“Size ne oluyor da münafıklar hakkında
ikiye bölünüyorsunuz? Halbuki kendileri hak ettikleri için Allah onları küfre
geri çevirmiştir. Allah'ın saptırdıklarını doğru yola getirmek mi istiyorsunuz?
Allah'ın saptırdıkları için asla doğruya yol bulamazsın.” (Nisa,
4/88)
Bu
ayetten 91. âyete kadar, özel olarak Kur'an'ın geldiği tarihte ve çevrede,
genel olarak da her zaman ve her yerde, gruplar ve topluluklar olarak
Müslümanlarla ötekiler (Müslüman olmayanlar) arasındaki ilişkiler ele
alınmaktadır. İslâm başka inançları ve hayat tarzlarını benimseyen fertlere ve
gruplara da hayat hakkı tanıdığı, onları hem kendi içlerinde hem de dünya
yüzünde korumayı Müslümanlara ödev kıldığı için ilişkilerin -taraflara zarar
vermemesi amacıyla- bazı kurallara bağlanmasına ihtiyaç hâsıl olmuştur. Bu
ihtiyaç hem âyetlerle hem de Hz. Peygamber (asv)'ın ve onun çizgisindeki
halifelerin uygulamalarıyla -farklı ve yeni ilişki biçimlerine de örnek teşkil
edecek şekilde- karşılanmıştır.
Müslümanlar
Mekke'den Medine'ye hicret ettikten sonra çeşitli ilişkilere girmek durumunda
oldukları gayrimüslimler, şöyle çeşitlenmişlerdi: Mekke'de ve Medine'de yaşayan
müşrikler, Medine ve civarında yaşayan ehlikitap (daha çok Yahudiler), hem
Mekke'de hem de Medine'de yaşayan, müşrik veya ehlikitap oldukları halde bu
durumlarını gizleyen ve Müslüman görünen münafıklar. Gayrimüslimlerin
Müslümanlarla gruplar arası siyasî ilişkileri de şu kategoriler içinde cereyan
ediyordu:
a) Hasımlar ve düşmanlar,
b) Antlaşmalılar ve bunlarla antlaşma yapmış bulunan diğerleri,
c) Tarafsızlar. 91. âyete kadar bu konular ele alınmış, ilişkilerde uyulacak kurallara ışık tutulmuştur.
a) Hasımlar ve düşmanlar,
b) Antlaşmalılar ve bunlarla antlaşma yapmış bulunan diğerleri,
c) Tarafsızlar. 91. âyete kadar bu konular ele alınmış, ilişkilerde uyulacak kurallara ışık tutulmuştur.
Bu
ayetin sebeb-i nüzulü hakkında alimler arasında farklı görüşler vardır.
Bazılarına göre, Uhud savaşı sırasında Müslümanları bırakıp yoldan geri dönen
Abdullah b. Übey b. Selul ve adamları olan Medineli münafıklar hakkındadır.
Bazılarına göre ise Medine'de yaşayan ve Uhud Savaşı'nda geri dönen münafıklar
değil, Mekke'de yaşayan, gerçekte putperest oldukları ve Müslümanlar aleyhine
faaliyette bulundukları halde Medine'ye geldikçe veya Müslümanlarla
karşılaştıkça kendilerini onlardanmış gibi gösterenlerdir. Taberî’nin tercihine
göre, bunlar Mekke halkından önce Müslüman olup sonra dinden çıkan mürtetler
hakkındadır.(bk. Taberî, ilgili ayetin tefsiri). Müslümanlarla savaş durumunda
olan gayrimüslimler ve bunlara yardımcı olanların ele geçirildiklerinde esir
edilmeleri, gerektiğinde öldürülmeleri savaş halinin tabii sonuçlarındandır.
Sebebi
ne olursa olsun, bu ayette belirtilen münafıklar belli bir zümredir. Allah, bu
adamların bir daha samimi olarak İslam dinine girmeyeceklerini elbette
bilmektedir. Allah ise haşa haksız yere bunların iman yolunu kapatmamıştır.
Ayette ifade edildiği üzere, bunlar “Yaptıkları bunca cürüm sebebiyle
Allah kendilerini baş aşağı getirdiği” kimselerdir.
Nitekim,
“İnkâra saplananları ise ister uyar ister uyarma onlar için birdir,
imana gelmezler.”(Bakara, 2/6) mealindeki ayette de belli kâfirler söz
konusudur. Bu ayet ortada olduğu halde Hz. Peygamber(a.s.m)’in tebliğine devam
etmesi de gösteriyor ki, burada söz konusu edilen ve imana gelemeyecekleri bildirilen
belli birkaç kâfirdir.
İşte
Allah, Nisa 88’de söz konusu edilen bu iflah olmaz grubun durumunu açıkça ifade
ederek, bu münafıklar hakkında hüküm verirken, bunlar yüzünden kalkıp
birbiriyle çekişen Müslümanların iki gruba ayrılmalarının yanlış olduğunu
vurgulamış, bundan sonra bu çekişmenin devam etmemesi için onların durumunu
belirten kesin sonucu da “Allah’ın saptırdığını siz mi yola getirmek
istiyorsunuz?” mealindeki ifadeyle ortaya koymuştur.
Görüldüğü
gibi bu olayın açıklığa kavuşmasında ilahî vahiy rol oynamıştır. Hz. Peygamber
(a.s.m) daha hayattadır ve Allah ile olan irtibatı devam etmektedir. Hikmeti ne
olursa olsun, Allah’ın kesin hükmünü verdiği bir konuda elbette insanlar için
başka seçenek kalmaz.
Fakat,
bizim şimdiki durumumuzda, vahiyle desteklenmemiz mümkün olmadığına göre, belli
insanların -bizim irşadımızla- yola gelip gelmeyecekleri de belli değildir. O
halde bize düşen görev böyle özel şahıslara ait özel olaylardan değil,
Kur’an’ın genel prensiplerinden hüküm çıkarmaktır. O da şudur: “Elçiye
düşen görev tebliğdir.” Biz tebliği yapacağız, gerisini Allah’a havale
edeceğiz.
Ayette
geçen "... İnkâr etmenizi, böylece onlara eşit ve benzer hale
gelmenizi isterler" cümlesi, farklı inanç ve düşüncede olan
grupların birbirlerine karşı sosyopsikolojik durum ve tutumlarını ifade
etmektedir. Bu beşerî ve sosyal kural asırlar boyu değişmeden gelmiştir. Ulus
devletlerin doğduğu günümüzde de insanların eşitlikten tam yararlanabilmeleri
için aynı ulustan olması gerekiyor. Uluslar, aradaki "farklı ulustan
olma" durumunun ortadan kalkmasını istemiyorlar; ancak kültür, inanç ve
ideoloji farkının temel haklar açısından bir ayırımcılık sebebi sayılmamasını
istiyorlar.
Ne
var ki, sözde çoğulculuğu savunanlar uygulamada bunun, diğer inanç
sistemlerinin, kültür ve ideolojilerin ortadan kalkması ve dünyada tek tip bir
kültürün (günümüzde Batı kültürü) kalması şeklinde gerçekleşmesini
hedefliyorlar. Bunca insan hakları belgelerine ve antlaşmalarına rağmen
uygulamada sırf renkleri, kültürleri ve inançları farklı olduğu için bir kısım
insanlar ve uluslar diğerlerine eşit sayılmıyor, haklarına eşit derecede saygı
gösterilmiyor ve sahip çıkılmıyor. "Sen onların dinlerine
uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar da senden asla memnun
kalmayacaklardır." (Bakara 2/120) mealindeki âyet de bu gerçeği
ifade etmektedir.
Bugün
yeryüzünde mevcut birçok din, ideoloji ve kültür açısından insan haklarında
eşit olmanın şartı aynı kültürü ve inancı paylaşmaktır. Ancak İslâm'da
insanların, insan haklarından yararlanabilmeleri için Müslüman olmaları şartı
yoktur. Allah Teâlâ kullarının Müslüman olmalarını ister, bundan hoşnut olur
fakat onları buna zorlamaz. Dileyenlerin kendisini de, hak dini de inkâr etmelerine
fırsat verir, bundan dolayı onlardan dünyada rahmetini ve rızkını esirgemez.
Müslümanlar da başka dînden olanlara bu ilâhî muamele örneği çerçevesinde
yaklaşmak ve davranmak durumundadırlar.
İslâm
dini, ehlikitabı tevhid çerçevesinde birliğe, bütün insanlığı da barış ve insan
haklarına saygı ilişkisi içinde yaşamaya davet etmesine rağmen, Müslümanlarla
Müslüman olmayanlar arasında hâlâ değişmediği müşahede edilen uygulamadaki bu
tutum ve yaklaşım farkı sebebiyle onların dostluk ve yardımlarına güvenmemek
esastır. Müslümanlar elbette kendilerine düşmanca davranmayan, antlaşmalarına
sadık kalan gayri müslimlerle barış ve iyi ilişkiler içinde olacaktır. Ancak
karşı tarafın -açıklanan ve tarih boyunca yaşanıp görülen- temel yaklaşım ve
tutumlarının da unutulmaması gerekmektedir.
"Niye
münafıklar hakkında iki gruba ayrılıyorsunuz? Oysa Allah, onları iki yüzlü
tutumlarından dolayı aşağılığa mahkum etmiştir. Allah'ın saptırdığını, siz
doğru yola mı iletmek istiyorsunuz? Allah'ın saptırdığına sen çıkış yolu bulamazsın.
Münafıklar
hep mantıkla konuştuğu için bazen cahil ve saf Müslümanlar hakikaten
etkilenebilir. Kuran'la dil eğip bükerek konuşuyor. Ayette Allah
"konuştuklarında dinlersin" diyor, zengin gösterişli de
görünebiliyorlar. Allah ona da Kuran'da dikkat çekmiş. Münafığın asıl
amacının kazanç olduğu anlaşılıyor. Ama Allah onları tepetaklak ediyor.
İstediğiniz kadar uğraşın hidayete ermezler diyor.
Her münafık yalnızdır. O ızdıraptan, o üzüntüden kendini
duvardan duvara vurur, o yüzden başkalarının da kendisi gibi sapıtmasını ister,ama tabii direk gel dinsiz ol demez.
Öyle dese alacağı cevap belli. Kuran'da öyle demez. Onu karmakarışık
labirentlerin içine çeker, gerçek din gibi o labirentlerin içinde onu boğar.
Adam sonunda ben bunu yapamayacağım der. Şimdi anladın mı yaşanmayacağını
der.
Konuşman, gülmen, yürümen, her şey haram der ve Allah bunu böyle
diyor der. O insan da zayıfsa, ya zayıf insanı ya çıkarı olanı seçer zaten
münafık, onu boğunca da çeker kendini. Zaten şeytan da böyle yapıyor. Ne
yapıyor, "ben korkarım Allah'tan ben sadece çağırdım siz geldiniz"
diyor, münafık da böyledir.
Kendi nasıl
gidiyor, Müslümanları bırakıp mal için, para için, rahatlık için? Giderken
bahane bulur. Ama bu bahaneyi bulurken mutlaka Allah ile aldatmaya çalışır,
kendisi de örnek olur, kendini gösterir. Sen de git, sen de git ve bu dava
dursun der. Seni de kendi durumuna çekmek ister.