Bu Blog içinde Ara

5 Nisan 2021 Pazartesi

TA-HA SURESİNİN IŞIĞINDA TEBLİĞİN ÖNEMİ

 Rabbim!.. Benim göğsümü aç, genişlet. Ve işimi kolaylaştır. Dilimdeki düğümü çöz. Sözümü anlasınlar. Ve kardeşim Harun’u da bana yardımcı olarak ver. Onunla beni destekle.. Beni onunla kuvvetlendir. Benim işimde onu bana ortak kıl. Seni çok zikredelim. Seni çok çok anlayalım- (Ta-ha Suresi (20) 24-34)


بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

إِنَّ الْحَمْدَ لِلَّهِ ، نَحْمَدُهُ ، وَنَسْتَعِينُهُ ، وَنَسْتَغْفِرُهُ ، وَنَعُوذُ بِاللَّهِ مِنْ شُرُورِ أَنْفُسِنَا ، وَمِنْ سَيِّئَاتِ أَعْمَالِنَا ، مَنْ يَهْدِهِ اللَّهُ فَلاَ مُضِلَّ لَهُ ، وَمَنْ يُضْلِلْ فَلاَ هَادِيَ لَهُ ، وَأَشْهَدُ أَنْ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللَّهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ ، وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ.

 يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ حَقَّ  تُقَاتِهِ وَلا تَمُوتُنَّ  إِلاَّ وَأَنْتُمْ مُسْلِمُونَ.

يَا أَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْ الَّذِي خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ وَخَلَقَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَبَثَّ مِنْهُمَا رِجَالا كَثِيرًا وَنِسَاءً وَاتَّقُوا اللَّهَ الَّذِي تَتَسَاءَلُونَ بِهِ وَالأَرْحَامَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلَيْكُمْ رَقِيبًا.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ وَقُولُوا قَوْلا سَدِيدًا . يُصْلِحْ لَكُمْ أَعْمَالَكُمْ  وَيَغْفِرْ  لَكُمْ  ذُنُوبَكُمْ وَمَنْ يُطِعْ  اللَّهَ  وَرَسُولَهُ فَقَدْ فَازَ فَوْزًا عَظِيمًا.

  أما بعد :

 فإن أصدق الحديث كتاب الله ، وخير الهدي هدي محمد  ، وشر  الأمور محدثاتها ، وكل محدثة بدعة، وكل بدعة ضلالة ، وكل ضلالة في النار

 

Allah-u Teâlâ'ya hamd olsun! O’na şükreder, O’ndan yardım diler, O’nun bağışlamasını isteriz. Nefislerimizin şerrinden, kötü amellerimizden O’na sığınırız. Allah-u Teâlâ  kime hidayet ederse onu saptıracak, kimi de saptırırsa ona hidayet edecek yoktur. Şehadet ederim ki; Allah-u Teâlâ‘dan başka ibadete layık ilah yoktur. O tektir, O’nun ortağı yoktur. Yine şehadet ederim ki; Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem O’nun kulu ve rasulüdür.

"Ey iman edenler! Allah’tan korkulması gerektiği gibi korkun ve sizler ancak müslümanlar olarak ölün!" (Ali İmran: 102)

"Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının! Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allahtan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten sakının! Şüphesiz Allah sizin üzerinize gözetleyicidir." (Nisa: 1)

"Ey iman edenler! Allah’tan sakının ve sözün en doğrusunu söyleyin ki Allah, amellerinizi ıslah etsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah’a ve rasulüne itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur." (Ahzab: 70-71)

En doğru söz; Allah-u Teâlâ'nın kitabı ve en hayırlı yolu gösteren Rasulünün sünnetidir. En şerli şey; bidat olan şeydir. Her bidat dalalettir. Her dalalet ateştedir.
Günümüzde insanların en büyük sorunu, iman küfür sınırlarını bilmemeleri dolayısıyla müslüman ve kafir ayrımını yapamamalarıdır.

 

-  Musa, Firavuna git, çünkü o azdı. –  (Taha – 24)

Bu ayeti kerimede, Musa (as)’a iki emir vardır. – Sen git – eve başka bir yerde de – ikiniz gidin – diyor. – Çünkü o azdı - diyor. Devamında hemen başka bir ayet girmeden hemen Musa (a.s.):

-  Rabbim!.. Benim göğsümü aç, genişlet. Ve işimi kolaylaştır. Dilimdeki düğümü çöz. Sözümü anlasınlar. Ve kardeşim Harun’u da bana yardımcı olarak ver. Onunla beni destekle.. Beni onunla kuvvetlendir. Benim işimde onu bana ortak kıl. Seni çok zikredelim. Seni çok çok anlayalım- (Ta-ha Suresi (20) 24-34)

Bu ayetler sair kıssalar gibi Beniisrail kıssalarından bir kıssadır. Musa (as)’ın Firavuna tebliğci olarak yollanmasını anlatan bir kıssadır, vakıadır. Burada vakıayı anlatın 9-10, ayetlik bir söz dizisinde kıssa olarak bir muhteviyatı değil de, her ayetin kendisine has vurgulamak istediği ve vurguladığı bir özellik var.

Burada Musa (as)’a gelen doğrudan doğruya kendini muhatab edinen bir emir var.

-Firavuna git, çünkü o azdı- (Ta-ha 24). O ana kadar Musa (a.s) sadece Rabbinden gelenleri kabul ediyordu. O an bu gelen emirle vazifesinin, risalet olarak kendisine tevdi edilen vazifenin, Firavuna, hem de küfürdü zirvede tek misal olarak gösterilen, Firavuna tebliğ ona Allah’ın emirlerini ulaştırmak olduğunu anlatıyor, anlıyor.

-“Firavuna git. Çünkü o azdı,” diyor. Bu gösteriyor ki, azdı sözü, en azgını odur. Mevcut olan kafirlerin en azgını odur. Küfür, şirk, tuğyan olarak ne gibi bir misal verilmek istenirse mutlak, Firavun akla gelir. Öyle olmuştur ki artık bu lakap, (Eski  Mısır kıbtileride, Firavun bir isim değil lakaptı) artık birilerine küfür etmek için, ona küfrünü simgeleyebilmek için kulanılan bir söz olmuştur. Bu tarihte çokça vardır.

Hatta saf olan aslında hiçbir kötü vasfı, niteliği olmayan, Yahudilik gibi bir ırk bile, Yahudilerin yapmış oldukları pisliklere binaen bizim arasımızda birisini itham etmek istediklerinde –Bu Yahudi- derler. Halbuki, Musa (as)’da bir Yahudidir. Ama bazen böyle oluyor. O kelime, o sıfat, o nitelik belli bir kavme has olan şey onlara o yönlü benzemekten dolayı artık bir itham, tenkid kelimesi vasıtası olmaya başlamıştır. Onun için Allah (cc), Kur’an’da ve Sünnette, küfürde, zirveden bir örnek vermek isterse bu Firavundu. Başka bunu geçen birisi yoktu. Hemen bunun arkasından bunu takip eden – Nemrut – vardır. Onun dışında sadece, Peygamberimiz (SAV)’e geldiğimiz zaman Ebu Cehl var, bunun gibi bazıları mevcut. Ama zirvede örnek yine Firavundur. O makam ona aittir. Musa (as)’a – Ona git – diyor. Gayet tabi ki Allah (cc)’ın dilinden, yani O, söylüyor bunu. Musa (as)’ın o an yaptığını gündeme getiriyor. Musa (as) oraya hiçbir ayet karışmadan diyor ki:

-“Ey Rabbim benim göğsümü aç.” (Ta-ha 25) – Bu sözü söylemeye muktedir olma dahi Allah’ın ona bir ilhamıdır. Yani Musa (as) o sözü söyleye bildiyse, söylediyse, hakikaten söylemesi gerekiyordu ki, Rabbi o sözü ona söylemeyi ilham etti.

Ve Musa (as) –“Ey Rabbim! Benim göğsümü genişlet” – (Ta-ha, 25) Bunda kasıt, murat; yapacağım işe karşı ondaki müşkülatları hazırlayarak göstererek bana bu işin zorluğunu hissettirecek sıkıntı verme. Gönlümü bu emre karış aç. Ne gibi bir müşkülat ne gibi bir arıza arz olunursa olsun bunun karşısında sendelememek için, benim gönlümü aç. Yani bu emir kabulde bana kolaylık ver. Hiçbir zorluk bu emri tatbikten beni alıkoymaya gücü yetmesin.

Bu iki ayeti birbirine ekledikten sonra normal malumatımızla o hali  vakıa olarak zamanımıza aktardığımızda şöyle muhakemeler gerekir:

Firavun o yaşadığı topraklar üzerinde o iktidarın, o rejimin lideriydi. Yani tek hakimiydi. Bir coğrafya parçası üzerinde birilerinin hakim olması pek kötü bir şey değil, ama zalim birisinin, ceberrut birisinin hakim olması farklıdır. Bu kavmine, riayetindeki insanlara zulm ile bilinen birisi olursa hele o gibi, çok farklı bir manzara arz eder. Bunun dışında kendi iktidarının birileri tarafından gasp edileceği korkusuyla bir hal tasvir edilirse bu daha dehşetli olur.

Düşünün Musa (as)’ın kavmini. Yurtlarından, vatanlarından, topraklarından uzaklaştırılmış, karıları esir alınmış, çocukları esir alınmış. Akabinde bu mevzunun seyrini Kur’an’da okuduğumuzda, Firavunun, sihirbazlarından  kendisine haber verilmesinin akabinde “Beniisrailden bir erkek çocuğu doğacak, işte o senin saltanatını sarsacak – Bakara 49 – gibi bir kehanette bulunmasının akabinde Beniisrailden doğan erkek çocuklarını öldürme gibi, öldürtme gibi bir zulmü de gündeme getirmiştir.

İşte Musa (as) o ortamın içinde büyüyen birisiydi. Tabii oda insandı, tabiatıyla. Bu emirden evvel, İsrailli birisiyle, Kıbtilerden birisi arasındaki bir kavgada, araya girip onları ayırırken, Musa (as)’ın öbürküne bir yumruk vurup, öldürmesi sonra Medyen’e kaçması vakıası vardır. – Kasas -         -

O da korkmuştu, kenidisine zarar verilmesinden. Her insan gibi endişe durup oradan uzaklaşmıştı. Medyen’e gitmişti.

Düşünün iktidarda gücünden korktuğu bir insana Allah (CC) onun doğrudan doğruya muhatap edineceği bir şeklide tebilği emreder. Musa (as) bu vakaları o  ortamda yaşayan herkes gibi biliyor ve kestirebiliyordu. Onun için bunları düşünerek:

-“Ey Rabbim! Benim göğsümü aç, bu emri tatbik etmede bana güç ver. Bu emri tatbikte zor ve varsa bunları benim gözümde küçült hiç önemli baktırma. Yani bu emri uygulamada güç ver, samimiyet ver, irade ver. Kasıt budur “Göğsümü aç hiçbir sıkıntı gelmesin”. Hemen yalvarmaya, Allah Subhanehu Tealaya ilticaya her ne katar ben bununla emrolunmuş biride olsam bu mevzuda yardım yine sendendir.

Bu gösteriyor ki mevzunun seyrinde bunu açığa çıkaracak. Peygamberler tebliğle mesul, sorumlu tutuldukları gibi. Ondan sonraki gelen ümmette artık, Allah Rasulu (SAV)’in ümmeti, Müslümanlar olarak biz bu mevzuyu ele alıyoruz. Mutlak birde tebliğinden sorumluyuz.

Her ortamda kendilerin has bir vakıa ele alınırsa bizim 21. asırda yaşamış olduğumuz coğrafya üzerinde herhalde bu emirle bizde  muhatap olduğumuza göre, vakıayı ortamı düşünerek ancak bu duayı edebiliriz.

Müşkülatlarımızı hangi boyutta görürsek görelim, ne düşmanı mızı nede müşkülatlarımızı, Musa (as)’ın düşmanı ve müşkülatlarıyla den tutmamız mümkün değildir.

Zaten bu meselede, bu mevzuda örneğin zirveden verilmesinde ki kasıtta budur. O zaman emrin muhteviyatından çıkan öz şu olur: Sizin düşmanınız öyle olmayacak, sizin müşkülatınız öyle değil. Ama sizde tebliğle sorumlusunuz, mesulsünüz. Buna rağmen aynı imkanları kullanabiliyoruz. Zorluk o zorluk değil ama,

“-Ey Rabbim! Bizim gönlümüzü aç”, diyoruz.

Bu meseleyi burada tuttuğumuzda. Bir hadisi Şerifte Allah’ın Rasulu (SAV) diyor ki: “Allah’ın benden evvelki ümmetlere gönderdiği her Nebi’nin, kendi ümmetinden sünnetini alan ve emirlerine uyan muhakkak bir takım havarileri ve sahabileri vardır. Sonra onların ardından yapmayacakları şeyleri söyleyen ve emrolunmadıkları işleri yapan bir takım nesiller zuhur eder. İşte kim bunlara karşı eliyle mücadele ederse o bir mü’mindir. Onlara karşı kim diliyle mücadele ederse oda mü’mindir. Onlara karşı kim kalbiyle mücadele ederse o da mü’mindir. Amma bunun ötesinde imandan bir hardal tanesi de yoktur.” (Müslim – 50 –)       

Emri bil-marufu veyahut ve Nehyi anil münkeri, marufu emretmeyi ve münkerden alıkoymayı biz muhatap olduğumuz her emirle beraber, o emrin muhteviyatında ele alıyoruz.

Şöyle; Allah Subhaneke ve Teala. “Ey Resulum!.. Sana indirilene , vahyedilene uy. -           -  derken. Biz bu emrin mücerret lafsının mantukuzu ele almayız. Bu ayetten her emrin mutlak askinden nehyeden bir ................... vardır. Yani – Sana indirilene uy – derken. Sakın ha, indirilenin dışında bireye uyma manasını da taşır. İndirilenin dışında bir şeye oyma, diyor.

“Ey Resulum! Sana indirileni tebliğ et.” (Maide – 67) derken, sakın ha bunun dışında hiçbir şeyi tebliğ etme, ve sakın ha, Tebliğ ettiğin mutlak Rabbinden indirilen olsun. Eğer tebliğ ettiğin şeyler Rabbından indirilen ile alakalı değilse bu tebliğ tebliğ değildir.

Senden tebliğ isteniyor ama tebliğ ettiğin şey Rabbinden indirilen olmalıdır. Sakın ha başka bir şeyi tebliği etmekle yükümlü değilsin. Yaparsan, ayetin devamında da – Ayetin özü burada, “Şu Rabbinden indirileni tebliği etmezsen Rabbinin sana verdiği risaleti yerine getirmemişsindir. – (Maide – 67) – Burada, Rasule (SAV)’e olan ikaz – indirileni tebliğ etmezsen – .............. tutunan budur.

Birde ayetin başından aldığımız manayı bize dönük uygularsan indirileni tebliğ etmede değil, indirilenin dışındakini tebliği edersen bunun belası musibeti daha fazladır.

Onun için Kur’an-ı Kerim’de, bizim marufu emretme, münkerden alıkoyma esası emrolunduğumuz, muhatabı olduğumuz her şeyle beraber bunun aksinin gündeme geldiğini düşünmeliyiz.

Yani, Tevhidi gerçekleştir. Allah’ı birle, derken.Şirkten de uzak dur, sözü nasıldır? Şirkten uzak durma, kişinin cismini cesedini oradan alıp başka bir yere götürmesi nakletmesi değildir. Şirkten uzak durma, o şirk kabul edilen şeyleri senin inkar etmenle mümkündür. İnkar bir tezahürü gündeme getirir. Yani, dillen, ellen veyahut azalardan bir tepkiyi gündeme getirir. Aynen de, Tevhid, dil ile kalp ile, azalar ile bir tatbiki gündeme getirdiği gibi.

Onun için, marufu emretme, münkerden alıkoyma bizim imamınızı koruma esaslarının en büyüklerindendir. En önde gelenidir. Biz ancak imanımızı bununla koruyabiliriz. Başka türlü korumamız mümkün değildir.yine bir hadisi şerifte Ebu Said el-Hudri (ra) rivayet ediyor. Rasulullah (SAV) şöyle dedi: “- Sizden her kim bir münker görürse onu eliyle değiştirsin. Eğer eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle, onda gücü yetmeyen kalbiyle. Ve işte bu iymanın en zayıf olanıdır.”    (Müslim – 49 – )

Bu hadisi şerif şu ana kadar anlattığımızı ne yapıyor? Ne bir şekilde açığa çıkarıyor. Gördüğünüzde – her kim görürse – belli bir ilmi mertebesi olan muhatap edinmiyor. Belli bir kesimi muhatap edinmiyor. İnandım diyen herkes bu  emrin muhatabı oluyor. – Her kim bir münker görürse – Bu da şu kaydı getiriyor; - Her kim münker görürse, kim olursa olsun gören ve birde o görenin gördüğünün münker olduğunu bilmesi gerekir. Bu demektir şimdi? Münker dediğimiz şey Allah’ın ve Rasulunun yasaklayıp sevmediği, hoşlanmadığı şeylerdir. Allah’ın bir şeyden hoşlanmadığını, Rasulunun bir şeyden hoşlanmadığını nasıl biliriz? İndirilen şeyi bilmekle mümkündür bu.

Yani Allah ve Rasulunun onu yasaklaması gerekir. Münkerden alıkorken, onun münker olduğunu bilmemiz gerekir. Değilse o işe o adı veren biz olmamalıyız. Onun münker oluşu – Ya Kitapla sabit olmalıdır. Yada sünnetle sabit olmalıdır.-

Şimdi öyle bir emirle muhatapsın ki gördüğün münkeri, onun münker olduğunu bilmelisin, ona mani olmakla sorumlusun. Bu ne demek? Yani münkeri okuma mecburiyetindesin, öncelikle sen bununla memursun. Eğer münkerin münker olduğunu bilmezsen senin yapacağın bir iş yoktur. Yani mani olmaya her ne kadar bir ameli olrak tezahür yönünü de tutmuş olsan burada, bilmediğin halde mani olsan da başına beladır. Geri dursan da, başına beladır. Çünkü münker olduğunu biliyorsun.

-Sizden biriniz bir münker gördüğünde – derken, yani neyin münker olup olmadığı öğrensin kastı taşır. Ve onu da bilmekle yükümlü olduğunu anlaması gerekiyor. Ve bu da gösteriyor ki insan tabiatı münkeri ve marufu tanımaya meyyal, hasletle techiz edilerek yaratılmıştır. Bunun aksine tezahür ederse, bunu bilerek yapamıyorsa insanda bir tahrifat vardır. Yani bir göçme vardır.

Burada, Musa (as) “- Benim gönülüm aç”- derken. Yani emrin başını ele alırsanız, “- Çükü o azdı -  diyor. Azgınlığı ne ? Nasıl azmış? Bakıyorsunuz – Benden başka bir ilahınız mı var? (Ta-ha 71) diyor. Yine “Ben sizin en büyük Rabbınızım”- (Naziat – 24)  diyor. İnsanları öldürüyor, eziyet ediyor. İşkence ediyor, köle olarak alıyor. Ve bunun dışında Kur’an’ın zikrettiği birkaç müşkülatın dışında biz hiçbir şey bilmiyoruz.

Ve Musa (as)’da, ona giderek, Firavunun ne gibi bir tepkisiyle karşı duracağını da bilmiyor. Emrin yani bir mevzunun devamında da gördüğünüz gibi Firavuna gidiyor. Tebliğden evvel bir şeyler söylüyor. Ne söylüyor? “-Biz, alemlerin Rabbının sana yolladığı iki elçiyiz.”- (Ta-ha 47) diyor. Neyi kastediyor Musa (as)? Yani elçiliğinin kabul edilmesinin mi? Biz rast gele kafasına esmiş sana istediğini anlatmaya gelmiş iki insan değiliz” – Biz, alemlerin Rabbının elçileriyiz - , Burada onunla müştereklik arıyor.

Firavun orada onların elçiliğini nübüvvetini reddetmezden önce ne yapıyor? Siz de kimlersiniz demiyor. Bakın, siz kimsiniz ki? Geliyorsunuz, demiyor.

Ama, Mekke ehlinde bunu görmüyorsunuz, oradaki müşkilat daha başka. Allah’ın Rasulu (SAV) o topluma geldiğinde – Ben, Alemlerin Rabbının elçisiyim, deyince. Ben  Allah’ın size gönderidği müjdecisi ve korkutucusuyum, deyince hiçbir müşkilat olmamıştır. Muhammet (SAV)’in elçi olduğunda hiçbir tereddüt yoktur. Ama neden Muhammed elçi oldu? Bunca daha değerli, kıymetli insanlar varken, diyerek bir müşkülatla karşı çıktılar. Hele Allah’ı inkar mümkün değildi. Peygamberin şahsına dönükte bir inkar yoktu. Ve nübüvvetine tepki yoktu. Kıssalara, rivayetlere bakacak olursanız kabul vardı. Neydi itirazları? Kureyşin  bu kadar büyüğü varken, şereflisi varken gitti de nübüvvet bir yetime verildi, biz bunu hazmedemiyoruz, dediler.

Ama, Musa (as)a söylenilen gelen reddiye “ – Sizde kimlersiniz? – deniyor, bakın. “- Alemlerin Rabbı da kimmiş ey Musa? – diyor (Ta-ha 49) itiraz, Alemlerin Rabbına karşı oluyor. Musa (as) belki de böyle bir itirazı hiç beklemiyordu. Başka bir yerde ele alırsanız, “- Sen bütün bunların Alemlerin Rabbından geldiğini çok iyi biliyorsun – (Kasak 37) diyor. Firavunun Musa (as)’ın kendisinin ve getirdiğinin, Alemlerin Rabbından olduğuna yine Kur’an ile bildiğini öğreniyoruz.

Öyle ise Firavunun itirazı inadı bir itiraz idi. Yakini bir münker küfür değildi. Mevzumuzla alakalı olan taraf yine o taraf değil.

Musa (as) tebilğine nasıl başladı? Bizim için çok büyük bir örnektir. Büyük bir misaldir. Hem de belki bu ayeti kerime, Baniisarile yaramasından çok ümmeti Muhammede yaramıştır. Onlardan daha çok bu ayeti kerime bize ışık tutuyor. Kur’an’da zikredilmesi zaten bunu gösteriyor. Muhakkak bize sunduğu bir şeyler var. Bize anlattığı bir şeyler var. Hatırlattığı bir şeyler vardır. Ve,

“- Alemlerin Rabbi kimdir? – diyor. Tebliğindeki en önemli noktanın tebliğindeki zirvedeki ilk başlaması gereken şeyin ne olduğunu gösteriyor? – Alemlerin Rabbının, yani yaratıcının inkarı, itirazı ile başlayan tebliğidir. Tebliğindeki ilk merhale budur.

Peki, “ – Biz, Alemlerin Rabbının sana yolladığı elçileriz – (Ta-ha, 47) derken, Musa (as) sanki dinlemeye çekiliyor. Ne yapıyor? – Alemlerin Rabbı kimdir?- derken. Firavundan gelen itiraz, Firavunun müşkülatını tespit ettirmiyor mu? Hemen, hurra, ona gelerek başlamıyor anlatmaya Musa (as).

Sadece, “- biz Alemlerin Rabbının sana yolladığı elçileriz – böyle normal bir sözün devamı – Hoş geldiniz, sefa geldiniz, en istiyorsunuz, ne diyorsunuz gibi bir ortam yok.

Söylediği söz karşısındakini deşifre eder mahiyette. Onun müşkülatını tanımada malzeme oluyor. İşte bunun müşkülatı bu tipinde alemlerin Rabbını tanımama kabul etmemek. Hemen akabinde bakıyorsunuz burada bunun müşkülatına dönük cevaplar vermeye başlıyor. Müşkülatı halleden inanç sunmaya başlıyor. Buda neyi gösteriyor bize? Tebliğci ben bu tebliği aldım, memurum diyerek, mükellefim diyerek önüne gelene bildiklerini anlatmıyor, bakın. Neye anlatıyor? Karşısındakinin müşkülatını tespit edip onun müşkülatına göre cevap sunuyor. Tedavi sunuyor. Tebliğcinin ilk yapması gereken budur. Bu şimdi neyi gösteriyor? Hadisleri birleştirin:

“ – Sizin biriniz bir münker gördüğü zaman o münkere mani olsun.”- Demekki münkerin en büyüğü en çirkini neymiş? Alemlerin Rabbını inkar, imiş. Musa (as), bu mevzuda bilgilendirilen, yönlendirilen, kendisine vahiy indirilen birisidir. Musa (as) böyle başlamış. Bizimde karşımıza herhangi bir ortamda böyle bir müşkülat çıkabilir. Alemlerin Rabbını inkar eden birisiyle karşı karşıya gelebiliriz.

Kur’an’da misal olarak verilmesi de böyle bir vakıa ile karışlaşabileceğimizin mümkün olduğunu gösteriyor.

Peygamberlerin tebliği umumen Uluhuyyet tevhidi merkezlidir. Ama buna rağmen, Rububiyyet  Tevhidi, merkezli davetlerde vardır.

İbrahim (as) ve Musa (as) gibi. Buda nedir? Demek ki yüzyüz seyirlik bir davet seyri olsa bunun güzde onu, Rububiyet Tevhidine dönük müşkülatları içeriyor. Gerisi uluhiyyet tevhidi merkezlidir. Ama buna rağmen bütün peygamberlerin yani Uluhiyyet Tevhidi merkezli de olsa davetlerine başlarken neyle başlıyor? – Hatırlatma ile – Ama bu deşifre etmek için. Müşkülatı keşfetmek için arz edilen sorulardır.

Aynen, Musa (as)’ın “ – Biz Alemlerin Rabbının elçileriyiz”- sözü nedir? Sen bunu kabul ediyor musun, etmiyor musun demiyor. Ona öyle bir söz söylüyor, onun tepkisini bekliyor. Yine Kur’an’dan Peygamberimiz (SAV)’in ilk tebliği ile alakalı ayetlere bakacak olursak.

“ – Muhammed, onlara sor, kendilerini yaratan kimdir? Rızıklandıran kimdir? Diye sorulan sorulara cevap, Allah. Madem ki bütün bunları yapanın Allah olduğunu bildiğiniz halde, nasıl ona ortak koşuyorsunuz? Ortak koşarken korkmuyor musunuz? – buda, Allah Rasulu (SAV)’ın geldiği ortamda her ne kadar büyük bir ihtimalde Allah’a iman var ise de, müşterekliği tespit, nereden davetine başlayacağını gösteriyor. Siz Allah’ı kabul edin diye başlamıyor. Bir itiraf var.

Hemen dönüyor bütün bu inanç sistemi içerisinde bulunduklarını itiraf eden bir topluluğa Allah’a kulluk edin O’na ortak koşmaktan sakının. Yani “- Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmadan ibadet edin”- (Nisa 36). Bu da şunu gösterir burada. Mekkelilerden istenilen bizim anladığımız manada kulluk değil. Zaten onlar o kulluğu eda ediyorlardı. Ama  eda ettikleri kulluğu şirksiz eda etmelerini isteyen bu emri yapıştırıyor.

Farkına vardıysanız itirazlarda hep o yönlü oluyor. Müşkülat tespit ediliyor. E müşkülatın tespitinin akabinde, istikametinde nasihat başlıyor. Ve itirazlar geliyor. Redler, cevaplar peşpeşe birbirini takip ediyor.

Bu şimdi bizim Ümmeti Muhammed, olarak sorumluluğumuz yaşadığımız toplumda aynı değildir. Allah Rasulu (SAV)’in davetine bakacak olursanız Alla (CC)’yi toptan inkar – Dehriyyun – dediğimiz, varlığını inkar, ahiret hayatını inkar bu müşkülatların temelinde aslında Alla (CC)’in varlığını inkar yatar. Her ne kadar insanlar bunu sözde itiraf etmemiş olsalar da.

Bununla tekrar bağlayacağımız nokta şu oluyor; Biz eğer kabul ettiysek, Allah (CC) bunu bize nasip ettiyse imanı itiraf ediyorsak, ikrah ediyorsak ve bu esaslara itikat ediyorsak, bunu koruma hemen o merin akabinde başlamıştır.

Hemen onun maruf şeklini, münker şeklini. Yani, emir olarak geliş şeklini sakınmamız gereken tarafını nehy olarak geldiyse o nehyi zıddı ile bilmemiz gerekiyor. Bildiğimiz ondan itibaren ise bunu tebliğe memur, onu anlatmakla kendimizi korur  bir tavır almamız gerekiyor.

Buda neyi gösterir? Tebliğindeki seyir katiyetle bizim bir vakit ayırmakla, tahsis etmekle dinimizi öğrenmeyi emreder. Eğer bunu  tespit edemiyorsak bunu yapamadıysak az öncede dediğimiz gibi münkeri tanıyamama, marufu tanıyamama büyük bir karışıklığı gündeme getirecektir. Ama biz yine de bu hareketliliğin içinde bulacağız kendimizi. Hem de inanmayan insanların hareketliliğine mukayese ederek değil. İnandım diyenlerin hareketliliği içerisinde.

Şu an eğer inandım diyenlerin inhiraf (sapan) edenlerin, yine inandım deyip hakta sahip kalanlarla bir mukayesesi mevzu bahisse, Yetmiş üç fırkadan, yetmiş ikisi ateşte olduğu ancak birisinin kurtulduğu – (Tirmizi 2778, 2779) – düşünülürse bu ortamda bu daveti bu denli gündeme getiren yani marufu emreden, münkerden nehyeden, gayret gösterenlerin içinde kaçta kaç kaldığı da açıktır. Tasavvufçuları düşünün, mezhepçileri düşünün, bidat ehlinin düşünün, ilhad ehlini düşünün, bunların içerisinde farklı görüşü gündeme getirin bakın ortaya neler çıkıyor. Bunların hareketliliği içerisinde varlarsa davetlerini ikame ediyorlar demektir. Bu toplumda, Yaşar Nuri gibi, Edip Yüksel gibi, Süleyman Ateş gibi, Hayri Kırbaşoğlu gibi ismini zikretmeye lüzum görmediğim birçok ilhat ehli çıkıyorsa, ona uyanlarda çıkacaktır. Adamlar demek ki davalarını ikama ediyorlar. Davetlerini yapıyorlar, düşüncelerini yayıyorlar. Eğer bunlar düşüncelerini yayıyorlarsa , bunun karşısında mukavemet eden hayrı gündeme getiren, münkerin dışında marufu  gündeme getiren tebliğ eden taifenin zayıflığını, güçsüzlüğünü veyahut vazifesini eda etmediği gösterir.

Bunu başka yönüyle muhakeme edebiliriz. Allah (CC) Kur’an’dal şöyle buyuruyor: “- Sizden iman edip salih amel işleyenlere, yeryüzünü hakim kıldığımız gibi , sizi de yeryüzüne hakim kılmayı vadettik..” (nur 52) diyor. Yeryüzüne hakim kimdir? Dediğimizde herkesten çıkan söz aynıdır. Yani küfür hakimdir.  Demek ki daveti kimler yapıyormuş? Onlar yapmış ve hakim olmuşlar, oluyorlar da. Bu da gösteriyor ki bizim davetimiz ayakta değil. Çünkü bunun dışında nelerle uğraştığımız belli, öyle dökülüyoruz ki misal bile vermeye lüzum görmüyorum. Herkes yaptığı işe, amele, kendine baksa anlar. Eğer anlamada kaldıysa. Herkes kendini şöyle bir tartsın. Nerede olduğunu, ne yaptığını, nasıl yaptığını düşünsün. Geçtik.

Bunun dışında mesel biraz daha anlaşılsın diye bir örnek daha verelim. “- Allah’a inananlar O’nun yolunda cihat ederler. Taguta inananlar ise küfredenler onun yolunda cihat eder “ – (Nisa 76). Eğer biz Allah yolunda mücadele edemiyorsak ki etmemişiz ki küfür hakimdir. Bunun manası ne oluyor? Şimdi net olarak. Tebliğ etmemiş miyiz? Hayır, tebliğimizi çok iyi yapmışız. Çünkü biz her halükarda  tebliğciyiz. Tebliği ya Allah’ın emirlerini anlatarak yerine getiriyoruz, yada Allah’tan gayrısının emirlerini anlatmakla vakit geçiriyoruz.

Eğer tebliği ibadetten bir cüz ise öyle mi. Hem de imanı koruyan ön üstün esaslardan biriyse. Biz şimdi tebliği yapıyoruz deyince hemen maksut bunun anlaşılması gerekirdi. Allah’ın emirlerini tebliğ yapmıyoruz ama biz yine tebliğciyiz. Kendinizi Allah’ın emirlerini tebliğ  etmekten soyutlayabilirsiniz ama tebliğcilikten soyutlayamazsınız.

Allah’ın emri tebliğ ediliyorsa, Allah’ın emrinin dışında bir şeyler gündeme geliyor. Yani “- Allah’ın emrini tebliğ et”- (Maide 67) sözünden anlaşılması gereken bu denli ibadeti izah ettiğimiz ortamda, bu denli anlamamız gerekirse nasıl bir mana çıkıyor? “ – Allah’ın indirdiğini tebliğ et.”- dediğinde, böyle bir emre muhatap olduğumuzda bu neyi ihtiva eder? Tebliğ her halükarda  vardır. Ama siz indirileni tebliğ edin demektir.

İndirileni tebliğ et derken, bunun zıddı ne olur? İndirilenin dışında tebliğe edilenleri bırakın demektir. Biz Allah Subhanehu Tealanın emirlerine davet  etmiyorsak, nehiylerinden sakınmaya davet etmiyorsak demek ki aksi gündemdedir. İbadet mefhumunu böyle anlamamız gerekir. Yapılan her iş, her düşünce, her amel zıddıyla kaimdir. Ya Alla’ı razı etmek için bunu yaparsın ya da gayrısını, gayrısı da önemli mi? Bu arada bu bir kaidedir arkadaşlar bunu not edin. – Her şey zıddı ile bilinir.- Sevgi varsa nefrette, kinde vardır. Sevgi bittimi nefret gelir. Mutlak bir şeyleri tebliği ediyoruz. Eğer marufu Allah’ın sevdiği Rasulunun sevdiği şekilde anlarsak mesele hallolur. Marufu emretmiyorsak bu sefer nedir? Şeytanın münkeri gündemdedir. Onu maruf kabul etmişiz onu emrediyoruz. Düşünün bir mezhepçiyi, tasavvufçuyu vs. gelipde size bidatını anlatıyorsa, Allah’tan gayrısını gündeme getiriyorsa, bu nedir?  Aksinin gündeme gemlediğini gösterir.

Siz de bu tebliğcilerden birisi olursunuz. Ve dediğim gibi Rasulu kendi boyutunda itham, “- Eğer indirileni tebliğ etmezsen, risaletini yerine getirmemiş olursun.”-  (Maide 67). Yani insanlardan korkarak sakınırsan ve imanın en zayıfı nedir? Kalp ile buğz öylemi. İndirileni tebliği etmiyorsun, yapamıyorsun, gücün yetmiyor, bir yere sıkışıp kalmışsın kalbinle yetiniyorsun demektir. O dan insanlardan tamamen soyutlanıp yalnız başına bir hayat geçirme demektir. Ama o toplumda kaldığın müddetçe tebliğinden soyutlanman mümkün değildir. Ve o zayıf olan imanını da böylelikle korumadığını gösterir. Şimdi hadisin bu yönünü de anladınız mı?

Biz tebliğe soyunmadan evvel anlaşılması gereken taraf, yalvarmamız lazım. Bu aslıdır. Ve akabinde Musa (as) devam ediyor. “- rabbim benim işimi kolaylaştır.” – (Ta-ha 26). İşinin ne kadar zor olacağını Musa (as) kestirebiliyordu. Hakikaten ne denli zor olacağını kestiriyordu. Ve bu ortamında herhalde bizim işimiz bu mevzuda ne kadar zor olursa olsun Musa (as)’ın işinin zorluğuyla mukayese etmemiz mümkün değildir.

Tebliğin, yani “- Her kim bir münker görürse ona eliyle mani olsun, yapamazsa yani zor gelirse demiyor, bakın. Çünkü bir işin zorluğunu tespit kişilere bırakılırsa çok farklı tespitler çıkar. Burada yapamazsan, diyor. Deneyeceksin, denemelisin. Yapamazsan sözü senin tebliğini kesmen ara vermen manasını taşımıyor. Karşıdaki bunu kabul etmezse bu manayı taşır. Ve burada da iki halden birisi vardır, bir üçüncüsü mümkün değildir.

Yunus suresinde de Allah (CC)’nin zikrettiği gibi Nuh (as) kıssasını bize dönük dersler vardır. Yani, tebliğinde iki netice vardır. Ya o tebliğ kabul edilir. Veyahut reddedilir. Reddinde bir neticesi vardır. O senin oradan çıkarılmandır. Senin oradan kovulmandır. İnziva hayatını ise kovulmak olarak gündeme getiriyorsun. Sen onlarla hala oturur kalırsın, demek ki onların tepsini i çekecek seni oradan kovacak bir ortam oluşmamış demektir. Böyle bir ortam da oluşmamış ise sen onlarla devam ediyorsun demektir. Sen onlardan olmaya namzet bir fert olmuş birisi olursun. Tebliğin getireceği netice ya kabul görmeli ya da sen oradan atılmış olmalısın. Atılmış olmalısın ki yapamadığın, muktedir olamadığın gündeme gelsin.

Ve bu sefer “- dilinle yap”- diyor. Kesmemen için bu budur. Elinle gücün yetmedi, muktedir olamadın. Ama dilin sukut etmesin.

Ve dil ile tebliğin tebliğdeki bir başlangıç merhalesi olduğu bir gerçektir. Hele ilim ehlinin dilinden aşağıya inmesi mümkün değildir. Kalple yetinme kalple iktifa avama verilen bir ruhsattır. Allah Resulu (SAV)’in davetine başlayışı dillen olmuştur. Başlarken katiyen kalple başlayamazsın. Bu sadece düşüş noktasında yetinilmesi gereken kalptir. Ve ilim ehlinin de katiyetle kalpten başlaması mevzu bahis değildir.

Çünkü bilen ilim ehil kabul edilen insanlar dini tebliği etmezlerse hakkı söyleyecek kimse kalmamıştır. Çünkü ilim ehli hem meruf, münkeri öğreten hem de tatbik ede durumundadır. İlim ehli marufun maruf olduğunu, münkerin münker olduğun söylemezse tebliğle sorumlu olan insanların marufu, münkeri öğrenmeleri onu emretmeleri, ondan sakınmaları da mümkün olmayan bir ortama itilir. Onun içi ilim ehli katiyetle dilden aşağıya inemez. Ama avam için verilen bir ruhsattır.

Ta ki kendisinde bir tezat görünürse onun için bu merhalede verilen bir emir.

          “- Git elinle tebliğ et” derken. Ta asgarilikte “ Git kendini gizle” diye mukayeseye alındığında, kendisinin tezahürü onu muhalefet kabul edilmemiştir. Aynen, Buhari ve Müslim’in naklettiği; Ebu Zer (RA)’ un İslamiyete girdiğinde, Allah’ın Resulü (S.A.V) in  ona” Git imanını gizle. Biz açığa çıkana kadar” diyor. (Buhari – Müslim – Tabermi – Hilye, 1/158, Müstedrek ,3/336, Hadislerle Müslümanlık 1.C 290.say ) Normal seyirde dilde bu bir emir sigasıdır.

          “ – Git imanını gizle. Biz ortaya çıkana kadar. “ Ama Ebu Zer(RA) biz haklı değil miyiz? Diyor. Evet arkadaşlar. İşte öyleyse diyor Kabe’nin yanına gideceğim ve bunu ilan edeceğim, diyor. Ve gidiyor. İlanda ediyor. Ve akabinde Mekke müşrikleri öldüresiye dövüyorlar, Abbas(RA) gelip onu kurtarıyor. Evet alana çok ters var. Geçtik .

          Ve ayet devam ediyor. “ Rabbim delimin düğümünü çöz” ( Ta ha 27 ). Her ne kadar bazı israiliyatta Musa (AS) ı , firavun bu nasıl çocuk bana böyle davranıyor deyip kızıp atmak istemesi, Firavunun karısının onu koruması ve Bak bu bir çocuktur. Aklı ermedi. Ateşi bile eline versen ağzına götürür deyip elindeki ateşi diline değdirdiğini ve güya dilinin yandığı söylenir. Ve dilinde bir kekeme olduğu zikredilir. Bu tamamen bir israiliyat kıssasıdır. Önemli olan öylede olsa yine mevzu bahis değildir. Bizim için, Musa (AS)‘ın burada dediğidir.

          “ Ey Rabbim benim dilimdeki düğümü çöz. Sözümü anlasınlar (Ta ha, 27,28). Yani hitabımda meseleyi anlatmada bana öylece idrak ver ki, onu anlatma gücü ver ki karşıdakiler sözümü anlasınlar. O zaman tebliğdeki ortaya çıkan, başka bir nokta ne oluyor? Senin tebliğ etmen rasgele neyi tebliğ etmen değil. Anlattıklarının karşıdaki tarafından anlaşılmış olması gerekiyor. Bu sefer tebliğ etmeme bir müşkülat, tebliğ ettiği şeyin maruf mu, münker mi olduğunu bilmemek başka bir müşkülat. Bilse bile bunları anlatsa maksat konuşmak değilmiş. Karşıdakinin anlamasıdır.

          Buraya dönük, ” Onlara anlayış ver” demiyor. Bakın Onların tatbiksizliği, gelen emirlere uymamaları, gelen emirden sakınmamaları, benim anlatamadığım bir halden kaynaklanmamak, diyor. “Onlara anlayış ver”, demiyor.

          “ Benim dilimdeki düğümü çöz. Benim sözümü anlasınlar” . İster inansınlar ister inanmasınlar. Ayette de dediği gibi “ İsteyen inansın, isteyen küfretsin. Ama inananda açık deliller üzerine inanmalıdır, küfredende açık deliller, beyanat üzerine inanmalıdır.” (Enfal-42)

          Onun için müşkülat, benden kaynaklanan bir müşkülat olmamalıdır.Ben anlatmadığım, ben anlatmadığım için anlayamamış olmamalıdır. Onun için” Ey Rabbim! Benim dilimdeki düğümü çöz “. Yani, bana meseleyi anlatmada, anlamada güzel bir uslub ihsan eyleki onlar benim sözümü anlasınlar diyor.

          Demek ki tebliğden maksat, karşıdakinin anlaması demekmiş. Tebliğden maksat istediğini konuşmak değilmiş. “ Ben bunu da biliyorum” diye bir bilgi izharı da değilmiş.

          Marufu bilmek, münkeri bilmek ve karşıdakinin anlamasını sağlamaktır. Bunun dışında eğer maksat bu değilse tebliğcinin, tebliğciyim diyenin anlattıkları nelerdir. Bunun adına Kuran-ı Kerim Cedel deniliyor. Hakkın anlatılması değil. Anlaşılması değil. Sadece bir bilgi izharında, bir bilgi bildirisinden başka bir vasıf teşkil etmez. Ve buda kişinin yaptığı işin sağlamasını yapmada” doğrumudur, yanlış mıdır? Diye devamlı bir muhakemeye tabi tutmasında en güzel ve en hoş bir malzemedir.

         Ve devam ederek, Allah (C:C) den kendisine bir yardımcı vermesini istiyor, Musa (A.S) hem de bu yardımcıyı ailesinden birisi olarak istiyor.

          “ Kardeşim Harun’u bana yardımcı kıl “ (Ta ha 29,30) diyor. Burada benim ehlimden birisini bana yardımcı ver, onunla beni kuvvetlendir derken Tebliğdeki en büyük esaslardan birisinin de, tebliğin başarısında, ayetin devamında göreceksiniz,” Onu bana yardımcı kıl” deyince .

          Onunla beni kuvvetlendir, işlerimde onu bana ortak et. Akabinde ne sebepten dolayı bunu istiyor.( Siyak ve sibak ilişkisini iyi yakalayın.) Seni çok tabih edelim. Seni çok analım “ ( Ta ha , 33-34) diye.

          Eğer insan tebliğinde ferdin başarısını ve hatasını karşı kaşıya tutarsa insanoğlunun devamlı hat etmeye müsait olduğunu meşgul olduğunu görürsün. Ve erdin kazandığı sevap yine kendisi harcayan demektir. Bir kişi katamıyor ve bir kişi harcıyor. Ve harcamalar devamlı kazançtan fazla gündeme geliyor. Hele bir tahrif bir ifsat mevzubahisse. Ama, Harun’u yardımcı istemesi, işlerinde onu kuvvetlendirmesi, destek vermesi ve neden olduğunu söylüyor?   “ Seni çok  tespih edelim” diyor.

          Demek ki yalnız olduğunda insanın, Allah’ı çokça zikretmesi mümkün değildir. Ve çokça zikretmesi de  mümkün değildir.

Tebliğde asıl olan hele elle tebliğde, dille tebliğde asıl Müslüman’ın şerri yardımlaşma içerisinde, ortamında, cemaatında bulunması gerekir. Bu dini yardımlaşmanın birçok boyutu vardır. Bunu yerine göre birçok mevzularda işledik. Ele katiyetle bu bizim anladığımız kuru kalabalıkların tesisi maniyetinde cemaat adı altında bir mefhumu yoktur, bunun. Bu dini bir yardımlaşma. Dini teavun katiyetle bir cemaatleşme  yani kuru kabalıkların oluşturma manası taşımaz. Ehli Sünnet itikatında, Cemaat kelimesi devamlı bir itikatı birliği gündeme getirmiştir. Cemaaten kasıt itikati birliktir. Birisi doğuda, birsi batıda da olsa hiç önemli değildir. İtikati birlik, itikati vahdet sağlanmışsa bu meseleyi tepede halleder. Cesetlerin ön ön, arka arkaya dizilmesi bir yerde toplanması katiyetle cemaatçiliği ifade etmez. İslamda her kavramın, amelin bu denli tahrif edildiği bir ortamda cemaatçiliğinde herhalde saf bir şekilde, berrak bir şekilde kaldığını düşünemezsiniz.

Düşünün, eğer vakıalar maddi yönüyle ele alırsak imkansızlığın gündeme gelmesi açıktır. Ve imanı zayıf birçok insanlarda bu bir ümitsizlik furyası estirir. Müslümanları bir hocanı emri altına toplamak mümkün değil. Müslümanlar bir hocanın emri altına geremezler. Bir ilim ehlinin emri altında da olamaz. İlim ehlinin ittifak ettiği bir idarecinin emri altında bu mümkündür. O da bir idareci bulmadı. Birinin emri altına girmesi değildir. Ve bu imkansızlığın içerisinde Müslümanları vahdet sağlama çabaları ne olacak, bunu anladınız mı? İmkansızlığın gündemde olduğu ortamda şu denli; Cemaatlerin çokluğu bir emre itaat, ikinci bir emre isyanı gerektirir. Kaç tane emir vardır. Her gurup kendi liderini emir görürse bunları bir araya getirmek mümkün değildir. Şimdi aldınız mı, 73 fırka hadisini.

Bu imkansızlık hal çaresi olmayan meseleleri gündeme getirir. Hal çaresi olarak neyi düşünürler. İtikati birliği değil. Bakın gündeme, hadisler sanki bizi ayırıyormuş, ilim ehli sanki bizi parça ediyormuş ve bir yerde de Kur’an-ı tek yönlü yani sünnetle anlamak, bizi parçalıyormuş tipinde halkın inkarı gündeme gelir. Müşkilatların izulesi gündeme gelmiyor.

İhtilaf, Kur’an’da ve Sünnette zemmedilen bir meseledir. Ama ümmet öyle bir ihtilafa dalmalar ki bundan kurtulmak adeta imkansız olmuş. Kurtulunması imkansız olan bir şeyin hakikaten insan tabiatında hoşlanmadığı bir şeyse bu nasıl izal ediliyor. Bu meşru gösterilerek. Yani, “- ümmetimin ihtilafı rahmettir – “ (uydurma hadis) sözünün de söylenmesi bu imkansızlığı gündeme getiren bir ifadelerden birisidir. Halbuki bir pislik bir pislikle kapatılmaz. Bir hata bir hata ile tamir olmaz. Bunu defetmeleri mümkün değildir.

Cemaatçilik, itikati birlik, itikati vahdet, zihinlerdeki itikadi  esasları birleştirmektir. Bunun dışında bir cemaatçiliği anlamak mümkün değildir. Ama böyle bir birlik gündeme gelsin. Böyle bir zihinlerde bir birliktelik gündeme gelsin. Buda ferdin mesuliyeti ancak anlamakla idrak etmekle mümkün onun akabinde bizin sevabımız cemaat halinde kazanılan, cemaat halinde elde edilen bir sevap yığını olacaktır.

Cematçilik eğir bize bunu getirmiyor, günah kazandıran bir müessese şeklindeyse batıl şeklinin gündeme geldiğini anlamamız gerekiyor. Eğer bunu anlatabildiysen.

Maksat şu; Cemaatçilik bize çok sevap kazandıran bir iş olmalıdır. Allah’ı daha çok zikretmemizi, Allah’ı daha çok tespih etmemize yarayan bir iş olmalıdır. Bu nasıldır? Cemaatçilik, hep bir araya gelip iş görmek değildir. Düşünün, ben içinizden birisinin Tevhidi, âkideyi anlamasına yardım etmiş olsam, sebep olsam. Bu insanda gitse, Adana’da, Antep’te otursa orada aynı işi yapmaya çalışsa ne olur. O adam benim için sevap kazanan bir makine gibidir. Cemaatçilik bakın budur. İtikati birlik varsa o Adana’da, Antep’te de olsa be burada da olsam, aynı şeyleri anlatacağız, aynı şeyleri konuşacağız, aynı şeyleri reddedeceğiz, aynı şeylere davet edeceğiz. Cemaatçiliğin manevi yönü bu. Ve bunu kurmak gerekiyor. O zaman ben ne yapacağım, ben burada ferdi olarak günah birisi olsam ve sevaplarım buna yetmese bile, benim onların sevabına ortak olmam bana neler kazandırıyor. Bunu bir de 1,2,3-50 kişi olduğunu düşünün. 50 kişiymiş gibi sevap kazanacağım, bir kişiymiş gibi günah işleyeceğim. Allah’ı çok zikretmenin, çok tespih etmenin kastı ve muradı budur.

Onun için yardımcı isteme, aynı şeyleri anlatma, aynı şeyleri konuşma, aynı şeylere davet etme, aynı şeyleri inkar etme esası taşır.

Şöyle konuyu ana hatlarıyla hülasalandırabiliriz:

-Tebliğin imanımızı koruyan en büyük müessese, memur olduğumuz her emirle sakınmakla yükümlü olduğumuz her nehiy aldığımız andan itibaren münkere mani olma, marufu emretme sorumluluğunu da beraberinde getirir. Ama bunu yaşamak için o sorumlu olduğun marufu, sakınmakla yükümlü emrolunduğun  nehyi aynı anla bilen öğrenen birisi olmalıdır. Bunda birinci sırada Musa(a.s.)’ın karşılaştığı müşkülat gibidir. Ondan sonra o da kendi arasında bir tertibe ve tasnife sahiptir. Ve kaiyetle tebilği esansında, tebliğimiz bildiğimizi anlatma mahiyeti taşımayacak. Karşıdakinin müşkülatını tespit mahiyeti taşımalıdır. Müşkilatı tespit ettin mi o müşkülatı halletmede o denlidir.

-Bu zamanımızda ya o firrin sahiplerini bulup konuşmakla olur. Ya da eğer yazdıkları kitaplar varsa bunları elde etkemle mümkün olur. Ondan sonra o müşkülatları reddetmek, o mahiyet taşımalıdır mümkündür. Değilse, katiyetle şunu da biliyorum, şunu da biliyorum tipinde değildir.

-Bu tebliği arz etmede bir deşifre ortamı, onu sökme, hataları kavrayabilme ortamını da hazırlamak gerekir. Musa(a.s.)’ın soru şekli budur:

-Değilse tebliğimiz katiyetle bir cedel olmamalıdır. Yani, tebliğe gittiğimiz insan bizin konuşmamıza tavrımıza sebep bizden uzaklaşan değil, konuşmamızdaki arızaya binaen bizi anlamayan değil, tamamen kendisine kalmış anladığı halde uzak duran, biz iyi davrandığımız halde bizden uzak duran insan olma ortamına itmeliyiz.

-Onu için tebliğinde tenkit edildik mi şiddetle. Kendi görüşüyle ahlaksızlıkla, cedelcilikle bunu devamlı biz kontrol altında tutmalıyız. Şunu da bir insaf esası biliriz; Bizi her şiddetle tenkit edenin sözüne bakıp ta hakikatten bizim şiddetli olduğumuz düşünülemez. Onun için, biz şöyle bir ifade kullanıyoruz; Bizi şiddetle itham eden birisi varsa bakarız. Ya tasavvufçudur, ya da bir bidat ehlidir ki o açıktır. O zaman onların bu şiddetle tenkitlerini takmayız.

-Eğer birisi bizi gevşeklikle tenkit ederse, (akideye temle dönelim) bu kimdir bir haricidir, değil mi? Eğer birisi de bizi şiddetle sertlikle eleştiriyorsa buda bir Mûrciyedir.

-Ama aynı inanca sahip olduğumuz birisi bizi şiddetle tenkit ediyorsa bunun iyi bir yoklamasını yapmak gerekir. Bunun iyi bir kontrolünü yapmak gerekir. Söyleyeceklerim şimdilik bu kadra. Kendim ve sizin için Allah’tan mağfiret dilerim. Dua edin. Velhamdulillahi Rabbil Alemin.

Bu konudan istifade etmek isteyenler şu ayeteride okusun.

- Bakara 49-50, Ali imaran 11, Araf 103-137, Enfal 52-54, Yunus 75-92, Hud 96-99, En’am 6, İsra 101-103, Ta-ha 24-43,72, Müminun 45, Şuara 10-58, Neml 12, Kasas 3-9,32-40, Ankebut 39, Sad 12, Mümin 23-46, Zuhruf 46-55, Duhan 17, Kaf 12, Zariyat 39-40, Kamer 55-54, Hakka 9, Müzzemil 15-16, Nazia 17-25, Buruç 18, Fecr 10