Size sunmak istediğim konu, insanın dünyadaki gerçek görevi konusunda olacaktır. Hiç şüphem yok ki bu konuda bana katılacak, benimle beraber aynı şeyi düşüneceksiniz. Zîra bu konu hepimizi, ilgilendiren bir konudur. Doğru bir görüşe ve kesin bir kanaate varana kadar bu konuda fikir teatisinde bulunulması gerekir.
Bir insanın dünya hayatıyla ilgili
konuları bilmemesi normal karşılanabilir, fakat
kendi yaratılış gayesini bilmemesi veya bilmemezlikten gelmesi veya bu
konuda gaflet göstermesi-sebebler ne olursa olsun- en basit bir insan
tarafından dahi mâkul ve mantıklı bir durum olarak görülemez. Zîra bu konuda
gaflet göstermek bir insan için çok vahim ve acı sonuçlar doğuracaktır.
HER ŞEYİN
VAZİFESİ VARDIR:
Gel birlikte şu kâinattaki büyük
küçük yaratıklara bir göz atalım. Şu büyük ve geniş yeryüzüne, onun üzerindeki
dağlara, ağaçlara, nehirlere,
hayvanlara bir bak…Gökyüzüne ve içindekilere, yıldızlara, gezegenlere, galaksilere,
aya, güneşe daha sayılamayacak kadar çok olan yaratıklara bir bak…Hiç düşündün
mü bütün bunları?! Bu kâinatı böyle güzel, büyük bir dikkat ve incelikle, çok
ince hesaplanmış bir düzenle, böyle büyük hacimlerde yaratmış olan kimdir?!
Acaba bütün bu mahlûklar bir hedef bir gâye olmadan yaratılmış olabilirler mi?!
Bilakis büyük küçük bütün mahlûkların ve hatta ufak bir toprak zerresinin dahi
görevi vardır ve bütün bu yaratıklar görevlerini eksiksiz yerine getirirler.
Makineler, arabalar v.s. beşer yapısı araç gereçler kendilerini îcâd eden bilim
adamları tarafından boşuna mı keşfedilmiştir?! Elbette hayır! Bütün bunlar bir
gaye için keşfedilmiştir. Şâyet bir insan gece gündüz uğraşırda hiç bir işe
yaramayan bir buluş yaparsa bizler o kişiyi delilikle itham etmez miyiz?!
Sağlam bir akıl, sahibini faydasız işler yapmaktan alıkoyacaktır. Bir hedef
için yapılan bir âlet bozulur da artık hizmet veremez duruma gelirse bizler o
aleti ya tâmir ettirir, ya satar, yada çöpe atarız. Zîra artık o alet görevini
istenilen şekilde yerine getirememektedir. Bu durumu bizim yaratılış gâyemizle
kıyas etmeliyiz.
İNSANIN GERÇEK GÖREVİ
Şâyet durum maddi âlet ve makinalarda böyleyse, yâni canı
olmayan bu zayıf aletler bir hedef, bir gâye olmadan yapılmıyorsa insan gibi
büyük öneme sahip, aklı olan ve düşünebilen bir varlığın gâyesiz yaratılmış
olabileceğini düşünmek ne derece mantıklıdır?! Böyle bir varlığın dünya
hayatındaki gerçek görevinin ve yaratılış gâyesinin ne olduğunu sormakta haklı
değil miyiz?! İnsan ki Allah onu en güzel şekilde yaratmış, ona akıl, duyu
organları güç, kudret, seçme hürriyeti vermiş, yeryüzünde var olan bütün
nimetleri onun için yaratarak ona ikrâmda bulunmuştur. Acaba Allah bu insanı
sadece yeme- içme, oyun-eğlence ve dünyalık zevkler için mi yaratmıştır?! Yoksa
mal peşinde koşmak acılar, hüzünler, kederler, bunalımlar için mi yaratmıştır?
İnsan niçin yaratılmıştır?! Tabîdir ki kendisine bu kadar ikrâm edilen insan,
yukarıda saydığımız çeşitli zorluklar için yaratılmış değildir. Hiç şüphem yok
ki bu konuda benimle aynı şeyi düşünüyorsundur. Zîra insanın böyle fâni ve boş şeyler için
yaratılmış olabileceğini hiç bir akıl sahibi düşünemez. Öyleyse sözü edilen
soruların cevabı nedir? Bu soruların cevabını gelmiş geçmiş bütün
peygamberlerin dilinden tek cevap olarak öğrenmekteyiz. Onların getirdiği bu
vahiy, insanlara; insan, taş, hayvan, güneş, ateş, nefis ve heva gibi hiç bir
puta tapmadan sadece Allah’a kulluk etmeyi emretmekte ve sadece bunun için
yaratıldıklarını açıklamaktadır.
KARŞILIKLI KONUŞARAK GERÇEĞE
ULAŞALIM
Bilindiği gibi hayata doğan her çocuk herhangi bir bâtıl inanç, görüş ve din üzerinde değildir.
Bilakis her çocuk temiz İslâm fıtratı üzerine doğar. Fakat çocuklar belli bir
yaştan sonra anne ve babasından, aile fertlerinden, akrabalarından, yakın
çevrelerinden çeşitli düşünceleri, inaç şekillerini almaya başlarlar. Zamanla
bu duyduklarını kabullenmeye başlayan çocuklar, genellikle bu düşüncelerin doğruluğuna tamamen kanaat getirirler. Bu
çocuklar belli bir zaman sonra duymuş, görmüş veya öğrenmiş oldukları düşünce
ve inanç kültürünün tabii olarak kabullenilmesi gerektiğini, bu konularda bazı
şüpheler üretip yeniden düşünmenin ve
sorgulama yapmanın caiz bir durum olmadığını, zîra etrafındakilerin bu anlayış
ve düşüncelere iman edip, bu konularda tamamen iknâ olmuş olduklarını düşünmeye
başlarlar.
Fakat reşit olmuş, olgunlaşmış
eğitimde ve kültürde anne-babanın ve ataların ulaşamadığı seviyelere ulaşmış
bir insanın böyle teslimiyetci ve taklitçi bir düşünce içinde olması doğru bir
davranış şekli olabilir mi?!
İletişim ve ulaşım araçlarının
gelişimi ile dünyamızın küçük bir köy haline geldiği günümüzde bazı insanların
atalarından mîras olarak aldıkları çeşitli düşünce ve inançları hiç düşünmeden,
tartışmadan, sağlam düşünce kantarlarıda bunları tartmadan, bu inançların
kabulu için gerekli olan aklî ve mantıkî delillere sahip olmadan bunları kabul
etmeleri ve etraflarında olan insanları bu şekilde düşünmeye dâvet etmeleri bu
görüş ve düşüncelerde taassup göstermeleri sizce ne derece doğru, mantıklı, akıllı, sağlam, güvenilir bir
davranış ve düşünce şeklidir?!
Akıllı bir insanın böyle
davranmasını, araştırarak, tartışarak, fikir alış verişinde bulunarak doğruya
ulaşma yönteminden uzaklaşmasını doğrusu yadırgamak durumundayız. Ancak
inançlarının ve fikirlerinin doğruluğundan şüphe edip bunları değiştirmek
istemeyen kişiler konuşmak ve tartışmaktan kaçar. Bir insan inançlarının
doğruluğundan emin olursa hiç bir zaman tartışmaktan ve gerekirse yanlışlarını
düzeltmekten, buna paralel olarak hayatında değişiklik yapmaktan korkmaz.
Asrımız ilim, araştırma, iletişim,
tartışma ve açılım asrıdır. Bu asırda, böyle, dünyaya kapalı, inançlarında
taassupkâr ve bağnaz insanların var olabileceğini düşünmek bile istemiyoruz.
İnsanın dünyaya ve doğrulara kapalı kalmak suretiyle yaşaması kendisi için
dünyada ve âhirette çok tehlikeli ve acı sonuçlar doğuracaktır. Zîra Âhiret
Âlemi vardır ve orada cennet ve cehennemden başka gidecek bir yer yoktur.
Âhirette kişinin, yaşamış olduğu toplumun veya atalarının inanç ve kültürlerini
hiç düşünmeksizin taklit ettiğini söyleyerek özür beyan etmesi kendisini
kurtarmaya yetmeyecektir.
Seni çepe
çevre kuşatan, elini ayağını, aklını bağlayan taklit zincirlerini kırmalısın.
Kendi kendine sessiz sâkin bir konuşma yapıp şu soruları kendine sormanı ricâ
ediyorum:
·Benim
yaşamış olduğum bu din acaba gerçek ve hak bir din midir?
·Şâyet bu din
hak bir din ise bu dinin hak din olduğunu gösteren aklî ve fıtrî deliller
nelerdir?
·Acaba bu din
benim hayatımı iyi bir şekilde düzene sokabiliyor, bunu sağlayabilmek için
mantıklı, sağlıklı kurallar içeriyor mu?
·Bu din,
benim hayatıma ve varlığıma bir mânâ kazandırabiliyor mu? Yoksa bu din haftanın
veya günün belli saatlerinde çevremi ve anne-babamı taklîden yapmak zorunda
olduğum, anlamsız bir hareketler manzûmesi midir?!
·Acaba dinsiz
ve inançsız bir şekilde, bütün bağlılık ve sınırlamalardan kurtularak,
istediğim gibi yaşamam doğru bir yaşam şekli midir?
·Bu dünya
hayatından sonra başka bir hayat var mıdır? Ölümden sonra dirilmek var mıdır,
şâyet varsa nerede, nasıl ve niçin dirileceğiz?
Ebedî mutluluğu yakalayabilmek için bu ve
benzeri soruları kendi kendine sorarak doğru cevaplara ulaşmak zorundasın. Bunu
hemen şimdi yapmalısın. Yarın çok geç kalmış olabilirsin!
DÜŞÜNMEK VE KARAR VERMEK
İnsanlardan bazıları müslüman
olduklarını iddiâ ederler fakat bu insanlara gerçek İslam ölçülerini dikkate
alarak bakarsanız onların müslüman olduklarına dâir hiç bir işâret
bulamazsınız. Bu tür insanlara müslüman olup olmadıkları sorulduğunda kimlik
kartı vb. şeylerle müslüman olduklarını ifâde etmeye çalışırlar. Bu insanların
gözünde İslâm bir etikettir ve bu etiketi taşıyan her kişi müslüman olarak
isimlendirilir. Bu insan hiç bilmez ki yarın Allah’ın karşısında bu basit iddiâ
veya etiket kendisine fayda vermeyecek, onu cehennem ateşinden
kurtaramayacaktır. Biz bu sözlerimizle İslam dininin sadece araplara veya
herhangi bir kavme ait bir din olduğunu iddiâ etmek istemiyoruz. Böyle bir şeyi
iddiâ etmekten Allah’a sığınırız.! Allahu Teâlâ bu dini siyahıyla, beyazıyla
bütün insanlığa ve hatta cinlere indirmiştir. Biz bu sözümüzle, bir insanın
müslüman olabilmesi için müslümanlık iddiâsında bulunmasının yeterli
olmadığını, bu insanın İslam’ın emir ve yasaklarına Kur’an-ı Kerim ve Peygamber
Sallallahu Aleyhi ve Sellem efendimizin sünnetinde olduğu şekliyle uyması gerektiğini ifâde etmek istiyoruz.
Şimdi müslüman olduklarını iddiâ eden bazı insanların bazı iddiâlarını
sıralayacağım. Bu bâtıl inançlara inanan insanlar İslamın neresindedirler bir
düşünelim! İşte size söz konusu garip iddiâlardan bazıları:
·İlah,
herhangi bir insana girebilir ve dolayısıyla onda tezâhür edebilir, böylece o
insan ilah olmuş olur. Bu ilah Îsa Aleyhis-Selam da olabilir,Hz. Ali Bin Ebi
Tâlip de olabilir, bunlardan başkaları da olabilirler?!
·Bir insanın
ruhu, o insan öldükten sonra başka bir insana geçebilir?!
Bu inancı yaymaya çalışanların amacı
âhireti, cennet ve cehennemi inkâr
etmek, dünya hayatından başka bir hayat olmadığını iddiâ etmektir.
·Namaz
kılmayı boş bir iş görmek ve kesinlikle namaz kılmamak?!
·Namazı İslam
dinindeki namazdan çok farklı olarak kılmak, örneğin namazın rukusunu,
secdesini yapmamak?!
·Cuma
namazını dahi kılmamak hatta bu namazı farz bir namaz olarak dahi görmemek?!
·Kendi
kafalarına göre kılmış oldukları namazlara başlamadan önce dahi temizlenmemek,
abdest almamak, cünüplükten dolayı yıkanmamak?!
·Zekâtın farz
olduğunu inkâr etmek. Fakat şeyhe, zekât adına malın beşte birini vergi olarak
vermek?!
·Orucu,
ramazan ayının gündüzlerinde yeme-içmeden ve orucu bozan bütün şeylerden
sakınmak olarak görmeyip, sadece ramazan ayı boyunca hanımlara yaklaşmamak
olarak görmek?!.
·Hacca
gitmeyi küfür olarak ve putlara ibâdet olarak görmek?!
·Allah’ın
Resulune yardım edip, onu desteklemiş ve İslamın dünyanın dört bir yanında
yayılmasına sebeb olmuş olan sahâbelerden nefret etmek. Özellikle Hz. Ebu
Bekir’e ve Hz. Osman’a lânet etmek?!
·Şarabı ve
diğer alkollü içkileri kutsal görmek. Allah’ın şarapta tecelli ettiğine
inanmak. Bu içkileri kutsal göstermek için bunları “Abdunnur’’ olarak
isimlendirmek?!
Bu v.b. İnançları taşıyanların
müslüman olduklarını iddia etmeleri, müslüman olmaları için yeterli midir?! Bu
düşünce ve inançların Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in getirmiş
olduğu dinle bir ilgisi var mıdır? Hayır! Binlerce hayır! Bu bâtıl inançlara
inanmak öncelikle, yaratıcı, rızık verici, hayat verici, öldüren, hayat veren,
fayda veya zarar veren, bütün kâinatın işleri elinde olan Allah’tan rubûbiyyet
sıfatını alıp bu sıfatı onun yaratmış olduğu bir beşere vermektir. Bu da
Allah’ı inkâr etmek ve Allah’a yapılması gereken ibâdetleri onun yaratmış
olduğu bir beşere yapmak demektir.
Bu düşünce ve inançlar İslam’ın
namaz, oruç, zekât gibi şartlarını inkâr etmek ve onlarla alay etmek olup,
ibâdetlerin şeklini, yapısını değiştirmektir. Böyle düşünüp bu şekilde davranan
insanlar islamın bir takım hükümlerini ret etmişler, diğer bazılarını da
değiştimeye çalışıp tahrif etmeye çalışmışlardır. İslam dininin hükümlerini
böylesine değiştirip tahrif edenlerin müslüman olarak isimlendirilmesi mâkul
olur mu?! Elbette İslamla alay eden, onunla oyun oynayanlar müslüman olarak
isimlendirilemezler.
İSLAMİ İNANCIN
KAYNAKLARI
Bir müslüman şayet gerçek bir
müslümansa kendi inancı ile ilgili bilgi ve esasları İslam dininin sağlam iki
kökü olan Kur’an ve Sünnetten almalıdır. İslâm bir müslümanın kendi dini ile
ilgili esas ve bilgileri ana-babasından, atalarından, şeyhinden, imamından
delilsiz bir şekilde öğrenmesine ve böylece onları kör bir şekilde taklit
etmesine müsâde etmez ve de bundan râzı olmaz.
Kur’an ve sünnetteki deliller,
yaratılışımızda var olan fıtrî eğilimler ve aklımız göstermektedir ki
Peygamberimiz Hz. Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in Kur’an ve Sünnet
aracılığı ile getirmiş olduğu İslâm inancından başkasını Allah kabul
etmeyecektir. Zîra bu inanç Âdem, Nuh, İbrahim, Musa, Îsa ve diğer bütün
peygamberlerin (Aleyhimis-Selam) getirmiş oldukları inançla aynıdır. Bizler insanları
İslâm inancını iyice araştırıp öğrenmeden, aklına takılan yerleri sorup,
bunların münâkaşasını ve münâzarasını yapmadan kabul etmeye çağırmıyoruz.
Bizler herhangi bir düşünce, din mezhep, örf ve âdetlerde taassup sahibi
olmayan her insanın İslamî inanç sistemini araştırıp bu konularda biraz
düşündüğü takdirde islamî inanç sisteminin en doğru inanç sistemi olduğunu, bu
dinin temel kaidelerinin en güzel ve sağlam kaideler oldoğunu, kısacası islam
dininin bütününün en doğru din olduğunu, Allah’ın bu dini kıyâmete kadar
insanların ve cinlerin gerçek dini kıldığını göreceğinden yine bu dinin
kalpleri huzura kavuşturabilecek tek sağlam din olduğunu ve insan fıtratına ve
hayat düzenine en uygun sistem olduğunu anlayacağından eminiz.
MÜSLÜMAN VE AHİRET İNANCI
Allahu Subhanehu ve Teâlâ’ya iman
etmekten sonra gelen İslamın en önemli temel kaidelerinden biri de “Âhiret
Gününe” inanmaktır. Âhiret gününe inanmak şu demektir: Bir insanın, Allah
Teâlâ’nın, bütün beşeriyyetin canlarını kabzettikten sonra onları kabirlerinden
kaldırıp dirilteceğine, onları yapmış
oldukları büyük-küçük bütün amellerden hesaba çekeceğine, kendisine hakkıyla
inanıp salih amel işleyenleri cennetle mükâfatlandırıp kendisine ve Resûlüne
âsi olanları da cehennemle cezâlandıracağına bütün kalbiyle inanmasıdır.
Bu söylediklerimiz özet olarak İslam
dinindeki âhiret inancının mânâsıdır.İslam dini hâricindeki diğer dinlerin
Âhiret konusundaki görüşleri aklın ve mantığın kabul edemeyeceği iddiâlarla
doludur. Şimdi dilerseniz bazı din ve mezheplerin bu konudaki düşünce ve
görüşlerine bir göz atalım.
·Bazıları
şöyle der: “İnsan ölümü ile birlikte yok olur, kaybolur. Ölümden sonra insanın
dirilip iyi olanlarının cennetle mükâfatlandırılması, kötü olanlarının
cehennemle cezâlandırılması diye birşey yoktur.”
İslam hâricindeki bütün dinlerede
âhiret inancı vehmîdir, hurâfelerle doludur. Bu din veya mezheplerin din
adamları insanları kandırmak için bu v.b. şeyleri uydurmaktadırlar. Bu şekilde
insanları korkutarak kendilerine iteat etmelerini sağlamaya çalışmaktadırlar.
·Bazıları da
şöyle der:“ Âhiret
dünyası sadece ruhlar için vardır. Cesetler ise ölümle birlikte yok olur.”
·Bazıları ise
şöyle düşünür:“Cennet ve cehennem gerçekte yoktur. Bunlar mânevi işâretlerden
ibârettirler. Cennet hayırlı işlere, cehennem de şerli işlere işâret
etmektedir.”
·Diğer
bâzıları da şöyle der: “Cennet ve cehennem vardır fakat cennete sadece biz ve
bize tâbi olanlar, cehenneme ise bize
muhalif olanlar gireceklerdir.”
Bunlara göre sadece kendileri gibi
putlara, insanlara v.s. tapanlar cennete girecektir. Böyle bir şeyi mantık
kabul eder mi?!
·Bazıları da
“Cezâ Kanunu” diye bir şeye inanırlar. Onlara göre kâinatın nizâmı tam bir
adâlet üzerine kurulmuştur. Bu adâlet insanlar istesede istemesede vukû
bulmaktadır. Fakat bunlar bu adâletin bu dünyada mı yoksa öbür dünyada mı vukû
bulacağını bilmemektedirler. Bu adâlet düzeninde mükâfatlandırma ve
cezâlandırma hangi esaslar üzerine kuruludur ve bu adâlet nasıl yerine getirilecektir?!
Bu soruların cevabı belli değildir.
Bu saydıklarımız islam dini
hâricindeki bazı bâtıl din ve mezheplerin Âhiret konusundaki düşünce ve
görüşleridir. Acaba olgun bir aklın bu düşüncelerin doğruluğuna inanması mümkün
müdür. Doğru bir dinin, bu tür inançları kabul etmesi düşünülebilir mi!?
Elbette düşünülemez. Zîra bu düşünceler başta yerlerin ve göklerin kendisiyle
ayakta durduğu adâlete aykırıdır. Bu iddialar zulmün ta kendisidir ki Allah
zulümden münezzehtir. Hayatta iken farklı amellerde bulunan insanların
ölümlerinden sonra eşit olmaları mümkün müdür!?
Allah’a hakkıyla inanıp O’na iteat
eden ve sâlih amellerde bulunanlarla,
O’na isyan edip, kötü amellerde
bulunanların sonlarının eşit olması mümkün müdür? Zâlimlerle mazlumların eşit
olmaları adâlet midir? Zengin, kibirli, cimri insanlarla, fakir, herşeyden
mahrum insanların sonlarının eşit olması adâlet midir?!
Bu örnekler çoğaltılabilir…Tabîdir
ki sözü edilen bu gurupların eşit
olmaları mümkün değildir.
İSLAM VE MÜSLÜMANLAR
Bir çok insan müslümanlarla İslamı
özdeşleştirmekte ve müslümanların hatalarının faturasını İslâma çıkarmaya
çalışmaktadırlar. Bu kural, akıl ve mantık yönünden hatalıdır. Bir dine mensup
olan insanların hataları o dini kirletemez.
Bazı müslümanların ahlâklarındaki
eksiklik, zulum yapmaları, yalan konuşmaları, bazı islâm toplumlarının maddî
sahada geri kalmış olmaları kesinlikle islamı bağlamaz. Bir insan bu v.b.
durumları, kendi ile islam arasında engel yapmamalıdır. Zîra Allah’ın dini
başka, doğru ve yanlış haraketler yapmaya meyilli insanların bu dini yaşayıp
yaşamamaları başkadır.
Müslüman bir topluluk ne zaman bu
dini hakkıyla yaşarsa, o zaman bu dini temsil etme hakkına sahip olabilir.
Fakat bir insan İslâm’dan ve onun emirlerinden uzaklaşırsa bu haliyle İslamı
temsil etmesi mümkün değildir. Her
müslüman İslamı yaşadığı nisbette bu dini temsil edebilir. Gerçek İslamı
öğrenmek isteyen bir kişi bu dinin iki temel kaynağı; Allah’ın kitabı Kur’an-ı
Kerime ve O’nun Resûlu’nün sünnetine, O’nun temiz hayatına bakmalıdır. Yine geçmişte
ve zamanımızda İslamı en iyi şekilde yaşamış olan salih ve âlim insanların
hayatlarına ve onların yazmış oldukları kitaplara bakılarak gerçek İslâm ve
müslümanlık öğrenilebilir. Şâyet bir insan İslamı tanımak için bu yolu denerse, hiç şüphemiz yok ki; o insan hemen iknâ olup
İslam’a girecek ve Rabbine secde etmeye başlayacaktır.
SORUNLARI ÖNÜNE ENGEL YAPMA
İslâmı hakkıyla yaşamak istediğin
zaman ailenin, akrabalarının, çevrenin sana karşı çıkma ihtimâli büyüktür. Bu
ihtimaller seni yıldırıp yolundan alıkoymamalıdır. Zîra onlar seni ne kadar
sevseler de cehennem ateşinden seni korumaya güçleri yetmez. Siz iknâ olduğunuz
doğrulardan birilerinin hatırı için kendinizi mahrum bırakıp, ebedî dünyada
sonsuz ve can yakıcı azaba düşmenize sebeb olamazsınız. Dünya ve Âhiret
saâdetini birilerinin hatırı için kaybedemezsiniz. Hatta siz, bir an önce
kendinizi toparlayıp o yakınlarınızı bu tehlikeden kurtarmalısınız. Kararınızda
azimli ve sabırlı olmalısınız. Zîra eşinizin, dostlarınızın sizden uzaklaşması,
işinizden, görevinizden olma ihtimâli size zor gelecektir. Fakat korkmayınız,
sabır, metânet ve dua ile çoğu vehmî
olan bu zorlukları aşabilirsiniz. Bu durumda Allah’a tevekkül edip O’na
sığınmalısınız. Zîra O, bütün zorlukları ve kötülükleri aşmanızda size yeter.
Siz azminizi koruyunuz, Allah size yardım edecek, sizi başarılı, muzaffer
kılacak ve sizi hiçbir zaman yalnız bırakmayacaktır. O zorlukları yaşarken
Allah’a bol bol dua etmeli ve O’na sığınmalısınız. Unutmayınız ki Allah en
hayırlı yardımcı ve güvencedir. Şâyet böyle bir karar verecek olursan bu
hayatında verecek olduğun en doğru karar olacaktır. Unutmayınız ki hak yol,
izlenilmeyi hak eden en evlâ yoldur. Hak yolu tâkip etmek dünya ve
içindekilerden daha önemlidir. Unutma ki kıyâmet günü, ne yakınların, ne de sana kızanlar senin günahlarını üslenip
seni kurtarabilirler.
İSLÂM’DA İBÂDETLER KOLAYDIR
Şunu da bilmeniz gerekir ki; İslam
dininde ibâdetler, şeytanın ve dâima kötülüğü emreden nefsin tasvir ettiği gibi
zor ve meşakkatli değildir. Bilakis İslam dininin ibâdetleri çok az ve
kolaydır. İslam dini musâmahakâr bir inanç sistemine, hurâfelerden, şirkten
uzak bir tevhidî inanca ve yüksek ahlâk kurallarına sahiptir. İslâm’da,
Allah’ın varlığına ve birliğine, Hz.Muhammed’in O’nun kulu ve resûlu olduğuna
inanmaktan sonra gelen en büyük şart gece ve gündüz boyunca kılınan beş vakit
namazdır. Oruç senede bir defadır. Zekât ise malın nisap miktarına ulaştığı
durumlarda senede bir defadır. Hac ömürde bir defa, malî ve sağlık durumu
elverişli olanlar için farzdır. Bütün bunların yanında bir müslüman diğer
birtakım ibâdetleri de yerine getirmek durumundadır.
ALLAH’A İBÂDET EDENLERİN İBÂDETLERİ
ALLAH’A FAYDA VERMEZ
Bilmelisin ki Allahu Teâlâ’nın bizim
ibâdetlerimize ihtiyacı yoktur. Günahkâr insanların da günahları Allah’a zarar
veremez. Bilakis yapılan ibâdetlerin faydası veya yapılan günahların zararı
insanadır. İnsan Allah’a iteat içinde yaşamış olduğu hayatın karşılığını hem dünyada
hem de Âhirette görecektir. İteatkâr insanların dünyada görecekleri nimetlerden
bazıları şunlardır: Mutluluk, kalp huzuru, rızık konusunda güvence, ölümden
Allah’ın fazlını umarak korkmamak, olmuş veya olacak kötü olaylardan
kaynaklanacak aşırı korku ve sıkıntılardan emin olmak, tevbe kapısının açık
olması sebebi ile yapılmış olan günahlardan dolayı yaşanan sıkıntının sona
ermesi, malın, vaktin bereketlenmesi, aile huzuru ve mutluluğu, belâ ve
musîbetler karşısında zaafa uğramamak, umutları ve yaşama sevincini yitirmemek
v.s. daha nice nimetler... İmanın ve sâlih amelin âhiretteki en büyük faydası
ise sahibini cehennem ateşinden kurtarıp cennetin güzel nimetlerine kavuşturmasıdır. Bu ise nimetlerin,
başarı ve kazanımların en büyüğüdür. Allah’ın mü’minler için cennette neler
hazırladığını biliyor musun? Allah mü’minlere orada, hiç bir gözün görmediği, hiç bir kulağın
duymadığı, hiç bir beşerin aklından bile geçmeyen güzel nimetler hazırlamıştır.
Yine Allah’ın kendini ve Resulü Hz.Muhammed (Sallalahu Aleyhi ve Sellem)’i
inkâr eden kullarına ne gibi bir azap hazırladığını biliyor musun? Allah,
onlara sıcaklığı dünyanın ateşinden yetmiş kat daha fazla olan cehennem ateşini
hazırlamıştır. Azap olarak da bu yeter. Cehennem ateşinden Allah’a sığınırız.
Cennetin güzelliğini, cehennemin kötülüğünü hatırlaman, gafletten kurtulup,
senin için kârlı ve zararlı olanı yeniden düşünmen için sebeb olarak yetmez
mi?! Umut ederim ki bunu yaparsın.
SON OLARAK
Biliyorsun ki bu dünyada ne kadar
yaşarsan yaşa, sonun mutlaka ölümdür. Bir gün Rabbinin karşısına çıkıp yapmış
olduklarından hesaba çekileceksin. Durum böyleyken Âhirette ebedî bir cennet
yaşantısını şu dünyanın yorucu, külfetli ve kısa yaşantısına nasıl değişirsin?!
Dünya hayatında geçici bir nebze zevk için cennetten mahrum kalıp cehenneme
girmeyi nasıl göze alabilirsin?! Şâyet böyle yapıyorsanız bu yaptığınız
aklınızı saf dışı ettiğinizin, gaflete daldığınızın bir emaresi değil midir?!
Ey arkadaş! Hala dönmek için
fırsatın ve vaktin var. Kalan ömrünü seni yaratan Allah’a iteat ederek
geçirmelisin. İslâma sıkıca bağlanıp iki dünya saâdetini yaşayabilmek seni
bekliyor..