Bu Blog içinde Ara

5 Nisan 2021 Pazartesi

Acı Gerçek ve Temelsiz Çözüm

                                            Temelsiz Çözüm  ve  Doğru Temellendirme Kıskacındaki

ACI GERÇEK

Bir Miktar Hata veya Saplantıya Düşen Kimsenin

Görüşlerini Delil Olarak Kullanmanın Hükmü

                         Acı Gerçek ve Temelsiz Çözüm

 

 

1- Nereden… Nereye…

 

İslâm dünyasının, çilesini çektiği fikri başıboşluk, yöntemde tutarsızlık ve hayatın bütün alanlarındaki geri kalmışlık, hiçbir akıl sahibinin gözünden kaçmayan hususlardır. Buna Allah düşmanlarının entrikalarını, müminlere karşı art niyetli planlar yapıp tuzaklar kumalarını da eklemek gerekir. O kadar ki, İslâm dünyası, önderleriyle birlikte herkesin gözü önünde komik duruma düşmüş, kötü niyetli kimselerin oynattıkları kuklası olmuş ve oyuncuların istedikleri yerde istedikleri gibi birbirlerine attıkları bir topa dönüşmüştür. Bütün bunlar ise, işe yarayanların gafleti ve işleri yoluna koyabileceklerin beceriksizliği sonucu olmuştur.

Nitekim Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in şu benzetmesi bizim için geçerlidir:

‘Başka dinlerin mensupları, tıpkı yiyicilerin, yemek kabının başına üşüştükleri gibi, her taraftan başınıza üşüşebilirler.’ Denildi ki: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! bu durum, o günkü azlığımızdan mı ileri gelecektir?’ Dedi ki: ‘Hayır, ancak sizler o gün sel köpüğü gibisiniz. Dünyayı sevip ölümden nefret ettiğiniz için kalplerinize cesaretsizlik salınacak ve düşmanlarınızın kalplerinden korku kaldırılacaktır.’[1]

Meseleyi içinden çıkılamaz hale getiren ve durumu daha da karmaşık kılan hususlardan biri de, İslâm’ın prensiplerine samimiyetle bağlı Müslümanların bile kendi aralarında karşılaştıkları dağınıklık, metotlarındaki tutarsızlık, daha doğrusu saflarındaki parçalanmışlık ve birbirlerini boğazlamalarıdır. O kadar ki, karşılıklı olarak birbirlerini töhmet altında bırakmaya ve sapıklıkla suçlamaya başlamışlardır. Bu durum ise, onları yeni nesilleri eğitmekten, kendilerini yetiştirmekten, düşmanlarının tuzaklarına karşılık vermekten ve dünyanın en güçsüz ve en boynu bükük ümmeti olması için, bu ümmete kurulan komplo ve entrikaların farkına varmaktan alıkoymuştur.

İşte ben diyorum ki: Başında düşünen bir akıl veya göğsünde basiretli bir kalp taşıyan yahut içinde hisseden bir vicdan kalan herkes için bu durum artık saklı olmaktan çıkmıştır.

Ancak gizliliğini korumaya devam eden husus, kurtuluş yoludur. Şöyle ki komünistler, sosyalistler ve benzerleri, uydurdukları ve toplumlarının başına felaketler getiren ve halklarını yıkıma mahkum eden çirkin düşünceler ve yıkıcı ilkelerle halklarını maruz bıraktıkları onur kırıcı boynu büküklük ve aşırı yoksulluk nedeniyle, utançlarından başlarını önlerine eğmeye başlamışlardır. O kadar ki, en cesur olanları, başarısızlığını açıkça ilan edendir. Karakteri zayıf olan ise, tıpkı kendisi kimseyi göremeyince, kimsenin de kendisini göremeyeceğini sanarak kafasını kuma sokan devekuşu gibi, başlarına gelen rezaletin utancıyla yüzünü kapatandır.

 

Bekleyiniz, biz sizinle bekleyenleriz

Dünya olaylarını izleyen hiçbir gözlemcinin, realiteyi  görmezlikten gelip, Allah’ın izniyle komünizm ve benzerlerinin adı sanı okunmaz bir duruma düşmelerine on yıllık bir zaman dahi kaldığına inandığı kanaatinde değilim.[2]

Batılı toplumlara gelince, onların da para ve seksten başka, tartışılmaya değer hiçbir ilkeleri bulunmamaktadır. Bu iki ana unsur, onlar için din ve toplumları için temel olarak yeterli gözükmektedir. Daha önce komünist kardeşlerinin başına gelenler onların da başına gelecek, yaptıklarının vebalini tadacaklar, sonları hüsran, boynu büküklük, başarısızlık ve çekilip gitmek olacaktır.

 

Durumlarının Gerçek Yüzü

Biz bunları söylerken, Batılıların somut bilimsel ilerleme gerçekleştirdiklerini, maddi refahtan inkar edilemez bir pay elde ettiklerini ve Müslümanların, daha layık oldukları halde, yitirdikleri İslâm ahlâkının bir kısmını ahlâk edindiklerini de inkar etmiyoruz.

Ancak onlar, aynı zamanda hayatın gerçek değerlerinden pek çoğunu yitirdiler. Mesela ruhî haz ve aile mutluluğu ve karşılıklı merhamet gibi duyguları yok oldu. Aralarında suç o denli yayıldı ki, memleketleri, kırıp döken ve güçlünün haklı, zayıfın ise zalim sayıldığı canavarlar topluluğunun ormanları haline gelmiş oldu.

Kimi şehirleri sakinleriyle birlikte baştan başa bombalarken, kimi zalim devletlere de, Adalet ve Güvenlik (zulüm) Konseyi adına, zayıf ve mazlum devletlere saldırmaları için yardım etmektedirler.[3]

Sonra kendi halklarının bireylerinden birinin başına bir şeyler geldiği zaman, insanlık adına ve insan hakları iddiasıyla dünyayı ayağa kaldırırlar. Bu tutumun gerçek nedeni ise, seçmenlerin oylarını kazanmaktır.

Bir ormanda bir adamın öldürülmesi

Bağışlanamaz bir suçtur

Huzurlu bir halkın yok edilmesi ise

Tartışmaya açık bir sorundur.

Toplumları da, bozgunculuğun merkezleri, bulaşıcı ve kemirici hastalıkların kaynağı ve örgütlü çetelerin oyun alanı haline gelmiştir. Günahsız çocukları kaçırıp tecavüz ettikten sonra onları öldürürler veya satarlar. O kadar ki, çocuk ticareti, uyuşturucu ticaretinden sonra en karlı ticaret haline gelmiştir.

Aralarında kız kardeşi veya kızıyla zina yapanlar olduğu gibi, erkek çocuğu annesinin yatağına girebilmekte ve erkek erkeğe evlenebilmektedirler. Şimdi bu bozgunculuktan daha büyük bir bozgunculuk ve bu bataklıktan daha kötü bir bataklık olabilir mi?! Onlar, işin başında gerçek zevkin para, içki, yiyecek ve kadında olduğunu sandılar.

‘Kâfir olanlar ise, eğlenirler ve hayvanlar gibi yerler. Cehennem, onlar için bir barınaktır.’ (Muhammed, 47/12)

Bu arada zina ve homoseksüellikten kaynaklanan hastalıklara o denli yakalandılar ki, nerdeyse hiç biri kurtulamayacaktı. Yanı sıra aralarında psikolojik hastalıklar yaygınlaştı ve iliklerine kadar ruhsal bunalıma düştüler. Bunun üzerine kahinlere baş vurarak onlardan medet ummaya, kurtuluş dilemeye başladılar. Aralarında intihar, çocukları ve eşlerine yönelik öldürme olayları da yayıldı. Ancak önümüzdeki günler, kendileri için çok daha vahim gelişmelere gebe gözükmektedir.

Allah’ın şu sözü onlar için söylenmiş gibidir:

‘Her kim, beni anmaktan yüz çevirirse, kuşku yok ki onun için sıkıntılı bir yaşam vardır.’ (Tâhâ, 20/124)

Onlarda görmekte olduğumuz mal çokluğu ve vücut sağlığı ise, Allah’tan onlara yönelik bir istidraç (şımartma) ve imtihandır.

Allah şöyle buyurur: “Onlar, kendilerine hatırlatılanları unutunca, üzerlerine her şeyin kapılarını açtık ve bunlarla sevinecekleri sırada, onları ansızın kıskıvrak yakaladık. Artık ümitsiz kimseler oldular.” (En‘âm, 6/44)

Ayrıca Allah, ellerinde bulunan imkanlarla mağrur olmamaları konusunda salih kullarını uyarmak üzere şöyle buyurur: ‘Şu halde onların malları ve çocukları seni imrendirmesin. Allah, bunlarla ancak onlara dünya hayatında azap vermek ve canlarının onlar kafir iken acıyla çıkmasını ister.’ (Tevbe/ 55)

 

Zor Bir Soru:

Amerikalı genç bir kızın, Amerikan üniversitelerinden birinde İslâm hakkında verdiğim bir konferanstan sonra, bana sorduğu şu soruyu henüz unutamadım:

‘Eğer İslâm bu ise, o halde neden onu bize tebliğ etmediniz?’

İşte böyle sordu ve ben bununla sıkıntıya girdim.

Allah’a yemin ederim ki, hayatımda hiçbir soruyla bu kadar sıkıntıya girmiş değilim. Allah’a yemin ederim ki, bu her zaman ve her yerde her Müslüman’ı sıkıntıya sokacak bir sorudur. Aynı zamanda bu tebliğ, göklerin taşımayı göze alamadıkları, yerin ve dağların da kabulden yüz çevirdikleri o büyük emanettir. ‘İnsan ise onu yüklendi. Çünkü o çok zalim, çok cahildir.’ (Ahzâb, 33/72)

İnsan o emaneti yerine getirmede zalim, onda mevcut hayır hakkında ise cahildir. O emaneti tebliğ etmede kusur işlediğinden hem nefsine hem de başkalarına zulmetmiş, bu konuda bilgisizlik yaparak emanetin hükümlerine aykırı davranmış ve kuralına uymamıştır.

O zaman verdiğim cevap şu olmuştu:

‘Biz İslâm’ı, Müslümanlar gerçekten Müslüman oldukları zaman size tebliğ ederiz.’

 

Gerçekçi Birkaç Soru:

Şimdilerde kendisini dayatan ve ısrarla bir takım pratik ve gerçekçi cevaplar gerektiren sorular şunlardır:

Ne zaman Müslümanlar gerçekten Müslüman olmuş olurlar?

Daha doğrusu Müslümanlar nasıl gerçek Müslüman olurlar?

Müslümanlar Müslümanlıklarını ne zaman kavrar ve onunla amel ederler? Özellikle de komünistlerin, sosyalistlerin ve benzerlerinin tahtları sallandıktan ve dünya aleme başarısızlıklarını bizzat kendileri açıkladıktan sonra.

Müslümanlar, ne zaman dinlerine sadık kimseler olurlar?

Özelikle de Batı dünyası, ahlâk ve maneviyat alanlarında iflas ettiğini açıkladıktan sonra.

Müslümanlar neredeler?

Doğrudur, İslâm’dan başka insanı düştüğü bataklıktan, beşeriyeti de sapıklığından kurtaracak başka bir şey yoktur.

Ancak:

Nerede Müslümanlar?

Kuşkusuz o toplumlar, durumları ve sözleriyle şunu söylerler:

Biz, İslâm’ı görüyor fakat Müslümanları göremiyoruz.

İlkeleri görüyor fakat uygulayanları göremiyoruz.

Şimdi biz, kurtuluşun yegâne yolunun İslâm olduğuna inanırken bu, sadece bize rahat bir yaşam ve sakin, mutlu bir hayat sağladığı için değildir. Hayır, bunun için değildir. Lakin bu inancımız, İslâm’ın, alemlerin Rabbinin dini oluşundan dolayıdır. Allah, kullarını bu dinle memur kılmış, yaratıklarını ona çağırmıştır. O halde ona iman etmenin hiçbir alternatifi bulunmamaktadır. Onun hükümlerine sarılmaktan kaçış da yoktur.

‘Ey cahiller, bana Allah’tan başkasına ibadet etmemi mi emredersiniz?’ (Zümer, 39/64)

‘Allah katında din sadece İslâm’dır.’ (Âli ‘İmrân, 3/19)

‘Her kim ki, İslâm’dan başa bir din ararsa, o ondan kabul olunmayacaktır ve bu kimse, ahirette zarar edenlerdendir.’ (Âli ‘İmrân, 3/85)

O halde başka bir şeyle kurtulacağımızı ne denli sanırsak sanalım İslâm’dan başkasını seçme olanağımız yoktur. Yine ne denli başkasında doğruluk ve maslahat olduğunu düşünürsek düşünelim, hükümleri konusunda muhayyerliğimiz söz konusu değildir.

‘Allah ve Resulü bir işi hükme bağladığı zaman mümin bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. ’ (Ahzâb, 33/36)

 

 

2- Yanlış Teşhis ve Temelsiz Çözüm

 

Biz, bazı davetçilerden Sovyetler Birliği’nin yapacağını yaptığını, entrika türü tedbirlere baş vurduğunu, komünizm önderlerinin tuzaklar kurduğunu, Sovyetler Birliği’nin büyük maddi imkanlar ve askeri güce sahip olduğunu duyardık.

Onlar, değişik platformlarda Sovyetler Birliği’nin uçaklarını, derslerde roketlerini saymaya, atom bombalarını ve kitle imha silahlarını ve bu silahların bir anda yüz binlerce insanı öldürdüğünü ve yüzlerce kilometrekarelik alanları yakıp yıktığını anlatmaya başlamışlardı.

Peki, bu haberleri kime aktarıyorlardı?

Sıradan ve cahil insanlara, tevekkül ve ahlâkça zayıf olanlara, yaşamak için bir lokma bulamayan ve oburluktan karnı şişenlere, sorumlulukla sorumsuzluğu ayırt edemeyenlere.

Bu arada Müslümanlarda, onları bu haberlerin zararlı etkisinden koruyacak olan iman ve tevekkül  ürünü korunma mekanizmaları bulunmadığından, kalplerine korku, ruhlarına çaresizlik duygusu salınmış ve iç dünyalarına ümitsizlik sinmiştir. Lisan-i halleri ise şunu söylemektedir: ‘Biz güçte ne zaman bunlar gibi olacağız? Bizi bunlardan kim koruyacaktır?’ Kaldı ki Amerika da bizim yanımızda yer almamaktadır.

Böylece bu tür konuşmalarıyla Müslümanların güçsüzlük ve çaresizliklerini kat kat artırdılar.

O halde Müslümanları engelleyenler kimlerdir?

Ve kimlerdir bilinçsizce, düşmanların tuzağına düşenler?

Bu davetçilere, üsluplarının, eğitim açısından tehlikeli ve yıkıcı sonuçlara yol açtığını, yanı sıra, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in eğitim ve metotta izlediği yola da aykırı olduğunu iyi niyetle öğütleyen kimseye ise onlar, şüphe ve kuşkuyla bakarlardı.

Onlara, sorunun, Sovyetler Birliği ve sahip olduğu güç sorunu olmadığı, gerçek sorunun, Müslümanların güçsüzlüğü ve dinlerinden yüz çevirmeleri olduğu ve Müslümanların yardımı hak etmeleri halinde Allah’ın, Sovyetler Birliği’ni kaşla göz arasında yok edeceği söylendiği zaman, dudak bükerek: ‘Siz engelleyenlersiniz’ derlerdi.

Bu iyi niyetli yol göstericiler, Müslümanları uyandırmak istediklerinde uyanmaz, onları harekete geçirmeye çalıştıklarında harekete geçmezler. Böylece Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in yoluna aykırı davranmalarından ve dosdoğru yolun yolcularıyla alay edip kendilerine iftira etmelerinden dolayı, Allah onları, cezalandırmış oldu.

Onlar, bu tür konuşmalarıyla şu imajı meydana getirmek isterlerdi: İslam’ın ve Müslümanların önündeki yegâne aşılmaz engel, İslâm’ın düşmanlarından başkası değildir. O kadar ki biz de, kendilerine tuzaklar kuran ve yollarını kesen düşmanları olmadığı takdirde, Müslümanların üzerlerine düşeni yapacaklarını, yükümlü oldukları bütün sorumlulukları yerine getireceklerini, zaferi hak edecek seviyeye geleceklerini ve İlahi imkanlara kavuşma makamına ereceklerini zannederdik.

Şimdi ey akıl sahipleri topluluğu, işte önünüzdeki engel yok edildi, devletleri yıkıldı ve ilkeleri başarısızlıkla sonuçlandı.

O halde yerlerini almaları için neredeler Müslümanlar?

İşte kendini akıl sahiplerine, ama sadece akıl sahiplerine dayatan soru budur!

Müslümanlar nerede?

Ve Müslümanlar, Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra, ateşli konuşmalar yapmak ve hazırlıksız makaleler yazmaktan başka ne yaptılar ve ne yapabilirler?

Nerede yerli yerine oturtulmuş projeler? Nerede beklenen teoriler?

Aslında biz mevcut olgudan bir tek ibret dersi dahi almış olsaydık, onda da büyük bir hayır olurdu.

Bu ibret dersine gelince o:

Müslümanların da hazırlıksız ve yapılanmasız olduklarıdır.

Müslümanlar, yapılanmadan yapılandırmaya -olmadan oldurmaya- kalkışmaktadırlar.

Daha net ve daha açık başka bir ifadeyle:

Müslümanlar, kendilerini yitirmiş durumdalar. Yoksa neredeler?

Müslümanları, bölük pörçük olmuş halleriyle iman zaafı kemirmiş, dünya sevgisi zelil kılmış, kamplara ayrılmak da güçsüz hale getirmiştir.

Şayet şu anda Batı da yıkılsa ki, ister istemez yıkılacaktır, Müslümanlar yine kendilerini bulamayacaklardır. Kaldı ki, Batılı devletlerin topluca yıkılışı, Sovyetler Birliği’nin yıkılışından daha uzak bir ihtimal değildir. Zira bu devletlerin yıkılıp memleketlerinin felakete uğraması ve güpegündüz birbirlerini yemeleri için üç büyük şirketle üç büyük bankanın iflas etmesi yetmektedir.[4]

Belki de yıkılışlarının gecikmesi, Müslümanların, yükümlülüklerini yerine getirmedeki ehliyetsizlikleri, gaflet ve uykularından uyanmaları için beklemeleridir. Bu ise, Allah’ın insanlar üzerindeki lütfüdür. Ancak insanların çoğu aceleci davranırlar ve anlamazlar.

Bir de ümmetimizin yaşamakta olduğu entrikacı oyunları, kişilik kaybı ve her alandaki zaaf şeklindeki acı gerçek, aslında düşmanlarının başlarına getirmek istedikleri felaketlerden çok daha yıkıcı ve tehlikeli olan ve bizzat kendilerinde bulunan benlik erozyonunun bir sonucudur.

Başlarına gelen bu felaket, onları buharlaştırdıktan sonra çaresizlik bataklığı ve değersizlik kazanının içine atmıştır.

Gerçek şu ki, Müslümanlar, bağışıklık sisteminin yok olduğu ve kafirler arasında yayılan AIDS hastalığı gibi bir hastalıktan bile bin kez daha tehlikeli olan bölünme ve parçalanma hastalığına yakalanmışlardır.

Ayrıca Allah’ın düşmanları arasında yayılan frengi ve bel soğukluğu hastalıklarından daha tehlikeli olan ve Allah’ın öfkesine neden olan çok konuşma ve az iş yapma hastalığına da yakalanmışlardır.

‘Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz. yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında büyük gazap sebebidir.’ (Saff, 61/2-3)

Müslümanlar, bir de karşılıklı kin, haset ve buğuz hastalığına yakalanmışlardır. O kadar ki, bu hastalıklar, onlar arasında sıradan işler haline gelmiştir.

Kabalık, huysuzluk, gıybet, gammazlık ve tutarsızlık gibi hususların varlığından ise istediğin kadar söz edebilirsin. Bir denize benzetip avucunu daldırabilir veya kum çölü farz edip toplayabilirsin.

Müslümanlar, gece yaptıkları projeleri gündüz unuturlar.

Güzel ahlâktan dem vururlar, ancak ondan uzaktalar.

Onlardan herhangi biri, klimaların altında otururken, çocukları da, gayrimüslim ülkelerde öğrenim görürken cihada teşvik eder. Taraftarları da, onu mücahitlerin öncülerinden sayar ve savunurlar.

Sadece Allah’ın rahmetine mahzar olanlar bu kapsamın dışındadırlar.

 

Acı Gerçeğimizden Diğer Birkaç Tablo

Aralarından ihlâs sahibi kimselerin bu feci gerçekten dolayı taşıdıkları kaygı ve üzüntü dışarıda tutulursa, Müslüman cemaatler de ümmetin realitesinden daha iyi durumda değildirler. Aksine, zaman zaman kimi cemaatler, ümmetin problemlerine başka problemler de katarlar. O kadar ki, bir cemaatte yer aldığı halde, usulüne uygun namaz kılmasını bilmeyen, pek çok vecibeyi yerine getirmeyen, aksine İslâm’ın inanç esaslarıyla ilgili meselelerden bir çoğunu sulandıran ve sünnetlerle alay eden kimi insanları görmek mümkündür. Bununla birlikte itibarlı yer ve saygın konumlarını korumaya devam ederler, çünkü o cemaatin birer üyesidirler.

Buna karşılık nice ilmiyle amel eden, takva ve Allah korkusuna sahip, İslâm’a davet eden etkin âlimler de vardır ki, o cemaat tarafından kendisine alaycı, küçümseyici, hatta düşmanca bir gözle bakılır.

Hatta o cemaat, bir Müslüman’a eziyet edip onu deşifre etmek konusunda şeytan ve despotlarla bile yardımlaşabilmektedir. Oysa bu kimsenin, o cemaatin partisine katılmamaktan başka hiçbir günahı da bulunmamaktadır. Zira onlar, fasıklardan bile olsa kendi partilerinde yer alan kimseyi yüceltirken, salih kimselerden bile olsa kendilerinden olmayanlara düşmanlık yapmaktadırlar.

Diğer bazı kimselerin ise, dinin tali meselelerini önemsediklerini, esas ve kuralları ise ihmal ettiklerini görebilirsin. Öyle ki bir sünnet üzerine ihtilafa düşerler, bir mendup konusunda kapışırlar. Böylece şeytan, birliklerini bozmak için aralarına fitne sokar. Onlar ise, güzel bir iş yaptıklarını sanırlar.

Bazen belli bir sembolü seven veya sözünden başka bir doğru söz, yönteminden de başka doğru bir yöntem kabul etmedikleri belli bir partiye bağlanan insanlar da bulabilirsin. Bağlılık, hakkı başka yerde göremeyecek ve duyamayacak kadar kalplerini kör, mensubiyet de kulaklarını sağır etmiştir. Bağlandıkları kimseyi kötülemek, onlara göre Ebû Bekir ve Ömer’i kötülemekten daha ağır bir vebaldir. Bu nedenledir ki Ebû Bekir ve Ömer’e dil uzatanları övdüklerini, onların âlimlerini veya büyüklerini hatalı bulanlara ise düşmanlık yaptıklarını görürsün.

Diğer yandan kimileri de bir Müslüman’dan hoşlanmadıkları zaman, onun hiçbir iyilik ve faziletini görmezler.

Bazen de öyle bir topluluk görebilirsin ki, görünürde İslâm için canları dahil ağır bedeller ödeyerek cihat yapmışlar ve savaşmışlardır. Sonra kaşla göz arasında ayrılık ve ihtilafa düşerek aralarında düşmanlarıyla olmayacak kadar şiddetli husumetler meydana gelmiştir. Sebebi ise, peygamberliğin yolundan çıkmak, bencil çıkarlarını cemaatin çıkarına öncelemek, nefsin arzularına uymak, kötü ahlâk ve kötü eğitim gibi hususlardır. Allah korusun, zaman zaman bu nedenlerin bir araya geldiği de olabilmektedir. Ancak onlar, farkında bile değildirler.

Bütün bunlara rağmen, Allah hidayet etsin, bazı kardeşlerimiz, bu güçsüzlüğün arka planında saklı bulunan ölümcül sorunlar, eğitimde ihmal, davette yetersizlik gibi gerçek nedenleri görmezlikten gelmekte ve sorunları çözmede İslâmî prensiplerden yüz çevirmektedirler.

İşte bu nedenle pek çok duygusal Müslüman ki, çoğu samimidir, bu acı gerçeği değiştirmek için standart İslâmî ilkeler ve üstün akli kriterlere yer verilmeyen her türlü temelsiz çözüm yoluna baş vurmak üzere harekete geçmiş oldular. Her iki taraftan kötü niyet ve çirkin amaç sahipleri ise, bunu fırsat bilerek fitne ateşlerini kızıştırdılar. Sonuçta bu, ümmete problemlerini kat kat artıran pek çok musibet ve felaket şeklinde yansımış oldu.

Birileri onlara gelip: ‘Sorumluluk yüklemeden önce hastayı tedavi edin, dalıştan önce yüzme öğretin, göreve başlamadan önce görev alacak olanı hazırlayın’ dediği zaman ona: ‘Sen engelleyicisin’ derlerdi.

Mücahit dahi olsa, onlara nasihat etmek isteyen biri gelip: ‘Cihadın bir takım koşulları, hükümleri, usûl ve kaideleri vardır’ dediği zaman onlar kendisine: ‘Sen şüpheli birisin’ derler.

Bu halkları çarpışma ve yüzleşmeye itenlerin durumu, tıpkı yüzme bilmeyen bir topluluğu denizi geçmeye zorlayarak boğulmalarına neden olan ve başlarına gelmiş olan felaketi daha da artıran kimselerin durumu gibidir.

Veya onlar, vuruşmayı bilmeyen bir topluluğu teke tek vuruşmaya zorlayarak ölmelerine yol açtıktan sonra, bu konuda başkalarına sitemde bulunan kimselere benzemektedirler.

İşte tam da şimdi akıl sahiplerinin şunu idrak etmelerinin zamanı gelmiştir: Müslümanların güçsüz oluşlarının nedeni, başlarına gelmiş olan ve düşmanlarının saflarına sızmış olan hastalıklardan daha büyük tehlikeleri bulunan bu tür hastalıklardır.

Müslümanların hastalıkları, kemiklerini kemirmiş, güçlerini zayıflatmış ve onları, hiçbir şeyi umursamaz hale getirmiştir. Sadece Allah’ın ipine sarılanlar, kalplerinde Tevhitten bir şeyler kalmış olanlar ve Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in, Allah’ın başlarına genel kıtlık getirmemesine ve kutsal değerlerinin çiğnenmemesine dua ettiği kimseler bundan müstesnadırlar.

Hadiste şöyle buyrulmuştur: ‘Rabbimden üç şey istedim. Bana ikisini verdi, üçüncüsünden ise alıkoydu. Rabbimden ümmetimi açlıkla helak etmemesini diledim, bunu bana verdi. O’ndan ümmetimi boğulmayla helak etmemesini diledim, onu da bana bahşetti. Rabbimden, onları birbirlerine düşürmemelerini de diledim. O beni bundan alıkoydu.’[5]

Bu nedenle Müslümanların, önce hastalıklarını teşhis etmeleri, sonra da onları tedavi etmede yardımlaşmaları gerekir.

 

Problemin Gerçek Mahiyeti

Hatalı yöntem ve yanlış düşünce sahibi kardeşlerimizin farkında olmadıkları problemin gerçek mahiyeti, şu noktalarda saklı bulunmaktadır:

-          Kendimizden çok İslâm’ın düşmanlarından söz etmemiz.

-          Kendimizi ıslah etmeden önce kafirleri ıslah etmeye çabalamamız.

-          Hiçbir çözüm erbabımız, önder ve liderimiz, metot ve dinimiz yokmuş gibi, kişisel düşüncelerimiz, duygusal tepkilerimiz, hatta bazen düşmanlarımızın düşüncelerinden derlediğimiz bir takım çözümleri bu ümmetin önüne koymamız.

-          İslâm’dan ve onun faziletlerinden söz ederken bu İslâm’ı kimin taşıyacağından ve sorumluluğunu üstleneceğinden söz etmeyi ve güçsüz bir hasta durumunda olduğunu unutmamız.

O kadar ki, fırsat geldiğinde ve zaman elverdiğinde, gerçek Müslümanları olmayan bir İslâm ve samimi uygulayıcıları bulunmayan bir takım sloganlarla baş başa kalmış oluyoruz.

Allah’ın salât ve selâmı, Sünnet’i terk edilmiş ve yolundan yüz çevrilmiş olan Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in üzerine olsun.

 

3- Nereden Başlamalıyız

 

Bu nedenle hala şunu mırıldanıyor ve vurguluyoruz: Müslümanların problemlerini çözmek, onları tekrar yapılandırmaya çalışmak, Allah’ın yardımıyla yakın gelecekte gerçekleşmesi beklenen ve yerine getirmek zorunda oldukları rollerine kendilerini hazırlamak, yine onlar tarafından, onlar arasında ve onlarla olacaktır. Bu da, inançlarını düzeltmek, imanlarını güçlendirmek, ibadetlerini gereği gibi yerine getirmek, yöntemlerini doğru hale getirmek, sözlerinde dürüst ve tutarlı olmak, kendileriyle beraber olması için Allah’a dönüş yapmalarıyla gerçekleşebilir.

‘Allah, kendi nefislerinde olanı değiştirmedikçe, bir toplulukta olanı değiştirmez.’ (R‘ad, 13/11)

Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) ise şöyle buyurmuştur: ‘...Allah, başınıza dininize dönüş yapmadığınız sürece kaldırmayacağı bir horluk salmıştır.’[6]

Müslümanların durumu, düşmanı pusuda bekleyen ve kendisine tuzaklar kuran bir hastanın durumuna benzemektedir. Şimdi bu hasta tedavisini yaptırdıktan sonra mı düşmanına karşı koyacak yoksa hasta, çaresiz, hiçbir hazırlığı ve gücü olmaksızın mı onunla kapışmaya kalkışacaktır?

Tıpkı kendisi hasta iken, başkasını tedaviye kalkan tabip gibi!

Müslümanların durumu, düşmanının eline düşen tutsağın durumu gibidir. Şimdi o, hala elinde esir olduğu düşmanı kendine karşı kışkırtacak ve kurtulduğu takdirde ona neler yapacağını mı anlatacak yoksa ondan kurtuluncaya kadar sabır mı edecektir?

Sonra da olan olur. Sizden hiç mi aklı başında bir adam yoktur?[7]

Sonra bu kimsenin, düşmanını yendiğini farz edelim. Şimdi kendi işlerini yönetmekten aciz bir kimse dünyayı nasıl yönetebilir?

Daha doğrusu Müslümanlar, büyük bir kurumu veya dev bir projeyi bile, ihtilafsız ve kavgasız bir şekilde yönetmekten fazlasıyla acizdirler.

Eğer bir kimse derse ki: Biz, İslâm’dan kaçışın olamayacağını ve Allah’ın insanlara farz kıldığı yegâne din olduğunu kabul ettik, beşeriyetin kurtuluşunun da tek yolu olduğuna inandık, küçük büyük ne kadar hükümleri varsa hepsinin hikmetli hükümler olduğuna kesin kanaat getirdik. Dünyada iflah olmanın, ahirette ise kurtuluşa ermenin ona bağlı bulunduğuna iman ettik. İslâm’ın var oluşunun ancak ve ancak Müslümanların var olmasıyla mümkün olduğunu, Müslümanlarda rollerini yerine getirmelerini engelleyen türlü hastalıklar bulunduğunu, en güvenli yol ve en ideal çözümün de, Müslümanların söz konusu hastalıklarını her şeyden önce iman ve ibadet açısından çözerek yine bu yönlerden onları yapılandırmak, ahlâk ve maneviyat bakımından hazır hale getirmek olduğunu kabul ettik. Sonra Allah dilediği kapıları açar.

‘Kim sözünü Allah’tan daha iyi yerine getirir ki!’ (Tevbe, 9/111)

‘Allah, bir fetih veya kendi katından bir emir getirebilir.’ (Mâide, 5/52)

Biz, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in: ‘...Siz dininize dönünceye kadar...’[8]

Evet, biz bütün bunları kesin bir inançla, tecrübe ve delillerle kabul ettik. Ancak siz, Müslümanların gerçek Müslümanlar haline gelebilmeleri için, bize en ideal çözümleri ve yollarını, en kritik problemleri ve onlardan korunmanın çarelerini açıklayabilir misiniz?

Bir diğer ifadeyle:

Bu hastalığın tedavisi ve bu ümmetin kalkındırılması için atılması gereken pratik ve gerçekçi adımlar nelerdir?


İKİNCİ BÖLÜM

 

Teşhisin Gerekleri

 

 

Adı geçen soruları ayrıntılı olarak cevaplamadan önce farkında olunması gereken en önemli temel hususlar niteliğindeki bazı ön tespitler ve zorunlu doğrulara yer vermek gerekir. Bunlar, hastalığı teşhis etmenin gerekleri, sapmışlık ve başarısızlığın nedenlerini bilmenin de temel kurallarıdır:

 

1- Gerçek Çözüm Sahibi Allah’tır

 

Allah Azze ve Celle, hastalık ve problemlerimizi, başarısızlıklarımızın nedenlerini ve zaferimizin gecikmesindeki sırrı, bu işin uzmanı olan herkesten iyi bilmektedir.

‘Aynı zamanda latif ve her şeyden haberdar olan yaradan bilmez mi!’ (Mülk, 67/14)

‘Allah, düşmanlarınızı en iyi bilendir ve Allah, dost olarak da yardımcı olarak da yeter.’ (Nisâ, 4/45)

Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) de sahih bir rivayette: ‘Yegâne çözüm sahibi Allah’tır’ buyurmaktadır.[9]

Bundan amaç, problemimizi çözüm sahibine sunmamızdır. Bunu da hastalıklarımızı yaratanımızın Kitabı ve Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Sünnet’inde aramak, kendi teşhisimizle bir takım hastalıklar -yapay problemler- uydurmamamız ve geri kalmışlığımızın nedenleri konusunda mesnetsiz fikirler icat etmememizdir.

Allah izin verirse, buna dair açıklamaya yer verilecektir.

 

2- Çözüm Sahibine Uyma Zorunluluğu

 

Kardeşler, bizi yaratan Allah’ın, problemlerimizin çözüm yollarını ihmal etmesi ve bu yolları bize en iyi şekilde açıklamaması düşünülebilir mi?

Allah’ın, beşeriyeti yaratıp onun için hayat prensiplerini koyduktan sonra, yegâne yaratan ve çözüm sahibi olduğu halde, problemleri ve çözüm yollarını açıklamaması, O’nun söz konusu prensipleri ve hikmetinin mükemmelliğine uygun düşmemektedir.

Bu nedenle, hastalığın teşhisi, bizim düşüncelerimiz, tecrübelerimiz, uzmanlıklarımız, duygularımız, yanı sıra düşmanlarımız olan toplumları örnek almaya değil, ilahî prensiplere ve Hanîf dinin kurallarına dayalı olmalıdır.

Durum bu olunca, yani hastalıklarımızı en iyi bilen Allah olduğuna göre, İslâm, Kitap ve Sünnet’te hastalığı belirlemiş ve tedavi biçimini anlatmıştır. O halde Allah’ın sınırsız bilgi sahibi olduğuna iman eden bir Müslüman, davası, gerekçeleri ve niyeti ne olursa olsun, bu yoldan nasıl sapabilir!

Örnek olarak:

İslâm, ayrılık ve anlaşmazlık hastalıklarını anlatmış ve bunun, Müslümanların, horluk ve başarısızlıklarının başlıca nedeni olduğunu söylemiştir. ‘Çekişip anlaşmazlığa düşmeyin, başarısızlığa uğrarsınız.’ (Enfâl, 8/46)

‘...Sizden her kim benden sonra yaşarsa, bir çok ihtilafa tanık olacaktır.’[10]

Şimdi hal böyleyken bir davetçi, bir hatip, bir felsefeci veya bir düşünür, bu hastalığı unutmuş görünerek ve bilmezlikten gelerek Müslümanların geri kalmışlıklarının ve perişanlıklarının nedeninin, uygarlıkta, ekonomide geri kalmaları veya düşmanlarının onlara yönelik şiddetli saldırıları olduğunu ileri sürebilir.

Bir de Allah, bize zaferin gecikmesinin nedeninin O’na yardım etmeyişimiz olduğunu bildirdiğine göre, sözde teşhiste bulunan veya gevezelik yapan biri, başarısızlığımızın nedeninin, devletler arası sistem, dünyanın genel durumu vb. hususlar olmadığını iddia edebilir!

Kaldı ki Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem), bu tür hastalıkların yegâne nedeninin, Müslümanların, dinlerinden yüz çevirmeleri ve ayrılığa düşmeleri olduğunu haber vermiştir. Şimdi durumu ters yüz ederek, önderimiz ve liderimiz olduğunu ileri sürdüğümüz Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’e muhalefet etmek bize yakışır mı!

Bir de bu tür görüş sahipleri, mahiyeti saplantı olan görüşlerini demagojik delillerle bezeyerek, ona makbul bir görüntü verseler bile, Müslüman kişi bunu nasıl kabul edebilir!

 

3- Çözüm Önerilerini Uygulama Zorunluluğu

 

Sonra teşhis ile ilgili olarak söylenenler, çözüm için de geçerlidir.

Örneğin, nasıl ki İslâmî prensiplere gerek duymaksızın probleme sadece akıllarımız, düşüncelerimiz ve tecrübelerimizle teşhis koymamız doğru değilse, aynı şekilde sadece akıl, düşünce ve tecrübelerimizden yola çıkarak çözümler önermemiz ve Allah veya Rasûlü’nün anlattığı çözümden başka bir çözüm üretmemiz de doğru değildir.

Bu gereklerin delilleri, aynı zamanda dinin mükemmelliğinin de Kitap ve Sünnet’te çok sayıda bulunan delilleridir. Şu ayet ve hadis de bunlardandır: ‘Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim.’ (Mâide, 5/3)

‘Sizi cennete yaklaştıracak olan ne varsa, hiç birini dışarıda bırakmaksızın, hepsini size emrettim.’[11]

Ebû Zer ise şöyle der: ‘Biz, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’i, gök yüzünde kanat çırpan kuşlar hakkında bile bize bir bilgi vermiş olarak terk ettik.’[12]

Bu arada hastalığa teşhis koyan tabibin onun tedavisini her ketsen iyi bildiğini söylemeye gerek yokken, bütün bilinmeyenleri bilen Allah ve bu ümmetin ilk terbiye edicisi ve bu halkların ideal önderi olan Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) için bunu söylemeye nasıl gerek olabilir!

Kitap ve Sünnet’in de açıkladığı üzere, Müslümanların en kritik hastalıklarının ihtilaf olduğu ve Kitap ile Sünnet’in tedavisinden başka bir tedavinin de bulunmadığı konusunda ittifak halinde olduğumuza göre, akılları ve düşüncelerinin öngörüleriyle çözüme baş vuranların yanlışlığını biliyoruz demektir.

Mesela, kimileri: ‘İhtilafın çaresi, ondan söz etmemektir’ derken kimileri de:

‘İttifak ettiğimiz konularda yardımlaşırız, ihtilafa düştüğümüz konularda ise birbirimizi mazur görürüz’ demektedirler.

Doğrusunu söylemek gerekirse, eğer mazur görme, makul ihtilaf ile sınırlı kalacaksa evet, aksi halde  bu konuda ayrılığa düşmek zaten dalalettir. Şayet bundan maksat her türlü ihtilaf ise işte bu olmaz. Yoksa bir insanın ortaya koyduğu bu iki kuralın delili nerede? Bir de Kitap, Sünnet ve onları bizden önce bayrak yapmış olan salih Selefin çözümü bu mudur? Ayrıca, sahâbe ve Selef, kendilerine muhalefet eden herkesi mazur görmüşler midir?

Böylece düşünceler çekişmekte ve görüşler çatışmaktadır. ‘Eğer kendilerine öğüt verilenleri yapsalardı, onlar için daha hayırlı ve daha çok güç kazandırıcı olurdu.’ (Nisâ, 4/66)

Aslında Allah’ın bize öğütlediği ve Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in kurallaştırdığı husus, biraz önce yer verilen kurala gerek bırakmadığı gibi, bizim için de daha hayırlıdır:

‘İyilik ve takva üzerine yardımlaşın, günah ve hakkı ihlal konusunda ise yardımlaşmayınız.’ (Mâ’ide, 5/2)

‘Benim ve benden sonra hidayet yolunu izleyen raşid halifelerin sünnetine sarılmalısınız.’[13]

Buna göre, ihtilaf konusunda sahâbenin mazur gördükleri kadarını biz de mazur görürüz. Onların mazur görmediğini ise biz de mazur görmeyiz. O halde Müslümanların her türlü problemlerinin çözümünde bu ölçüyü kullanmak ve Kitap ile Sünnet’ten bir delil ve salih Selefin yöntemi hariç, ne denli bezenmiş olursa olsun, başka bir çözümü kabul etmemek gerekir. Çünkü ihtilaf problemi, ancak Allah’ın emrettiği şekilde çözümlenebilir.

‘Ve topluca Allah’ın ipine sarılınız.’ (Âli ‘İmrân, 3/103)

Eğer Allah’ın ipi Kitap, Sünnet ve Selef metodu değilse, Allah, diğerlerinin ipini hiç de mübarek kılmasın.

 

4- Ümmetin Kitap ve Sünnet’te Çözümü Bulunmayan Yeni Hiç Bir Sorunu Yoktur

 

Kuşkusuz Kitap ve Sünnet’i bilen, bir yandan İslâm’ın temellerini ve metodunu kavrayan, diğer yandan da Müslümanların eski ve yeni durum ve realitelerinden haberdar olan kimse, ümmetin başına gelen ve özel, yeni bir çözüm şekline ihtiyaç gösteren yeni hiçbir probleminin bulunmadığını anlar.

Akıl sahibi bir kimse, bize helaya girme ve yemek yeme adabını bile öğreten Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in, bu denli büyük problemlerin çözümünü sınırlı akıllarımıza ve dar düşüncelerimize bıraktığını nasıl düşünebilir?!

Bu nedenle Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem), ihtilafa düşme problemini: ‘... Sizden her kim benden sonra yaşarsa, bir çok ihtilafa tanık olacaktır.’ Sözüyle anlattıktan sonra çözümünü şu sözlerle açıklamıştır: ‘Bu durumda benim ve benden sonra hidayet yolunu izleyen raşid halifelerin sünnetine sarılmalısınız. Ona hırsla sarılınız!’[14]

Dahası Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem), ahir zamanda yüzlerce yıl sonra meydana gelecek olan bazı fitneleri anlatırken çözümlerini de ortaya koyuyordu. Çoğu zaman sahâbeleri bunu kendisinden duyduklarında: ‘Bize ne emredersin’ derlerdi.

Huzeyfe (radıyallahu anhu)’nun bu konudaki hadisi ise ünlüdür:

‘İnsanlar, Rasûlüllâh’a hayır hakkında soru sorarken ben, başıma gelebilir korkusuyla kendisine kötülük hakkında soru sorardım.’ Burada Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem): ‘Cehennem kapılarını tutan çağırıcılar olacaktır. Her kim, çağrılarına uyarsa onu cehenneme atarlar’ deyince Huzeyfe (radıyallahu anhu), onları anlatmasını istemiş, o da: ‘Onlar, bizdendirler ve bizim dilimizi konuşurlar’ buyurmuştur.

Bunun üzerine Huzeyfe (radıyallahu anhu): ‘Şayet bu zamana yetişirsem, ne yapmamı emredersin’ diye sormuş, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) de: ‘Müslüman cemaati ve imamlarından ayrılma’ şeklinde cevap vermiştir: Bu kez Huzeyfe (radıyallahu anhu): ‘Şayet cemaat ve imamları yoksa...’ deyince Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in cevabı şu olmuştur: ‘O grupların tamamına uzak dur! Hatta, bir ağacın kökünü ısırarak o haldeyken ölmek pahasına bile olsa.’[15]

Ebû Zer (radıyallahu anhu) da şöyle der:

‘Biz, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’i, gök yüzünde kanat çırpan kuşlar hakkında bile bize bir bilgi vermiş olarak terk ettik.’[16]

Y‘alâ b. Umeyye’nin, güzel koku sürünerek gelen ve Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’e bir sorunu hakkında soru soran adamla ilgili hadisinde[17] olduğu gibi, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) bile kendisine sorulan bir mesele konusunda çoğu kez suskun kalıp vahyin inişini beklemiştir.

Kitap ve Sünnet’i dikkatle inceleyen kimse, onlarda her şeyi bulur. Onlarda daha önceki problemleri ve çözüm yollarını da bulur. Bunlara, bazı hadislerde yer verilmiştir. Gelecekteki problemleri ve çözüm yollarını da yine bunlardan söz eden hadislerde bulur.

Zira hayız ve loğusalık meseleleriyle ilgili açıklamanın bile zamanını geçirmek caiz olmadığına göre, ümmetin problemleri ve bu problemlerin çözüm yolları konusunda geç açıklama yapmak caiz olur mu!

 

5- Çözümde Sorumluluk Taşıyanın Nitelikleri

 

Müslümanlarca pratikte değil, sözde kabul edilen hususlardan biri de şudur: Müslümanların problemlerini ortaya çıkarıp çözüm bulma mevkiinde bulunan kimse, İslâm prensiplerini bilen, insanların gerçek durumundan haberdar olan biri olmalıdır. Aksi takdirde hem kendisi dalalete düşer hem de ona uyan insanları dalalete düşürür. Ayrıca kendilerinde bulunmayan problemler ileri sürerek hayali sorunlar ve bu sorunlarla ilgili sözde çözüm önerilerini ortaya koymaya çalışır. Bu yolla da Müslümanların güçsüzlüklerini kat kat artırmış olur.

Şimdi Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) bile kendiliğinden bir şey söylemeyip herhangi bir çözüm icat etmezken, aksine: ‘Ben, ancak bana vahiy edilene uyarım’ derken, zamanımız insanlarının pek çoğuna ne oluyor da, bilgisizce fetva veriyorlar. Hatta onlar, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’den daha hızlı fetva vermeye kalkışmaktadırlar. Kendilerini, bu ümmet için çözüm yolları üretmeye ve Kitap, Sünnet ve Selef yönteminden yüz çevirmeye fazlasıyla güç yetirecek durumda olduklarını zannederler.

Allah Azze ve Celle şöyle buyur:

‘İnsanlardan kimi, Allah’ın yolundan saptırmak amacıyla gururla salınıp kasılarak, hiçbir bilgisi, yol göstericisi ve aydınlatıcı kitabı olmaksızın Allah hakkında tartışır durur.’ (Hac, 22/8-9)

Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) de buyurur ki:

‘Allah ilmi, öyle durup dururken kullardan koparmak suretiyle ortadan kaldırmaz. Lakin Allah, ilmi âlimleri ortadan kaldırmak suretiyle kaldırır. Nihayet hiçbir âlim bırakmayınca, insanlar cahil bir takım önderler edinirler. Bu önderlere sorular sorulur, onlar da bilgisizce fetvalar vermek suretiyle kendileri dalalete düşmüş, başkalarını da dalalete düşürmüş olurlar.’[18]

İmam Şâtibî de şöyle der:

‘O zaman insanlar âlim oldukları sanılan cahilleriyle baş başa kalırlar.’ [19]

 

Bu gereklerin özeti:

 

a) Problemlerimiz ve çözümleri konusunda içtihada ihtiyaç bulunmamaktadır. Zira yeni olan hiçbir şey bulunmadığı gibi, Allah da, problemleri ve çözüm yollarını Kitap, Sünnet ve ümmetin Selefinin yönteminde en açık şekilde beyan etmek suretiyle buna ihtiyaç bırakmamıştır.

b) Ümmette yeni hiç bir problem olmadığından yeni hiç bir çözüm de yoktur.

c) Kitap ve Sünnet konusunda ilim sahibi olmadıkça ve ümmetin gerçeğini kavramadıkça, hiç kimsenin, ümmetin problemlerini teşhis ve bunlara çözüm üretme sorumluluğunu üstlenmeye kalkışması doğru değildir.


ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

 

Açmazlar

 

 

Müslümanların yolunda ortaya çıkan açmazlar az, karşılaştıkları meydan okuyuşlar da basit değildir.

Pek çok Müslüman’a göre, açmazları, düşmanlarının kendilerine karşı durmalarından ibarettir.

Aslında Allah düşmanlarının entrikasının, tam anlamıyla bir açmaz olduğunda ve dağları yerinden oynatabileceğinde şüphe bulunmamaktadır. ‘Entrikaları dağları yerinden oynatacak olsa da...’ (İbrahim, 14/46)

Samimi Müslüman, Allah düşmanlarının memleketlerinin büyük kısmında Müslümanlara karşı tezgahladıkları oyunlara baktığında, yüreği yanar ve ciğeri parçalanır.

Hangi ülkede İslâm’a dönüp bakarsan

Onu her iki kanadı kırpılmış bir kuş gibi görürsün

Bu yüzyılda zalimlerin pek çoğu, Firavun’dan daha çok azmışlardır. Firavun’un azgınlığı, onu, Müslümanların erkek çocuklarını öldürüp kadınlarını sağ bırakmaya sevk ederken, bunlar erkek çocuklarını boğazlamakta, erkeklerini yakmakta, kadınlarının ırzını kirletmekte, camilerini yıkmakta, Mushaflarını yırtmakta ve henüz bir ülkeyi bitirmeden diğer bir ülkenin üstüne abanmaktadırlar. Hiç bir devirde Müslümanlar, zamanımızdaki kadar düşmanlarının tezgahlarından etkilenmiş değildirler.

Allah düşmanlarının, Müslümanlara karşı tezgahladıkları ile onların başına getirdikleri, herkesin bildiği bir husustur. Ancak pek çoğumuzun göremediği husus, bu tezgahın nasıl bozulacağı, ardından da bu ümmetin nasıl kalkındırılacağıdır. Problemlerin çözümü ve onlara karşı koymada izlenecek olan yol nedir? Acaba bu yol, bizzat hastanın kendisini tedaviye başlamak mıdır, yoksa hasta mevcut durumdayken, düşmanlarına karşı koymaya öncelik vermek midir?

Samimiyetle uyan Müslümanların hüküm koyucu kaynakları olan Kitap ve Sünnet’i iyi inceleyen kimse, bu iki kaynağın yönlendirme ve emirlerinin, Müslümanların açmazlarının kendilerinden olduğu ve başlarına gelen belanın kaynağının da kendileri olduğu noktasında yoğunlaştığını görür. ‘Başınıza ne musibet gelirse, ellerinizin işledikleri sebebiyledir.’ (Şûrâ, 42/30)

Eğer onlar, nefislerini ıslah ederlerse Allah, düşmanlarının oyunlarını başlarından defedecek ve ne denli güçlü ve entrikacı olurlarsa olsunlar, düşmanlarına karşı onlara zafer nasip edecektir.

‘Eğer siz sabreder ve takva sahibi olursanız, onların hilesi, size hiçbir zarar vermeyecektir. Allah, onların yaptıklarını kuşatandır.’ (Âl-i ‘İmrân, 3/120)

Müslümanların pek çoğu, sabır ve takvanın, Allah’ın düşmanlarına karşı direnmede sıra dağlardan daha etkili olduğunu gözden kaçırmaktadırlar. Zira durum bu iken, Allah takva ve iyilik sahibi olanlarla beraber olur. Allah, beraber olduğu kimseden ise, düşmanının komplolarını geri çevirir. O zaman da Allah’ın şu sözü gerçekleşir: ‘Kafirlerin hilesi, sonuçsuzluktan başka bir şey değildir.’ (Gâfir, 40/25) Ondan sonra da zafer onunla birlikte, imkan da dostu olur.

O halde Müslümanların gerçek açmazlarını ortadan kaldırmaya, problemi ve gerçek güçsüzlüğü temelden çözmeye yönelmek gerekir.

Bu açmazları şöyle özetlemek mümkündür:

 

1- Bilgisizlik

 

Bizim burada kast ettiğimiz bilgisizlik, anlamı bakımından akla hemen gelen bilgisizlikten daha geniş boyutlu ve daha özellikli bir bilgisizliktir. Zira buradaki bilgisizlikten maksat, İslâm’ın gerçeği, tevhid ve gereklerinin mahiyeti, hakkın kurallarına ilişkin bilgisizliktir. Örneğin delil ile göz boyama, uyma ve bid’atçılık, temellendirme ve hayalcilik arasındaki farkı bilmemek gibi.

Ayrıca bu, izlenecek yolun sorunlarını ve sorumluluğun gereğini bilmemek de demektir. Örneğin, dinle birlikte aklın hükmü, yanlışlıktan arındırma ve eğitim, ilmin eğitimle paralelliği, değişim yolu ve diğer sorunlar gibi.

İmam Şâtibî şöyle der:

‘O zaman insanlar âlim oldukları sanılan cahilleriyle baş başa kalırlar. Durum böyle olunca, içtihadın koşullarını tamamlamadığı zaman, bir kimsenin yapacağı içtihat meşru değildir. Sıradan insanın delillerle fikir yürütüp hüküm çıkartması caiz olmadığı için, pek çok bilgisizlikleri olan yarım âlim de, hüküm çıkartmasının caiz olmaması noktasında tıpkı sıradan bir cahil gibidir.Buna rağmen kendisi için caiz olmayan içtihada kalkışırsa, bununla günaha girmiş olur.’[20]

Ben derim ki: Kabe’nin Rabbi’ne yemin ediyorum, zamanımızda fetva sorumluluğunu üstlenen bazı kimseler, Şâtibî’nin zamanındaki sıradan insanlardan daha cahildirler. Çünkü bu sözde fetva yetkilileri, hiç bir esası öğrenmemiş ve hiçbir kuralı anlamamışlardır.

Tuhaf olan şudur ki bu tür kimseler, hayız ve loğusalık meseleleri konusunda fetva vermeyi kendileri için caiz görmezken, ümmetin kanları, ırzları, büyük sorunları ve tutumları hakkında fetva verebilmektedirler. Aynı zamanda öncelikleri sıralamaktan da geri durmamaktadırlar.

Bu gibilerin büyük bir kısmı, ya ilim ve içtihada intisap ederler veya bu iki hususa nispet edilirler. Sana karşı da ilim ve içtihatları delil gösterilir. Halbuki, onların bazısı, içtihadın şartlarını bilmez, içtihat için gerekli olan birikime sahip değildir, ilim tahsil etmemiş, kaynaklarını tanımamıştır. Hatta kimisi, Kur’ân’dan ve hadisten ona bu ehliyeti kazandıracak hiçbir şey ezberleyip kavrayamamıştır.

Şimdi ilmi bilen bir kimse, nasslara karşılık bunların görüşlerini delil olarak kullanır mı?

 

İlim ve Çözüm Yolu Bakımından Müslümanların Ayrıldıkları Sınıflar

a) İlim sahibidir, çizgisi doğrudur, ancak çözüm yoluyla ilgili sorunlar ile çağın olaylarını bilmemektedir ki bu bir kusur değildir. Kusur, kendilerine bu hususlar anlatıldığında kabul etmemeleri veya uyarıldıklarında karşı çıkmalarıdır. Bu durumda söz ve fetvaları, rahatsızlık kaynağı olur.

Bu sınıftan kimisi, İslâm’ın, eğitimi, yöntemi ve çağın olaylarıyla ilgili herhangi bir hükmü olmayan soyut bir bilgiden ibaret olduğunu sanmaktadır. Durum bu olunca, bu kimsenin ilmi de bir engele dönüşmektedir.

Onların bazısı da, ilim tahsil etmiş ve yol yordam öğrenmiş, ancak bunu duygusallığıyla heder etmiş, hazırlıksız yaklaşımlarıyla da işlevsiz hale getirmiştir. Böylece kişisel gerçeğine ilişkin anlayışı ilmine, siyasî olaylar da anlayışına galebe çalmıştır.

Ayrıca bunlardan kimisi bilerek hizipçilik yaparken, kimisi de farkında olmaksızın, hizipçiliğin içine düşmüştür.

b) Bu sınıf, imanın rükünlerini ve İslâm’ın bazı kural ve hükümlerini bilir, ancak ilmi, faziletini, Selefin yolunu ve bu yolun gerekliliğini, izlenmesi gereken yolun sorunlarını ve ayrıntısını bilmez. Bunlar, siyaseti ilgisiz yollardan, aktüel olayları ise siyasetin güdümündeki basından öğrenirler.

Bunların hastalığı, hükümlerini ve yürütülme biçimini bilmeleri için, siyaseti ilme ve Selef yoluna uygun hale getirmemeleridir. Bu nedenle istedikleri gibi davranmakta ve arzuladıklarını yapmaktadırlar. Böylece onları disipline edecek hiçbir kural ve hatalardan koruyacak hiçbir koruyucu ilkeye uymaksızın, duygularının güdümüne girmekte ve hiziplerinin çıkarları doğrultusunda çaba harcamaktadırlar. Aslında isteseler de bunu yapamazlar. Zira onlar, ilmi kaybetmeleri sebebiyle bunu kaybetmiş, âlimlerden yüz çevirdikleri için de bu tutarlılıktan yüz çevirmişlerdir. Öyle ki ne ilim tahsil etmişler ne de âlimlerin fetvalarına kulak vermişlerdir. Sonuçta onların eliyle ilme ve Selefe hiçbir değer vermeyen kitleler meydana gelmiştir. Dinleri duygudan, hedefleri ise, hangi araç ve yöntemle olursa olsun, yöneticilerini devirmekten ibarettir.

“Allah ilmi, öyle durup dururken kullardan koparmak suretiyle ortadan kaldırmaz. Lakin Allah, ilmi âlimleri ortadan kaldırmak suretiyle kaldırır. Nihayet hiçbir âlim bırakmayınca, insanlar cahil bir takım önderler edinirler. Bu önderlere sorular sorulur, onlar da bilgisizce fetvalar vermek suretiyle kendileri dalalete düşmüş, başkalarını da dalalete düşürmüş olurlar.”[21] (Bu tür farklılıklar çeviriden değil, eserin aslından kaynaklanmaktadır)

c) Bu, uğraşamadığımız bir sınıftır ki, dili ustaca kullanan, hitabetleri mükemmel ve sözü geçen kimselerdir. Onlardan biri: ‘Marufu tanımamakta ve münkere karşı çıkmamaktadır. Benimsediği tek şey, ruhuna işleyen nefsani arzularıdır.’[22]

Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ‘Ümmetim için en fazla korktuğum, dilde usta her münafık kişidir.’[23]

d) Bu kapsama girmeyen sınıf ise, ilmiyle amel eden, Allah için hakka çağrıda bulunan, yanılıp uyarıldıklarında bunu dinleyen ve hata yapıp nasihat aldıklarında hatadan dönen kimselerdir. Şu bir gerçek ki, hiç kimse ilmin tamamını kendinde toplayamamakta ve yalnız başına gerçeğin arka planını bütün halinde kavrayamamaktadır. Ancak bazılarının gözden kaçırdıklarını diğer bazıları bilmektedir.

Bunlardan ilimce ikinci derecede olan ve Müslümanların acı gerçeğinden ve düşmanların aldatıcı siyasetinden etkilendikleri için, hataya düşen bazı davetçiler de bulunmaktadır. Hata yapmalarına, ilmi olgunsuzluk veya davette tecrübesizlik de yardımcı olmaktadır. Bunlara, yöntemin ayrıntı mahiyetindeki sorunlarını kavrayamamak ve bazen daha iyiyi iyiden, daha kötü olanı da kötüden ayırt edememek gibi durumlar da eklenebilir. Ancak bunlara nasihat verildiği zaman ona uymakta ve dönüş yapmaları istendiğinde dönmektedirler. Böylece karşılıklı nefret, kin, kıskançlık ve arka dönme ile değil, samimi âlimler ile dürüst davetçiler arasındaki yardımlaşmayla hayır gerçekleşmekte ve karşılıklı nasihatlerle doğru var olmaktadır. Her biri, kardeşinin eksiğini tamamlamakta ve ona nasihatte bulunmaktadır.

 

Bu problemin tehlikesi nerede saklıdır

İslâm ve tevhidin mahiyetine dair bilgisizlik probleminin tehlikesi, kişiyi kalıcı olmayan bir miktar dünya malı veya aldatıcı geçici makamı için dinini satmaya ve satın almaya sevk eden aşırı iman zaafında ortaya çıkmaktadır.

Bu hastalığın tehlikesi, hastanın, hastalığının bilincinde olmamasında saklıdır. Zira İslâm’a çağrıda ve fedakarlıkta bulunduğu, onun yolunda işkence gördüğü sürece, hastalıklı hali, ona sağlıklı ve afiyette olduğunu vehmettirir.

Şimdi, ilmin önemini ve Kitap ve Sünnet’e uymanın değerini kavrayamadıkları halde, hidayet üzere olduklarını sanan, bu yüzden de hükümlerin pek çoğunu işlemez hale getiren yenilik davetçilerine ne demeli?![24]

Ya fikre davet edenlere ne dersin? Onlar, fikirlerini seleflerinin yöntemine önceleyerek dinlerinde akıllarını hakem kıldıkları halde, doğruyu savunduklarından çok emin gözükmektedirler. Aynı zamanda iyi bir şey yaptıklarını sanırlar.

Vasıtaların mubahlığını iddia ederek İslâm’da yollar ihdas edenler hakkında ne düşünmeli?! Nasıl da davette, hüküm uygulamada, hükümdarlarla olan muamelede ve diğer konularda Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in yöntemlerini işlevsiz hale getirmişlerdir.

Eğer onlar, doğru bilgiyi öğrenir ve Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in yoluna uymanın gerekliliğine inansalardı, mubah sayılan araçlarla vahye dayalı yöntemler arasındaki farkı kavrayacaklardı. Ancak onlar, ilimden yüz çevirmeleriyle ikisini birbirine karıştırdılar ve hepsini mubah araçlar olarak kabul ettiler. Şayet bu ayırımsızlığın sonucunun ne olduğunu bilselerdi, bunu yapmazlardı. Zira bu, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in ilkelerini işlevsiz kılıp gayrimüslimlerin ilkelerini geçerli kılmak demektir. Bu ise, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in şu hadisinde ifade ettiği hususun ta kendisidir.

‘Yemin ederim ki, siz sizden öncekilerin yolunu karış karış, arşın arşın izleyeceksiniz. Hatta onlar bir keler yuvasının yolunu tutsalar, siz de o yolu izleyeceksiniz.’ Dediler ki: ‘Bunlar Yahudîler ve Hıristiyanlar mıdır?’ Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem): ‘Ya kim olacak?’ diye buyurdu.”[25]

İslâm ve tevhidin mahiyetine dair bilgisizlik, kişiyi kalıcı olmayan bir miktar dünya malı veya aldatıcı geçici makamı için dinini satacak ve satın alacak hale getiren aşırı iman zaafında ortaya çıkmaktadır.

 

Bilgisizlik hastalığının belirti ve tabloları:

Bu hastalığa yakalanan kimse, ilim ve ezberi, nakil ve bilinçli ilmî birikimi, gerçek âlimi ve âlim  geçineni, fakih olanla kinetik olanı, basiretli olanla iddiacı olanı ayırt edemediği için, fetvayı fetva ehli olmayana sorar ve uyulmaya ehil olmayana uyar.

Bu hastalığın bazı davetçilerde ortaya çıkan görüntü ve tablolarından biri de, İslâm’ı düşmanlarının çizdikleri şekilde bir takım bölge ve sınırlara ayırmaktır. Zira onlar, bir takım konuşmalar ve sloganların ötesinde İslâm’ın evrenselliği hakkında bir şey bilmemektedirler. Biatin hükümleri, hicret, ve kardeşliğe gelince, onlara göre bunların dönemi ve hükümlerinin zamanı geçmiştir.

Ben, halkların büyük bölümünün, kendi ülkelerinin âlimlerinden başkasına güvenmediklerini, ve onlardan başka kimseye fetva sormadıklarını gördüm. Allah’ın, rahmetiyle esirgediği uyanlar ve delil arayanlar hariç. Çünkü bunlar, delilin, zaman, yer ve kişilere bağlı olmadığını bilirler.

 

Bu hastalığın komplikasyonları

Delile bağlılığa dayanan sağlıklı eğitimin yokluğu halinde insanlar, kişilere bağlanırlar, duygularıyla hareket ederler, siyasetle uğraşırlar ve düşmanların öngörülerine uygun şekilde olayların peşinde sürüklenirler. Bu durum ise, onları, bireylerini Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in, temelleri bilgi, anlama, basiret ve delil olan doğru eğitim tarzından habersiz kılmaktadır. ‘Ben, basiret üzere Allah’a davet ediyorum.’ (Yûsuf, 12/108) İlimden yüz çevirdikleri halde bunların iflah olacağını mı sanırsın?

Yine ilme hakkını veren ve onu gereği gibi değerlendiren Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) eğitiminin yokluğunda ilim ve ehliyle alay eden kimseler çoğalmaktadır ki biz, bunlarla uğraşmamaktayız. Dünyada da ahirette de Allah onlara yeter ve onlar, sünnetler, vacipler ve salih Selefe uyanlarla alay edenlerin akıbetlerini göreceklerdir.

Allah şöyle buyurur: ‘Yaptıklarının kötülükleri onlara göründü ve alay ettikleri hususlar başlarına geldi.’ (Zümer, 39/48)

Bu yapılanları onlardan önce münafıklardan bir topluluk da yapmıştı. Şöyle ki, Tebuk savaşında Sünnet ve vaciplere bağlı kimselerle alay etmiş ve aralarından biri şöyle demişti: ‘Şu okuyucularımızı, boğazına en düşkün, en yalancı ve düşmanla karşılaşırken en korkaklarımız olarak görüyorum.’ Bunun üzerine haklarında şu ayet indi: “Eğer onlara sorarsan: ‘Biz sadece lafa dalıp oynuyorduk’ derler. De ki: ‘Allah, ayetleri ve Peygamberiyle mi alay edersiniz! Özür dilemeyin, imanınızdan sonra kuşkusuz kafir oldunuz.’” (Tevbe, 9/65)[26]

İşte Sünnet ve vaciplere uyanlarla alay edenlerin hükmü bu iken, bizzat Sünnet ve vaciplerle alay edenlerin hükmü ve akıbeti nice olur?!

O halde, onların başına geleceklerin senin de başına gelmemesi için kendileriyle hemhal olmaktan sakınman gerekir.

Allah Azze ve Celle şöyle buyurur: “O size kitapta: ‘Allah’ın ayetlerinin inkar edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğinizde, onlar bir başka söze dalıp geçinceye kadar kendileriyle birlikte oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz’ diye indirdi. Doğrusu Allah, münafıkların ve kafirlerin tümünü Cehennem’de toplayacaktır.” (Nisâ’, 4/140)

 

Bu hastalığın tedavisi

Bu, şu şekillerde olur:

-          İlim dini olan dinimizde ilmin önemini kavramak.

-          İlmin mahiyetini öğrenerek onu ilim taslamaktan ayırmak, uzman âlimlerin niteliklerini bilmek, onlarla iddiacıları, kinetikleri, davetçileri ve ilim taslayanları birbirinden ayırmak. Zira İslâm’a davet eden veya onunla ilgili konuşan her kes âlim değildir.

-          İlim talebinde samimi çaba ve onu Müslümanlar arasında, özellikle de bu mübarek uyanışın gençliği arasında yaymak.

-          Çözüm yolunun sorunlarını ve hükümlerini, salih Selefin yaşantısı ışığında Kitap ve Sünnet’ten öğrenmek.

-          Bütün ihtilaflarımızı, duygularımız ve görünen çıkarlarımıza göre değil, ilimle çözmek.

Söylemiştir ilmi Allah ve Rasûl’ü

Ve sahâbeler, bozarak değil.

-          Kişinin, haddini bilerek bu sınırda durması. Bu da en çok bilgi sahibi olanın kararını kabul etmekle olur.

Allah’tan problemli Müslümanlara afiyet vermesini dilerim.

 

2- Görüş Ayrılığı ve Bölünmüşlük

 

Görüş ayrılığı ve bölünmüşlük, büyük bir hastalık, yaygın bir kötülük ve hem dünyada hem de ahirette sahiplerinin boynunda kalan bir vebaldir.

Ne var ki bu hastalık, ümmetimizde, her şeyde kronikleşmiş ve her şeyi etkilemiştir. O kadar ki toplum, birey, ayakta duran, oturan, âlim ve cahil kim varsa hepsine büyük ölçüde zarar vermiştir.

Nitekim görüş ayrılığı, bu ümmetin inancında, yöntemlerinde ve hayat prensiplerinde ortaya çıkmıştır.

 

İhtilafın nedenlerinden bazısı

Bu görüş ayrılığının nedeni ve aslı, İslâmî grupların, Allah’ın yardımını hak eden topluluğun yönteminden sapmasıdır. Onlar, ahlâkta, davette, ibadette, hatta Allah’ın sıfatları konusunda, hüküm çıkarma yollarında, Allah’a ulaşma yolunda ve yer yüzünde söz sahibi olma yönteminde saplantıya düşmüş oldular. Ayrıca Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Sünnet’inde ve ashâbını değerlendirmede de hak yoldan saptılar. Şöyle ki kimisi, onların bazısına kâfir derken bazısını korumaktadır. Müslümanlardan kimisi de, ashâbı cehaletle suçlayarak kendi felsefe ve mantığını onların yöntem ve yollarına öncelemektedir.

Bugün Müslümanların başındaki en büyük bela, sistemleştirme adına veya particilik görüntüsü altında bölünmeleri veyahut ülke ve soy ayrılığından dolayı ayrılığa düşmeleridir. Bütün bunlardan daha beter olanı ise, düşmanları olan kindar haçlıların aralarında uydurdukları sınırlar nedeniyle bölünmüş olmalarıdır.

Bu ihtilaf ve ondan kurtuluşun yolları, akılları şaşkına çevirmiş, bu konuda çok şey söylenmiş ve tartışmalar yapılmış, ancak bu ümmetin Selefinin yoluna ve ilahî yardımı hak eden topluluğun yöntemine uymaktan başka kurtuluş söz konusu değildir.

 

Komplikasyonları

Bu hastalıktan daha zararlı ve milletleri yok edici daha şiddetli bir hastalık görmedim. Çünkü büyük bir milletin bile başına geldiğinde saflarını dağıtır, birliğini parça parça eder, çabalarını sonuçsuz bırakır, sonra onu, sanki dün birlik değilmiş gibi, havada savrulan toza çevirir. Bu hastalık, en büyük ve en güçlü bir ulusa bile uğradığında onu en güçsüz ve en değersiz millet haline getirir.

Bu kapsamda geçip hayale dönüşen dün gibi yok olan komünist Sovyetler Birliği pek uzağımızda değildir.[27]

Kaldı ki İslâm ümmeti de, bu hastalıktan kurtulamamıştır. Zira bu hastalık, geldiği sırada ümmet, saygın, güçlü, başı dik durumdayken, geldikten sonra onu imrenilmeyecek ölçüde zayıf ve perişan duruma düşürmüştür. Bu nedenle görüş ayrılığı ve bölünmenin kötülüğü, ahlâk dışı davranışlarda bulunmak ve içki içmekten daha yaygın ve daha çok zararlı olmuştur.[28]

Bunu en iyi gösteren delil şudur: İslâm’ın ilk döneminde ashâbdan biri, yanlışlıkla içki satmış, Seleften bazıları da, şu ayeti tevil ederek ve hataya düşerek içki içmişlerdir: ‘İman eden ve salih amel işleyenler üzerine yiyip içtiklerinde günah yoktur.’ (Mâ’ide, 5/93)[29]

Ancak bu fiilin ümmete, ‘Alî ve Muaviye (radıyallahu anhum) arasındaki ihtilafın sonuçları gibi bir yansıması olmamıştır.

Zira bu ihtilaftan dolayı üç gecede ümmet, arkalarında suçsuz günahsız yüz bin dul ve yüz elli bin öksüz bırakan ölü vermiştir.

İş bununla da kalmamış, ihtilafın daha sonraki dönemlerde de ümmete, ardı arkası kesilmeyen parçalanmalar, bünyesinden kopmalar, bunu izleyen şiddetli çarpışmalar ve Hâricîler, Şia ve diğer gruplar arasında meydana gelen öğütücü savaşlar şeklinde yıkıcı yansımaları olmuştur. Bu durum, onları düşmanlarından ve kendisi için yaratıldıkları davadan habersiz kılmıştır.

Nitekim fitne -iç kargaşa- zamanındaki fetihler, yok olmamışsa da, diğer zamanlardaki fetihlerden az olmuştur.

Keşke durum bununla da sınırlı kalsa! O zaman musibet hafif, sorun kolay olurdu. Lakin bu ihtilafın kötü sonuçları, günümüze dek sürmüş, Allah dilemedikçe kıyamet gününe kadar da son bulmayacaktır.

İslâm ülkelerinin, düşmanların eline düşmesi, Endülüs’ün gasp edilmesi ve orada akıtılan kanların yegâne sebebi ihtilaflar ve Allah’tan uzaklaşmış olmaktır.

Şayet içki çirkinliklerin anası ise, bölünme de afetler, belalar ve musibetlerin babasıdır. Bölünmüşlüğün, başarısızlıktan başka hiçbir sonucu olmasa, bu büyük bir kötülük olarak yeter.

‘Çekişip anlaşmazlığa düşmeyin, başarısızlığa uğrarsınız ve gücünüz gider.’ (Enfâl, 8/46)

Acaba ihtilafa neden olanlar ve bölünmeye zemin hazırlayanlar, bunun tehlikesini kavramışlar mıdır? Ne denli iyi olursa olsun, niyetleri, Muaviye (radıyallahu anhu)’nun, büyük felaketlere yol açan niyeti kadar iyi olabilir mi?

 

En şaşırtıcı şey

Bütün bunlara rağmen davetçilerden kimisinin, bu konuyu göz önünde bulundurmama ve unutmuş görünmede ısrar ettiğini görebilirsin. Dahası, bölünme ve ihtilaftan sakındıran bunca nassa rağmen, anlamsız gerekçeler ve çürük bir takım görüşlere dayanarak bu iki hastalığı normal gören bazı kimseler görmek de mümkündür.

‘Dinlerini parça parça edip gruplaşanlar var ya, sen hiçbir şeyde onlardan değilsin.’ (En‘âm, 6/159)

‘Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra bölünüp ihtilafa düşenler gibi olmayın! Onlar için büyük bir azap vardır.’ (Âl-i ‘İmrân, 3/105)

‘Müşriklerden; dinlerini parça parça edip gruplaşanlardan olmayın! Her grup, sahip olduklarıyla sevinçlidir.’ (Rûm, 30/32)

Bundan da fazla dehşete düşüren durum ise, bölünme ve yol açtığı kötülüğün anası olan çirkin hizipçilik perdesi altında bölünmeyi savunan, hatta o yönde çaba harcayan ve bölünmeye karşı uyarılarda bulunan kimselere düşmanlık besleyip tuzak kuranların bile bulunmasıdır.

 

Anlamsız bazı gerekçeler

Eğer sabırlı ve espriyi seven biriysen, dinle şimdi farkında olmadan kendisiyle Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’e karşı savaştıkları gerekçelerini:

‘ABD’nin bize hakim olamaması için bölünmede hayır vardır.’ Allah korusun!

‘Tek ümmet olduğumuz zaman İslâm düşmanları, bize hakim olabilirler. Bölünmüş olduğumuz takdirde ise bizi ele geçiremezler.’

‘Bölünmüşlük sağlıklı olmanın bir belirtisidir.’

‘Ümmetimin ihtilafı rahmettir.’[30]

‘Kışkırtıcılar -onlara göre Allah’ı birlemek suretiyle ümmeti birleştirmeye çağıranlardır- ümmeti parçalamaktadırlar.’

Gerçekte ise bu tür söz ve görüşler, dalalet, sapkınlık, karıştırıcılık, mantıksızlık, akılsızlık ve tahriften başka bir şey değildir. Allah korusun, hatta küfre de yol açabilir.

Bu yöntemdeki yanlışlık, Allah’ın kelamını sükunetle dinleyip Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in sünnetiyle amel etmeye çabalayan ihlâs sahibi kimselerin ciğerlerini parçalamaktadır.

İşte bu, sözünü ettiğimiz yanlış inanç sahiplerinin durumunu ve bağlı olduklarını uzun uzun iddia etmelerine rağmen, İslâm’ın yöntemine ve İslâm’ı savundukları ve düşmana karşı durdukları şeklindeki iddialarına bağlı kalmadıklarını gösteren en açık örnektir. Nitekim Hâricîlerin cihadı onların cihadından daha büyük, ibadetleri de onların ibadetinden daha çoktu.

O halde var mı bundan ibret dersi çıkaran ?

 

Onlarla tartışmak

Bunlara de ki: Ümmet birlik halinde midir yoksa parça parça mıdır?

Eğer şöyle derlerse: ‘Birlik halindedir. Bu ihtilaflar ise, geçici ve sağlık belirtisi durumlardır.’

O zaman onlardan vazgeç ve bil ki, Yahudîler dinlerini, onların İslâm’ı anladıklarından daha iyi anlamışlardır. Çünkü onların bu sözü, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in: ‘Ümmetim ......fırkaya bölünecektir’ şeklindeki hadisini yalanlamak anlamına gelmektedir. Onlar: ‘Hz. Peygamber’in ümmeti, fırkalara ayrılmamıştır’ demektedirler.

Şayet onlar: Ümmet parça parça ve çekişme halindedir, delerse…

De ki: ‘Bu bölünmüşlüğün bir tehlikesi var mıdır?’

Eğer. ‘Hayır’ derlerse…

De ki: ‘Allah: ‘Çekişip anlaşmazlığa düşmeyin, başarısızlığa uğrarsınız’ (Enfâl, 8/46) buyurmuştur. Halbuki sen: ‘Başarısızlığa uğramayacağız’ diyorsun. Şimdi kimi doğrulayalım.

Eğer bunu kabul ederse…

De ki: ‘Bu bölünmüşlüğü ortadan kaldırmamız ve bu ihtilaftan sakınmamız gerekir mi?’

Eğer: ‘Evet’ derlerse…

Ona: ‘Kendi düşüncelerimizden mi yoksa Rabbimizin Kitâbı ve Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’imizin Sünnetinden mi bir takım çözümler üreteceğiz?’

Eğer: ‘Şartlara göre...’ derlerse…

De ki: ‘Kuşkusuz Rabbin, koşulları senden daha iyi bilmektedir. Bir de nasıl bize yemek yemenin hükümlerini öğretir de ihtilafı ortadan kaldırmanın hükümlerini öğretmez?’

Eğer: ‘İhtilaf bitmeyecek’ deyip buna delil olarak: ‘Onlar, ihtilaf halinde olmaya devam edeceklerdir. Rabbinin rahmet eyledikleri hariç.’ (Hûd, 11/118) mealindeki ayet ve: ‘Ümmetim yetmiş üç inanç grubuna bölünecektir’[31] hadisini ileri sürerlerse...

De ki: ‘Siz bunu kendiniz mi böyle anladınız, yoksa tefsir imamlarından mı?’

Eğer: ‘Kendimiz’ derlerse…

De ki: ‘İşte bu, Allah’a, Kitabına ve Rasûl’ünün Sünnetine bilgisizce iftira etmektir ve bu, Ebû Bekir’in korkup da senin korkmadığın husustur.’

Sonra onlara şöyle de:

‘Her şeyden önce başta Mücahit olmak üzere, tefsir imamları, ihtilafa düşenlerle ilgili bu ayetin tefsirinde ihtilaf halinde olanların batıl ehli olduklarını söylemişlerdir. Çünkü hak ehli arasında ihtilaf olmaz.[32]

Fırkalara ayrılmaya dair hadise gelince, bu Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in sakınmamız gereken bu kötülüğü haber vermesinden ibarettir. Yoksa ona dayanarak ihtilafı caiz görmemiz değildir.

Özet bir ifadeyle:

Bu hadis, ihtilafla yükümlü kılmak ve onu caiz göstermek için değil, onu haber verip bizi bu konuda ikaz etmek içindir.

Bu kimselerin durumu, içki içmesine şu hadisi delil gösteren kimsenin durumu gibidir: ‘Ümmetimden bazı insanlar içki içerken onu, isminden başka isimlerle adlandırırlar.’[33]

Sonra bunlardan herhangi birine şöyle de: ‘Bak nasıl da Kur’ân’ı aklınla tefsir ettin, nefsinin arzusu doğrultusunda hidayetin önderlerine ters düştün, görüşlerinle Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Sünnetini işlemez kıldın ve düşüncelerinle, İslâm ümmeti hakkında şirkten sonra işlenen en büyük günahı caiz gösterdin.’

Eğer Sünnete uyanlardan biri, diğer imamların da uygun gördüğü delilin, aksini ortaya koyduğu bir mendup konusunda bir imamın görüşüne uyarsa, siz dünyayı bir daha oturtmamak üzere ayağa kaldırırsınız. Buna karşılık bütün ümmet, dinine ve Allah’ın Kitâbının tefsirine aykırı davranırsa, size göre bu caizdir.!!

 

Kitap ve Sünnet’e sarılmak imkansız mıdır?

Eğer derse ki: ‘Lakin ihtilaf bitmemekte ve Kitap ve Sünnet’e sarılmak mümkün olmamaktadır.’

Sen şöyle de: ‘Suphanallah! Nasıl oluyor da Allah bu sarılmayı: ‘Topluca Allah’ın ipine sarılınız’ (Âl-i ‘İmrân, 3/103) şeklinde emrediyor, sonra biz kalkıp: Bu mümkün değildir, diyoruz.’ Bu şu demektir: Allah, yapılması mümkün olmayanı emretmektedir. Bu ise zulümdür ve Allah bundan münezzehtir. Çünkü Allah, sadece mümkün olanı emreder. ‘Allah, bir nefse sadece gücünün yettiğini yükler.’ (Bakara, 2/286)

O halde Kitap ve Sünnet’e sarılmak mümkündür. Gerçekleşmemesinin sebebi ise, nefislerimizden ve Kitabımızın gösterdiği yolda yürümekten yüz çevirmemizden kaynaklanmaktadır.

Çünkü Allah’ın emrettiği veya yasakladığı her hususun iki gereği vardır:

a) Bu hususun ve nasıl yerine getirileceğinin bize açıklanması.

b) Bu emri yerine getirmenin veya yasağı terk etmenin mümkün olması.

Mesela, Allah namazı emrettiği zaman bunun gerekleri şunlardır:

-          Allah’ın, onun keyfiyetini ve hükümlerini açıklaması.

-          Onu yerine getirmenin, kulun gücü dahilinde olması. Çünkü Allah, insanı güç yetirilemeyenle yükümlü kılmamaktadır.

Bu bakımdan Allah’ın ipine sarılmak da her türlü emir ve yasak da aynıdır.

Eğer insaflı biriyse, kaçınılmaz olarak bu noktada sana hak verdiği zaman ona şöyle de: ‘O halde ümmetin bölünmüşlüğünde, bölünmenin kötü oluşunda ve Kitap ile Sünnet’te çözümün mevcut olduğunda hiçbir şüphe bulunmamaktadır. Öyleyse gel bizimle, çözümü araştıralım ve sorumluluktan kaçarak ya da bölünmüşlüğü mubah sayarak değil, yardımlaşarak, bir birimize öğüt vererek ona sarılalım.’

Allah izin verirse çözümü de anlatacağız.

 

3- Kötü Ahlâk

 

Kötü ahlâk problemine gelince, o baş musibet, kötülüklerin en kötüsü ve belalar belasıdır. Kötü ahlâkın yol açtığı vahim son ve kötü sonuçlar, her akıl sahibince bilinmektedir. Bu, bir iki günlük dargınlık ve iki kişi arasındaki husumetten daha büyük, söylenen isabetsiz bir sözden veya kullanılan kuru bir üsluptan daha kapsamlıdır. Kötü ahlâk insanı; hareketi, duruşu, sözü, davranışı, aldığı ve verdiğiyle bir bütün olarak kapsar.

 

Tehlikesi

Kötü ahlâk hastalığının tehlikesi diğer hastalıkların tehlikesinden az değildir.

Onun tehlikesi, kalpleri bozma, bedenleri ayırma ve çabaları sonuçsuz kılmada saklıdır. Onun yüzünden akrabalık bağları kesilir, kin yaygınlaşır, öfke umumileşir ve ruhlar kirlenir. Böylece kalpler sevmek için durulmaz, ruhlar yardımlaşma ve kardeşliğe hazır hale gelmez, anlaşma ve dostluk için uyuşmazlar.

Şeytan’ın, bu ümmete açılan kapılarının en genişleri olan iki kapısı bulunmaktadır: Bölünme ve kötü ahlâk. Kötü ahlâk, bir toplumun ülkesine girdiği zaman, kurunun yanında yaşı da yok eder ve kardeşi kardeşten, oğlu babadan ve kocayı karısından ayırır.

Kötü ahlâk, bir toplumun yurduna girdi mi onları ölmüş bil.

Milletler ahlâktan ibarettir, kaldığı sürece

Yok olurlar, eğer ahlâkları giderse

Aynı zamanda kötü ahlâkın bir tehlikesi de, bu hastalığa yakalanan kimsenin, hastalığının farkında olmamasında saklıdır. Bu nedenle çoğu zaman Müslüman’ın, gıybet, koğuculuk, dolandırıcılık ve yalancılık yaptığının farkına vardığını, ancak kötü ahlâklı oluşunun farkına varamadığını görürüsün. Bu kötü ahlâk, sabah, akşam, yatakta, konaklarken ve yolculuk yaparken arkadaşı, hatta salyası gibi diline yapışık ve kanı gibi kalbinin içinde iken nasıl farkına varsın ki!

Kötü ahlâk sahiplerinden pek çok kimse, kendilerini insanların en güzel ahlâklısı sanırlar. Bu nedenle iyileşme yolunda bir çaba harcamazlar.

İşte bu hastalığın tehlikesi burada ortaya çıkmaktadır. Çünkü hastalık, ağırlaşmakta, artmakta ve insanlar arasında yayılarak her şeyi yok emektedir.

 

Bazı sebepleri

Kötü ahlâkın yaygınlaşmasını artıran sebeplerden biri, bulaşıcı hastalıklardan olmasıdır. Mesela çocuk, anlaşamayan, kötü ahlâklı ve ağzı bozuk ebeveynin yanında büyüdüğü zaman, ne olması umulur?! Öğrenci, öğretmenleri kabalık ve ahlâksızlığı, öğrencileri de gevezelik ve utanmazlığı alışkanlık haline getirmiş olan bir okulda yetiştiği zaman ne olması beklenir?

Bir genç, özellikleri kin ve haset, ahlâkı karşılıklı öfke ve sitem, yaptıkları ise suç ve hayasızlık olan bir toplumda yetiştiği zaman, acaba ne olacağı düşünülür?

Kuşku götürmez gerçeklerden biri de, çevrenin inkar edilemez etkisidir. Bu bağlamda doksan dokuz kişiyi öldürdükten sonra sayıyı yüze tamamlayan adamın hikayesi ünlüdür. O devirdeki bir âlim, adama, çevresini değiştirmesi yönünde fetva vererek şöyle demiştir: ‘Şöyle şöyle bir memlekete git, zira orada Allah’a ibadet eden insanlar vardır. Sen de onlarla birlikte Allah’a ibadet et ve kendi memleketine dönme. Çünkü o kötülüğün olduğu bir yerdir.’[34]

Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) de şöyle buyurur: ‘Gaflete düştüğünüz yerden yüz çevirin -ayrılın-’[35]

İşte bunlar, bireyin yönlendirilmesi ve eğitilmesinde çevrenin direkt ve dolaylı büyük etkisini açıklayan delillerdir.

Gerçek hayatta da düşünebilen akıl sahibinin gözünden kaçmayan deliller vardır.

İçimizde yetişir gençler.

Babasının onu alıştırdığı şekilde.

 

Ahlâkî bir sorun

İtiraf etmek zorunda olduğumuz gerçek, ne denli örtmeye çalışırsak çalışalım ve ne denli suskun kalmaya çalışarak kendimizi aldatırsak aldatalım, muamelelerimizde ve toplumlarımızda yaygın hale gelmiş olan ağır bir ahlâkî sorunla karşı karşıya olduğumuzdur.

Şunu söyleyen bir kimse, mübalağa etmiş olmaz: ‘Bu hastalık, bazı ilim öğrencilerinden tutun da farklı zümrelerden Müslümanlara kadar her düzeyde ve değişik mihverlerde Müslümanlar arasında en çok yayılan hastalıklardandır.’

 

Eğer öyle değilse olgunlaşma, hoşgörü, yardımlaşma ve karşılıklı iyi niyetli öğütler nerede?

Hatta nerede kardeşlik, uyum ve karşılıklı sevgi?

Dahası nerede sosyal nezaket kuralları, karşılıklı konuşma adabı ve farklı düşünme kültürü?

Nerede güzel söz ve güzel karşılama?

Nerede o yüzlere yansıyıp kalplere sevinç ve ferah veren güler yüzlülük?!! Bu, Müslüman’ı çalışmaya, yardımlaşmaya, karşılıklı hoşgörü ve öğüt verip almaya sevk eder. Kaldı ki bu, aynı zamanda güzel ahlâkın, yapılması mümkün olan alt sınırıdır.

Açıkça söylemek gerekir ki, biz başka işlerle uğraşmaktan dolayı kendimizi unuttuk.

Ümmetimiz, başına gelen bu hastalıktan büyük çapta etkilendiğinden durum daha da kötüleşmiş ve hastanın güçsüzlüğü artmıştır.

 

Bir gözlem turu

Gerçeği öğrenmek istiyorsan, gözlerini önce durumlarımıza çevir, sonra sohbetlerimize bir göz at, tartışmalarımızı derinden derine gözden geçir, evlerimizi gözlemle, sonra bak neler görürsün neler?

Şaşırtıcı tuhaflıklar görürsün. Sonra tekrar defalarca göz gezdir, o göz, hem Allah’a hem de nefsimize karşı işlediğimiz kusurlardan dolayı, umutsuz ve bitkin bir halde sana döner.

Göz, görgü kurallarımızla ilgili kusurumuzdan dolayı bitkin, ahlâkımızı değiştirdiğimizden dolayı üzgün ve başımıza gelenler yüzünden karamsardır.

Uyumluluğu inada, karşılıklı sevgiyi karşılıklı nefrete, güleçliği somurtkanlığa, inceliği kabalığa, dilini tutmayı skandala, yardımlaşmayı arka dönmeye ve öğütleşmeyi sitemleşmeye dönüştürdük.

Kötü zan, delil, itham ve iftiraya dönüştü. Kin, haset veya bencilliğe ya da hizipçiliklerimizi savunmak için kötü zanna dayanarak suçsuzlara iftira etmekteyiz.

 

‘Hayır!’ Müslümanların çağcıl sloganı

Yeni Müslüman olmuş bir adamla karşılaştık ve kendisine pek çok sorunun yanı sıra şunu sorduk:

‘Müslümanların buluşmaları konusunda ne düşünüyorsun?’

Dedi ki: ‘Çok şey... sesleri yükseltmek, birbirlerinin sözünü kesmek, her şeye kızmak, başkalarına karşı yaptıklarından daha fazla birbirlerine karşı surat asmak.’

Sonra şöyle dedi: “Müslümanlarda gördüğüm en tuhaf şey, onlardan birinin, söze başlamak veya cevap vermek istediği zaman önce: ‘Hayır’ dedikten sonra söze başlamasıdır.”

Bu kişi, daha sözünü bitirmek üzereyken bizden biri arkadaşına: ‘Hayır’ diyerek söze başladı. Sonra durumumuzu inceledik ve adamın dediği gibi olduğunu gördük.

 

Bazı tasavvur ve düşünceler

Meydana gelen bir boşama olayını düşün! Bu konuda neler olmaz ki! Gıybet, gammazlık, dedikodu, vakit öldürme, her iki ailenin içine sürüklendiği kin ve dargınlık, olayın yol açtığı kötü imaj ve nihayet bühtan, iftira, hatta çatışmaya kadar varan bir sürü olay...

Bir meselede hataya düşen bir âlim veya üslûp yanlışlığı yapan bir davetçi veya bir ibarede yanılan bir konferansçı veya bir davada taraflardan birinin lehinde olmayan bir karar veren bir hakim düşün, bundan dolayı her türlü ahlâksızlığa, bağırıp çağırmaya ve çirkin sözlere şahit olunabilir.

Bazen de iki kişi arasında meydana gelen husumeti düşün, aralarında nice densizlikler, yalan, iç dökme ve zehir saçmanın yanı sıra, husumet ateşini alevlendirmek ve her tarafı sarması için düşmanlık ateşini tutuşturmak üzere, laf taşıyanlar ortaya çıkar. Bu ise, mevcut kardeşliği yakıp yok etmekte ve kalan takvayı yere gömmektedir. Allah korusun, sanki biz, bunun için yaratılmış ve bunu alışkanlık haline getirmişizdir.

Bir de hep birlikte İslâmî hizipler arasında sanki dinleri ayrı ve mezhepleri uzlaşmazmış gibi, meydana gelen çirkin asabiyetler, şiddetli husumetler, derin düşmanlıklar ve karşılıklı iftiralara bakalım...

Hatta bunlar arasındaki husumetler, kendileriyle düşmanları arasındaki husumetten daha şiddetli olabilmektedir. O kadar ki, onlardan bazısı, kardeşlerinden intikam almak için, Allah’ın düşmanlarına baş vurabilmekte veya onları yöneticiler nezdinde şikayet edebilmektedir. Bazen bir hizip, tevhit ehliyle değil, Hıristiyanlar ve din dışı unsurlarla yardımlaşma içerisine girebilmekte, daha beteri Endülüs’te ve pek çok ülkede olduğu gibi, kendi dindaşlarına karşı dahi onlarla yardımlaşabilmektedir.

 

Tam emin olmak istersen

Gerçek anlamda bir ahlâk suresi olan Hucurât suresini iyice gözden geçir, sonra içeriğini gerçek durumumuza uygula, bak neler görürsün!

Ayet: ‘Eğer bir fasık size bir haber getirirse doğruluğunu araştırın.’ (Hucurât, 49/6) Gerçek durumumuz: Eğer bir fasık size bir haber getirirse, hakkında haber getirileni hemen itham edin.

Ayet: ‘Müminler, ancak kardeştir.’ (Hucurât, 49/10) Gerçek durum: Müminler ancak düşmandır.

Ayet: ‘Tanışıp anlaşasınız diye sizi halklara ve boylara ayırdık.’ (Hucurât, 49/13) Gerçek durum: Birbirinizden nefret edip ayrılığa düşesiniz diye sizi halklara ve boylara ayırdık.

Ayet: ‘Müminlere karşı alçak gönüllüdürler.’ (Mâide, 5/54) Gerçek durum: Müminlere karşı üstünlük taslarlar.

Ayet: ‘Allah katında en değerliniz, en çok takva sahibi olanınızdır.’ (Hucurât, 49/13) Gerçek durum: En değerliniz, en zengin, en soylu ve mevki sahibi olanınızdır.

Ayet: ‘Kendi aralarında merhametlidirler.’ (Fetih, 48/29) Gerçek durum: Birbirlerine karşı katı yürekli ve acımasızdırlar.

Ayet: ‘Kuşkusuz bu sizin ümmetinizdir. O tek bir ümmettir.’ (Enbiyâ, 21/92) Gerçek durum: Bu, hiziplere ve gruplara ayrılmış haldeki ümmetinizdir... Allah’ın rahmetine mazhar kıldıkları hariç.

Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in sözleri de, Müslümanların gerçek durumu açısından ayetlerden daha iyi durumda değildir. Zira tümüyle unutulmuş olmasalar dahi, Müslümanlarca terk edilmiş haldedirler.

Hadis: ‘Müminler hafif ve yumuşak huyludurlar’[36] Gerçek durum: Müminler, katı ve zorlaştırıcı oldular.

Hadis: ‘Müslüman, Müslüman’ın kardeşidir, ona zulmetmez’[37] Gerçek durum: Müslüman, Müslüman’ın düşmanı haline gelmiştir. Ona zulmeder ve onu düşmanın eline verir.

Hadis: ‘Onu düşmana teslim etmez ve küçümsemez.’ Geçek durum: Onu küçümser, itham eder, hor görür ve değerden düşürür hale gelmiştir.

Hadis. ‘Birbirinize haset etmeyin, birbirinize karşı kin beslemeyin ve birbirinize arka çevirmeyin.’ Gerçek durum: Müslümanlar birbirine haset eder, birbirine karşı kin besler ve ilişkileri koparır hale gelmişlerdir.

Hadis: ‘İnsanların gizli hallerini  araştırmayınız ve ey Allah’ın kulları kardeş olunuz.’ (Hadislerin kaynaklarına eserin aslında yer verilmemiş) Gerçek durum: Birbiriniz hakkında tecessüs edin, birbirinize karşı güçlüden yardım isteyin, kardeşlere düşman, hizipçiliklere ise kul olunuz.

İşte Müslümanların gerçek durumu bu değil midir? Bu değil mi onların acı gerçeği?!

Büyük bölümümüzün ahlâkı, katılık, kabalık ve kibirden ibaret olan cehennemliklerin ahlâkı değil midir?

Doğudan ve batıdan, yeryüzünün dört bir yanından kuşbakışı baktığımda, Allah’ın bu belalardan koruduğu kimseler hariç, Müslümanlardan daha talihsiz durumda olan, onlardan daha fazla birbirlerine söz ve eylemle kötülük yapan kimse görememekteyim.

Bütün bunlarla birlikte kardeşlerimiz, bu gerçekleri ısrarla gizlemeye, gerçek durumu örtbas etmeye, hastalıklarımızı dile getirip tedavi etmemeye ve onlarla ilgili olarak susmaya çalışmaktadırlar. Çünkü onlar, yeterli çözümün bu olduğunu sanmaktadırlar.

Onların durumu, oğlu ölümcül hastalığa yakalanan, ancak insanların dedikodusundan korkarak suskun kalan ve çocuğu ölünceye dek bunu gizleyen kimsenin durumuna benzemektedir.

Hastalıklarımızı gizli tutmak, eğitim faaliyetinde bu hatalıkları göz önünde bulundurmamak ve değişim hareketinde onları önemsememek, hastayı iyileştirmek şöyle dursun, onu daha da takatten düşürür.

Olsa olsa bu, hastalığı yayılmaya terk ederek, asla yok olmayacak olan bu ümmetin zayıflamasına yol açmak demektir.

Sonra Müslümanlar, problemleriyle baş başa bırakıldıklarında Allah onlara nasıl yardım eder? ve kendilerine böyle bir imkan nasıl verilir? Oysa onlar, birbirlerine tuzaklar kurmakta, Rasûllerinin ahlâkından yüz çevirmekte ve yoldan sapmış bulunmaktadırlar. Allah’a sığınmaktan başka çaresi olmayan bir musibet bu!

 

Çözümü

Kuşkusuz, anlattıkların gerçeğin ta kendisidir ve hiçbir akıl sahibinin tereddüt etmeyeceği, hiçbir dürüst insanın tartışma konusu yapmayacağı kadar doğruluğu kabul edilen bir durumdur. Ancak senin anlattığın şey hastalıktır. İlaç ne?

Şurası bir gerçektir ki, ilaçların pek çoğu hastalıkların bilinmesiyle bilinir. Bu da öyle bir hastalıktır. Zira bir kimse, hastalığının hangi yiyecek veya içecekten olduğunu bildiği zaman, iyileşmesi için ondan sakınması yetmektedir. Aynı şekilde ahlâk erozyonu hastalığından kurtulmak için ahlâkî kötülüklerden sakınmak, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashâbının ümmete verdikleri öğütlere sarılmak yeter.

Lakin nasıl?

Herkes bilmelidir ki İslâm, ne sadece mücerret bir ilim ne etkin bir vaaz ne yapılacak bir konuşma ne tahkik edilecek bir el yazması veya tahrîc edilecek bir hadis ne kayda geçirilecek bir siyasî duruş ne de ilan edilecek bir cihattır.

İslâm, sadece bu değildir. Fakat o -şu veya bununla birlikte- gerçekçi ve kesintisiz bir girişim ve hakiki bir pratik eğitimdir.

Karşılaştığımız en kritik durum, davetçilerin, toplumlarından, ilim adamlarının da öğrencilerinden kopmuş olmalarıdır. Biz isteriz ki, hatip minberden ayrılırken evinin, öğretmen kürsüsünü terk ederken bürosunun, vaiz mikrofonun başından çekilirken işinin yolunu tutmak suretiyle, pratik bir yönlendirme ve uygulamalı bir eğitim yapmadan önce insanları terk etmesinler.

 

Neyimiz yok

Açıkçası biz, bilinçli, deneyimli ve halkla iç içe olan eğitimciye sahip değiliz. Bu nedenle Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in en büyük vasıflarından biri de, mücerret bilgi, vaaz ve ferdî ibadetten daha kapsamlı olan pratik, gerçekçi uygulamalı eğitimi idi.

Yanı sıra o, doğruluk, samimiyet, sabır ve güzel ahlâk ile bezenmiş bir eğitici idi. Kendisine ahlâkı sorulduğunda ‘Â’işe (radıyallahu anha)’nın, onu anlatırken söylediği şu sözden daha güzeli bulunmamaktadır:

‘Onun ahlâkı Kur’ân idi.’[38]

Bu sayede Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem), insanlık tarihinde benzeri olmayan öğrenciler mezun etmiştir. O kadar ki, onlar adeta yeryüzünde yürüyen Mushaflar gibiydiler. O halde nerede eğitici?

Yönlendirme ve izlemeyi ihmal ederek soyut ilmî dersler vermek, ne herhangi bir nesli eğitir ne de toplumu yetiştirir.

Bir de kitaplar yazarak onları uyanış döneminin çocukları arasında yaymak ve ses getiren konuşmalar ve etkili vaazlar yapmak, ne bir ulus inşa eder ne de bir devleti ayakta tutar.

Artık şimdi ilim adamları, hatipler, öğretmenler ve davetçilerin, doğruluk, sabır ve güzel ahlâk nitelikleriyle bezenmiş olarak fil dişi kulelerinden inmeleri ve pratik eğitimi uygulamak üzere güçlü kollarını sıvamalarının zamanı gelmiştir. İşte o zaman biz, yeryüzünde söz sahibi olabilmenin büyük bir vasıtasını gerçekleştirmiş oluruz.

Söz sahibi olma çabasında samimi olan bir Müslüman, Allah’ın bağışlayıcılık ile ilgili ayetlerini ancak içine sindirip davranışlarıyla uygulamaya çalıştıktan sonra, elinden bırakabilir.

İhlâslı bir mümin de, okuduğu güzel ahlâk ile ilgili hadisleri, kalbine yerleştirip organlarına hakim kılmadan geçemez.

 

Bu hastalıktan bir tablo

Biz, bazı Müslümanların, yitirdikleri ahlâklarından birine ve tedavisine örnek olarak yer verebiliriz. Bu, yitirilen nezaket ve güzel sözdür.

Bu yüzden o tür Müslümanları katı, kaba ve hırçın bulursun. Birbirlerine acımasız sözler söylemekte ve karşılıklı olarak ağır üslûplar kullanmaktadırlar. Şeytan kafalarını karıştırmıştır. Bunları, birinin hatasını ortaya koymak, sapıklığını iddia etmek ve bid’atçılıkla suçlamak için yapmaktadırlar. Sanki şu ayeti duymamışlardır: ‘Firavun’a yumuşak söz söyleyin, belki kendine gelip düşünür veya korkar.’ (Tâhâ, 20/44)

Ve sanki Yahudî adama: ‘Aksine azap ve lanet sizin üzerinize olsun’ diyen ‘Â’işe (radıyallahu anha)’ya Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem): ‘Allah, her işte nezaketi sever’ dememiştir. Diğer bir rivayet şöyle: ‘Ey ‘Â’işe, kötü sözlü olma!’ Üçüncü bir rivayette ise şöyle buyrulmuştur: ‘Ey ‘Â’işe sus! çünkü Allah, kötü sözü ve kötü söz söylemeyi sevmez.’[39]

Ayet, yaratıkların en kâfiri olan Firavun hakkında inip o, bu ayetle yumuşak söze muhatap olmayı hak ettiğine göre ve hadis, yaratıkların en kötüsü olan Yahudîlerle ilgili olup onlar, bu hadisle nezaketi hak ettiklerine göre, artık bid’at ve saplantısı olan Müslümanlar -bizimle aynı yolu izleyenler bir yana- hata da yapsalar, şaşırsalar da, bid’at ve saplantıları da olsa, bu yumuşak üslûbu hak etmezler mi?!

Şunu da bilmeliyiz ki, güzel ahlâk, yumuşak sözlülük ve davette nezaket, bid’ata karşı susmayı, günah işlenirken yağcılık yapmayı ve yöntemsel saplantıya paralel yürümeyi gerektirmemektedir.

Aynı şekilde münkere karşı çıkmak ve bid’atla mücadele etmek, seslerin yükselmesini, ahlâkın bozulmasını, yüzlerin asılmasını ve Allah’a davetin hikmetsiz ve güzel öğütsüz yapılmasını gerektirmez.

Sorun, bu es-Sebîl adlı çalışmanın gelecek bölümlerinde hakkında konuşacağımız, sapla samanın birbirine karışması sorunudur.

 

Terk edilmiş güzel kokulu bir buket

Son olarak sana, meçhul olmayan, ancak pek çok insan tarafından terk edilmiş olan, ahlâkı güzelleştirmede faydalı olan, bildiğimiz, lakin uymadığımız ve pratik gerçek durum alanında içeriğini uygulamadığımız bazı ayet ve hadislerden güzel kokulu bir buket sunuyorum:

Allah Azze ve Celle şöyle buyurur:

‘Her kim bağışlar ve düzeltici olursa, onun mükafatı Allah’a aittir.’ (Şûrâ, 42/40)

‘...Öfkeyi yenen ve insanları bağışlayanlar. Allah iyilik yapanları sever.’ (Âl-i ‘İmrân, 3/134)

‘Bağışlamayı ilke edin, iyiyi emret ve cahillerden yüz çevir.’ (‘Arâf, 7/199)

‘Müminler ancak kardeştirler.’ (Hucurât, 49/10)

Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) de şöyle buyurur:

‘Kardeşinden bulduğun güler yüz dahil, hiçbir iyiliği küçümseme.’[40]

‘Hiçbir sadaka malı eksiltmemiş, Allah af ile bir kulu ancak daha da aziz kılmış ve onun için tevazu gösteren kimseyi muhakkak yükseltmiştir.’[41]

‘Size cehennemlikleri haber vereyim mi? Katı, kendini beğenmiş ve kibir taslayan herkes.’[42]

‘Kuşkusuz mümin, güzel ahlâkıyla gündüz oruç tutup geceyi ibadetle geçiren kimsenin derecesini yakalar.’[43]

Ve nihayet Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’e insanların cennete girmelerine en fazla vesile olan şey sorulmuş, o da: ‘Allah’a karşı takva ve ahlâk güzelliği’[44] şeklinde cevap vermiştir.

İnsanların cehenneme girmelerine en fazla sebep olan husus sorulunca da şöyle buyurmuştur: ‘Ağız ve cinsel organ...’[45]

Ahlâk güzelliği, öyle bir dereceye ulaşmıştır ki, sahibini Allah katında müminlerin en faziletlilerinden kılmıştır.

Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

‘Müminlerin en faziletlisi, onların en güzel ahlâklı olanıdır.’[46]

Allah’tan bizi, Kitâbı ve Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in sünnetiyle amel etmeye muvaffak kılmasını ve bize nezaket ve ahlâk güzelliği ilham etmesini dilerim. O, buna ehil ve kadirdir.

 

4- Uygulamasız Laf ve Bilgisiz Uygulama

 

Bu iki hastalık, paralel iki hastalık olup talihsiz ümmetimizin yakalandığı hastalıklardandır.

Bu iki hastalığın tehlikeli zararı, ümmetin vücuduna yapışıp onu güçsüz kılan yok edici diğer hastalıkların zararından az değildir.

 

Birinci hastalık: Uygulamasız Laf

Bu hastalık, Allah’ın gazabına yol açmakta, sahibini münafıklıkla damgalamakta, vakit kaybettirmekte, enerjileri tüketmektedir. Bu nedenle sahipleri, Allah’ın nefret ve gazabını hak etmektedirler:

‘Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz. yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında büyük gazap sebebidir.’ (Saf, 61/2-3)

Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur:

‘Kıyamet günü bir kul, bilgisini nasıl uyguladığından sorulmadıkça, yerinden ayrılamaz.’[47]

Diğer bir hadis şöyledir:

‘İnsanlara iyiliği öğretirken kendini unutan âlimin durumu, kendini yakarken insanlara aydınlık sağlayan çıranın durumu gibidir.’[48]

Bu nedenle, yapmadığını söylemek, münafıkların en temel vasfı haline gelmiş idi. Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

‘Münafık’ın alameti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiği zaman sözünde durmaz ve güvenildiği zaman hainlik eder.’[49]

Bir hadis de şöyledir:

‘Ümmetim için en fazla korktuğum, dilde usta her münafık kişidir.’[50]

Bu hastalığın tehlikesi, sahibinin suçsuz olduğunu ve görevini en iyi şekilde yaptığını düşünmesinde saklıdır. O, bunu, uygulamada bulunmaksızın, konuyla ilgili olarak sadece konuşmak suretiyle yapmaktadır. Bu ise, gizli bir psikolojik sezgi olup bu hastalığı taşıyanların iç dünyalarına, tembellikle birlikte atılır.

 

Bu hastalığın bazı belirtileri:

 

a) Başkalarına sitemde bulunmak

Müslümanlar, başkalarına çokça sitemde bulunmayı, yetersizlik ve perişanlıklarının arkasında da o kimselerin bulunduğunu, kendilerinde ise sitem edilecek bir durumun bulunmadığını düşünmeyi alışkanlık haline getirmişlerdir. Onlar: ‘Biz  fazlasıyla konuştuk ve konuşmak bizim için yeterlidir’ düşüncesindedirler. Bu ise, söz konusu hastalığın en çirkin belirtilerinden biridir.

 

b) Kişilik ikilemi

Minberde bir hatip dinlediğin zaman, Ebû Bekir (radıyallahu anhu) veya Ömer (radıyallahu anhu)’dan birinin dünyaya geri döndüğünü ve o anda hutbeyi kendisinin okuduğunu sanırsın. Ancak minberden inince hidayete çağrılmaya ihtiyacı olan bir kişi olduğunu görürsün. Psikologlar, bu ümmette çokça bulunan ve Allah’ın, rahmetiyle esirgediği az sayıda insanın kurtulmayı başardığı bu durumu, kişilik ikilemi diye adlandırırlar.

O kadar ki minberlerimiz, üzerlerinde gıybet ve koğuculukla ilgili yapılan sayısız konuşmalarla inlemekle birlikte, bu iki ahlâkî zaaf toplumlarımızı hastalıklı hale getirmiş ve Müslümanların hem yaşantısını hem de konuşma tarzını bozmuştur.

Bir yandan çağrıcılarımızın, kardeşliği ihya etmeye yönelik çağrıdan seslerinin kısıldığını, diğer yandan da kendilerinin, kardeşlikten en fazla uzak kalanlardan olduklarını görmekteyiz. Allah’ın rahmetiyle esirgedikleri hariç.

Bizler, bir yandan yardımlaşmadan söz ederek bu yolla safları birleştirmeye çağırırken aynı zamanda kahrolası hizipçiliğin, kürsülerimizi ve dergilerimizi ele geçirdiğini, camilerimizin, hatta evlerimizin derinliklerine nüfuz ettiğini, kitaplarımız ve sohbetlerimizde yaygın hale geldiğini ve gerçeğimize hakim olduğunu görmekteyiz.

Oysa ateş ile su ve gök ile yer bir araya gelmedikçe kardeşlik ile hizipçilik bir araya gelemez. Müslümanlar çok fazla konuşmakta, ancak çok az şey yapmaktadırlar.

Müslümanlar, teorik planda çok hızlı, pratik eylemden ise çok uzaklardadırlar.

Hutbede sesleri ne de yüksek çıkmakta! Nasihati duymaktan ise kulakları ne kadar da sağırdır!

Toplantı ve sohbet meclisleri ne çok! Karşılıklı konuşmaları ve tartışmaları ne kadar da çirkin!

Müslümanların, bir buluşmadan ihtilafları artmamış olarak çıkmaları çok nadirdir. Bu nedenle toplanmamaları kendileri için daha hayırlı gibi gözükmektedir.

Karara bağladıkları bir iş ise, onları hiç ilgilendirmemektedir. Onları ilgilendiren, sadece kâfirlerden söz etmektir. Onlara göre, aramızdaki kardeşliği ihya etmekten, aramızı düzeltmekten ve kusur ve afetlerimizden de kafirler sorumludurlar.

Emin olmak istersen, bir hatipten herhangi bir konuda bir konuşma talep et ve özellikle konusu yardımlaşma ve kardeşlik ise, gel gör de neler olur neler! Sonra aynı kişiden konuşmanın gereği olan bir uygulama talebinde bulun da o zaman ne olduğunu gör!

Bunun cevabını akıl sahipleri bilir.

İkinci hastalık: Bilgisiz uygulama

Bildiğini uygulamayan kimse, ağır sitem ve büyük gazabı hak ettiği gibi, bilgisiz uygulamada bulunan kimse de, sorumluluktan kurtulamaz. Aksine bu da, bir önceki hastalıktan daha az kötü, daha az bozgunculuk ve sonu daha az vahim bir durum değildir.

Doğrusu iman ve tevhit, ancak bilgiden sonra vücut bulurlar.

Dalalete düşenler ve sapıtanların bu durumlarının yegâne sebebi, ilimsiz ve Allah’tan gelen bir delil olmaksızın yeltendikleri uygulamadır.

Bundan dolayı İmam Buhârî, Sahîh’i (1/159)’da ‘Bilgi Söz ve Uygulamadan Önce Gelir’ başlıklı bir bölüme yer vermiştir.

Nitekim Allah, bilgisiz söz ve uygulamalarından dolayı, müşrikleri ve kitap ehlini azarlamıştır. Allah şöyle buyurur: ‘Onlar, Allah’ı bırakıp, Allah’ın kendisine hiçbir delil indirmediği ve hakkında bilgi sahibi olmadıkları şeylere ibadet ederler.’ (Hac, 22/71)

‘Hakkında bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme!’ (İsrâ, 17/36)

‘İnsanlardan kimisi, bilgisiz, rehbersiz ve aydınlatıcı bir kitap olmaksızın Allah hakkında tartışmaya kalkışmaktadır.’ (Hac, 22/8)

Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) de, ilimsiz fetva verene beddua ederek şöyle buyurmuştur: ‘Onu öldürdüler, Allah da onları öldürsün!’[51]

Bilgisiz uygulama yapan kimse, gece odun toplayan kimseye benzemektedir. Bu kişi, içinde kendisini ısıracak bir yılan bulunan bir odun kaldırabilir!

Büyüklerimiz de şöyle demişlerdir:

‘Bilgisiz uygulamada bulunan kimse Hıristiyanlar gibi, bildiklerinin gereğini yapmayanlar ise, Yahudîler gibidirler.’

Dediklerinden biri de şudur:

‘Sakınacağın şeyin ne olduğunu bilmeden nasıl sakınırsın?’

Allah’ın esirgedikleri hariç, bu ümmetin afeti şudur:

Ya amelsiz ilim veya ilimsiz amel.

Boşa zaman kaybettiren sohbet toplantılarına yazık!

Eğer Müslümanlar, ashâbın yaptığı gibi, sohbet ve tartışma zamanlarını uygulama ve davete ayırsalardı yeryüzü değişirdi.

Hiçbir dayanağı olmadığı halde, pek çok Müslüman’ın yaptığı uğursuz nice ibadet vardır!

Müslümanların doğru olduğunu zannederek izledikleri nice zararlı yollar vardır!

Dedikoduda tüketilen nice zamanlar vardır!

Boşa giden bunca karar ve öneriye yazık!

Âlimsiz ve ilimsiz yazılan kitaplar ne büyük musibet!

Eğer bu söylediklerimizde kuşkun varsa, durumlarımıza bir göz gezdir, sonra tekrar tekrar göz döndür, ihlâs sahibi kimsenin gözü kendisine üzgün halde döner:

Minarelerimizin uzunluğu yanında becerimizin kısalığına üzgün...

Dillerimizin uzunluğu yanında uygulamalarımızın azlığından dehşet içerisinde...

Sitemlerimizin çokluğu yanında ilim adamlarımızın azlığından dolayı karamsar...

Minberlerimizin güzelliğine karşılık ahlâkımızın çirkinliğine şaşkın...

Camilerimizin büyüklüğüne karşılık yardımlaşmamızın zaafına üzgün...

Konuşmacılarımızın çokluğuna karşılık fakih ve eğitimcilerimizin azlığına esef duymakta...

Ne de çok severiz konuşmayı! Ve ne de çok nefret ederiz çalışmaktan!

Ne de çok birbirimize sitemde bulunuruz! ve ne kadar da çirkin buluruz hatayı itiraf etmeyi!

Sanki Müslümanlar, tartışmalarının temellerinin şunlar olması konusunda görüş birliğine varmışlardır:

-          Kötü ahlâk, sesleri yükseltmek ve muhatabının sözünü kesmek!

-          Her şeyde görüş ayrılığına düşmek.

-          Herkesin kendi görüşünü beğenmesi ve başkalarının görüşlerini hafife alıp mantıksızlıkla itham etmesi!

 

Paylaştıkları Temeller

-          İthamlar ve karşılıklı kötü zan!

-          Çok söz ve kararlar ve az iş!

-          Dedikodu ve zamanı boşa harcamak!

 

Anlaşabildikleri hususlar

-          İnsafsızlık ve tek taraflı dinlemek!

-          Her türlü başarısızlık ve kusurun sorumluluğundan kaçmak ve bunu din düşmanlarının üstüne yıkmak!

Aslında biz samimiyetle dinimize ve Seleflerimizin hayat tarzına dürüstçe dönüş yaparak, tıpkı onlar gibi Allah’tan korkuncaya kadar ve yaptıklarını yapıncaya kadar, bu durumumuz, takva sahibini ağlatmaya, dürüst olanı üzmeye ve ihlâs sahibinin ciğerini yakmaya devam edecektir. Şayet onlar gibi yaparsak, o zaman tıpkı onlar gibi başımızı dik tutar, dünyada şerefli yaşar ve cennetleri kazanırız.

‘Şüphesiz takva sahipleri, cennetlerde ve nehirdedirler. Sonsuz mülk ve kudret sahibinin yanında doğruluk makamındadırlar.’ (Kamer, 54/54-55)

 

5- Olmayan veya Yetersiz Samimiyet

 

Samimiyet, ister dünya ister ahiretle ilgili olsun, her işin sağlam temellerindendir.

‘Oysa onlar, dini Allah’a özgü kılan hanifler olarak, sadece O’na kulluk etmekle emrolundular.’ (Beyyine, 93/5)

Samimiyetle ilgili olarak Sünnet’te yer alan hadisler ise pek çok olup bunların tamamını şu hadis özetlemektedir:

‘Ameller ancak niyetlerledir...’[52]

Yani Allah, niyetin O’na özgü kılınmadığı ve kulun sırf O’nun rızası için yapmadığı bir ameli asla kabul etmez.

Seleften kimisi de şöyle demiştir:

‘Ey nefis, ne kadar da çok ağlarsın... Samimi ol kurtulursun.’

Şunu da bilmek gerekir ki, gayrimüslimler dünyalık işlerinde bu konudaki samimiyet ve dürüstlüklerinden dolayı başarılı oldular.

Müslümanlar da, O’nsuz hiçbir iş tamamlanmayan ve O’nsuz hiç kimsenin kurtuluşa eremediği Allah’a karşı olan samimiyetsizlikleri sebebiyle başarısız oldular. Her şey Rabbinin izniyle gerçekleşir.

Büyük veya küçük, bireysel veya toplumsal olsun, samimiyet ve uyum kadar her işte şart koşulması gereken bir husus bilmem.

Her işte samimiyet, tıpkı bedendeki kan gibidir. Girmediği hiçbir eklem ve damar bulunmamaktadır. Kansız bırakılan mafsal veya damar ise, ölür ve kesilir.

İşlerimizi, sadakalarımızı, cihadımızı ve çağrımızı bozguna uğratan yegâne husus samimiyetsizliktir. Bunları düzeltecek olan da yine samimiyet ve uyumdur.

Eğer biz, Allah’a karşı gerçekten samimi olsaydık, Müslümanların durumu, bu şekilde perişanlık, değersizlik ve başarısızlıktan ibaret olmazdı.

Eğer biz, Allah’a karşı gerçekten samimi olsaydık, birbirimizin kanını dökmezdik, cihadımız başarısız olmaz ve düşmanlarımız bize üstün gelmezlerdi.

Eğer biz, Allah’a karşı gerçekten samimi olsaydık, bu bölünme ortaya çıkmaz ve girmediği hiçbir eklem ve damar bırakmayan kuduz mikrobu gibi, bu ümmetin bedenini sarmış olan şu ayrılık derinleşmezdi.

 

Samimiyetsizliğin arka planı

Dünyalık müesseselerde, özellikle de gayrimüslimlerin elinde bulunanlarda, projeler inşa edilmekte, kuleler dikilmekte, müdürler görevden alınmakta, görevler değiştirilmekte, insanlar işten atılmakta, fakat neredeyse çalışanlardan ne bir ses ve seda ne de bir dedikodu duyarsın.

İslâmî kurumlara gelince, bir müdürü görevden alırsan veya bir katibi değiştirirsen, ortalık velveleye verilir ve adeta kıyamet koparılır.

Şayet bir hata işler veya sitemde bulunursan, Allah muhafaza etsin, başına gelmedik rezalet ve kepazelik kalmaz.

Nitekim İslâmî bir okulun müdürü görevden alındı, dünya ayağa kalktı, memleket sarsıldı, caddelerde tezahüratlar meydana geldi ve şöyle denildi: Müdür, falanca hükümetin emriyle ve sadece filanca despotu kötülediği için görevden alındı. vs. vs.

Müslümanlar, İslâm’da sebepsiz görevden almanın caiz olduğunu da unutmuşlardır.

Bununla birlikte görevden alınan müdürün okulunun yatak deposunda yapılan teftişte, öğrenciler üşüme ve çaresizlikten yakınırken, yataklara fare dolduğu, fare girmeyenlerin de, nem ve sudan küflendiği görülmüştür.

Diğer depolara gelince; onlar için de çekinmeden benzer şeyler söylenebilir. Örneğin; unu yağın üstüne, yağı da elektrik lambalarının üzerine istiflemek vs. gibi.

Okuldaki düzene gelince; bu pratikte değil, sadece müdürün kafasında mevcuttur. Bu düşünceye göre, müdürün alınmasıyla düzen de bozulmuş olmaktadır. Böylece bu müdürün görevden alınması halinde atanacak olan diğer birinin başarısız gösterilmesine zemin hazırlanmış olur.

İşte mücahitlik ve despotlara karşı savaş iddiasında bulunan Müslümanların samimiyeti bu kadardır. Ancak Allah’a yemin ederim ki, eğer biz nefislerimizin despotlarına karşı savaşmazsak, Allah yeryüzü despotlarına karşı bize zafer vermeyecektir.

‘Hüküm Allah’a mahsustur’ ilkesi, yeryüzü kadar başkasından önce senin nefsin için de geçerlidir. Yoksa bu ilkeyi kendi toprağında ve kendi nefsine yönelik değil de başkasına yönelik olarak ileri süremezsin. Bu noktaya dikkat etmek gerekir.

Aynı zamanda bu, ferdi bir olay değil, aksine İslâmî kurumlarda meydana gelen olayların genel bir görüntüsüdür.

Eğer samimiyetsizliğin gerisinde İslâm ülkelerinin başına gelen felaketlerden başka bir şey bulunmasaydı, bu takdirde dünyanın musibetleri hafiflemiş ve tehlikesi azalmış olurdu. Ancak Allah’ın huzurunda görülecek ince hesap ve karşılaşılacak korkutucu durum, samimiyetle yapılmayan her işi geçersiz kılmaktadır:

‘Onların yaptıkları işlerin önüne geçtik, böylece onu savrulmuş toz zerreleri kılıverdik.’ (Furkân, 25/23)

 Şimdi bu hayatın ötesinde bir hayat ve bu perişanlığın ötesinde bir perişanlık var mıdır?

 

Samimiyetin meyveleri

Samimiyetin bireysel ve toplumsal birtakım meyveleri olduğunu bilmek gerekir. Örnek olarak; samimiyetin bireysel meyvelerinden biri, Allah’ın kalbi ihya etmesidir. Böylece bu kimse, kardeşlerine karşı alçak gönüllü, arkadaşlarına karşı mülayim ve nazik, nefsin arzularından uzak, dünyanın küçük düşürücü çekiciliğine karşı onurlu ve kendine hakim olabilmektedir.

O zaman Müslümanlar arasında samimiyetin toplumsal meyveleri de ortaya çıkar. Örneğin; karşılıklı şefkat, merhamet, yardımlaşma ve fedakarlık gibi. Bunlar, aynı zamanda toplumların, üzerine bina edildiği ve konuşma ve silahlardan daha fazla düşmanları öfkelendiren hususlardır.

Aynı zamanda toplumların, dünyalık çıkarlar üzerine değil, bu sağlam temeller üzerine inşa edilmesi halinde samimiyetin meyvelerinden biri olan zafer ve yeryüzünde söz sahibi olmayı elde etmiş oluruz.

 

Samimiyet ve yeryüzünde söz sahibi olmak

Burada amacımız, samimiyet konusunu; tanımı, delilleri, hükümleri ve alametleriyle incelemek değildir. Lakin amacımız, İslâmî toplumun ancak Allah’a karşı samimiyet üzerine inşa edilebileceğine ve başlarına ne denli musibetler gelirse gelsin, Müslümanların, Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla yeryüzünde söz sahibi olmaya çaba göstermeleri gerektiğine dikkat çekmektir. Bunu tamamen tıpkı ilk dönemde dünyaya karşı zühd üzere eğitilen ve Ebu Talib’in mahallesinde kuşatma altında tutulmak, yoksulluk çekmek ve aç kalmak gibi sıkıntılarla karşılaşınca iman ve teslimiyetleri daha da artan Müslümanların yaptıkları gibi yapmalıdırlar. Nitekim düşman, o Müslümanların en sıkıntılı bir halde olan bazısını satın almak istemiş, ancak onlar, samimiyet ve dürüstlükleri sayesinde bütün bunları reddetmiş ve dinlerine olan bağlılıkları ile Rasûllerine olan bağlılıkları daha da artmıştır.

Buradan hareketle, kalbe hakimiyetten önce yeryüzüne hakim olmaya çabalayan davetçilerin pek çoğunun hatasını anlamak mümkündür. Onlar insanları; yöneticinin fiyatları yükselttiği, malları yağmaladığı ve ekonomiyi tahrip ettiği, kendilerinin ise, fiyatları ucuzlatacakları ve ekonomiyi düzeltecekleri şeklindeki iddialarla yetiştirmeye çalışmaktadırlar. Bu nedenle, yaptıklarının kötülükleriyle karşılaştılar ve Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in eğitimle ilgili yönteminden ve yeryüzünde söz sahibi olmaya götüren yolundan yüz çevirdikleri için hayal kırıklığına uğramış oldular.

 

Samimiyetin tanımı

Pek çok Müslüman’ın yitirdiği ve pek çok çağırıcının çağrıda bulunmaktan vazgeçtiği samimiyet, bir iki sayfada anlatılamayacak kadar ince ve yazılamayacak kadar yüce bir kavramdır.

Bu, kalbin Allah ile beraber, Allah için, Allah yolunda, Allah’a dayanarak, Allah’a yönelerek ve Allah’tan yardım dileyerek yaşamasıdır.

O halde samimi kişi, ibadetinde geçici bir şey talip olmayan ve ahiret maslahatı dışında, hiçbir dünyalık maslahata iltifat etmeyen kimsedir.

Âlimlerin söylediği gibi, samimiyet nefsin zevklerini kırmak, dünyaya yönelik arzuyu kesmek ve bu durum kalbe hakim oluncaya dek kendini ahirete adamaktır.

 

Samimiyetin bazı alametleri

-          Dünyaya ilgisizlik. Her kim dünya işlerinde boğulmuşsa nefsini gözden geçirsin.

-          Tevazu ve yumuşak huyluluk. Her kim katı olur, kardeşlerine tepeden bakar, hatada ısrar eder ve hatadan dönmeyi utanç verici bulursa, bir de bu kimse ilim öğrencilerinden ise, dinini gözden geçirmelidir.

-          Allah’ın rızasından başka hiçbir şey için terk edilmeyen nefsin arzusunu terk etmek.

-          Nefsi, yaptığı iyiliğe karşılık mükafat peşine düşmekten alıkoymak. Bunun zıddı ise, yolunda incitildiği ve karşılığında mükafatlandırılmadığı iyiliğe yanaşmamaktır. Yani, her kim iyilik yapar da karşılığında mükafatlandırılmadığında, bu o iyiliği bırakmasına yol açarsa, o takdirde samimiyetini gözden geçirsin.

-          Muhalif ve hasmı sükunetle dinlemek, amacını ve sözünü anlamak. Bunun zıddı ise, muhalifin sözüne kulak tıkamak ve duymadan cevap yetiştirmektir.

 

Samimiyete yardımcı olan hasletler

-          Allah’ın yüceliğini hissetmek, O’nun kemal sıfatlarını kalbinde duymak, O’nun tedbirini ve her şeyi kuşatıp denetim altında bulundurduğunu düşünmek. ‘Allah her şeyi gözetendir.’ Allah, duyma, görme ve kendisiyle bütün eşyayı, içi ve dışı itibariyle bildiği ilim sıfatıyla gözetir. ‘O, ilktir, sondur, zahirdir ve batındır ve O, her şeyi bilendir.’ (Hadîd, 57/3)

-          Samimiyeti gerçekleştirmekle büyük ecir kazanılması, yokluğuyla da mükafatın kaybedilmesi. Bunu sözü edilen bir çıkar veya bilinen bir avantaj olmaksızın yapmak. Bu nedenle riyakarlık yapıcı değil, bozucu, faydalı değil, zararlıdır.

-          Allah’tan başkasını göz önünde bulundurmamak ve kalbin, O’ndan başkasına takılmasının önüne geçmek. Bu da, insanların yaratılmış olmaları nedeniyle, aciz ve ne fayda ne de zarar veren ölüler mesabesinde olduklarını düşünmekle gerçekleşir.

‘Bilmen gerekir ki, eğer ümmet sana fayda vermek üzere bir araya gelse, Allah’ın senin hakkında takdir ettiğinden başka hiç bir fayda veremeyecektir. Ve eğer onlar, sana bir zarar vermek üzere toplansalar, Allah’ın senin hakkında takdir ettiği bir zarar hariç, kalemler kaldırılır ve sayfalar kurur.’[53]

 

6- Batıl İnançlara Karşı Bağışıklık Sisteminin İflası

 

Akıl sahibini, durup düşünmeye sevk eden hususlardan biri de, sahabenin batıl inanç ehlinden veya onlarla beraber olmamalarıdır. Zira onlardan hiç biri, Hâricî, Şiî veya Kaderî değildi.

Onların bazı hata ve günahlarına rağmen, batıl inanç, bid’atçılık ve sapkınlıktan gökle yer arası kadar uzak idiler. Onlardan biri, bir memlekete yerleştiği zaman gece karanlığındaki lamba gibi olurdu. Hatta onlardan bir tek kişi, diğer insanlardan bağımsız ve tek başına, Allah’ın kendisiyle hak ve Sünneti ihya ettiği, batıl inanç ve bid’atı da yok ettiği bir ümmet mesabesinde idi. Nitekim onlar, batıl inanç sahiplerine karşı, kendinden emin ve muhalifinin şaşırmışlığının üstesinden gelerek durdular.

İstersen Kaderîliğin bid’at oluşu kendisine anlatıldığında İbn Ömer’in söylediği şu söze kulak ver: ‘Onlara, benim kendileriyle bir ilişkimin bulunmadığını, kendilerinin de benimle bir ilişkilerinin bulunmadığını bildir.’[54]

Eğer İbn Ömer aramızda olsa ve bunu söyleseydi, ona: ‘Sen de kim oluyorsun?... Bizim seninle bir ilgimiz yoktur...!’ denicekti.

Sahâbenin bu konuda söyledikleri pek çok sözleri ve takındıkları tutumları vardır. Onlar, kendilerine bid’at ve batıl inanç sahipleri geldiklerinde o fitne ehlinin sözlerini ve batıl inanç sahiplerinin kuşkularını duyarız, kaygısıyla kulaklarını tıkarlardı.[55]

Onlar, hakkı bildikleri her tutumlarında böyle idiler. Hiçbir duygu onları saptırmıyor, hiçbir palavracının palavrası veya bağıranın bağırışı onları etkilemiyordu. Günümüz insanlarına gelince -insanlar ki ne insanlar- onlar, bir görüş ortaya atıldığı anda veya biri bağırıp çağırdıkça etrafında toplanır ve felsefesini yücelterek dinlerler. Aynı şekilde bir kimse saçmaladıkça veya seslendikçe, büyük bir sevinçle ona koşuşurlar ve bid’atıyla amel ederler. İşte onların hiç değer vermedikleri, bizim ise peşinde koştuğumuz duygu budur.

Medine imamı İmam Mâlik’in söylediği şu söz ne güzeldir:

‘Acaba daha mücadeleci biri bize geldikçe, biz Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Cibril’den, onun da Allah’tan getirdiklerinden vazgeçecek miyiz?!’[56]

 

Duygusalların durumu

Zamanımızın insanları, bindikleri gemi paramparça olup yüzeyde gördükleri ve kendilerini boğabilecek her şeye sarılan bir topluluğa ne kadar da çok benzemektedirler!

Bir bakarsın, ortaya ne meşrebi bilinen ne de kayda değer ilmi olan, hatta kullanılma ihtimali bulunan birinin, sırf bir yöneticiye hakaret ettiği için veya bir zalimi devirmeye yönelik çağrısından dolayı, yıldızı parlar ve duygusalların arkasından koştuğunu ve hamasetine uyduğunu görürsün.[57]

Bazen de usta bir hatibin, bu insanları bir duygu etrafında topladığını, sonra onların çokluğuna aldanarak kendilerini ayaklandırdığını, ancak bu adam hapse atılınca veya öldürülünce o kalabalığın bir tek değnekle dağıldığını görürsün.

 

Duygusallığa ve kişileri sevmeye dayalı eğitim hatalı eğitimdir

Fazilet ve ilim sahibine gelince, onlara yıllarca ilim öğretse, yardım etse ve hizmet verse, sonra ondan bir şey görseler: ‘Senden hiçbir hayır görmedik’ derler.

Bundan daha tuhafı şudur: Bu insanlar, bir davetçiye onun siyasî tutumundan veya yaptığı ateşli bir açıklamasından dolayı uyarlar. Sonra bu tutumundan dönüş yaptığı zaman, aslandan kaçarcasına ondan kaçarlar.

O zaman nerde hak? Nerede temellendirme o zaman? O kişi inancında, samimiyetinde ve ilminde aynı kişidir. Sadece bir durumun farkına varmış veya bir durumdan dönüş yapmıştır.

 

Duygusallığın bulaşıcılığı

Biz, içinden tevhit nurunun doğduğu toprakların, o heyecanlı duygulardan ve aldatıcı köpükten uzak kalması gerektiğine inanıyor ve böyle olmasını temenni ediyorduk.

Duygusallığın bulaşması, bedenî hastalıkların bulaşmasından daha şiddetli ve daha hızlıdır.

‘Köpüğe gelince, o atılır gider. İnsanlara fayda veren şey ise yeryüzünde kalır.’ (R‘ad, 13/17)

Eğer insanları duyguya dalı olarak eğitmek ve onları hamasetle tahrik etmek köpük değilse, o takdirde asla köpük diye bir şey yoktur.

Yine eğer insanları tevhit ve ahlâk üzere eğitmek, onları ilim ve samimiyetle yapılandırmak ve inançlarını doğru hale getirip ibadetlerini düzeltmeye kendilerini davet etmek, onlar için faydalı yegâne şey değilse, Allah’a yemin ederim ki, bu takdirde de insanlara faydalı hiçbir şeyin varlığından söz edilemez.

 

Başlangıç noktası

Bir milleti heyecanlı bir duygu üzerine inşa eden ve güç ve silah yoluyla Allah’ın hükmünü temeline oturtmaksızın piramidin tepesinde kurmak isteyen birtakım davetçiler, sadece kendilerini ve insanları aldatmakta ve köpük üzerine bir hayal inşa etmektedirler.

Seyyid (Kutup.Kitabın aslında böyle kullanılmıştır) şöyle der: ‘İslâmî düzen kurmayı ve İslâm hukukunu egemen kılmayı istemek, başlangıç noktası değildir. Lakin başlangıç noktası, bizzat toplumları yöneten ve yönetilenler olarak alışılmış yoldan doğru kavramlara döndürmek ve bir temel oluşturmaktır.’[58]

Bir de insanlara faydalı olanlar, onların inanç ve ibadetlerini düzeltip Allah’ın hükmünü önce kalplerde daha sonra da yeryüzünde kurmaya davet edenlerdir. Aynı zamanda onlar, ashâbını duygular ve olaylar üzerine değil, inanç, ibadet, samimiyet ve ahlâk üzere yetiştiren Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in yolunu izleyenlerdir. Bu nedenledir ki Allah, onun eliyle beşeriyetin, benzerlerini yetiştirmekten aciz kaldığı bir nesil meydana getirmiştir.

‘İslâmî faaliyetlerin temelden başlaması gerekir. Bu temel, inancı gerçek anlamda gönüllerde ve beyinlerde ihya etmek, bu daveti kabul edenleri doğru bir İslâmî terbiye ile eğitmek ve rutin siyasal olaylarla zaman yitirmemektir.’[59]

 

Sebatın sırrı ve tedirginliğin nedeni

Aklı başında her insan, bir yandan Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in ashâbının inançta, ibadette, cihatta, ahlâkta ve yöntemde gösterdikleri sebatı, diğer yandan da bir kelimeyle dalgalanan, bir diğer kelimeyle korkuya kapılan, bir olayın etkisiyle ayaklanan ve bir diğer olayla yatıştırılabilen ümmetin başına gelen bu tedirginliği sorgulamaya devam eder.

Öyle ki Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in şu sözü onu doğru anlatmaktadır:

‘Ve benim ümmetimden öyle bir takım kavimler çıkacaktır ki, o batıl inançlar içlerine, tıpkı kuduz mikrobunun, kuduzlu hastanın her damarına ve eklemine bulaşması gibi nüfuz edecektir.’[60]

Nitekim sosyalizmin borazanı çaldığında hızla ona koştular. Milliyetçilik ve kavmiyetçiliğin sesi yükselince bu kez de sevinçle ona doğru akın ettiler.

Bugün ise Müslümanların pek çoğu, laisizmin peşinde soluk soluğa koşmakta, onun ürünü olan düşüncelere takılmakta, aynı zamanda da namaz kılıp zekat vermekte ve Müslümanlık iddiasında bulunmaktadırlar.

Şimdi Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in ashâbını kasırga ve saldırılar karşısında sıra dağlar gibi ayakta tutan, bizi ise rüzgarın esintisine kapılarak sağa sola savrulan güçsüz dala dönüştüren sır nedir?

Bu sır, kalplerimizi örümcek ağından daha dayanıksız hale getirirken, yüreklerimizi havaya çevirmiştir.

Bu sırrın mahiyeti, üç hususa dayanmaktadır:

 

a) Ashâbın İslâm’ı derinlemesine anlamarı, bizim ise onu yanlış anlamamız.

Katkısız ilk İslâm ile aramıza girmiş olan uzun zaman dilimi, bu dine ve mensuplarına karşı yürütülen askerî ve fikrî kampanyalar, yanı sıra İslâm âlimleri, davetçileri ve eğitimcilerinin, davet, eğitim ve fedakarlıkta işledikleri kusurlar, Müslümanların pek çoğunu İslâm’ı eksik veya yanlış anlar hale getirmiştir.

Allah şöyle buyurur: ‘Sonra onların arkasından öyle nesiller türedi ki, namazı kaybettiler ve şehvetlerine uydular. Böylece azgınlıklarının cezasıyla karşılaşacaklardır.’(Meryem, 19/59)

Bir diğer ayette şöyle buyurmuştur: ‘İman edenlerin, Allah’ı ve Hak’tan inmiş olanı anarken kalplerinin saygı ve korku ile yumuşaması zamanı gelmedi mi? Onlar, bundan önce kendilerine kitap verilmiş, sonra üzerlerinden uzun bir süre geçmiş, böylece kalpleri de katılaşmış bulunanlar gibi olmasınlar. Onların çoğu fasık olanlardır.’ (Hadîd, 57/16)

İşte aradan uzun zaman geçmesi, ilk döneme olan uzaklık ve davetin ihmal edilmesi sebebiyle bazı Müslümanlar, İslâm’ı tıpkı Hıristiyanların, dinlerini anlamaları gibi, onu sadece ibadet ve ahlâk dini olarak anlamaya başladılar. Diğer bazıları ise, İslâm’ı ibadet ve ameller dini değil de fikirler ve konuşma dini olarak algıladılar. Bu nedenle aralarından kimi düşünürlerin güzel konuştuğunu, İslâm’ı savunmada ve hasımların şüphelerini çürütmede güçlü açıklamalar yaptığını görürsün. Uygulama ise, neredeyse temellerden yoksun gözükmektedir.

 

Tehlikeli bir gösterge

Üniversite öğrencisi şeriat fakültesinde hocasına şöyle der:

‘Hoca, ne oluyor da seni sakal tıraşlı ve uzun sarkık elbiselerle görüyorum. Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in kıyafetini çıkarıp Yahudî ve Hıristiyanların kıyafetlerini giymiş, altın yüzük takmışsın. Bir de şeriat fakültesinde hocalık yapıyorsun?’

Bunun üzerine hoca isabetle şu cevabı verir: ‘Eğer İslâm’a sadece bu kadar muhalefet ediyorsam, mesele kolaydır, ancak senin bilmediklerin daha büyüktür!!’

‘Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında büyük gazap sebebidir.’ (Saf, 61/3)

 

Hüküm kimindir?

Kimdir o İslâm’ı yanlış anlayanlar:

Onlar, niyetleri bozulan, sözleri karmakarışık hale gelen, nefsi arzularını Allah’ın Kitabı, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Sünneti ve Hulefâ’i Râşidîn ile önceki ve sonraki din âlimlerinin uygulamasının önüne geçiren ve vahyin sahipleri kendileriymiş gibi: ‘İslam ibadet dinidir, yönetim ve siyaset dini değil’ diyenlerdir.

Böylece Allah’ın kitabını tahrif edip ayetlerini geçersiz kıldılar.

‘Hüküm ancak Allah’ındır.’ (Yûsuf, 12/4)

‘Dikkat edin, yaratma ve emir O’na mahsustur.’ (‘Arâf, 7/54)

‘Onlar, cahiliye hükmünü mü arıyorlar! Kesin inanan bir topluluk için hükmü, Allah’ın hükmünden daha güzel olan kimdir!’ (Mâ’ide, 5/50)

Onlar, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Sünnetini de terk ettiler, dahası onunla alay ettiler, hatta onu reddettiler ve -maazallah- hükmün Allah’a, Rasûlüne ve ondan sonraki dürüst müminlere ait olmasını inkar ettiler.

Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

‘Yemin ederim ki sizler, İslâm zincirini halka halka kıracaksınız. Siz bir halkayı kırdıkça insanlar ondan sonraki halkaya tutunacaklardır. Bu arada kırılacak ilk halka hüküm, son halka ise namazdır.’[61]

Bu açık ve ilk Müslümanların bağlı oldukları nasslara rağmen, onların efendilerine boyun eğmiş olmak ve şehvetlerine hizmet etmek için sapıklıklarında ısrar ettiklerini görürsün. Bu kimselerin yapılandırma ve eğitime hiçbir katkıları olmamakla birlikte tehlikeli olduklarına dikkat çekmek ve kötülüklerinden sakındırmak gerekir.

 

b) Bizim kalplerimiz ve onların kalpleri.

Ashâbın sebatıyla bizim güçsüzlüğümüzün sırlarından biri de, Müslümanların genelinin kalplerindeki imanın zayıflığı, samimiyetlerinin azlığı ve hayallerinin hafifliğidir. Böylece onlar, kalplerinde Allah’ın yüceliğini hissetmemişler, yürekleriyle de sıfatlarına tam bir kesinlikle inanmamışlardır. Bunun sonucunda da soluk soluğa dünyanın üstüne kapanmışlar veya dünyayı elde etmek ya da çıkarlarının peşine takılmak için asılsız sloganların ardından koşar olmuşlardır. Bu nedenledir ki birileri, İslâmî düzenler dışındaki düzenlere çağırdıklarında bu Müslümanlar, hala İslâm’a sarıldıklarını sanarak onların arkasından koşmaktadırlar.

Bu da Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in şu sözünün tasdiki niteliğindedir.

‘... Ancak sizler o gün sel köpüğü gibisiniz.’[62]

 

c) Başta davet alanına mensup olanlar olmak üzere, pek çok Müslüman’ın kötü eğitilmiş olması.

Bu arada daha önce eğitim faaliyetlerinde işlenen bazı hatalara, özellikle de temellendirme yokluğuna işaret edilmiş idi. Bundan sonraki bölümde eğitimle ilgili diğer hatalarla birlikte bu konuda ayrıntılı açıklamalarda bulunulacaktır.

 

7- Kötü Eğitim

 

İslâmî uyanış ve geçmişteki hatalı kavramlar düzeltilmeye başlamışken bazı Müslümanlar, eğitimle ilgili yeni büyük bazı hatalara düştüler. Bu hatalar, İslâmî çalışmayı sarsmış, dolayısıyla Müslümanların birliğini zayıflatmış ve güçlerini azaltmıştır.

İşte bu hataların bazıları:

 

a) İslâm’ı bir bölümüyle sınırlamak ve Müslümanları buna göre eğitmek.

İslâm’ın sınırlandığı bu bölümün bir parçası da siyaset ve yönetimdir. Siyaset ve yönetim unsurlarına gereğinden fazla önem vermenin, bir yandan İslâm’ı anlamada, diğer yandan da olayları doğru değerlendirmede yeni yetişen nesil üzerinde tehlikeli etkisi bulunmaktadır.

Bu arada Müslümanların pek çoğu, bu hata üzerine yetişmiş oldu. O kadar ki neredeyse bazı davetçilerin siyaset, yöneticiler, güncel olaylar ve uyduruk senaryolardan başka hiçbir dert ve uğraşları bulunmadığını hissedersin. Bu durum ise, onları insanların inançlarını ve ibadetlerini düzeltmek, onları bilgilendirmek ve eğitmekten alıkoymuştur. Onlar, bundan zaman kaybı ve insanları heder etmekten başka bir sonuç alamamışlardır. Başarısız olduklarında ise gençliğin çoğunun ruh dünyasında umutsuzluk yayılmaktadır. Düşman ise, onların bu tutum ve tasarruflarıyla gücünü kat kat artırmaktadır. Acaba var mı bunu düşünen!

Seyyid (Kutup kitabın aslında yok) şöyle der:

‘Fakat benim bütün kardeşlere ve İslâmî faaliyetlere yönelik genel bir tavsiyem vardır. O da, güncel olayların içinde boğulmamaları, bu olaylara, hizipçi manevralara ve siyasete dalmamalarıdır. Çünkü onların daha geniş ve daha kapsayıcı bir faaliyet alanı bulunmaktadır. Biraz daha yavaş ve uzun erimli olan bu alan; İslâmî inanç, değerler, ahlâk ve gelenekleri toplumların öz benliğinde hayata geçirmektir. Allah, İslâmî nizamın gerçekleşmesine izin verinceye kadar bunu uzun çaba ve sabırla sürdürmek gerekir. Ben, cemaatlerden herhangi birinin, ortaya çıktığı günden itibaren siyasî olaylara aşırı daldığını ve eğitime az zaman ayırdığını görüyorum.’[63]

Eğitimdeki yanlışlıklardan biri de, gençliği görüş ayrılıkları üzerine yetiştirip eğitmektir.

Genç insanın, dini hayat alanına ayrılıklar kapısından girmesi, onun dini, muamelesi ve daveti ile ilgili hal ve hareketlerine yansıyacak olan son derece tehlikeli bir durumdur. Öyle ki bu genç, anlaşmazlık burgacında yaşadığı için, sabah akşam anlattıklarının, sohbetlerinin, konuşmasının ve dininin görüş ayrılıklarından ibaret olduğunu görürsün. O, bu ihtilaflar içerisinde sabahlar, akşamlar ve yaşar. Nihayet bunlar, yol açtıkları pek çok kötülüklere ilave olarak onu, dininden, ilminden ve davetinden alıkoyar. Özellikle de ihtilafların türlerini ayırt edemediği, her bir ihtilafın hükmünü ve ona karşı takınılacak tutumu bilmediği ve sonsuza dek sürmemesi gereken geçerli ihtilaf ile diğer ihtilaf çeşitlerini birbirinden ayıramadığı zaman durum daha da ağırlaşır. Ne var ki onların pek çoğu, kötü eğitim nedeniyle hataya düşmekte ve hikmetten gafil kalmaktadırlar.[64]

Eğitim konusundaki bir diğer yanlışlık, Müslümanların eğitimini Allah’ın zikriyle sınırlamaktır. O kadar ki mürit, zikrin dinin bütününe eşit ve kurtuluşun ta kendisi olduğunu sandığı için, inancı gözden geçirmemekte, ibadetindeki yanlışlıkları düzeltmemekte ve İslâm’ın inanç, uygulama, davet, cihat, muamele ve ahlâkın toplamından ibaret olduğunu kavrayamamaktadır.

Bu konudaki hatalardan biri de, gençlerin eğitimini cihatla sınırlamaktır. Bu yüzden cihat, gencin bütün çabası, onu sürekli izleyen gölgesi haline gelmekte, İslâm’ın cihattan ibaret olduğunu, sadece cihatla var olabileceğini, cihadın durması halinde İslâm’ın da duracağını, hükümlerinin geçersiz olacağını ve ibadetlerinin yapılmayacağını sanmaktadır. Onların pek çoğu, bu kötü eğitim nedeniyle önce usanır, sonra umutsuzluğa kapılır vs.

Eğitim konusundaki bir yanlışlık da, gençleri, sadece inançla ilgili olarak yetiştirmektir. Bu eğitim, ezberlenen metinler ve tekrarlanan şiirler gibi değerlendirilmekte ve sadece kalple inanmayı geçmemektedir. Bu inancın, Müslüman’ın pratik yaşamında hiçbir izine rastlanmamaktadır. Onlar, bununla ahlâkın önemini ihmal etmekte, güzel muamele ve hitaptan yüz çevirmekte, hikmet ve güzel öğüde arka dönmektedirler. İnançlarının güzelliğinin, ahlâklarındaki bozulmanın, vaazlarındaki kabalığın ve kötü muamelelerinin bağışlanmasını sağlayacağını sanırlar. Bunların tamamına söylenicek olan söz şudur: ‘Bu gerilemenin sırrı, İslâm’a onun kapısı olan ilim, iman, tevhit ve kapsayıcılığın kapısından girmemiş olmaktır.’

‘Ey iman edenler, topluca barışa giriniz.’ (Bakara, 2/208)

Onlara ‘imanın altmış küsur şube olduğu’[65] da hatırlatılmalıdır. Bilindiği üzere, rahatsız edici şeyleri yoldan kaldırmak da bu şubelerdendir. O halde bundan daha önemli ve öncelikli olan şubeler, nasıl olur da göz ardı edilebilir. Ayrıca bir hayvana kötü muamelede bulunmak, ‘Bir kadın hapsettiği kedi yüzünden cehenneme girmiştir’[66] hadisinde yer aldığı üzere cehenneme girmeye sebep oluyorsa, o zaman Müslüman kardeşe kötü muamelede bulunmaya, hatta ona zulmetmeye, onu itham edip ayıplamaya ne demeli! Yegâne şikayet ve dönüş mercii Allah’tır.

 

b) İkinci hata, eğitimin şahıslara bağlılık ekseninde yürütülmesidir.

Ümmet, zamanının bir bölümünü, ilkeler, kriterler, delil ve akıl yürütmeler yerine şahıslara bağlı kalarak geçirdi. Bu bağlılığın göstergelerinden bazısı ise, mezhep taassubu, mezhep öncülerini sevmek, onları diğer mezheplerin mensuplarının, hatta onlardan daha âlim olan tabiîler ve sahâbenin, dahası Kitap ve Sünnet nasslarının bile önüne geçirmektir. Nitekim İslâm tarihinde, zihinlerden silinerek bu uyanışın gençliği tarafından ebediyen rafa kaldırılması gereken bu kahrolası taassuptan iğrenç tablolar mevcuttur.

Ayılma ışığının saçılmasıyla, doğru yoldaki ıslahatçılar, bu kocaman yanlışı ve apaçık sapkınlığı düzeltmeyi ilke edindiler. Ne var ki bazı davetçiler, eğitimle ilgili görevlerini, düzeltmeye yönelik olarak, yapacakları yerde buna, hiziplerine ve hizip önderlerine bağlılık şeklindeki başka türden bir hata daha eklemiş oldular.

 

Üzücü bazı tablolar

Ben, Müslüman liderlerden birinin kırkıncı ölüm yıl dönümü münasebetiyle İslâmî bir dergide yedi sayfalık bir makale gördüm. Vefat eden liderlerinin, makalenin başındaki büyük fotoğrafına ilave olarak, makalede yedi kez tekrarlanacak şekilde her sayfaya birer fotoğrafını koymuşlardı. Buna derginin dış kapağının tamamını kaplamış olan en büyük fotoğraf da dahildir. Bu davetçiye bağlı olanlar, hakkında öyle meziyetlere yer vermişlerdi ki, insan günah sayılan aşırılık olur korkusuyla aynı meziyetleri Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) için söylemekten bile haya eder. ‘Beni, Hıristiyanların Meryem oğlu ‘Îsâ’yı övdükleri gibi övmeyin.’[67] Kaldı ki onların bu aşırılığında ölüleri fotoğraflamak ve makalenin içeriği gibi, dine çok aykırı hususlar söz konusudur.

Kuşkusuz İslâm’ın yasakladığı ve Allah korusun, onlara kulluğa kadar götüren şahıslara bağlılık budur. Zaten Allah’tan başkasına ibadet de, ölüleri yüceltmek ve onları fotoğraflamak yoluyla olmuştur.[68]

Nitekim Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem), ubudiyet -kulluk- lâfzını bir şeye aşırı bağlılık ve sevgisinin tutkunu haline gelmek anlamında kullanarak şöyle buyurmuştur: ‘Dinara -altın paraya- ve dirheme -gümüş paraya- kul olanın vay haline!’[69]

Kişilere bağlılığın, İslâm’ın yolu ve salih Selefin çizgisine aykırılığı bir yana, yeni nesil üzerinde tehlikeli bir etkisi de bulunmaktadır. Biz, Ebû Bekir (radıyallahu anhu) ve Ömer (radıyallahu anhu) gibileri vefat ederken, ilk dönem Müslümanları arasında, Ebû Bekir (radıyallahu anhu) ve Ömer (radıyallahu anhu)’nun tırnağı dahi olamayacak bir lider veya mücahitlerinin ölümü münasebetiyle kimi günümüz insanlarının yaptıklarını yapan bir kimse görmemekteyiz. Hatta gayrimüslimler bile kendilerini bu tarz davranışlardan uzak tutmaya başlamışlardır. Var mı aklı başında bir adam?!

 

Günümüz insanlarının delili

Kuşku götürmez gerçeklerden biri de, yeni nesli şahıslara bağlılık üzerine eğitmenin, delilin işlevsiz kılınması, ilmin ihmal edilmesi, tertemiz bilimsel araştırma ruhunun öldürülmesi, tartışan tarafların delilinin şahıslardan ibaret kılınması, münazaracı tarafların kişileri tercih etmesi ve kurtuluş yolunun şahıslardan ibaret kılınması anlamına geldiğidir ki, bu her halükarda yanlıştır.

Ayrıca basiret ve akıl sahibi her insanı, gençler arsında ilimle ilgisi bulunmayan tartışmaların meydana geldiğini görmek üzmektedir. Onlar, kişiler hakkında tartışmakta, kişileri delil göstermekte, kişiler için karşılıklı husumet beslemekte, kişiler üzerine dostluklar ve ayrılıklar oluşturmaktadırlar. Bu durum ise, onları dinlerinden, ilimlerinden ve davetlerinden alıkoymakta, aralarında husumetler meydana getirmekte ve kendilerini gıybet, iftira ve adam kayırmaya sevk etmektedir. O kadar ki, aynı şahıs hakkında taraflardan biri ‘Şeyhu’l-İslâm’ derken diğerleri ‘zındık’ nitelemesi yapabilmektedir.

Şâtibî şöyle der:

‘Bazı topluluklar, delilden yüz çevirip şahıslara dayandıkları için yanılgıya düşerek ashâb ve tabiîlerin yolundan sapmışlar ve batıl inançlarına uymaları sonucu doğru yolu şaşırmışlardır.’[70]

Allah Te‘âlâ şöyle buyurmuştur:

‘Rabbinizden size indirilene uyunuz. O’nun haricinde birtakım dostlara uymayınız. Siz ne az öğüt alırsınız!’ (‘Arâf, 7/3)

Evet vallahi, öğüt alanlar az olduğu gibi, Kitaba, Sünnete ve ilk dönem Müslümanlarına uymanın bazı şahısların söylediklerinin önünde olduğunu da çok az hatırlarız.

 

Selefin delili

Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem), bu ilkeyi ashâbının ruhlarına titizlikle işlemiş, bu sayede delilin anlamını kavrayan, kişilerin haklarını anlayan ve bu iki hususu isabetle uzlaştırabilen bir nesil ortaya çıkarmıştır.

İbn Abbâs (radıyallahu anhu) şöyle der:

“Helak olacakları görüşündeyim. Ben: ‘Allah ve Rasûlü şöyle dedi’ derken onlar: ‘Ebû Bekir şöyle dedi, Ömer böyle dedi’ derler.”[71]

Allah’ın rahmeti üzerine olsun, ey İbn Abbâs! Sen bunu Ebû Bekir (radıyallahu anhu) ve Ömer (radıyallahu anhu) hakkında söyleyebiliyorsun. Ya bir de zamanımızın insanlarını görseydin, nasıl düşünürdün acaba? Onlar, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in yolunu reddetmekte ve ne ilme ne de İslâm’a uyması söz konusu olan bir kişinin sözü için George ve James’in yolunu izlemektedirler. Bu duruma ne derdiniz?!

Bu arada İbn Ömer (radıyallahu anhu) temettü haccına fetva verdiğinde kendisine: ‘Baban bundan nehy etmektedir’ dediler. O da: ‘Babamın emrine mi yoksa Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in emrine mi uyulur?!’[72] şeklinde karşılık verdi.

O, bazen de babasının yaptıklarını delil gösterenlere karşı çıkmak ve bunu reddetmek üzere: ‘Babam da kim?’ diyordu.

Baban kim ey İbn Ömer... Allah’ın rahmeti üzerine olsun! Baban, iki Ömer’den biri, açıkça hicret eden, şeytanların kendisinden kaçtığı, cennetle müjdelenenlerden biridir. Eğer Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’den sonra bir peygamber olsaydı, o baban olurdu. Baban dört büyük halifeden biri, dünyayı fetheden, Romalıları ve Persleri yenen kişidir. Baban, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in uyulmasını şu hadisiyle emrettiği kişidir: ‘Benden sonraki iki kişiye; Ebû Bekir ve Ömer’e uyunuz.’[73] Baban müminlerin emiri olduğu için uyulma hakkına sahiptir. Ve o aynı zamanda babandır ve baba olarak da uyulma hakkına sahiptir.

Sonra: ‘Babam da kim?’ diyorsun. Allah’ın rahmeti üzerine olsun! Bir de günümüz insanlarını görseydin ne derdin? Onlar, Allah’ın Kitabını hesaba katmayan ve Rasûl’ünün Sünnetini tanımayan kimi önderlerin peşinde soluk soluğadırlar. Kitabı hesaba katıp Sünnete uysalar bile onların değerini takdir etmekten acizdirler.

Acaba sen ki: ‘Babam da kim?’ diyorsun, acaba bunları görseydin ne derdin?

Evet, Allah’a yemin ederim ki dediğin doğrudur. Baban, babanı yaratan, gökler ve yerin yaratıcısı karşısında kim oluyor! Elbetteki baban, babanın Rabbinin masum Rasûlü karşısında kim oluyor? Artık kardeşlerimiz, kişileri delil göstermekten vazgeçmezler mi... Ne var ki öğüt alanlar pek azdır.

 

c) Eğitimle ilgili üçüncü hata, eğitim, dostluk ve ayrılıkların hizipçiliğe dayalı olmasıdır.

İslâmî merkezlerin birinde bir genç, kimse yokken bana: ‘Ortada ehil biri durduğu halde, hizip bana ehliyetsiz birini seçmemi emrettiği zaman, hangisini seçeyim?’ diye sordu. Ben: ‘Ehil adamı...’ deyince o: ‘Ya hizbin emri?’ dedi.

Ben: “Allah ve Rasûl’ünün emri, hizbin emrinin üstündedir ve: ‘Yaratana baş kaldıran kimseye itaat yoktur’[74]” dedim.

Dedi ki: ‘O halde sözü dinlenmediği zaman hizip ve organize olmanın ne değeri olur?’

Dedim ki: ‘O halde itaat edilmediği zaman Allah ve Rasûl’ünün emirlerinin değeri ne olur?’

Dedi ki: ‘Ancak bu, organizasyonu etkilemekte!’

Şöyle dedim: “Eğer bu, hizbin organizasyonunu etkiliyorsa, Allah’ın emrine muhalefet, senin dinini etkilemekte, yönetim sorumlusuna muhalefet de yasal İslâm devletinin organizasyonunu etkilemektedir. Ayrıca bu delil değildir. Delil olan, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’den rivayet ettiğimiz: ‘Yaratana baş kaldıran kimseye itaat yoktur’ şeklindeki hadistir.”

Dedi ki: ‘O zaman beni hizipten ihraç ederler.’

Dedim ki: ‘Günahı emretmese bile hizipte kalmak kötüdür. Çünkü hizipçiliğin kendisi meşru değildir. Allah’a isyan etmeyi emrettiği zaman ise meşruiyetsizliği ikiye katlanmış olur.’

Bir de bak, Allah seni bağışlasın, nasıl da hizipçilik insanların yapısal niteliklerini bozmaktadır ve nasıl da insanları ihraç ve ayırmalarla korkuttuklarına bakmalısın! Allah’ın, hakkında hiçbir delil indirmediği bu ve buna benzer hususlar da söz konusudur. Hatta insanları Allah’ın, hakkında delil indirdiği şeylerden alıkoymaktadırlar. Allah şunu indirmiştir: ‘Erkek ve kadın müminler, birbirlerinin can dostudurlar.’ (Tevbe, 9/71)

Onlar ise, taraftarlarını: ‘Hizbe mensup erkekler ve kadınlar birbirlerinin can dostudurlar’ sloganı üzerine eğittiler.

Hizipçilikte bu ayeti işlemez hale getirmekten başka hiçbir olumsuzluk olmasa dahi, bu onun meşruiyetsizliği için yetmektedir.

Bazı hizipçi yazarlara gelince; nerdeyse hizipçilik, onları bu tehlikeli işleri göremez hale getirmiştir. Onlar, bir üslûp hatası yapan veya Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Sünnetine bağlı kalan bir genci fark edince, sayfalarını onu itham eden, işbirlikçi ve aşırı olmak, Müslümanların birliğini dağıtmak ve ümmetin varlığını yıkmakla suçlayan yazılarla doldurmaya başladılar.

Şimdi bunlardan daha tuhaf kimseler gördün mü? Acaba insanların yaradılışlarını işlemez hale getiren, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in sözlerini reddeden ve kahrolası hizipçilikle ümmeti bölen kimse, Allah’a ve Rasûl’üne itaat edip ashâbına uyan kimse gibi midir? Her iki tarafın durumu aynı mıdır?!

Sonra Müslümanları, özellikle de tek yürek, tek inanç ve tek metot üzere olan, ancak daha sonra lanetlik hizipçiliğin girip saflarını dağıttığı ve bütünlüklerini darmadağın ettiği bazı memleketlerde bölen kimdir?

Bunlar hakkında şu iki Arap atasözü ne kadar da uygun düşmektedir:

‘Bana hastalığını bulaştırdı ve sıyrıldı gitti.’

‘Beni döverken o ağladı, beni geçerken o şikayet etti.’

Bizim şikayet merciimiz ise Allah’tır.

 

Hizipçiliğin tehlikeleri

Kuşkusuz hizipçiliğin büyük tehlikeleri ve devasa zararları varken, hiçbir faydası yoktur. O, ümmeti bölüp parçalamaktan başka hiçbir işe yaramamaktadır.

Tefrikacılıkta var olan kötülükler de, hizipçiliğin kötülükleridir. Bu nedenle hizipçilik ve tefrikacılık, aynı şeyin farklı iki adıdır. Çağdaş tabiriyle iki yüzlü bir madalyondur.

Nitekim hizipçilik ümmeti zayıf düşürür, birliği parçalar ve delil kavramını yeni neslin zihninde ters yüz eder. Böylece onların delili hizipleri, dayanakları ise liderlerinin sözü olur.

Hizipçilik, dostluk ve ayrılıkların Allah, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) ve müminler için oluşunu yaralamakta ve hizbin koyduğu ilkeler, mensupları arasında yaydığı telkinler ve yükselttiği sloganlarla aralarındaki kardeşliği bozmaktadır.

Böylece dostluk ve kardeşlik ilkelerini toprağa gömmekte ve hizipçinin bütün derdi hizbi, hizbinin önderlikleri, üyeleri ve sloganları olmaktadır. O, bütün erkek ve kadın müminlerin İslâm’ın bütünlüğü içerisinde birbirine eşit bireyler olduklarını göz ardı ederek haklı haksız onları savunmaktadır. Oysa bu öyle bir bütünlüktür ki, bazı insanların onun içinde diğer bazı insanlar adına ayrı kamp ve hiziplere bölünmeleri caiz değildir. Bu nedenle Allah şöyle buyurur: ‘...ve müşriklerden olmayınız. O müşrikler ki kendi dinlerini fırkalara ayırmış ve parça parça olmuşlardır. Her grup kendi elindekiyle sevinçlidir.’ (Rûm, 30/31-32)

Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) de: ‘İslâm’da kamplaşma yoktur’[75] buyurmuştur. Diğer bir rivayet şöyledir:

‘İslâm’da kamplaşma meydana getirmeyin.’

Bu arada biz, el-Hizbîyye adlı kitabımızda hizipçiliği ayrıntılı bir şekilde anlatarak sağlam kriterlerle onu meşru birliktelikten ayırdık. Allah, yayınlanmasını müyesser kılsın.

 

d) Temellendirme Yokluğu

İslâmî cemaatlerin durumlarını gözden geçiren akıl sahibi kimse, gerçeği; eğitim faaliyetindeki temellendirme yokluğu gerçeğini görür. Bu kimse, Müslümanların büyük kısmının çalışmalarında, karşılaşmalarında, tartışmalarında ve işlemlerinde duygu aleminde dolaştıklarını gözleriyle görür.

Nitekim bu olgunun ve ümmetin başına gelen hastalık ve musibetlerin büyük bölümünü bu yanlışa, temellendirme yokluğu yanlışına bağlamak mümkündür. Zira onun yokluğu yüzünden sebat ve denge de kaybolur, ardından da sarsıntı, yıkım, musibetler ve çöküş gerçekleşir.

Biz bu kitabın pek çok yerinde buna değindik. Gençler arasında meydana gelen tartışma ve karşılıklı suçlamaların örnekleri ise pek çoktur.

Öfke belirtileri yüzünde açıkça görülen kaygılı bir genç yanıma gelerek: ‘Falancadan sakın’ dedi.

‘Niçin’ dedim.

‘O, falanca âlimi hata yapmakla suçluyor’ dedi.

Dedim ki: ‘Onu kötülüyor mu?’

‘Hayır’ dedi.

‘Ona kötü söz söylüyor mu’ dedim.

‘Hayır’ dedi.

‘Onu gammazlıyor mu’ diye sordum.

‘Hayır’ dedi.

Şunu söyledim: ‘Suphanallah! Ömer ve ‘Alî (radıyallahu anhum) hata yapmakla suçlanınca hiçbir şey olmuyor da, sıradan insanların hata yaptıkları söylenince dünya ayağa kalkıyor.’

Allah, biz Müslümanlar için sadece bir kişiyi dokunulmaz kılmış ve bir kişiye uymakla memur kılmıştır ki, o da Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’dir. Emrettiğinde itaat edilmesi gereken, bir uygulamada bulunduğu zaman tereddütsüz ve tekrar gözden geçirmeksizin uyulması gereken yegâne kişi odur. Onun dışındakilerin ise, ilgili yerlerde açıklandığı üzere, bazı sözleri kabul, bazıları ise reddedilir.

Hatta durum, bundan da vahim bir noktaya gelmiştir. Evet durum, Ebû Bekir ve Ömer’i hata yapmakla suçlayıp liderlerinin masum olduğunu ileri sürmekten daha kritik bir hal almıştır. Durum, liderlerinin uygulamasına bakarak Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in hadislerini reddetmeleri noktasına gelmiştir.

Güvenilir biri bize şöyle dedi: “Hizip mensuplarından bazılarına, fotoğraf çektirmenin haram olduğuna dair bazı hadisler gösterildiğinde onlar: ‘Eğer bu hadisler sahih olsaydı, liderimiz fotoğraf çektirmezdi’ demişlerdir.”

Oysa bunlar, Buhârî ve Müslim’de yer alan sahih hadislerdir. Şimdi sırf liderleri yaptı diye nasıl da Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in hadislerini reddettiklerine bakmak gerekir. Hal böyle olunca, şayet liderleri, bu hadislere aykırı bir söz söyleseydi acaba durum nasıl olurdu? Zira söz davranıştan daha güçlüdür. Onlar, aynı zamanda titiz bir hadis araştırmasına dayanarak Buhârî ve Müslim’in bazı hadislerindeki bir veya iki harfi, kritik eden kimseyi çirkin bir davranışta bulunmakla suçlamaktadırlar.

Şimdi bu durumda, bazı hadisleri batıl inanç ve kişilere göre bütünüyle reddetmek hak, ancak bilimsel bir araştırma gereği bir veya iki lafzı kritik etmek hıyanet olmaktadır.

‘Ormanda bir adam öldürmek bağışlanmaz bir suç iken,

Güven içindeki bir halkı öldürmekse tartışmalı bir sorundur’

 

Selefi eleştirmenin caiz oluşu

Bir defa onlardan biri, öfkeyle bana gelerek şöyle dedi: ‘Artık bazılarının, iman davetçilerini ve İslâm bayrağının taşıyıcılarını karalamaktan vazgeçmelerinin zamanı gelmedi mi?’

Dedim ki: ‘Hayrola... Durum nedir?’

Dedi ki: ‘Bazıları hala falancayı eleştiriyor, hatta karalıyorlar.’

Dedim ki: ‘Sen, senin adamının ne dediğini ve ne yapmakta olduğunu biliyor musun?’

Şöyle dedi: ‘Bu bizi ilgilendirmez... Bizi ilgilendiren, kişilere kötü söz söylemememizdir ve ümmeti bölmememizdir.’

Ben şöyle dedim: ‘Kötü söz söyleyen aslında odur. Aynı zamanda o, sadece kardeşlerimize kötü söz söylememekte, fakat Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in bazı ashâbına sövmekte, tefsir âlimlerini kötülemekte ve hadis hafızlarını karalamaktadır.’

Senin adamın için bu caizdir de başkasına haram mıdır? Sana göre adamın bunlardan daha mı değerlidir? Sonra gelmiş kötü sözlü ve sivri dilli bir adam için kızıyorsun da Allah’ın, kitabında, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in de sünnetinde tezkiye ettiği ümmet büyükleri için neden kızmıyorsun? Hatta keşke durum, ashâb ve âlimleri kötüleme ve karalamayla sınırlı kalsaydı! Lakin bu âlim bozması adam, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in bir kısım Sünneti ile Allah’ın Kitabının bir kısmı ve onunla amel edenlerle alay etmeye devam etmektedir.

Senin adamın, kadının mal ile ilgili şahitliğini erkeğin şahitliğinin yarısı olarak kabul eden kimseyle alay etmekte ve Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in: ‘Bir kadını yönetimlerinin başına getiren bir kavim iflah olmayacaktır’[76] şeklindeki hadisini reddetmektedir. Acaba bu adam sana göre Allah’tan ve Rasûl’ünden daha mı değerlidirler. Acaba bu adam seni ilgilendiriyor da Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Sünneti seni ilgilendirmiyor mu?

‘Âlim bozması birini kötülemek bağışlanmaz bir suç iken

Erdemli bir nesle sövmek tartışılabilir bir sorundur.

İşte taraftarlarına böyle yapıyor hizipçilik. Şimdi var mı ibret dersi alan?!

 

Bir deneme

Eğer söylediklerimiz hakkında şüphen varsa ve sen sözünü ettiğimiz hizipçilere aldananlardan isen, ne denli bir temele sahip olduklarını bilmen için onlarla aşağıdaki denemeyi uygula.

Onlara: ‘Dinimiz ne kadar da adildir! Ümmetin büyükleri, minberde hata etmekle suçlandıkları halde kızmamışlardır’ dedikten sonra bekle, hiçbir tepki göstermediklerini göreceksin.

Sonra bir süre onları öyle bırak...

Daha sonra liderlerinden söz ederek onlara: ‘Falanca hata yapmıştır’ de.

Eğer onlar: ‘Evet, ama delilin ne?’ derlerse, bil ki onlar bu meselede haklıdırlar. Yok eğer öfkelenip köpürürlerse, o takdirde onlardan sakın!

İşte bunlar, temelsizliğin acı tablolarından ders almak için yer verdiğimiz bazı örneklerdir.

 

Temellendirme ne demektir?

Temellendirme, insanların duygu ve göz boyama üzerine değil, ilim ve delil üzerine eğitilmeleri, hizipçiliğe ve kişilere bağlılık üzerine değil, hakka ve İslâm’a bağlılık üzerine yetiştirilmeleri ve çekişme ve bid’atçılık üzerine değil, ilkeli muhalefet ve uyma üzerine terbiye edilmeleridir. Böylece insanlar, küfür ve imanı, inanç ve ilmi, uyma ve takvayı, Allah’ın dinini hakem kılmayı göz ardı ederek, bir âlime uyarken memleketlisi olduğu için uymak, bir davetçiyi severken kabilesinden olduğu için sevmek, hatibi dinlerken yöneticiler hakkında konuştuğu için dinlemek, okuyucunun arkasında namaz kılarken sesinin güzelliği için kılmak ve yöneticilere karşı çıkarken ekmek ve elektrik fiyatlarını yükselttikleri için karşı çıkmak üzerine eğitilmemiş olurlar.

 

Temellendirmenin amacı

Bu amaç, Müslüman’ın dininin temellerini detaylarından önce, kuralı örnekten önce öğretmek ve kendisine helal ve haramı telkin etmeden önce zihninde bulunmayan lafızların anlamını onun ruh dünyasında kökleştirmektir.

Böylece, hükümlerden önce tevhidi, Sünnet ve vaciplerden önce Kitap ve sünnete uymanın gerekliliği ve anlamını, ve kendisine: ‘Şu bid’attır, denmeden önce bid’atçılığın haram oluşunu bilmiş olur. Bu amacın bir bölümü de, ilâh ve Rab olmanın anlamını, Allah’ın sıfat ve isimlerini bilmenin önemini, ibadet ve hakimiyetin, kardeşlik ve yardımlaşmanın anlamını ve başına gelenlerin, başkasının yaptıklarından değil, kendi yaptıklarının bir karşılığı olduğunu zihnine tekrar yerleştirmektir. Bu ve benzeri hususlar, onu iman alanına sevk eden ve kalbinde Allah ve Rasûlü’nün sevgisini filizlendiren temel ve kurallardır.

O zaman kişi, yararlı bir Müslüman haline gelip ibadetle memur kılındığı zaman tereddütsüz ve usanmadan onu yapar, günah ve kötülükten alıkonulduğu zaman üzüntüsüz ve sıkıntısız onlardan vazgeçer ve sakınır.

O zaman öncelikleri kavrayarak bu konuda dengesiz davranmaz. Önemli vecibeleri bilinçli bir şekilde anlar ve onlarla ilgili olarak ağır davranmaz.

O zaman tıpkı su gibi faydalı, dağlar gibi sağlam olur. Kasırgalar onu sarsamaz, düşmanlar onu aşamaz, baskın dalgalar ve sapkın ilkeler karşısında direnir.

İşte Kur’ân’ın yöntemi böyledir. Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in, taraftarlarına yönelik tutumu da böyleydi ve böyle eğitti Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabını. Onlara ahkamdan önce tevhidi öğretti. Allah’ın yardımıyla ruhlarına helâl ve haramdan önce imanı yerleştirdi. Detayından önce onlara Kitap ve sünnete uymanın temellerini, örneklemeden önce bid’atçılığın hüküm ve kuralını telkin etti. Özetle, onları tek tek olaylarden önce temel ilke ve kurallar üzerine eğitti ve detaylardan temelleri öğretti.

Bu amaçla Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

‘Her kim, bu işimizde ondan olmayan bir şey uydurursa, o geçersizdir.’[77]

O zaman Ashâb (radıyallahu anhum), örnek verilmeden bid’atları bilmiş oldular. Günümüz Müslümanlarının büyük kısmı ise, bunu asla bilmezler.

‘Â’işe (radıyallahu anha) ise şöyle der:

“Kur’ân’dan ilk nazil olan, içinde cennet ve cehennem anlatılan mufassal türünden bir suredir. Nihayet insanlar, İslâm’a yönelince helal ve haram inmiş oldu. Eğer ilk inen şey: ‘İçki içmeyin’ şeklinde olsaydı, onlar: ‘Asla içkiyi bırakmayız’ derlerdi. Şayet: ‘Zina yapmayın’ yasağı inseydi, onlar: ‘Asla zinayı terk etmeyiz’ derlerdi. Ben Mekke’de henüz oynamakta olan bir kız çocuğuyken Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’e: ‘Daha doğrusu kıyamet, onlara vaat edilen zamandır. Kıyamet daha korkunç ve daha acıdır’ (Kamer, 54/46) ayeti indi. Bakara ve Nisâ’ sureleri indiğinde ise ben -onunla evlenmiştim- onun yanındaydım.”[78]

İbn Ömer (radıyallahu anhu) ise şöyle der:

“‘Biz kısa bir süre şöyle yaşadık: Herhangi birimize iman Kur’ân tarafından telkin ediliyor ve Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’e sure iniyor, o da, tıpkı sizin Kur’ân’ı öğrendiğiniz gibi, ondaki helâl ve haramı ve surede durulması uygun olan yerleri öğreniyor.’ Sonra şöyle dedi: ‘Ben öyle kimseler gördüm ki, onlardan birine Kur’ân veriliyor, o da onu başından sonuna kadar okuyor, ancak ne emir ve yasağını ne de durulması gereken yerleri biliyor ve Kur’an’ı kalitesiz hurma gibi savuruyor.’”[79]

Eğitimin bir ilkesi de, eğitimcinin öğrencileriyle birlikte eğitim faaliyetini ders formatı veya konuşma platformu çerçevesinde değil, gerçek durumu esas alarak yürütmeleridir. Eğitimcinin, öğrenciye iyiyi nasıl emredeceğini ve münkerden nasıl alıkoyacağını öğretmesi gerekir. Yoksa eğitip alıştırmadan onu sadece buna teşvik etmesi değil.

 

Temelsizliğin tehlikesi

Temellendirme yokluğunun tehlikesi, İslâm dünyasının başına gelen ve onu zayıf düşüren yozlaşmalarda otaya çıkmaktadır. Bu durum, pek çok gencin açıkça dile getirdiği öldürücü şaşkınlık ve psikolojik tedirginlik bir yana, yöntemle ilgili başıboşluk ve Müslümanların pek çoğunun yaşadıkları düşünsel karmaşada kendini göstermektedir.

Buna, zaman kaybı ve enerjileri heder etmekle birlikte, adı geçen durumların yol açtığı öldürücü ümitsizlik ve başarısızlık dolu yılgınlığı da ekleyebilirsin. Bu tablo, uyanan gençlik arasında meydana gelen ve dedikodu yaymak, kin ve buğuz uyandırmaktan başka kayda değer hiçbir sonuç ve semeresi olmayan sataşma ve atışmalarda somutlaşmaktadır. Tabi hakka destek için yapılanları dışarıda tutmak gerekir.

Ayrıca temelsizliğin tehlikesi, hakkı insanların menfaatleriyle sınırlayarak ve batıl inanç prangalarına vurarak kişileri ve hizipçiliği delilin önüne, kahrolası kabilecilik ve ırkçılığı burhanın önüne, egoizm ve narsisizmi hapsedilmiş hakkın ve terk edilmiş hidayetin önüne koymak şeklinde ortaya çıkmaktadır. Temelsizliğin yol açtığı bir sonuç ta, denge bozukluğu, insafsızlık, hakkı tanıma veya onunla amel etmede tereddüt göstermektir. Böylece tek tek olaylar, temel ilke ve kurallara öncelenmekte, öncelikler karıştırılmaktadır. Örneğin, misvak konusu tevhit konusuna, siyaset hidayete, başkasıyla uğraşmak kendimizle uğraşmaya öncelenmektedir.

Temelsizlik, hayırlı işlerle uğraşmaktan alıkoyan ağır işlerin yükü altına girmek üzere, şer‘î kayıtlamalardan ve düzenli kurallardan kurtulmak, Allah’a çağrı üslûbunda bozulma demektir. Böylece kişi kendini, terk edişte aşırı gitmek veya inkarda hoşgörülü davranmak gibi, Allah’ın emretmediği yükümlülüklerin altına sokmakta ve düzelmesiyle bütün bedenin düzeldiği kalbin kesin inancından önce pratik uygulamaya çağrıda bulunmakta, İslâmî standartlar olmaksızın yüzleşmeye yönelmekte ve benzeri temelsiz davranışlar sergilemektedir.

Temellendirmeden yoksunluk, temelsiz bina, yerinde duramayan ağaç ve su üstündeki köpük demektir.

Temelsizliğin durumu şu adamın durumuna benzer: Bu aceleci adam, evlerinin temellerine para ve zaman harcayan insanların akıllarını hafife alarak temelsiz bir ev yapar. Sonra o evin süslemelerine para harcamaya ve görünüşüne zaman ayırmaya başlar. Nihayet bu ev, tam da bakanları ferahlatıp her kesin karşısında sahibinin övüniceği duruma geldiği sırada, şiddetli bir rüzgar esip onu, önceden yokmuş gibi, üst üste yığılmış ahşap ve etrafa saçılmış taş yığınına çevirir. Bunun üzerine adam, harcadıklarından dolayı ellerini bir o yana bir bu yana çevirerek: ‘Keşke bu eve için sağlam bir temel atsaydım’ der.

‘Görmedin mi ki, Allah nasıl bir örnek vermiştir. Güzel bir söz güzel bir ağaç gibidir ki, onun kökü sabit, dalı ise göktedir. Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Umulur ki onlar, öğüt alır düşünürler. Kötü söz ise, kötü bir ağaç gibidir Onun kökü yerin üstünden koparılmış ayakta duracak hali kalmamıştır.’ (İbrahim, 14/24-26)

Temellendirme gidince, yerine gösteriş, duygu ve keyfilik geçer. O zaman kural ihlali, zorbalık ve yok etme kolaylaşmış olur.

‘Köpüğe gelince atılır gider. İnsanlara faydalı olan ise, yerde kalır.’ (R‘ad, 13/17)

Köpük, dalgaların çarpışması esnasında suyun yüzeyinde ortaya çıkan kabartıdır. Bu nedenle hafif olup hızlı hareket etmekte ve rüzgarın etkisiyle bir sağa bir sola savrulmaktadır. Çok olduğu sanılır, ancak gerçekte azdır, hatta yoktur. Çünkü görünüşü gerçeğini yansıtmamaktadır. Zira ona bir rüzgar dokunduğunda veya üzerinden zaman geçtiğinde bir de bakarsın ki seraba dönüşmüştür.

Su ise, köpüğün altında, yere dayalı, sakin ve ağır olur. Rüzgarlar onu yerinden alıp götüremez, fırtınalar onu etkileyemez. Cahil, onu bir hiç sanmakta ancak ihtiyaç halinde o her şeydir.

Allah’a yemin ederim ki ben, duygusallık, katılık, ilim ve temellendirme konusunda bundan daha isabetli bir örnekleme görmüş değilim.

Zira duygusallık ve katılık, gerçek ağırlığından daha büyük gözükmekte olup bir kelime yüzünden isyan etmekte, bir tebessüm nedeniyle harekete geçmekte, nihayet sıra gerçeğe gelip somut bir sonuç alınmak istendiğinde ansızın köpük veya serap haline gelmektedir. Aslında buna delil olarak Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in, Ashâbını duygusallık üzerine eğitmemiş olması yeter.

İlim ve temellendirmeye gelince; sakinliği, ağırlığı ve metaneti bakımından suya benzemektedir. İş gerçeğe gelip kendisinden yararlanılmak istendiğinde en yararlı şey olur. Bu konuda da delil olarak Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in, Ashâbını bunlar üzerine eğitmiş olması yeter. Böylece Müslümanlar, onlardan sonra bu ilim ve temellendirmenin meyvelerini kıyamete dek toplar olmuşlardır.

Ancak biz, bu ilkeden yüz çevirip Müslümanları ekmek ve mesken için karşı karşıya gelmek üzere yetiştirmeye başlayınca, bu amaç gerçekleşmiş ve nefislerinin istediğini caiz görmüşlerdir. Böylece onlar bu arzularını taraftarlık ve karşıtlıkla elde etmiş oldular. Bundan sonra ise biz, musibetler, yılgınlık, hayal kırıklığı ve başarısızlığa maruz kaldık. Bütün bunlara rağmen hala bütün bu yapılanların, dini devrimler, İslâmî ayaklanmalar ve imanî yüzleşmeler olduğunu ileri sürmeye devam etmekteyiz. Ancak Allah’a yemin ederim ki bunlar, ekmek ve iskan başkaldırıları ve su ile elektrik kavgasından başka bir şey değildir. Bütün bunları ortaya koyan en açık delil, toplanan acı meyvelerdir. Nitekim eskiden beri: ‘Meyvelerinden tanırsın onları’ denilmiştir.

Şimdi gerçek bu değil midir?! O zaman gerçeği kavrayan kim?!

Bu durumu ve hedefini ancak âlim ve akıllı veya Allah yolunda başarılı yahut da Kitap ve Sünnet’e uyan dürüst bir kimse kavrayabilir.

Allah’tan dileğim, hepimizin onlar gibi olmasıdır.

Kitap ve Sünnette emir olunduğumuz budur. Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in izlediği yol budur. Olayların dile getirdiği gerçek de budur.

Allah’a yemin ederim ki biz, bu işleri kavrayamadığımız sürece bütün işlerimiz yok olmaya doğru gitmektedir. Buna aykırı davrananlar, neye uğrayacaklarını bileceklerdir. Hemen durumu düzeltip hızla temellendirmeye yönelmek suretiyle çözüme çaba harcamadıkları sürece pişmanlığın fayda vermeyeceği bir zamanda pişmanlık duyacaklardır.

Uyanışın geçirdiği deneyimler ve sıkıntılar, her akıl ve takva sahibinin ibret dersi çıkarması, bu metodun doğruluğuna, kalıcılığına ve orijinalliğine inanması için yeterlidir. Takva sahibi akıllı insan için, kavimlerinin davetlerine inanmadıkları Nebîlerin sözlerinden başka dayanak bulunmamaktadır.

‘Bekleyiniz, ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim.’ (‘Arâf, 7/71)

‘Size söylediklerimi hatırlayacaksınız. Ben ise, işimi Allah’a havale ediyorum.’ (Gâfir, 40/44)

Bu açıklamalarla Müslümanların başta gelen problemlerinin büyük bölümü anlatılmış oldu. Allah’tan dileğim, bu kitabın iyileşme ve temellendirme yönünde bir adım olması ve onu faydalı kılmasıdır. Buna sahip ve ehil olan O’dur.


DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

 

Umut ve Çözüm Yolu

 

 

1- İyileşme Umudu Var mıdır?

 

Acaba kimse, ümmetin başına gelen bunca musibetler ve içine yayılan bunca hastalıklardan sonra, bu hastanın iyileşip ayağa kalkacağına inanır mı? Sonra bir de bu konuyu ortaya atmak, insanları ümitsizliğe sürükleyip düşmanları rahatlatmak anlamına gelmez mi?

Allah’a yemin ederim ki hayır! Hasta şifa bulacak, kötülük geçecek, iyilik ortaya çıkacak ve İslâm, istisnasız bütün yer yüzünde yayılacaktır. Şu ayetin gerçekleşmesi, bir müjde olarak algılanmalıdır:

‘Müşrikler hoşlanmasalar da kendi dinini bütün dinlere üstün kılmak için Rasûl’ünü hidayet ve hak din ile gönderen O’dur.’ (Tevbe, 9/33)

Allah’ın şu vaadi hak iken nasıl şifa bulmasın ki:

‘Allah, sizlerden iman edip iyi davranışlarda bulunanlara, kendilerinden öncekileri sahip ve hakim kıldığı gibi onları da yeryüzüne sahip ve hakim kılacağını vaat etti.’ (Nûr, 24/55)

Birinci ayetin bağlamıyla ilgili olarak Müslim ‘Â’işe (radıyallahu anha)’dan: “Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

‘Lât ve ‘Uzzâ adlı putlara tapılıncaya kadar gece ve gündüz ortadan kalkmaz.’ Bunu üzerine ‘Â’işe şöyle der: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, ben ‘Müşrikler hoşlanmasalar da kendi dinini bütün dinlere üstün kılmak için Rasûl’ünü hidayet ve hak din ile gönderen O’dur’ (Tevbe, 9/33) ayeti indiğinde tamamının gerçekleşeceğini sanıyordum.’ Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: ‘Bundan Allah’ın dilediği gerçekleşecektir.’[80]

Ayrıca Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

‘Bu din, gece ve gündüzün ulaştığı yerlere kadar ulaşacaktır. Allah, birilerini aziz, birilerini de zelil kılmak suretiyle; İslâm’ı üstün kılan bir azizlik, küfrü de boynu bükük hale getirecek bir perişanlık ile, toprak veya kıldan yapılmış ne kadar ev varsa hepsine bu dini sokacaktır.’[81]

Bir de konuyla ilgili olarak Huzeyfe’nin meşhur hadisinde Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem):

‘Allah’ın dilediği zamana kadar Nübüvvet aranızda yaşamaya devam eder. Sonra Allah dilediği zaman onu ortadan kaldırır. Sonra Nübüvvet yoluna uygun bir hilafet meydana gelir ve Allah’ın dilediği kadar aranızda kalır. Sonra Allah dilediğinde onu ortadan kaldırır. Sonra ısırgan bir hükümdarlık ortaya çıkar ve Allah ne kadar dilerse o kadar sürer. Sonra Allah dilediği zaman onu ortadan kaldırır. Sonra zorba bir yönetim meydana gelir ve Allah’ın dilediği süre kadar devam eder. Sonra Allah, dilediği zaman onu ortadan kaldırır. Sonra Nübüvvet yoluna uygun bir hilafet meydana gelir’ buyurduktan sonra susmuştur.”[82]

Öte yandan Kitap ve Sünnet’te, komplocular ne denli komplolar kurarlarsa kursunlar ve zalimler ne tür planlar yaparlarsa yapsınlar, geleceğin bu büyük dinin olacağını müjdeleyen pek çok ifadeler bulunmaktadır.

Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ‘Bu ümmete yücelmeyi, dini, yükselmeyi, zaferi ve yeryüzünde söz sahibi olmayı müjdele.’[83]

Tarih de, hafızalarımıza şunu yerleştirmiştir: İslâm ümmeti, diri bir ümmettir, yenilgi onu ümitsiz kılamaz, fırtına onu yok edemez, zalim despotlar onu kararlılığından geri çeviremezler. Gerçekten bu ümmetin alanına öyle düşmanlar ayak basmış, yurtlarının başına öyle afetler gelmiş ve öyle despotlar musallat olmuş ki, kayıtsız ve şartsız olarak başka hiçbir ümmette benzerleri meydana gelmemiştir. Eğer ümmetlerden biri, ümmetimizin başına gelenlere maruz kalsaydı, temelden yok olacaktı.

Eğer ümmetimizin başına musallat olan zalimler, ümmetlerden birinin başına musallat olsaydı, yerinde duramayacak ve ondan hiç bir eser kalmayacaktı.

Zira bu ümmetin başına musibetler peş peşe gelmeye, despotlar onu elden ele vermeye, düşmanlar ona tuzak kurmaya, kalplerinde kin bulunan münafıklar ise, başına gelecek olan musibetleri kollamaya devam etmektedirler.

Bu ümmetin durumunda tuhaf olan, henüz bir musibetten kurtulup ayakları üstünde durma fırsatı bulamadan, başına birinciyi aratacak bir diğer musibetin gelmesidir.

Bu arada her bir saldırıda düşmanlar ve kalplerinde kindarlık bulunanlar, bu saldırının öldürücü darbe olacağını sanırlar. Ancak Allah, gökler ve yer durdukça bu ümmetin var olması dışındaki beklentilere müsaade etmemektedir.

Örneğin, ilk fitne olan Sıffîn ve Cemel fitneleri henüz etkisini yitirmemişken bu ümmetin üstüne iki düşman çökmüştür:

Bunlardan biri, diğerinden daha tehlikeli olan ihtilaf, gruplaşma ve asırlar boyu devam eden yok edici savaşlardır.

Diğeri ise, çirkef, düzenbaz, kötü, güvenilmez ve bu ümmetin başına musibetler gelmesini bekleyen dış düşmandır.

Bu dış düşman, adı geçen gruplaşmaları fırsat bilerek körüklemiş ve bu yolla ümmetin içine sızarak onu yıkmaya çalışmıştır.

Dış düşman, bu bölünmüşlüğü fırsat bilerek iç düşmanla yardımlaşma anlaşması yapmakta ve bu yolla kükremekte ve ortalığı yıkmaktadır. Kimdir bu dimestaklar.[84] Bunlar, bu ümmete kan akıtmak ve memleketleri yakmak gibi kötülükler yaptılar. Bunu haçlıların birinci seferi ve bu esnada yaptıkları tahribat ve köleleştirme faaliyetleri izledi. Onlarca, hatta yüzlerce yıl bu ümmetin kalbinin üstüne oturdular. Ardından Moğol ve Tatar istilaları ve bu sırada uyguladıkları yıkım ve imha hareketleri geldi.

Sonra, Allah’ın koruduğu Haremeyn ve çevresi dışında kalan bütün İslâm ülkelerini ele geçirmek üzere ikinci haçlı seferi geldi.

Sonra haçlılar, arkalarında efendilerinden daha zararlı bir takım dalkavuk kalıntılar bırakarak çıktılar.

Bu iki düşmana ümmetin başına gelen ve neredeyse onu helak edecek olan veba türü yaygın hastalıklar ve toplu açlık felaketleri de eklenmiştir.

Bu arada her bir saldırıda düşman ve kalplerinde kin ve nefret hastalığı bulunan kimseler, bu saldırının, ümmeti yok edeceğini sanırlardı. Lakin bütün bunlara rağmen Allah, bu ümmetin olaylara karşı direnme gücü göstererek insanlık tarihinin, tanıklık ettiği en büyük savaşları kaydetmek üzere bir tarih meydana getirmesi dışındaki hususlara müsaade etmemektedir.

Aynı zamanda Allah, her defasında bu ümmet için, diğer milletlerin doğurmaktan aciz kaldıkları bazı kahramanlar göndermekteydi. Bu kahramanlar, o kör fitnelerden sonra ümmetin bayrağını yükselterek hakimiyet ve onurunu düşmanın elinden geri aldılar.

Örneğin Allah, Raşid halife Ömer b. Abdil‘azîz’i ümmetin hakkını elde etmek ve batılını geçersiz kılması için görevlendirdi.

Sonra Müslümanların ümitsizliğe kapılmak üzere oldukları bir sırada bu ümmetin içinden Selâhaddîn Eyyûbî’yi ortaya çıkardı. Bu hükümdar, ümmetin saflarını birleştirmeye, bayrağını yükseltmeye ve haçlılara, hala acısı gırtlaklarında, manzaraları da zihinlerinde var olmaya devam eden bir yenilgi tattırmaya başladı.

Sonra ümmetin içinden ona, ilim, uygulama, davet ve cihat konularında doğru kavrayış, sağlam temellendirme ve tutarlı metodolojiyi tekrar kazandırmaya başlayan Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye yetişmiş oldu.

Sonra zamanının yöneticileriyle birlikte, uğradıkları her İslâm ülkesinde bozgunculuğu yayan Tatar istilalarına karşı koymuş ve Tatarlar, Allah’ın lütfüyle önce yenilmişler, ardından da Müslüman olmuşlardır.

Sonra bu tür olaylar sürüp gitmiştir. Aynı şekilde Allah, bu ümmet için dininde yenilik yapacak âlimler ve bayrağını yükseltecek liderler göndermiştir.

‘Kuşkusuz Allah, her bir yüzyılın başında bu ümmet için, dinini yenileyecek birini gönderir.’[85]

Yıllar önce yeryüzünde bozgunculuk yayılıp insanlar arasında İslâm’a sığmayan düşünceler yayıldıktan ve insanlar İslâm’ın artık belini doğrultamayacağı zannına kapıldıktan sonra, neredeyse Müslümanların kalplerinde ümitsizlik yer etmeye başlıyordu. O sırada bazı yerleşim yerlerinden geçerken hemen hemen ne Allah’ın adını duyar ne de camilerde ibadet edenler görürdün.

Sonra... Kudret ve lütuf sahibi Yüce Allah, takdiriyle düşmanları kahretmek ve davet, hidayet ve yeryüzünde söz sahibi olmaya dair görevlerini ümmete hatırlatmak üzere, İslâmî bilince sahip bir nesil gönderdi.

Sonra bu bilinçlenme çiçeği açar açmaz düşmanlar çılgına döndü ve Şeytan, Kâdisîye, Yermûk, Zellâka, ‘Amûriye, Hıttîn ve ‘Ayncâlût görüntülerini zihinlerine geri getirdi, ağır yenilgileri, ordularının kaçan kalıntıları ve zincirlerdeki tutsakları zihinlerinde canlanmış oldu.

Bu anıların dehşetinden paniğe kapıldılar, başlarına kıyamet koptu, ruhlarına kin doldu ve bu bilinçlenmeye karşı el birliğiyle komplolar planlamaya başladılar. Sonra bütün halinde ve son haçlı seferinde arkalarında bıraktıkları iki yüzlü ve işbirlikçilerden yardım alarak geldiler. Ardından bu bilinçlenmeye pusular kurdular, tuzaklar kazdılar ve bilinçlenme önderlerinin ve mensuplarının saflığını, katı oluşlarını, ilim ve temellendirmeden uzak bulunmalarını, duygusal davranmalarını, ve hukukî meşru standartlarına aykırı hükmü fırsat bilerek onları etkisiz kıldılar ve tuzaklarına düşürdüler. Onlarsa bunun farkında değillerdi ve iyilik yaptıklarını zannederek gafil avlandılar.

‘Oldu olanlar, benim hatırlamadıklarımdan

Söyle bana iyiyi, fakat sorma haberi’

Şunu söyleyene Allah rahmet eylesin:

‘Olmasından korktuğum oldu

Biz Allah’a dönenleriz -geçmiş olsun-’

Bu es-Sebîl serisinden amacımız, bu bilinçlenmeye yönelik öğütte bulunmak, onu düşmanlarının komplolarına karşı uyarmak, doğru yöntem üzere sabit tutmak, sapmaktan korumak, meşru değişiklik yoluna aykırı davranmanın sonucuna dikkat çekmekten başka bir şey değildir. Çünkü bilinçlenme, henüz tam bir uyanışa dönüşmediğinden hala vuruşların etkisiyle sersem bulunmakta, tökezlemelerin çokluğundan sendelemekte ve hayalî aydınlık ile gerçek aydınlık arasında yaşamaya devam etmektedir.

Bilinçlenmenin tam bir uyanışa dönüşmesi ve dosdoğru Rabbanî yöntem üzere yürümesi için, Allah’a karşı takvayı öngördükten sonra bid’atçılığa değil, düzenli bir uyma, yola çıkmadan önce ayağı sağlam yere basmaya ve aydınlanmaya, duygu ve heyecandan önce akıl ve basireti işletmeye, acelecilikten önce ağır başlılık ve düşünmeye sarılması gerekir. Böylece tekrar onların tuzağına düşmemiş ve pişmanlığın fayda vermediği bir durumda pişmanlık duymamış olur.

Biz ancak bu yolla düşmanın komplosunu boynuna geçirebilir ve onu kendi tuzağına düşürebiliriz.

‘Kötü düzenbazlık, sadece sahibini kuşatır.’ (Fâtır, 35/43)

‘Allah, kafirlerin komplosunu etkisiz kılar.’ (Enfâl, 8/18)

‘Kafirlerin komplosu, sonuçsuzluktan başka bir şey değildir.’ (Gâfir, 40/25)

Bu nedenle, problemleri dile getirmek, hiçbir zaman ne ümitsizliğe düşürmek ne de üzmek demek değildir. Aksi halde Allah, Rasûl’üne Kur’ân’da birden fazla yerde sitemde bulunup Uhud ve Huneyn’deki aykırı tutumlarını zikrederken onu ve ashâbını düşmanların diline düşürmüş olurdu. Ayrıca Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) de, problemleri ve bunlardan ümmetin başına gelenleri çokça dile getirirken ümitsizliğe düşürmüş sayılırdı.

Bundan dolayıdır ki, biz bir problemi anlatırken veya bir aksaklığı dile getirirken amacımız şu iki husustur:

a) Allah’a ve O’nun, müminlere zafer vereceğine dair sözüne olan güveni artırmak ve aslında sözünde durmayan, kusur işleyen ve problemli olanın bizler olduğuna dikkat çekmek.

b) Bizden önceki geçmiş milletlerin ve geçmişte Endülüs ve diğer yerlerde bizim ümmetimizin başına gelenlerin bizim de başımıza gelmemesi için güçsüzlüğümüzün altında yatan gerçek sebebi bilmek.

Problem bilinip çözüme yönelik çaba samimi olduğu zaman, Allah’ın izniyle problemlerimizden kurtuluruz. O zaman Allah bize yardım eder ve yeryüzünde sözümüzü geçerli kılar. Çünkü Allah’ın yardımı, sağlıklı çözüm şartına bağlıdır.

‘Eğer siz Allah’a yardım ederseniz o da size yardım eder.’ (Muhammed, 47/7)

Ümmetin, uykudan uyanmaya ve tökezlediği yerden ayağa kalkmaya başladığında kuşku bulunmamaktadır.

Biz de, ümmete direnç ve ilerleme istediğimiz zaman, bu uyanışla birlikte açık menfezlerin keşfedilip kapatılması ve problemlerin tespit edilip çözümlenmesi gerekir.

Evet... incitmiş olabilirim... Ancak...

Biz kendisini rahatsız etmek endişesiyle, ilaç kullanmayan hastayı öyle mi bırakalım?!

Bir de acıtırız korkusuyla yarayı dikişsiz mi bırakalım?!

Dürüst doktor ve akıllı baba, duygusallığa, hastanın ilaçtan tedirgin olmasına veya cerrahın bıçağından acı duymasına bakmayandır.

Kararlı ve samimi doktor, hastanın karnını yaran cüzamlının elini kesen, yaralının yarasını diken, iniltiye bakmayan ve çığlık atmayı önemsemeyendir.

Hatta sövülürken tebessüm eden pek çok tabip, hakarete uğrarken öğüt veren nice cerrah bulunmaktadır.

İşte bilim adamları, davetçiler ve eğitmenlerin böyle olmaları gerekir. Bundan yüz çevirdiğimiz zaman ise, durumumuz ihmalkar tabibin durumuna benzemiş olur.

‘Yara yanlış kapandığı zaman

Ondan tabibin ihmali anlaşılır’

Eğer biz, kararlı doktor gibi hastalıklarımızı tedavi etmede kararlı olsaydık, bunlar başımıza gelmezdi. Ne var ki biz, toplumlarımızda yaygınlaşıp derinleşinceye ve yaralarımızı kokuşturuncaya dek hastalığın azmasına ve yaranın kanamasına göz yumduk. Sonra pişmanlıktan ellerimizi bir aşağı bir yukarı çevirmeye ve üzüntüden yanaklarımızı ellerimizin arasına almaya başladık ve: ‘keşke... keşke...’ diyerek birbirimize sitem ettik ve ithamda bulunduk. Şair ne güzel söylemiştir:

‘Yara yanlış kapandığı zaman

Hastalık içinde yayılır hastanın’

Nitekim öyle de oldu...

Örneğin eğer biz, bölünmüşlük probleminin ortaya çıktığı ilk andan itibaren, Afganistan sorununda kararlı olsaydık kendi aralarında kanlar akmaz ve Allah’ın onlara yardımı gecikmezdi.

Ben hala, problemleri dile getirildiğinde bazı Müslümanların etkilenmelerinin veya aşırı duyarlılıklarının sebebini anlayabilmiş değilim.

Şimdi bu, Nebîlerin üslubu değil midir?

Bu, iyi niyetle yol gösteren tabiplerin yolu değil midir?

Bununla birlikte kardeşlerimiz, problemlerini saklayıp örtbas etmede ısrarlı olmakta, hatta bu problemleri gerçeğinden farklı göstermekte, problemi yaşayanı aldatmakta ve kendisine, durumunun gayet iyi olduğunu abartılı bir şekilde anlatmaktadırlar.

Biz ise, bu örtünün bir gün kaldırılabilmesi veya abartının skandala dönüşmesi halinde ümitsizliğin Müslümanların kalplerinde yaygınlaşmasından korktuğumuz için onları, bunun sonucu hakkında uyarmakta idik. Ne var ki nasihatimiz onlarda sadece inada yol açtı ve bize yalnızca iftira ve asılsız karalamalarla karşılık verdiler. Zira bu üslûp, hakkı reddetmenin en kolay ve en hızlı yoludur. Allah bize de onlara da hidayet nasip eylesin.

Allah’a şükür, olayların meydana geldiği İslâm ülkelerinin pek çoğunun akıbeti ile ilgili olarak haklılığımız ve yöntemimizin doğruluğu ortaya çıkmış oldu.

Netice itibariyle Müslüman ümitsizlik nedir bilmez ve karamsarlığı kabul edemez.

Şu da bilinmelidir ki, yüce ve ulu Allah samimi ve dürüst kullarıyla beraberdir, çözüm aradıklarında onları başarılı kılar, şartları yerine getirip sebeplere sarıldıklarında da dinine yardımcı olur.

‘Kuşkusuz Allah, takva sahibi olan ve iyilik yapanlarla beraberdir.’ (Nahl, 16/128)

Fakat musibet, Müslümanları aldatan ve cihat, haber, töhmet, olay, eylem ve eser gibi hiçbir hususta meşruiyet ölçülerine bağlı kalmayanlardan kaynaklanmaktadır. Onlar, ilimden saparak âlimlerden yüz çevirirken bu ölçülere nasıl bağlı kalırlar ki!

Şayet bu olaylardan ve gerçeklerden sonra bile insanlar, hala doğru yolda olanlar ile Allah’ın dinini bilmeyen, Müslümanların akıllarını hafife alan, çarpıtmak, gevelemek, ve uydurma haberlerle saptırmada ve suçsuzlara iftirada bulunmak suretiyle yaptıklarının ve hizipçiliklerinin reklamını yapan kimseleri ayırt edemiyorlarsa, eğer bunu fark edemiyorlarsa, ‘la havle...’ söylemekten başka yapacak hiçbir şey yok demektir.

‘Yemin olsun ki Allah, kendisine yardım edenin yardımcısı olur. Kuşkusuz Allah kuvvet ve izzet sahibidir.’ (Hac, 22/4)

Hamd, alemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.

 

2- Sapmışlığın Sırrı ve Tedirginliğin Nedeni

 

Kuşkusuz sapmışlığın sırrı ve ihtilafın sebeplerini bilmek, bu sebeplerden sakınmak suretiyle problemin çözümüne yardımcı olur.

‘Kötülüğü kötülük için değil

Ondan korunmak için öğrendim

Hayrı tanımayan kötülükten,

Düşer onun içine’

Bunu bize açıklayabilir misin? ve bu nasıl gerçekleşecektir?

Bu problemin üç sırrı bulunmaktadır:

 

a) Bu dinin gerçek mahiyetini, onun gösteriş ve avuntu dini değil, inanç ve doğruluk dini olduğunu, görüş ve bid’at dini değil, ilim ve uyum dini olduğunu, söz ve konuşma dini değil, ibadet ve uygulama dini olduğunu bilmemek

Bunu bilip Müslümanların durumlarını düşündüğün zaman pek çoğunun doğru kavrayıştan saptığını ve yapılması gerekeni ihmal ettiğini anlamış olursun. Kaldı ki cemaat liderleri ve sözcülerinin pek çoğunun durumu, diğer Müslümanların durumundan çok daha iyi değildir.

Nitekim onlardan pek çok kimsenin, İslâm’ın temel dayanaklarını oluşturan bazı ana metinlerini duymadıklarını gördük. Duydukları zaman da anlamını kavrayamazlar. Anlamını kavradıkları zaman da gereğini yapmazlar. Örneğin: ‘İslâm’da kamplaşma yoktur’[86] hadisi gibi.

Şeyhulislâm bazı fırkalardan söz ederken şöyle der:

‘Bunlar, ilim ve imandan az nasip alan ve bu konuda Selefe az uyan kimselerdir.’

Bu nedenle ne konuşmalarında ne yazdıklarında ne de metotlarında uyum konusundan bir eser bulamazsın.

Evet onlar, ashâbı överler, ancak onlara uymak gerektiği için değil, kişilikleri için bunu yaparlar.

 

b) Temellendirme yokluğu

Kötü eğitim bahsinde bundan söz edildi. Burada işaret edilmek istenen husus ise, bilgisizliğin yerleşmesi halinde temellendirmenin ortadan kalkacağı ve Şeytan’ın bu durumu altın tabakta sunmaya çalışacağıdır.

 

c) Şeytan süslemesi

Şeytan, insanların pek çoğunun yüksek seviyedeki tanıklıkları, yuvarlak sarıkları ve kısık seslerine rağmen dinin temellerini ve Kitap ve sünnete uymanın mahiyetini bilmediklerini görünce, bu durumu en çirkin bir biçimde fırsat olarak kullanmış, onlara hoşa giden deliller ve sahte gerekçeler telkin etmiş ve bunlar söz konusu bilgisizlikle örtüşmüş, Kitap ve sünnete uymaktan yüz çevirmişlikle uyumlu olmuştur. Böylece Şeytan’ın sahte delilleri ruhlarına hakim olmuş ve kalplerine sinmiştir. Onlar da, bunların delil olduğunu sanmışlar, halbuki onlar delil değildir. Tıpkı şairin dediği gibi:

‘Sevgilinin sevdası, ben sevdayı tanımadan bana geldi

Böylece boş bir kalbe rastladı ve ona hakim oldu.’

Nitekim bilgisizlik, bezenmiş uydurma bir delille evlendiği zaman, bid’at ile Sünneti ve Allah’ın yolu ile düşmanlarının yolunu ayırt edemeyen uğursuz bir evlat doğurur.

Aynı şekilde süslü püslü uydurma delilleri olanlar, ilk delili, Kitap ve Sünnete uymanın vacip, bid’atçılığın haram oluşunu, Selefî Salihin ise, dine bizden daha yakın olduğunu, temellerini bizden daha iyi bildiğini, hükümlerini daha iyi kavradığını, Allah’a karşı daha çok takva sahibi olduğunu ve ümmet için daha fazla hayırhah olduğunu unutmaktadırlar.

 

Şeytan’ın aldatma ve taktikleri

Şeytan senden öncekileri aldattığı gibi seni de aldatmasın. Zira Şeytan, insana geldiği zaman gerçek kimliğiyle gelmemekte, amacını açıkça söylememekte ve niyetini ortaya koymamaktadır. Fakat gelirken tıpkı babası Adem’e geldiği gibi, öğütçü ve rehber kisvesinde gelmektedir. “Dedi ki: ‘Ey Adem, sana ölümsüzlük ağacı ve çürümeyen bir mülk göstereyim mi?’” (Tâhâ, 20/120)

Ancak o, bu aldatmayla yetinmemiş, daha da ileri giderek onlar için iyi niyetli bir öğütçü olduğuna yemin etmiştir. “…Ve: ‘Ben sizin için iyi niyetli bir nasihatçiyim, diye kendilerine yemin etti’” (‘Arâf, 7/21)

Şeytan, bu yemini tamamen, büyük bir sapıklık içinde oldukları halde hak üzere olduklarına yemin eden pek çok insanın yaptığı gibi eder. Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in bazı ashâbı da bu melunun vesvesesinden kurtulamamışlardır. Nitekim Uhud’da kendilerine gelerek Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in emrini tevil edip ona aykırı davranmalarını sağlayıncaya kadar beyinlerine okumaya devam etmiştir.

Ashâbdan sonrakilere de gelerek şöyle demiştir:

‘Size Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in ashâbının yolundan daha doğru bir yol göstereyim mi?’

‘Size Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in ashâbı ve onlara güzelce uyanların düşüncelerinden daha isabetli görüşler göstereyim mi?’

‘Size, Dünya’nın hükümdarları ve efendileri olmanız için, yeryüzünde söz sahibi olmanın yolunu göstereyim mi?’

Onlar da: ‘Evet’ dediler.

Bunun üzerine Şeytan şöyle dedi:

‘Bidatçı olun ve Kitap ve Sünnet’e uymayın. Yeni şeyler uydurun ve dine sarılmayın. Hizipçilik yapın ve birlik olmayın. Zira zamanınız, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in ashâbının zamanı, şartlarınız da onların şartları değildir. Onların zamanı geçmiş, dönemleri sona ermiştir. Onlar sığ düşüncelerin sahibi ve çöl hukukunun taşıyıcıları idiler. Ne mantık ne de kelam ilmi hakkında hiçbir bilgileri olmadığı gibi, diplomaları da yoktu.’

Şeytan’ın bütün bunlardan amacı ise, anlayış ve uygulamada onları Selefî Salihin metoduna aykırı davranmaya sevk etmek ve ihtilafın meydana gelmesi, anarşinin yayılması için kendilerini bataklığa saplamaktır ki bu da gerçekleşmiştir.

 

Ancak Selefin yolundan nasıl çıktılar?

Bu gidişattan bütün bu durumların sebebinin, anlayış ve uygulamada Selefin yolundan çıkmak olduğunu anlıyorum.

Evet sebep budur.

Ancak Rab bir, Rasûl bir ve Kitap bir olduğu halde, bu yoldan çıkma nasıl oldu ve bu korkutucu ihtilaf nasıl yaygınlaştı?

Bilindiği üzere başlangıçta bu ümmet, inancında, yönteminde ve gidişatında bir tek ümmet idi. Sonra İslâmî fetihler genişleyince ve insanlar, bölük bölük Allah’ın dinine girince onlarla birlikte şu iki kısım insan da girmiş oldu:

 

a) Çirkef karakterli ve kötü niyetli olan bu kısım, hiçbir şeyin ihtilaf, bölünmüşlük ve temel dayanaklarından uzaklık kadar milletleri yıkıp yok etmediğini anladılar.

Şeyhulislâm şöyle der (3/351):

‘Bidat ehli arasında kimisi münafık ve zındıktır ki bu kafirdir. Bunlar daha çok Rafızîler ve Cehmîler arasında bulunurlar. Zira önderleri münafık ve zındık kimselerdi. Nitekim Rafızîliği uyduran ilk kişi de münafıktı. Aynı şekilde Cehmîliğin de aslı zındıklık ve münafıklıktır.’

Bu nedenle bu kötü kısım, insanları İslâm’ı doğru anlamaktan alıkoymak ve Kitap ile Sünnetin, asıl özünden ve doğru anlamından uzak kuru metinler olarak kalmaları hususunda ısrarcı olmuştur.

Bu kötü kısım, aynı amaçla insanların, özellikle de Arap dışı unsurların Allah’ın dinine yeni girmiş olmalarını, dinin temellerini ve ana hükümlerinin yanı sıra, Arap dilinin psikolojik ve kültürel arka planıyla kurallarını bilmemelerini fırsat olarak değerlendirmiş, bu kesime zehir ve etkinliğini enjekte etmiştir. Yanı sıra hangi menfezden sızabileceğini anlamış ve felsefe ile kelam ilmi diye adlandırılan şeyi yayarak Allah’ın Kitabını ve Rasûl’ünün Sünnetini, bu ümmetin Selefî ve âlimlerine uyma esası üzerine değil, mantık temeli üzerine yorumlamaya çalışmıştır. Bu faaliyetlerinin sınırlarını, yönetim, siyaset ve başkaldırı konularını da kapsayacak şekilde genişletmişler ve Allah ile Rasûl’ünün konuyla ilgili uyarılarına rağmen, bu sebeple ihtilaf ve bozgunculuk sinsice yayılmıştır.

Ayet: ‘Eğer onlar, sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse, kuşkusuz hidayete ermiş olurlar. Şayet yüz çevirirlerse, bu takdirde ancak ihtilaf içerisinde olurlar.’ (Bakara, 2/137)

Yani, eğer Yahudîler, Hıristiyanlar ve diğer insanlar, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in sahâbelerinin iman ettikleri gibi iman ederlerse, kuşkusuz dosdoğru yolu bulmuş olurlar. Yok eğer onların anlayış ve yollarından yüz çevirirlerse, ilerde ihtilaf bataklığına saplanacak ve anlaşmazlık kazanına düşeceklerdir. Sonra ümmetin başına gelecek olan bela ve perişanlıkları sorma gitsin! Her şey Allah’ın takdirindedir.

Ayet: ‘Eğer çağrını kabul etmezlerse, bil ki onlar, sadece nefislerinin arzularına uymaktadırlar. Allah’tan gelen hidayeti dışlayarak nefsinin arzusuna uyan kimseden daha sapık kim vardır!’ (Kasas, 28/50)

Allah’ın Rasûlü de ümmeti, nassları doğru anlamaktan ve onlarla amel etmekten uzaklaşmanın sonucu konusunda ümmeti uyarmakta idi. Ne var ki insanların pek çoğu bilmemektedir. Örneğin ‘Â’işe (radıyallahu anha)’dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) şu ayeti okudu: “Kitabı sana indiren odur. Onun bazısı, Kitabın anası olan muhkem ayetler, diğer bazı ayetler ise müteşabihtirler. Kalplerinde sapkınlık bulunanlar, fitne ve tevil arayışına girmek üzere müteşabih olanına uyarlar. Halbuki onun tevilini Allah’tan başkası bilmez. İlimde derinleşenler ise şöyle derler: ‘Biz ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır. Ancak akıl ve basiret sahipleri düşünüp hatırlarlar.’” (Âl-i ‘İmrân, 3/7) Ardından Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

‘Siz, Kur’ân’ın müteşabih ayetlerine uyanları gördüğünüz zaman, işte Allah’ın adından söz ettiği kimseler bunlardır ve onlardan sakının.’[87]

Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) ayrıca şöyle buyurmuştur:

‘Sizlerden bazı kimseler, tıpkı benim onun indirilmesi konusunda savaştığım gibi, bu Kur’ân’ın tevili konusunda savaşacaktır.’[88]

Yani, bazı sahâbeler, tıpkı Allah Rasûl’ünün, indirilişinin doğruluğu konusunda savaştığı gibi, Kur’ân’ın doğru anlamı konusunda savaşacaklardır. Yani, bazı insanlar Kur’ân’ın anlamını bozmaya çalışacaklardır. İşte o zaman bazı sahâbeler, bu kimseleri doğru anlayışa geri döndürmek için onlarla savaşacaklardır.

Öte yandan bu hadiste iki büyük fayda vardır:

1. Tevil ve bid’atçılık ehli olan sapık gruplara karşı koymanın ve onları doğru anlama geri döndürmenin gerekliliği. Üçüncü cüzde bunun ayrıntısı gelecektir.

2. Kur’ân’ın doğru anlamı, ashâbın benimsediğidir. Çünkü Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem), tevilcilere karşı savaşıp onları ashâbın benimsediği anlayışa geri döndürmeleri konusunda onay vermiştir. İşte bu kritik noktayı iyi düşünmek gerekir.

 

b) Sonra niyetleri iyi ve genellikle durumları olumlu olan ikinci kısım insanlar da, bu ilklerin yolunu izlediler. Bu yol, ashâbın, Allah’ın Kitabını ve Rasûl’ünün Sünnetini anlamaları ve hayatın bütün alanlarında uygulamaları ile ilgili metoduna bağlı kalmanın gerekli olmayışıdır. Böylece bu kısım da, yeni bir metot benimseyerek tamamı geçersiz ve yanlış olan geniş iddialar ve çok sayıdaki gerekçelerle, ilim ve aydınlık yolun öncüleri olan ashâb ve tabiînden ayrıldılar. Bu yüzden doğru anlayışın kaynağını da yitirmiş oldular.

Kibirleri ve cehaletleri, onları, bu dini anlamada kendi akıl ve düşüncelerine güvenmeye sevk etti ve bu nedenle saptılar ve saptırdılar.

Sonra bunları başkaları izleyerek sapıklığı hak adı altında miras aldılar ve iyi bir iş yaptıklarını zannederek batılları için savaştılar.

Zaman uzadıkça, tıpkı açının uzadıkça uzaklaşan iki kenarı gibi, aradaki mesafe genişledi ve sapma artmış oldu.

Allah şöyle buyurur: ‘Sonra onların arkasından öyle nesiller türedi ki, namazı kaybettiler ve şehvetlerine uydular. Böylece azgınlıklarının cezasıyla karşılaşacaklardır.’ (Meryem, 19/59)

Bir de şöyle buyurur:

‘İman edenlerin, Allah’ı ve Hak’tan inmiş olanı anarken kalplerinin saygı ve korku ile yumuşaması zamanı gelmedi mi? Onlar, bundan önce kendilerine kitap verilmiş, sonra üzerlerinden uzun bir süre geçmiş, böylece kalpleri de katılaşmış bulunanlar gibi olmasınlar. Onların çoğu fasık olanlardır.’ (Hadîd, 57/16)

Ebû’d-Derdâ’ ve Ziyâd b. Lebîd’den Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in bir şeyden söz ederek: ‘Bu, ilmin ortadan kalktığı zaman olacaktır’ buyurduğu rivayet edilmiştir. Başka bir rivayet ise şu sözlerle ifade edilmiştir:

‘Bu, insanların ilim adına hiçbir şey yapamayacakları ölçüde ilmin kendilerinden alındığı zamandır.’

Bunu üzerine Ziyâd b. Lebîd dedi ki: ‘Ey Allah’ın Rasûl’ü, Kur’ân’ı okumuş olduğumuz halde İlim nasıl bizden alınır? Allah’a yemin ederim ki biz onu hem okuyacağız hem de hanımlarımıza ve çocuklarımıza okutacağız.’

Bunun üzerine Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: ‘Annen senin için karalar bağlasın! Ben seni Medinelilerin fakihlerinden sayardım. Yahudîler ve Hıristiyanların elindeki şu Tevrat ve İncil onlara ne fayda vermektedir?!’[89]

Diğer bir rivayet ise şöyledir:

‘Yahudî ve Hıristiyanlar da, hiç yararlanamadıkları Tevrat ve İncil’i ellerinde bulundurmuyorlar mı?’

Bu yüce hadiste şu husus açıkça ifade edilmektedir: Müslümanların problemi, Kitap ve Sünnet’in yokluğu değil, onları doğru anlamamak ve dürüstçe uygulamamaktır.

Konuyla ilgili olarak şu da rivayet edilmiştir:

“Ömer bir gün, Nebîsi bir olduğu halde nasıl olur da bu ümmet ihtilafa düşmektedir, diye kendi kendine sordu. Ardından da İbn Abbâs’a şunu gönderdi: ‘Nebîsi, kıblesi ve Kitabı bir olduğu halde nasıl oluyor da bu ümmet ihtilafa düşmektedir?’

İbn Abbâs şöyle dedi: ‘Ey müminlerin emiri, Kur’ân bize indirildi ve biz onu okuyarak ne hakkında indiğini bildik. Bizden sonra ise, Kur’ân’ı okuyan ancak ne hakkında indirildiğini bilmeyen, bu yüzden de hakkında ayrı görüşleri bulunan topluluklar olacaktır. Kur’ân hakkında her topluluğun ayrı bir görüşü olunca da ihtilafa düşecekler, ihtilafa düşünce de savaşacaklardır.’

Bunun üzerine Ömer ve Ali onu azarladılar. İbn Abbâs da çıkıp gitti. Daha sonra Ömer, dediklerini düşündü ve ne demek istediğini anlayınca onu geri çağırarak söylediğini tekrarlamasını istedi. O da bunu tekrarladı. Ömer sözünü anladı ve takdir etti.”[90]

Şimdi bunu kavradığın zaman, problemlerimiz, musibetlerimiz ve belalarımızın arkasında saklı bulunan nedenleri ve bu nedenlerin tamamının, anlayış, dürüstlük ve uygulamada Selefimize muhalefet etmekten kaynaklandığını anlamış olursun.

 

3- Hidayet Yolu ve Yüz Çevirenlerin Durumu

 

Biri şöyle diyebilir:

‘İnsaf sahibi herkes, anlattığın problemler ve çözüm yollarının doğru olduğunu, hastanın da kendini tedavi etmeden önce hiçbir iş yapmaması gerektiğini, bu durumu da mevcut acı gerçeğimizden daha iyi ifade edecek bir hususun bulunmadığını açıkça anlamıştır. Aynı zamanda şu durum da, kesin bir biçimde ortaya çıkmıştır: Bu ümmetin başarısı tamamen istikametine bağlıdır. İstikameti ise, ancak dininin temel hükümlerini doğru anlayıp dürüstçe uygulamasıyla gerçekleşebilir. Kaldı ki biz, bu ümmetin düzeleceğine ve Allah’ın hak olan vaadi ile gelecekte yeryüzünde söz sahibi olmasına da kesin olarak inanmaktayız. Ancak…

Bu konuda yol ne…? ve bu yol belirgin midir…?

Bu yolda anlaşmazlığın olmayacağını garanti eder misin…?

Onun temel standart güvenceleri nelerdir…?

 

Yolun belirginliği: Farklı grup ve çeşitli meşreplere ayrılmış olmalarına rağmen, bütün Müslümanların kuşkusuz inandıkları husus, Allah’ın, kulları için hidayeti sevdiği, bu bela ve problemlerden kurtulmanın yolunun da hidayetle başladığıdır.

‘O Kitapta hiçbir şüphe yoktur. O takva sahipleri için bir hidayettir’ (Bakara, 2/2) ve “De ki: ‘Gerçek hidayet Allah’ın hidayetidir.’” (Bakara, 2/120 Ayetlerinden anlaşıldığı üzere, hidayet de, Allah’ın Kitabı ve emirleriyle sınırlı olduğuna göre, Allah’tan başkası katından gelecek hiçbir hidayet bulunmamaktadır. Hidayet ise yol demektir.

O halde Kitapta yol vardır, hiçbir kapalılığı olmayacak kadar belirgin, hiçbir karışıklığa yol açmayacak kadar açık ve hiçbir eğriliği bulunmayacak derecede dosdoğrudur.

‘…Ve bu, dosdoğru yol olarak benim yolumdur. O halde ona uyunuz.’ (En‘âm, 5/153)

‘Şüphesiz size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir ve biz size apaçık bir nur indirmiş bulunuyoruz.’ (Nisâ, 4/174)

‘Biz, sana Kitabı her şeyin açıklaması olarak indirdik.’ (Nahl, 16/89)

‘Her şeyin açıklaması olarak’ ifadesi, hidayet ve doğruluk yolunun açıklaması olarak, anlamına da gelmektedir. O zaman bize temizlik ve necasetin, misvak ve mestin hükümlerini açıkladığı halde, dosdoğru yolunu açıklamaması mümkün değildir.

İhtilafa ise, ancak ondan yüz çevrildikten sonra konu olmuştur.

‘Onda ihtilaf edenler ise, kendilerine açık deliller geldikten sonra bu Kitabın verildiği kimselerden başkası değildir.’ (Bakara, 2/213)

‘Eğer siz ona itaat ederseniz hidayete erersiniz.’ (Nur, 24/54) Yani ihtilafa da düşmezsiniz.

‘Ancak kardeşim, hiç Kitap ve Sünnet’e başvurup onları doğru anlamak ve doğru uygulamak konusunda kimse muhalefet eder mi…’

Evet, pek çok kimse ya söz veya davranışıyla bu konuda muhalefet etmektedir.

İşte dergilerde uçuşan ve medyanın İslâmcı düşünürlerden naklen yayınladığı bu ihtilaflar ve düşüncelerin yegâne sebebi, o kimselerin bu gerçeği bilmemeleridir. Onlar, İslâm’ın ibadetleriyle yükümlü olduğumuzu, ancak yolunu izlemekle yükümlü olmadığımızı sanmaktadırlar. Bu nedenle Kitap ve Sünnet’e ihtiyaç duymaksızın çözüm yollarını, bu ümmeti ayağa kaldırmayı ve söz sahibi kılma yöntemlerini düşünmeye başladılar. Bu amaçla tasarladıkları yöntemlerle ilgili olarak, Allah’ın, hakkında hiçbir delil indirmediği bir takım görüş, düşünce ve yollar uydurdular. Böylece yakayı ele verdiler ve hem saptılar hem de saptırmış oldular. Sonra bu gerçeği; İslâm’ı yaşatmak için onun yoluna bağlı kalmanın gerekli olduğu gerçeğini bilmeyenler de onlara kandılar.

 

Canlı bir örnek

Bu kitabın hazırlanması sırasında bir toplantı meclisinde bazı cemaatlerin önder ve teorisyeni durumundaki kardeşlerle karşılaştık ve Müslümanların başarısızlıklarının sebeplerini ve onları yeniden ayağa kaldırmanın yollarını müzakere etmeye başladık. Konuşmalar cereyan etti ve söz uzadı. Onları dinledikten sonra şu yöndeki kanaatim pekişmiş oldu: Onların kendi durumlarıyla ilgili olarak da güçlü bir kanaatleri bulunmamakta, aksine kendi yöntemleri konusunda kuşkulu olmalarının yanı sıra, Müslümanların durumları ve çözüm yollarıyla ilgili düşünce ve tasavvurlarında da tutarsızlık içindedirler. Aynı şekilde Müslümanların problemlerini öğrenmek için Kitap ve Sünnet’e başvurma gereğine dair kesin bir inanç taşımamaktadırlar. Kitap ve Sünnet’te bu problemlerin teşhis ve çözüm yollarının bulunduğunu da bilmemektedirler. Nitekim pek çoğu, herhangi bir ayet veya hadis dile getirmeden kâh doğululara kâh da batılılara atıflarda bulundular. Kimileri: ‘Müslümanların problemi, ekonomilerinin güçsüzlüğünde saklıdır’ derken diğer bazıları da: ‘Aksine problemleri uygarlıktaki geri kalmışlıklarından kaynaklanmaktadır’ dediler.

Liderleri ise şöyle dedi: ‘Müslümanların problemlerinin en ideal çözümü, gayrimüslimleri taklit etmektir. Onların, kendi rejimleri ve ekonomileriyle ilgili olarak neler yaptıklarına bakar ve biz de onlar gibi yaparız. Çünkü bu yaptıkları sayesinde durumları istikrara kavuşmuş ve uygarlıkları ilerlemiştir.’

O günkü cevabım ayrıntılı idi. Onun bir kısmına özetle yer veriyorum:

1- Kötü örnek bizim için örnek olamaz.

2- Ebû Bekir ve Ömer (radıyallahu anhum) örneğimiz, George ve Teacher’a ihtiyaç bırakmamaktadır.

3- Kitap, Sünnet ve Selefin yönteminde tuvalet adabı bulunduğu halde yeryüzünde söz sahibi olmanın yolu, yönetim modelleri, ekonomik prensipler, güçsüzlüğün sebepleri ve çözüm yollarının yer almaması akla sığar mı.

4- Tuvalet adabını İslâm dininden alıp siyaset ve hilafetin hükümlerini İslâm’ın düşmanlarından almamız, yüz kızartıcı ve saflık, hatta dinin bir kısmına iman edip diğer bir kısmını inkar etmek anlamına gelmez mi?

5- Buna çağrıda bulunanlar, farkında olmaksızın yetersizliği İslâm’a mal etmekte ve bilmeden laikçilerin yaptıklarını yapmış olmaktadırlar.

İslâmî cemaatlerin önderleri olan bu kardeşler, bilmiyorlar ve bilmediklerini de bilmiyorlardır. Bu yüzden farkında olmaksızın fetvalar vermekte ve gençleri tuzaklara düşmeye sevk etmektedirler. Başımız sağ olsun.

Bu kardeşler, Allah’ın emrettiği veya alıkoyduğu her şeyin şu zorunlu sonucu olduğunu gözden kaçırmışlardır:

Allah, emir ve yasağının mahiyetini bize açıklar ve onu ne akıl ve tecrübelerimize bırakır ne de bunu hem O’nun hem de bizim düşmanlarımız olan kimselerden almamıza müsaade eder.

İkinci olarak da emredilen veya yasaklanan hususun yapılabilir veya yapılmayabilir olmasıdır.

Bu yolda anlaşmazlığın olmayacağını garanti eder misin…? Şeklindeki soruna gelince:

Bu, davetçilerin görevi cümlesinden değildir. Onların görevi, emrolundukları hakkı açıklamalarıdır. İnsanların anlaşmazlığa düşüp düşmemeleri ise başka bir durumdur. Çünkü insanlar, din, niyet, bilgi, kavrayış ve Allah’ın onları sınaması bakımından birbirlerinden farklıdırlar. Onların hesabını görecek olan da Allah’tır.

 

Gruplara ayrılanların akıbeti

‘Dini doğru anlamaya dönüş için pratik adımlar atmayı bize açıklamadan önce şunu sormak isteriz: Bu ihtilafın hükmü nedir ve ihtilafa düşenler, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in ümmetinden ve müçtehit oldukları halde, bu ihtilaf yüzünden dünyada sapıklığa, ahirette de azaba duçar olurlar mı?’

Allah Rasûl’ünün bu konudaki hükmünden sonra ne benim ne de başkasının hüküm verme yetkisi bulunmamaktadır. Bu öyle bir hükümdür ki, her samimi kalp ve her müminin ruhu, onun karşısında titrer.

Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ‘...ve bu ümmet yetmiş üç inanç grubuna ayrılacaktır. Biri hariç hepsi cehennemliktir.’[91] Ne de dehşetlidir bu hüküm!

İbadetlerine rağmen cehennemliktirler...

Cihatlarına rağmen cehennemliktirler...

Davetlerine rağmen cehennemliktirler....

İslâm’a yardım edip Müslümanları savunmalarına rağmen cehennemliktirler.

Güç ve kuvvet Allah’a mahsustur... Kimdir acaba vakitlerini zayi edip mallarını harcayıp şurada burada nefes tükettikleri halde cehennemlik olan insanlar...?

 

Acaba adı geçen yetmiş iki fırka Müslüman mıdır gayrimüslim midir?

Ancak... Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem): ‘... cehennemliktirler’ sözüyle Müslümanları mı yoksa İslâm’dan çıkmış veya zaten Müslüman olmayan diğer gayrimüslim grupları mı kast etmiştir?

Şüphesiz Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in kast ettiği kimseler, ana gruba muhalefet eden Müslümanlardır. Çünkü Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem): ‘Ümmetim gruplara ayrılacaktır’ demekle genelde Müslümanlıklarını ispatlamıştır. Bunlardan maksat, davete icabet eden ümmettir ki, onlar Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in şahadetiyle Müslüman’dırlar.

Şeyhulislâm, bir grup imamdan naklen şöyle demektedir:

‘Kuşkusuz Cehmîler, tıpkı münafıklar gibi, gayrimüslim olup adı geçen yetmiş iki gruba dahil değildirler. Onlar aynı zamanda zındıktırlar.’[92]

Daha sonra şöyle der:

‘Bid’at ehlinden olan bazı kimselerde gizli ve açık iman bulunmakta, ancak aynı zamanda bilgisizlik ve haksızlık da bulunmaktadır. Bu grup ne kâfir ne de münafıktır.’[93]

Munâvî ise şunları söylemektedir:[94]

‘Ümmetin gruplara ayrılması, dinin esasları konusunda değil, fıkhî ayrıntılarda ihtilafa düşmesi demektir. Ümmetten maksat ise, davet çerçevesinin içinde topladığı Kıble ehli kimselerdir.’

O halde Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in, cehennemlik olduklarına hükmettiği ihtilaf ehli Müslüman kimselerdir, namaz kılarlar, oruç tutarlar ve hacca giderler. Evet, İslâm bayrağını yükseltirler, cihat yaparlar, İslâm’a ve Müslümanlara yardım etmeyi severler. Lakin davet, söz sahibi olma ve İslâm’ı zafere götürme konularında Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) ve sahâbelerinin yoluna bağlı kalmazlar.

 

Sen kurtuluş ehli gruptan mısın?

Müslüman kişinin, namazı, ibadeti, cihadı ve İslâm ve Müslümanlara olan yardımından yıllar sonra hala Allah’ın yardımını hak eden gruptan mı yoksa sıkıntıya mahkum gruplardan mı, cennet yolunda mı yoksa cehennem yolunda mı olduğunu bilmemesi çok tehlikeli ve büyük bir iştir.

Evet, pek çok Müslümanlar bundan gafil bulunmaktadırlar. Onlar, sadece iyi niyetlerinin, imanlarının, namazlarının ve cihatlarının, ilahî yardımı hak eden gruptan oldukları anlamına geldiğini ve yöntemlerini gözden geçirmelerine ihtiyaç bırakmadığını zannetmektedirler.

Bu arada tehlike, aynı zamanda iki taraf arasındaki sayısal oranda da yatmaktadır. Bu oran çok yüksektir. Zira bir grup kurtuluş ehli iken, yetmiş iki grup helak olacaktır.

O zaman ben, yardımı hak eden gruptan mı yoksa sapık gruplardan mı olduğumu nasıl bilebilirim? Kaldı ki her bir grup, yardımı hak eden grubun kendisi olduğunu iddia etmekte ve insanları, özellikle de gençliği kendine çekmeye çalışmaktadır.

‘Herkes Leyla’ya kavuşacağını iddia etmekte

Oysa Leyla bu konuda onları onaylamamakta’

Onların tamamı, bir takım deliller anlatırlar... Ben ise, ne delilleri birbirinden ayırt edecek ilme ne de sapık grup inanç ve düşüncelerine dair geniş vukufa sahibim. Kaldı ki farkında olmadan onların içine düştükleri daireye, dolayısıyla Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in sözünü ettiği cehenneme düşmekten de korkmaktayım.

O halde adı geçen delillerin birbirinden nasıl ayırt edileceğini doyurucu bir biçimde açıklayabilir misin? Kişinin, istenmedik bir duruma düşmemesi için ideal ilke ve standartlar nelerdir? Kimse içine düştüğümüz büyük şaşkınlıktan sonra, ilahî yardımı hak eden gruptan başka bir yerde olmak istemez.

Müslümanların, dile getirdiğin şimdiki ve geçmişteki durumu gerçeğin ta kendisidir. Ayrıca bütün İslâmî gruplar ve çağdaş cemaatlerin, kendi yöntemleriyle ikna oldukları delilleri, onları Kitap ve Sünnete uymayı terk etmeye ve yeni bir yol izlemeye sevk eden gerekçeleri bulunmaktadır.

Örneğin, Hâricîlerin, hem kendilerini hem de onlara uyanları ikna eden bir takım delilleri vardır... Hatta günümüzde bile hala pek çok insan onların delillerine aldanmaktadır.

M‘utezilenin delilleri de, kendilerini itikat ve izlenicek yolda sahâbenin yöntemine muhalefet etmeye ve Allah’ın dini konusunda aklı hakem kılmaya itmiştir. Dolaylı da olsa günümüzde hala insanların pek çoğu, onların gerekçelerine kanmaktadır.

Şiîler ve Sofîler de öyledir.

Aynı şekilde çağdaş İslâmî cemaatlerin pek çoğunun da akıllarınca hem kendilerini hem de onlara uyanları, sahâbeye uymanın gerekli olmadığına ikna eden delilleri bulunmaktadır. Bunu uydurulmuş pek çok delil ve iddialarla yapmaktadırlar: Davanın öngördüğü maslahat, zamanımızın onların zamanından farklı olduğu, amacın aracı meşru kıldığı, bunların amaç değil araç olduğu, bizim yapıcı olduğumuz, yıkanların ise yöneticiler olduğu gibi gerekçeler.

Delil sandıkları ve hem kendilerini hem de iyi niyetli gençliği şaşkına çevirdikleri bu ve buna benzer hususlar...

Şâtibî der ki:

Sünnete bağlı ve sünnet ehlinden olduğunu iddia eden Sünnet harici her kesin, kendi meselelerinin özellikleri ilgili bir takım zorlama delillere başvurmaları kaçınılmazdır. Hatta bu ümmetin, Sünnete bağlı olduğunu ileri süren her bid’atçısı için de aynı durum söz konusudur.’[95]

O halde bu problemlerin çözümüne ve hidayetin başlangıcına doğru...


BEŞİNCİ BÖLÜM

 

Çözüm Öncesi Koruyucu Bazı Tedbirler

 

 

1- Her Şeyden Önce Kurtuluşu Düşünmek

 

Çözümün ayrıntılarına dalmadan önce yanlış yapmaktan koruyacak, doğru olan yolu izlemeye ve problemleri çözmeye yardımcı olacak bazı uyarı ve koruyucu tedbirlerin sunulması gerekmektedir:

Akıllı insan, her şeyden önce; cihat, yönetim veya davet ile ilgili olarak fikir yürütmeden önce kıyametteki kurtuluşunu düşünen kişidir.

Aynı zamanda kendi dışındaki yöneticiler, davetçiler, âlimler, fasıklar, facirler, bid’atçılar, müşrikler, kâfirler ve mürtetleri düşünmeden, kendini insanların yargılayıcısı ve sorgulayıcısı makamına oturtup kimisine fasık, kimisine de kâfir demeden önce bunu yapar.

Allah Azze ve Celle şöyle buyurur:

‘O halde onlara üzülüp kendini mahvetme!’ (Fâtır, 35/8)

‘Şimdi bu Kur’ân’a iman etmezlerse, belki arkalarından esef ederek kendini üzeceksin.’ (Kehf, 18/6)

Yani belki de iman etmedikleri için, onlara duyduğun üzüntüden kendini helak edersin.

Kıyamet gününün mahşer alanlarında, o korkunç durak ve heybet dolu makamda başta Nebîler olmak üzere, insanların söyledikleri yegane söz ‘nefsim nefsim’ olacaktır.[96]

Ancak o gün yaratıklara şefaat edecek olan Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) bundan müstesnadır.

Bu arada aceleci birileri, bu sözlerimden küfrü, fasıklığı veya bid’atçılığı ortaya çıkmış olan kimse hakkında hüküm verilemeyeceğini anlamamalıdır. Hayır bunu demek istemiyorum, ancak bu tür hüküm vermenin, gençlerin temel uğraşları haline gelmesi ve bu işe ehil olmayan çok genç, bilgisi az ve tecrübesiz kimselerin bu hükmü vermeye kalkışması caiz değildir. İnsanları bid’atçılık ve fasık olmakla suçlamak, onları ilim tahsili ve güzel ahlâk konusunda kendi nefisleriyle uğraşmaktan alıkoymuştur.

Ne var ki günümüzde davetçilerin pek çoğu, özellikle de gençler, bu meseleden gafil kalmışlardır. O kadar ki biz, herhangi bir davetçinin, hepsi adına kendisi hesaba çekilecekmiş gibi yöneticiler, gayrimüslimler ve birleşmiş milletlerden söz ederken kendisini ve çevresindekilerin eğitimini ihmal ettiğini ve ne kendi kurtuluşunu ne onların kurutuluşunu ve sonunu ne de çağrıda bulunduğu hususun doğru olup olmadığını düşünmediğini görmekteyiz.

‘Siz Kitabı okuduğunuz halde, insanlara iyiliği emrederken kendinizi unutuyor musunuz’ (Bakara, 2/44)

Çoğu zaman da bunlardan kimisinin, aykırılıklar, hatta büyük günahlar işlediğini, hakkında Allah’ın hiçbir delil indirmediği hususlara çağrıda bulunduğunu, hiçbir dayanağı olmadığı halde, bir şey üzere olduğunu sandığını görürsün. Ayrıca insanları ifadeleriyle aldatmakta, bazı tutumlarıyla yanıltmakta, saatlerce ayetsiz ve hadissiz konuşarak temellendirmeler yapmakta, sözlerinin vakit kaybetmek ve enerjileri boşa harcamaktan başka hiçbir değer ifade etmediği olaylarla uğraşmaktadır.

Nitekim Seyyid Kutup bunlara ‘Siyasi olaylarda boğulmamalarını’ ve ‘bu daveti kabul edenlerle ilgilenmelerini’ öğütlemektedir.[97]

Allah Azze ve Celle şöyle buyurur: “De ki: ‘Ey Kitap ehli, siz Tevrat’ı uygulamadıkça hiçbir şey üzere değilsiniz.’” (Mâ’ide, 5/68)

Bunun gereği ve kaçınılmaz sonucu şudur:

Ey İslâm ehli, siz Kur’ân’ı uygulamadıkça hiçbir şey üzere değilsiniz. Kur’ân’ı uygulamak ise, ancak Sünneti uygulamakla gerçekleşebilir. Kur’ân ve Sünnetin doğru uygulanması ise, tıpkı emredildiği gibi, ancak bu ümmetin Selefinin yöntemine uygun olarak mümkün olabilir.

Nitekim inanç, vacipler, Sünnetler, menduplar, kardeşlik, cihat, meşru siyaset ve güzel ahlâk Selefin yönteminde bulunmaktadır.

Binaenaleyh Kitap ve Sünneti ümmetin Selefinin yöntemine uygun olarak uygulamayan, Kur’ân’ı uygulamamış olur.

Sonra kurtuluşu düşünmek, hidayet yolunu bilip onu izlemek, sahibine sağlayacağı büyük yararın ötesinde, Müslümanları birleştirmenin, durumlarını düzeltmenin ve dünya ve ahirette kurtuluşa ermelerinin önemli faktörlerinden biridir.

Zira ümmetin durumu, ancak fertlerinin durumlarının düzelmesiyle düzelir ve ümmet, fertlerinin kurtuluşuyla kurtulur.

Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: “Kişi: ‘İnsanlar helak olmuştur’ dediği zaman o, onların en fazla helak olanıdır (veya onları o helak etmiş olur.)”[98]

Allah ümmetin uyanmasını dilediği zaman

Ona fertlerin uyanışını ilham eder.

Ayrıca, kurtuluşu düşünmek nefsi hidayet etmek, ahlâkı da güzelleştirmek demektir.

Çünkü Allah’ın azap ve mükafatını, kendisinin de O’na ibadet etmek için yaratıldığını, sonra kurtuluşa ereceğini düşündüğü zaman, durumunda genel bir düzelme meydana gelir, tabiatı yumuşar ve kardeşlerine karşı alçak gönüllü olur. Bu ise, Allah’tan başkasının bilemediği iyiliklere vesile olur.

 

Akıllı kimsenin belirgin özellikleri

Akıllı kimsenin belirgin özeliklerinden bazıları, hareket etmeden önce yolu tanımaya çalışması ve gece yolculuğuna çıkmadan önce lambayı yakmasıdır.

Bir yol izledikten sonra kendini bu yolun doğruluğuna ikna etmesi, ardından da bunun doğruluğuna dair deliller toplaması ise, insanların büyük bir kısmının işlediği büyük hatadır. Ne yazık ki, Allah’ın hidayet verdikleri hariç, hepimiz bu kişinin durumundayız. Acaba neden o cemaate intisap etmeden önce ilahî yardımı hak eden grubun niteliklerini sormadı! ve şu ya da bu cemaati savunmadan önce neden kurtuluş ehli grubun temel ilkelerini tanımadı!

Bizlerden her biri, ilahî yardımı hak eden gruptan olduğuna inandığına göre, o zaman sapık gruplar nerede?

 

2- İyi Niyet Kitap ve Sünnete Uymanın Alternatifi Değildir.

 

Bu, başarı ve kurtuluş için de yeterli olmamaktadır.

Kendi yaptıklarına veya başkalarına, niyetlerinin iyi oluşunu delil gösterenler pek çoktur. Onlar şöyle derler: ‘Niyetlerimiz iyidir ve biz sadece iyilik istedik.’ Bunu söyleyenin liderinin veya başkanının veya mürşidinin daveti tartışıldığı zaman, hemen şu cevabı verir: ‘Sen onun niyetinden kuşku mu duyarsın?! O iyi niyetlidir ve sadece iyilik yapmak istemektedir.’

Ne var ki bunlar şu hususları görememektedirler:

a) İyi niyetin yeri kalptir ve onu, bilinmeyenleri bilen Allah’tan başkası bilememektedir. O zaman bu söylediklerini nasıl söylerler.

b) Varsayalım ki biz, onun niyetinin iyi olduğunu bildik, acaba bize, Kitap ve Sünnette iyi niyet sahiplerine mi yoksa Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’e ve hakkında delil bulunana mı uymak emredilmiştir. Acaba Kitap ve Sünnette iyi niyetin delil oluşu yer almış mıdır?!

c) Kişinin iyi niyeti veya iyiliğe olan arzusu ve çaba harcaması, dosdoğru yol üzere oluncaya kadar onun hakka olan ihtiyacını ortadan kaldırmamakta ve bu kimse, sadece düşünce ve görüşle değil, ancak ve ancak Allah’ın Kitabında, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in da Sünnetinde açıkladığı, Selef-i Salihin yürüdüğü yolda izlediği kurtuluşa erecek grubun yoluna tâbi olmakla dosdoğru yola girmiş olmaktadır.

Allah: ‘Sana emredildiği gibi dosdoğru ol!’ (Hûd, 11/112) buyurmakta, yoksa: ‘Düşündüğün gibi, arzuladığın gibi ve sahip olduğun kanaate göre dosdoğru ol’ dememektedir.

Bir de şöyle buyurmaktadır: ‘Her kim ki, Rabbi’nin huzuruna çıkacağını umuyorsa yararlı bir iş yapsın ve Rabbi’ne kullukta hiç kimseyi ortak koşmasın.’ (Kehf, 18/110)

Yararlı iş -salih amel- hakkında Kitap, Sünnet ve Selefin uygulamasından delil bulunan şeydir.

Yoksa yararlı iş, kendince yararlı bulduğun veya başkasının yararlı oluşuna seni ikna ettiği şey değildir.

Allah şöyle buyurmuştur:

“De ki: ‘Kendileri, iyi bir iş yaptıklarını sandıkları halde, dünya hayatında işlerinde en fazla zararlı çıkıp çabaları boşa gidenleri haber vereyim mi?’” (Kehf, 18/103)

Bu ayette kişinin, iyi niyetine rağmen yolunu doğru seçmediği zaman zarar edebileceğine büyük bir işaret vardır. Öyleyse bundan daha büyük bir zarar var mıdır?

Nitekim kimileri, namaz kılıp zekat verdiği, hakka davet edip cihat yaptığı, hapse atılıp işkence gördüğü ve iyi bir iş yaptığını sandığı halde, aynı zamanda yaptıklarını fesada götüren ve yok eden bir inanç saplantısı veya yöntem sapması içinde olabilir. Çünkü ibadeti, daveti, cihadı ve fedakarlığında doğru yol olan Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashâbının yolunu izlememiştir.

Allah buyurur ki:

‘Hiç kötü ameli kendisine güzel görünen kimse, hakkı hak ve batılı batıl gören kimse gibi midir! Doğrusu Allah, dilediğini şaşırtır.’ (Fâtır, 35/8)

Bu ayette yapılan işin, iyi olması için iyi niyetin yeterli olmadığına işaret vardır.

Bu nedenle Sufyan şöyle der: ‘Hiçbir söz uygulamasız, hiçbir söz ve uygulama niyetsiz, hiçbir söz, uygulama ve niyet de sünnete uygun olmadıkça doğru olamaz.’[99]

Fudayl b. Iyâd ise, ‘Hanginizin yaptığının daha iyi olduğu konusunda sizi sınamak için’ (Mülk, 67/2) mealindeki ayette ‘daha iyi’den maksadın daha içten ve daha doğru olduğunu söylemiştir. Dediler ki: ‘Ey Ebû Ali, daha içten ve daha doğru olan nedir?’

Şöyle dedi: ‘Yapılan iş, içten ancak doğru olmadığı zaman kabul edilmez. Doğru olup içten olmadığı zaman da kabul edilmez. Meğer ki hem içten hem de doğru olmuş olsun. Bu arada içten olmak demek, Allah için olması, doğru olmak demek ise, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in sünnetine uygun olması demektir.’[100]

Muhtemelen gerek namazımızda gerekse de başka durumlarda, günde birkaç kez: ‘Bizi dosdoğru yola ilet’ (Fâtiha, 1/6) dememizin sırrı da budur. Allah bunun yerine: ‘Bizi iyi niyete ilet’ dememiştir.

Evet, iyi niyet, doğru yolun bir parçasıdır, ancak Allah, dosdoğru yoldan amacın ne olduğunu: ‘Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna’ (Fâtiha, 1/7) sözüyle açıklamaktadır. Bu ise, yolun iyi niyetle birlikte doğru olması demek olup bu iki husus birbirinden ayrılmamakta ve sahipleri sapıklığa düşmemektedir.

Allah, bizi de sizi de sapıklıktan korusun!

 

İyi niyet Cehennem’den kurtarmaz

Sapık grup taraftarlarının pek çoğunu gözden geçiren kimsede ağır basan kanı, onların iyi niyet sahibi kimseler oldukları şeklindedir. Bununla birlikte Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem), cehennemlik olduklarına hükmetmiştir. Çünkü onlar, kendi anlayışlarını Seleflerinin anlayışına öncelemişler ve bu yüzden hem sapmışlar hem de saptırmışlardır.

Bu durum, bize Hâricîlerin pek çoğunun yaptıklarında sahip oldukları samimi niyet, kararlılık ve ibadet çokluğunu hatırlamaktadır. Bununla birlikte Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem): ‘Hâricîler, Cehennem’in köpekleridir’ buyurmuştur.[101]

Akıl sahipleri için ibret içeren şu olaya yer verelim:

“Hâricîlerden bir grup, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in sahâbesi olan Abdullah b. Habbâb’la karşılaştılar ve kendisine: ‘Sen Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in sahâbesi olan Abdullah b. Habbâb mısın’ diye sordular. O da: ‘Evet’ dedi. Bunu üzerine: ‘Bize babandan duyduğun bir hadis anlat’ dediler. Dedi ki: ‘Ben babamdan Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in, içinde oturanın ayakta durandan daha hayırlı olduğu bir fitneden söz ettiğini anlattığını duydum.’

Bunun üzerine Hâricîler Abdullah’ı ve hamile olan hanımını, öldürmek üzere önlerine kattılar. Birlikte yürürken Zimmîlerden birine ait bir domuza rastladılar ve onlardan biri, domuzu vurarak derisini yardı. Bunun üzerine onlardan diğer bir adam: ‘Neden bunu yaptın, o bir Zimmînindir’ deyince adam Zimmîye gidip ondan helallik diledi ve kendisini hoşnut etti. Beraber yol alırken ağaçtan bir hurma düşer, aralarından biri, bu hurmayı ağzına atar, bir diğeri: ‘İzinsiz ve parasız ha!’ deyince hurmayı ağzından çıkartıp atar. Buna rağmen Abdullah b. Habbâb’ı götürüp boğazladılar. Sıra hanımına gelince kadın: ‘Ben hamileyim, Allah’tan korkmuyor musunuz’ dediği halde onu da boğazlayıp karnını yardılar. Nedeni ise, kendileriyle beraber olmayan kimsenin kâfir olduğuna inanmalarıdır.”[102]

 

Vay başımıza gelenler

Vay ilimsiz iyi niyet ve davranıştan başımıza gelenler!

Kitaba ve Sünnete uyulmayan ne uğursuz bir katılık!

Kavrayışsız kuru ezber ve fetvanın yol açtığı ne büyük yıkım!

Anlayışları varsa şayet, uzman âlimlerden yüz çevirerek ve onlardan daha doğru yolda olduklarını ve daha güzel işler yaptıklarını sanarak despotlar ve toplumlarına karşı cihat adıyla veya birilerini bid’atçılıkla itham etmek ve bid’atçılardan sakındırmak iddiasıyla, Müslümanların ırzlarını ve kanlarını mubah sayan yeni yetmelerin anlayışlarından Allah’a sığınırım.[103]

İbn Mes‘ûd da, bid’atçılıklarını iyi niyet gerekçesine dayandırarak: ‘Allah’a yemin ederiz ki biz, bununla sadece iyilik yapmak istedik’ diyen bir topluluğa şöyle demiştir: ‘İyilik yapmak isteyen nice kimse vardır ki, onu elde edememiştir.’[104]

Bu arada Yaratıkların en iyi niyetlisi, dili ve kalbi en doğru, en akıllısı ve en doğru görüşlü olanı Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) bile, bütün bu üstün vasıflarına rağmen, Bedir esirleri ve cihadı terk etmeleri konusunda münafıklara verdiği izne ilişkin içtihadında isabetli karar verememiş ve: ‘Allah seni affetsin, neden onlara izin verdin!’ (Tevbe, 9/43) mealindeki ayetle uyarılmıştır.

Bundan şu kurala ulaşmaktayız:

İyi niyet, ne doğrunun delili, ne de hakkın kanıtıdır.

Çok faydalı olduğu için bunu iyi düşünmeli ve ondan sonra iyi niyeti ne kendi yaptığımızın ne de başkasının söz veya davranışının doğruluğuna delil göstermemeliyiz. Zira doğruluk, iyi niyetin kaçınılmaz sonucu değildir.

 

3- Açık Delil İle Göz Boyamayı Ayırt Etmek

 

Bu koruyucu tedbiri bilip onu uygulamak, tökezlemekten ve sapmaktan korunmanın en önemli faktörlerinden, hatta kayıtsız şartsız en önemli faktörüdür. Çünkü açık delil ile göz boyamayı ayırt edememek, Yahudî, Hıristiyan ve diğer pek çok milletlerin sapıklığa düşmesine sebep olmuştur.

Ayrıca bu iki hususu birbirine karıştırmak, ve ayırt edememek, grupların ana cemaat olan Sünnet ve cemaat ehlinden kopmalarına da sebep olmuştur.

‘Allah’a yemin olsun ki biz, senden önceki kimi topluluklara Nebîler gönderdik de Şeytan onlara, yaptıklarını bezeyip güzel gösterdi.’ (Nahl, 16/63)

O halde açık delil, yanlışla doğrunun ve hak ile haksızlığın ayırt edilmesine yarayan delildir.

Göz boyama ise, aslında serap gibi hayali olan bir şeyin, bakanın gözünde delil gibi gösterilmesidir. ‘Susayan kişi, onu su sanır. Nihayet yanına geldiğinde onun bir şey olmadığını görür.’ (Nûr, 24/24)

Şunu da bilmek gerekir ki göz boyama, Allah tarafından yapılan bir imtihandır. ‘İnsanlara, nefsin isteklerine yönelik sevgi, süslenip bezendi.’ (Âl-i ‘İmrân, 3/14) ‘Biz yeryüzünde olan şeyleri, yer halkına bir süs yaptık ki, insanların hangisi daha güzel bir amelde bulunacağını imtihan edelim.’ (Kehf, 18/7)

Bazen de bu, şımartmadır ve cezaya dönüşür. ‘Ahirete iman etmeyenlere, yaptıklarını süslü gösterdik.’ (Nahl, 16/27)

Bunu Şeytan yaptığı zaman da şımartma ve saptırma olur:

‘Şeytan, onlara, yaptıklarını süslü göstererek kendilerini yoldan alıkoydu. Böylece onlar hidayete ermezler.’ (Neml, 27/24)

Delil ile göz boyama arasında pek çok insanın kavrayamadığı ince bir mertebe vardır. O da, pek çok kimsenin, ayırt edemeyip delil haline getirdikleri, onunla helalı haram kıldıkları ve suçsuzları ithamda kullandıkları karinedir.

Eğer karine delil olsaydı, haşa Yusuf’un, elbisesinin yırtıldığı gerekçesiyle zinakâr olması gerekirdi. Aynı şekilde ‘Â’işe (radıyallahu anha)’nın da, tenhada bir adamla baş başa kalması karinesiyle zina yapmış olması gerekirdi. İşte münafıkların, suçsuz insanları varsayımlardan hareket ederek itham etmek suretiyle yapmak istedikleri de budur. O halde onlardan olmaktan sakınmak gerekir.

Zamanımız insanlarının delillerinin büyük bir kısmı da karinelerdir.

Örneğin, bazı yöneticilerin, Müslümanlara zulmedip hapishanelerde onlara işkence yapmalarını bazı kimseler, küfürlerine delil kılarken, âlimin bu şüpheli karineyi reddetmesini de onun iş birlikçiliğine delil saymışlardır.

 

Bu koruma tedbirinin delili

Bu koruma tedbirinin aslı şu ayettir:

‘Şimdi Rabbi katından açık bir delil üzere bulunan kimse, hiç o kötü davranışı kendisine güzel gösterilmiş de nefsinin arzularına uyan kimselere benzer mi!’ (Muhammed, 47/14)

Ayetteki ‘Rabbi katından’ ifadesinde açık delilin sadece Allah’tan olacağına dair kayıtlama ve açıklama vardır. Göz boyamanın kaynağı ise rey, istihsan, maslahat, şartlar, hizipçilik ve fiili durumdur ki bu, dine aykırı davranmaya yol açtığı zaman, nefsin arzusu ve Şeytan’ın adımlarının ta kendisidir.

İbn Kesîr, bu ayetin baş kısmını tefsir ederken şöyle der:

“Yani, Allah’ın emri ve dini konusunda Allah’ın, Kitabında indirdiği hidayet, ilim ve Allah’ın, kendisini üzerinde yarattığı sağlam fıtrat konusunda basiret ve kesin inanç sahibi olan kimse: ‘Hiç o kötü davranışı kendisine güzel gösterilmiş de nefsinin arzularına uyan kimselere benzer mi!’ Yani o bunlara benzememektedir.”

Yani Allah’ın, kitabında indirdiği, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in da Sünnetinde ilke edindiği açık delile uyan kimse, sonradan uydurulmuş yöntemler ve pek çok hatalı ve sapık Müslüman grupların, tuzağına düştükleri göz boyayıcı düşüncelerden esinlenen ve buna uyan kimse gibi midir! Bu grupların kimisi geçmişe, kimisi de çağımıza ait olup bu durum, onların sapkınlıklarına sebep olmuştur.

Seyyid Kutup, bu ayeti tefsir ederken şöyle der (6/3291):

“Bu temel fark, her iki tarafın üzerinde bulundukları durum, yöntem ve davranış biçimleri bakımından hep aynı kalmaktadır. Bu nedenle Rablerinden gelen açık delile iman edenler, hakkı görüp onu tanımışlar, kaynağından emin olmuşlar, Rablerine bağlanarak kesin inançla ve aldatılıp saptırılmaksızın esasları ondan almışlardır. Kafir olanlara gelince, kendilerine süslü gösterilen kötü davranışlarını, kötü olmasına rağmen güzel görmüşlerdir. Ancak bu, bir inanç olmayıp ne dayandıkları bir kural ne kıyaslama yapacakları bir temel ne de onlar için hakkı batıldan ayıracak bir ışık olmaksızın nefislerinin arzularına uymaktan ibarettir.

Şimdi bunlar birbirlerine benzerler mi! Onlar, durum, yöntem ve yaklaşım bakımından birbirlerinden farklı olduklarından ne ağırlıkları ne bekledikleri karşılık ne de akıbetleri bakımından aynı olmaları mümkün değildir.”

Bu, insaflıca düşünüldüğü zaman kimin hak üzere olduğu anlaşılır. Bunlar, Selefin yöntemi doğrultusunda Kitap ve Sünnete dönüş yapmaya çağıranlardır.

Yoksa şaşkınlık içerisinde, önlerini görmeksizin ve sendeleyerek yürümeye çalışanlar mıdır hak üzere olanlar!

 

Bir incelik

Süslü gösterme tabirinde şu incelik bulunmaktadır: Davranışı kendisine süslü gösterilen kimse, iyi niyetli olabilir ve yaptığı işin iyi olduğunu düşünebilir. Aynı zamanda bilerek kötülüğe uymamış da olabilir. Nitekim bu ihtimalin en açık delili, katıksız batıl olduğu halde hak gördükleri hususları savunmak için savaşan ve bu nedenle hem öldüren hem de öldürülen Hâricîler, M‘utezile ve diğer grupların sıradan mensuplarının yaptıklarıdır.

 

Göz boyamadan bazı örnekler

Bu örneklerden biri, Allah faizi  haram kıldığında müşriklerin: ‘Satış da ancak faiz gibidir’ (Bakara, 2/275) demeleridir. Oysa bu, Şeytan’ın kafirlere yönelik bir göz boyaması olup, faizin da tıpkı satış gibi kazanç ve kar gerekçesine dayandığı, gerekçe aynı olduğuna göre faizin da haram olmaması gerektiği aldatmacasıdır.

Müminler ise: Allah’ın hükmünü duyduk ve itaat ettik, dediler.

Öyleyse hangi taraf güvenilmeye daha layıktır?

Çağdaşçılar ise şöyle derler: Faizsiz olamaz, zira o çağdaş ticaretin sinir sistemi ve ekonominin temel taşıdır.

Müminler de derler ki: “Eğer onlar: ‘Dinledik, itaat ettik. İşit ve bize bak’ deselerdi, elbette kendileri için daha hayırlı olurdu.” (Nisâ, 4/46)

Çünkü kulların ticaretlerini elinde bulunduran, ekonomiyi inşa eden ve yıkan, dilediğine kar dilediğine de zarar ettiren Allah’tır.

Göz boyamanın örneklerinden biri de, çağdaş düşünürlerden birinin söylediği şu sözdür:

‘Ebû Bekir ve Ömer (radıyallahu anhum)’un uygulamalarına bağlı kalmak gerekmez. Gerekli olan, çağ ve realiteyle uyum içinde olmaktır.’

Sonra aynı düşünür, göz boyamacı bir sunum yaparak şöyle demektedir:

‘İslâm güçlüdür ve korkulacak durumda değildir. O halde diğer akımlardan etkilenmez. Dolayısıyla İslâm’da çok partililiğin oluşturulmasına hiçbir engel bulunmamaktadır. Böylece komünistlerin, laisistlerin, idealistlerin ve Allah’ın birer partisi olacak ve bu partinin oyları da tıpkı diğer partilerin oyları gibi olacaktır.’

İşte böylece bu düşünür, Ebû Bekir ve Ömer (radıyallahu anhum)’un uygulamalarında somutlaşan delili reddetmekte, çağa hoş görünmekte, insanları göz boyamacı sunumlar ve hayalci düşüncelerle aldatmaktadır. İnsanlar ise, bu yapılanlardan hareketle inançta, yöntemde ve aynı görüş etrafında birleşmede Selefin uygulamasına ters düşmektedirler.

Allah’ın, açık delil ile göz boyamayı ayırt etmek demek olan bu koruyucu tedbirle korumadığı kimse ise, yönetimin herhangi bir şeye cevaz vermesini veya ona ses çıkarmamasını o işin caiz olduğuna ve davetçinin hapse atılmış olmasını, teliflerinin sayısını veya taraftarlarının çokluğunu, söylediklerinin doğruluğuna delil göstermektedir. Buna göre, mücahidin cihadı veya şahadeti, onun samimiyetine ve yönteminin doğruluğuna yeterli delil olarak görülmektedir. Böyle düşünen bir kimse, yöneticilerle çekişmenin, izlenen yolun doğruluğuna yalnız başına yeterli delil olduğuna inanmaktadır.

Böylece günümüz insanlarının pek çoğu, Kitap, Sünnet ve icma delillerini, basit ve bilgisiz yeni yetmeler nezdinde kabul gören bir takım göz boyayıcı çağdaş düşünsel delillerle değiştirmiş oldular.

 

Bu tedbirlerin özeti

a) Müslüman, başkasının kurtuluşundan önce kendi kurtuluşunu düşünmeli ve adım atmadan önce yolu belirlemelidir.

b) İyi niyet, yolun doğruluğunun delili değildir ve cehennemden kurtarmamaktadır.

c) Müslüman, açık delil ile göz boyamayı, delil ile saptırmayı ayırt etmelidir.

Doğru yola ileten ise Allah’tır.

 

Temellendirme ve bu koruyucu tedbirleri uygulamanın yararları

Sahâbeler, bu koruyucu tedbirleri kavrayıp onları uygulayınca, Allah kendilerini düşünce karmaşasının fitnesi, vesileler adı altında yollar, din adına da bid’atlar uydurmaktan korumuş oldu. Aynı zamanda onlar, bu hususlara karşı kasırgalar karşısındaki sıradağlar gibi direndiler. Bunu da Allah’ın lütfü ve Rasûl’ünün terbiyesinden sonra bilimsel temellendirme ve eğitsel metot sayesinde yapabildiler.

Bu arada bir hadiste ‘Â’işe (radıyallahu anha), kendisine: ‘Hayız gören kadın neden orucu kaza eder de namazı kaza etmez’ diye soran kadına: ‘Yoksa sen Hâricî misin?’ Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) döneminde herhangi birimiz, hayız gördükten sonra namazı kaza etmekle emredilmiyordu.’[105]

Konumuz olan bilinçlenmenin temellendirilmesi konusunda çok yararlı olduğu için bu hadisi iyi düşünmek gerekir. Zira burada ‘Â’işe, o kadına karşı herhangi bir gerekçe, düşünce, analiz ve tereddüt olmaksızın, sadece Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in emrini delil göstermiştir.

Kendisine: ‘Yoksa sen, yönteminde nassları kişisel görüş ve arzuyla reddeden ve onları kabul etmeyen Hâricîlerden bir kadın mısın’ demek istemiştir.

Nitekim akıllı bir insan, halimizi düşündüğünde günümüz insanlarının nasıl da farkında olmadan Hâricîlerin yolunu izlediklerini anlar.

Bu nedenle kendi kurtuluşunu isteyen akıllı kimseye yakışan, bid’atçılık değil, Kitap ve Sünnete uymaktır. Zira doğruluğu ve kurtuluşu garanti eden husus Kitap ve Sünnete uymak, sapkınlık ve helak olmanın yolu ise bid’atçılıktır.

 

Vedalaşmadan önce

Akıllı ve insaflı kardeşime şunu hatırlatırım: Bu kitabın amacı, belli bir kişi veya özel bir cemaati hedef almak değildir. Ana hedefi, acı bir gerçeğe doğru bir teşhis koymak ve bu gerçeği doğru çözüme kavuşturmaktır Yanı sıra bu, söz konusu uyanışı yönlendirip temellendirmek için samimi bir çaba, gayretli bir adım, bireylerini hak ve verimli yöntem doğrultusunda bilinçlendirip sebatlı kılmaktır. Yoksa amaç, onları bir haykırışla yok olan ve bir üflemeyle sönen heyecanlı duygu ve geçici coşku doğrultusunda eğitmek değildir. Aksi halde düşmanlarını sevindirmiş ve amaçlarının gerçekleşmesine katkıda bulunmuş oluruz. Oysa temellendirme ve güzel eğitim sayesinde hak var oldukça onlar da var olmakta ve tıpkı Nebîlerin direnip düşmanlarını perişan etmeleri, dünyada söz sahibi olmaları ve ahirette kurtuluşa ermeleri gibi, direnerek aynı sonuçları elde ederler.

‘Köpüğe gelince, o atılır gider. İnsanlara fayda veren şey ise yeryüzünde kalır.’ (R‘ad, 13/17)

 

Son olarak...

Bir kimse, ilahî yardımı hak edenlerden olup olmadığını öğrenmek istediğinde onların Kitap ve Sünnetten alınan açık delillere dayanan niteliklerine, kurallarına, temel ilkelerine ve kavramlarına bakması gerekir. İşte her onurlu insanın, yola çıkmadan ve adım atmadan önce, miras aldığı her türlü eski alışkanlıktan, hiçbir delil sunamayıp sadece hikaye ve masallar anlatan her şeyhten ve Kitap, Sünnet veya Selefin uygulamasında bir delili bulunmayan her sözden yüz çevirerek bilmesi gerekenler bunlardır. Çünkü yüz çevrilmesi gereken söz konusu hususlar, kıyamet günü Allah katında hiçbir işe yaramayacaktır. O gün sadece, Allah’ın huzuruna duru bir kalp ve dosdoğru bir yöntemle gelen kimse kurtuluşa erer. O halde emredildiği gibi dosdoğru olmak gerekir. Allah, dosdoğru olmayı emrederken: ‘istediğin gibi, anladığın gibi veya canının istediği gibi’ dememiştir. Allah’tan dileğim, bize rüştü ilham etmesi ve bizi Nebî (sallallahu aleyhi ve sellem)’e uymaya, yolunu açıklamaya, ashâbının yöntemine ve bu yöntem üzere yürümeye muvaffak kılmasıdır. Zira Allah, bunun sahibi ve ona kadirdir.

 

 



[1] Sahih olan bu hadisi Ebû Dâvud, Melâhim, (no: 4297); Ahmed, Musned (5/278) ve diğerleri rivayet etmişlerdir.

[2] Bunlar, komünizm çökmeden önce yazılmıştı. Ancak üzerinde henüz birkaç ay geçmişti ki, komünizmin karargahları peş peşe düşmeye başladı. İki yılın ardından da Sovyetler Birliği diye adlandırılan en büyük kaleleri, zulüm, yalan ve halklara iftirada bulunmanın sembolü haline gelmek üzere yıkılmış oldu. Var mı bundan ibret alacak!

Ne yazık ki, pek çok Müslüman yazar, o zamanlar Sovyetler Birliği, komünizmin gelişinin kaçınılmaz olduğu ve benzeri konularda uyarıda bulunuyorlardı. O kadar ki, bu konuda konferanslar verildi ve kitaplar yazıldı. Kitap ve Sünnet’e uyanlar ise, problemin düşmanın gücünde değil, Müslümanların güçsüzlüğünde olduğunu görüyorlardı. Sonra doğru ortaya çıktı. Ancak buna rağmen hala Selefin metoduna çağrıda bulunanları, gerçek hukuku bilmemekle itham etmeye devam etmektedirler. Şimdi bu ithamı kimin daha çok hak ettiği, üzerinde düşünmeye değer bir husustur.

[3] Bu sözler, Bosna Hersek olaylarından önce yazılmıştı.

[4] Bu konunun yazılmasından birkaç gün sonra, ABD’nin büyük bir şehri olan Los Angeles şehrinde eşi olmayan derecede barbarca, acımasızca ve vahşice anarşi, soygun, yakma ve öldürme olayları meydana geldi. Birbirlerini soydular, öldürdüler ve kendi elleriyle birbirlerinin mallarını yurtlarını yaktılar.

Bunları birbirlerine yapan bu insanlar, acaba fırsat bulduklarında kendilerine düşman bildikleri Müslümanlara neler yaparlar?!

O halde ibret alın ey basiret sahipleri!

Aslında bundan daha tuhaf olan, hala aynı yöntemle toplumları yapılandırmaya çağrıda bulunanların durumudur. Bu yol, parayla her şeyin yapılabileceğine inanan maneviyatsızlık, haramları mubah sayan dinsizlik, ve ahlâkı göz ardı eden anarşi yoludur.

Bu ve Bosna Hersek olayları gibi bilinen ünlü benzer olaylarla sabit olmuştur ki onlar, bu sinsi gülümseyişlerinin ardında birikmiş zehirimsi bir sitem ve anında öldüren bir kin gizlemektedirler. Yanı sıra ruhlarında hem birbirlerine hem de Müslümanlara karşı kara bir kin ve çirkin bir entrika saklamaktadırlar.

Eğer biz Kitap ve Sünnet’le aydınlanmış ve kalplerimiz onlarla beslenmiş olsaydı, ne olayları delil göstermeye ne de onları analiz etmeye ihtiyacımız olurdu. Aksine Rabbimizin şu öğütleri bize yeterdi:

‘Onları toplu sanırsın, oysa kalpleri darmadağındır.’ (Haşr, 59/14)

‘Onlar, hiçbir mümin hakkında ne akrabalık bağlarını ne de sözleşme hükümlerini gözetirler.’ (Tevbe, 9/10)

‘Sinelerinin gizli tuttukları ise daha büyüktür.’ (Âli ‘İmrân, 3/118)

[5] Müslim, (4/2216).

[6] Hadisin tahrici gelecektir.

[7] Eğer birileri dese ki: Düşman, sen kendini tedavi edinceye kadar bekler mi? Ben şöyle cevap veririm: Amaç, İslâmî cemaatin, çatışmayı başlatan taraf olmaması ve insanları kendine karşı kışkırtmamasıdır. Bir de temkinsiz başlangıç, bütün Nebîlerin prensibine aykırıdır. Eğer Müslümanlar, dosdoğru yoldayken ölürlerse, bu onlar için Nebîlerinin prensibine aykırı davranmakta iken ölmelerinden hayırlıdır. Aslında meselenin, diğer bölümlerde gelecek olan ayrıntılı izahları söz konusudur.

[8] Bu, bu kitapta tekrarlanan bir hadisin bir bölümüdür. Hadisi Ebû Dâvud rivayet etmiş (no: 3462) ve hocamız, es-Sahîha (no: 11)’de sahih olduğunu söylemiştir.

[9] Hadisi İmam Ahmed, Musned (2/226); Ebû Dâvud (4207) ve diğerleri rivayet etmişlerdir. Hocamız Sahîhu’l-Câmi‘’de hadisin sahih olduğunu söylemiştir.

[10] Hadisin tahrîci gelecektir.

[11] Hadisi Abdurrezzâk (no: 20100)’de rivayet etmiştir. Bunun örnekleri Taberânî’nin el-Kebîr (2/155), Şâfi‘î, Musned (233) ve Beyhakî (7-76)’da bulunmaktadır. Hocamız, es-Sahîha (1803)’te hadisin sahih olduğunu söylemiştir.

[12] Hadisi İbn Hibbân (65), Taberânî (1647), Bezzâr (147) Ebû Zer’den; Ahmed (5/153) ve Tayâlisî (479) ise, onu Ebû’d-Derdâ’dan rivayet etmişlerdir. Birinci rivayet sahih li zâtihîdir. Hocamız, es-Sahîha (1803)’te hadisin sahih olduğunu söylemiştir.

[13] Tahrîci gelecektir.

[14] Hadis sahih olup onu Ebû Dâvud (no: 4607), Tirmizî (no: 2676), Ahmed (4/126) ve diğerleri rivayet etmişlerdir. Hocamız da Sahîhu’l-Câmi‘ (no: 2549)’da hadisin sahih olduğunu söylemiştir.

[15] Buhârî (7084) ve diğerleri.

[16] Hadisin tahrici daha önce geçti.

[17] Muttefekun aleyh olan hadisi Buhârî (no: 1536, 1789, 1847, 4329, 4975) ve Müslim (2/836)’da rivayet etmişlerdir.

[18] Buhârî (11/194), Müslim (2673) ve diğerleri.

[19] Şâtibî, el-İ‘tisâm (1/145).

[20] Şâtibî, el-İ‘tisâm, (1/145).

[21] Buhârî (1/34) Türkiye baskısı ve Müslim (4/2058)

[22] Müslim (1/128) ve Ahmed, Musned, (5/386).

[23] Ahmed, Musned, (1/22, 24). Hocamız, Sahîhu’t-Tergîb’de hadisin sahih olduğunu söylemiştir.

[24] Yenilik davetçileri, inanç, ibadet, temeller ve kurallar dahil olmak üzere, dinin bizzat kendisini yenilemeye çağıranlardır. Bu geçersiz bir şey olup es-Sebîl’in üçüncü cüzünde ona özel bir bölüm ayrılmıştır. Araçlar ve yöntemlerle ilgili ayrıntıya, basmaya muvaffak olduğumuz bir konferansımızda yer verilmiş bulunmaktadır.

[25] Buhârî (no: 3456, 7320) ve Müslim (4/ 2054).

[26] Hadisi İbn Cerîr, Tefsîr’inde (thk. Mahmud Şakir, 14/335) hasen senedle rivayet etmiştir.

[27] Burada amaç, Sovyetler Birliği’nin düşüşü değildir. Zira o, pek çok sebebe bağlı olarak düşmüştür. Amaç, ülkeleri bölündükten sonra gücünün yok olmasıdır.

[28] Bir günahın büyüklüğünü anlatırken onu başka bir günahla kıyaslamak, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in üsluplarındandır. Nitekim bir hadiste şöyle buyurmuştur: ‘Bir kimsenin, on kadınla zina yapması, komşusunun karısıyla zina yapmasından iyidir’ hadisi Ahmed, Musned, (6/8) ve diğerleri rivayet etmişlerdir. Hocamız da, es-Sahîha (65)’te senedinin sağlam olduğunu söylemiştir.

[29] Buhârî (no: 2223, 3460); Müslim (3/1207).

[30] Bu hadisin aslı yoktur. Hocamızın ez-Za‘îfe (57) adlı eserine bkz.

Ben bir defa onlardan birine cevap olarak: ‘Eğer bölünmüşlük, sağlıklı olmanın bir belirtisiyse, o takdirde Allah’ın ipine sarılmak da hastalıklı olmanın bir belirtisi olur’ dedim.

[31] Tirmizî (5/26) ve diğerleri rivayet etmişlerdir. Hocamız, es-Sahîhu’t-Tirmizî’de ‘hadis hasendir’ demiştir.

[32] İbn Cerîr ve İbn Kesîr’in bu ayetin tefsiriyle ilgili yerine bkz.

[33] Nesâ’î (8/312-313). Hocamız, es-Sahîhu’l-Câmi‘ (8092)’de hadisin sahih olduğunu söylemiştir.

[34] Müslim (4/2118) ve diğerleri.

[35] Ebû Dâvud (no:436) ve diğerleri. Hocamız, Sahîhu’l-Câmi‘’de (no: 2926) hadisin sahih olduğunu söylemiştir.

[36] Hadisi el-Kudâ‘î Musnedu’ş-Şihâb (139)’da rivayet etmiştir. Hocamız da, es-Sahîha (139)’da hadisin sahih olduğunu söylemiştir.

[37] Hadisi Buhârî (5143) ve Müslim (2563) rivayet etmişlerdir.

[38] Müslim (1/512, 513, 51) ve diğerleri.

[39] Müslim (4/1706) ve diğerleri.

[40] Müslim (4/2026).

[41] Müslim (4/2001).

[42] Buhârî(8/507); Müslim (4/2190).

[43] Ebû Dâvud (2798). Hocamız, Sahîhu’l-Câmi‘ (1932)’de hadisin sahih olduğunu söylemiştir.

[44] Tirmizî (4/363) ve diğerleri. Tirmizî, ‘sahih ve gariptir’ derken, hocamız, es-Sahîha (977)’de hadisin sahih olduğunu söylemiştir.

[45] Geçen hadisin bir bölümüdür.

[46] Hadisi İbn Mâce, (2/1423); Hâkim (3/626); Taberânî, el-Kebîr (17/105); Beyhakî, Zuhd bahsinde (no: 456) rivayet etmişlerdir. Hocamız da Sahîhu’l-Câmi‘’de hadisin sahih olduğunu söylemiştir.

[47] Tirmizî (no: 2419)’da hadisi rivayet etmiş ve ‘hadis hasendir sahihtir’ demiştir. Hocamız da hadise es-Sahîha (no: 946)’da yer vermiştir.

[48] Hadisi Taberânî, el-Kebîr (1681)’de rivayet etmiştir. Konunun Taberânî’de bir örneği daha (no: 1685)’te vardır. Hocamız da, ‘İlmin amel gerektirmesi’ bahsi (49)’da hadisin sahih olduğunu söylemiştir.

[49] Buhârî (no: 33, 2682, 2749, 6095); Müslim (1/78).

[50] Ahmed (1/22, 24). Hocamız, Sahîhu’t-Tergîb’de hadisin sahih olduğunu söylemiştir.

[51] Ahmed, Musned (1/330); Ebû Dâvud, Tahâret, (334). Hocamız da, Sahîhu’l-Câmi‘ (4363)’de hadisin sahih olduğunu söylemiştir.

[52] Buhârî ve diğerleri rivayet etmişlerdir.

[53] Hadisi Tirmizî, (no: 2516)’da rivayet etmiş ve: ‘bu, hasen ve sahih bir hadistir’ demiştir.

[54] Hadisi Müslim (1/37) ve diğerleri rivayet etmiştir.

[55] Bu konudaki ayrıntılı açıklama, üçüncü bölümde gelecektir.

[56] Bunu İbn Batta el-İbâne (587)’de rivayet etmiştir. Bkz. Der’u T‘âruzi’l-Akli ve’n-Nakl (1-191).

[57] Bu kitapta yazılanların büyük bir bölümü, Bosna Hersek olayları ve Afganistan’da Müslümanların birbirleriyle savaşmaları gibi, yaptığımız çağrının doğruluğuna tanıklık eden olaylardan önce yazılmıştır. Bu bağlamda, dünya istihbaratlarından birinin, cihat çağrısı yapan bir liderle ilişkili bir ajanı ortaya çıktı. Bu ajan, o lideri ve taraftarlarını, yöneticilerle çatışmaya kışkırtan sır perdesi demekti. Amaç, onları bataklığa sürükleyerek cihat adıyla köklerini kazımaktı. Şimdi gerçek durumu kavrayamayan kim? ve kimdir düşmanların tuzaklarına düşen?

[58] Seyyid Kutup, Beni Neden İdam Ettiler, (43).

[59] Seyyid Kutup, Beni Neden İdam Ettiler, (43).

[60] Ebû Dâvud, Sünnet, (4/4597) ve diğerleri. Hocamız, Sahîhu’l-Câmi‘ (3378)’de hadisin sahih olduğunu söylemiştir.

[61] Ahmed (5/251); İbn Hibbân (8/253); Hâkim (4/ 92). Hocamız, ‘Sahîhu’l-Câmi’de yer verdiği bu hadisin sahih olduğunu söylemiştir.

[62] Ebû Dâvud (no: 4297); Ahmed (5/278) ve diğerleri. Hocamız, ‘Sahîhu’l-Câmi‘ (8183)’de yer verdiği bu hadisin sahih olduğunu söylemiştir.

[63] Seyyid Kutup, Beni Neden İdam Ettiler, (70).

[64] İhtilaf, birkaç tür olup her birinin kendine özgü hükmü vardır. Bunlardan kimisi, büyük gözükse dahi, Müslüman’ın kabul edebileceği veya suskun kalacağı ihtilaflar kimisi de başka niteliktedir. Bu meselenin ayrıntılı açıklaması ve çizelgesi daha sonraki bölümlerde yer alacaktır.

[65] Hadisi Buhârî (1-8) ve Müslim (no: 58) rivayet etmişlerdir.

[66] Hadisi Buhârî (4-157); Müslim (no: 2619) ve diğerleri rivayet etmişlerdir.

[67] Buhârî, (3445) ve diğerleri.

[68] Bkz. İbn Kesîr, Tefsîr, (Nuh, 71/23).

[69] Buhârî, (4/141).

[70] Şâtibî, el-İ‘tisâm, (2-347).

[71] Ahmed, Musned, (1/337); el-Hatîb, el-Fakîh ve’l-Mutefakkih, (1/145)’de, İbn Abdilberr ise Câmi‘u Beyâni’l-‘İlmi ve Fadlihî (2/239) bahsinde rivayet etmiştir.

[72] Tirmizî, (Tuhfetu’l-Ahvezî, 3/556) ve: ‘Bu sahih bir hadistir’ demiştir. Hocamız ise, ‘isnadı sahihtir’ demiştir.

[73] Hadisi Ahmed, Musned, (5/339), Tirmizî (2/29) ve diğerleri rivayet etmişlerdir. Hocamız da Sahîhu’l-Câmi‘’de, ‘hadis sahihtir’ demiştir.

[74] Ahmed, Musned, (5/66) ve diğerleri. Hocamız da Sahîhu’l-Câmi‘’de, ‘hadis sahihtir’ demiştir.

[75] Buhârî (5733)’te hadisi mürsel olarak, Müslim (2529)’da rivayet etmiştir. İkinci rivayet ise Ahmed’e aittir.

[76] Hadisi Buhârî (4425); Ahmed (5/38) ve diğerleri rivayet etmişlerdir.

[77] Müslim, (1718).

[78]  Buhârî, (4993).

[79] Hadisi İbn Mende, İman bahsinde (no:207) rivayet ederek, ‘bu isnad sahihtir’ demiştir. Hâkim de onu rivayet ederek (1/35), ‘hadis hem Buhârî hem de Müslim’in şartına göre sahihtir. Onunla ilgili bir illet de bilmiyorum’ demiştir. Zehebî de onunla bu görüşü paylaşmıştır. el-Mecm‘a (1/165)’te ise Taberânî’nin el-Evsat’ına referansta bulunularak, hadisin ravileri, sahih hadis ravileridir denmiştir. Hadis Mecm‘au’l-Bahreyn’de ise şu numaralarda yer almıştır: (1/201, no: 209).

[80] Hadisi Müslim (no: 2907) ve diğerleri rivayet etmişlerdir.

[81] Hadisi Ahmed (4/103) ve Hâkim rivayet etmişlerdir. Hâkim, ‘hadis, Buhârî ve Müslim’in şartlarına göre sahihtir’ demiştir. Zehebî de ona muvafakat etmiştir. Hocamız da, es-Silsile (no: 3) ve et-Tahzîr (118)’de hadisin sahih olduğunu ve Müslim’in şartına uygun bulunduğunu söylemiştir.

[82] Hadisi Ahmed (4/273) ve diğerleri rivayet etmişlerdir. Hocamız da, es-Sahîha (no: 5)’te hadisin sahih olduğunu söylemiştir.

[83] Hadisi Ahmed, (5/134), İbn Hibbân (no: 405) ve Hâkim (4/311) rivayet etmişlerdir. Hâkim, ‘hadis sahihtir’ demiştir. Zehebî, Munzirî ve hocamız Albânî, Ahkâmu’l-Cenâiz (52)’de ona muvafakat etmişlerdir.

[84] Bu tabir, Ermenî hükümdarların lakabı olarak kullanılır. Bilgi için bkz: İbn Kesîr, el-Bidâye, (11-243 vd.)

[85] Hadisi Ebû Dâvud (4123) ve diğerleri rivayet etmiş olup Hâfız’ın yanı sıra hocamız da, Sahihu’l-Câmi‘’de (1874) hadisin sahih olduğunu söylemiştir.

[86] Hadisi Buhârî (no: 2294) ve Müslim (no: 2529) rivayet etmişlerdir.

[87] Buhârî (5/166); Müslim (4/2053) ve diğerleri.

[88] Hadisi Ahmed (3/82) ve diğerleri hasen senedle rivayet etmişlerdir.

[89] Hadisi Ahmed (4/219, 6/26), Tirmizî (no: 2653) rivayet etmişlerdir. Tirmizî, ‘bu, hasen ve garip bir hadistir’ demiştir. İbn Mâce (no: 4080) ve Hâkim de rivayet etmiştir. Hâkim, ‘hadis sahihtir’ demiştir. Zehebî de bunu uygun görmüştür.

[90] Hadis sahih li gayrihî olup birden fazla tarikten rivayet edilmiştir. Hadisi Sa‘îd b. Mansur, Sunen’i (no: 42)’de, Beyhakî, eş-Şu‘ab (5/230)’da, Ebû Ubeyd, Fedâ’ilu’l-Kur’ân (42)’de, Abdurrezzâk ise el-Musannef (no: 20368)’de rivayet etmişlerdir.

[91] Ahmed (4/102); Dârimî (2/ 314). Hocamız Sahîhu’l-Câmi‘’de hadisin sahih olduğunu söylemiştir.

[92] İbn Teymiyye, Mecmû‘u’l-Fetâvâ (3/351).

[93] İbn Teymiyye, Mecmû‘u’l-Fetâvâ (3/353).

[94] Munâvî, Feyzu’l-Kadîr (2/20).

[95] Şâtibî, el-İ‘tisâm, (1/220).

[96] Bkz. Buhârî (3361).

[97] Seyyid Kutup, Beni Neden İdam Ettiler, (43).

[98] Hadisi Müslim (4/2024) ve diğerleri rivayet etmişlerdir.

[99] Şâtibî, el-İ‘tisâm, (84)

[100] Bkz. İbn Teymiyye, Mecmû‘atu’l-Fetâvâ, (10/173-174).

[101] Hadisi Ahmed, Musned, (4/35)’te rivayet etmiş ve Albânî hocamız, Sahîhu’l-Câmi‘’de (3347) sahih olduğunu söylemiştir.

[102] Olayı Ahmed Musned, (5/110)’da ve Taberânî el-Kebîr (3628-3630)’da, o sırada Hâricîlerden olan Abdukays kabilesine mensup bir adamın tarikinden rivayet etmiştir. Ancak bu iki rivayette domuz ve hurmadan söz edilmemiştir. İbn Kesîr ise, el-Bidâye (7/288)’de olayın tamamına yer vermiştir.

[103] Bir ara Müslüman gençler adını taşıyan bir grup, Sudan’da Cuma namazından sonra bir camiye silahlı baskın yaparak pek çok kimseyi yaralayıp öldürdüler. Sonra yakalandılar ve önce âlimlerden, sonra da toplumdan kopup kendilerince insanların kâfir olduklarına fetva veren, ardından da tekfir ettikleri kimselerin mal, ırz ve kanlarını mubah sayan kimselerden oldukları anlaşıldı. Olaydan bir yıl sonra da bir yerde sözde cahili bir toplumda yaşadıkları için ganimet oldukları gerekçesiyle bazı Müslüman kadınlar, cihat bayraktarlığı yaptıklarını ileri süren bazıları tarafından kaçırıldılar. İslâm adına İslâm’ı tanınmaz hale getirenlerin kötülüğünden sadece Allah’a sığınılır.

[104] Hadisi Dârimî (1/79-80) rivayet etmiştir.

[105] Buhârî (1/356) ve Müslim (1/265).