyla delilsiz hüküm kuran, ancak şartın
zahiriyle; “iman etmiş hür kadınla evlenmeye gücü yetenin, iman etmiş cariye
ile evlenmesinin helal olmadığını” söyleyen Hanefilerin aleyhine çıkarılan en
güzel hüküm ve tevcihtir.
“Feteyat”
(genç kızlar)ın, iman etmiş kadınlar olarak vasfedilmelerinin zahiri, iman
etmemiş cariyelerin nikahının helal olmamasıdır. Fakat Allah, Maide suresinde,
kendilerine Kitap verilen iffetli kadınların nikahlanmasını helal kılmıştır.
Mücahid ve Selef’ten birden fazla müfessirin kavline göre burada kastedilen hür
kadınlardır. Bunlardan başkaları ise, “el muhsanat” ile kastedilenin;
iffetli kadınlar olduğunu söylemişlerdir. Bunun üzerine Maide suresindeki ayet,
buradaki vasfın, onun bir mefhumu veya mefhumunu nesh edici olmadığına, veya
umumunu tahsis edici olmadığına delil olmaktadır. Eğer bunun umumî olduğunu
söylersek, gelecek olan özeldir. Bana göre, bir defasında sıfatın mefhumu murad
edilen olurken, diğerinde murad edilen olmamaktadır.
“Şu
mal dağıtıldı“ dediğimde veya “şu kitap fakir öğrencilere çoğaltıldı”
dediğimde, o maldan dağıtımın, içlerinden zengin olanları tarafından yapıldığı
belirtilmiş olur. Zira sıfat, burada anlam için kastedilen bağışta bulunma
sebebidir.
Ama
“Şu dirhemler, kapıda duranlara hizmet için dağıtıldı” dediğimde, onlar içinde
kapıda duranlara da, oturanlara da bağış yapılması uygun olur. Çünkü buradaki
sıfat, bağış gerektiren duruş için değil, mutad olan durumu anlatmak içindir.
Kur’an’da ise, mefhumun kastedildiğini tarif eden sıfat olduğu gibi, mefhumun
kastedilmediği sıfat da vardır.
“Mü’min
kadınlar” vasfının mefhumunun burada itibar karinesinden olduğu söylenmiştir.
Zira onlara göre bunun karşılığı ancak müşrik kadınlardır ki onlar, Bakara
suresindeki ayetin deliliyle haram kılınmışlardır. Şayet bu kayıtlama burada
bulunmasaydı, müşrik kadınlar hakkındaki haram kılınmanın nesh edildiği
düşünülecekti. Bu kayıtın aynısı Allah Teala’nın;
“Elleriniz
altında bulunanlar dışında, evli kadınlar size haram kılındı” kavlinde
zikredilmemiştir. Böylece buradan Evtas gününde müşrik kadınlar olmaları
sebebiyle onlardan faydalanmanın helal olduğu anlaşılıyor. Burada mefhum,
müşrik kadınlar hakkında özeldir.
Doğrusu
şüphesiz müşrik kadınlar Bakara suresindeki ayette haram kılınmışlardır ki
onlar; İbni Cerir’in Selef’ten bir müfessirden rivayet ettiği gibi, Araplardan
olan müşrik kadınlardır. İman etmelerine kadar onlarla evlenmek haram
kılınmıştır. Zira şüphesiz İslam’ın Araplar hakkında özel bir siyaseti vardır.
Bu da; şirki kabul etmeyip hepsinin Müslüman olmalarıdır.
Ehl-i
Kitaba gelince, onlar kendi dinleri üzerinde kabul edilirler ve Müslümanların
zimmetine girmeye, cizye vermeye razı olurlar. Bu yüzden Müslümanların onlarla
iyi ilişkide bulunmaları, onlardan evlenmeleri caiz kılınmıştır. Böylece
Mecusiler ve bunların hükmünde olan Brahmanlar ve Budistler gibileri de kendi
dinleri üzerinde kabul edilirler. En iyi bilen ve en iyi hüküm veren Allah’tır.
Allah Teala’nın şu kavli de, aynı şekilde
sıfatın mefhumuna delalet eder;
وَاللّهُ
أَعْلَمُ بِإِيمَانِكُمْ بَعْضُكُم مِّن بَعْضٍ
“Allah
sizin imanınızı daha iyi bilmektedir. Hep aynı köktensiniz (insanlık bakımından
aranızda fark yoktur). “ Bu, imanın, iman etmiş cariyeleri, hür kadınlar seviyesine
yükseltmiş olduğunu, onlar ile hürlerin dinde bir olduğunu açıklıyor. Allah, bu
imanın hakikatini, kuvvet derecelerini ve kemalini en iyi bilendir. Nice cariye
vardır ki, imanı hür bir kadından daha kamildir. Böylece Allah Teala katında
ondan daha üstün olur. Bununla birlikte, ona ihtiyaç olduğunda cariyenin
nikahının utanç sayılması doğru olmaz. Ey müminler! Sizler imanda bir
kardeşsiniz ve birbirinizdensiniz. Allah Teala’nın buyurduğu gibi;
“Bunun
üzerine Rableri, onların dualarını kabul etti. (Dedi ki:) Ben, erkek olsun
kadın olsun -ki hep birbirinizdensiniz- içinizden, çalışan hiçbir kimsenin
yaptığını boşa çıkarmayacağım.”(Âl-i İmran 195)
ve;
“Mümin erkeklerle mümin kadınlar da birbirlerinin velileridir.”(Tevbe 71)
Başkaları
hakkında da buyurur ki; “Münafık erkekler ve münafık kadınlar (sizden
değil), birbirlerindendir.”(Tevbe 67)
“Birbirinizdensiniz”
kavli hakkında; soy olarak birbirinizdensiniz demektir denildi. Fakat bu,
görüldüğü gibi zayıf bir görüştür. Kastedilen imandır. Öyleyse mü’minin, şirk
ve kölelik gibi eksiklikleri kendisinde toplamış biriyle evlenmesi yakışmaz.
فَانكِحُوهُنَّ
بِإِذْنِ أَهْلِهِنَّ
“Öyle
ise sahiplerinin izni ile onları (cariyeleri) nikâhlayıp alın” yani; onları
nikahlamak istediğinizde, iman onların şerefini yükselttiği için sahiplerinin
izni ile onları nikahlayın. Dediler ki; burada “el-ehl” kelimesi ile
kastedilen onların sahibi olan efendileridir. Bazı fakihler de dedi ki;
kastedilen; sahipleri olmasalar bile, baba, dede, kadı veya yetim cariyenin
vasisi gibi onları evlendirmeye yetkisi olanlardır. Bu konuda fıkıhta geniş
meseleler ve ihtilaflar vardır.
Burada
velileri tarafından evlendirilmeleri bakımından cariye, hür kadın gibidir.
Kendisini evlendirme yetkisi yoktur. Bilakis evlenmek için kendisine ihtiyaç
olduğunda cariye, velisinden izin alınmaya hür kadından daha layıktır. Zira
onun evlenmesi, şayet varsa mutlaka nesebinden velisinin, yoksa, efendisinin
veya kadı gibi velisinin rızası alındıktan sonra olur.
وَآتُوهُنَّ
أُجُورَهُنَّ بِالْمَعْرُوفِ
“Ücretlerini
de normal miktarda verin.”
Yani; şart koşmuş oldukları mehirlerini verin. Mehir, kadının kocası üzerindeki
hakkıdır. Eğer kadın, bir cariye ise, bu mehir efendisine değil, kendisine
aittir. İmam Malik böyle demiştir. Ona muhalefet eden fakihlerin çoğunluğu,
ayeti mahzuf bir muzaf ile te’vil ederek kastedilenin; ücretlerini sahiplerine
verin demektir veya sahiplerinin izniyle kaydı burada da muteberdir dediler.
Böylece bu mehir, efendilerinin hakkıdır. Zira ondan faydalanma hakkının
bedelidir. Mehirin cariyenin kendisine ait olduğunu söyleyen, onun köle
olduğunu, kendi nefsine malik olmadığını, efendisinin malı olduğunu inkar
etmemektedir. O mehiri ancak evlenilen kadının durumunu ıslah eden bir hakkı
olarak görmüştür. Bu, kocanın kendisine reisliğini gönül hoşluğu ile kabul
etmesini sağlar. Cariyeyi evlendiren efendisi, o mehirden mülk hakkını almak
isterse alır. Dilerse onu durumunu ıslah etmesi için bırakır ki, bu daha
faziletli ve daha üstündür.
Aynı
şekilde şöyle denilmesi de mümkündür; Allah Teala’nın köle için, kendisine
mehriyle evli cariye mülk edinmesi gibi, muayyen bir şeyle malik olmasını meşru
kıldığı bilinirse, buna şahsi görüşü ile veya fıkıh kaideleriyle mani olmaya
kim güç yetirebilir?
Efendi,
Rabbinin hükmüne boyun eğmekte muhayyerdir. Dilerse kadın kölesini fakihlerin
karara bağladığı şekilde mal karşılığı olmadan yetinerek evlendirir ve onun
zürriyetine sahip olur, dilerse evlendirmenin mali bedelini talep eder.
Allah
Teala’nın “bil ma’ruf” kavline gelince; bazıları bunu mehirlerinin
ödenmesine bağladı, bazıları da “onları nikahlayın” kavline bağladı.
Yani üzerine atıf yapılan ve kastedilen “ma’ruf”; aranızdaki muameleler, normal
miktarda mehir ve sahibinin iznidir.
Üstad
İmam dedi ki; “ücretlerini normal miktarda verin” kavlinin manası;
insanlar arasında bilinen miktardır. Burada bunun hürlere farz olduğu gibi farz
olduğu söylenemez. Zira ondaki zahmet daha hafif ve emir daha ehven olup,
insanlar arasında cariyelerin kararlaştırılan mehirlerinde tesahül vardır.
Köle, malik olunmasa bile elde tutulabildiği için, onlar mülk edinilmeden
mehirlerinin verilmesinde problem yoktur.
Ebu
Bekir er-Razi, Malikî imamlarından –veya Malik’in ashabından- şöyle bir nakilde
bulunmuştur; Efendi, bir cariyesini evlendirirse, onun üzerindeki velayet
hakkını kocasına bırakmış olur, onun velayetine ortak olmaz. Efendisi, ondan
düşen hakkını, kocasından alamaz. Onun bunda bir payı yoktur, bilakis yalnız
cariyenin hakkıdır. Doğrusu da budur.
مُحْصَنَاتٍ
غَيْرَ مُسَافِحَاتٍ وَلاَ مُتَّخِذَاتِ أَخْدَانٍ
“İffetli
yaşamaları, zina etmemeleri ve gizli dost da tutmamaları halinde” Allah Teala’nın bu kavli, “Onları
nikahlayın” kavli ile veya “mehirlerini verin” kavli ile kayıtlıdır.
Öncekine göre “el-muhsanat” ile kastedilen iffetli kadınlardır. İkinciye
göre manası; evlenilen kadınlardır.
Yani;
açık veya gizli bir fuhuş karşılığı olarak zina edenlere, gizli dost edinenlere
değil, sizlerden birinin onlarla evlenmesi durumunda, onların mehirlerini verin
demektir.
“el-hıdn”
erkekler hakkında da kadınlar hakkında da kullanılır. Zina, cahiliye’de gizli
ve açık, genel ve özel olmak üzere iki kısma ayrılırdı. Özel ve gizli olanı;
kadının kendisini herkese vermeden, gizlice zina ettiği bir dost edinmesidir.
Genel ve açık olanı ise; İbni Abbas’ın dediği gibi nikahsız cinsel ilişki,
fuhuştur.
Fahişeler
cariyelerden olurdu ve yerlerinin belli olması için kırmızı bayraklar
asarlardı. İbni Abbas r.a.’dan rivayet olundu ki; Cahiliye halkı, açık zinayı
haram sayıyorlar ve onun alçaklık olduğunu söylüyorlardı. Gizli zinayı ise
helal kabul ediyor ve bunda sakınca olmadığını söylüyorlardı. Bu iki kısım
zinayı da Allah Teala’nın şu kavli haram kıldı;
“Kötülüklerin
açığına da gizlisine de yaklaşmayın”(En’am 151) Onların açık zinayı haram kılmaları onu
çirkin görmelerinden ve onu yapanları alçak saymalarındandı.
İşte,
Avrupa ülkelerinde ve Avrupalıları taklit ederek, Mısır, İstanbul, ve bazı Hint
beldeleri gibi şehirlerini harap eden ülkelerde yaygın olan zinanın şuan
bilinen bu iki çeşididir. Mısırlılar “hıdn” (gizli dostu); refika (kadın
arkadaş) diye isimlendirirken, Türklerde
refika; evlenilen kadın, zevce demektir. Bu konuda Rusya’daki Tatarlar
gibidirler. Bu örfe karşı uyanık olunsun. Onlardan batılılar ve batılılaşanlar
Cahiliye halkı gibi gizli zinayı güzel görüyor ve mubah sayıyor, açık zinayı
ise çirkin görüyor ve yasaklıyorlar. Onlar arasında kötülüklerin açığını ve
gizlisini mübah saydıkları için Cahiliye’den bile daha kötü olanları vardır.
Lakin
onlardan İslam’a mensup olanları, söz ile olmasa da amel olarak onu mubah
saymaktadırlar!! Onlardan Cahiliye’ye aldanan ve kötülükleri ve çirkinlikleri
amelen mubah görmenin dinden kaldığını zannedenler, bunun üzerine ne
Allah’tan ne de kınanmak ve
azarlanmaktan korkmadan ve utanmadan “bu helaldir” dememek şartıyla bu
çirkinliklere devam edenler vardır!!
Amirlerden
biri bir defasında alışverişin bazı çeşidine “faiz değildir” diyen bazı
fakihlere karşı çıkmış ve demiş ki; “ben faiz yiyorum fakat bunu inkar
etmiyorum. Şüphesiz ben bir Müslüman olarak bunun helal olduğunu söyleyemem!!”
Sanki
İslam, insanlara kötülük ve çirkinliklerden kaçınmasalar bile bunların haram
olduğunu, eda etmeseler bile farzların farz,
müstehapların müstehap olduğunu itiraf etmelerini bildirmek için gelmiş
gibi!
Bu
sapkınlar, aynı Gayri Müslimler gibi; İslam’ın bu yasaklananları haram
kıldığını ve vacip kılınanların vacip kılındığını söylemekle (yetinerek)
cahillik ediyorlar. Bu şekilde kendilerini ve sosyal durumlarını ıslah ederek
Allah’ın rızasına ve sevabına layık olabilirler mi??
Şüphesiz
Allah Teala, her iki taraf için namusu koruma ve iffet ile nefisleri kemale
erdirme gibi hususlarda, hür kadınların nikahında farz kıldıklarını,
cariyelerin nikahında da farz kılmıştır.
İki
yerdeki yorumda ihtilaf edildi; hürlerin nikahı hakkında; “namuslu olmak ve
zina etmemek üzere” buyrulmuştur. Şüphesiz erkeklerin iffeti lekelemek için saldırıları çoğalınca
şehvetine boyun eğerek çirkinlik işlemekten en uzak olan hür kadınlar genel
anlam olup, onların bakire olanları özel anlamdır. O erkekler böyle olmakla
beraber, kadınlara talip olurlardı ve onlar üzerinde yönetici idiler.
Daha
önce de geçtiği gibi, namusu koruma ve kendilerinden önce zina etmeme kaydı
konulmuştur. Zina, Cahiliye döneminde çoğunlukla cariyelerin yaptığı bir şey
olunca, onların fuhuştan elde ettikleri kazanca sahip olmak için onları satın
alıyorlardı. Ta ki Abdullah bin Ubeyy’in (münafıkların başı) cariyesini
Müslüman olmasından sonra fuhşa zorlaması üzerine bu konuda şu ayet nazil oldu;
“Dünya
hayatının geçici menfaatlerini elde edeceksiniz diye, namuslu kalmak isteyen
câriyelerinizi fuhşa zorlamayın.”(Nur 33) Zina onlar zelil oluşları için
bir şüphe olunca, onlara karşı istek zayıflayıp, birinden diğerine intikal
etmesi gayesiyle bulunduruldular.
Fıtratın
özelliğinden olan evlilik hayatında olduğu gibi, gönüllerinin huzur bulacağı
şekilde kendilerinin, üzerindeki haklarını gözeten bir kimse ile beraber özel
hayat yaşamak üzere yerleşmediler. Böyle olunca da, cariyesiyle evlenmek
isteyene, onların namuslarını korumuş olmaları şartını koşmaları, zinanın
açığından ve gizlisinden korunmuş olanlarını araştırma kaydı koyuldu.
Eğer
daha önce “evli kadınlar” ayetinin tefsirinde lugat ravilerinden
naklettiğimiz gibi, “el-muhsana” lafzını ismül fail ve ismül meful arasında müşterek kılarsak, kastedilen;
zinadan sakınarak sizin için ve kendileri için namuslarını koruyan, gizli
dostlar ve arkadaşlar – Mısırlıların dediği gibi; refikler – edinmeyen kadınları nikahlayın demek olur.
فَإِذَا
أُحْصِنَّ فَإِنْ أَتَيْنَ بِفَاحِشَةٍ فَعَلَيْهِنَّ نِصْفُ مَا عَلَى
الْمُحْصَنَاتِ مِنَ الْعَذَابِ
“Evlendikten
sonra bir fuhuş yaparlarsa onlara, hür kadınların cezasının yarısı (uygulanır).”
Yani evlenerek “muhsana” olmalarından sonra fahişe fiili olan zinayı
işledikleri zaman, tam anlamıyla “muhsana” olan hür kadınların zina ettikleri
takdirde onlara uygulanan cezanın yarısı uygulanır.
Bu
Allah Teala’nın şu kavlinde beyan edilmiştir; “Zina eden kadın ve zina eden
erkekten her birine yüz sopa vurun”(Nur 2)
Evli
olan cariyeye, zina ettiği zaman elli sopa, hür kadına ise yüz sopa vurulur.
Bunun hikmeti biraz önce de geçtiği gibi, hür kadının fuhuş imkanından uzak
oluşu, cariyenin ise buna mukavemet hususunda zayıf oluşudur. Şeriat koyucu,
onun zayıf oluşuna merhamet ederek, cezasını hafifletmiştir.
Bu
ayette geçen “Azab”, müfessirlerin; “Kur’anın bir kısmı, diğer kısmını
tefsir eder” dediği gibi diğer ayette belirtilen had cezası ise, bunların
zahiri; cariyenin evli olmaması halinde had cezasının uygulanmamasıdır.
Hür
kadına gelince, Nur suresindeki ayetin zahiri, onlara evli yada dul olmaları
halinde yüz sopa vurulmasını gerektirir. Bunda bakire veya dul olmaları
eşittir, çünkü ayet mutlaktır. Şayet Sünnet olmasaydı, tefsir ettiğimiz ayetin
evli cariyeler ve evli hür kadınlar arasında “muhsana”nın karşılığı
olarak; zina eden hür kadına mahsus bir hüküm olduğu söylenirdi. Bunların
tefsiri, hürlerden evlenilen “muhsana olan kadınlar” kavlinde geçmişti.
Lakin,
bu ayette geçen “muhsana” kelimesini, sünnette varit olanlar; “evli
olmayan hür kadınlar” olarak tefsir
ettiği için, dediler ki; onun karşılığı olan cariye, burada uygun düşmediğinden
dolayı, şüphesiz bunun karşılığı olan cariyenin mutlak muhsana
olmamasıdır.
Sonra
burada “el-muhsanat” kelimesine diğer bir kayıt koyarak bakire olmaları
kaydını eklediler. Zira onlar, evlenenleri muhsana sayıyorlardı. Evlilik
boşanma veya kocasının ölümüyle sonuçlanınca, bu vasfın bir anlamı kalmıyordu.
Evlilik ile muhsana olmak, kocasının korumasında olmaktır. Ondan ayrıldığı
zaman, “evli” denilmediği gibi, “muhsana” da denilmez. Bunun gibi misafir evine
döndüğü zaman ona “misafir” denilmez ve hasta iyileştiği zaman ona “hasta”
denilmez.
Burada
“muhsana” kelimesini bakirelere has kılan birisi demiştir ki; Onlar, bakirelik
ile korunmuşlardır. Ömrüme yemin olsun ki şüphesiz bekaret, haksız yere yıkmak
üzere sahibine ulaşmayı engelleyen bir himayedir. O, fıtratının, utanma
duygusunun ve erkeklerle görüşmemesinin selametinde olmaktır. Bunu değiştirmeye
evlilik himayesinden başka bir hak yoktur. Lakin muhsanlardan birinin kaybı ile
dul kalana cezaların en şiddetlisi olan recm ile hükmedilirse, ne denir?
Bekaret himayesini kaldıran ve erkeklerle görüşmeye alıştıran önceki eş, onun
için koruyucu sayılır mı?
Fıtrata
ve akla uygun olan, zina eden dulun cezasının, zina eden evlinin cezasından
düşük olmasıdır. Yine bekarların ve daha şiddetli cezası olan benzerlerinin
cezasından düşük olmalıdır. Nitekim bana ulaştı ki Yemen’deki bazı Araplar
bekar veya evli de olsalar, zina edenleri öldürmekle cezalandırırlarken,
dulları ne ölümle ne de sopayla cezalandırıyorlar, zira onlar, şer’an mazur
olmasalar bile tabiaten mazur sayılıyorlar.
Sünnete
gelince, Sahihayn’de Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in Yahudilerin
kendi hükümleri gereğince, fuhuş işleyen Yahudi erkek ve Yahudi kadına recm
cezası ile hükmettiği sabittir.
Bu
hadis, bu konuda Tevrat’ın nassı ile hükmedildiği hususunda açıktır. Alimler
dediler ki, hüküm verileceği zaman hükmün sebebi olduğu durumda ona uymak
gerekir. Zira ancak hak ile hükmedilir. Böylece “muhsan” olmada İslam’ın şart
olduğunu söyleyenlerin hilafına, bunun şart olmadığına delil çıkardılar.
İbni
Abbas r.a.’dan şöyle dediği rivayet edilir; “Recm cezası, Allah’ın kitabında
vardır. Dalgıçtan başkası ona dalamaz. Bu Allah Teala’nın şu kavlindedir;
“Ey
ehl-i kitap! Resûlümüz size Kitap'tan gizlemekte olduğunuz birçok şeyi
açıklamak üzere geldi”(Maide 15)
O
bununla, onlara açıkladığı şeylerin ve verdiği hükümlerin bize meşru
kılındığını demek istiyor. Ayetin sonu; “birçoğunu da affediyor.” Yani;
Kitaptan gizlediklerinizden bazısını açıklamadan bırakıyor. Bundan sonra Allah
Azze ve Celle, Kur’ân’ı ve ona tâbi olmanın vücubunu zikreder.
Ebu
Davud, İbni Abbas r.a.’nın şöyle dediğini rivayet eder; “Recm ayeti, Nur suresinde
celde ayetinden sonra nazil oldu ve (okunuşu) kaldırıldı, hükmü ise (geçerli)
kaldı.”
Sahihayn’de
ve başkalarında, Ömer r.a.’den rivayet edilmiştir; “Evli erkeklerden ve
kadınlardan zina edenlerin şahitlerle yada hamilelik veya itiraf ile sabit
olması halinde onlara recmi uygulamak,
Allah’ın Kitabındaki bir haktır.”
Peygamber
sallallahu aleyhi ve âlihi ve sellem, Maiz el Eslemî ve Gamid’li bir kadının,
zina ettiklerini itiraf etmeleri üzerine recm edilmelerini emretmiştir. Lakin
kadına doğurup çocuğunu emzirinceye kadar süre vermiştir. Bunu Müslim ve Ebu
Davud, Bureyde r.a.’den rivayet ettiler.
Yine
Müslim, Ebu Davud ve bunlardan başka Sünen ashabı, İmran Bin Husayn r.a.’ın
Cüheyne’li bir kadını recmettiğini rivayet ettiler.
Muvatta’da,
Sahihayn’de ve Sünenlerde Ebu Hureyre r.a.’den rivayet edilir ki; “Bir kadınla
zina etmeye zorlanan gence sopa vuruldu, kadın ise recmedildi.”
Sahihayn’de,
Ebu İshak eş-Şeybanî’den rivayet edilir; demiş ki; “İbni Ebi Evfâ’ya;
“Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem recm uyguladı mı?” diye sordum. “Evet”
dedi. “Nur suresinin nüzulünden önce mi, yoksa sonra mı?” diye sordum.
“Bilmiyorum” dedi.”
Bu
soru ve cevabın zahiri, soran kimsenin, bazen Tevrat’ın hükmüne göre uygulanan
recmin nesh olup olmadığını veya recmin, sopa hükmünün umumunu evlilikle muhsan
olanlara ve olmayanlara has kılıp tahsis ettiğini öğrenmek istemesidir.
Buhari,
Şa’bî’den rivayet ediyor; Ali r.a. bir kadını Perşembe günü dövmüş, Cuma günü
de recmetmişti. Dedi ki; “Ona Allah’ın kitabına göre sopa vurdum ve Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetine göre recm uyguladım.”
Bu
da gösteriyor ki, Ali r.a., recmin Allah’ın Kitabında nazil olduğunu ve onda
delili bulunduğunu söylememiştir. Ben de dul kadının recm edildiğine dair sarih
bir hadis gördüğümü söyleyemem. Yine de Allah Azze ve Celle bana ömür verdikçe,
Nur suresindeki ayetin tefsiri hakkındaki bütün rivayetleri, her açıdan
araştıracağım.
Evli
olmayan cariyeye zina ettiği için sopa vurulduğu varit olmuştur. Lakin ona
efendisi sopa vurmuş, bunun had cezası olarak uygulandığı da, ta’zir olarak yüz
sopa veya daha az vurulduğu da söylenmiştir.
Köleye
gelince, onların hükmü, ayetin delaleti ile bilinmektedir. Onlara cariyelere
uygulanan uygulanır. Hürler gibidirler de denildi.
ذَلِكَ
لِمَنْ خَشِيَ الْعَنَتَ مِنْكُمْ
“Bu
(cariye ile evlenme izni), içinizden günaha düşmekten korkanlar içindir”
“el-anet”;
sıkıntı, zorluk ve
fesat demektir. Denildi ki; onun aslı; zorlama ile karşılaştıktan sonra azmin
kırılmasıdır.
Yani;
böylece hür kadınlar ile evlenmekten acizlik durumunda nefsinin zarara ve
fesada uğramasından korkanlar için size cariyelerle evlenmek, fıtratın gereği
olan iffete devam etmeniz için caiz kılındı. Bu, sinirsel hastalıkları ve başka
hastalıkları barındıran hayatın saygınlığı için daha kuvvetli ve daha
sağlamdır.
Cumhur,
“el-anet” ile kastedilenin, zina işleme günahı demek olduğunu tercih etti.
Bazıları da dediler ki; “el-anet” lügate ve nakledilenlere göre; “ism(=günah)”
demektir. Lügatin aslında “ism(=günah)” Şer’î ma’siyet manasında değildir.
Bilakis o, zarar demektir ve “el-anet” kelimesinin anlamına yakındır. Lakin
“el-anet”, ondan daha şiddetlidir. İbni Abbas r.a.’dan gelen şu rivayet bunu
göstermektedir;
“Nafi
Bin el-Ezrak, O’na “el-anet” kelimesini sorunca; “İsm(=günah)” demektir”
demiştir. Nafi; “Bunu Araplar bilir mi?” deyince, demiştir ki; “Evet, şairin
şöyle dediğini duymadın mı;
رأيتك تبتغي عنتي و تسعى مع الساعي علي بغير ذحل
“Görüyorum
ki sen, şuursuzca aleyhimde fesatçılık yapanlarla birlikte bana günah isnat
etmeye çalışıyorsun.”
وَأَن
تَصْبِرُواْ خَيْرٌ لَّكُمْ
“Sabretmeniz
ise sizin için daha hayırlıdır.” Yani;
sizin için cariyeler ile evlenmeyip, nefislerinize engel olmanız ve iffetle
sabretmeniz, sizden zararı gidermeleri için caiz olsa bile, onları nikahlamanızdan
daha hayırlıdır. Zira onlarla evlenmekte; utanç verici işlere sebep oldukları,
evlatlarına miras bırakamadıkları, bir malik elinden diğer malik eline intikal
ettiği için, alçaklık ve bayağılık gibi kusur ve illetler bulunmaktadır.
Nitekim kişi hakkında; falan faziletli ve edepli şahsın cariyesi diye
düşünülür, fakat kocası olan cariye hakkında; falan alçak veya fasık adamın
cariyesi diye düşünülür. Bugün faziletliye ait olan, yarın fasık bir kimseye
ait olur.
Ömer
r.a.’den rivayet edildiğine göre demiştir ki; “bir köle, hür bir kadın
nikahlarsa, yarı azat edilmiş olur. Hür bir erkek, bir cariye nikahlarsa, yarı
köle olmuştur.”
Evliliğin
manasını açıkladığımız için bunun hikmeti ortadadır. Zira evlilik hakikatte,
erkek ve kadından her birinin yarısını oluşturduğu bir terkiptir. Bu yüzden her
biri için, zat olarak tek oldukları halde, birini diğerinden ayırmadan;
“zevc(=çift)” kelimesi kullanılır.
İbni
Abbas r.a.’nın şöyle dediği rivayet edilmiştir; “Çok azı müstesna cariye
nikahlayan kişiler zina yüzünden ilerleyemez.” Şair der ki;
“Kişinin evinde hür bir kadın
olamamışsan,
Onun evinin menfaati için konacak bir
şeyler yap”
Üstad
İmam der ki; iradeyi eğitmek, iffete sahip olmak ve hevâya akıl ile hükmetmek
hasletlerini içerdiği, doğacak çocuğa kölelik vasfının geçmemesi, miras ile
ahlak bozulmasına sebep olmadığı için sabretmek, sizin hakkınızda daha
hayırlıdır. Zira cariye, eşya ve hayvan mesabesindedir. Daima zillet ve
düşüklük hissettirir. Bu aşağılık duygusu evladının vicdanına da miras kalır.
Benim bu ayet hakkında daha önce buna yakın anlamda geçenlerden başka diyeceğim
yoktur. Şayet hür bir kadınla evlenmekten aciz kalındığında, cariyeyle
evlenilmesiyle bütün bu durumlar ortaya çıkıyorsa, mut’a nikahı nasıl caiz
olabilir??
وَاللّهُ
غَفُورٌ رَّحِيمٌ
“Allah
çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” Cariye ile evlenmemeye sabredemeyeni
bağışlar ve ona merhamet eder. Bunu böyle tefsir ettiler ve dediler ki; “bunu
kendisinden sakınılan günah menzilesine indirdiler. Bu konularda bu İlahî
isimlerin ayetlerin sonuna gelmesi, ona bağlı hükümlerin tahsis edilmesinden
daha kapsayıcıdır. Bu ayette de isteksizlik, iman etmiş cariyeleri hakir görme,
nikahları hakkında dedikodu durumunda onları suçlama, onlara kötü zanda bulunma
gibi insanın hatalara hedef olduğu, pek çok şey zikredilmiştir. İnsan, buna
benzer sakınması zor işlere hedef olunca, Allah Teala şer’î hükümleri
açıkladıktan sonra bizlere bağışlayıcı oluşunu ve merhametini zikrediyor ki,
gücümüzün yetmediği hususlarda sorumlu tutulmayacağımızı hatırlayalım.
[1] Buhari, Itk 17; Müslim,
Elfazu Hadis 13,15; Ebu Davud, Edeb 75; Ahmed, Müsned: 2/316, 423,463, 484,
491, 508
[2] Ebu Davud, nikah 3;
Nesai, nikah 12, talak 34.
[3] Buhari, nikah 32,40; Ebu
Davud, nikah 30; Tirmizi nikah 23; Nesai, nikah 69; Ahmed Müsned; 5/336
[4] Buhari, nikah 15.
[5] Hadis şöyledir; “Fezare
oğullarından bir kadın bir çift ayakkabı karşılığında evlendi.” Bunu Tirmizi,
nikah 22; İbni Mace, nikah 17; ve Ahmed Müsned; 3/445,446 rivayet etmişlerdir.