Temelsiz Çözüm ve Doğru Temellendirme Kıskacındaki
ACI GERÇEK
Bir Miktar Hata veya Saplantıya Düşen
Kimsenin
Görüşlerini Delil Olarak Kullanmanın Hükmü
1- Nereden… Nereye…
İslâm dünyasının, çilesini çektiği fikri
başıboşluk, yöntemde tutarsızlık ve hayatın bütün alanlarındaki geri kalmışlık,
hiçbir akıl sahibinin gözünden kaçmayan hususlardır. Buna Allah düşmanlarının
entrikalarını, müminlere karşı art niyetli planlar yapıp tuzaklar kumalarını da
eklemek gerekir. O kadar ki, İslâm dünyası, önderleriyle birlikte herkesin gözü
önünde komik duruma düşmüş, kötü niyetli kimselerin oynattıkları kuklası olmuş
ve oyuncuların istedikleri yerde istedikleri gibi birbirlerine attıkları bir
topa dönüşmüştür. Bütün bunlar ise, işe yarayanların gafleti ve işleri yoluna
koyabileceklerin beceriksizliği sonucu olmuştur.
Nitekim Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem)’in şu benzetmesi bizim için
geçerlidir:
“‘Başka dinlerin
mensupları, tıpkı yiyicilerin, yemek kabının başına üşüştükleri gibi, her
taraftan başınıza üşüşebilirler.’ Denildi ki: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! bu
durum, o günkü azlığımızdan mı ileri gelecektir?’ Dedi ki: ‘Hayır, ancak
sizler o gün sel köpüğü gibisiniz. Dünyayı sevip ölümden nefret ettiğiniz için
kalplerinize cesaretsizlik salınacak ve düşmanlarınızın kalplerinden korku
kaldırılacaktır.’”[1]
Meseleyi içinden çıkılamaz
hale getiren ve durumu daha da karmaşık kılan hususlardan biri de, İslâm’ın
prensiplerine samimiyetle bağlı Müslümanların bile kendi aralarında
karşılaştıkları dağınıklık, metotlarındaki tutarsızlık, daha doğrusu
saflarındaki parçalanmışlık ve birbirlerini boğazlamalarıdır. O kadar ki,
karşılıklı olarak birbirlerini töhmet altında bırakmaya ve sapıklıkla suçlamaya
başlamışlardır. Bu durum ise, onları yeni nesilleri eğitmekten, kendilerini
yetiştirmekten, düşmanlarının tuzaklarına karşılık vermekten ve dünyanın en
güçsüz ve en boynu bükük ümmeti olması için, bu ümmete kurulan komplo ve
entrikaların farkına varmaktan alıkoymuştur.
İşte ben diyorum ki: Başında
düşünen bir akıl veya göğsünde basiretli bir kalp taşıyan yahut içinde hisseden
bir vicdan kalan herkes için bu durum artık saklı olmaktan çıkmıştır.
Ancak gizliliğini korumaya
devam eden husus, kurtuluş yoludur. Şöyle ki komünistler, sosyalistler ve
benzerleri, uydurdukları ve toplumlarının başına felaketler getiren ve
halklarını yıkıma mahkum eden çirkin düşünceler ve yıkıcı ilkelerle halklarını
maruz bıraktıkları onur kırıcı boynu büküklük ve aşırı yoksulluk nedeniyle,
utançlarından başlarını önlerine eğmeye başlamışlardır. O kadar ki, en cesur
olanları, başarısızlığını açıkça ilan edendir. Karakteri zayıf olan ise, tıpkı
kendisi kimseyi göremeyince, kimsenin de kendisini göremeyeceğini sanarak
kafasını kuma sokan devekuşu gibi, başlarına gelen rezaletin utancıyla yüzünü
kapatandır.
Bekleyiniz, biz sizinle
bekleyenleriz
Dünya olaylarını izleyen
hiçbir gözlemcinin, realiteyi görmezlikten
gelip, Allah’ın izniyle komünizm ve benzerlerinin adı sanı okunmaz bir duruma
düşmelerine on yıllık bir zaman dahi kaldığına inandığı kanaatinde değilim.[2]
Batılı toplumlara gelince,
onların da para ve seksten başka, tartışılmaya değer hiçbir ilkeleri
bulunmamaktadır. Bu iki ana unsur, onlar için din ve toplumları için temel
olarak yeterli gözükmektedir. Daha önce komünist kardeşlerinin başına gelenler
onların da başına gelecek, yaptıklarının vebalini tadacaklar, sonları hüsran,
boynu büküklük, başarısızlık ve çekilip gitmek olacaktır.
Durumlarının Gerçek Yüzü
Biz bunları söylerken,
Batılıların somut bilimsel ilerleme gerçekleştirdiklerini, maddi refahtan inkar
edilemez bir pay elde ettiklerini ve Müslümanların, daha layık oldukları halde,
yitirdikleri İslâm ahlâkının bir kısmını ahlâk edindiklerini de inkar
etmiyoruz.
Ancak onlar, aynı zamanda
hayatın gerçek değerlerinden pek çoğunu yitirdiler. Mesela ruhî haz ve aile
mutluluğu ve karşılıklı merhamet gibi duyguları yok oldu. Aralarında suç o
denli yayıldı ki, memleketleri, kırıp döken ve güçlünün haklı, zayıfın ise
zalim sayıldığı canavarlar topluluğunun ormanları haline gelmiş oldu.
Kimi şehirleri sakinleriyle
birlikte baştan başa bombalarken, kimi zalim devletlere de, Adalet ve Güvenlik
(zulüm) Konseyi adına, zayıf ve mazlum devletlere saldırmaları için yardım
etmektedirler.[3]
Sonra kendi halklarının
bireylerinden birinin başına bir şeyler geldiği zaman, insanlık adına ve insan
hakları iddiasıyla dünyayı ayağa kaldırırlar. Bu tutumun gerçek nedeni ise,
seçmenlerin oylarını kazanmaktır.
Bir ormanda bir adamın öldürülmesi
Bağışlanamaz
bir suçtur
Huzurlu
bir halkın yok edilmesi ise
Tartışmaya açık bir
sorundur.
Toplumları da, bozgunculuğun
merkezleri, bulaşıcı ve kemirici hastalıkların kaynağı ve örgütlü çetelerin
oyun alanı haline gelmiştir. Günahsız çocukları kaçırıp tecavüz ettikten sonra
onları öldürürler veya satarlar. O kadar ki, çocuk ticareti, uyuşturucu
ticaretinden sonra en karlı ticaret haline gelmiştir.
Aralarında kız kardeşi veya
kızıyla zina yapanlar olduğu gibi, erkek çocuğu annesinin yatağına girebilmekte
ve erkek erkeğe evlenebilmektedirler. Şimdi bu bozgunculuktan daha büyük bir
bozgunculuk ve bu bataklıktan daha kötü bir bataklık olabilir mi?! Onlar, işin
başında gerçek zevkin para, içki, yiyecek ve kadında olduğunu sandılar.
‘Kâfir olanlar ise,
eğlenirler ve hayvanlar gibi yerler. Cehennem, onlar için bir barınaktır.’ (Muhammed, 47/12)
Bu arada zina ve
homoseksüellikten kaynaklanan hastalıklara o denli yakalandılar ki, nerdeyse
hiç biri kurtulamayacaktı. Yanı sıra aralarında psikolojik hastalıklar
yaygınlaştı ve iliklerine kadar ruhsal bunalıma düştüler. Bunun üzerine
kahinlere baş vurarak onlardan medet ummaya, kurtuluş dilemeye başladılar.
Aralarında intihar, çocukları ve eşlerine yönelik öldürme olayları da yayıldı.
Ancak önümüzdeki günler, kendileri için çok daha vahim gelişmelere gebe gözükmektedir.
Allah’ın şu sözü onlar için
söylenmiş gibidir:
‘Her kim, beni anmaktan yüz
çevirirse, kuşku yok ki onun için sıkıntılı bir yaşam vardır.’ (Tâhâ, 20/124)
Onlarda görmekte olduğumuz mal
çokluğu ve vücut sağlığı ise, Allah’tan onlara yönelik bir istidraç (şımartma)
ve imtihandır.
Allah şöyle buyurur: “Onlar,
kendilerine hatırlatılanları unutunca, üzerlerine her şeyin kapılarını açtık ve
bunlarla sevinecekleri sırada, onları ansızın kıskıvrak yakaladık. Artık
ümitsiz kimseler oldular.” (En‘âm, 6/44)
Ayrıca Allah, ellerinde bulunan
imkanlarla mağrur olmamaları konusunda salih kullarını uyarmak üzere şöyle
buyurur: ‘Şu halde onların malları ve çocukları seni imrendirmesin. Allah,
bunlarla ancak onlara dünya hayatında azap vermek ve canlarının onlar kafir
iken acıyla çıkmasını ister.’ (Tevbe/ 55)
Zor Bir Soru:
Amerikalı genç bir kızın,
Amerikan üniversitelerinden birinde İslâm hakkında verdiğim bir konferanstan
sonra, bana sorduğu şu soruyu henüz unutamadım:
‘Eğer
İslâm bu ise, o halde neden onu bize tebliğ etmediniz?’
İşte böyle sordu ve ben
bununla sıkıntıya girdim.
Allah’a yemin ederim ki,
hayatımda hiçbir soruyla bu kadar sıkıntıya girmiş değilim. Allah’a yemin
ederim ki, bu her zaman ve her yerde her Müslüman’ı sıkıntıya sokacak bir
sorudur. Aynı zamanda bu tebliğ, göklerin taşımayı göze alamadıkları, yerin ve
dağların da kabulden yüz çevirdikleri o büyük emanettir. ‘İnsan ise onu
yüklendi. Çünkü o çok zalim, çok cahildir.’ (Ahzâb, 33/72)
İnsan o emaneti yerine
getirmede zalim, onda mevcut hayır hakkında ise cahildir. O emaneti tebliğ
etmede kusur işlediğinden hem nefsine hem de başkalarına zulmetmiş, bu konuda
bilgisizlik yaparak emanetin hükümlerine aykırı davranmış ve kuralına
uymamıştır.
O zaman verdiğim cevap şu
olmuştu:
‘Biz
İslâm’ı, Müslümanlar gerçekten Müslüman oldukları zaman size tebliğ ederiz.’
Gerçekçi Birkaç Soru:
Şimdilerde kendisini dayatan
ve ısrarla bir takım pratik ve gerçekçi cevaplar gerektiren sorular şunlardır:
Ne zaman Müslümanlar gerçekten
Müslüman olmuş olurlar?
Daha doğrusu Müslümanlar nasıl
gerçek Müslüman olurlar?
Müslümanlar
Müslümanlıklarını ne zaman kavrar ve onunla amel ederler? Özellikle de
komünistlerin, sosyalistlerin ve benzerlerinin tahtları sallandıktan ve dünya
aleme başarısızlıklarını bizzat kendileri açıkladıktan sonra.
Müslümanlar, ne zaman
dinlerine sadık kimseler olurlar?
Özelikle de Batı dünyası,
ahlâk ve maneviyat alanlarında iflas ettiğini açıkladıktan sonra.
Müslümanlar neredeler?
Doğrudur, İslâm’dan başka
insanı düştüğü bataklıktan, beşeriyeti de sapıklığından kurtaracak başka bir
şey yoktur.
Ancak:
Nerede Müslümanlar?
Kuşkusuz o toplumlar,
durumları ve sözleriyle şunu söylerler:
Biz, İslâm’ı görüyor fakat
Müslümanları göremiyoruz.
İlkeleri görüyor fakat
uygulayanları göremiyoruz.
Şimdi biz, kurtuluşun yegâne
yolunun İslâm olduğuna inanırken bu, sadece bize rahat bir yaşam ve sakin,
mutlu bir hayat sağladığı için değildir. Hayır, bunun için değildir. Lakin bu
inancımız, İslâm’ın, alemlerin Rabbinin dini oluşundan dolayıdır. Allah,
kullarını bu dinle memur kılmış, yaratıklarını ona çağırmıştır. O halde ona
iman etmenin hiçbir alternatifi bulunmamaktadır. Onun hükümlerine sarılmaktan
kaçış da yoktur.
‘Ey cahiller, bana
Allah’tan başkasına ibadet etmemi mi emredersiniz?’ (Zümer, 39/64)
‘Allah katında din sadece
İslâm’dır.’ (Âli ‘İmrân, 3/19)
‘Her kim ki, İslâm’dan başa
bir din ararsa, o ondan kabul olunmayacaktır ve bu kimse, ahirette zarar
edenlerdendir.’ (Âli ‘İmrân, 3/85)
O halde başka bir şeyle
kurtulacağımızı ne denli sanırsak sanalım İslâm’dan başkasını seçme olanağımız
yoktur. Yine ne denli başkasında doğruluk ve maslahat olduğunu düşünürsek
düşünelim, hükümleri konusunda muhayyerliğimiz söz konusu değildir.
‘Allah ve Resulü bir işi
hükme bağladığı zaman mümin bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre
seçme hakkı yoktur. ’ (Ahzâb, 33/36)
2- Yanlış Teşhis ve Temelsiz Çözüm
Biz, bazı davetçilerden Sovyetler
Birliği’nin yapacağını yaptığını, entrika türü tedbirlere baş vurduğunu,
komünizm önderlerinin tuzaklar kurduğunu, Sovyetler Birliği’nin büyük maddi
imkanlar ve askeri güce sahip olduğunu duyardık.
Onlar, değişik platformlarda
Sovyetler Birliği’nin uçaklarını, derslerde roketlerini saymaya, atom
bombalarını ve kitle imha silahlarını ve bu silahların bir anda yüz binlerce
insanı öldürdüğünü ve yüzlerce kilometrekarelik alanları yakıp yıktığını
anlatmaya başlamışlardı.
Peki, bu haberleri kime
aktarıyorlardı?
Sıradan ve cahil insanlara,
tevekkül ve ahlâkça zayıf olanlara, yaşamak için bir lokma bulamayan ve
oburluktan karnı şişenlere, sorumlulukla sorumsuzluğu ayırt edemeyenlere.
Bu arada Müslümanlarda, onları
bu haberlerin zararlı etkisinden koruyacak olan iman ve tevekkül ürünü korunma mekanizmaları bulunmadığından,
kalplerine korku, ruhlarına çaresizlik duygusu salınmış ve iç dünyalarına
ümitsizlik sinmiştir. Lisan-i halleri ise şunu söylemektedir: ‘Biz güçte ne
zaman bunlar gibi olacağız? Bizi bunlardan kim koruyacaktır?’ Kaldı ki Amerika
da bizim yanımızda yer almamaktadır.
Böylece bu tür konuşmalarıyla
Müslümanların güçsüzlük ve çaresizliklerini kat kat artırdılar.
O halde Müslümanları
engelleyenler kimlerdir?
Ve kimlerdir bilinçsizce,
düşmanların tuzağına düşenler?
Bu davetçilere, üsluplarının,
eğitim açısından tehlikeli ve yıkıcı sonuçlara yol açtığını, yanı sıra,
Rasûlüllâh (sallallahu
aleyhi ve sellem)’in eğitim ve metotta
izlediği yola da aykırı olduğunu iyi niyetle öğütleyen kimseye ise onlar, şüphe
ve kuşkuyla bakarlardı.
Onlara, sorunun, Sovyetler
Birliği ve sahip olduğu güç sorunu olmadığı, gerçek sorunun, Müslümanların
güçsüzlüğü ve dinlerinden yüz çevirmeleri olduğu ve Müslümanların yardımı hak
etmeleri halinde Allah’ın, Sovyetler Birliği’ni kaşla göz arasında yok edeceği
söylendiği zaman, dudak bükerek: ‘Siz engelleyenlersiniz’ derlerdi.
Bu iyi niyetli yol
göstericiler, Müslümanları uyandırmak istediklerinde uyanmaz, onları harekete
geçirmeye çalıştıklarında harekete geçmezler. Böylece Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem)’in yoluna aykırı
davranmalarından ve dosdoğru yolun yolcularıyla alay edip kendilerine iftira
etmelerinden dolayı, Allah onları, cezalandırmış oldu.
Onlar, bu tür konuşmalarıyla
şu imajı meydana getirmek isterlerdi: İslam’ın ve Müslümanların önündeki yegâne
aşılmaz engel, İslâm’ın düşmanlarından başkası değildir. O kadar ki biz de,
kendilerine tuzaklar kuran ve yollarını kesen düşmanları olmadığı takdirde,
Müslümanların üzerlerine düşeni yapacaklarını, yükümlü oldukları bütün
sorumlulukları yerine getireceklerini, zaferi hak edecek seviyeye geleceklerini
ve İlahi imkanlara kavuşma makamına ereceklerini zannederdik.
Şimdi ey akıl sahipleri topluluğu,
işte önünüzdeki engel yok edildi, devletleri yıkıldı ve ilkeleri başarısızlıkla
sonuçlandı.
O halde yerlerini almaları
için neredeler Müslümanlar?
İşte kendini akıl sahiplerine,
ama sadece akıl sahiplerine dayatan soru budur!
Müslümanlar nerede?
Ve Müslümanlar, Sovyetler
Birliği yıkıldıktan sonra, ateşli konuşmalar yapmak ve hazırlıksız makaleler
yazmaktan başka ne yaptılar ve ne yapabilirler?
Nerede yerli yerine oturtulmuş
projeler? Nerede beklenen teoriler?
Aslında biz mevcut olgudan bir
tek ibret dersi dahi almış olsaydık, onda da büyük bir hayır olurdu.
Bu ibret dersine gelince o:
Müslümanların da hazırlıksız
ve yapılanmasız olduklarıdır.
Müslümanlar, yapılanmadan
yapılandırmaya -olmadan oldurmaya- kalkışmaktadırlar.
Daha net ve daha açık başka bir
ifadeyle:
Müslümanlar, kendilerini
yitirmiş durumdalar. Yoksa neredeler?
Müslümanları, bölük pörçük
olmuş halleriyle iman zaafı kemirmiş, dünya sevgisi zelil kılmış, kamplara
ayrılmak da güçsüz hale getirmiştir.
Şayet şu anda Batı da yıkılsa
ki, ister istemez yıkılacaktır, Müslümanlar yine kendilerini bulamayacaklardır.
Kaldı ki, Batılı devletlerin topluca yıkılışı, Sovyetler Birliği’nin
yıkılışından daha uzak bir ihtimal değildir. Zira bu devletlerin yıkılıp
memleketlerinin felakete uğraması ve güpegündüz birbirlerini yemeleri için üç
büyük şirketle üç büyük bankanın iflas etmesi yetmektedir.[4]
Belki de yıkılışlarının
gecikmesi, Müslümanların, yükümlülüklerini yerine getirmedeki
ehliyetsizlikleri, gaflet ve uykularından uyanmaları için beklemeleridir. Bu ise,
Allah’ın insanlar üzerindeki lütfüdür. Ancak insanların çoğu aceleci
davranırlar ve anlamazlar.
Bir de ümmetimizin yaşamakta
olduğu entrikacı oyunları, kişilik kaybı ve her alandaki zaaf şeklindeki acı
gerçek, aslında düşmanlarının başlarına getirmek istedikleri felaketlerden çok
daha yıkıcı ve tehlikeli olan ve bizzat kendilerinde bulunan benlik erozyonunun
bir sonucudur.
Başlarına gelen bu felaket,
onları buharlaştırdıktan sonra çaresizlik bataklığı ve değersizlik kazanının
içine atmıştır.
Gerçek şu ki, Müslümanlar,
bağışıklık sisteminin yok olduğu ve kafirler arasında yayılan AIDS hastalığı
gibi bir hastalıktan bile bin kez daha tehlikeli olan bölünme ve parçalanma
hastalığına yakalanmışlardır.
Ayrıca Allah’ın düşmanları
arasında yayılan frengi ve bel soğukluğu hastalıklarından daha tehlikeli olan
ve Allah’ın öfkesine neden olan çok konuşma ve az iş yapma hastalığına da
yakalanmışlardır.
‘Ey iman edenler,
yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz. yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah
katında büyük gazap sebebidir.’ (Saff, 61/2-3)
Müslümanlar, bir de karşılıklı
kin, haset ve buğuz hastalığına yakalanmışlardır. O kadar ki, bu hastalıklar,
onlar arasında sıradan işler haline gelmiştir.
Kabalık, huysuzluk, gıybet,
gammazlık ve tutarsızlık gibi hususların varlığından ise istediğin kadar söz
edebilirsin. Bir denize benzetip avucunu daldırabilir veya kum çölü farz edip
toplayabilirsin.
Müslümanlar, gece yaptıkları
projeleri gündüz unuturlar.
Güzel ahlâktan dem vururlar,
ancak ondan uzaktalar.
Onlardan herhangi biri,
klimaların altında otururken, çocukları da, gayrimüslim ülkelerde öğrenim
görürken cihada teşvik eder. Taraftarları da, onu mücahitlerin öncülerinden
sayar ve savunurlar.
Sadece Allah’ın rahmetine
mahzar olanlar bu kapsamın dışındadırlar.
Acı Gerçeğimizden Diğer
Birkaç Tablo
Aralarından ihlâs sahibi
kimselerin bu feci gerçekten dolayı taşıdıkları kaygı ve üzüntü dışarıda
tutulursa, Müslüman cemaatler de ümmetin realitesinden daha iyi durumda
değildirler. Aksine, zaman zaman kimi cemaatler, ümmetin problemlerine başka
problemler de katarlar. O kadar ki, bir cemaatte yer aldığı halde, usulüne
uygun namaz kılmasını bilmeyen, pek çok vecibeyi yerine getirmeyen, aksine
İslâm’ın inanç esaslarıyla ilgili meselelerden bir çoğunu sulandıran ve
sünnetlerle alay eden kimi insanları görmek mümkündür. Bununla birlikte
itibarlı yer ve saygın konumlarını korumaya devam ederler, çünkü o cemaatin
birer üyesidirler.
Buna karşılık nice ilmiyle
amel eden, takva ve Allah korkusuna sahip, İslâm’a davet eden etkin âlimler de
vardır ki, o cemaat tarafından kendisine alaycı, küçümseyici, hatta düşmanca
bir gözle bakılır.
Hatta o cemaat, bir Müslüman’a
eziyet edip onu deşifre etmek konusunda şeytan ve despotlarla bile
yardımlaşabilmektedir. Oysa bu kimsenin, o cemaatin partisine katılmamaktan
başka hiçbir günahı da bulunmamaktadır. Zira onlar, fasıklardan bile olsa kendi
partilerinde yer alan kimseyi yüceltirken, salih kimselerden bile olsa
kendilerinden olmayanlara düşmanlık yapmaktadırlar.
Diğer bazı kimselerin ise,
dinin tali meselelerini önemsediklerini, esas ve kuralları ise ihmal
ettiklerini görebilirsin. Öyle ki bir sünnet üzerine ihtilafa düşerler, bir
mendup konusunda kapışırlar. Böylece şeytan, birliklerini bozmak için aralarına
fitne sokar. Onlar ise, güzel bir iş yaptıklarını sanırlar.
Bazen belli bir sembolü seven
veya sözünden başka bir doğru söz, yönteminden de başka doğru bir yöntem kabul
etmedikleri belli bir partiye bağlanan insanlar da bulabilirsin. Bağlılık,
hakkı başka yerde göremeyecek ve duyamayacak kadar kalplerini kör, mensubiyet
de kulaklarını sağır etmiştir. Bağlandıkları kimseyi kötülemek, onlara göre Ebû
Bekir ve Ömer’i kötülemekten daha ağır bir vebaldir. Bu nedenledir ki Ebû Bekir
ve Ömer’e dil uzatanları övdüklerini, onların âlimlerini veya büyüklerini hatalı
bulanlara ise düşmanlık yaptıklarını görürsün.
Diğer yandan kimileri de bir
Müslüman’dan hoşlanmadıkları zaman, onun hiçbir iyilik ve faziletini görmezler.
Bazen de öyle bir topluluk
görebilirsin ki, görünürde İslâm için canları dahil ağır bedeller ödeyerek
cihat yapmışlar ve savaşmışlardır. Sonra kaşla göz arasında ayrılık ve ihtilafa
düşerek aralarında düşmanlarıyla olmayacak kadar şiddetli husumetler meydana
gelmiştir. Sebebi ise, peygamberliğin yolundan çıkmak, bencil çıkarlarını
cemaatin çıkarına öncelemek, nefsin arzularına uymak, kötü ahlâk ve kötü eğitim
gibi hususlardır. Allah korusun, zaman zaman bu nedenlerin bir araya geldiği de
olabilmektedir. Ancak onlar, farkında bile değildirler.
Bütün bunlara rağmen, Allah
hidayet etsin, bazı kardeşlerimiz, bu güçsüzlüğün arka planında saklı bulunan
ölümcül sorunlar, eğitimde ihmal, davette yetersizlik gibi gerçek nedenleri
görmezlikten gelmekte ve sorunları çözmede İslâmî prensiplerden yüz
çevirmektedirler.
İşte bu nedenle pek çok
duygusal Müslüman ki, çoğu samimidir, bu acı gerçeği değiştirmek için standart
İslâmî ilkeler ve üstün akli kriterlere yer verilmeyen her türlü temelsiz çözüm
yoluna baş vurmak üzere harekete geçmiş oldular. Her iki taraftan kötü niyet ve
çirkin amaç sahipleri ise, bunu fırsat bilerek fitne ateşlerini kızıştırdılar.
Sonuçta bu, ümmete problemlerini kat kat artıran pek çok musibet ve felaket
şeklinde yansımış oldu.
Birileri onlara gelip:
‘Sorumluluk yüklemeden önce hastayı tedavi edin, dalıştan önce yüzme öğretin,
göreve başlamadan önce görev alacak olanı hazırlayın’ dediği zaman ona: ‘Sen
engelleyicisin’ derlerdi.
Mücahit dahi olsa, onlara
nasihat etmek isteyen biri gelip: ‘Cihadın bir takım koşulları, hükümleri, usûl
ve kaideleri vardır’ dediği zaman onlar kendisine: ‘Sen şüpheli birisin’
derler.
Bu halkları çarpışma ve
yüzleşmeye itenlerin durumu, tıpkı yüzme bilmeyen bir topluluğu denizi geçmeye
zorlayarak boğulmalarına neden olan ve başlarına gelmiş olan felaketi daha da
artıran kimselerin durumu gibidir.
Veya onlar, vuruşmayı bilmeyen
bir topluluğu teke tek vuruşmaya zorlayarak ölmelerine yol açtıktan sonra, bu
konuda başkalarına sitemde bulunan kimselere benzemektedirler.
İşte tam da şimdi akıl
sahiplerinin şunu idrak etmelerinin zamanı gelmiştir: Müslümanların güçsüz
oluşlarının nedeni, başlarına gelmiş olan ve düşmanlarının saflarına sızmış
olan hastalıklardan daha büyük tehlikeleri bulunan bu tür hastalıklardır.
Müslümanların hastalıkları,
kemiklerini kemirmiş, güçlerini zayıflatmış ve onları, hiçbir şeyi umursamaz
hale getirmiştir. Sadece Allah’ın ipine sarılanlar, kalplerinde Tevhitten
bir şeyler kalmış olanlar ve Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in, Allah’ın başlarına genel kıtlık getirmemesine ve
kutsal değerlerinin çiğnenmemesine dua ettiği kimseler bundan müstesnadırlar.
Hadiste şöyle buyrulmuştur: ‘Rabbimden
üç şey istedim. Bana ikisini verdi, üçüncüsünden ise alıkoydu. Rabbimden
ümmetimi açlıkla helak etmemesini diledim, bunu bana verdi. O’ndan ümmetimi
boğulmayla helak etmemesini diledim, onu da bana bahşetti. Rabbimden, onları
birbirlerine düşürmemelerini de diledim. O beni bundan alıkoydu.’[5]
Bu nedenle Müslümanların, önce
hastalıklarını teşhis etmeleri, sonra da onları tedavi etmede yardımlaşmaları
gerekir.
Problemin Gerçek Mahiyeti
Hatalı yöntem ve yanlış
düşünce sahibi kardeşlerimizin farkında olmadıkları problemin gerçek mahiyeti,
şu noktalarda saklı bulunmaktadır:
-
Kendimizden çok
İslâm’ın düşmanlarından söz etmemiz.
-
Kendimizi ıslah
etmeden önce kafirleri ıslah etmeye çabalamamız.
-
Hiçbir çözüm
erbabımız, önder ve liderimiz, metot ve dinimiz yokmuş gibi, kişisel
düşüncelerimiz, duygusal tepkilerimiz, hatta bazen düşmanlarımızın
düşüncelerinden derlediğimiz bir takım çözümleri bu ümmetin önüne koymamız.
-
İslâm’dan ve onun
faziletlerinden söz ederken bu İslâm’ı kimin taşıyacağından ve sorumluluğunu
üstleneceğinden söz etmeyi ve güçsüz bir hasta durumunda olduğunu unutmamız.
O kadar ki, fırsat geldiğinde
ve zaman elverdiğinde, gerçek Müslümanları olmayan bir İslâm ve samimi
uygulayıcıları bulunmayan bir takım sloganlarla baş başa kalmış oluyoruz.
Allah’ın salât ve selâmı,
Sünnet’i terk edilmiş ve yolundan yüz çevrilmiş olan Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem)’in üzerine olsun.
3- Nereden Başlamalıyız
Bu nedenle hala şunu mırıldanıyor ve
vurguluyoruz: Müslümanların problemlerini çözmek, onları tekrar yapılandırmaya
çalışmak, Allah’ın yardımıyla yakın gelecekte gerçekleşmesi beklenen ve yerine
getirmek zorunda oldukları rollerine kendilerini hazırlamak, yine onlar
tarafından, onlar arasında ve onlarla olacaktır. Bu da, inançlarını düzeltmek,
imanlarını güçlendirmek, ibadetlerini gereği gibi yerine getirmek, yöntemlerini
doğru hale getirmek, sözlerinde dürüst ve tutarlı olmak, kendileriyle beraber
olması için Allah’a dönüş yapmalarıyla gerçekleşebilir.
‘Allah, kendi nefislerinde
olanı değiştirmedikçe, bir toplulukta olanı değiştirmez.’ (R‘ad, 13/11)
Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem) ise şöyle buyurmuştur: ‘...Allah,
başınıza dininize dönüş yapmadığınız sürece kaldırmayacağı bir horluk salmıştır.’[6]
Müslümanların durumu, düşmanı
pusuda bekleyen ve kendisine tuzaklar kuran bir hastanın durumuna
benzemektedir. Şimdi bu hasta tedavisini yaptırdıktan sonra mı düşmanına karşı
koyacak yoksa hasta, çaresiz, hiçbir hazırlığı ve gücü olmaksızın mı onunla
kapışmaya kalkışacaktır?
Tıpkı kendisi hasta iken,
başkasını tedaviye kalkan tabip gibi!
Müslümanların durumu,
düşmanının eline düşen tutsağın durumu gibidir. Şimdi o, hala elinde esir
olduğu düşmanı kendine karşı kışkırtacak ve kurtulduğu takdirde ona neler yapacağını
mı anlatacak yoksa ondan kurtuluncaya kadar sabır mı edecektir?
Sonra da olan olur. Sizden hiç
mi aklı başında bir adam yoktur?[7]
Sonra bu kimsenin, düşmanını
yendiğini farz edelim. Şimdi kendi işlerini yönetmekten aciz bir kimse dünyayı
nasıl yönetebilir?
Daha doğrusu Müslümanlar,
büyük bir kurumu veya dev bir projeyi bile, ihtilafsız ve kavgasız bir şekilde
yönetmekten fazlasıyla acizdirler.
Eğer bir kimse derse ki: Biz,
İslâm’dan kaçışın olamayacağını ve Allah’ın insanlara farz kıldığı yegâne din
olduğunu kabul ettik, beşeriyetin kurtuluşunun da tek yolu olduğuna inandık,
küçük büyük ne kadar hükümleri varsa hepsinin hikmetli hükümler olduğuna kesin
kanaat getirdik. Dünyada iflah olmanın, ahirette ise kurtuluşa ermenin ona
bağlı bulunduğuna iman ettik. İslâm’ın var oluşunun ancak ve ancak Müslümanların
var olmasıyla mümkün olduğunu, Müslümanlarda rollerini yerine getirmelerini
engelleyen türlü hastalıklar bulunduğunu, en güvenli yol ve en ideal çözümün
de, Müslümanların söz konusu hastalıklarını her şeyden önce iman ve ibadet
açısından çözerek yine bu yönlerden onları yapılandırmak, ahlâk ve maneviyat
bakımından hazır hale getirmek olduğunu kabul ettik. Sonra Allah dilediği
kapıları açar.
‘Kim sözünü Allah’tan daha
iyi yerine getirir ki!’ (Tevbe, 9/111)
‘Allah, bir fetih veya
kendi katından bir emir getirebilir.’
(Mâide,
5/52)
Biz, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem)’in: ‘...Siz dininize
dönünceye kadar...’[8]
Evet, biz bütün bunları kesin
bir inançla, tecrübe ve delillerle kabul ettik. Ancak siz, Müslümanların gerçek
Müslümanlar haline gelebilmeleri için, bize en ideal çözümleri ve yollarını, en
kritik problemleri ve onlardan korunmanın çarelerini açıklayabilir misiniz?
Bir diğer ifadeyle:
Bu hastalığın tedavisi ve bu
ümmetin kalkındırılması için atılması gereken pratik ve gerçekçi adımlar
nelerdir?
İKİNCİ BÖLÜM
Teşhisin Gerekleri
Adı geçen soruları ayrıntılı
olarak cevaplamadan önce farkında olunması gereken en önemli temel hususlar
niteliğindeki bazı ön tespitler ve zorunlu doğrulara yer vermek gerekir.
Bunlar, hastalığı teşhis etmenin gerekleri, sapmışlık ve başarısızlığın
nedenlerini bilmenin de temel kurallarıdır:
1- Gerçek Çözüm Sahibi Allah’tır
Allah Azze ve Celle, hastalık ve
problemlerimizi, başarısızlıklarımızın nedenlerini ve zaferimizin
gecikmesindeki sırrı, bu işin uzmanı olan herkesten iyi bilmektedir.
‘Aynı zamanda latif ve her
şeyden haberdar olan yaradan bilmez mi!’
(Mülk,
67/14)
‘Allah, düşmanlarınızı en
iyi bilendir ve Allah, dost olarak da yardımcı olarak da yeter.’ (Nisâ, 4/45)
Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem) de sahih bir rivayette:
‘Yegâne çözüm sahibi Allah’tır’ buyurmaktadır.[9]
Bundan amaç, problemimizi
çözüm sahibine sunmamızdır. Bunu da hastalıklarımızı yaratanımızın Kitabı
ve Rasûlüllâh (sallallahu
aleyhi ve sellem)’in Sünnet’inde
aramak, kendi teşhisimizle bir takım hastalıklar -yapay problemler- uydurmamamız
ve geri kalmışlığımızın nedenleri konusunda mesnetsiz fikirler icat
etmememizdir.
Allah izin verirse, buna dair
açıklamaya yer verilecektir.
2- Çözüm Sahibine Uyma Zorunluluğu
Kardeşler, bizi yaratan Allah’ın,
problemlerimizin çözüm yollarını ihmal etmesi ve bu yolları bize en iyi şekilde
açıklamaması düşünülebilir mi?
Allah’ın, beşeriyeti yaratıp
onun için hayat prensiplerini koyduktan sonra, yegâne yaratan ve çözüm sahibi
olduğu halde, problemleri ve çözüm yollarını açıklamaması, O’nun söz konusu
prensipleri ve hikmetinin mükemmelliğine uygun düşmemektedir.
Bu nedenle, hastalığın
teşhisi, bizim düşüncelerimiz, tecrübelerimiz, uzmanlıklarımız, duygularımız,
yanı sıra düşmanlarımız olan toplumları örnek almaya değil, ilahî prensiplere
ve Hanîf dinin kurallarına dayalı olmalıdır.
Durum bu olunca, yani
hastalıklarımızı en iyi bilen Allah olduğuna göre, İslâm, Kitap ve Sünnet’te
hastalığı belirlemiş ve tedavi biçimini anlatmıştır. O halde Allah’ın sınırsız
bilgi sahibi olduğuna iman eden bir Müslüman, davası, gerekçeleri ve niyeti ne
olursa olsun, bu yoldan nasıl sapabilir!
Örnek olarak:
İslâm, ayrılık ve anlaşmazlık
hastalıklarını anlatmış ve bunun, Müslümanların, horluk ve başarısızlıklarının
başlıca nedeni olduğunu söylemiştir. ‘Çekişip anlaşmazlığa düşmeyin,
başarısızlığa uğrarsınız.’ (Enfâl, 8/46)
‘...Sizden her kim benden
sonra yaşarsa, bir çok ihtilafa tanık olacaktır.’[10]
Şimdi hal böyleyken bir
davetçi, bir hatip, bir felsefeci veya bir düşünür, bu hastalığı unutmuş
görünerek ve bilmezlikten gelerek Müslümanların geri kalmışlıklarının ve
perişanlıklarının nedeninin, uygarlıkta, ekonomide geri kalmaları veya
düşmanlarının onlara yönelik şiddetli saldırıları olduğunu ileri sürebilir.
Bir de Allah, bize zaferin
gecikmesinin nedeninin O’na yardım etmeyişimiz olduğunu bildirdiğine göre,
sözde teşhiste bulunan veya gevezelik yapan biri, başarısızlığımızın nedeninin,
devletler arası sistem, dünyanın genel durumu vb. hususlar olmadığını iddia
edebilir!
Kaldı ki Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem), bu tür hastalıkların yegâne
nedeninin, Müslümanların, dinlerinden yüz çevirmeleri ve ayrılığa düşmeleri
olduğunu haber vermiştir. Şimdi durumu ters yüz ederek, önderimiz ve liderimiz
olduğunu ileri sürdüğümüz Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’e muhalefet etmek bize yakışır mı!
Bir de bu tür görüş sahipleri,
mahiyeti saplantı olan görüşlerini demagojik delillerle bezeyerek, ona makbul
bir görüntü verseler bile, Müslüman kişi bunu nasıl kabul edebilir!
3- Çözüm Önerilerini Uygulama Zorunluluğu
Sonra teşhis ile ilgili olarak
söylenenler, çözüm için de geçerlidir.
Örneğin, nasıl ki İslâmî
prensiplere gerek duymaksızın probleme sadece akıllarımız, düşüncelerimiz ve
tecrübelerimizle teşhis koymamız doğru değilse, aynı şekilde sadece akıl, düşünce
ve tecrübelerimizden yola çıkarak çözümler önermemiz ve Allah veya Rasûlü’nün
anlattığı çözümden başka bir çözüm üretmemiz de doğru değildir.
Bu gereklerin delilleri, aynı
zamanda dinin mükemmelliğinin de Kitap ve Sünnet’te çok sayıda
bulunan delilleridir. Şu ayet ve hadis de bunlardandır: ‘Bugün sizin için
dininizi kemale erdirdim.’ (Mâide, 5/3)
‘Sizi cennete yaklaştıracak
olan ne varsa, hiç birini dışarıda bırakmaksızın, hepsini size emrettim.’[11]
Ebû Zer ise şöyle der: ‘Biz,
Rasûlüllâh (sallallahu
aleyhi ve sellem)’i, gök yüzünde kanat
çırpan kuşlar hakkında bile bize bir bilgi vermiş olarak terk ettik.’[12]
Bu arada hastalığa teşhis
koyan tabibin onun tedavisini her ketsen iyi bildiğini söylemeye gerek yokken,
bütün bilinmeyenleri bilen Allah ve bu ümmetin ilk terbiye edicisi ve bu
halkların ideal önderi olan Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) için bunu söylemeye nasıl gerek olabilir!
Kitap ve Sünnet’in de açıkladığı üzere, Müslümanların
en kritik hastalıklarının ihtilaf olduğu ve Kitap ile Sünnet’in
tedavisinden başka bir tedavinin de bulunmadığı konusunda ittifak halinde
olduğumuza göre, akılları ve düşüncelerinin öngörüleriyle çözüme baş vuranların
yanlışlığını biliyoruz demektir.
Mesela, kimileri: ‘İhtilafın çaresi, ondan
söz etmemektir’ derken kimileri de:
‘İttifak
ettiğimiz konularda yardımlaşırız, ihtilafa düştüğümüz konularda ise
birbirimizi mazur görürüz’ demektedirler.
Doğrusunu söylemek gerekirse,
eğer mazur görme, makul ihtilaf ile sınırlı kalacaksa evet, aksi halde bu konuda ayrılığa düşmek zaten dalalettir.
Şayet bundan maksat her türlü ihtilaf ise işte bu olmaz. Yoksa bir insanın
ortaya koyduğu bu iki kuralın delili nerede? Bir de Kitap, Sünnet
ve onları bizden önce bayrak yapmış olan salih Selefin çözümü bu mudur?
Ayrıca, sahâbe ve Selef, kendilerine muhalefet eden herkesi mazur
görmüşler midir?
Böylece düşünceler çekişmekte
ve görüşler çatışmaktadır. ‘Eğer kendilerine öğüt verilenleri yapsalardı,
onlar için daha hayırlı ve daha çok güç kazandırıcı olurdu.’ (Nisâ, 4/66)
Aslında Allah’ın bize
öğütlediği ve Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in
kurallaştırdığı husus, biraz önce yer verilen kurala gerek bırakmadığı gibi,
bizim için de daha hayırlıdır:
‘İyilik ve takva üzerine
yardımlaşın, günah ve hakkı ihlal konusunda ise yardımlaşmayınız.’ (Mâ’ide, 5/2)
‘Benim ve benden sonra
hidayet yolunu izleyen raşid halifelerin sünnetine sarılmalısınız.’[13]
Buna göre, ihtilaf konusunda
sahâbenin mazur gördükleri kadarını biz de mazur görürüz. Onların mazur
görmediğini ise biz de mazur görmeyiz. O halde Müslümanların her türlü
problemlerinin çözümünde bu ölçüyü kullanmak ve Kitap ile Sünnet’ten
bir delil ve salih Selefin yöntemi hariç, ne denli bezenmiş olursa
olsun, başka bir çözümü kabul etmemek gerekir. Çünkü ihtilaf problemi, ancak
Allah’ın emrettiği şekilde çözümlenebilir.
‘Ve topluca Allah’ın ipine
sarılınız.’ (Âli ‘İmrân, 3/103)
Eğer Allah’ın ipi Kitap,
Sünnet ve Selef metodu değilse, Allah, diğerlerinin ipini hiç de
mübarek kılmasın.
4- Ümmetin Kitap ve Sünnet’te Çözümü Bulunmayan
Yeni Hiç Bir Sorunu Yoktur
Kuşkusuz Kitap ve Sünnet’i
bilen, bir yandan İslâm’ın temellerini ve metodunu kavrayan, diğer yandan da
Müslümanların eski ve yeni durum ve realitelerinden haberdar olan kimse,
ümmetin başına gelen ve özel, yeni bir çözüm şekline ihtiyaç gösteren yeni
hiçbir probleminin bulunmadığını anlar.
Akıl sahibi bir kimse, bize
helaya girme ve yemek yeme adabını bile öğreten Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem)’in, bu denli büyük
problemlerin çözümünü sınırlı akıllarımıza ve dar düşüncelerimize bıraktığını
nasıl düşünebilir?!
Bu nedenle Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem), ihtilafa düşme problemini: ‘...
Sizden her kim benden sonra yaşarsa, bir çok ihtilafa tanık olacaktır.’ Sözüyle
anlattıktan sonra çözümünü şu sözlerle açıklamıştır: ‘Bu durumda benim ve
benden sonra hidayet yolunu izleyen raşid halifelerin sünnetine sarılmalısınız.
Ona hırsla sarılınız!’[14]
Dahası Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem), ahir zamanda yüzlerce yıl sonra
meydana gelecek olan bazı fitneleri anlatırken çözümlerini de ortaya koyuyordu.
Çoğu zaman sahâbeleri bunu kendisinden duyduklarında: ‘Bize ne emredersin’
derlerdi.
Huzeyfe (radıyallahu anhu)’nun bu konudaki hadisi ise ünlüdür:
‘İnsanlar, Rasûlüllâh’a hayır
hakkında soru sorarken ben, başıma gelebilir korkusuyla kendisine kötülük
hakkında soru sorardım.’ Burada Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem): ‘Cehennem kapılarını tutan çağırıcılar
olacaktır. Her kim, çağrılarına uyarsa onu cehenneme atarlar’ deyince
Huzeyfe (radıyallahu
anhu), onları anlatmasını istemiş, o da: ‘Onlar,
bizdendirler ve bizim dilimizi konuşurlar’ buyurmuştur.
Bunun üzerine Huzeyfe (radıyallahu anhu): ‘Şayet bu zamana yetişirsem, ne yapmamı emredersin’
diye sormuş, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) de: ‘Müslüman cemaati ve imamlarından ayrılma’
şeklinde cevap vermiştir: Bu kez Huzeyfe (radıyallahu anhu): ‘Şayet cemaat ve imamları yoksa...’ deyince
Rasûlüllâh (sallallahu
aleyhi ve sellem)’in cevabı şu olmuştur: ‘O
grupların tamamına uzak dur! Hatta, bir ağacın kökünü ısırarak o haldeyken
ölmek pahasına bile olsa.’[15]
Ebû Zer (radıyallahu anhu) da şöyle der:
‘Biz, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem)’i, gök yüzünde kanat çırpan kuşlar
hakkında bile bize bir bilgi vermiş olarak terk ettik.’[16]
Y‘alâ b. Umeyye’nin, güzel
koku sürünerek gelen ve Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’e bir sorunu hakkında soru soran adamla ilgili
hadisinde[17] olduğu gibi, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem) bile kendisine sorulan bir
mesele konusunda çoğu kez suskun kalıp vahyin inişini beklemiştir.
Kitap ve Sünnet’i dikkatle inceleyen kimse, onlarda
her şeyi bulur. Onlarda daha önceki problemleri ve çözüm yollarını da bulur.
Bunlara, bazı hadislerde yer verilmiştir. Gelecekteki problemleri ve çözüm
yollarını da yine bunlardan söz eden hadislerde bulur.
Zira hayız ve loğusalık
meseleleriyle ilgili açıklamanın bile zamanını geçirmek caiz olmadığına göre,
ümmetin problemleri ve bu problemlerin çözüm yolları konusunda geç açıklama
yapmak caiz olur mu!
5- Çözümde Sorumluluk Taşıyanın Nitelikleri
Müslümanlarca pratikte değil, sözde kabul
edilen hususlardan biri de şudur: Müslümanların problemlerini ortaya çıkarıp
çözüm bulma mevkiinde bulunan kimse, İslâm prensiplerini bilen, insanların gerçek
durumundan haberdar olan biri olmalıdır. Aksi takdirde hem kendisi dalalete
düşer hem de ona uyan insanları dalalete düşürür. Ayrıca kendilerinde
bulunmayan problemler ileri sürerek hayali sorunlar ve bu sorunlarla ilgili
sözde çözüm önerilerini ortaya koymaya çalışır. Bu yolla da Müslümanların güçsüzlüklerini
kat kat artırmış olur.
Şimdi Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem) bile kendiliğinden bir şey söylemeyip
herhangi bir çözüm icat etmezken, aksine: ‘Ben, ancak bana vahiy edilene
uyarım’ derken, zamanımız insanlarının pek çoğuna ne oluyor da, bilgisizce
fetva veriyorlar. Hatta onlar, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’den daha hızlı fetva vermeye kalkışmaktadırlar.
Kendilerini, bu ümmet için çözüm yolları üretmeye ve Kitap, Sünnet
ve Selef yönteminden yüz çevirmeye fazlasıyla güç yetirecek durumda olduklarını
zannederler.
Allah Azze ve Celle şöyle
buyur:
‘İnsanlardan kimi, Allah’ın
yolundan saptırmak amacıyla gururla salınıp kasılarak, hiçbir bilgisi, yol
göstericisi ve aydınlatıcı kitabı olmaksızın Allah hakkında tartışır durur.’ (Hac, 22/8-9)
Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem) de buyurur ki:
‘Allah ilmi, öyle durup
dururken kullardan koparmak suretiyle ortadan kaldırmaz. Lakin Allah, ilmi
âlimleri ortadan kaldırmak suretiyle kaldırır. Nihayet hiçbir âlim
bırakmayınca, insanlar cahil bir takım önderler edinirler. Bu önderlere sorular
sorulur, onlar da bilgisizce fetvalar vermek suretiyle kendileri dalalete
düşmüş, başkalarını da dalalete düşürmüş olurlar.’[18]
İmam Şâtibî de şöyle der:
‘O
zaman insanlar âlim oldukları sanılan cahilleriyle baş başa kalırlar.’ [19]
Bu gereklerin özeti:
a)
Problemlerimiz ve çözümleri konusunda içtihada ihtiyaç bulunmamaktadır. Zira
yeni olan hiçbir şey bulunmadığı gibi, Allah da, problemleri ve çözüm yollarını
Kitap, Sünnet ve ümmetin Selefinin yönteminde en açık
şekilde beyan etmek suretiyle buna ihtiyaç bırakmamıştır.
b) Ümmette yeni hiç bir problem olmadığından yeni hiç
bir çözüm de yoktur.
c) Kitap ve Sünnet konusunda ilim sahibi
olmadıkça ve ümmetin gerçeğini kavramadıkça, hiç kimsenin, ümmetin
problemlerini teşhis ve bunlara çözüm üretme sorumluluğunu üstlenmeye
kalkışması doğru değildir.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Açmazlar
Müslümanların yolunda ortaya
çıkan açmazlar az, karşılaştıkları meydan okuyuşlar da basit değildir.
Pek çok Müslüman’a göre,
açmazları, düşmanlarının kendilerine karşı durmalarından ibarettir.
Aslında Allah düşmanlarının
entrikasının, tam anlamıyla bir açmaz olduğunda ve dağları yerinden
oynatabileceğinde şüphe bulunmamaktadır. ‘Entrikaları dağları yerinden oynatacak
olsa da...’ (İbrahim, 14/46)
Samimi Müslüman, Allah düşmanlarının memleketlerinin
büyük kısmında Müslümanlara karşı tezgahladıkları oyunlara baktığında, yüreği
yanar ve ciğeri parçalanır.
Hangi ülkede İslâm’a
dönüp bakarsan
Onu her iki kanadı
kırpılmış bir kuş gibi görürsün
Bu yüzyılda zalimlerin
pek çoğu, Firavun’dan daha çok azmışlardır. Firavun’un azgınlığı, onu,
Müslümanların erkek çocuklarını öldürüp kadınlarını sağ bırakmaya sevk ederken,
bunlar erkek çocuklarını boğazlamakta, erkeklerini yakmakta, kadınlarının
ırzını kirletmekte, camilerini yıkmakta, Mushaflarını yırtmakta ve henüz bir
ülkeyi bitirmeden diğer bir ülkenin üstüne abanmaktadırlar. Hiç bir devirde
Müslümanlar, zamanımızdaki kadar düşmanlarının tezgahlarından etkilenmiş değildirler.
Allah düşmanlarının,
Müslümanlara karşı tezgahladıkları ile onların başına getirdikleri, herkesin
bildiği bir husustur. Ancak pek çoğumuzun göremediği husus, bu tezgahın nasıl
bozulacağı, ardından da bu ümmetin nasıl kalkındırılacağıdır. Problemlerin
çözümü ve onlara karşı koymada izlenecek olan yol nedir? Acaba bu yol, bizzat
hastanın kendisini tedaviye başlamak mıdır, yoksa hasta mevcut durumdayken,
düşmanlarına karşı koymaya öncelik vermek midir?
Samimiyetle uyan Müslümanların
hüküm koyucu kaynakları olan Kitap ve Sünnet’i iyi inceleyen
kimse, bu iki kaynağın yönlendirme ve emirlerinin, Müslümanların açmazlarının
kendilerinden olduğu ve başlarına gelen belanın kaynağının da kendileri olduğu
noktasında yoğunlaştığını görür. ‘Başınıza ne musibet gelirse, ellerinizin
işledikleri sebebiyledir.’ (Şûrâ, 42/30)
Eğer onlar, nefislerini ıslah
ederlerse Allah, düşmanlarının oyunlarını başlarından defedecek ve ne denli
güçlü ve entrikacı olurlarsa olsunlar, düşmanlarına karşı onlara zafer nasip
edecektir.
‘Eğer siz sabreder ve takva
sahibi olursanız, onların hilesi, size hiçbir zarar vermeyecektir. Allah,
onların yaptıklarını kuşatandır.’ (Âl-i ‘İmrân, 3/120)
Müslümanların pek çoğu, sabır
ve takvanın, Allah’ın düşmanlarına karşı direnmede sıra dağlardan daha etkili
olduğunu gözden kaçırmaktadırlar. Zira durum bu iken, Allah takva ve iyilik
sahibi olanlarla beraber olur. Allah, beraber olduğu kimseden ise, düşmanının
komplolarını geri çevirir. O zaman da Allah’ın şu sözü gerçekleşir: ‘Kafirlerin
hilesi, sonuçsuzluktan başka bir şey değildir.’ (Gâfir, 40/25) Ondan sonra da zafer onunla birlikte, imkan da dostu
olur.
O halde Müslümanların gerçek
açmazlarını ortadan kaldırmaya, problemi ve gerçek güçsüzlüğü temelden çözmeye
yönelmek gerekir.
Bu açmazları şöyle özetlemek
mümkündür:
1- Bilgisizlik
Bizim burada kast ettiğimiz bilgisizlik,
anlamı bakımından akla hemen gelen bilgisizlikten daha geniş boyutlu ve daha
özellikli bir bilgisizliktir. Zira buradaki bilgisizlikten maksat, İslâm’ın
gerçeği, tevhid ve gereklerinin mahiyeti, hakkın kurallarına ilişkin
bilgisizliktir. Örneğin delil ile göz boyama, uyma ve bid’atçılık,
temellendirme ve hayalcilik arasındaki farkı bilmemek gibi.
Ayrıca bu, izlenecek yolun
sorunlarını ve sorumluluğun gereğini bilmemek de demektir. Örneğin, dinle
birlikte aklın hükmü, yanlışlıktan arındırma ve eğitim, ilmin eğitimle
paralelliği, değişim yolu ve diğer sorunlar gibi.
İmam Şâtibî şöyle der:
‘O
zaman insanlar âlim oldukları sanılan cahilleriyle baş başa kalırlar. Durum
böyle olunca, içtihadın koşullarını tamamlamadığı zaman, bir kimsenin yapacağı
içtihat meşru değildir. Sıradan insanın delillerle fikir yürütüp hüküm
çıkartması caiz olmadığı için, pek çok bilgisizlikleri olan yarım âlim de,
hüküm çıkartmasının caiz olmaması noktasında tıpkı sıradan bir cahil
gibidir.Buna rağmen kendisi için caiz olmayan içtihada kalkışırsa, bununla
günaha girmiş olur.’[20]
Ben derim ki: Kabe’nin
Rabbi’ne yemin ediyorum, zamanımızda fetva sorumluluğunu üstlenen bazı
kimseler, Şâtibî’nin zamanındaki sıradan insanlardan daha cahildirler. Çünkü bu
sözde fetva yetkilileri, hiç bir esası öğrenmemiş ve hiçbir kuralı
anlamamışlardır.
Tuhaf olan şudur ki bu tür
kimseler, hayız ve loğusalık meseleleri konusunda fetva vermeyi kendileri için
caiz görmezken, ümmetin kanları, ırzları, büyük sorunları ve tutumları hakkında
fetva verebilmektedirler. Aynı zamanda öncelikleri sıralamaktan da geri
durmamaktadırlar.
Bu gibilerin büyük bir kısmı,
ya ilim ve içtihada intisap ederler veya bu iki hususa nispet edilirler. Sana karşı
da ilim ve içtihatları delil gösterilir. Halbuki, onların bazısı, içtihadın
şartlarını bilmez, içtihat için gerekli olan birikime sahip değildir, ilim
tahsil etmemiş, kaynaklarını tanımamıştır. Hatta kimisi, Kur’ân’dan ve hadisten
ona bu ehliyeti kazandıracak hiçbir şey ezberleyip kavrayamamıştır.
Şimdi ilmi bilen bir kimse,
nasslara karşılık bunların görüşlerini delil olarak kullanır mı?
İlim ve Çözüm Yolu
Bakımından Müslümanların Ayrıldıkları Sınıflar
a) İlim sahibidir, çizgisi doğrudur, ancak çözüm yoluyla
ilgili sorunlar ile çağın olaylarını bilmemektedir ki bu bir kusur değildir.
Kusur, kendilerine bu hususlar anlatıldığında kabul etmemeleri veya uyarıldıklarında
karşı çıkmalarıdır. Bu durumda söz ve fetvaları, rahatsızlık kaynağı olur.
Bu sınıftan kimisi, İslâm’ın,
eğitimi, yöntemi ve çağın olaylarıyla ilgili herhangi bir hükmü olmayan soyut
bir bilgiden ibaret olduğunu sanmaktadır. Durum bu olunca, bu kimsenin ilmi de
bir engele dönüşmektedir.
Onların bazısı da, ilim tahsil
etmiş ve yol yordam öğrenmiş, ancak bunu duygusallığıyla heder etmiş,
hazırlıksız yaklaşımlarıyla da işlevsiz hale getirmiştir. Böylece kişisel
gerçeğine ilişkin anlayışı ilmine, siyasî olaylar da anlayışına galebe
çalmıştır.
Ayrıca bunlardan kimisi
bilerek hizipçilik yaparken, kimisi de farkında olmaksızın, hizipçiliğin içine
düşmüştür.
b) Bu sınıf, imanın rükünlerini ve İslâm’ın bazı kural
ve hükümlerini bilir, ancak ilmi, faziletini, Selefin yolunu ve bu yolun
gerekliliğini, izlenmesi gereken yolun sorunlarını ve ayrıntısını bilmez.
Bunlar, siyaseti ilgisiz yollardan, aktüel olayları ise siyasetin güdümündeki basından
öğrenirler.
Bunların hastalığı,
hükümlerini ve yürütülme biçimini bilmeleri için, siyaseti ilme ve Selef
yoluna uygun hale getirmemeleridir. Bu nedenle istedikleri gibi davranmakta ve
arzuladıklarını yapmaktadırlar. Böylece onları disipline edecek hiçbir kural ve
hatalardan koruyacak hiçbir koruyucu ilkeye uymaksızın, duygularının güdümüne
girmekte ve hiziplerinin çıkarları doğrultusunda çaba harcamaktadırlar. Aslında
isteseler de bunu yapamazlar. Zira onlar, ilmi kaybetmeleri sebebiyle bunu
kaybetmiş, âlimlerden yüz çevirdikleri için de bu tutarlılıktan yüz
çevirmişlerdir. Öyle ki ne ilim tahsil etmişler ne de âlimlerin fetvalarına
kulak vermişlerdir. Sonuçta onların eliyle ilme ve Selefe hiçbir değer
vermeyen kitleler meydana gelmiştir. Dinleri duygudan, hedefleri ise, hangi
araç ve yöntemle olursa olsun, yöneticilerini devirmekten ibarettir.
“Allah ilmi, öyle durup
dururken kullardan koparmak suretiyle ortadan kaldırmaz. Lakin Allah, ilmi
âlimleri ortadan kaldırmak suretiyle kaldırır. Nihayet hiçbir âlim
bırakmayınca, insanlar cahil bir takım önderler edinirler. Bu önderlere sorular
sorulur, onlar da bilgisizce fetvalar vermek suretiyle kendileri dalalete düşmüş,
başkalarını da dalalete düşürmüş olurlar.”[21] (Bu tür farklılıklar çeviriden değil, eserin aslından
kaynaklanmaktadır)
c) Bu, uğraşamadığımız bir sınıftır ki, dili ustaca
kullanan, hitabetleri mükemmel ve sözü geçen kimselerdir. Onlardan biri: ‘Marufu
tanımamakta ve münkere karşı çıkmamaktadır. Benimsediği tek şey, ruhuna işleyen
nefsani arzularıdır.’[22]
Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem) şöyle buyurur: ‘Ümmetim
için en fazla korktuğum, dilde usta her münafık kişidir.’[23]
d) Bu kapsama girmeyen sınıf ise, ilmiyle amel eden,
Allah için hakka çağrıda bulunan, yanılıp uyarıldıklarında bunu dinleyen ve
hata yapıp nasihat aldıklarında hatadan dönen kimselerdir. Şu bir gerçek ki,
hiç kimse ilmin tamamını kendinde toplayamamakta ve yalnız başına gerçeğin arka
planını bütün halinde kavrayamamaktadır. Ancak bazılarının gözden kaçırdıklarını
diğer bazıları bilmektedir.
Bunlardan ilimce ikinci
derecede olan ve Müslümanların acı gerçeğinden ve düşmanların aldatıcı
siyasetinden etkilendikleri için, hataya düşen bazı davetçiler de
bulunmaktadır. Hata yapmalarına, ilmi olgunsuzluk veya davette tecrübesizlik de
yardımcı olmaktadır. Bunlara, yöntemin ayrıntı mahiyetindeki sorunlarını
kavrayamamak ve bazen daha iyiyi iyiden, daha kötü olanı da kötüden ayırt
edememek gibi durumlar da eklenebilir. Ancak bunlara nasihat verildiği zaman
ona uymakta ve dönüş yapmaları istendiğinde dönmektedirler. Böylece karşılıklı
nefret, kin, kıskançlık ve arka dönme ile değil, samimi âlimler ile dürüst
davetçiler arasındaki yardımlaşmayla hayır gerçekleşmekte ve karşılıklı nasihatlerle
doğru var olmaktadır. Her biri, kardeşinin eksiğini tamamlamakta ve ona nasihatte
bulunmaktadır.
Bu problemin tehlikesi
nerede saklıdır
İslâm ve tevhidin mahiyetine
dair bilgisizlik probleminin tehlikesi, kişiyi kalıcı olmayan bir miktar dünya
malı veya aldatıcı geçici makamı için dinini satmaya ve satın almaya sevk eden
aşırı iman zaafında ortaya çıkmaktadır.
Bu hastalığın tehlikesi,
hastanın, hastalığının bilincinde olmamasında saklıdır. Zira İslâm’a çağrıda ve
fedakarlıkta bulunduğu, onun yolunda işkence gördüğü sürece, hastalıklı hali,
ona sağlıklı ve afiyette olduğunu vehmettirir.
Şimdi, ilmin önemini ve Kitap
ve Sünnet’e uymanın değerini kavrayamadıkları halde, hidayet üzere
olduklarını sanan, bu yüzden de hükümlerin pek çoğunu işlemez hale getiren yenilik
davetçilerine ne demeli?![24]
Ya fikre davet edenlere ne
dersin? Onlar, fikirlerini seleflerinin yöntemine önceleyerek dinlerinde
akıllarını hakem kıldıkları halde, doğruyu savunduklarından çok emin
gözükmektedirler. Aynı zamanda iyi bir şey yaptıklarını sanırlar.
Vasıtaların mubahlığını iddia
ederek İslâm’da yollar ihdas edenler hakkında ne düşünmeli?! Nasıl da davette,
hüküm uygulamada, hükümdarlarla olan muamelede ve diğer konularda Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem)’in yöntemlerini işlevsiz hale
getirmişlerdir.
Eğer onlar, doğru bilgiyi
öğrenir ve Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in
yoluna uymanın gerekliliğine inansalardı, mubah sayılan araçlarla vahye dayalı
yöntemler arasındaki farkı kavrayacaklardı. Ancak onlar, ilimden yüz çevirmeleriyle
ikisini birbirine karıştırdılar ve hepsini mubah araçlar olarak kabul ettiler.
Şayet bu ayırımsızlığın sonucunun ne olduğunu bilselerdi, bunu yapmazlardı.
Zira bu, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in
ilkelerini işlevsiz kılıp gayrimüslimlerin ilkelerini geçerli kılmak demektir.
Bu ise, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in
şu hadisinde ifade ettiği hususun ta kendisidir.
“‘Yemin ederim ki, siz
sizden öncekilerin yolunu karış karış, arşın arşın izleyeceksiniz. Hatta onlar
bir keler yuvasının yolunu tutsalar, siz de o yolu izleyeceksiniz.’ Dediler
ki: ‘Bunlar Yahudîler ve Hıristiyanlar mıdır?’ Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem): ‘Ya kim olacak?’ diye
buyurdu.”[25]
İslâm ve tevhidin mahiyetine
dair bilgisizlik, kişiyi kalıcı olmayan bir miktar dünya malı veya aldatıcı
geçici makamı için dinini satacak ve satın alacak hale getiren aşırı iman zaafında
ortaya çıkmaktadır.
Bilgisizlik hastalığının
belirti ve tabloları:
Bu hastalığa yakalanan kimse,
ilim ve ezberi, nakil ve bilinçli ilmî birikimi, gerçek âlimi ve âlim geçineni, fakih olanla kinetik olanı,
basiretli olanla iddiacı olanı ayırt edemediği için, fetvayı fetva ehli olmayana
sorar ve uyulmaya ehil olmayana uyar.
Bu hastalığın bazı
davetçilerde ortaya çıkan görüntü ve tablolarından biri de, İslâm’ı
düşmanlarının çizdikleri şekilde bir takım bölge ve sınırlara ayırmaktır. Zira
onlar, bir takım konuşmalar ve sloganların ötesinde İslâm’ın evrenselliği
hakkında bir şey bilmemektedirler. Biatin hükümleri, hicret, ve kardeşliğe gelince,
onlara göre bunların dönemi ve hükümlerinin zamanı geçmiştir.
Ben, halkların büyük
bölümünün, kendi ülkelerinin âlimlerinden başkasına güvenmediklerini, ve
onlardan başka kimseye fetva sormadıklarını gördüm. Allah’ın, rahmetiyle
esirgediği uyanlar ve delil arayanlar hariç. Çünkü bunlar, delilin, zaman, yer
ve kişilere bağlı olmadığını bilirler.
Bu hastalığın
komplikasyonları
Delile bağlılığa dayanan
sağlıklı eğitimin yokluğu halinde insanlar, kişilere bağlanırlar, duygularıyla
hareket ederler, siyasetle uğraşırlar ve düşmanların öngörülerine uygun şekilde
olayların peşinde sürüklenirler. Bu durum ise, onları, bireylerini Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem)’in, temelleri bilgi, anlama,
basiret ve delil olan doğru eğitim tarzından habersiz kılmaktadır. ‘Ben,
basiret üzere Allah’a davet ediyorum.’ (Yûsuf, 12/108) İlimden yüz çevirdikleri halde bunların iflah
olacağını mı sanırsın?
Yine ilme hakkını veren ve onu
gereği gibi değerlendiren Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) eğitiminin yokluğunda ilim ve ehliyle alay eden
kimseler çoğalmaktadır ki biz, bunlarla uğraşmamaktayız. Dünyada da ahirette de
Allah onlara yeter ve onlar, sünnetler, vacipler ve salih Selefe
uyanlarla alay edenlerin akıbetlerini göreceklerdir.
Allah şöyle buyurur: ‘Yaptıklarının
kötülükleri onlara göründü ve alay ettikleri hususlar başlarına geldi.’ (Zümer, 39/48)
Bu yapılanları onlardan önce
münafıklardan bir topluluk da yapmıştı. Şöyle ki, Tebuk savaşında Sünnet
ve vaciplere bağlı kimselerle alay etmiş ve aralarından biri şöyle demişti: ‘Şu
okuyucularımızı, boğazına en düşkün, en yalancı ve düşmanla karşılaşırken en korkaklarımız
olarak görüyorum.’ Bunun üzerine haklarında şu ayet indi: “Eğer onlara
sorarsan: ‘Biz sadece lafa dalıp oynuyorduk’ derler. De ki: ‘Allah, ayetleri ve
Peygamberiyle mi alay edersiniz! Özür dilemeyin, imanınızdan sonra kuşkusuz
kafir oldunuz.’” (Tevbe, 9/65)[26]
İşte Sünnet ve
vaciplere uyanlarla alay edenlerin hükmü bu iken, bizzat Sünnet ve
vaciplerle alay edenlerin hükmü ve akıbeti nice olur?!
O halde, onların başına
geleceklerin senin de başına gelmemesi için kendileriyle hemhal olmaktan
sakınman gerekir.
Allah Azze ve Celle şöyle
buyurur: “O size kitapta: ‘Allah’ın ayetlerinin inkar edildiğini ve onlarla
alay edildiğini işittiğinizde, onlar bir başka söze dalıp geçinceye kadar
kendileriyle birlikte oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz’ diye
indirdi. Doğrusu Allah, münafıkların ve kafirlerin tümünü Cehennem’de
toplayacaktır.” (Nisâ’, 4/140)
Bu hastalığın tedavisi
Bu, şu şekillerde olur:
-
İlim dini olan
dinimizde ilmin önemini kavramak.
-
İlmin mahiyetini
öğrenerek onu ilim taslamaktan ayırmak, uzman âlimlerin niteliklerini bilmek,
onlarla iddiacıları, kinetikleri, davetçileri ve ilim taslayanları birbirinden
ayırmak. Zira İslâm’a davet eden veya onunla ilgili konuşan her kes âlim
değildir.
-
İlim talebinde
samimi çaba ve onu Müslümanlar arasında, özellikle de bu mübarek uyanışın
gençliği arasında yaymak.
-
Çözüm yolunun
sorunlarını ve hükümlerini, salih Selefin yaşantısı ışığında Kitap
ve Sünnet’ten öğrenmek.
-
Bütün
ihtilaflarımızı, duygularımız ve görünen çıkarlarımıza göre değil, ilimle
çözmek.
Söylemiştir ilmi Allah ve
Rasûl’ü
Ve sahâbeler, bozarak
değil.
-
Kişinin, haddini
bilerek bu sınırda durması. Bu da en çok bilgi sahibi olanın kararını kabul
etmekle olur.
Allah’tan problemli
Müslümanlara afiyet vermesini dilerim.
2- Görüş Ayrılığı ve Bölünmüşlük
Görüş ayrılığı ve bölünmüşlük, büyük bir
hastalık, yaygın bir kötülük ve hem dünyada hem de ahirette sahiplerinin
boynunda kalan bir vebaldir.
Ne var ki bu hastalık,
ümmetimizde, her şeyde kronikleşmiş ve her şeyi etkilemiştir. O kadar ki
toplum, birey, ayakta duran, oturan, âlim ve cahil kim varsa hepsine büyük
ölçüde zarar vermiştir.
Nitekim görüş ayrılığı, bu
ümmetin inancında, yöntemlerinde ve hayat prensiplerinde ortaya çıkmıştır.
İhtilafın nedenlerinden
bazısı
Bu görüş ayrılığının nedeni ve
aslı, İslâmî grupların, Allah’ın yardımını hak eden topluluğun yönteminden
sapmasıdır. Onlar, ahlâkta, davette, ibadette, hatta Allah’ın sıfatları konusunda,
hüküm çıkarma yollarında, Allah’a ulaşma yolunda ve yer yüzünde söz sahibi olma
yönteminde saplantıya düşmüş oldular. Ayrıca Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem)’in Sünnet’inde ve
ashâbını değerlendirmede de hak yoldan saptılar. Şöyle ki kimisi, onların
bazısına kâfir derken bazısını korumaktadır. Müslümanlardan kimisi de, ashâbı
cehaletle suçlayarak kendi felsefe ve mantığını onların yöntem ve yollarına
öncelemektedir.
Bugün Müslümanların başındaki
en büyük bela, sistemleştirme adına veya particilik görüntüsü altında
bölünmeleri veyahut ülke ve soy ayrılığından dolayı ayrılığa düşmeleridir.
Bütün bunlardan daha beter olanı ise, düşmanları olan kindar haçlıların
aralarında uydurdukları sınırlar nedeniyle bölünmüş olmalarıdır.
Bu ihtilaf ve ondan kurtuluşun
yolları, akılları şaşkına çevirmiş, bu konuda çok şey söylenmiş ve tartışmalar
yapılmış, ancak bu ümmetin Selefinin yoluna ve ilahî yardımı hak eden
topluluğun yöntemine uymaktan başka kurtuluş söz konusu değildir.
Komplikasyonları
Bu hastalıktan daha zararlı ve
milletleri yok edici daha şiddetli bir hastalık görmedim. Çünkü büyük bir
milletin bile başına geldiğinde saflarını dağıtır, birliğini parça parça eder,
çabalarını sonuçsuz bırakır, sonra onu, sanki dün birlik değilmiş gibi, havada
savrulan toza çevirir. Bu hastalık, en büyük ve en güçlü bir ulusa bile
uğradığında onu en güçsüz ve en değersiz millet haline getirir.
Bu kapsamda geçip hayale
dönüşen dün gibi yok olan komünist Sovyetler Birliği pek uzağımızda değildir.[27]
Kaldı ki İslâm ümmeti de, bu
hastalıktan kurtulamamıştır. Zira bu hastalık, geldiği sırada ümmet, saygın,
güçlü, başı dik durumdayken, geldikten sonra onu imrenilmeyecek ölçüde zayıf ve
perişan duruma düşürmüştür. Bu nedenle görüş ayrılığı ve bölünmenin kötülüğü,
ahlâk dışı davranışlarda bulunmak ve içki içmekten daha yaygın ve daha çok
zararlı olmuştur.[28]
Bunu en iyi gösteren delil
şudur: İslâm’ın ilk döneminde ashâbdan biri, yanlışlıkla içki satmış, Seleften
bazıları da, şu ayeti tevil ederek ve hataya düşerek içki içmişlerdir: ‘İman
eden ve salih amel işleyenler üzerine yiyip içtiklerinde günah yoktur.’ (Mâ’ide, 5/93)[29]
Ancak bu fiilin ümmete, ‘Alî
ve Muaviye (radıyallahu
anhum) arasındaki ihtilafın sonuçları
gibi bir yansıması olmamıştır.
Zira bu ihtilaftan dolayı üç
gecede ümmet, arkalarında suçsuz günahsız yüz bin dul ve yüz elli bin öksüz
bırakan ölü vermiştir.
İş bununla da kalmamış,
ihtilafın daha sonraki dönemlerde de ümmete, ardı arkası kesilmeyen
parçalanmalar, bünyesinden kopmalar, bunu izleyen şiddetli çarpışmalar ve
Hâricîler, Şia ve diğer gruplar arasında meydana gelen öğütücü savaşlar
şeklinde yıkıcı yansımaları olmuştur. Bu durum, onları düşmanlarından ve
kendisi için yaratıldıkları davadan habersiz kılmıştır.
Nitekim fitne -iç kargaşa-
zamanındaki fetihler, yok olmamışsa da, diğer zamanlardaki fetihlerden az
olmuştur.
Keşke durum bununla da sınırlı
kalsa! O zaman musibet hafif, sorun kolay olurdu. Lakin bu ihtilafın kötü
sonuçları, günümüze dek sürmüş, Allah dilemedikçe kıyamet gününe kadar da son bulmayacaktır.
İslâm ülkelerinin, düşmanların
eline düşmesi, Endülüs’ün gasp edilmesi ve orada akıtılan kanların yegâne
sebebi ihtilaflar ve Allah’tan uzaklaşmış olmaktır.
Şayet içki çirkinliklerin
anası ise, bölünme de afetler, belalar ve musibetlerin babasıdır.
Bölünmüşlüğün, başarısızlıktan başka hiçbir sonucu olmasa, bu büyük bir kötülük
olarak yeter.
‘Çekişip anlaşmazlığa
düşmeyin, başarısızlığa uğrarsınız ve gücünüz gider.’ (Enfâl, 8/46)
Acaba ihtilafa neden olanlar
ve bölünmeye zemin hazırlayanlar, bunun tehlikesini kavramışlar mıdır? Ne denli
iyi olursa olsun, niyetleri, Muaviye (radıyallahu anhu)’nun, büyük felaketlere yol açan niyeti kadar iyi
olabilir mi?
En şaşırtıcı şey
Bütün bunlara rağmen
davetçilerden kimisinin, bu konuyu göz önünde bulundurmama ve unutmuş görünmede
ısrar ettiğini görebilirsin. Dahası, bölünme ve ihtilaftan sakındıran bunca
nassa rağmen, anlamsız gerekçeler ve çürük bir takım görüşlere dayanarak bu iki
hastalığı normal gören bazı kimseler görmek de mümkündür.
‘Dinlerini parça parça edip
gruplaşanlar var ya, sen hiçbir şeyde onlardan değilsin.’ (En‘âm, 6/159)
‘Kendilerine apaçık
deliller geldikten sonra bölünüp ihtilafa düşenler gibi olmayın! Onlar için
büyük bir azap vardır.’ (Âl-i ‘İmrân, 3/105)
‘Müşriklerden; dinlerini
parça parça edip gruplaşanlardan olmayın! Her grup, sahip olduklarıyla
sevinçlidir.’ (Rûm, 30/32)
Bundan da fazla dehşete
düşüren durum ise, bölünme ve yol açtığı kötülüğün anası olan çirkin hizipçilik
perdesi altında bölünmeyi savunan, hatta o yönde çaba harcayan ve bölünmeye
karşı uyarılarda bulunan kimselere düşmanlık besleyip tuzak kuranların bile
bulunmasıdır.
Anlamsız bazı gerekçeler
Eğer sabırlı ve espriyi seven
biriysen, dinle şimdi farkında olmadan kendisiyle Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem)’e karşı savaştıkları
gerekçelerini:
‘ABD’nin
bize hakim olamaması için bölünmede hayır vardır.’ Allah korusun!
‘Tek
ümmet olduğumuz zaman İslâm düşmanları, bize hakim olabilirler. Bölünmüş
olduğumuz takdirde ise bizi ele geçiremezler.’
‘Bölünmüşlük
sağlıklı olmanın bir belirtisidir.’
‘Ümmetimin
ihtilafı rahmettir.’[30]
‘Kışkırtıcılar
-onlara göre Allah’ı birlemek suretiyle ümmeti birleştirmeye çağıranlardır-
ümmeti parçalamaktadırlar.’
Gerçekte ise bu tür söz ve
görüşler, dalalet, sapkınlık, karıştırıcılık, mantıksızlık, akılsızlık ve
tahriften başka bir şey değildir. Allah korusun, hatta küfre de yol açabilir.
Bu yöntemdeki yanlışlık,
Allah’ın kelamını sükunetle dinleyip Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in sünnetiyle amel etmeye çabalayan ihlâs sahibi kimselerin
ciğerlerini parçalamaktadır.
İşte bu, sözünü ettiğimiz
yanlış inanç sahiplerinin durumunu ve bağlı olduklarını uzun uzun iddia
etmelerine rağmen, İslâm’ın yöntemine ve İslâm’ı savundukları ve düşmana karşı
durdukları şeklindeki iddialarına bağlı kalmadıklarını gösteren en açık
örnektir. Nitekim Hâricîlerin cihadı onların cihadından daha büyük, ibadetleri
de onların ibadetinden daha çoktu.
O halde var mı bundan ibret
dersi çıkaran ?
Onlarla tartışmak
Bunlara de ki: Ümmet birlik
halinde midir yoksa parça parça mıdır?
Eğer şöyle derlerse: ‘Birlik
halindedir. Bu ihtilaflar ise, geçici ve sağlık belirtisi durumlardır.’
O zaman onlardan vazgeç ve bil
ki, Yahudîler dinlerini, onların İslâm’ı anladıklarından daha iyi
anlamışlardır. Çünkü onların bu sözü, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in: ‘Ümmetim ......fırkaya bölünecektir’
şeklindeki hadisini yalanlamak anlamına gelmektedir. Onlar: ‘Hz. Peygamber’in
ümmeti, fırkalara ayrılmamıştır’ demektedirler.
Şayet onlar: Ümmet parça parça
ve çekişme halindedir, delerse…
De ki: ‘Bu bölünmüşlüğün bir
tehlikesi var mıdır?’
Eğer. ‘Hayır’ derlerse…
De ki: ‘Allah: ‘Çekişip
anlaşmazlığa düşmeyin, başarısızlığa uğrarsınız’ (Enfâl, 8/46) buyurmuştur.
Halbuki sen: ‘Başarısızlığa uğramayacağız’ diyorsun. Şimdi kimi doğrulayalım.
Eğer bunu kabul ederse…
De ki: ‘Bu bölünmüşlüğü
ortadan kaldırmamız ve bu ihtilaftan sakınmamız gerekir mi?’
Eğer: ‘Evet’ derlerse…
Ona: ‘Kendi düşüncelerimizden
mi yoksa Rabbimizin Kitâbı ve Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’imizin Sünnetinden mi bir takım çözümler
üreteceğiz?’
Eğer: ‘Şartlara göre...’
derlerse…
De ki: ‘Kuşkusuz Rabbin,
koşulları senden daha iyi bilmektedir. Bir de nasıl bize yemek yemenin
hükümlerini öğretir de ihtilafı ortadan kaldırmanın hükümlerini öğretmez?’
Eğer: ‘İhtilaf bitmeyecek’
deyip buna delil olarak: ‘Onlar, ihtilaf halinde olmaya devam edeceklerdir.
Rabbinin rahmet eyledikleri hariç.’ (Hûd, 11/118)
mealindeki ayet ve: ‘Ümmetim yetmiş üç inanç grubuna bölünecektir’[31]
hadisini ileri sürerlerse...
De ki: ‘Siz bunu kendiniz mi
böyle anladınız, yoksa tefsir imamlarından mı?’
Eğer: ‘Kendimiz’ derlerse…
De ki: ‘İşte bu, Allah’a, Kitabına
ve Rasûl’ünün Sünnetine bilgisizce iftira etmektir ve bu, Ebû Bekir’in
korkup da senin korkmadığın husustur.’
Sonra onlara şöyle de:
‘Her şeyden önce başta Mücahit
olmak üzere, tefsir imamları, ihtilafa düşenlerle ilgili bu ayetin tefsirinde
ihtilaf halinde olanların batıl ehli olduklarını söylemişlerdir. Çünkü hak ehli
arasında ihtilaf olmaz.[32]
Fırkalara ayrılmaya dair
hadise gelince, bu Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in sakınmamız gereken bu kötülüğü haber vermesinden
ibarettir. Yoksa ona dayanarak ihtilafı caiz görmemiz değildir.
Özet bir ifadeyle:
Bu hadis, ihtilafla yükümlü
kılmak ve onu caiz göstermek için değil, onu haber verip bizi bu konuda ikaz
etmek içindir.
Bu kimselerin durumu, içki
içmesine şu hadisi delil gösteren kimsenin durumu gibidir: ‘Ümmetimden bazı
insanlar içki içerken onu, isminden başka isimlerle adlandırırlar.’[33]
Sonra bunlardan herhangi
birine şöyle de: ‘Bak nasıl da Kur’ân’ı aklınla tefsir ettin, nefsinin arzusu
doğrultusunda hidayetin önderlerine ters düştün, görüşlerinle Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem)’in Sünnetini işlemez
kıldın ve düşüncelerinle, İslâm ümmeti hakkında şirkten sonra işlenen en büyük
günahı caiz gösterdin.’
Eğer Sünnete uyanlardan
biri, diğer imamların da uygun gördüğü delilin, aksini ortaya koyduğu bir
mendup konusunda bir imamın görüşüne uyarsa, siz dünyayı bir daha oturtmamak
üzere ayağa kaldırırsınız. Buna karşılık bütün ümmet, dinine ve Allah’ın Kitâbının
tefsirine aykırı davranırsa, size göre bu caizdir.!!
Kitap ve Sünnet’e sarılmak
imkansız mıdır?
Eğer derse ki: ‘Lakin ihtilaf
bitmemekte ve Kitap ve Sünnet’e sarılmak mümkün olmamaktadır.’
Sen şöyle de: ‘Suphanallah! Nasıl
oluyor da Allah bu sarılmayı: ‘Topluca Allah’ın ipine sarılınız’ (Âl-i ‘İmrân, 3/103) şeklinde
emrediyor, sonra biz kalkıp: Bu mümkün değildir, diyoruz.’ Bu şu
demektir: Allah, yapılması mümkün olmayanı emretmektedir. Bu ise zulümdür ve
Allah bundan münezzehtir. Çünkü Allah, sadece mümkün olanı emreder. ‘Allah,
bir nefse sadece gücünün yettiğini yükler.’ (Bakara, 2/286)
O halde Kitap ve Sünnet’e
sarılmak mümkündür. Gerçekleşmemesinin sebebi ise, nefislerimizden ve Kitabımızın
gösterdiği yolda yürümekten yüz çevirmemizden kaynaklanmaktadır.
Çünkü Allah’ın emrettiği veya
yasakladığı her hususun iki gereği vardır:
a) Bu hususun ve nasıl yerine getirileceğinin bize
açıklanması.
b) Bu emri yerine getirmenin veya yasağı terk etmenin
mümkün olması.
Mesela, Allah namazı emrettiği
zaman bunun gerekleri şunlardır:
-
Allah’ın, onun
keyfiyetini ve hükümlerini açıklaması.
-
Onu yerine
getirmenin, kulun gücü dahilinde olması. Çünkü Allah, insanı güç
yetirilemeyenle yükümlü kılmamaktadır.
Bu bakımdan Allah’ın ipine
sarılmak da her türlü emir ve yasak da aynıdır.
Eğer insaflı biriyse,
kaçınılmaz olarak bu noktada sana hak verdiği zaman ona şöyle de: ‘O halde
ümmetin bölünmüşlüğünde, bölünmenin kötü oluşunda ve Kitap ile Sünnet’te
çözümün mevcut olduğunda hiçbir şüphe bulunmamaktadır. Öyleyse gel bizimle,
çözümü araştıralım ve sorumluluktan kaçarak ya da bölünmüşlüğü mubah sayarak
değil, yardımlaşarak, bir birimize öğüt vererek ona sarılalım.’
Allah izin verirse çözümü de
anlatacağız.
3- Kötü Ahlâk
Kötü ahlâk problemine gelince, o baş
musibet, kötülüklerin en kötüsü ve belalar belasıdır. Kötü ahlâkın yol açtığı vahim
son ve kötü sonuçlar, her akıl sahibince bilinmektedir. Bu, bir iki günlük
dargınlık ve iki kişi arasındaki husumetten daha büyük, söylenen isabetsiz bir
sözden veya kullanılan kuru bir üsluptan daha kapsamlıdır. Kötü ahlâk insanı;
hareketi, duruşu, sözü, davranışı, aldığı ve verdiğiyle bir bütün olarak
kapsar.
Tehlikesi
Kötü ahlâk hastalığının
tehlikesi diğer hastalıkların tehlikesinden az değildir.
Onun tehlikesi, kalpleri
bozma, bedenleri ayırma ve çabaları sonuçsuz kılmada saklıdır. Onun yüzünden
akrabalık bağları kesilir, kin yaygınlaşır, öfke umumileşir ve ruhlar kirlenir.
Böylece kalpler sevmek için durulmaz, ruhlar yardımlaşma ve kardeşliğe hazır
hale gelmez, anlaşma ve dostluk için uyuşmazlar.
Şeytan’ın, bu ümmete açılan
kapılarının en genişleri olan iki kapısı bulunmaktadır: Bölünme ve kötü ahlâk.
Kötü ahlâk, bir toplumun ülkesine girdiği zaman, kurunun yanında yaşı da yok
eder ve kardeşi kardeşten, oğlu babadan ve kocayı karısından ayırır.
Kötü ahlâk, bir toplumun
yurduna girdi mi onları ölmüş bil.
Milletler ahlâktan
ibarettir, kaldığı sürece
Yok olurlar, eğer
ahlâkları giderse
Aynı zamanda kötü ahlâkın bir
tehlikesi de, bu hastalığa yakalanan kimsenin, hastalığının farkında
olmamasında saklıdır. Bu nedenle çoğu zaman Müslüman’ın, gıybet, koğuculuk,
dolandırıcılık ve yalancılık yaptığının farkına vardığını, ancak kötü ahlâklı
oluşunun farkına varamadığını görürüsün. Bu kötü ahlâk, sabah, akşam, yatakta,
konaklarken ve yolculuk yaparken arkadaşı, hatta salyası gibi diline yapışık ve
kanı gibi kalbinin içinde iken nasıl farkına varsın ki!
Kötü ahlâk sahiplerinden pek
çok kimse, kendilerini insanların en güzel ahlâklısı sanırlar. Bu nedenle
iyileşme yolunda bir çaba harcamazlar.
İşte bu hastalığın tehlikesi
burada ortaya çıkmaktadır. Çünkü hastalık, ağırlaşmakta, artmakta ve insanlar
arasında yayılarak her şeyi yok emektedir.
Bazı sebepleri
Kötü ahlâkın yaygınlaşmasını
artıran sebeplerden biri, bulaşıcı hastalıklardan olmasıdır. Mesela çocuk,
anlaşamayan, kötü ahlâklı ve ağzı bozuk ebeveynin yanında büyüdüğü zaman, ne
olması umulur?! Öğrenci, öğretmenleri kabalık ve ahlâksızlığı, öğrencileri de
gevezelik ve utanmazlığı alışkanlık haline getirmiş olan bir okulda yetiştiği
zaman ne olması beklenir?
Bir genç, özellikleri kin ve
haset, ahlâkı karşılıklı öfke ve sitem, yaptıkları ise suç ve hayasızlık olan
bir toplumda yetiştiği zaman, acaba ne olacağı düşünülür?
Kuşku götürmez gerçeklerden
biri de, çevrenin inkar edilemez etkisidir. Bu bağlamda doksan dokuz kişiyi
öldürdükten sonra sayıyı yüze tamamlayan adamın hikayesi ünlüdür. O devirdeki
bir âlim, adama, çevresini değiştirmesi yönünde fetva vererek şöyle demiştir: ‘Şöyle
şöyle bir memlekete git, zira orada Allah’a ibadet eden insanlar vardır. Sen de
onlarla birlikte Allah’a ibadet et ve kendi memleketine dönme. Çünkü o
kötülüğün olduğu bir yerdir.’[34]
Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem) de şöyle buyurur: ‘Gaflete
düştüğünüz yerden yüz çevirin -ayrılın-’[35]
İşte bunlar, bireyin
yönlendirilmesi ve eğitilmesinde çevrenin direkt ve dolaylı büyük etkisini
açıklayan delillerdir.
Gerçek hayatta da düşünebilen
akıl sahibinin gözünden kaçmayan deliller vardır.
İçimizde yetişir gençler.
Babasının onu alıştırdığı
şekilde.
Ahlâkî bir sorun
İtiraf etmek zorunda olduğumuz
gerçek, ne denli örtmeye çalışırsak çalışalım ve ne denli suskun kalmaya
çalışarak kendimizi aldatırsak aldatalım, muamelelerimizde ve toplumlarımızda
yaygın hale gelmiş olan ağır bir ahlâkî sorunla karşı karşıya olduğumuzdur.
Şunu söyleyen bir kimse,
mübalağa etmiş olmaz: ‘Bu hastalık, bazı ilim öğrencilerinden tutun da farklı
zümrelerden Müslümanlara kadar her düzeyde ve değişik mihverlerde Müslümanlar
arasında en çok yayılan hastalıklardandır.’
Eğer öyle değilse olgunlaşma,
hoşgörü, yardımlaşma ve karşılıklı iyi niyetli öğütler nerede?
Hatta nerede kardeşlik, uyum
ve karşılıklı sevgi?
Dahası nerede sosyal nezaket
kuralları, karşılıklı konuşma adabı ve farklı düşünme kültürü?
Nerede güzel söz ve güzel
karşılama?
Nerede o yüzlere yansıyıp
kalplere sevinç ve ferah veren güler yüzlülük?!! Bu, Müslüman’ı çalışmaya,
yardımlaşmaya, karşılıklı hoşgörü ve öğüt verip almaya sevk eder. Kaldı ki bu,
aynı zamanda güzel ahlâkın, yapılması mümkün olan alt sınırıdır.
Açıkça söylemek gerekir ki,
biz başka işlerle uğraşmaktan dolayı kendimizi unuttuk.
Ümmetimiz, başına gelen bu
hastalıktan büyük çapta etkilendiğinden durum daha da kötüleşmiş ve hastanın
güçsüzlüğü artmıştır.
Bir gözlem turu
Gerçeği öğrenmek istiyorsan,
gözlerini önce durumlarımıza çevir, sonra sohbetlerimize bir göz at,
tartışmalarımızı derinden derine gözden geçir, evlerimizi gözlemle, sonra bak
neler görürsün neler?
Şaşırtıcı tuhaflıklar
görürsün. Sonra tekrar defalarca göz gezdir, o göz, hem Allah’a hem de nefsimize
karşı işlediğimiz kusurlardan dolayı, umutsuz ve bitkin bir halde sana döner.
Göz, görgü kurallarımızla
ilgili kusurumuzdan dolayı bitkin, ahlâkımızı değiştirdiğimizden dolayı üzgün
ve başımıza gelenler yüzünden karamsardır.
Uyumluluğu inada, karşılıklı
sevgiyi karşılıklı nefrete, güleçliği somurtkanlığa, inceliği kabalığa, dilini
tutmayı skandala, yardımlaşmayı arka dönmeye ve öğütleşmeyi sitemleşmeye
dönüştürdük.
Kötü zan, delil, itham ve
iftiraya dönüştü. Kin, haset veya bencilliğe ya da hizipçiliklerimizi savunmak
için kötü zanna dayanarak suçsuzlara iftira etmekteyiz.
‘Hayır!’ Müslümanların
çağcıl sloganı
Yeni Müslüman olmuş bir adamla
karşılaştık ve kendisine pek çok sorunun yanı sıra şunu sorduk:
‘Müslümanların buluşmaları
konusunda ne düşünüyorsun?’
Dedi ki: ‘Çok şey... sesleri
yükseltmek, birbirlerinin sözünü kesmek, her şeye kızmak, başkalarına karşı
yaptıklarından daha fazla birbirlerine karşı surat asmak.’
Sonra şöyle dedi:
“Müslümanlarda gördüğüm en tuhaf şey, onlardan birinin, söze başlamak veya
cevap vermek istediği zaman önce: ‘Hayır’ dedikten sonra söze başlamasıdır.”
Bu kişi, daha sözünü bitirmek
üzereyken bizden biri arkadaşına: ‘Hayır’ diyerek söze başladı. Sonra
durumumuzu inceledik ve adamın dediği gibi olduğunu gördük.
Bazı tasavvur ve düşünceler
Meydana gelen bir boşama
olayını düşün! Bu konuda neler olmaz ki! Gıybet, gammazlık, dedikodu, vakit
öldürme, her iki ailenin içine sürüklendiği kin ve dargınlık, olayın yol açtığı
kötü imaj ve nihayet bühtan, iftira, hatta çatışmaya kadar varan bir sürü
olay...
Bir meselede hataya düşen bir
âlim veya üslûp yanlışlığı yapan bir davetçi veya bir ibarede yanılan bir
konferansçı veya bir davada taraflardan birinin lehinde olmayan bir karar veren
bir hakim düşün, bundan dolayı her türlü ahlâksızlığa, bağırıp çağırmaya ve
çirkin sözlere şahit olunabilir.
Bazen de iki kişi arasında
meydana gelen husumeti düşün, aralarında nice densizlikler, yalan, iç dökme ve
zehir saçmanın yanı sıra, husumet ateşini alevlendirmek ve her tarafı sarması
için düşmanlık ateşini tutuşturmak üzere, laf taşıyanlar ortaya çıkar. Bu ise,
mevcut kardeşliği yakıp yok etmekte ve kalan takvayı yere gömmektedir. Allah
korusun, sanki biz, bunun için yaratılmış ve bunu alışkanlık haline
getirmişizdir.
Bir de hep birlikte İslâmî
hizipler arasında sanki dinleri ayrı ve mezhepleri uzlaşmazmış gibi, meydana
gelen çirkin asabiyetler, şiddetli husumetler, derin düşmanlıklar ve karşılıklı
iftiralara bakalım...
Hatta bunlar arasındaki
husumetler, kendileriyle düşmanları arasındaki husumetten daha şiddetli
olabilmektedir. O kadar ki, onlardan bazısı, kardeşlerinden intikam almak için,
Allah’ın düşmanlarına baş vurabilmekte veya onları yöneticiler nezdinde şikayet
edebilmektedir. Bazen bir hizip, tevhit ehliyle değil, Hıristiyanlar ve din
dışı unsurlarla yardımlaşma içerisine girebilmekte, daha beteri Endülüs’te ve
pek çok ülkede olduğu gibi, kendi dindaşlarına karşı dahi onlarla yardımlaşabilmektedir.
Tam emin olmak istersen
Gerçek anlamda bir ahlâk
suresi olan Hucurât suresini iyice gözden geçir, sonra içeriğini gerçek
durumumuza uygula, bak neler görürsün!
Ayet: ‘Eğer bir fasık size
bir haber getirirse doğruluğunu araştırın.’ (Hucurât, 49/6) Gerçek durumumuz: Eğer bir fasık size bir haber getirirse,
hakkında haber getirileni hemen itham edin.
Ayet: ‘Müminler, ancak
kardeştir.’ (Hucurât, 49/10) Gerçek durum: Müminler ancak düşmandır.
Ayet: ‘Tanışıp anlaşasınız
diye sizi halklara ve boylara ayırdık.’ (Hucurât, 49/13) Gerçek durum: Birbirinizden nefret edip ayrılığa
düşesiniz diye sizi halklara ve boylara ayırdık.
Ayet: ‘Müminlere karşı
alçak gönüllüdürler.’ (Mâide, 5/54) Gerçek durum: Müminlere karşı üstünlük taslarlar.
Ayet: ‘Allah katında en
değerliniz, en çok takva sahibi olanınızdır.’ (Hucurât, 49/13) Gerçek
durum: En değerliniz, en zengin, en soylu ve mevki sahibi olanınızdır.
Ayet: ‘Kendi aralarında
merhametlidirler.’ (Fetih, 48/29) Gerçek
durum: Birbirlerine karşı katı yürekli ve acımasızdırlar.
Ayet: ‘Kuşkusuz bu sizin
ümmetinizdir. O tek bir ümmettir.’ (Enbiyâ, 21/92) Gerçek durum: Bu, hiziplere ve gruplara ayrılmış
haldeki ümmetinizdir... Allah’ın rahmetine mazhar kıldıkları hariç.
Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem)’in sözleri de, Müslümanların
gerçek durumu açısından ayetlerden daha iyi durumda değildir. Zira tümüyle
unutulmuş olmasalar dahi, Müslümanlarca terk edilmiş haldedirler.
Hadis: ‘Müminler hafif ve
yumuşak huyludurlar’[36]
Gerçek durum: Müminler, katı ve zorlaştırıcı oldular.
Hadis: ‘Müslüman,
Müslüman’ın kardeşidir, ona zulmetmez’[37] Gerçek
durum: Müslüman, Müslüman’ın düşmanı haline gelmiştir. Ona zulmeder ve onu
düşmanın eline verir.
Hadis: ‘Onu düşmana teslim
etmez ve küçümsemez.’ Geçek durum: Onu küçümser, itham eder, hor
görür ve değerden düşürür hale gelmiştir.
Hadis. ‘Birbirinize haset
etmeyin, birbirinize karşı kin beslemeyin ve birbirinize arka çevirmeyin.’
Gerçek durum: Müslümanlar birbirine haset eder, birbirine karşı kin besler
ve ilişkileri koparır hale gelmişlerdir.
Hadis: ‘İnsanların gizli
hallerini araştırmayınız ve ey Allah’ın
kulları kardeş olunuz.’ (Hadislerin kaynaklarına eserin aslında yer
verilmemiş) Gerçek durum: Birbiriniz hakkında tecessüs edin, birbirinize karşı
güçlüden yardım isteyin, kardeşlere düşman, hizipçiliklere ise kul olunuz.
İşte Müslümanların gerçek
durumu bu değil midir? Bu değil mi onların acı gerçeği?!
Büyük bölümümüzün ahlâkı,
katılık, kabalık ve kibirden ibaret olan cehennemliklerin ahlâkı değil midir?
Doğudan ve batıdan, yeryüzünün
dört bir yanından kuşbakışı baktığımda, Allah’ın bu belalardan koruduğu
kimseler hariç, Müslümanlardan daha talihsiz durumda olan, onlardan daha fazla
birbirlerine söz ve eylemle kötülük yapan kimse görememekteyim.
Bütün bunlarla birlikte
kardeşlerimiz, bu gerçekleri ısrarla gizlemeye, gerçek durumu örtbas etmeye,
hastalıklarımızı dile getirip tedavi etmemeye ve onlarla ilgili olarak susmaya
çalışmaktadırlar. Çünkü onlar, yeterli çözümün bu olduğunu sanmaktadırlar.
Onların durumu, oğlu ölümcül
hastalığa yakalanan, ancak insanların dedikodusundan korkarak suskun kalan ve
çocuğu ölünceye dek bunu gizleyen kimsenin durumuna benzemektedir.
Hastalıklarımızı gizli tutmak,
eğitim faaliyetinde bu hatalıkları göz önünde bulundurmamak ve değişim
hareketinde onları önemsememek, hastayı iyileştirmek şöyle dursun, onu daha da
takatten düşürür.
Olsa olsa bu, hastalığı yayılmaya
terk ederek, asla yok olmayacak olan bu ümmetin zayıflamasına yol açmak
demektir.
Sonra Müslümanlar,
problemleriyle baş başa bırakıldıklarında Allah onlara nasıl yardım eder? ve
kendilerine böyle bir imkan nasıl verilir? Oysa onlar, birbirlerine tuzaklar
kurmakta, Rasûllerinin ahlâkından yüz çevirmekte ve yoldan sapmış
bulunmaktadırlar. Allah’a sığınmaktan başka çaresi olmayan bir musibet bu!
Çözümü
Kuşkusuz, anlattıkların
gerçeğin ta kendisidir ve hiçbir akıl sahibinin tereddüt etmeyeceği, hiçbir dürüst
insanın tartışma konusu yapmayacağı kadar doğruluğu kabul edilen bir durumdur.
Ancak senin anlattığın şey hastalıktır. İlaç ne?
Şurası bir gerçektir ki,
ilaçların pek çoğu hastalıkların bilinmesiyle bilinir. Bu da öyle bir
hastalıktır. Zira bir kimse, hastalığının hangi yiyecek veya içecekten olduğunu
bildiği zaman, iyileşmesi için ondan sakınması yetmektedir. Aynı şekilde ahlâk
erozyonu hastalığından kurtulmak için ahlâkî kötülüklerden sakınmak, Rasûlüllâh
(sallallahu
aleyhi ve sellem) ve ashâbının ümmete
verdikleri öğütlere sarılmak yeter.
Lakin nasıl?
Herkes bilmelidir ki İslâm, ne
sadece mücerret bir ilim ne etkin bir vaaz ne yapılacak bir konuşma ne tahkik
edilecek bir el yazması veya tahrîc edilecek bir hadis ne kayda geçirilecek bir
siyasî duruş ne de ilan edilecek bir cihattır.
İslâm, sadece bu değildir.
Fakat o -şu veya bununla birlikte- gerçekçi ve kesintisiz bir girişim ve hakiki
bir pratik eğitimdir.
Karşılaştığımız en kritik
durum, davetçilerin, toplumlarından, ilim adamlarının da öğrencilerinden kopmuş
olmalarıdır. Biz isteriz ki, hatip minberden ayrılırken evinin, öğretmen
kürsüsünü terk ederken bürosunun, vaiz mikrofonun başından çekilirken işinin
yolunu tutmak suretiyle, pratik bir yönlendirme ve uygulamalı bir eğitim
yapmadan önce insanları terk etmesinler.
Neyimiz yok
Açıkçası biz, bilinçli,
deneyimli ve halkla iç içe olan eğitimciye sahip değiliz. Bu nedenle Rasûlüllâh
(sallallahu
aleyhi ve sellem)’in en büyük
vasıflarından biri de, mücerret bilgi, vaaz ve ferdî ibadetten daha kapsamlı
olan pratik, gerçekçi uygulamalı eğitimi idi.
Yanı sıra o, doğruluk,
samimiyet, sabır ve güzel ahlâk ile bezenmiş bir eğitici idi. Kendisine ahlâkı
sorulduğunda ‘Â’işe (radıyallahu anha)’nın,
onu anlatırken söylediği şu sözden daha güzeli bulunmamaktadır:
‘Onun ahlâkı Kur’ân idi.’[38]
Bu sayede Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem), insanlık tarihinde benzeri
olmayan öğrenciler mezun etmiştir. O kadar ki, onlar adeta yeryüzünde yürüyen Mushaflar
gibiydiler. O halde nerede eğitici?
Yönlendirme ve izlemeyi ihmal
ederek soyut ilmî dersler vermek, ne herhangi bir nesli eğitir ne de toplumu
yetiştirir.
Bir de kitaplar yazarak onları
uyanış döneminin çocukları arasında yaymak ve ses getiren konuşmalar ve etkili
vaazlar yapmak, ne bir ulus inşa eder ne de bir devleti ayakta tutar.
Artık şimdi ilim adamları,
hatipler, öğretmenler ve davetçilerin, doğruluk, sabır ve güzel ahlâk
nitelikleriyle bezenmiş olarak fil dişi kulelerinden inmeleri ve pratik eğitimi
uygulamak üzere güçlü kollarını sıvamalarının zamanı gelmiştir. İşte o zaman
biz, yeryüzünde söz sahibi olabilmenin büyük bir vasıtasını gerçekleştirmiş
oluruz.
Söz sahibi olma çabasında
samimi olan bir Müslüman, Allah’ın bağışlayıcılık ile ilgili ayetlerini ancak
içine sindirip davranışlarıyla uygulamaya çalıştıktan sonra, elinden
bırakabilir.
İhlâslı bir mümin de, okuduğu
güzel ahlâk ile ilgili hadisleri, kalbine yerleştirip organlarına hakim
kılmadan geçemez.
Bu hastalıktan bir tablo
Biz, bazı Müslümanların,
yitirdikleri ahlâklarından birine ve tedavisine örnek olarak yer verebiliriz.
Bu, yitirilen nezaket ve güzel sözdür.
Bu yüzden o tür Müslümanları
katı, kaba ve hırçın bulursun. Birbirlerine acımasız sözler söylemekte ve
karşılıklı olarak ağır üslûplar kullanmaktadırlar. Şeytan kafalarını
karıştırmıştır. Bunları, birinin hatasını ortaya koymak, sapıklığını iddia
etmek ve bid’atçılıkla suçlamak için yapmaktadırlar. Sanki şu ayeti
duymamışlardır: ‘Firavun’a yumuşak söz söyleyin, belki kendine gelip düşünür
veya korkar.’ (Tâhâ, 20/44)
Ve sanki Yahudî adama: ‘Aksine
azap ve lanet sizin üzerinize olsun’ diyen ‘Â’işe (radıyallahu anha)’ya Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem): ‘Allah, her işte nezaketi sever’ dememiştir.
Diğer bir rivayet şöyle: ‘Ey ‘Â’işe, kötü sözlü olma!’ Üçüncü bir
rivayette ise şöyle buyrulmuştur: ‘Ey ‘Â’işe sus! çünkü Allah, kötü sözü ve
kötü söz söylemeyi sevmez.’[39]
Ayet, yaratıkların en kâfiri
olan Firavun hakkında inip o, bu ayetle yumuşak söze muhatap olmayı hak
ettiğine göre ve hadis, yaratıkların en kötüsü olan Yahudîlerle ilgili olup onlar,
bu hadisle nezaketi hak ettiklerine göre, artık bid’at ve saplantısı olan
Müslümanlar -bizimle aynı yolu izleyenler bir yana- hata da yapsalar,
şaşırsalar da, bid’at ve saplantıları da olsa, bu yumuşak üslûbu hak etmezler
mi?!
Şunu da bilmeliyiz ki, güzel
ahlâk, yumuşak sözlülük ve davette nezaket, bid’ata karşı susmayı, günah
işlenirken yağcılık yapmayı ve yöntemsel saplantıya paralel yürümeyi
gerektirmemektedir.
Aynı şekilde münkere karşı
çıkmak ve bid’atla mücadele etmek, seslerin yükselmesini, ahlâkın bozulmasını,
yüzlerin asılmasını ve Allah’a davetin hikmetsiz ve güzel öğütsüz yapılmasını
gerektirmez.
Sorun, bu es-Sebîl adlı
çalışmanın gelecek bölümlerinde hakkında konuşacağımız, sapla samanın birbirine
karışması sorunudur.
Terk edilmiş güzel kokulu
bir buket
Son olarak sana, meçhul
olmayan, ancak pek çok insan tarafından terk edilmiş olan, ahlâkı
güzelleştirmede faydalı olan, bildiğimiz, lakin uymadığımız ve pratik gerçek
durum alanında içeriğini uygulamadığımız bazı ayet ve hadislerden güzel kokulu
bir buket sunuyorum:
Allah Azze ve Celle şöyle
buyurur:
‘Her kim bağışlar ve
düzeltici olursa, onun mükafatı Allah’a aittir.’ (Şûrâ, 42/40)
‘...Öfkeyi yenen ve
insanları bağışlayanlar. Allah iyilik yapanları sever.’ (Âl-i ‘İmrân, 3/134)
‘Bağışlamayı ilke edin,
iyiyi emret ve cahillerden yüz çevir.’
(‘Arâf,
7/199)
‘Müminler ancak
kardeştirler.’ (Hucurât, 49/10)
Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem) de şöyle buyurur:
‘Kardeşinden bulduğun güler
yüz dahil, hiçbir iyiliği küçümseme.’[40]
‘Hiçbir sadaka malı
eksiltmemiş, Allah af ile bir kulu ancak daha da aziz kılmış ve onun için
tevazu gösteren kimseyi muhakkak yükseltmiştir.’[41]
‘Size cehennemlikleri haber
vereyim mi? Katı, kendini beğenmiş ve kibir taslayan herkes.’[42]
‘Kuşkusuz mümin, güzel
ahlâkıyla gündüz oruç tutup geceyi ibadetle geçiren kimsenin derecesini
yakalar.’[43]
Ve nihayet Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem)’e insanların cennete girmelerine
en fazla vesile olan şey sorulmuş, o da: ‘Allah’a karşı takva ve ahlâk
güzelliği’[44] şeklinde cevap vermiştir.
İnsanların cehenneme
girmelerine en fazla sebep olan husus sorulunca da şöyle buyurmuştur: ‘Ağız
ve cinsel organ...’[45]
Ahlâk güzelliği, öyle bir
dereceye ulaşmıştır ki, sahibini Allah katında müminlerin en faziletlilerinden
kılmıştır.
Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem) şöyle buyurmuştur:
‘Müminlerin en faziletlisi,
onların en güzel ahlâklı olanıdır.’[46]
Allah’tan bizi, Kitâbı ve
Rasûlüllâh (sallallahu
aleyhi ve sellem)’in sünnetiyle amel
etmeye muvaffak kılmasını ve bize nezaket ve ahlâk güzelliği ilham etmesini
dilerim. O, buna ehil ve kadirdir.
4- Uygulamasız Laf ve Bilgisiz Uygulama
Bu iki hastalık, paralel iki hastalık olup
talihsiz ümmetimizin yakalandığı hastalıklardandır.
Bu iki hastalığın tehlikeli
zararı, ümmetin vücuduna yapışıp onu güçsüz kılan yok edici diğer hastalıkların
zararından az değildir.
Birinci hastalık:
Uygulamasız Laf
Bu hastalık, Allah’ın gazabına
yol açmakta, sahibini münafıklıkla damgalamakta, vakit kaybettirmekte,
enerjileri tüketmektedir. Bu nedenle sahipleri, Allah’ın nefret ve gazabını hak
etmektedirler:
‘Ey iman edenler,
yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz. yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah
katında büyük gazap sebebidir.’ (Saf, 61/2-3)
Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem) de şöyle buyurmuştur:
‘Kıyamet günü bir kul,
bilgisini nasıl uyguladığından sorulmadıkça, yerinden ayrılamaz.’[47]
Diğer bir hadis şöyledir:
‘İnsanlara iyiliği
öğretirken kendini unutan âlimin durumu, kendini yakarken insanlara aydınlık
sağlayan çıranın durumu gibidir.’[48]
Bu nedenle, yapmadığını söylemek,
münafıkların en temel vasfı haline gelmiş idi. Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem) şöyle buyurur:
‘Münafık’ın alameti üçtür:
Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiği zaman sözünde durmaz ve güvenildiği zaman
hainlik eder.’[49]
Bir hadis de şöyledir:
‘Ümmetim için en fazla
korktuğum, dilde usta her münafık kişidir.’[50]
Bu hastalığın tehlikesi,
sahibinin suçsuz olduğunu ve görevini en iyi şekilde yaptığını düşünmesinde
saklıdır. O, bunu, uygulamada bulunmaksızın, konuyla ilgili olarak sadece
konuşmak suretiyle yapmaktadır. Bu ise, gizli bir psikolojik sezgi olup bu
hastalığı taşıyanların iç dünyalarına, tembellikle birlikte atılır.
Bu hastalığın bazı
belirtileri:
a) Başkalarına sitemde
bulunmak
Müslümanlar, başkalarına çokça
sitemde bulunmayı, yetersizlik ve perişanlıklarının arkasında da o kimselerin
bulunduğunu, kendilerinde ise sitem edilecek bir durumun bulunmadığını
düşünmeyi alışkanlık haline getirmişlerdir. Onlar: ‘Biz fazlasıyla konuştuk ve konuşmak bizim için
yeterlidir’ düşüncesindedirler. Bu ise, söz konusu hastalığın en çirkin
belirtilerinden biridir.
b) Kişilik ikilemi
Minberde bir hatip dinlediğin
zaman, Ebû Bekir (radıyallahu anhu) veya
Ömer (radıyallahu
anhu)’dan birinin dünyaya geri döndüğünü
ve o anda hutbeyi kendisinin okuduğunu sanırsın. Ancak minberden inince
hidayete çağrılmaya ihtiyacı olan bir kişi olduğunu görürsün. Psikologlar, bu
ümmette çokça bulunan ve Allah’ın, rahmetiyle esirgediği az sayıda insanın
kurtulmayı başardığı bu durumu, kişilik ikilemi diye adlandırırlar.
O kadar ki minberlerimiz,
üzerlerinde gıybet ve koğuculukla ilgili yapılan sayısız konuşmalarla inlemekle
birlikte, bu iki ahlâkî zaaf toplumlarımızı hastalıklı hale getirmiş ve
Müslümanların hem yaşantısını hem de konuşma tarzını bozmuştur.
Bir yandan çağrıcılarımızın,
kardeşliği ihya etmeye yönelik çağrıdan seslerinin kısıldığını, diğer yandan da
kendilerinin, kardeşlikten en fazla uzak kalanlardan olduklarını görmekteyiz.
Allah’ın rahmetiyle esirgedikleri hariç.
Bizler, bir yandan
yardımlaşmadan söz ederek bu yolla safları birleştirmeye çağırırken aynı
zamanda kahrolası hizipçiliğin, kürsülerimizi ve dergilerimizi ele geçirdiğini,
camilerimizin, hatta evlerimizin derinliklerine nüfuz ettiğini, kitaplarımız ve
sohbetlerimizde yaygın hale geldiğini ve gerçeğimize hakim olduğunu
görmekteyiz.
Oysa ateş ile su ve gök ile
yer bir araya gelmedikçe kardeşlik ile hizipçilik bir araya gelemez.
Müslümanlar çok fazla konuşmakta, ancak çok az şey yapmaktadırlar.
Müslümanlar, teorik planda çok
hızlı, pratik eylemden ise çok uzaklardadırlar.
Hutbede sesleri ne de yüksek
çıkmakta! Nasihati duymaktan ise kulakları ne kadar da sağırdır!
Toplantı ve sohbet meclisleri
ne çok! Karşılıklı konuşmaları ve tartışmaları ne kadar da çirkin!
Müslümanların, bir buluşmadan
ihtilafları artmamış olarak çıkmaları çok nadirdir. Bu nedenle toplanmamaları
kendileri için daha hayırlı gibi gözükmektedir.
Karara bağladıkları bir iş
ise, onları hiç ilgilendirmemektedir. Onları ilgilendiren, sadece kâfirlerden
söz etmektir. Onlara göre, aramızdaki kardeşliği ihya etmekten, aramızı
düzeltmekten ve kusur ve afetlerimizden de kafirler sorumludurlar.
Emin olmak istersen, bir
hatipten herhangi bir konuda bir konuşma talep et ve özellikle konusu
yardımlaşma ve kardeşlik ise, gel gör de neler olur neler! Sonra aynı kişiden
konuşmanın gereği olan bir uygulama talebinde bulun da o zaman ne olduğunu gör!
Bunun cevabını akıl sahipleri
bilir.
İkinci hastalık:
Bilgisiz uygulama
Bildiğini uygulamayan kimse,
ağır sitem ve büyük gazabı hak ettiği gibi, bilgisiz uygulamada bulunan kimse
de, sorumluluktan kurtulamaz. Aksine bu da, bir önceki hastalıktan daha az
kötü, daha az bozgunculuk ve sonu daha az vahim bir durum değildir.
Doğrusu iman ve tevhit, ancak
bilgiden sonra vücut bulurlar.
Dalalete düşenler ve
sapıtanların bu durumlarının yegâne sebebi, ilimsiz ve Allah’tan gelen bir
delil olmaksızın yeltendikleri uygulamadır.
Bundan dolayı İmam Buhârî, Sahîh’i
(1/159)’da ‘Bilgi Söz ve Uygulamadan Önce Gelir’ başlıklı bir bölüme yer
vermiştir.
Nitekim Allah, bilgisiz söz ve
uygulamalarından dolayı, müşrikleri ve kitap ehlini azarlamıştır. Allah şöyle
buyurur: ‘Onlar, Allah’ı bırakıp, Allah’ın kendisine hiçbir delil
indirmediği ve hakkında bilgi sahibi olmadıkları şeylere ibadet ederler.’ (Hac, 22/71)
‘Hakkında bilgi sahibi olmadığın
şeyin peşine düşme!’ (İsrâ, 17/36)
‘İnsanlardan kimisi,
bilgisiz, rehbersiz ve aydınlatıcı bir kitap olmaksızın Allah hakkında
tartışmaya kalkışmaktadır.’ (Hac, 22/8)
Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem) de, ilimsiz fetva verene beddua
ederek şöyle buyurmuştur: ‘Onu öldürdüler, Allah da onları öldürsün!’[51]
Bilgisiz uygulama yapan kimse,
gece odun toplayan kimseye benzemektedir. Bu kişi, içinde kendisini ısıracak
bir yılan bulunan bir odun kaldırabilir!
Büyüklerimiz de şöyle
demişlerdir:
‘Bilgisiz uygulamada bulunan
kimse Hıristiyanlar gibi, bildiklerinin gereğini yapmayanlar ise, Yahudîler
gibidirler.’
Dediklerinden biri de şudur:
‘Sakınacağın şeyin ne olduğunu
bilmeden nasıl sakınırsın?’
Allah’ın esirgedikleri hariç,
bu ümmetin afeti şudur:
Ya amelsiz ilim veya ilimsiz
amel.
Boşa zaman kaybettiren sohbet
toplantılarına yazık!
Eğer Müslümanlar, ashâbın
yaptığı gibi, sohbet ve tartışma zamanlarını uygulama ve davete ayırsalardı
yeryüzü değişirdi.
Hiçbir dayanağı olmadığı
halde, pek çok Müslüman’ın yaptığı uğursuz nice ibadet vardır!
Müslümanların doğru olduğunu
zannederek izledikleri nice zararlı yollar vardır!
Dedikoduda tüketilen nice
zamanlar vardır!
Boşa giden bunca karar ve
öneriye yazık!
Âlimsiz ve ilimsiz yazılan
kitaplar ne büyük musibet!
Eğer bu söylediklerimizde
kuşkun varsa, durumlarımıza bir göz gezdir, sonra tekrar tekrar göz döndür,
ihlâs sahibi kimsenin gözü kendisine üzgün halde döner:
Minarelerimizin
uzunluğu yanında becerimizin kısalığına üzgün...
Dillerimizin
uzunluğu yanında uygulamalarımızın azlığından dehşet içerisinde...
Sitemlerimizin
çokluğu yanında ilim adamlarımızın azlığından dolayı karamsar...
Minberlerimizin
güzelliğine karşılık ahlâkımızın çirkinliğine şaşkın...
Camilerimizin
büyüklüğüne karşılık yardımlaşmamızın zaafına üzgün...
Konuşmacılarımızın
çokluğuna karşılık fakih ve eğitimcilerimizin azlığına esef duymakta...
Ne
de çok severiz konuşmayı! Ve ne de çok nefret ederiz çalışmaktan!
Ne
de çok birbirimize sitemde bulunuruz! ve ne kadar da çirkin buluruz hatayı
itiraf etmeyi!
Sanki Müslümanlar,
tartışmalarının temellerinin şunlar olması konusunda görüş birliğine
varmışlardır:
-
Kötü ahlâk,
sesleri yükseltmek ve muhatabının sözünü kesmek!
-
Her şeyde görüş
ayrılığına düşmek.
-
Herkesin kendi
görüşünü beğenmesi ve başkalarının görüşlerini hafife alıp mantıksızlıkla itham
etmesi!
Paylaştıkları Temeller
-
İthamlar ve
karşılıklı kötü zan!
-
Çok söz ve
kararlar ve az iş!
-
Dedikodu ve
zamanı boşa harcamak!
Anlaşabildikleri hususlar
-
İnsafsızlık ve
tek taraflı dinlemek!
-
Her türlü başarısızlık
ve kusurun sorumluluğundan kaçmak ve bunu din düşmanlarının üstüne yıkmak!
Aslında biz samimiyetle
dinimize ve Seleflerimizin hayat tarzına dürüstçe dönüş yaparak, tıpkı
onlar gibi Allah’tan korkuncaya kadar ve yaptıklarını yapıncaya kadar, bu
durumumuz, takva sahibini ağlatmaya, dürüst olanı üzmeye ve ihlâs sahibinin
ciğerini yakmaya devam edecektir. Şayet onlar gibi yaparsak, o zaman tıpkı
onlar gibi başımızı dik tutar, dünyada şerefli yaşar ve cennetleri kazanırız.
‘Şüphesiz takva sahipleri,
cennetlerde ve nehirdedirler. Sonsuz mülk ve kudret sahibinin yanında doğruluk
makamındadırlar.’ (Kamer, 54/54-55)
5- Olmayan veya Yetersiz Samimiyet
Samimiyet, ister dünya ister ahiretle
ilgili olsun, her işin sağlam temellerindendir.
‘Oysa onlar, dini Allah’a
özgü kılan hanifler olarak, sadece O’na kulluk etmekle emrolundular.’ (Beyyine, 93/5)
Samimiyetle ilgili olarak Sünnet’te
yer alan hadisler ise pek çok olup bunların tamamını şu hadis özetlemektedir:
‘Ameller ancak
niyetlerledir...’[52]
Yani Allah, niyetin O’na özgü
kılınmadığı ve kulun sırf O’nun rızası için yapmadığı bir ameli asla kabul
etmez.
Seleften kimisi de şöyle demiştir:
‘Ey nefis, ne kadar da
çok ağlarsın... Samimi ol kurtulursun.’
Şunu da bilmek gerekir ki,
gayrimüslimler dünyalık işlerinde bu konudaki samimiyet ve dürüstlüklerinden
dolayı başarılı oldular.
Müslümanlar da, O’nsuz hiçbir
iş tamamlanmayan ve O’nsuz hiç kimsenin kurtuluşa eremediği Allah’a karşı olan
samimiyetsizlikleri sebebiyle başarısız oldular. Her şey Rabbinin izniyle
gerçekleşir.
Büyük veya küçük, bireysel
veya toplumsal olsun, samimiyet ve uyum kadar her işte şart koşulması gereken
bir husus bilmem.
Her işte samimiyet, tıpkı
bedendeki kan gibidir. Girmediği hiçbir eklem ve damar bulunmamaktadır. Kansız
bırakılan mafsal veya damar ise, ölür ve kesilir.
İşlerimizi, sadakalarımızı,
cihadımızı ve çağrımızı bozguna uğratan yegâne husus samimiyetsizliktir.
Bunları düzeltecek olan da yine samimiyet ve uyumdur.
Eğer biz, Allah’a karşı
gerçekten samimi olsaydık, Müslümanların durumu, bu şekilde perişanlık,
değersizlik ve başarısızlıktan ibaret olmazdı.
Eğer biz, Allah’a karşı
gerçekten samimi olsaydık, birbirimizin kanını dökmezdik, cihadımız başarısız
olmaz ve düşmanlarımız bize üstün gelmezlerdi.
Eğer biz, Allah’a karşı
gerçekten samimi olsaydık, bu bölünme ortaya çıkmaz ve girmediği hiçbir eklem
ve damar bırakmayan kuduz mikrobu gibi, bu ümmetin bedenini sarmış olan şu
ayrılık derinleşmezdi.
Samimiyetsizliğin arka
planı
Dünyalık müesseselerde,
özellikle de gayrimüslimlerin elinde bulunanlarda, projeler inşa edilmekte,
kuleler dikilmekte, müdürler görevden alınmakta, görevler değiştirilmekte,
insanlar işten atılmakta, fakat neredeyse çalışanlardan ne bir ses ve seda ne
de bir dedikodu duyarsın.
İslâmî kurumlara gelince, bir
müdürü görevden alırsan veya bir katibi değiştirirsen, ortalık velveleye
verilir ve adeta kıyamet koparılır.
Şayet bir hata işler veya
sitemde bulunursan, Allah muhafaza etsin, başına gelmedik rezalet ve kepazelik
kalmaz.
Nitekim İslâmî bir okulun
müdürü görevden alındı, dünya ayağa kalktı, memleket sarsıldı, caddelerde
tezahüratlar meydana geldi ve şöyle denildi: Müdür, falanca hükümetin emriyle
ve sadece filanca despotu kötülediği için görevden alındı. vs. vs.
Müslümanlar, İslâm’da sebepsiz
görevden almanın caiz olduğunu da unutmuşlardır.
Bununla birlikte görevden
alınan müdürün okulunun yatak deposunda yapılan teftişte, öğrenciler üşüme ve
çaresizlikten yakınırken, yataklara fare dolduğu, fare girmeyenlerin de, nem ve
sudan küflendiği görülmüştür.
Diğer
depolara gelince; onlar için de çekinmeden benzer şeyler söylenebilir. Örneğin;
unu yağın üstüne, yağı da elektrik lambalarının üzerine istiflemek vs. gibi.
Okuldaki düzene gelince; bu
pratikte değil, sadece müdürün kafasında mevcuttur. Bu düşünceye göre, müdürün
alınmasıyla düzen de bozulmuş olmaktadır. Böylece bu müdürün görevden alınması
halinde atanacak olan diğer birinin başarısız gösterilmesine zemin hazırlanmış
olur.
İşte mücahitlik ve despotlara
karşı savaş iddiasında bulunan Müslümanların samimiyeti bu kadardır. Ancak
Allah’a yemin ederim ki, eğer biz nefislerimizin despotlarına karşı
savaşmazsak, Allah yeryüzü despotlarına karşı bize zafer vermeyecektir.
‘Hüküm Allah’a mahsustur’ ilkesi, yeryüzü kadar başkasından önce senin nefsin
için de geçerlidir. Yoksa bu ilkeyi kendi toprağında ve kendi nefsine yönelik
değil de başkasına yönelik olarak ileri süremezsin. Bu noktaya dikkat etmek gerekir.
Aynı zamanda bu, ferdi bir
olay değil, aksine İslâmî kurumlarda meydana gelen olayların genel bir
görüntüsüdür.
Eğer samimiyetsizliğin
gerisinde İslâm ülkelerinin başına gelen felaketlerden başka bir şey
bulunmasaydı, bu takdirde dünyanın musibetleri hafiflemiş ve tehlikesi azalmış
olurdu. Ancak Allah’ın huzurunda görülecek ince hesap ve karşılaşılacak
korkutucu durum, samimiyetle yapılmayan her işi geçersiz kılmaktadır:
‘Onların yaptıkları işlerin
önüne geçtik, böylece onu savrulmuş toz zerreleri kılıverdik.’ (Furkân, 25/23)
Şimdi bu hayatın ötesinde bir hayat ve bu
perişanlığın ötesinde bir perişanlık var mıdır?
Samimiyetin meyveleri
Samimiyetin bireysel ve
toplumsal birtakım meyveleri olduğunu bilmek gerekir. Örnek olarak; samimiyetin
bireysel meyvelerinden biri, Allah’ın kalbi ihya etmesidir. Böylece bu kimse,
kardeşlerine karşı alçak gönüllü, arkadaşlarına karşı mülayim ve nazik, nefsin
arzularından uzak, dünyanın küçük düşürücü çekiciliğine karşı onurlu ve kendine
hakim olabilmektedir.
O zaman Müslümanlar arasında
samimiyetin toplumsal meyveleri de ortaya çıkar. Örneğin; karşılıklı şefkat,
merhamet, yardımlaşma ve fedakarlık gibi. Bunlar, aynı zamanda toplumların,
üzerine bina edildiği ve konuşma ve silahlardan daha fazla düşmanları
öfkelendiren hususlardır.
Aynı zamanda toplumların,
dünyalık çıkarlar üzerine değil, bu sağlam temeller üzerine inşa edilmesi
halinde samimiyetin meyvelerinden biri olan zafer ve yeryüzünde söz sahibi
olmayı elde etmiş oluruz.
Samimiyet ve yeryüzünde söz
sahibi olmak
Burada amacımız, samimiyet
konusunu; tanımı, delilleri, hükümleri ve alametleriyle incelemek değildir.
Lakin amacımız, İslâmî toplumun ancak Allah’a karşı samimiyet üzerine inşa
edilebileceğine ve başlarına ne denli musibetler gelirse gelsin, Müslümanların,
Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla yeryüzünde söz sahibi olmaya çaba
göstermeleri gerektiğine dikkat çekmektir. Bunu tamamen tıpkı ilk dönemde
dünyaya karşı zühd üzere eğitilen ve Ebu Talib’in mahallesinde kuşatma altında
tutulmak, yoksulluk çekmek ve aç kalmak gibi sıkıntılarla karşılaşınca iman ve
teslimiyetleri daha da artan Müslümanların yaptıkları gibi yapmalıdırlar.
Nitekim düşman, o Müslümanların en sıkıntılı bir halde olan bazısını satın
almak istemiş, ancak onlar, samimiyet ve dürüstlükleri sayesinde bütün bunları
reddetmiş ve dinlerine olan bağlılıkları ile Rasûllerine olan bağlılıkları daha
da artmıştır.
Buradan hareketle, kalbe
hakimiyetten önce yeryüzüne hakim olmaya çabalayan davetçilerin pek çoğunun
hatasını anlamak mümkündür. Onlar insanları; yöneticinin fiyatları yükselttiği,
malları yağmaladığı ve ekonomiyi tahrip ettiği, kendilerinin ise, fiyatları
ucuzlatacakları ve ekonomiyi düzeltecekleri şeklindeki iddialarla yetiştirmeye
çalışmaktadırlar. Bu nedenle, yaptıklarının kötülükleriyle karşılaştılar ve
Rasûlüllâh (sallallahu
aleyhi ve sellem)’in eğitimle ilgili
yönteminden ve yeryüzünde söz sahibi olmaya götüren yolundan yüz çevirdikleri
için hayal kırıklığına uğramış oldular.
Samimiyetin tanımı
Pek çok Müslüman’ın yitirdiği
ve pek çok çağırıcının çağrıda bulunmaktan vazgeçtiği samimiyet, bir iki
sayfada anlatılamayacak kadar ince ve yazılamayacak kadar yüce bir kavramdır.
Bu, kalbin Allah ile beraber,
Allah için, Allah yolunda, Allah’a dayanarak, Allah’a yönelerek ve Allah’tan
yardım dileyerek yaşamasıdır.
O halde samimi kişi,
ibadetinde geçici bir şey talip olmayan ve ahiret maslahatı dışında, hiçbir
dünyalık maslahata iltifat etmeyen kimsedir.
Âlimlerin söylediği gibi,
samimiyet nefsin zevklerini kırmak, dünyaya yönelik arzuyu kesmek ve bu durum
kalbe hakim oluncaya dek kendini ahirete adamaktır.
Samimiyetin bazı alametleri
-
Dünyaya
ilgisizlik. Her kim dünya işlerinde boğulmuşsa nefsini gözden geçirsin.
-
Tevazu ve yumuşak
huyluluk. Her kim katı olur, kardeşlerine tepeden bakar, hatada ısrar eder ve
hatadan dönmeyi utanç verici bulursa, bir de bu kimse ilim öğrencilerinden ise,
dinini gözden geçirmelidir.
-
Allah’ın rızasından
başka hiçbir şey için terk edilmeyen nefsin arzusunu terk etmek.
-
Nefsi, yaptığı
iyiliğe karşılık mükafat peşine düşmekten alıkoymak. Bunun zıddı ise, yolunda
incitildiği ve karşılığında mükafatlandırılmadığı iyiliğe yanaşmamaktır. Yani,
her kim iyilik yapar da karşılığında mükafatlandırılmadığında, bu o iyiliği
bırakmasına yol açarsa, o takdirde samimiyetini gözden geçirsin.
-
Muhalif ve hasmı
sükunetle dinlemek, amacını ve sözünü anlamak. Bunun zıddı ise, muhalifin
sözüne kulak tıkamak ve duymadan cevap yetiştirmektir.
Samimiyete yardımcı olan
hasletler
-
Allah’ın
yüceliğini hissetmek, O’nun kemal sıfatlarını kalbinde duymak, O’nun tedbirini
ve her şeyi kuşatıp denetim altında bulundurduğunu düşünmek. ‘Allah her şeyi
gözetendir.’ Allah, duyma, görme ve kendisiyle bütün eşyayı, içi ve dışı
itibariyle bildiği ilim sıfatıyla gözetir. ‘O, ilktir, sondur, zahirdir ve
batındır ve O, her şeyi bilendir.’ (Hadîd, 57/3)
-
Samimiyeti
gerçekleştirmekle büyük ecir kazanılması, yokluğuyla da mükafatın kaybedilmesi.
Bunu sözü edilen bir çıkar veya bilinen bir avantaj olmaksızın yapmak. Bu nedenle
riyakarlık yapıcı değil, bozucu, faydalı değil, zararlıdır.
-
Allah’tan
başkasını göz önünde bulundurmamak ve kalbin, O’ndan başkasına takılmasının
önüne geçmek. Bu da, insanların yaratılmış olmaları nedeniyle, aciz ve ne fayda
ne de zarar veren ölüler mesabesinde olduklarını düşünmekle gerçekleşir.
‘Bilmen gerekir ki, eğer
ümmet sana fayda vermek üzere bir araya gelse, Allah’ın senin hakkında takdir
ettiğinden başka hiç bir fayda veremeyecektir. Ve eğer onlar, sana bir zarar
vermek üzere toplansalar, Allah’ın senin hakkında takdir ettiği bir zarar
hariç, kalemler kaldırılır ve sayfalar kurur.’[53]
6- Batıl İnançlara Karşı Bağışıklık Sisteminin
İflası
Akıl sahibini, durup düşünmeye sevk eden
hususlardan biri de, sahabenin batıl inanç ehlinden veya onlarla beraber
olmamalarıdır. Zira onlardan hiç biri, Hâricî, Şiî veya Kaderî değildi.
Onların bazı hata ve
günahlarına rağmen, batıl inanç, bid’atçılık ve sapkınlıktan gökle yer arası
kadar uzak idiler. Onlardan biri, bir memlekete yerleştiği zaman gece
karanlığındaki lamba gibi olurdu. Hatta onlardan bir tek kişi, diğer
insanlardan bağımsız ve tek başına, Allah’ın kendisiyle hak ve Sünneti
ihya ettiği, batıl inanç ve bid’atı da yok ettiği bir ümmet mesabesinde idi.
Nitekim onlar, batıl inanç sahiplerine karşı, kendinden emin ve muhalifinin
şaşırmışlığının üstesinden gelerek durdular.
İstersen Kaderîliğin bid’at
oluşu kendisine anlatıldığında İbn Ömer’in söylediği şu söze kulak ver: ‘Onlara,
benim kendileriyle bir ilişkimin bulunmadığını, kendilerinin de benimle bir
ilişkilerinin bulunmadığını bildir.’[54]
Eğer İbn Ömer aramızda olsa ve
bunu söyleseydi, ona: ‘Sen de kim oluyorsun?... Bizim seninle bir ilgimiz
yoktur...!’ denicekti.
Sahâbenin bu konuda
söyledikleri pek çok sözleri ve takındıkları tutumları vardır. Onlar,
kendilerine bid’at ve batıl inanç sahipleri geldiklerinde o fitne ehlinin
sözlerini ve batıl inanç sahiplerinin kuşkularını duyarız, kaygısıyla kulaklarını
tıkarlardı.[55]
Onlar, hakkı bildikleri her
tutumlarında böyle idiler. Hiçbir duygu onları saptırmıyor, hiçbir palavracının
palavrası veya bağıranın bağırışı onları etkilemiyordu. Günümüz insanlarına
gelince -insanlar ki ne insanlar- onlar, bir görüş ortaya atıldığı anda veya
biri bağırıp çağırdıkça etrafında toplanır ve felsefesini yücelterek dinlerler.
Aynı şekilde bir kimse saçmaladıkça veya seslendikçe, büyük bir sevinçle ona
koşuşurlar ve bid’atıyla amel ederler. İşte onların hiç değer vermedikleri, bizim
ise peşinde koştuğumuz duygu budur.
Medine imamı İmam Mâlik’in
söylediği şu söz ne güzeldir:
‘Acaba daha mücadeleci biri
bize geldikçe, biz Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Cibril’den, onun da Allah’tan getirdiklerinden
vazgeçecek miyiz?!’[56]
Duygusalların durumu
Zamanımızın insanları,
bindikleri gemi paramparça olup yüzeyde gördükleri ve kendilerini boğabilecek
her şeye sarılan bir topluluğa ne kadar da çok benzemektedirler!
Bir bakarsın, ortaya ne
meşrebi bilinen ne de kayda değer ilmi olan, hatta kullanılma ihtimali bulunan
birinin, sırf bir yöneticiye hakaret ettiği için veya bir zalimi devirmeye
yönelik çağrısından dolayı, yıldızı parlar ve duygusalların arkasından
koştuğunu ve hamasetine uyduğunu görürsün.[57]
Bazen de usta bir hatibin, bu
insanları bir duygu etrafında topladığını, sonra onların çokluğuna aldanarak
kendilerini ayaklandırdığını, ancak bu adam hapse atılınca veya öldürülünce o
kalabalığın bir tek değnekle dağıldığını görürsün.
Duygusallığa ve kişileri
sevmeye dayalı eğitim hatalı eğitimdir
Fazilet ve ilim sahibine
gelince, onlara yıllarca ilim öğretse, yardım etse ve hizmet verse, sonra ondan
bir şey görseler: ‘Senden hiçbir hayır görmedik’ derler.
Bundan daha tuhafı şudur: Bu
insanlar, bir davetçiye onun siyasî tutumundan veya yaptığı ateşli bir açıklamasından
dolayı uyarlar. Sonra bu tutumundan dönüş yaptığı zaman, aslandan kaçarcasına
ondan kaçarlar.
O zaman nerde hak? Nerede
temellendirme o zaman? O kişi inancında, samimiyetinde ve ilminde aynı kişidir.
Sadece bir durumun farkına varmış veya bir durumdan dönüş yapmıştır.
Duygusallığın bulaşıcılığı
Biz, içinden tevhit nurunun
doğduğu toprakların, o heyecanlı duygulardan ve aldatıcı köpükten uzak kalması
gerektiğine inanıyor ve böyle olmasını temenni ediyorduk.
Duygusallığın bulaşması,
bedenî hastalıkların bulaşmasından daha şiddetli ve daha hızlıdır.
‘Köpüğe gelince, o atılır
gider. İnsanlara fayda veren şey ise yeryüzünde kalır.’ (R‘ad, 13/17)
Eğer insanları duyguya dalı
olarak eğitmek ve onları hamasetle tahrik etmek köpük değilse, o takdirde asla
köpük diye bir şey yoktur.
Yine eğer insanları tevhit ve
ahlâk üzere eğitmek, onları ilim ve samimiyetle yapılandırmak ve inançlarını
doğru hale getirip ibadetlerini düzeltmeye kendilerini davet etmek, onlar için
faydalı yegâne şey değilse, Allah’a yemin ederim ki, bu takdirde de insanlara
faydalı hiçbir şeyin varlığından söz edilemez.
Başlangıç noktası
Bir milleti heyecanlı bir
duygu üzerine inşa eden ve güç ve silah yoluyla Allah’ın hükmünü temeline
oturtmaksızın piramidin tepesinde kurmak isteyen birtakım davetçiler, sadece
kendilerini ve insanları aldatmakta ve köpük üzerine bir hayal inşa
etmektedirler.
Seyyid (Kutup.Kitabın aslında
böyle kullanılmıştır) şöyle der: ‘İslâmî düzen kurmayı ve İslâm hukukunu egemen
kılmayı istemek, başlangıç noktası değildir. Lakin başlangıç noktası, bizzat
toplumları yöneten ve yönetilenler olarak alışılmış yoldan doğru kavramlara döndürmek
ve bir temel oluşturmaktır.’[58]
Bir de insanlara faydalı
olanlar, onların inanç ve ibadetlerini düzeltip Allah’ın hükmünü önce kalplerde
daha sonra da yeryüzünde kurmaya davet edenlerdir. Aynı zamanda onlar, ashâbını
duygular ve olaylar üzerine değil, inanç, ibadet, samimiyet ve ahlâk üzere
yetiştiren Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in
yolunu izleyenlerdir. Bu nedenledir ki Allah, onun eliyle beşeriyetin,
benzerlerini yetiştirmekten aciz kaldığı bir nesil meydana getirmiştir.
‘İslâmî faaliyetlerin temelden
başlaması gerekir. Bu temel, inancı gerçek anlamda gönüllerde ve beyinlerde
ihya etmek, bu daveti kabul edenleri doğru bir İslâmî terbiye ile eğitmek ve
rutin siyasal olaylarla zaman yitirmemektir.’[59]
Sebatın sırrı ve
tedirginliğin nedeni
Aklı başında her insan, bir
yandan Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in
ashâbının inançta, ibadette, cihatta, ahlâkta ve yöntemde gösterdikleri sebatı,
diğer yandan da bir kelimeyle dalgalanan, bir diğer kelimeyle korkuya kapılan,
bir olayın etkisiyle ayaklanan ve bir diğer olayla yatıştırılabilen ümmetin
başına gelen bu tedirginliği sorgulamaya devam eder.
Öyle ki Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem)’in şu sözü onu doğru anlatmaktadır:
‘Ve benim ümmetimden öyle
bir takım kavimler çıkacaktır ki, o batıl inançlar içlerine, tıpkı kuduz
mikrobunun, kuduzlu hastanın her damarına ve eklemine bulaşması gibi nüfuz
edecektir.’[60]
Nitekim sosyalizmin borazanı
çaldığında hızla ona koştular. Milliyetçilik ve kavmiyetçiliğin sesi yükselince
bu kez de sevinçle ona doğru akın ettiler.
Bugün ise Müslümanların pek
çoğu, laisizmin peşinde soluk soluğa koşmakta, onun ürünü olan düşüncelere
takılmakta, aynı zamanda da namaz kılıp zekat vermekte ve Müslümanlık
iddiasında bulunmaktadırlar.
Şimdi Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem)’in ashâbını kasırga ve
saldırılar karşısında sıra dağlar gibi ayakta tutan, bizi ise rüzgarın esintisine
kapılarak sağa sola savrulan güçsüz dala dönüştüren sır nedir?
Bu sır, kalplerimizi örümcek
ağından daha dayanıksız hale getirirken, yüreklerimizi havaya çevirmiştir.
Bu sırrın mahiyeti, üç hususa
dayanmaktadır:
a) Ashâbın İslâm’ı derinlemesine anlamarı, bizim ise onu
yanlış anlamamız.
Katkısız ilk İslâm ile aramıza
girmiş olan uzun zaman dilimi, bu dine ve mensuplarına karşı yürütülen askerî
ve fikrî kampanyalar, yanı sıra İslâm âlimleri, davetçileri ve eğitimcilerinin,
davet, eğitim ve fedakarlıkta işledikleri kusurlar, Müslümanların pek çoğunu
İslâm’ı eksik veya yanlış anlar hale getirmiştir.
Allah şöyle buyurur: ‘Sonra
onların arkasından öyle nesiller türedi ki, namazı kaybettiler ve şehvetlerine
uydular. Böylece azgınlıklarının cezasıyla karşılaşacaklardır.’(Meryem, 19/59)
Bir diğer ayette şöyle
buyurmuştur: ‘İman edenlerin, Allah’ı ve Hak’tan inmiş olanı anarken
kalplerinin saygı ve korku ile yumuşaması zamanı gelmedi mi? Onlar, bundan önce
kendilerine kitap verilmiş, sonra üzerlerinden uzun bir süre geçmiş, böylece
kalpleri de katılaşmış bulunanlar gibi olmasınlar. Onların çoğu fasık
olanlardır.’ (Hadîd, 57/16)
İşte aradan uzun zaman
geçmesi, ilk döneme olan uzaklık ve davetin ihmal edilmesi sebebiyle bazı
Müslümanlar, İslâm’ı tıpkı Hıristiyanların, dinlerini anlamaları gibi, onu
sadece ibadet ve ahlâk dini olarak anlamaya başladılar. Diğer bazıları ise,
İslâm’ı ibadet ve ameller dini değil de fikirler ve konuşma dini olarak
algıladılar. Bu nedenle aralarından kimi düşünürlerin güzel konuştuğunu,
İslâm’ı savunmada ve hasımların şüphelerini çürütmede güçlü açıklamalar yaptığını
görürsün. Uygulama ise, neredeyse temellerden yoksun gözükmektedir.
Tehlikeli bir gösterge
Üniversite öğrencisi şeriat
fakültesinde hocasına şöyle der:
‘Hoca, ne oluyor da seni sakal
tıraşlı ve uzun sarkık elbiselerle görüyorum. Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem)’in kıyafetini çıkarıp Yahudî
ve Hıristiyanların kıyafetlerini giymiş, altın yüzük takmışsın. Bir de şeriat
fakültesinde hocalık yapıyorsun?’
Bunun üzerine hoca isabetle şu
cevabı verir: ‘Eğer İslâm’a sadece bu kadar muhalefet ediyorsam, mesele
kolaydır, ancak senin bilmediklerin daha büyüktür!!’
‘Yapmayacağınız şeyi
söylemeniz, Allah katında büyük gazap sebebidir.’ (Saf, 61/3)
Hüküm kimindir?
Kimdir o İslâm’ı yanlış
anlayanlar:
Onlar, niyetleri bozulan,
sözleri karmakarışık hale gelen, nefsi arzularını Allah’ın Kitabı,
Rasûlüllâh (sallallahu
aleyhi ve sellem)’in Sünneti ve Hulefâ’i
Râşidîn ile önceki ve sonraki din âlimlerinin uygulamasının önüne geçiren
ve vahyin sahipleri kendileriymiş gibi: ‘İslam ibadet dinidir, yönetim ve siyaset
dini değil’ diyenlerdir.
Böylece Allah’ın kitabını
tahrif edip ayetlerini geçersiz kıldılar.
‘Hüküm ancak Allah’ındır.’ (Yûsuf, 12/4)
‘Dikkat edin, yaratma ve
emir O’na mahsustur.’ (‘Arâf, 7/54)
‘Onlar, cahiliye hükmünü mü
arıyorlar! Kesin inanan bir topluluk için hükmü, Allah’ın hükmünden daha güzel
olan kimdir!’ (Mâ’ide, 5/50)
Onlar, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem)’in Sünnetini de terk
ettiler, dahası onunla alay ettiler, hatta onu reddettiler ve -maazallah-
hükmün Allah’a, Rasûlüne ve ondan sonraki dürüst müminlere ait olmasını inkar
ettiler.
Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem) şöyle buyurmuştur:
‘Yemin ederim ki sizler,
İslâm zincirini halka halka kıracaksınız. Siz bir halkayı kırdıkça insanlar ondan
sonraki halkaya tutunacaklardır. Bu arada kırılacak ilk halka hüküm, son halka
ise namazdır.’[61]
Bu açık ve ilk Müslümanların
bağlı oldukları nasslara rağmen, onların efendilerine boyun eğmiş olmak ve
şehvetlerine hizmet etmek için sapıklıklarında ısrar ettiklerini görürsün. Bu
kimselerin yapılandırma ve eğitime hiçbir katkıları olmamakla birlikte
tehlikeli olduklarına dikkat çekmek ve kötülüklerinden sakındırmak gerekir.
b) Bizim kalplerimiz ve onların kalpleri.
Ashâbın sebatıyla bizim
güçsüzlüğümüzün sırlarından biri de, Müslümanların genelinin kalplerindeki
imanın zayıflığı, samimiyetlerinin azlığı ve hayallerinin hafifliğidir. Böylece
onlar, kalplerinde Allah’ın yüceliğini hissetmemişler, yürekleriyle de
sıfatlarına tam bir kesinlikle inanmamışlardır. Bunun sonucunda da soluk soluğa
dünyanın üstüne kapanmışlar veya dünyayı elde etmek ya da çıkarlarının peşine
takılmak için asılsız sloganların ardından koşar olmuşlardır. Bu nedenledir ki
birileri, İslâmî düzenler dışındaki düzenlere çağırdıklarında bu Müslümanlar,
hala İslâm’a sarıldıklarını sanarak onların arkasından koşmaktadırlar.
Bu da Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem)’in şu sözünün tasdiki niteliğindedir.
‘... Ancak sizler o gün sel
köpüğü gibisiniz.’[62]
c) Başta davet alanına mensup olanlar olmak üzere, pek
çok Müslüman’ın kötü eğitilmiş olması.
Bu arada daha önce eğitim
faaliyetlerinde işlenen bazı hatalara, özellikle de temellendirme yokluğuna
işaret edilmiş idi. Bundan sonraki bölümde eğitimle ilgili diğer hatalarla
birlikte bu konuda ayrıntılı açıklamalarda bulunulacaktır.
7- Kötü Eğitim
İslâmî uyanış ve geçmişteki hatalı
kavramlar düzeltilmeye başlamışken bazı Müslümanlar, eğitimle ilgili yeni büyük
bazı hatalara düştüler. Bu hatalar, İslâmî çalışmayı sarsmış, dolayısıyla
Müslümanların birliğini zayıflatmış ve güçlerini azaltmıştır.
İşte bu hataların bazıları:
a) İslâm’ı bir bölümüyle sınırlamak ve Müslümanları buna
göre eğitmek.
İslâm’ın sınırlandığı bu
bölümün bir parçası da siyaset ve yönetimdir. Siyaset ve yönetim unsurlarına
gereğinden fazla önem vermenin, bir yandan İslâm’ı anlamada, diğer yandan da
olayları doğru değerlendirmede yeni yetişen nesil üzerinde tehlikeli etkisi
bulunmaktadır.
Bu arada Müslümanların pek
çoğu, bu hata üzerine yetişmiş oldu. O kadar ki neredeyse bazı davetçilerin
siyaset, yöneticiler, güncel olaylar ve uyduruk senaryolardan başka hiçbir dert
ve uğraşları bulunmadığını hissedersin. Bu durum ise, onları insanların
inançlarını ve ibadetlerini düzeltmek, onları bilgilendirmek ve eğitmekten
alıkoymuştur. Onlar, bundan zaman kaybı ve insanları heder etmekten başka bir
sonuç alamamışlardır. Başarısız olduklarında ise gençliğin çoğunun ruh dünyasında
umutsuzluk yayılmaktadır. Düşman ise, onların bu tutum ve tasarruflarıyla
gücünü kat kat artırmaktadır. Acaba var mı bunu düşünen!
Seyyid (Kutup kitabın aslında
yok) şöyle der:
‘Fakat benim bütün kardeşlere
ve İslâmî faaliyetlere yönelik genel bir tavsiyem vardır. O da, güncel
olayların içinde boğulmamaları, bu olaylara, hizipçi manevralara ve siyasete
dalmamalarıdır. Çünkü onların daha geniş ve daha kapsayıcı bir faaliyet alanı
bulunmaktadır. Biraz daha yavaş ve uzun erimli olan bu alan; İslâmî inanç,
değerler, ahlâk ve gelenekleri toplumların öz benliğinde hayata geçirmektir.
Allah, İslâmî nizamın gerçekleşmesine izin verinceye kadar bunu uzun çaba ve
sabırla sürdürmek gerekir. Ben, cemaatlerden herhangi birinin, ortaya çıktığı
günden itibaren siyasî olaylara aşırı daldığını ve eğitime az zaman ayırdığını
görüyorum.’[63]
Eğitimdeki yanlışlıklardan
biri de, gençliği görüş ayrılıkları üzerine yetiştirip eğitmektir.
Genç insanın, dini hayat
alanına ayrılıklar kapısından girmesi, onun dini, muamelesi ve daveti ile
ilgili hal ve hareketlerine yansıyacak olan son derece tehlikeli bir durumdur.
Öyle ki bu genç, anlaşmazlık burgacında yaşadığı için, sabah akşam
anlattıklarının, sohbetlerinin, konuşmasının ve dininin görüş ayrılıklarından
ibaret olduğunu görürsün. O, bu ihtilaflar içerisinde sabahlar, akşamlar ve
yaşar. Nihayet bunlar, yol açtıkları pek çok kötülüklere ilave olarak onu, dininden,
ilminden ve davetinden alıkoyar. Özellikle de ihtilafların türlerini ayırt
edemediği, her bir ihtilafın hükmünü ve ona karşı takınılacak tutumu bilmediği
ve sonsuza dek sürmemesi gereken geçerli ihtilaf ile diğer ihtilaf çeşitlerini
birbirinden ayıramadığı zaman durum daha da ağırlaşır. Ne var ki onların pek
çoğu, kötü eğitim nedeniyle hataya düşmekte ve hikmetten gafil kalmaktadırlar.[64]
Eğitim konusundaki bir diğer
yanlışlık, Müslümanların eğitimini Allah’ın zikriyle sınırlamaktır. O kadar ki
mürit, zikrin dinin bütününe eşit ve kurtuluşun ta kendisi olduğunu sandığı
için, inancı gözden geçirmemekte, ibadetindeki yanlışlıkları düzeltmemekte ve
İslâm’ın inanç, uygulama, davet, cihat, muamele ve ahlâkın toplamından ibaret
olduğunu kavrayamamaktadır.
Bu konudaki hatalardan biri
de, gençlerin eğitimini cihatla sınırlamaktır. Bu yüzden cihat, gencin bütün
çabası, onu sürekli izleyen gölgesi haline gelmekte, İslâm’ın cihattan ibaret
olduğunu, sadece cihatla var olabileceğini, cihadın durması halinde İslâm’ın da
duracağını, hükümlerinin geçersiz olacağını ve ibadetlerinin yapılmayacağını
sanmaktadır. Onların pek çoğu, bu kötü eğitim nedeniyle önce usanır, sonra
umutsuzluğa kapılır vs.
Eğitim konusundaki bir
yanlışlık da, gençleri, sadece inançla ilgili olarak yetiştirmektir. Bu eğitim,
ezberlenen metinler ve tekrarlanan şiirler gibi değerlendirilmekte ve sadece
kalple inanmayı geçmemektedir. Bu inancın, Müslüman’ın pratik yaşamında hiçbir
izine rastlanmamaktadır. Onlar, bununla ahlâkın önemini ihmal etmekte, güzel
muamele ve hitaptan yüz çevirmekte, hikmet ve güzel öğüde arka dönmektedirler.
İnançlarının güzelliğinin, ahlâklarındaki bozulmanın, vaazlarındaki kabalığın
ve kötü muamelelerinin bağışlanmasını sağlayacağını sanırlar. Bunların tamamına
söylenicek olan söz şudur: ‘Bu gerilemenin sırrı, İslâm’a onun kapısı olan
ilim, iman, tevhit ve kapsayıcılığın kapısından girmemiş olmaktır.’
‘Ey iman edenler, topluca
barışa giriniz.’ (Bakara, 2/208)
Onlara ‘imanın altmış küsur
şube olduğu’[65] da hatırlatılmalıdır.
Bilindiği üzere, rahatsız edici şeyleri yoldan kaldırmak da bu şubelerdendir. O
halde bundan daha önemli ve öncelikli olan şubeler, nasıl olur da göz ardı
edilebilir. Ayrıca bir hayvana kötü muamelede bulunmak, ‘Bir kadın
hapsettiği kedi yüzünden cehenneme girmiştir’[66]
hadisinde yer aldığı üzere cehenneme girmeye sebep oluyorsa, o zaman Müslüman
kardeşe kötü muamelede bulunmaya, hatta ona zulmetmeye, onu itham edip
ayıplamaya ne demeli! Yegâne şikayet ve dönüş mercii Allah’tır.
b) İkinci hata, eğitimin şahıslara bağlılık ekseninde
yürütülmesidir.
Ümmet, zamanının bir bölümünü,
ilkeler, kriterler, delil ve akıl yürütmeler yerine şahıslara bağlı kalarak
geçirdi. Bu bağlılığın göstergelerinden bazısı ise, mezhep taassubu, mezhep
öncülerini sevmek, onları diğer mezheplerin mensuplarının, hatta onlardan daha
âlim olan tabiîler ve sahâbenin, dahası Kitap ve Sünnet
nasslarının bile önüne geçirmektir. Nitekim İslâm tarihinde, zihinlerden
silinerek bu uyanışın gençliği tarafından ebediyen rafa kaldırılması gereken bu
kahrolası taassuptan iğrenç tablolar mevcuttur.
Ayılma ışığının saçılmasıyla,
doğru yoldaki ıslahatçılar, bu kocaman yanlışı ve apaçık sapkınlığı düzeltmeyi
ilke edindiler. Ne var ki bazı davetçiler, eğitimle ilgili görevlerini,
düzeltmeye yönelik olarak, yapacakları yerde buna, hiziplerine ve hizip
önderlerine bağlılık şeklindeki başka türden bir hata daha eklemiş oldular.
Üzücü bazı tablolar
Ben, Müslüman liderlerden
birinin kırkıncı ölüm yıl dönümü münasebetiyle İslâmî bir dergide yedi sayfalık
bir makale gördüm. Vefat eden liderlerinin, makalenin başındaki büyük
fotoğrafına ilave olarak, makalede yedi kez tekrarlanacak şekilde her sayfaya
birer fotoğrafını koymuşlardı. Buna derginin dış kapağının tamamını kaplamış
olan en büyük fotoğraf da dahildir. Bu davetçiye bağlı olanlar, hakkında öyle
meziyetlere yer vermişlerdi ki, insan günah sayılan aşırılık olur korkusuyla
aynı meziyetleri Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) için söylemekten bile haya eder. ‘Beni,
Hıristiyanların Meryem oğlu ‘Îsâ’yı övdükleri gibi övmeyin.’[67]
Kaldı ki onların bu aşırılığında ölüleri fotoğraflamak ve makalenin içeriği
gibi, dine çok aykırı hususlar söz konusudur.
Kuşkusuz İslâm’ın yasakladığı
ve Allah korusun, onlara kulluğa kadar götüren şahıslara bağlılık budur. Zaten
Allah’tan başkasına ibadet de, ölüleri yüceltmek ve onları fotoğraflamak
yoluyla olmuştur.[68]
Nitekim Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem), ubudiyet -kulluk- lâfzını bir
şeye aşırı bağlılık ve sevgisinin tutkunu haline gelmek anlamında kullanarak şöyle
buyurmuştur: ‘Dinara -altın paraya- ve dirheme -gümüş paraya-
kul olanın vay haline!’[69]
Kişilere bağlılığın, İslâm’ın
yolu ve salih Selefin çizgisine aykırılığı bir yana, yeni nesil üzerinde
tehlikeli bir etkisi de bulunmaktadır. Biz, Ebû Bekir (radıyallahu anhu) ve Ömer (radıyallahu anhu) gibileri vefat ederken, ilk dönem Müslümanları
arasında, Ebû Bekir (radıyallahu anhu) ve
Ömer (radıyallahu
anhu)’nun tırnağı dahi olamayacak bir
lider veya mücahitlerinin ölümü münasebetiyle kimi günümüz insanlarının
yaptıklarını yapan bir kimse görmemekteyiz. Hatta gayrimüslimler bile kendilerini
bu tarz davranışlardan uzak tutmaya başlamışlardır. Var mı aklı başında bir
adam?!
Günümüz insanlarının delili
Kuşku götürmez gerçeklerden
biri de, yeni nesli şahıslara bağlılık üzerine eğitmenin, delilin işlevsiz
kılınması, ilmin ihmal edilmesi, tertemiz bilimsel araştırma ruhunun
öldürülmesi, tartışan tarafların delilinin şahıslardan ibaret kılınması, münazaracı
tarafların kişileri tercih etmesi ve kurtuluş yolunun şahıslardan ibaret
kılınması anlamına geldiğidir ki, bu her halükarda yanlıştır.
Ayrıca basiret ve akıl sahibi
her insanı, gençler arsında ilimle ilgisi bulunmayan tartışmaların meydana
geldiğini görmek üzmektedir. Onlar, kişiler hakkında tartışmakta, kişileri
delil göstermekte, kişiler için karşılıklı husumet beslemekte, kişiler üzerine
dostluklar ve ayrılıklar oluşturmaktadırlar. Bu durum ise, onları dinlerinden,
ilimlerinden ve davetlerinden alıkoymakta, aralarında husumetler meydana
getirmekte ve kendilerini gıybet, iftira ve adam kayırmaya sevk etmektedir. O
kadar ki, aynı şahıs hakkında taraflardan biri ‘Şeyhu’l-İslâm’ derken diğerleri
‘zındık’ nitelemesi yapabilmektedir.
Şâtibî şöyle der:
‘Bazı
topluluklar, delilden yüz çevirip şahıslara dayandıkları için yanılgıya düşerek
ashâb ve tabiîlerin yolundan sapmışlar ve batıl inançlarına uymaları sonucu
doğru yolu şaşırmışlardır.’[70]
Allah Te‘âlâ şöyle
buyurmuştur:
‘Rabbinizden size
indirilene uyunuz. O’nun haricinde birtakım dostlara uymayınız. Siz ne az öğüt
alırsınız!’ (‘Arâf, 7/3)
Evet vallahi, öğüt alanlar az
olduğu gibi, Kitaba, Sünnete ve ilk dönem Müslümanlarına uymanın
bazı şahısların söylediklerinin önünde olduğunu da çok az hatırlarız.
Selefin
delili
Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem), bu ilkeyi ashâbının ruhlarına
titizlikle işlemiş, bu sayede delilin anlamını kavrayan, kişilerin haklarını
anlayan ve bu iki hususu isabetle uzlaştırabilen bir nesil ortaya çıkarmıştır.
İbn Abbâs (radıyallahu anhu) şöyle der:
“Helak olacakları
görüşündeyim. Ben: ‘Allah ve Rasûlü şöyle dedi’ derken onlar: ‘Ebû Bekir şöyle
dedi, Ömer böyle dedi’ derler.”[71]
Allah’ın rahmeti üzerine
olsun, ey İbn Abbâs! Sen bunu Ebû Bekir (radıyallahu anhu) ve Ömer (radıyallahu anhu) hakkında söyleyebiliyorsun. Ya bir de zamanımızın
insanlarını görseydin, nasıl düşünürdün acaba? Onlar, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem)’in yolunu reddetmekte ve ne
ilme ne de İslâm’a uyması söz konusu olan bir kişinin sözü için George ve
James’in yolunu izlemektedirler. Bu duruma ne derdiniz?!
Bu arada İbn Ömer (radıyallahu anhu) temettü haccına fetva verdiğinde kendisine: ‘Baban
bundan nehy etmektedir’ dediler. O da: ‘Babamın emrine mi yoksa Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem)’in emrine mi uyulur?!’[72]
şeklinde karşılık verdi.
O, bazen de babasının
yaptıklarını delil gösterenlere karşı çıkmak ve bunu reddetmek üzere: ‘Babam da
kim?’ diyordu.
Baban kim ey İbn Ömer...
Allah’ın rahmeti üzerine olsun! Baban, iki Ömer’den biri, açıkça hicret eden,
şeytanların kendisinden kaçtığı, cennetle müjdelenenlerden biridir. Eğer
Rasûlüllâh (sallallahu
aleyhi ve sellem)’den sonra bir peygamber
olsaydı, o baban olurdu. Baban dört büyük halifeden biri, dünyayı fetheden,
Romalıları ve Persleri yenen kişidir. Baban, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem)’in uyulmasını şu hadisiyle
emrettiği kişidir: ‘Benden sonraki iki kişiye; Ebû Bekir ve Ömer’e uyunuz.’[73]
Baban müminlerin emiri olduğu için uyulma hakkına sahiptir. Ve o aynı zamanda
babandır ve baba olarak da uyulma hakkına sahiptir.
Sonra: ‘Babam da kim?’
diyorsun. Allah’ın rahmeti üzerine olsun! Bir de günümüz insanlarını görseydin
ne derdin? Onlar, Allah’ın Kitabını hesaba katmayan ve Rasûl’ünün Sünnetini
tanımayan kimi önderlerin peşinde soluk soluğadırlar. Kitabı hesaba
katıp Sünnete uysalar bile onların değerini takdir etmekten acizdirler.
Acaba sen ki: ‘Babam da kim?’
diyorsun, acaba bunları görseydin ne derdin?
Evet, Allah’a yemin ederim ki
dediğin doğrudur. Baban, babanı yaratan, gökler ve yerin yaratıcısı karşısında
kim oluyor! Elbetteki baban, babanın Rabbinin masum Rasûlü karşısında kim
oluyor? Artık kardeşlerimiz, kişileri delil göstermekten vazgeçmezler mi... Ne
var ki öğüt alanlar pek azdır.
c) Eğitimle ilgili üçüncü hata, eğitim, dostluk ve
ayrılıkların hizipçiliğe dayalı olmasıdır.
İslâmî merkezlerin birinde bir
genç, kimse yokken bana: ‘Ortada ehil biri durduğu halde, hizip bana ehliyetsiz
birini seçmemi emrettiği zaman, hangisini seçeyim?’ diye sordu. Ben: ‘Ehil
adamı...’ deyince o: ‘Ya hizbin emri?’ dedi.
Ben: “Allah ve Rasûl’ünün
emri, hizbin emrinin üstündedir ve: ‘Yaratana baş kaldıran kimseye
itaat yoktur’[74]” dedim.
Dedi ki: ‘O halde sözü
dinlenmediği zaman hizip ve organize olmanın ne değeri olur?’
Dedim ki: ‘O halde itaat
edilmediği zaman Allah ve Rasûl’ünün emirlerinin değeri ne olur?’
Dedi ki: ‘Ancak bu,
organizasyonu etkilemekte!’
Şöyle dedim: “Eğer bu, hizbin
organizasyonunu etkiliyorsa, Allah’ın emrine muhalefet, senin dinini
etkilemekte, yönetim sorumlusuna muhalefet de yasal İslâm devletinin
organizasyonunu etkilemektedir. Ayrıca bu delil değildir. Delil olan,
Rasûlüllâh (sallallahu
aleyhi ve sellem)’den rivayet ettiğimiz: ‘Yaratana
baş kaldıran kimseye itaat yoktur’ şeklindeki hadistir.”
Dedi ki: ‘O zaman beni
hizipten ihraç ederler.’
Dedim ki: ‘Günahı emretmese
bile hizipte kalmak kötüdür. Çünkü hizipçiliğin kendisi meşru değildir. Allah’a
isyan etmeyi emrettiği zaman ise meşruiyetsizliği ikiye katlanmış olur.’
Bir de bak, Allah seni
bağışlasın, nasıl da hizipçilik insanların yapısal niteliklerini bozmaktadır ve
nasıl da insanları ihraç ve ayırmalarla korkuttuklarına bakmalısın! Allah’ın,
hakkında hiçbir delil indirmediği bu ve buna benzer hususlar da söz konusudur.
Hatta insanları Allah’ın, hakkında delil indirdiği şeylerden alıkoymaktadırlar.
Allah şunu indirmiştir: ‘Erkek ve kadın müminler, birbirlerinin can
dostudurlar.’ (Tevbe, 9/71)
Onlar ise, taraftarlarını:
‘Hizbe mensup erkekler ve kadınlar birbirlerinin can dostudurlar’ sloganı
üzerine eğittiler.
Hizipçilikte bu ayeti işlemez
hale getirmekten başka hiçbir olumsuzluk olmasa dahi, bu onun meşruiyetsizliği
için yetmektedir.
Bazı hizipçi yazarlara
gelince; nerdeyse hizipçilik, onları bu tehlikeli işleri göremez hale
getirmiştir. Onlar, bir üslûp hatası yapan veya Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem)’in Sünnetine bağlı
kalan bir genci fark edince, sayfalarını onu itham eden, işbirlikçi ve aşırı
olmak, Müslümanların birliğini dağıtmak ve ümmetin varlığını yıkmakla suçlayan
yazılarla doldurmaya başladılar.
Şimdi bunlardan daha tuhaf
kimseler gördün mü? Acaba insanların yaradılışlarını işlemez hale getiren,
Rasûlüllâh (sallallahu
aleyhi ve sellem)’in sözlerini reddeden
ve kahrolası hizipçilikle ümmeti bölen kimse, Allah’a ve Rasûl’üne itaat edip
ashâbına uyan kimse gibi midir? Her iki tarafın durumu aynı mıdır?!
Sonra Müslümanları, özellikle
de tek yürek, tek inanç ve tek metot üzere olan, ancak daha sonra lanetlik
hizipçiliğin girip saflarını dağıttığı ve bütünlüklerini darmadağın ettiği bazı
memleketlerde bölen kimdir?
Bunlar hakkında şu iki Arap
atasözü ne kadar da uygun düşmektedir:
‘Bana
hastalığını bulaştırdı ve sıyrıldı gitti.’
‘Beni
döverken o ağladı, beni geçerken o şikayet etti.’
Bizim şikayet merciimiz ise
Allah’tır.
Hizipçiliğin tehlikeleri
Kuşkusuz hizipçiliğin büyük
tehlikeleri ve devasa zararları varken, hiçbir faydası yoktur. O, ümmeti bölüp
parçalamaktan başka hiçbir işe yaramamaktadır.
Tefrikacılıkta var olan
kötülükler de, hizipçiliğin kötülükleridir. Bu nedenle hizipçilik ve
tefrikacılık, aynı şeyin farklı iki adıdır. Çağdaş tabiriyle iki yüzlü bir
madalyondur.
Nitekim hizipçilik ümmeti
zayıf düşürür, birliği parçalar ve delil kavramını yeni neslin zihninde ters
yüz eder. Böylece onların delili hizipleri, dayanakları ise liderlerinin sözü
olur.
Hizipçilik, dostluk ve
ayrılıkların Allah, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) ve müminler için oluşunu yaralamakta ve hizbin
koyduğu ilkeler, mensupları arasında yaydığı telkinler ve yükselttiği
sloganlarla aralarındaki kardeşliği bozmaktadır.
Böylece dostluk ve kardeşlik
ilkelerini toprağa gömmekte ve hizipçinin bütün derdi hizbi, hizbinin
önderlikleri, üyeleri ve sloganları olmaktadır. O, bütün erkek ve kadın müminlerin
İslâm’ın bütünlüğü içerisinde birbirine eşit bireyler olduklarını göz ardı
ederek haklı haksız onları savunmaktadır. Oysa bu öyle bir bütünlüktür ki, bazı
insanların onun içinde diğer bazı insanlar adına ayrı kamp ve hiziplere
bölünmeleri caiz değildir. Bu nedenle Allah şöyle buyurur: ‘...ve
müşriklerden olmayınız. O müşrikler ki kendi dinlerini fırkalara ayırmış ve
parça parça olmuşlardır. Her grup kendi elindekiyle sevinçlidir.’ (Rûm, 30/31-32)
Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem) de: ‘İslâm’da kamplaşma
yoktur’[75] buyurmuştur. Diğer
bir rivayet şöyledir:
‘İslâm’da kamplaşma meydana
getirmeyin.’
Bu arada biz, el-Hizbîyye adlı
kitabımızda hizipçiliği ayrıntılı bir şekilde anlatarak sağlam kriterlerle onu
meşru birliktelikten ayırdık. Allah, yayınlanmasını müyesser kılsın.
d) Temellendirme Yokluğu
İslâmî cemaatlerin durumlarını
gözden geçiren akıl sahibi kimse, gerçeği; eğitim faaliyetindeki temellendirme
yokluğu gerçeğini görür. Bu kimse, Müslümanların büyük kısmının çalışmalarında,
karşılaşmalarında, tartışmalarında ve işlemlerinde duygu aleminde
dolaştıklarını gözleriyle görür.
Nitekim bu olgunun ve ümmetin
başına gelen hastalık ve musibetlerin büyük bölümünü bu yanlışa, temellendirme
yokluğu yanlışına bağlamak mümkündür. Zira onun yokluğu yüzünden sebat ve denge
de kaybolur, ardından da sarsıntı, yıkım, musibetler ve çöküş gerçekleşir.
Biz bu kitabın pek çok yerinde
buna değindik. Gençler arasında meydana gelen tartışma ve karşılıklı
suçlamaların örnekleri ise pek çoktur.
Öfke belirtileri yüzünde
açıkça görülen kaygılı bir genç yanıma gelerek: ‘Falancadan sakın’ dedi.
‘Niçin’ dedim.
‘O, falanca âlimi hata
yapmakla suçluyor’ dedi.
Dedim ki: ‘Onu kötülüyor mu?’
‘Hayır’ dedi.
‘Ona kötü söz söylüyor mu’
dedim.
‘Hayır’ dedi.
‘Onu gammazlıyor mu’ diye
sordum.
‘Hayır’ dedi.
Şunu söyledim: ‘Suphanallah!
Ömer ve ‘Alî (radıyallahu
anhum) hata yapmakla suçlanınca hiçbir
şey olmuyor da, sıradan insanların hata yaptıkları söylenince dünya ayağa
kalkıyor.’
Allah, biz Müslümanlar için
sadece bir kişiyi dokunulmaz kılmış ve bir kişiye uymakla memur kılmıştır ki, o
da Rasûlüllâh (sallallahu
aleyhi ve sellem)’dir. Emrettiğinde itaat
edilmesi gereken, bir uygulamada bulunduğu zaman tereddütsüz ve tekrar gözden
geçirmeksizin uyulması gereken yegâne kişi odur. Onun dışındakilerin ise,
ilgili yerlerde açıklandığı üzere, bazı sözleri kabul, bazıları ise reddedilir.
Hatta durum, bundan da vahim
bir noktaya gelmiştir. Evet durum, Ebû Bekir ve Ömer’i hata yapmakla suçlayıp
liderlerinin masum olduğunu ileri sürmekten daha kritik bir hal almıştır.
Durum, liderlerinin uygulamasına bakarak Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem)’in hadislerini reddetmeleri
noktasına gelmiştir.
Güvenilir biri bize şöyle
dedi: “Hizip mensuplarından bazılarına, fotoğraf çektirmenin haram olduğuna
dair bazı hadisler gösterildiğinde onlar: ‘Eğer bu hadisler sahih olsaydı, liderimiz
fotoğraf çektirmezdi’ demişlerdir.”
Oysa bunlar, Buhârî ve
Müslim’de yer alan sahih hadislerdir. Şimdi sırf liderleri yaptı diye nasıl da
Rasûlüllâh (sallallahu
aleyhi ve sellem)’in hadislerini reddettiklerine
bakmak gerekir. Hal böyle olunca, şayet liderleri, bu hadislere aykırı bir söz
söyleseydi acaba durum nasıl olurdu? Zira söz davranıştan daha güçlüdür. Onlar,
aynı zamanda titiz bir hadis araştırmasına dayanarak Buhârî ve Müslim’in bazı
hadislerindeki bir veya iki harfi, kritik eden kimseyi çirkin bir davranışta
bulunmakla suçlamaktadırlar.
Şimdi bu durumda, bazı
hadisleri batıl inanç ve kişilere göre bütünüyle reddetmek hak, ancak bilimsel
bir araştırma gereği bir veya iki lafzı kritik etmek hıyanet olmaktadır.
‘Ormanda bir adam öldürmek bağışlanmaz bir suç iken,
Güven
içindeki bir halkı öldürmekse tartışmalı bir sorundur’
Selefi eleştirmenin
caiz oluşu
Bir defa onlardan biri,
öfkeyle bana gelerek şöyle dedi: ‘Artık bazılarının, iman davetçilerini ve
İslâm bayrağının taşıyıcılarını karalamaktan vazgeçmelerinin zamanı gelmedi
mi?’
Dedim ki: ‘Hayrola... Durum
nedir?’
Dedi ki: ‘Bazıları hala
falancayı eleştiriyor, hatta karalıyorlar.’
Dedim ki: ‘Sen, senin adamının
ne dediğini ve ne yapmakta olduğunu biliyor musun?’
Şöyle dedi: ‘Bu bizi
ilgilendirmez... Bizi ilgilendiren, kişilere kötü söz söylemememizdir ve ümmeti
bölmememizdir.’
Ben şöyle dedim: ‘Kötü söz
söyleyen aslında odur. Aynı zamanda o, sadece kardeşlerimize kötü söz
söylememekte, fakat Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in bazı ashâbına sövmekte, tefsir âlimlerini kötülemekte
ve hadis hafızlarını karalamaktadır.’
Senin adamın için bu caizdir
de başkasına haram mıdır? Sana göre adamın bunlardan daha mı değerlidir? Sonra
gelmiş kötü sözlü ve sivri dilli bir adam için kızıyorsun da Allah’ın,
kitabında, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in
de sünnetinde tezkiye ettiği ümmet büyükleri için neden kızmıyorsun? Hatta
keşke durum, ashâb ve âlimleri kötüleme ve karalamayla sınırlı kalsaydı! Lakin
bu âlim bozması adam, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in bir kısım Sünneti ile Allah’ın Kitabının
bir kısmı ve onunla amel edenlerle alay etmeye devam etmektedir.
Senin adamın, kadının mal ile
ilgili şahitliğini erkeğin şahitliğinin yarısı olarak kabul eden kimseyle alay
etmekte ve Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in:
‘Bir kadını yönetimlerinin başına getiren bir kavim iflah olmayacaktır’[76] şeklindeki
hadisini reddetmektedir. Acaba bu adam sana göre Allah’tan ve Rasûl’ünden daha
mı değerlidirler. Acaba bu adam seni ilgilendiriyor da Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem)’in Sünneti seni
ilgilendirmiyor mu?
‘Âlim bozması birini kötülemek bağışlanmaz bir suç iken
Erdemli bir nesle sövmek
tartışılabilir bir sorundur.’
İşte taraftarlarına böyle
yapıyor hizipçilik. Şimdi var mı ibret dersi alan?!
Bir deneme
Eğer söylediklerimiz hakkında
şüphen varsa ve sen sözünü ettiğimiz hizipçilere aldananlardan isen, ne denli
bir temele sahip olduklarını bilmen için onlarla aşağıdaki denemeyi uygula.
Onlara: ‘Dinimiz ne kadar da
adildir! Ümmetin büyükleri, minberde hata etmekle suçlandıkları halde
kızmamışlardır’ dedikten sonra bekle, hiçbir tepki göstermediklerini
göreceksin.
Sonra bir süre onları öyle
bırak...
Daha sonra liderlerinden söz
ederek onlara: ‘Falanca hata yapmıştır’ de.
Eğer onlar: ‘Evet, ama delilin
ne?’ derlerse, bil ki onlar bu meselede haklıdırlar. Yok eğer öfkelenip köpürürlerse,
o takdirde onlardan sakın!
İşte bunlar, temelsizliğin acı
tablolarından ders almak için yer verdiğimiz bazı örneklerdir.
Temellendirme ne demektir?
Temellendirme, insanların
duygu ve göz boyama üzerine değil, ilim ve delil üzerine eğitilmeleri, hizipçiliğe
ve kişilere bağlılık üzerine değil, hakka ve İslâm’a bağlılık üzerine
yetiştirilmeleri ve çekişme ve bid’atçılık üzerine değil, ilkeli muhalefet ve
uyma üzerine terbiye edilmeleridir. Böylece insanlar, küfür ve imanı, inanç ve
ilmi, uyma ve takvayı, Allah’ın dinini hakem kılmayı göz ardı ederek, bir âlime
uyarken memleketlisi olduğu için uymak, bir davetçiyi severken kabilesinden
olduğu için sevmek, hatibi dinlerken yöneticiler hakkında konuştuğu için
dinlemek, okuyucunun arkasında namaz kılarken sesinin güzelliği için kılmak ve
yöneticilere karşı çıkarken ekmek ve elektrik fiyatlarını yükselttikleri için
karşı çıkmak üzerine eğitilmemiş olurlar.
Temellendirmenin amacı
Bu amaç, Müslüman’ın dininin
temellerini detaylarından önce, kuralı örnekten önce öğretmek ve kendisine
helal ve haramı telkin etmeden önce zihninde bulunmayan lafızların anlamını
onun ruh dünyasında kökleştirmektir.
Böylece, hükümlerden önce
tevhidi, Sünnet ve vaciplerden önce Kitap ve sünnete uymanın gerekliliği
ve anlamını, ve kendisine: ‘Şu bid’attır, denmeden önce bid’atçılığın haram
oluşunu bilmiş olur. Bu amacın bir bölümü de, ilâh ve Rab olmanın anlamını,
Allah’ın sıfat ve isimlerini bilmenin önemini, ibadet ve hakimiyetin, kardeşlik
ve yardımlaşmanın anlamını ve başına gelenlerin, başkasının yaptıklarından
değil, kendi yaptıklarının bir karşılığı olduğunu zihnine tekrar yerleştirmektir.
Bu ve benzeri hususlar, onu iman alanına sevk eden ve kalbinde Allah ve
Rasûlü’nün sevgisini filizlendiren temel ve kurallardır.
O zaman kişi, yararlı bir
Müslüman haline gelip ibadetle memur kılındığı zaman tereddütsüz ve usanmadan
onu yapar, günah ve kötülükten alıkonulduğu zaman üzüntüsüz ve sıkıntısız
onlardan vazgeçer ve sakınır.
O zaman öncelikleri kavrayarak
bu konuda dengesiz davranmaz. Önemli vecibeleri bilinçli bir şekilde anlar ve
onlarla ilgili olarak ağır davranmaz.
O zaman tıpkı su gibi faydalı,
dağlar gibi sağlam olur. Kasırgalar onu sarsamaz, düşmanlar onu aşamaz, baskın
dalgalar ve sapkın ilkeler karşısında direnir.
İşte Kur’ân’ın yöntemi
böyledir. Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in,
taraftarlarına yönelik tutumu da böyleydi ve böyle eğitti Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem) ashabını. Onlara ahkamdan önce
tevhidi öğretti. Allah’ın yardımıyla ruhlarına helâl ve haramdan önce imanı
yerleştirdi. Detayından önce onlara Kitap ve sünnete uymanın temellerini,
örneklemeden önce bid’atçılığın hüküm ve kuralını telkin etti. Özetle, onları
tek tek olaylarden önce temel ilke ve kurallar üzerine eğitti ve detaylardan
temelleri öğretti.
Bu amaçla Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem) şöyle buyurmuştur:
‘Her kim, bu işimizde ondan
olmayan bir şey uydurursa, o geçersizdir.’[77]
O zaman Ashâb (radıyallahu anhum), örnek verilmeden bid’atları bilmiş oldular. Günümüz
Müslümanlarının büyük kısmı ise, bunu asla bilmezler.
‘Â’işe (radıyallahu anha) ise şöyle der:
“Kur’ân’dan ilk nazil olan,
içinde cennet ve cehennem anlatılan mufassal türünden bir suredir. Nihayet
insanlar, İslâm’a yönelince helal ve haram inmiş oldu. Eğer ilk inen şey: ‘İçki
içmeyin’ şeklinde olsaydı, onlar: ‘Asla içkiyi bırakmayız’ derlerdi. Şayet:
‘Zina yapmayın’ yasağı inseydi, onlar: ‘Asla zinayı terk etmeyiz’
derlerdi. Ben Mekke’de henüz oynamakta olan bir kız çocuğuyken Muhammed (sallallahu aleyhi
ve sellem)’e: ‘Daha doğrusu kıyamet,
onlara vaat edilen zamandır. Kıyamet daha korkunç ve daha acıdır’ (Kamer, 54/46) ayeti indi. Bakara ve Nisâ’ sureleri indiğinde ise
ben -onunla evlenmiştim- onun yanındaydım.”[78]
İbn Ömer (radıyallahu anhu) ise şöyle der:
“‘Biz kısa bir süre şöyle
yaşadık: Herhangi birimize iman Kur’ân tarafından telkin ediliyor ve Muhammed (sallallahu aleyhi
ve sellem)’e sure iniyor, o da, tıpkı
sizin Kur’ân’ı öğrendiğiniz gibi, ondaki helâl ve haramı ve surede durulması
uygun olan yerleri öğreniyor.’ Sonra şöyle dedi: ‘Ben öyle kimseler gördüm ki,
onlardan birine Kur’ân veriliyor, o da onu başından sonuna kadar okuyor, ancak
ne emir ve yasağını ne de durulması gereken yerleri biliyor ve Kur’an’ı
kalitesiz hurma gibi savuruyor.’”[79]
Eğitimin bir ilkesi de, eğitimcinin
öğrencileriyle birlikte eğitim faaliyetini ders formatı veya konuşma platformu
çerçevesinde değil, gerçek durumu esas alarak yürütmeleridir. Eğitimcinin,
öğrenciye iyiyi nasıl emredeceğini ve münkerden nasıl alıkoyacağını öğretmesi
gerekir. Yoksa eğitip alıştırmadan onu sadece buna teşvik etmesi değil.
Temelsizliğin tehlikesi
Temellendirme yokluğunun
tehlikesi, İslâm dünyasının başına gelen ve onu zayıf düşüren yozlaşmalarda
otaya çıkmaktadır. Bu durum, pek çok gencin açıkça dile getirdiği öldürücü şaşkınlık
ve psikolojik tedirginlik bir yana, yöntemle ilgili başıboşluk ve Müslümanların
pek çoğunun yaşadıkları düşünsel karmaşada kendini göstermektedir.
Buna, zaman kaybı ve
enerjileri heder etmekle birlikte, adı geçen durumların yol açtığı öldürücü ümitsizlik
ve başarısızlık dolu yılgınlığı da ekleyebilirsin. Bu tablo, uyanan gençlik
arasında meydana gelen ve dedikodu yaymak, kin ve buğuz uyandırmaktan başka
kayda değer hiçbir sonuç ve semeresi olmayan sataşma ve atışmalarda
somutlaşmaktadır. Tabi hakka destek için yapılanları dışarıda tutmak gerekir.
Ayrıca temelsizliğin
tehlikesi, hakkı insanların menfaatleriyle sınırlayarak ve batıl inanç
prangalarına vurarak kişileri ve hizipçiliği delilin önüne, kahrolası
kabilecilik ve ırkçılığı burhanın önüne, egoizm ve narsisizmi hapsedilmiş
hakkın ve terk edilmiş hidayetin önüne koymak şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Temelsizliğin yol açtığı bir sonuç ta, denge bozukluğu, insafsızlık, hakkı
tanıma veya onunla amel etmede tereddüt göstermektir. Böylece tek tek olaylar,
temel ilke ve kurallara öncelenmekte, öncelikler karıştırılmaktadır. Örneğin,
misvak konusu tevhit konusuna, siyaset hidayete, başkasıyla uğraşmak kendimizle
uğraşmaya öncelenmektedir.
Temelsizlik, hayırlı işlerle
uğraşmaktan alıkoyan ağır işlerin yükü altına girmek üzere, şer‘î
kayıtlamalardan ve düzenli kurallardan kurtulmak, Allah’a çağrı üslûbunda
bozulma demektir. Böylece kişi kendini, terk edişte aşırı gitmek veya inkarda
hoşgörülü davranmak gibi, Allah’ın emretmediği yükümlülüklerin altına sokmakta
ve düzelmesiyle bütün bedenin düzeldiği kalbin kesin inancından önce pratik
uygulamaya çağrıda bulunmakta, İslâmî standartlar olmaksızın yüzleşmeye yönelmekte
ve benzeri temelsiz davranışlar sergilemektedir.
Temellendirmeden yoksunluk,
temelsiz bina, yerinde duramayan ağaç ve su üstündeki köpük demektir.
Temelsizliğin durumu şu adamın
durumuna benzer: Bu aceleci adam, evlerinin temellerine para ve zaman harcayan
insanların akıllarını hafife alarak temelsiz bir ev yapar. Sonra o evin
süslemelerine para harcamaya ve görünüşüne zaman ayırmaya başlar. Nihayet bu
ev, tam da bakanları ferahlatıp her kesin karşısında sahibinin övüniceği duruma
geldiği sırada, şiddetli bir rüzgar esip onu, önceden yokmuş gibi, üst üste
yığılmış ahşap ve etrafa saçılmış taş yığınına çevirir. Bunun üzerine adam,
harcadıklarından dolayı ellerini bir o yana bir bu yana çevirerek: ‘Keşke bu
eve için sağlam bir temel atsaydım’ der.
‘Görmedin mi ki, Allah
nasıl bir örnek vermiştir. Güzel bir söz güzel bir ağaç gibidir ki, onun kökü
sabit, dalı ise göktedir. Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Umulur ki
onlar, öğüt alır düşünürler. Kötü söz ise, kötü bir ağaç gibidir Onun kökü
yerin üstünden koparılmış ayakta duracak hali kalmamıştır.’ (İbrahim, 14/24-26)
Temellendirme gidince, yerine
gösteriş, duygu ve keyfilik geçer. O zaman kural ihlali, zorbalık ve yok etme
kolaylaşmış olur.
‘Köpüğe gelince atılır
gider. İnsanlara faydalı olan ise, yerde kalır.’ (R‘ad, 13/17)
Köpük, dalgaların çarpışması
esnasında suyun yüzeyinde ortaya çıkan kabartıdır. Bu nedenle hafif olup hızlı
hareket etmekte ve rüzgarın etkisiyle bir sağa bir sola savrulmaktadır. Çok
olduğu sanılır, ancak gerçekte azdır, hatta yoktur. Çünkü görünüşü gerçeğini
yansıtmamaktadır. Zira ona bir rüzgar dokunduğunda veya üzerinden zaman
geçtiğinde bir de bakarsın ki seraba dönüşmüştür.
Su ise, köpüğün altında, yere
dayalı, sakin ve ağır olur. Rüzgarlar onu yerinden alıp götüremez, fırtınalar
onu etkileyemez. Cahil, onu bir hiç sanmakta ancak ihtiyaç halinde o her
şeydir.
Allah’a yemin ederim ki ben,
duygusallık, katılık, ilim ve temellendirme konusunda bundan daha isabetli bir
örnekleme görmüş değilim.
Zira duygusallık ve katılık,
gerçek ağırlığından daha büyük gözükmekte olup bir kelime yüzünden isyan
etmekte, bir tebessüm nedeniyle harekete geçmekte, nihayet sıra gerçeğe gelip
somut bir sonuç alınmak istendiğinde ansızın köpük veya serap haline
gelmektedir. Aslında buna delil olarak Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem)’in, Ashâbını duygusallık
üzerine eğitmemiş olması yeter.
İlim ve temellendirmeye
gelince; sakinliği, ağırlığı ve metaneti bakımından suya benzemektedir. İş
gerçeğe gelip kendisinden yararlanılmak istendiğinde en yararlı şey olur. Bu
konuda da delil olarak Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in, Ashâbını bunlar üzerine eğitmiş olması yeter.
Böylece Müslümanlar, onlardan sonra bu ilim ve temellendirmenin meyvelerini
kıyamete dek toplar olmuşlardır.
Ancak biz, bu ilkeden yüz
çevirip Müslümanları ekmek ve mesken için karşı karşıya gelmek üzere
yetiştirmeye başlayınca, bu amaç gerçekleşmiş ve nefislerinin istediğini caiz
görmüşlerdir. Böylece onlar bu arzularını taraftarlık ve karşıtlıkla elde etmiş
oldular. Bundan sonra ise biz, musibetler, yılgınlık, hayal kırıklığı ve
başarısızlığa maruz kaldık. Bütün bunlara rağmen hala bütün bu yapılanların,
dini devrimler, İslâmî ayaklanmalar ve imanî yüzleşmeler olduğunu ileri sürmeye
devam etmekteyiz. Ancak Allah’a yemin ederim ki bunlar, ekmek ve iskan
başkaldırıları ve su ile elektrik kavgasından başka bir şey değildir. Bütün
bunları ortaya koyan en açık delil, toplanan acı meyvelerdir. Nitekim eskiden
beri: ‘Meyvelerinden tanırsın onları’ denilmiştir.
Şimdi gerçek bu değil midir?!
O zaman gerçeği kavrayan kim?!
Bu durumu ve hedefini ancak
âlim ve akıllı veya Allah yolunda başarılı yahut da Kitap ve Sünnet’e
uyan dürüst bir kimse kavrayabilir.
Allah’tan dileğim, hepimizin
onlar gibi olmasıdır.
Kitap ve Sünnette emir olunduğumuz budur. Rasûlüllâh
(sallallahu
aleyhi ve sellem)’in izlediği yol budur.
Olayların dile getirdiği gerçek de budur.
Allah’a yemin ederim ki biz,
bu işleri kavrayamadığımız sürece bütün işlerimiz yok olmaya doğru gitmektedir.
Buna aykırı davrananlar, neye uğrayacaklarını bileceklerdir. Hemen durumu
düzeltip hızla temellendirmeye yönelmek suretiyle çözüme çaba harcamadıkları
sürece pişmanlığın fayda vermeyeceği bir zamanda pişmanlık duyacaklardır.
Uyanışın geçirdiği deneyimler
ve sıkıntılar, her akıl ve takva sahibinin ibret dersi çıkarması, bu metodun
doğruluğuna, kalıcılığına ve orijinalliğine inanması için yeterlidir. Takva
sahibi akıllı insan için, kavimlerinin davetlerine inanmadıkları Nebîlerin
sözlerinden başka dayanak bulunmamaktadır.
‘Bekleyiniz, ben de sizinle
birlikte bekleyenlerdenim.’ (‘Arâf, 7/71)
‘Size söylediklerimi
hatırlayacaksınız. Ben ise, işimi Allah’a havale ediyorum.’ (Gâfir, 40/44)
Bu açıklamalarla Müslümanların
başta gelen problemlerinin büyük bölümü anlatılmış oldu. Allah’tan dileğim, bu
kitabın iyileşme ve temellendirme yönünde bir adım olması ve onu faydalı
kılmasıdır. Buna sahip ve ehil olan O’dur.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Umut ve Çözüm Yolu
1- İyileşme Umudu Var mıdır?
Acaba kimse, ümmetin başına gelen bunca
musibetler ve içine yayılan bunca hastalıklardan sonra, bu hastanın iyileşip
ayağa kalkacağına inanır mı? Sonra bir de bu konuyu ortaya atmak, insanları
ümitsizliğe sürükleyip düşmanları rahatlatmak anlamına gelmez mi?
Allah’a yemin ederim ki hayır!
Hasta şifa bulacak, kötülük geçecek, iyilik ortaya çıkacak ve İslâm, istisnasız
bütün yer yüzünde yayılacaktır. Şu ayetin gerçekleşmesi, bir müjde olarak
algılanmalıdır:
‘Müşrikler hoşlanmasalar da
kendi dinini bütün dinlere üstün kılmak için Rasûl’ünü hidayet ve hak din ile
gönderen O’dur.’ (Tevbe, 9/33)
Allah’ın şu vaadi hak iken
nasıl şifa bulmasın ki:
‘Allah, sizlerden iman edip
iyi davranışlarda bulunanlara, kendilerinden öncekileri sahip ve hakim kıldığı
gibi onları da yeryüzüne sahip ve hakim kılacağını vaat etti.’ (Nûr, 24/55)
Birinci ayetin bağlamıyla
ilgili olarak Müslim ‘Â’işe (radıyallahu anha)’dan:
“Rasûlüllâh (sallallahu
aleyhi ve sellem)’in şöyle buyurduğunu
rivayet etmiştir:
‘Lât ve ‘Uzzâ adlı putlara
tapılıncaya kadar gece ve gündüz ortadan kalkmaz.’ Bunu üzerine ‘Â’işe şöyle der: ‘Ey Allah’ın Rasûlü,
ben ‘Müşrikler hoşlanmasalar da kendi dinini bütün dinlere üstün kılmak için
Rasûl’ünü hidayet ve hak din ile gönderen O’dur’ (Tevbe, 9/33) ayeti indiğinde tamamının gerçekleşeceğini
sanıyordum.’ Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)
şöyle buyurdu: ‘Bundan Allah’ın dilediği gerçekleşecektir.’[80]
Ayrıca Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem) şöyle buyurmuştur:
‘Bu din, gece ve gündüzün
ulaştığı yerlere kadar ulaşacaktır. Allah, birilerini aziz, birilerini de zelil
kılmak suretiyle; İslâm’ı üstün kılan bir azizlik, küfrü de boynu bükük hale
getirecek bir perişanlık ile, toprak veya kıldan yapılmış ne kadar ev varsa
hepsine bu dini sokacaktır.’[81]
Bir de konuyla ilgili olarak
Huzeyfe’nin meşhur hadisinde Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem):
‘Allah’ın dilediği zamana
kadar Nübüvvet aranızda yaşamaya devam eder. Sonra Allah dilediği zaman onu
ortadan kaldırır. Sonra Nübüvvet yoluna uygun bir hilafet meydana gelir ve
Allah’ın dilediği kadar aranızda kalır. Sonra Allah dilediğinde onu ortadan
kaldırır. Sonra ısırgan bir hükümdarlık ortaya çıkar ve Allah ne kadar dilerse
o kadar sürer. Sonra Allah dilediği zaman onu ortadan kaldırır. Sonra zorba bir
yönetim meydana gelir ve Allah’ın dilediği süre kadar devam eder. Sonra Allah,
dilediği zaman onu ortadan kaldırır. Sonra Nübüvvet yoluna uygun bir hilafet
meydana gelir’ buyurduktan sonra susmuştur.”[82]
Öte yandan Kitap ve Sünnet’te,
komplocular ne denli komplolar kurarlarsa kursunlar ve zalimler ne tür planlar
yaparlarsa yapsınlar, geleceğin bu büyük dinin olacağını müjdeleyen pek çok
ifadeler bulunmaktadır.
Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem) şöyle buyurur: ‘Bu ümmete
yücelmeyi, dini, yükselmeyi, zaferi ve yeryüzünde söz sahibi olmayı müjdele.’[83]
Tarih de, hafızalarımıza şunu
yerleştirmiştir: İslâm ümmeti, diri bir ümmettir, yenilgi onu ümitsiz kılamaz,
fırtına onu yok edemez, zalim despotlar onu kararlılığından geri çeviremezler.
Gerçekten bu ümmetin alanına öyle düşmanlar ayak basmış, yurtlarının başına
öyle afetler gelmiş ve öyle despotlar musallat olmuş ki, kayıtsız ve şartsız
olarak başka hiçbir ümmette benzerleri meydana gelmemiştir. Eğer ümmetlerden
biri, ümmetimizin başına gelenlere maruz kalsaydı, temelden yok olacaktı.
Eğer ümmetimizin başına
musallat olan zalimler, ümmetlerden birinin başına musallat olsaydı, yerinde
duramayacak ve ondan hiç bir eser kalmayacaktı.
Zira bu ümmetin başına
musibetler peş peşe gelmeye, despotlar onu elden ele vermeye, düşmanlar ona
tuzak kurmaya, kalplerinde kin bulunan münafıklar ise, başına gelecek olan
musibetleri kollamaya devam etmektedirler.
Bu ümmetin durumunda tuhaf
olan, henüz bir musibetten kurtulup ayakları üstünde durma fırsatı bulamadan,
başına birinciyi aratacak bir diğer musibetin gelmesidir.
Bu arada her bir saldırıda
düşmanlar ve kalplerinde kindarlık bulunanlar, bu saldırının öldürücü darbe
olacağını sanırlar. Ancak Allah, gökler ve yer durdukça bu ümmetin var olması
dışındaki beklentilere müsaade etmemektedir.
Örneğin, ilk fitne olan Sıffîn
ve Cemel fitneleri henüz etkisini yitirmemişken bu ümmetin üstüne iki düşman
çökmüştür:
Bunlardan biri, diğerinden
daha tehlikeli olan ihtilaf, gruplaşma ve asırlar boyu devam eden yok edici
savaşlardır.
Diğeri ise, çirkef, düzenbaz,
kötü, güvenilmez ve bu ümmetin başına musibetler gelmesini bekleyen dış
düşmandır.
Bu dış düşman, adı geçen
gruplaşmaları fırsat bilerek körüklemiş ve bu yolla ümmetin içine sızarak onu
yıkmaya çalışmıştır.
Dış düşman, bu bölünmüşlüğü
fırsat bilerek iç düşmanla yardımlaşma anlaşması yapmakta ve bu yolla
kükremekte ve ortalığı yıkmaktadır. Kimdir bu dimestaklar.[84]
Bunlar, bu ümmete kan akıtmak ve memleketleri yakmak gibi kötülükler yaptılar.
Bunu haçlıların birinci seferi ve bu esnada yaptıkları tahribat ve köleleştirme
faaliyetleri izledi. Onlarca, hatta yüzlerce yıl bu ümmetin kalbinin üstüne
oturdular. Ardından Moğol ve Tatar istilaları ve bu sırada uyguladıkları yıkım
ve imha hareketleri geldi.
Sonra, Allah’ın koruduğu
Haremeyn ve çevresi dışında kalan bütün İslâm ülkelerini ele geçirmek üzere
ikinci haçlı seferi geldi.
Sonra haçlılar, arkalarında
efendilerinden daha zararlı bir takım dalkavuk kalıntılar bırakarak çıktılar.
Bu iki düşmana ümmetin başına
gelen ve neredeyse onu helak edecek olan veba türü yaygın hastalıklar ve toplu
açlık felaketleri de eklenmiştir.
Bu arada her bir saldırıda
düşman ve kalplerinde kin ve nefret hastalığı bulunan kimseler, bu saldırının,
ümmeti yok edeceğini sanırlardı. Lakin bütün bunlara rağmen Allah, bu ümmetin
olaylara karşı direnme gücü göstererek insanlık tarihinin, tanıklık ettiği en
büyük savaşları kaydetmek üzere bir tarih meydana getirmesi dışındaki hususlara
müsaade etmemektedir.
Aynı zamanda Allah, her
defasında bu ümmet için, diğer milletlerin doğurmaktan aciz kaldıkları bazı
kahramanlar göndermekteydi. Bu kahramanlar, o kör fitnelerden sonra ümmetin
bayrağını yükselterek hakimiyet ve onurunu düşmanın elinden geri aldılar.
Örneğin Allah, Raşid halife
Ömer b. Abdil‘azîz’i ümmetin hakkını elde etmek ve batılını geçersiz kılması
için görevlendirdi.
Sonra Müslümanların
ümitsizliğe kapılmak üzere oldukları bir sırada bu ümmetin içinden Selâhaddîn
Eyyûbî’yi ortaya çıkardı. Bu hükümdar, ümmetin saflarını birleştirmeye,
bayrağını yükseltmeye ve haçlılara, hala acısı gırtlaklarında, manzaraları da
zihinlerinde var olmaya devam eden bir yenilgi tattırmaya başladı.
Sonra ümmetin içinden ona,
ilim, uygulama, davet ve cihat konularında doğru kavrayış, sağlam temellendirme
ve tutarlı metodolojiyi tekrar kazandırmaya başlayan Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye
yetişmiş oldu.
Sonra zamanının
yöneticileriyle birlikte, uğradıkları her İslâm ülkesinde bozgunculuğu yayan
Tatar istilalarına karşı koymuş ve Tatarlar, Allah’ın lütfüyle önce
yenilmişler, ardından da Müslüman olmuşlardır.
Sonra bu tür olaylar sürüp
gitmiştir. Aynı şekilde Allah, bu ümmet için dininde yenilik yapacak âlimler ve
bayrağını yükseltecek liderler göndermiştir.
‘Kuşkusuz Allah, her bir
yüzyılın başında bu ümmet için, dinini yenileyecek birini gönderir.’[85]
Yıllar önce yeryüzünde
bozgunculuk yayılıp insanlar arasında İslâm’a sığmayan düşünceler yayıldıktan
ve insanlar İslâm’ın artık belini doğrultamayacağı zannına kapıldıktan sonra,
neredeyse Müslümanların kalplerinde ümitsizlik yer etmeye başlıyordu. O sırada
bazı yerleşim yerlerinden geçerken hemen hemen ne Allah’ın adını duyar ne de
camilerde ibadet edenler görürdün.
Sonra... Kudret ve lütuf
sahibi Yüce Allah, takdiriyle düşmanları kahretmek ve davet, hidayet ve
yeryüzünde söz sahibi olmaya dair görevlerini ümmete hatırlatmak üzere, İslâmî
bilince sahip bir nesil gönderdi.
Sonra bu bilinçlenme çiçeği
açar açmaz düşmanlar çılgına döndü ve Şeytan, Kâdisîye, Yermûk, Zellâka,
‘Amûriye, Hıttîn ve ‘Ayncâlût görüntülerini zihinlerine geri getirdi, ağır
yenilgileri, ordularının kaçan kalıntıları ve zincirlerdeki tutsakları
zihinlerinde canlanmış oldu.
Bu anıların dehşetinden paniğe
kapıldılar, başlarına kıyamet koptu, ruhlarına kin doldu ve bu bilinçlenmeye
karşı el birliğiyle komplolar planlamaya başladılar. Sonra bütün halinde ve son
haçlı seferinde arkalarında bıraktıkları iki yüzlü ve işbirlikçilerden yardım
alarak geldiler. Ardından bu bilinçlenmeye pusular kurdular, tuzaklar kazdılar
ve bilinçlenme önderlerinin ve mensuplarının saflığını, katı oluşlarını, ilim
ve temellendirmeden uzak bulunmalarını, duygusal davranmalarını, ve hukukî
meşru standartlarına aykırı hükmü fırsat bilerek onları etkisiz kıldılar ve
tuzaklarına düşürdüler. Onlarsa bunun farkında değillerdi ve iyilik
yaptıklarını zannederek gafil avlandılar.
‘Oldu olanlar, benim
hatırlamadıklarımdan
Söyle bana iyiyi, fakat
sorma haberi’
Şunu söyleyene Allah rahmet
eylesin:
‘Olmasından korktuğum
oldu
Biz Allah’a dönenleriz
-geçmiş olsun-’
Bu es-Sebîl serisinden
amacımız, bu bilinçlenmeye yönelik öğütte bulunmak, onu düşmanlarının
komplolarına karşı uyarmak, doğru yöntem üzere sabit tutmak, sapmaktan korumak,
meşru değişiklik yoluna aykırı davranmanın sonucuna dikkat çekmekten başka bir
şey değildir. Çünkü bilinçlenme, henüz tam bir uyanışa dönüşmediğinden hala
vuruşların etkisiyle sersem bulunmakta, tökezlemelerin çokluğundan sendelemekte
ve hayalî aydınlık ile gerçek aydınlık arasında yaşamaya devam etmektedir.
Bilinçlenmenin tam bir uyanışa
dönüşmesi ve dosdoğru Rabbanî yöntem üzere yürümesi için, Allah’a karşı takvayı
öngördükten sonra bid’atçılığa değil, düzenli bir uyma, yola çıkmadan önce
ayağı sağlam yere basmaya ve aydınlanmaya, duygu ve heyecandan önce akıl ve basireti
işletmeye, acelecilikten önce ağır başlılık ve düşünmeye sarılması gerekir.
Böylece tekrar onların tuzağına düşmemiş ve pişmanlığın fayda vermediği bir
durumda pişmanlık duymamış olur.
Biz ancak bu yolla düşmanın
komplosunu boynuna geçirebilir ve onu kendi tuzağına düşürebiliriz.
‘Kötü düzenbazlık, sadece
sahibini kuşatır.’ (Fâtır, 35/43)
‘Allah, kafirlerin
komplosunu etkisiz kılar.’ (Enfâl, 8/18)
‘Kafirlerin komplosu,
sonuçsuzluktan başka bir şey değildir.’
(Gâfir,
40/25)
Bu nedenle, problemleri dile
getirmek, hiçbir zaman ne ümitsizliğe düşürmek ne de üzmek demek değildir. Aksi
halde Allah, Rasûl’üne Kur’ân’da birden fazla yerde sitemde bulunup Uhud ve
Huneyn’deki aykırı tutumlarını zikrederken onu ve ashâbını düşmanların diline düşürmüş
olurdu. Ayrıca Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) de, problemleri ve bunlardan ümmetin başına gelenleri
çokça dile getirirken ümitsizliğe düşürmüş sayılırdı.
Bundan dolayıdır ki, biz bir
problemi anlatırken veya bir aksaklığı dile getirirken amacımız şu iki
husustur:
a) Allah’a ve O’nun, müminlere zafer vereceğine dair
sözüne olan güveni artırmak ve aslında sözünde durmayan, kusur işleyen ve
problemli olanın bizler olduğuna dikkat çekmek.
b) Bizden önceki geçmiş milletlerin ve geçmişte Endülüs
ve diğer yerlerde bizim ümmetimizin başına gelenlerin bizim de başımıza
gelmemesi için güçsüzlüğümüzün altında yatan gerçek sebebi bilmek.
Problem bilinip çözüme yönelik
çaba samimi olduğu zaman, Allah’ın izniyle problemlerimizden kurtuluruz. O
zaman Allah bize yardım eder ve yeryüzünde sözümüzü geçerli kılar. Çünkü
Allah’ın yardımı, sağlıklı çözüm şartına bağlıdır.
‘Eğer siz Allah’a yardım
ederseniz o da size yardım eder.’ (Muhammed, 47/7)
Ümmetin, uykudan uyanmaya ve
tökezlediği yerden ayağa kalkmaya başladığında kuşku bulunmamaktadır.
Biz de, ümmete direnç ve
ilerleme istediğimiz zaman, bu uyanışla birlikte açık menfezlerin keşfedilip
kapatılması ve problemlerin tespit edilip çözümlenmesi gerekir.
Evet... incitmiş olabilirim...
Ancak...
Biz kendisini rahatsız etmek
endişesiyle, ilaç kullanmayan hastayı öyle mi bırakalım?!
Bir de acıtırız korkusuyla
yarayı dikişsiz mi bırakalım?!
Dürüst doktor ve akıllı baba,
duygusallığa, hastanın ilaçtan tedirgin olmasına veya cerrahın bıçağından acı
duymasına bakmayandır.
Kararlı ve samimi doktor,
hastanın karnını yaran cüzamlının elini kesen, yaralının yarasını diken,
iniltiye bakmayan ve çığlık atmayı önemsemeyendir.
Hatta sövülürken tebessüm eden
pek çok tabip, hakarete uğrarken öğüt veren nice cerrah bulunmaktadır.
İşte bilim adamları,
davetçiler ve eğitmenlerin böyle olmaları gerekir. Bundan yüz çevirdiğimiz
zaman ise, durumumuz ihmalkar tabibin durumuna benzemiş olur.
‘Yara yanlış kapandığı
zaman
Ondan tabibin ihmali
anlaşılır’
Eğer biz, kararlı doktor gibi
hastalıklarımızı tedavi etmede kararlı olsaydık, bunlar başımıza gelmezdi. Ne
var ki biz, toplumlarımızda yaygınlaşıp derinleşinceye ve yaralarımızı
kokuşturuncaya dek hastalığın azmasına ve yaranın kanamasına göz yumduk. Sonra
pişmanlıktan ellerimizi bir aşağı bir yukarı çevirmeye ve üzüntüden yanaklarımızı
ellerimizin arasına almaya başladık ve: ‘keşke... keşke...’ diyerek birbirimize
sitem ettik ve ithamda bulunduk. Şair ne güzel söylemiştir:
‘Yara yanlış kapandığı
zaman
Hastalık içinde yayılır
hastanın’
Nitekim öyle de oldu...
Örneğin eğer biz, bölünmüşlük
probleminin ortaya çıktığı ilk andan itibaren, Afganistan sorununda kararlı
olsaydık kendi aralarında kanlar akmaz ve Allah’ın onlara yardımı gecikmezdi.
Ben hala, problemleri dile
getirildiğinde bazı Müslümanların etkilenmelerinin veya aşırı duyarlılıklarının
sebebini anlayabilmiş değilim.
Şimdi bu, Nebîlerin üslubu
değil midir?
Bu, iyi niyetle yol gösteren
tabiplerin yolu değil midir?
Bununla birlikte
kardeşlerimiz, problemlerini saklayıp örtbas etmede ısrarlı olmakta, hatta bu
problemleri gerçeğinden farklı göstermekte, problemi yaşayanı aldatmakta ve
kendisine, durumunun gayet iyi olduğunu abartılı bir şekilde anlatmaktadırlar.
Biz ise, bu örtünün bir gün
kaldırılabilmesi veya abartının skandala dönüşmesi halinde ümitsizliğin
Müslümanların kalplerinde yaygınlaşmasından korktuğumuz için onları, bunun
sonucu hakkında uyarmakta idik. Ne var ki nasihatimiz onlarda sadece inada yol
açtı ve bize yalnızca iftira ve asılsız karalamalarla karşılık verdiler. Zira
bu üslûp, hakkı reddetmenin en kolay ve en hızlı yoludur. Allah bize de onlara
da hidayet nasip eylesin.
Allah’a şükür, olayların
meydana geldiği İslâm ülkelerinin pek çoğunun akıbeti ile ilgili olarak
haklılığımız ve yöntemimizin doğruluğu ortaya çıkmış oldu.
Netice itibariyle Müslüman
ümitsizlik nedir bilmez ve karamsarlığı kabul edemez.
Şu da bilinmelidir ki, yüce ve
ulu Allah samimi ve dürüst kullarıyla beraberdir, çözüm aradıklarında onları
başarılı kılar, şartları yerine getirip sebeplere sarıldıklarında da dinine
yardımcı olur.
‘Kuşkusuz Allah, takva
sahibi olan ve iyilik yapanlarla beraberdir.’ (Nahl,
16/128)
Fakat musibet, Müslümanları
aldatan ve cihat, haber, töhmet, olay, eylem ve eser gibi hiçbir hususta
meşruiyet ölçülerine bağlı kalmayanlardan kaynaklanmaktadır. Onlar, ilimden
saparak âlimlerden yüz çevirirken bu ölçülere nasıl bağlı kalırlar ki!
Şayet bu olaylardan ve
gerçeklerden sonra bile insanlar, hala doğru yolda olanlar ile Allah’ın dinini
bilmeyen, Müslümanların akıllarını hafife alan, çarpıtmak, gevelemek, ve
uydurma haberlerle saptırmada ve suçsuzlara iftirada bulunmak suretiyle
yaptıklarının ve hizipçiliklerinin reklamını yapan kimseleri ayırt
edemiyorlarsa, eğer bunu fark edemiyorlarsa, ‘la havle...’ söylemekten
başka yapacak hiçbir şey yok demektir.
‘Yemin olsun ki Allah,
kendisine yardım edenin yardımcısı olur. Kuşkusuz Allah kuvvet ve izzet
sahibidir.’ (Hac, 22/4)
Hamd, alemlerin Rabbi Allah’a
mahsustur.
2- Sapmışlığın Sırrı ve Tedirginliğin
Nedeni
Kuşkusuz sapmışlığın sırrı ve ihtilafın
sebeplerini bilmek, bu sebeplerden sakınmak suretiyle problemin çözümüne
yardımcı olur.
‘Kötülüğü kötülük için değil
Ondan
korunmak için öğrendim
Hayrı
tanımayan kötülükten,
Düşer onun içine’
Bunu bize açıklayabilir misin?
ve bu nasıl gerçekleşecektir?
Bu problemin üç sırrı
bulunmaktadır:
a) Bu dinin gerçek mahiyetini, onun gösteriş ve avuntu
dini değil, inanç ve doğruluk dini olduğunu, görüş ve bid’at dini değil, ilim
ve uyum dini olduğunu, söz ve konuşma dini değil, ibadet ve uygulama dini
olduğunu bilmemek
Bunu bilip Müslümanların
durumlarını düşündüğün zaman pek çoğunun doğru kavrayıştan saptığını ve
yapılması gerekeni ihmal ettiğini anlamış olursun. Kaldı ki cemaat liderleri ve
sözcülerinin pek çoğunun durumu, diğer Müslümanların durumundan çok daha iyi
değildir.
Nitekim onlardan pek çok kimsenin,
İslâm’ın temel dayanaklarını oluşturan bazı ana metinlerini duymadıklarını
gördük. Duydukları zaman da anlamını kavrayamazlar. Anlamını kavradıkları zaman
da gereğini yapmazlar. Örneğin: ‘İslâm’da kamplaşma yoktur’[86] hadisi
gibi.
Şeyhulislâm bazı fırkalardan
söz ederken şöyle der:
‘Bunlar,
ilim ve imandan az nasip alan ve bu konuda Selefe az uyan kimselerdir.’
Bu nedenle ne konuşmalarında
ne yazdıklarında ne de metotlarında uyum konusundan bir eser bulamazsın.
Evet onlar, ashâbı överler,
ancak onlara uymak gerektiği için değil, kişilikleri için bunu yaparlar.
b) Temellendirme yokluğu
Kötü eğitim bahsinde bundan
söz edildi. Burada işaret edilmek istenen husus ise, bilgisizliğin yerleşmesi
halinde temellendirmenin ortadan kalkacağı ve Şeytan’ın bu durumu altın tabakta
sunmaya çalışacağıdır.
c) Şeytan süslemesi
Şeytan, insanların pek çoğunun
yüksek seviyedeki tanıklıkları, yuvarlak sarıkları ve kısık seslerine rağmen
dinin temellerini ve Kitap ve sünnete uymanın mahiyetini bilmediklerini
görünce, bu durumu en çirkin bir biçimde fırsat olarak kullanmış, onlara hoşa
giden deliller ve sahte gerekçeler telkin etmiş ve bunlar söz konusu
bilgisizlikle örtüşmüş, Kitap ve sünnete uymaktan yüz çevirmişlikle uyumlu
olmuştur. Böylece Şeytan’ın sahte delilleri ruhlarına hakim olmuş ve kalplerine
sinmiştir. Onlar da, bunların delil olduğunu sanmışlar, halbuki onlar delil
değildir. Tıpkı şairin dediği gibi:
‘Sevgilinin sevdası, ben sevdayı tanımadan bana geldi
Böylece boş bir kalbe
rastladı ve ona hakim oldu.’
Nitekim bilgisizlik, bezenmiş
uydurma bir delille evlendiği zaman, bid’at ile Sünneti ve Allah’ın yolu
ile düşmanlarının yolunu ayırt edemeyen uğursuz bir evlat doğurur.
Aynı şekilde süslü püslü
uydurma delilleri olanlar, ilk delili, Kitap ve Sünnete uymanın
vacip, bid’atçılığın haram oluşunu, Selefî Salihin ise, dine bizden daha
yakın olduğunu, temellerini bizden daha iyi bildiğini, hükümlerini daha iyi
kavradığını, Allah’a karşı daha çok takva sahibi olduğunu ve ümmet için daha
fazla hayırhah olduğunu unutmaktadırlar.
Şeytan’ın aldatma ve
taktikleri
Şeytan senden öncekileri
aldattığı gibi seni de aldatmasın. Zira Şeytan, insana geldiği zaman gerçek
kimliğiyle gelmemekte, amacını açıkça söylememekte ve niyetini ortaya
koymamaktadır. Fakat gelirken tıpkı babası Adem’e geldiği gibi, öğütçü ve
rehber kisvesinde gelmektedir. “Dedi ki: ‘Ey Adem, sana ölümsüzlük ağacı ve
çürümeyen bir mülk göstereyim mi?’” (Tâhâ, 20/120)
Ancak o, bu aldatmayla
yetinmemiş, daha da ileri giderek onlar için iyi niyetli bir öğütçü olduğuna yemin
etmiştir. “…Ve: ‘Ben sizin için iyi niyetli bir nasihatçiyim, diye kendilerine
yemin etti’” (‘Arâf, 7/21)
Şeytan, bu yemini tamamen,
büyük bir sapıklık içinde oldukları halde hak üzere olduklarına yemin eden pek
çok insanın yaptığı gibi eder. Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in bazı ashâbı da bu melunun vesvesesinden kurtulamamışlardır.
Nitekim Uhud’da kendilerine gelerek Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in emrini tevil edip ona aykırı davranmalarını
sağlayıncaya kadar beyinlerine okumaya devam etmiştir.
Ashâbdan sonrakilere de
gelerek şöyle demiştir:
‘Size Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem)’in ashâbının yolundan daha doğru
bir yol göstereyim mi?’
‘Size Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem)’in ashâbı ve onlara güzelce
uyanların düşüncelerinden daha isabetli görüşler göstereyim mi?’
‘Size, Dünya’nın hükümdarları
ve efendileri olmanız için, yeryüzünde söz sahibi olmanın yolunu göstereyim
mi?’
Onlar da: ‘Evet’ dediler.
Bunun üzerine Şeytan şöyle
dedi:
‘Bidatçı olun ve Kitap
ve Sünnet’e uymayın. Yeni şeyler uydurun ve dine sarılmayın. Hizipçilik
yapın ve birlik olmayın. Zira zamanınız, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem)’in ashâbının zamanı,
şartlarınız da onların şartları değildir. Onların zamanı geçmiş, dönemleri sona
ermiştir. Onlar sığ düşüncelerin sahibi ve çöl hukukunun taşıyıcıları idiler.
Ne mantık ne de kelam ilmi hakkında hiçbir bilgileri olmadığı gibi, diplomaları
da yoktu.’
Şeytan’ın bütün bunlardan
amacı ise, anlayış ve uygulamada onları Selefî Salihin metoduna aykırı
davranmaya sevk etmek ve ihtilafın meydana gelmesi, anarşinin yayılması için
kendilerini bataklığa saplamaktır ki bu da gerçekleşmiştir.
Ancak Selefin yolundan nasıl çıktılar?
Bu gidişattan bütün bu
durumların sebebinin, anlayış ve uygulamada Selefin yolundan çıkmak
olduğunu anlıyorum.
Evet sebep budur.
Ancak Rab bir, Rasûl bir ve
Kitap bir olduğu halde, bu yoldan çıkma nasıl oldu ve bu korkutucu ihtilaf
nasıl yaygınlaştı?
Bilindiği üzere başlangıçta bu
ümmet, inancında, yönteminde ve gidişatında bir tek ümmet idi. Sonra İslâmî
fetihler genişleyince ve insanlar, bölük bölük Allah’ın dinine girince onlarla
birlikte şu iki kısım insan da girmiş oldu:
a) Çirkef karakterli ve kötü niyetli olan bu kısım,
hiçbir şeyin ihtilaf, bölünmüşlük ve temel dayanaklarından uzaklık kadar
milletleri yıkıp yok etmediğini anladılar.
Şeyhulislâm şöyle der (3/351):
‘Bidat
ehli arasında kimisi münafık ve zındıktır ki bu kafirdir. Bunlar daha çok
Rafızîler ve Cehmîler arasında bulunurlar. Zira önderleri münafık ve zındık kimselerdi.
Nitekim Rafızîliği uyduran ilk kişi de münafıktı. Aynı şekilde Cehmîliğin de
aslı zındıklık ve münafıklıktır.’
Bu nedenle bu kötü kısım,
insanları İslâm’ı doğru anlamaktan alıkoymak ve Kitap ile Sünnetin,
asıl özünden ve doğru anlamından uzak kuru metinler olarak kalmaları hususunda
ısrarcı olmuştur.
Bu kötü kısım, aynı amaçla
insanların, özellikle de Arap dışı unsurların Allah’ın dinine yeni girmiş
olmalarını, dinin temellerini ve ana hükümlerinin yanı sıra, Arap dilinin
psikolojik ve kültürel arka planıyla kurallarını bilmemelerini fırsat olarak
değerlendirmiş, bu kesime zehir ve etkinliğini enjekte etmiştir. Yanı sıra
hangi menfezden sızabileceğini anlamış ve felsefe ile kelam ilmi diye
adlandırılan şeyi yayarak Allah’ın Kitabını ve Rasûl’ünün Sünnetini,
bu ümmetin Selefî ve âlimlerine uyma esası üzerine değil, mantık temeli
üzerine yorumlamaya çalışmıştır. Bu faaliyetlerinin sınırlarını, yönetim,
siyaset ve başkaldırı konularını da kapsayacak şekilde genişletmişler ve Allah
ile Rasûl’ünün konuyla ilgili uyarılarına rağmen, bu sebeple ihtilaf ve
bozgunculuk sinsice yayılmıştır.
Ayet: ‘Eğer onlar, sizin
iman ettiğiniz gibi iman ederlerse, kuşkusuz hidayete ermiş olurlar. Şayet
yüz çevirirlerse, bu takdirde ancak ihtilaf içerisinde olurlar.’ (Bakara, 2/137)
Yani, eğer Yahudîler,
Hıristiyanlar ve diğer insanlar, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in sahâbelerinin iman ettikleri gibi iman ederlerse,
kuşkusuz dosdoğru yolu bulmuş olurlar. Yok eğer onların anlayış ve yollarından
yüz çevirirlerse, ilerde ihtilaf bataklığına saplanacak ve anlaşmazlık kazanına
düşeceklerdir. Sonra ümmetin başına gelecek olan bela ve perişanlıkları sorma
gitsin! Her şey Allah’ın takdirindedir.
Ayet: ‘Eğer çağrını kabul
etmezlerse, bil ki onlar, sadece nefislerinin arzularına uymaktadırlar.
Allah’tan gelen hidayeti dışlayarak nefsinin arzusuna uyan kimseden daha sapık
kim vardır!’ (Kasas, 28/50)
Allah’ın Rasûlü de ümmeti,
nassları doğru anlamaktan ve onlarla amel etmekten uzaklaşmanın sonucu
konusunda ümmeti uyarmakta idi. Ne var ki insanların pek çoğu bilmemektedir.
Örneğin ‘Â’işe (radıyallahu anha)’dan
şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) şu ayeti okudu: “Kitabı sana indiren odur. Onun
bazısı, Kitabın anası olan muhkem ayetler, diğer bazı ayetler ise
müteşabihtirler. Kalplerinde sapkınlık bulunanlar, fitne ve tevil arayışına
girmek üzere müteşabih olanına uyarlar. Halbuki onun tevilini Allah’tan başkası
bilmez. İlimde derinleşenler ise şöyle derler: ‘Biz ona inandık, hepsi Rabbimiz
katındandır. Ancak akıl ve basiret sahipleri düşünüp hatırlarlar.’” (Âl-i ‘İmrân, 3/7) Ardından Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
‘Siz, Kur’ân’ın müteşabih
ayetlerine uyanları gördüğünüz zaman, işte Allah’ın adından söz ettiği kimseler
bunlardır ve onlardan sakının.’”[87]
Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem) ayrıca şöyle buyurmuştur:
‘Sizlerden bazı kimseler,
tıpkı benim onun indirilmesi konusunda savaştığım gibi, bu Kur’ân’ın tevili
konusunda savaşacaktır.’[88]
Yani, bazı sahâbeler, tıpkı
Allah Rasûl’ünün, indirilişinin doğruluğu konusunda savaştığı gibi, Kur’ân’ın
doğru anlamı konusunda savaşacaklardır. Yani, bazı insanlar Kur’ân’ın anlamını
bozmaya çalışacaklardır. İşte o zaman bazı sahâbeler, bu kimseleri doğru
anlayışa geri döndürmek için onlarla savaşacaklardır.
Öte yandan bu hadiste iki
büyük fayda vardır:
1. Tevil ve bid’atçılık ehli olan sapık gruplara karşı
koymanın ve onları doğru anlama geri döndürmenin gerekliliği. Üçüncü cüzde
bunun ayrıntısı gelecektir.
2. Kur’ân’ın doğru anlamı, ashâbın benimsediğidir. Çünkü
Rasûlüllâh (sallallahu
aleyhi ve sellem), tevilcilere karşı
savaşıp onları ashâbın benimsediği anlayışa geri döndürmeleri konusunda onay
vermiştir. İşte bu kritik noktayı iyi düşünmek gerekir.
b) Sonra niyetleri iyi ve genellikle durumları olumlu
olan ikinci kısım insanlar da, bu ilklerin yolunu izlediler. Bu yol, ashâbın,
Allah’ın Kitabını ve Rasûl’ünün Sünnetini anlamaları ve hayatın
bütün alanlarında uygulamaları ile ilgili metoduna bağlı kalmanın gerekli
olmayışıdır. Böylece bu kısım da, yeni bir metot benimseyerek tamamı geçersiz
ve yanlış olan geniş iddialar ve çok sayıdaki gerekçelerle, ilim ve aydınlık
yolun öncüleri olan ashâb ve tabiînden ayrıldılar. Bu yüzden doğru anlayışın
kaynağını da yitirmiş oldular.
Kibirleri ve cehaletleri,
onları, bu dini anlamada kendi akıl ve düşüncelerine güvenmeye sevk etti ve bu
nedenle saptılar ve saptırdılar.
Sonra bunları başkaları
izleyerek sapıklığı hak adı altında miras aldılar ve iyi bir iş yaptıklarını
zannederek batılları için savaştılar.
Zaman uzadıkça, tıpkı açının
uzadıkça uzaklaşan iki kenarı gibi, aradaki mesafe genişledi ve sapma artmış
oldu.
Allah şöyle buyurur: ‘Sonra
onların arkasından öyle nesiller türedi ki, namazı kaybettiler ve şehvetlerine
uydular. Böylece azgınlıklarının cezasıyla karşılaşacaklardır.’ (Meryem, 19/59)
Bir de şöyle buyurur:
‘İman edenlerin, Allah’ı ve
Hak’tan inmiş olanı anarken kalplerinin saygı ve korku ile yumuşaması zamanı
gelmedi mi? Onlar, bundan önce kendilerine kitap verilmiş, sonra üzerlerinden uzun
bir süre geçmiş, böylece kalpleri de katılaşmış bulunanlar gibi olmasınlar.
Onların çoğu fasık olanlardır.’ (Hadîd, 57/16)
Ebû’d-Derdâ’ ve Ziyâd b.
Lebîd’den Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in
bir şeyden söz ederek: ‘Bu, ilmin ortadan kalktığı zaman olacaktır’
buyurduğu rivayet edilmiştir. Başka bir rivayet ise şu sözlerle ifade
edilmiştir:
‘Bu, insanların ilim adına
hiçbir şey yapamayacakları ölçüde ilmin kendilerinden alındığı zamandır.’
Bunu üzerine Ziyâd b. Lebîd
dedi ki: ‘Ey Allah’ın Rasûl’ü, Kur’ân’ı okumuş olduğumuz halde İlim nasıl
bizden alınır? Allah’a yemin ederim ki biz onu hem okuyacağız hem de
hanımlarımıza ve çocuklarımıza okutacağız.’
Bunun üzerine Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem) şöyle buyurdu: ‘Annen senin
için karalar bağlasın! Ben seni Medinelilerin fakihlerinden sayardım. Yahudîler
ve Hıristiyanların elindeki şu Tevrat ve İncil onlara ne fayda vermektedir?!’[89]
Diğer bir rivayet ise
şöyledir:
‘Yahudî ve Hıristiyanlar
da, hiç yararlanamadıkları Tevrat ve İncil’i ellerinde bulundurmuyorlar mı?’
Bu yüce hadiste şu husus
açıkça ifade edilmektedir: Müslümanların problemi, Kitap ve Sünnet’in
yokluğu değil, onları doğru anlamamak ve dürüstçe uygulamamaktır.
Konuyla ilgili olarak şu da
rivayet edilmiştir:
“Ömer bir gün, Nebîsi bir
olduğu halde nasıl olur da bu ümmet ihtilafa düşmektedir, diye kendi kendine
sordu. Ardından da İbn Abbâs’a şunu gönderdi: ‘Nebîsi, kıblesi ve Kitabı
bir olduğu halde nasıl oluyor da bu ümmet ihtilafa düşmektedir?’
İbn Abbâs şöyle dedi: ‘Ey
müminlerin emiri, Kur’ân bize indirildi ve biz onu okuyarak ne hakkında
indiğini bildik. Bizden sonra ise, Kur’ân’ı okuyan ancak ne hakkında
indirildiğini bilmeyen, bu yüzden de hakkında ayrı görüşleri bulunan topluluklar
olacaktır. Kur’ân hakkında her topluluğun ayrı bir görüşü olunca da ihtilafa
düşecekler, ihtilafa düşünce de savaşacaklardır.’
Bunun üzerine Ömer ve Ali onu
azarladılar. İbn Abbâs da çıkıp gitti. Daha sonra Ömer, dediklerini düşündü ve
ne demek istediğini anlayınca onu geri çağırarak söylediğini tekrarlamasını
istedi. O da bunu tekrarladı. Ömer sözünü anladı ve takdir etti.”[90]
Şimdi bunu kavradığın zaman,
problemlerimiz, musibetlerimiz ve belalarımızın arkasında saklı bulunan
nedenleri ve bu nedenlerin tamamının, anlayış, dürüstlük ve uygulamada Selefimize
muhalefet etmekten kaynaklandığını anlamış olursun.
3- Hidayet Yolu ve Yüz Çevirenlerin Durumu
Biri şöyle diyebilir:
‘İnsaf sahibi herkes,
anlattığın problemler ve çözüm yollarının doğru olduğunu, hastanın da kendini
tedavi etmeden önce hiçbir iş yapmaması gerektiğini, bu durumu da mevcut acı
gerçeğimizden daha iyi ifade edecek bir hususun bulunmadığını açıkça
anlamıştır. Aynı zamanda şu durum da, kesin bir biçimde ortaya çıkmıştır: Bu
ümmetin başarısı tamamen istikametine bağlıdır. İstikameti ise, ancak dininin
temel hükümlerini doğru anlayıp dürüstçe uygulamasıyla gerçekleşebilir. Kaldı
ki biz, bu ümmetin düzeleceğine ve Allah’ın hak olan vaadi ile gelecekte
yeryüzünde söz sahibi olmasına da kesin olarak inanmaktayız. Ancak…
Bu konuda yol ne…? ve bu yol
belirgin midir…?
Bu yolda anlaşmazlığın
olmayacağını garanti eder misin…?
Onun temel standart
güvenceleri nelerdir…?
Yolun belirginliği: Farklı grup ve çeşitli meşreplere ayrılmış olmalarına
rağmen, bütün Müslümanların kuşkusuz inandıkları husus, Allah’ın, kulları için
hidayeti sevdiği, bu bela ve problemlerden kurtulmanın yolunun da hidayetle
başladığıdır.
‘O Kitapta hiçbir şüphe
yoktur. O takva sahipleri için bir hidayettir’ (Bakara, 2/2) ve “De
ki: ‘Gerçek hidayet Allah’ın hidayetidir.’” (Bakara, 2/120 Ayetlerinden anlaşıldığı üzere, hidayet de, Allah’ın Kitabı
ve emirleriyle sınırlı olduğuna göre, Allah’tan başkası katından gelecek hiçbir
hidayet bulunmamaktadır. Hidayet ise yol demektir.
O halde Kitapta yol vardır,
hiçbir kapalılığı olmayacak kadar belirgin, hiçbir karışıklığa yol açmayacak
kadar açık ve hiçbir eğriliği bulunmayacak derecede dosdoğrudur.
‘…Ve bu, dosdoğru yol
olarak benim yolumdur. O halde ona uyunuz.’
(En‘âm,
5/153)
‘Şüphesiz size Rabbinizden
açık bir delil gelmiştir ve biz size apaçık bir nur indirmiş bulunuyoruz.’ (Nisâ, 4/174)
‘Biz, sana Kitabı her şeyin
açıklaması olarak indirdik.’ (Nahl, 16/89)
‘Her şeyin açıklaması
olarak’ ifadesi, hidayet ve doğruluk
yolunun açıklaması olarak, anlamına da gelmektedir. O zaman bize temizlik ve
necasetin, misvak ve mestin hükümlerini açıkladığı halde, dosdoğru yolunu
açıklamaması mümkün değildir.
İhtilafa ise, ancak ondan yüz
çevrildikten sonra konu olmuştur.
‘Onda ihtilaf edenler ise,
kendilerine açık deliller geldikten sonra bu Kitabın verildiği kimselerden
başkası değildir.’ (Bakara, 2/213)
‘Eğer siz ona itaat
ederseniz hidayete erersiniz.’ (Nur, 24/54) Yani ihtilafa da düşmezsiniz.
‘Ancak kardeşim, hiç Kitap
ve Sünnet’e başvurup onları doğru anlamak ve doğru uygulamak konusunda
kimse muhalefet eder mi…’
Evet, pek çok kimse ya söz
veya davranışıyla bu konuda muhalefet etmektedir.
İşte dergilerde uçuşan ve
medyanın İslâmcı düşünürlerden naklen yayınladığı bu ihtilaflar ve düşüncelerin
yegâne sebebi, o kimselerin bu gerçeği bilmemeleridir. Onlar, İslâm’ın
ibadetleriyle yükümlü olduğumuzu, ancak yolunu izlemekle yükümlü olmadığımızı
sanmaktadırlar. Bu nedenle Kitap ve Sünnet’e ihtiyaç duymaksızın
çözüm yollarını, bu ümmeti ayağa kaldırmayı ve söz sahibi kılma yöntemlerini
düşünmeye başladılar. Bu amaçla tasarladıkları yöntemlerle ilgili olarak,
Allah’ın, hakkında hiçbir delil indirmediği bir takım görüş, düşünce ve yollar
uydurdular. Böylece yakayı ele verdiler ve hem saptılar hem de saptırmış
oldular. Sonra bu gerçeği; İslâm’ı yaşatmak için onun yoluna bağlı kalmanın
gerekli olduğu gerçeğini bilmeyenler de onlara kandılar.
Canlı bir örnek
Bu kitabın hazırlanması
sırasında bir toplantı meclisinde bazı cemaatlerin önder ve teorisyeni
durumundaki kardeşlerle karşılaştık ve Müslümanların başarısızlıklarının
sebeplerini ve onları yeniden ayağa kaldırmanın yollarını müzakere etmeye
başladık. Konuşmalar cereyan etti ve söz uzadı. Onları dinledikten sonra şu
yöndeki kanaatim pekişmiş oldu: Onların kendi durumlarıyla ilgili olarak da
güçlü bir kanaatleri bulunmamakta, aksine kendi yöntemleri konusunda kuşkulu
olmalarının yanı sıra, Müslümanların durumları ve çözüm yollarıyla ilgili düşünce
ve tasavvurlarında da tutarsızlık içindedirler. Aynı şekilde Müslümanların
problemlerini öğrenmek için Kitap ve Sünnet’e başvurma gereğine
dair kesin bir inanç taşımamaktadırlar. Kitap ve Sünnet’te bu
problemlerin teşhis ve çözüm yollarının bulunduğunu da bilmemektedirler. Nitekim
pek çoğu, herhangi bir ayet veya hadis dile getirmeden kâh doğululara kâh da
batılılara atıflarda bulundular. Kimileri: ‘Müslümanların problemi,
ekonomilerinin güçsüzlüğünde saklıdır’ derken diğer bazıları da: ‘Aksine
problemleri uygarlıktaki geri kalmışlıklarından kaynaklanmaktadır’ dediler.
Liderleri ise şöyle dedi:
‘Müslümanların problemlerinin en ideal çözümü, gayrimüslimleri taklit etmektir.
Onların, kendi rejimleri ve ekonomileriyle ilgili olarak neler yaptıklarına
bakar ve biz de onlar gibi yaparız. Çünkü bu yaptıkları sayesinde durumları
istikrara kavuşmuş ve uygarlıkları ilerlemiştir.’
O günkü cevabım ayrıntılı idi.
Onun bir kısmına özetle yer veriyorum:
1- Kötü örnek bizim için örnek olamaz.
2- Ebû Bekir ve Ömer (radıyallahu anhum) örneğimiz, George ve Teacher’a ihtiyaç
bırakmamaktadır.
3- Kitap, Sünnet ve Selefin yönteminde
tuvalet adabı bulunduğu halde yeryüzünde söz sahibi olmanın yolu, yönetim
modelleri, ekonomik prensipler, güçsüzlüğün sebepleri ve çözüm yollarının yer
almaması akla sığar mı.
4- Tuvalet adabını İslâm dininden alıp siyaset ve
hilafetin hükümlerini İslâm’ın düşmanlarından almamız, yüz kızartıcı ve saflık,
hatta dinin bir kısmına iman edip diğer bir kısmını inkar etmek anlamına gelmez
mi?
5- Buna çağrıda bulunanlar, farkında olmaksızın
yetersizliği İslâm’a mal etmekte ve bilmeden laikçilerin yaptıklarını yapmış
olmaktadırlar.
İslâmî cemaatlerin önderleri
olan bu kardeşler, bilmiyorlar ve bilmediklerini de bilmiyorlardır. Bu yüzden
farkında olmaksızın fetvalar vermekte ve gençleri tuzaklara düşmeye sevk
etmektedirler. Başımız sağ olsun.
Bu kardeşler, Allah’ın
emrettiği veya alıkoyduğu her şeyin şu zorunlu sonucu olduğunu gözden
kaçırmışlardır:
Allah, emir ve yasağının
mahiyetini bize açıklar ve onu ne akıl ve tecrübelerimize bırakır ne de bunu
hem O’nun hem de bizim düşmanlarımız olan kimselerden almamıza müsaade eder.
İkinci olarak da emredilen
veya yasaklanan hususun yapılabilir veya yapılmayabilir olmasıdır.
Bu yolda anlaşmazlığın
olmayacağını garanti eder misin…? Şeklindeki soruna gelince:
Bu, davetçilerin görevi
cümlesinden değildir. Onların görevi, emrolundukları hakkı açıklamalarıdır.
İnsanların anlaşmazlığa düşüp düşmemeleri ise başka bir durumdur. Çünkü
insanlar, din, niyet, bilgi, kavrayış ve Allah’ın onları sınaması bakımından
birbirlerinden farklıdırlar. Onların hesabını görecek olan da Allah’tır.
Gruplara ayrılanların
akıbeti
‘Dini doğru anlamaya dönüş
için pratik adımlar atmayı bize açıklamadan önce şunu sormak isteriz: Bu
ihtilafın hükmü nedir ve ihtilafa düşenler, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem)’in ümmetinden ve müçtehit
oldukları halde, bu ihtilaf yüzünden dünyada sapıklığa, ahirette de azaba duçar
olurlar mı?’
Allah Rasûl’ünün bu konudaki
hükmünden sonra ne benim ne de başkasının hüküm verme yetkisi bulunmamaktadır.
Bu öyle bir hükümdür ki, her samimi kalp ve her müminin ruhu, onun karşısında
titrer.
Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem) şöyle buyurur: ‘...ve bu ümmet
yetmiş üç inanç grubuna ayrılacaktır. Biri hariç hepsi cehennemliktir.’[91] Ne
de dehşetlidir bu hüküm!
İbadetlerine rağmen
cehennemliktirler...
Cihatlarına rağmen
cehennemliktirler...
Davetlerine rağmen
cehennemliktirler....
İslâm’a yardım edip
Müslümanları savunmalarına rağmen cehennemliktirler.
Güç ve kuvvet Allah’a
mahsustur... Kimdir acaba vakitlerini zayi edip mallarını harcayıp şurada
burada nefes tükettikleri halde cehennemlik olan insanlar...?
Acaba adı geçen yetmiş iki
fırka Müslüman mıdır gayrimüslim midir?
Ancak... Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem): ‘... cehennemliktirler’
sözüyle Müslümanları mı yoksa İslâm’dan çıkmış veya zaten Müslüman olmayan
diğer gayrimüslim grupları mı kast etmiştir?
Şüphesiz Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem)’in kast ettiği kimseler, ana
gruba muhalefet eden Müslümanlardır. Çünkü Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem): ‘Ümmetim gruplara
ayrılacaktır’ demekle genelde Müslümanlıklarını ispatlamıştır. Bunlardan
maksat, davete icabet eden ümmettir ki, onlar Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem)’in şahadetiyle
Müslüman’dırlar.
Şeyhulislâm, bir grup imamdan
naklen şöyle demektedir:
‘Kuşkusuz
Cehmîler, tıpkı münafıklar gibi, gayrimüslim olup adı geçen yetmiş iki gruba
dahil değildirler. Onlar aynı zamanda zındıktırlar.’[92]
Daha sonra şöyle der:
‘Bid’at
ehlinden olan bazı kimselerde gizli ve açık iman bulunmakta, ancak aynı zamanda
bilgisizlik ve haksızlık da bulunmaktadır. Bu grup ne kâfir ne de münafıktır.’[93]
Munâvî ise şunları
söylemektedir:[94]
‘Ümmetin
gruplara ayrılması, dinin esasları konusunda değil, fıkhî ayrıntılarda ihtilafa
düşmesi demektir. Ümmetten maksat ise, davet çerçevesinin içinde topladığı
Kıble ehli kimselerdir.’
O halde Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem)’in, cehennemlik olduklarına
hükmettiği ihtilaf ehli Müslüman kimselerdir, namaz kılarlar, oruç tutarlar ve
hacca giderler. Evet, İslâm bayrağını yükseltirler, cihat yaparlar, İslâm’a ve
Müslümanlara yardım etmeyi severler. Lakin davet, söz sahibi olma ve İslâm’ı
zafere götürme konularında Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) ve sahâbelerinin yoluna bağlı kalmazlar.
Sen kurtuluş ehli gruptan
mısın?
Müslüman kişinin, namazı,
ibadeti, cihadı ve İslâm ve Müslümanlara olan yardımından yıllar sonra hala
Allah’ın yardımını hak eden gruptan mı yoksa sıkıntıya mahkum gruplardan mı,
cennet yolunda mı yoksa cehennem yolunda mı olduğunu bilmemesi çok tehlikeli ve
büyük bir iştir.
Evet, pek çok Müslümanlar
bundan gafil bulunmaktadırlar. Onlar, sadece iyi niyetlerinin, imanlarının,
namazlarının ve cihatlarının, ilahî yardımı hak eden gruptan oldukları anlamına
geldiğini ve yöntemlerini gözden geçirmelerine ihtiyaç bırakmadığını
zannetmektedirler.
Bu arada tehlike, aynı zamanda
iki taraf arasındaki sayısal oranda da yatmaktadır. Bu oran çok yüksektir. Zira
bir grup kurtuluş ehli iken, yetmiş iki grup helak olacaktır.
O zaman ben, yardımı hak eden
gruptan mı yoksa sapık gruplardan mı olduğumu nasıl bilebilirim? Kaldı ki her
bir grup, yardımı hak eden grubun kendisi olduğunu iddia etmekte ve insanları,
özellikle de gençliği kendine çekmeye çalışmaktadır.
‘Herkes Leyla’ya kavuşacağını iddia etmekte
Oysa Leyla bu konuda
onları onaylamamakta’
Onların tamamı, bir takım
deliller anlatırlar... Ben ise, ne delilleri birbirinden ayırt edecek ilme ne
de sapık grup inanç ve düşüncelerine dair geniş vukufa sahibim. Kaldı ki
farkında olmadan onların içine düştükleri daireye, dolayısıyla Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem)’in sözünü ettiği cehenneme
düşmekten de korkmaktayım.
O halde adı geçen delillerin
birbirinden nasıl ayırt edileceğini doyurucu bir biçimde açıklayabilir misin?
Kişinin, istenmedik bir duruma düşmemesi için ideal ilke ve standartlar
nelerdir? Kimse içine düştüğümüz büyük şaşkınlıktan sonra, ilahî yardımı hak
eden gruptan başka bir yerde olmak istemez.
Müslümanların, dile getirdiğin
şimdiki ve geçmişteki durumu gerçeğin ta kendisidir. Ayrıca bütün İslâmî
gruplar ve çağdaş cemaatlerin, kendi yöntemleriyle ikna oldukları delilleri,
onları Kitap ve Sünnete uymayı terk etmeye ve yeni bir yol
izlemeye sevk eden gerekçeleri bulunmaktadır.
Örneğin, Hâricîlerin, hem
kendilerini hem de onlara uyanları ikna eden bir takım delilleri vardır...
Hatta günümüzde bile hala pek çok insan onların delillerine aldanmaktadır.
M‘utezilenin delilleri de,
kendilerini itikat ve izlenicek yolda sahâbenin yöntemine muhalefet etmeye ve
Allah’ın dini konusunda aklı hakem kılmaya itmiştir. Dolaylı da olsa günümüzde
hala insanların pek çoğu, onların gerekçelerine kanmaktadır.
Şiîler ve Sofîler de öyledir.
Aynı şekilde çağdaş İslâmî
cemaatlerin pek çoğunun da akıllarınca hem kendilerini hem de onlara uyanları,
sahâbeye uymanın gerekli olmadığına ikna eden delilleri bulunmaktadır. Bunu
uydurulmuş pek çok delil ve iddialarla yapmaktadırlar: Davanın öngördüğü
maslahat, zamanımızın onların zamanından farklı olduğu, amacın aracı meşru
kıldığı, bunların amaç değil araç olduğu, bizim yapıcı olduğumuz, yıkanların
ise yöneticiler olduğu gibi gerekçeler.
Delil sandıkları ve hem kendilerini
hem de iyi niyetli gençliği şaşkına çevirdikleri bu ve buna benzer hususlar...
Şâtibî der ki:
‘Sünnete
bağlı ve sünnet ehlinden olduğunu iddia eden Sünnet harici her kesin,
kendi meselelerinin özellikleri ilgili bir takım zorlama delillere başvurmaları
kaçınılmazdır. Hatta bu ümmetin, Sünnete bağlı olduğunu ileri süren her
bid’atçısı için de aynı durum söz konusudur.’[95]
O halde bu problemlerin
çözümüne ve hidayetin başlangıcına doğru...
BEŞİNCİ BÖLÜM
Çözüm Öncesi Koruyucu Bazı Tedbirler
1- Her Şeyden Önce Kurtuluşu Düşünmek
Çözümün ayrıntılarına dalmadan önce yanlış
yapmaktan koruyacak, doğru olan yolu izlemeye ve problemleri çözmeye yardımcı
olacak bazı uyarı ve koruyucu tedbirlerin sunulması gerekmektedir:
Akıllı insan, her şeyden önce;
cihat, yönetim veya davet ile ilgili olarak fikir yürütmeden önce kıyametteki
kurtuluşunu düşünen kişidir.
Aynı zamanda kendi dışındaki
yöneticiler, davetçiler, âlimler, fasıklar, facirler, bid’atçılar, müşrikler,
kâfirler ve mürtetleri düşünmeden, kendini insanların yargılayıcısı ve
sorgulayıcısı makamına oturtup kimisine fasık, kimisine de kâfir demeden önce
bunu yapar.
Allah Azze ve Celle şöyle
buyurur:
‘O halde onlara üzülüp
kendini mahvetme!’ (Fâtır, 35/8)
‘Şimdi bu Kur’ân’a iman
etmezlerse, belki arkalarından esef ederek kendini üzeceksin.’ (Kehf, 18/6)
Yani belki de iman etmedikleri
için, onlara duyduğun üzüntüden kendini helak edersin.
Kıyamet gününün mahşer
alanlarında, o korkunç durak ve heybet dolu makamda başta Nebîler olmak üzere,
insanların söyledikleri yegane söz ‘nefsim nefsim’ olacaktır.[96]
Ancak o gün yaratıklara şefaat
edecek olan Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)
bundan müstesnadır.
Bu arada aceleci birileri, bu
sözlerimden küfrü, fasıklığı veya bid’atçılığı ortaya çıkmış olan kimse
hakkında hüküm verilemeyeceğini anlamamalıdır. Hayır bunu demek istemiyorum,
ancak bu tür hüküm vermenin, gençlerin temel uğraşları haline gelmesi ve bu işe
ehil olmayan çok genç, bilgisi az ve tecrübesiz kimselerin bu hükmü vermeye
kalkışması caiz değildir. İnsanları bid’atçılık ve fasık olmakla suçlamak,
onları ilim tahsili ve güzel ahlâk konusunda kendi nefisleriyle uğraşmaktan alıkoymuştur.
Ne var ki günümüzde
davetçilerin pek çoğu, özellikle de gençler, bu meseleden gafil kalmışlardır. O
kadar ki biz, herhangi bir davetçinin, hepsi adına kendisi hesaba çekilecekmiş
gibi yöneticiler, gayrimüslimler ve birleşmiş milletlerden söz ederken
kendisini ve çevresindekilerin eğitimini ihmal ettiğini ve ne kendi kurtuluşunu
ne onların kurutuluşunu ve sonunu ne de çağrıda bulunduğu hususun doğru olup
olmadığını düşünmediğini görmekteyiz.
‘Siz Kitabı okuduğunuz
halde, insanlara iyiliği emrederken kendinizi unutuyor musunuz’ (Bakara, 2/44)
Çoğu zaman da bunlardan
kimisinin, aykırılıklar, hatta büyük günahlar işlediğini, hakkında Allah’ın
hiçbir delil indirmediği hususlara çağrıda bulunduğunu, hiçbir dayanağı
olmadığı halde, bir şey üzere olduğunu sandığını görürsün. Ayrıca insanları
ifadeleriyle aldatmakta, bazı tutumlarıyla yanıltmakta, saatlerce ayetsiz ve
hadissiz konuşarak temellendirmeler yapmakta, sözlerinin vakit kaybetmek ve
enerjileri boşa harcamaktan başka hiçbir değer ifade etmediği olaylarla uğraşmaktadır.
Nitekim Seyyid Kutup bunlara
‘Siyasi olaylarda boğulmamalarını’ ve ‘bu daveti kabul edenlerle
ilgilenmelerini’ öğütlemektedir.[97]
Allah Azze ve Celle şöyle
buyurur: “De ki: ‘Ey Kitap ehli, siz Tevrat’ı uygulamadıkça hiçbir şey üzere
değilsiniz.’” (Mâ’ide, 5/68)
Bunun gereği ve kaçınılmaz
sonucu şudur:
Ey İslâm ehli, siz Kur’ân’ı
uygulamadıkça hiçbir şey üzere değilsiniz. Kur’ân’ı uygulamak ise, ancak Sünneti
uygulamakla gerçekleşebilir. Kur’ân ve Sünnetin doğru uygulanması
ise, tıpkı emredildiği gibi, ancak bu ümmetin Selefinin yöntemine uygun
olarak mümkün olabilir.
Nitekim inanç, vacipler, Sünnetler,
menduplar, kardeşlik, cihat, meşru siyaset ve güzel ahlâk Selefin
yönteminde bulunmaktadır.
Binaenaleyh Kitap ve Sünneti
ümmetin Selefinin yöntemine uygun olarak uygulamayan, Kur’ân’ı
uygulamamış olur.
Sonra kurtuluşu düşünmek,
hidayet yolunu bilip onu izlemek, sahibine sağlayacağı büyük yararın ötesinde,
Müslümanları birleştirmenin, durumlarını düzeltmenin ve dünya ve ahirette
kurtuluşa ermelerinin önemli faktörlerinden biridir.
Zira ümmetin durumu, ancak
fertlerinin durumlarının düzelmesiyle düzelir ve ümmet, fertlerinin
kurtuluşuyla kurtulur.
Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem) şöyle buyurmaktadır: “Kişi:
‘İnsanlar helak olmuştur’ dediği zaman o, onların en fazla helak olanıdır (veya
onları o helak etmiş olur.)”[98]
Allah ümmetin uyanmasını dilediği zaman
Ona fertlerin uyanışını
ilham eder.
Ayrıca, kurtuluşu düşünmek
nefsi hidayet etmek, ahlâkı da güzelleştirmek demektir.
Çünkü Allah’ın azap ve
mükafatını, kendisinin de O’na ibadet etmek için yaratıldığını, sonra kurtuluşa
ereceğini düşündüğü zaman, durumunda genel bir düzelme meydana gelir, tabiatı
yumuşar ve kardeşlerine karşı alçak gönüllü olur. Bu ise, Allah’tan başkasının
bilemediği iyiliklere vesile olur.
Akıllı kimsenin belirgin
özellikleri
Akıllı kimsenin belirgin
özeliklerinden bazıları, hareket etmeden önce yolu tanımaya çalışması ve gece
yolculuğuna çıkmadan önce lambayı yakmasıdır.
Bir yol izledikten sonra
kendini bu yolun doğruluğuna ikna etmesi, ardından da bunun doğruluğuna dair
deliller toplaması ise, insanların büyük bir kısmının işlediği büyük hatadır. Ne
yazık ki, Allah’ın hidayet verdikleri hariç, hepimiz bu kişinin durumundayız.
Acaba neden o cemaate intisap etmeden önce ilahî yardımı hak eden grubun
niteliklerini sormadı! ve şu ya da bu cemaati savunmadan önce neden kurtuluş
ehli grubun temel ilkelerini tanımadı!
Bizlerden her biri, ilahî
yardımı hak eden gruptan olduğuna inandığına göre, o zaman sapık gruplar
nerede?
2- İyi Niyet Kitap ve Sünnete Uymanın Alternatifi Değildir.
Bu, başarı ve kurtuluş için de yeterli
olmamaktadır.
Kendi yaptıklarına veya
başkalarına, niyetlerinin iyi oluşunu delil gösterenler pek çoktur. Onlar şöyle
derler: ‘Niyetlerimiz iyidir ve biz sadece iyilik istedik.’ Bunu söyleyenin liderinin
veya başkanının veya mürşidinin daveti tartışıldığı zaman, hemen şu cevabı
verir: ‘Sen onun niyetinden kuşku mu duyarsın?! O iyi niyetlidir ve sadece
iyilik yapmak istemektedir.’
Ne var ki bunlar şu hususları
görememektedirler:
a) İyi niyetin yeri kalptir ve onu, bilinmeyenleri bilen
Allah’tan başkası bilememektedir. O zaman bu söylediklerini nasıl söylerler.
b) Varsayalım ki biz, onun niyetinin iyi olduğunu
bildik, acaba bize, Kitap ve Sünnette iyi niyet sahiplerine mi
yoksa Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’e
ve hakkında delil bulunana mı uymak emredilmiştir. Acaba Kitap ve Sünnette
iyi niyetin delil oluşu yer almış mıdır?!
c) Kişinin iyi niyeti veya iyiliğe olan arzusu ve çaba
harcaması, dosdoğru yol üzere oluncaya kadar onun hakka olan ihtiyacını ortadan
kaldırmamakta ve bu kimse, sadece düşünce ve görüşle değil, ancak ve ancak Allah’ın
Kitabında, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in da Sünnetinde açıkladığı, Selef-i
Salihin yürüdüğü yolda izlediği kurtuluşa erecek grubun yoluna tâbi olmakla
dosdoğru yola girmiş olmaktadır.
Allah: ‘Sana emredildiği
gibi dosdoğru ol!’ (Hûd, 11/112) buyurmakta,
yoksa: ‘Düşündüğün gibi, arzuladığın gibi ve sahip olduğun kanaate göre dosdoğru
ol’ dememektedir.
Bir de şöyle buyurmaktadır: ‘Her
kim ki, Rabbi’nin huzuruna çıkacağını umuyorsa yararlı bir iş yapsın ve
Rabbi’ne kullukta hiç kimseyi ortak koşmasın.’ (Kehf, 18/110)
Yararlı iş -salih amel-
hakkında Kitap, Sünnet ve Selefin uygulamasından delil
bulunan şeydir.
Yoksa yararlı iş, kendince
yararlı bulduğun veya başkasının yararlı oluşuna seni ikna ettiği şey değildir.
Allah şöyle buyurmuştur:
“De ki: ‘Kendileri, iyi bir
iş yaptıklarını sandıkları halde, dünya hayatında işlerinde en fazla zararlı
çıkıp çabaları boşa gidenleri haber vereyim mi?’” (Kehf, 18/103)
Bu ayette kişinin, iyi
niyetine rağmen yolunu doğru seçmediği zaman zarar edebileceğine büyük bir
işaret vardır. Öyleyse bundan daha büyük bir zarar var mıdır?
Nitekim kimileri, namaz kılıp
zekat verdiği, hakka davet edip cihat yaptığı, hapse atılıp işkence gördüğü ve
iyi bir iş yaptığını sandığı halde, aynı zamanda yaptıklarını fesada götüren ve
yok eden bir inanç saplantısı veya yöntem sapması içinde olabilir. Çünkü
ibadeti, daveti, cihadı ve fedakarlığında doğru yol olan Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem) ve ashâbının yolunu
izlememiştir.
Allah buyurur ki:
‘Hiç kötü ameli kendisine güzel
görünen kimse, hakkı hak ve batılı batıl gören kimse gibi midir! Doğrusu Allah,
dilediğini şaşırtır.’ (Fâtır, 35/8)
Bu ayette yapılan işin, iyi
olması için iyi niyetin yeterli olmadığına işaret vardır.
Bu nedenle Sufyan şöyle der:
‘Hiçbir söz uygulamasız, hiçbir söz ve uygulama niyetsiz, hiçbir söz, uygulama
ve niyet de sünnete uygun olmadıkça doğru olamaz.’[99]
Fudayl b. Iyâd ise, ‘Hanginizin
yaptığının daha iyi olduğu konusunda sizi sınamak için’ (Mülk, 67/2) mealindeki ayette ‘daha iyi’den maksadın daha
içten ve daha doğru olduğunu söylemiştir. Dediler ki: ‘Ey Ebû Ali, daha içten
ve daha doğru olan nedir?’
Şöyle dedi: ‘Yapılan iş, içten
ancak doğru olmadığı zaman kabul edilmez. Doğru olup içten olmadığı zaman da
kabul edilmez. Meğer ki hem içten hem de doğru olmuş olsun. Bu arada içten
olmak demek, Allah için olması, doğru olmak demek ise, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem)’in sünnetine uygun olması demektir.’[100]
Muhtemelen gerek namazımızda
gerekse de başka durumlarda, günde birkaç kez: ‘Bizi dosdoğru yola ilet’
(Fâtiha,
1/6) dememizin sırrı da budur. Allah
bunun yerine: ‘Bizi iyi niyete ilet’ dememiştir.
Evet, iyi niyet, doğru yolun
bir parçasıdır, ancak Allah, dosdoğru yoldan amacın ne olduğunu: ‘Kendilerine
nimet verdiğin kimselerin yoluna’ (Fâtiha, 1/7)
sözüyle açıklamaktadır. Bu ise, yolun iyi niyetle birlikte doğru olması demek
olup bu iki husus birbirinden ayrılmamakta ve sahipleri sapıklığa düşmemektedir.
Allah, bizi de sizi de
sapıklıktan korusun!
İyi niyet Cehennem’den
kurtarmaz
Sapık grup taraftarlarının pek
çoğunu gözden geçiren kimsede ağır basan kanı, onların iyi niyet sahibi
kimseler oldukları şeklindedir. Bununla birlikte Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem), cehennemlik olduklarına
hükmetmiştir. Çünkü onlar, kendi anlayışlarını Seleflerinin anlayışına
öncelemişler ve bu yüzden hem sapmışlar hem de saptırmışlardır.
Bu durum, bize Hâricîlerin pek
çoğunun yaptıklarında sahip oldukları samimi niyet, kararlılık ve ibadet
çokluğunu hatırlamaktadır. Bununla birlikte Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem): ‘Hâricîler, Cehennem’in
köpekleridir’ buyurmuştur.[101]
Akıl sahipleri için ibret
içeren şu olaya yer verelim:
“Hâricîlerden bir grup,
Rasûlüllâh (sallallahu
aleyhi ve sellem)’in sahâbesi olan Abdullah
b. Habbâb’la karşılaştılar ve kendisine: ‘Sen Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem)’in sahâbesi olan Abdullah b.
Habbâb mısın’ diye sordular. O da: ‘Evet’ dedi. Bunu üzerine: ‘Bize babandan
duyduğun bir hadis anlat’ dediler. Dedi ki: ‘Ben babamdan Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem)’in, içinde oturanın ayakta
durandan daha hayırlı olduğu bir fitneden söz ettiğini anlattığını duydum.’
Bunun üzerine Hâricîler
Abdullah’ı ve hamile olan hanımını, öldürmek üzere önlerine kattılar. Birlikte
yürürken Zimmîlerden birine ait bir domuza rastladılar ve onlardan biri, domuzu
vurarak derisini yardı. Bunun üzerine onlardan diğer bir adam: ‘Neden bunu
yaptın, o bir Zimmînindir’ deyince adam Zimmîye gidip ondan helallik diledi ve
kendisini hoşnut etti. Beraber yol alırken ağaçtan bir hurma düşer, aralarından
biri, bu hurmayı ağzına atar, bir diğeri: ‘İzinsiz ve parasız ha!’ deyince
hurmayı ağzından çıkartıp atar. Buna rağmen Abdullah b. Habbâb’ı götürüp
boğazladılar. Sıra hanımına gelince kadın: ‘Ben hamileyim, Allah’tan korkmuyor
musunuz’ dediği halde onu da boğazlayıp karnını yardılar. Nedeni ise,
kendileriyle beraber olmayan kimsenin kâfir olduğuna inanmalarıdır.”[102]
Vay başımıza gelenler
Vay ilimsiz iyi niyet ve
davranıştan başımıza gelenler!
Kitaba ve Sünnete uyulmayan ne uğursuz bir katılık!
Kavrayışsız kuru ezber ve
fetvanın yol açtığı ne büyük yıkım!
Anlayışları varsa şayet, uzman
âlimlerden yüz çevirerek ve onlardan daha doğru yolda olduklarını ve daha güzel
işler yaptıklarını sanarak despotlar ve toplumlarına karşı cihat adıyla veya
birilerini bid’atçılıkla itham etmek ve bid’atçılardan sakındırmak iddiasıyla,
Müslümanların ırzlarını ve kanlarını mubah sayan yeni yetmelerin anlayışlarından
Allah’a sığınırım.[103]
İbn Mes‘ûd da,
bid’atçılıklarını iyi niyet gerekçesine dayandırarak: ‘Allah’a yemin ederiz ki
biz, bununla sadece iyilik yapmak istedik’ diyen bir topluluğa şöyle demiştir:
‘İyilik yapmak isteyen nice kimse vardır ki, onu elde edememiştir.’[104]
Bu arada Yaratıkların en iyi
niyetlisi, dili ve kalbi en doğru, en akıllısı ve en doğru görüşlü olanı Rasûlüllâh
(sallallahu
aleyhi ve sellem) bile, bütün bu üstün
vasıflarına rağmen, Bedir esirleri ve cihadı terk etmeleri konusunda münafıklara
verdiği izne ilişkin içtihadında isabetli karar verememiş ve: ‘Allah seni
affetsin, neden onlara izin verdin!’ (Tevbe, 9/43)
mealindeki ayetle uyarılmıştır.
Bundan şu kurala ulaşmaktayız:
İyi niyet, ne doğrunun delili,
ne de hakkın kanıtıdır.
Çok faydalı olduğu için bunu
iyi düşünmeli ve ondan sonra iyi niyeti ne kendi yaptığımızın ne de başkasının
söz veya davranışının doğruluğuna delil göstermemeliyiz. Zira doğruluk, iyi
niyetin kaçınılmaz sonucu değildir.
3- Açık Delil İle Göz Boyamayı Ayırt Etmek
Bu koruyucu tedbiri bilip onu uygulamak,
tökezlemekten ve sapmaktan korunmanın en önemli faktörlerinden, hatta kayıtsız
şartsız en önemli faktörüdür. Çünkü açık delil ile göz boyamayı ayırt edememek,
Yahudî, Hıristiyan ve diğer pek çok milletlerin sapıklığa düşmesine sebep
olmuştur.
Ayrıca bu iki hususu birbirine
karıştırmak, ve ayırt edememek, grupların ana cemaat olan Sünnet ve
cemaat ehlinden kopmalarına da sebep olmuştur.
‘Allah’a yemin olsun ki
biz, senden önceki kimi topluluklara Nebîler gönderdik de Şeytan onlara,
yaptıklarını bezeyip güzel gösterdi.’
(Nahl,
16/63)
O halde açık delil, yanlışla
doğrunun ve hak ile haksızlığın ayırt edilmesine yarayan delildir.
Göz boyama ise, aslında serap
gibi hayali olan bir şeyin, bakanın gözünde delil gibi gösterilmesidir. ‘Susayan
kişi, onu su sanır. Nihayet yanına geldiğinde onun bir şey olmadığını görür.’
(Nûr,
24/24)
Şunu da bilmek gerekir ki göz
boyama, Allah tarafından yapılan bir imtihandır. ‘İnsanlara, nefsin
isteklerine yönelik sevgi, süslenip bezendi.’ (Âl-i ‘İmrân, 3/14) ‘Biz yeryüzünde olan şeyleri, yer halkına bir süs
yaptık ki, insanların hangisi daha güzel bir amelde bulunacağını imtihan
edelim.’ (Kehf, 18/7)
Bazen de bu, şımartmadır ve
cezaya dönüşür. ‘Ahirete iman etmeyenlere, yaptıklarını süslü gösterdik.’
(Nahl,
16/27)
Bunu Şeytan yaptığı zaman da
şımartma ve saptırma olur:
‘Şeytan, onlara,
yaptıklarını süslü göstererek kendilerini yoldan alıkoydu. Böylece onlar
hidayete ermezler.’ (Neml, 27/24)
Delil ile göz boyama arasında
pek çok insanın kavrayamadığı ince bir mertebe vardır. O da, pek çok kimsenin,
ayırt edemeyip delil haline getirdikleri, onunla helalı haram kıldıkları ve
suçsuzları ithamda kullandıkları karinedir.
Eğer karine delil olsaydı,
haşa Yusuf’un, elbisesinin yırtıldığı gerekçesiyle zinakâr olması gerekirdi.
Aynı şekilde ‘Â’işe (radıyallahu anha)’nın
da, tenhada bir adamla baş başa kalması karinesiyle zina yapmış olması
gerekirdi. İşte münafıkların, suçsuz insanları varsayımlardan hareket ederek
itham etmek suretiyle yapmak istedikleri de budur. O halde onlardan olmaktan
sakınmak gerekir.
Zamanımız insanlarının
delillerinin büyük bir kısmı da karinelerdir.
Örneğin, bazı yöneticilerin,
Müslümanlara zulmedip hapishanelerde onlara işkence yapmalarını bazı kimseler,
küfürlerine delil kılarken, âlimin bu şüpheli karineyi reddetmesini de onun iş
birlikçiliğine delil saymışlardır.
Bu koruma tedbirinin delili
Bu koruma tedbirinin aslı şu
ayettir:
‘Şimdi Rabbi katından açık
bir delil üzere bulunan kimse, hiç o kötü davranışı kendisine güzel gösterilmiş
de nefsinin arzularına uyan kimselere benzer mi!’ (Muhammed, 47/14)
Ayetteki ‘Rabbi katından’ ifadesinde
açık delilin sadece Allah’tan olacağına dair kayıtlama ve açıklama vardır. Göz
boyamanın kaynağı ise rey, istihsan, maslahat, şartlar, hizipçilik ve fiili
durumdur ki bu, dine aykırı davranmaya yol açtığı zaman, nefsin arzusu ve
Şeytan’ın adımlarının ta kendisidir.
İbn Kesîr, bu ayetin baş
kısmını tefsir ederken şöyle der:
“Yani,
Allah’ın emri ve dini konusunda Allah’ın, Kitabında indirdiği hidayet,
ilim ve Allah’ın, kendisini üzerinde yarattığı sağlam fıtrat konusunda basiret
ve kesin inanç sahibi olan kimse: ‘Hiç o kötü davranışı kendisine güzel
gösterilmiş de nefsinin arzularına uyan kimselere benzer mi!’ Yani o bunlara
benzememektedir.”
Yani Allah’ın, kitabında
indirdiği, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in
da Sünnetinde ilke edindiği açık delile uyan kimse, sonradan uydurulmuş
yöntemler ve pek çok hatalı ve sapık Müslüman grupların, tuzağına düştükleri
göz boyayıcı düşüncelerden esinlenen ve buna uyan kimse gibi midir! Bu
grupların kimisi geçmişe, kimisi de çağımıza ait olup bu durum, onların
sapkınlıklarına sebep olmuştur.
Seyyid Kutup, bu ayeti tefsir
ederken şöyle der (6/3291):
“Bu
temel fark, her iki tarafın üzerinde bulundukları durum, yöntem ve davranış
biçimleri bakımından hep aynı kalmaktadır. Bu nedenle Rablerinden gelen açık
delile iman edenler, hakkı görüp onu tanımışlar, kaynağından emin olmuşlar,
Rablerine bağlanarak kesin inançla ve aldatılıp saptırılmaksızın esasları ondan
almışlardır. Kafir olanlara gelince, kendilerine süslü gösterilen kötü
davranışlarını, kötü olmasına rağmen güzel görmüşlerdir. Ancak bu, bir inanç
olmayıp ne dayandıkları bir kural ne kıyaslama yapacakları bir temel ne de
onlar için hakkı batıldan ayıracak bir ışık olmaksızın nefislerinin arzularına
uymaktan ibarettir.
Şimdi
bunlar birbirlerine benzerler mi! Onlar, durum, yöntem ve yaklaşım bakımından
birbirlerinden farklı olduklarından ne ağırlıkları ne bekledikleri karşılık ne
de akıbetleri bakımından aynı olmaları mümkün değildir.”
Bu, insaflıca düşünüldüğü
zaman kimin hak üzere olduğu anlaşılır. Bunlar, Selefin yöntemi
doğrultusunda Kitap ve Sünnete dönüş yapmaya çağıranlardır.
Yoksa şaşkınlık içerisinde,
önlerini görmeksizin ve sendeleyerek yürümeye çalışanlar mıdır hak üzere
olanlar!
Bir incelik
Süslü gösterme tabirinde şu
incelik bulunmaktadır: Davranışı kendisine süslü gösterilen kimse, iyi niyetli
olabilir ve yaptığı işin iyi olduğunu düşünebilir. Aynı zamanda bilerek
kötülüğe uymamış da olabilir. Nitekim bu ihtimalin en açık delili, katıksız
batıl olduğu halde hak gördükleri hususları savunmak için savaşan ve bu nedenle
hem öldüren hem de öldürülen Hâricîler, M‘utezile ve diğer grupların sıradan
mensuplarının yaptıklarıdır.
Göz boyamadan bazı örnekler
Bu örneklerden biri, Allah
faizi haram kıldığında müşriklerin: ‘Satış
da ancak faiz gibidir’ (Bakara, 2/275)
demeleridir. Oysa bu, Şeytan’ın kafirlere yönelik bir göz boyaması olup, faizin
da tıpkı satış gibi kazanç ve kar gerekçesine dayandığı, gerekçe aynı olduğuna
göre faizin da haram olmaması gerektiği aldatmacasıdır.
Müminler ise: Allah’ın hükmünü
duyduk ve itaat ettik, dediler.
Öyleyse hangi taraf
güvenilmeye daha layıktır?
Çağdaşçılar ise şöyle derler:
Faizsiz olamaz, zira o çağdaş ticaretin sinir sistemi ve ekonominin temel
taşıdır.
Müminler de derler ki: “Eğer
onlar: ‘Dinledik, itaat ettik. İşit ve bize bak’ deselerdi, elbette kendileri
için daha hayırlı olurdu.” (Nisâ, 4/46)
Çünkü kulların ticaretlerini
elinde bulunduran, ekonomiyi inşa eden ve yıkan, dilediğine kar dilediğine de
zarar ettiren Allah’tır.
Göz boyamanın örneklerinden
biri de, çağdaş düşünürlerden birinin söylediği şu sözdür:
‘Ebû
Bekir ve Ömer (radıyallahu anhum)’un uygulamalarına bağlı
kalmak gerekmez. Gerekli olan, çağ ve realiteyle uyum içinde olmaktır.’
Sonra aynı düşünür, göz
boyamacı bir sunum yaparak şöyle demektedir:
‘İslâm
güçlüdür ve korkulacak durumda değildir. O halde diğer akımlardan etkilenmez.
Dolayısıyla İslâm’da çok partililiğin oluşturulmasına hiçbir engel bulunmamaktadır.
Böylece komünistlerin, laisistlerin, idealistlerin ve Allah’ın birer partisi
olacak ve bu partinin oyları da tıpkı diğer partilerin oyları gibi olacaktır.’
İşte böylece bu düşünür, Ebû
Bekir ve Ömer (radıyallahu
anhum)’un uygulamalarında somutlaşan
delili reddetmekte, çağa hoş görünmekte, insanları göz boyamacı sunumlar ve
hayalci düşüncelerle aldatmaktadır. İnsanlar ise, bu yapılanlardan hareketle
inançta, yöntemde ve aynı görüş etrafında birleşmede Selefin uygulamasına
ters düşmektedirler.
Allah’ın, açık delil ile göz
boyamayı ayırt etmek demek olan bu koruyucu tedbirle korumadığı kimse ise,
yönetimin herhangi bir şeye cevaz vermesini veya ona ses çıkarmamasını o işin
caiz olduğuna ve davetçinin hapse atılmış olmasını, teliflerinin sayısını veya
taraftarlarının çokluğunu, söylediklerinin doğruluğuna delil göstermektedir.
Buna göre, mücahidin cihadı veya şahadeti, onun samimiyetine ve yönteminin
doğruluğuna yeterli delil olarak görülmektedir. Böyle düşünen bir kimse,
yöneticilerle çekişmenin, izlenen yolun doğruluğuna yalnız başına yeterli delil
olduğuna inanmaktadır.
Böylece günümüz insanlarının
pek çoğu, Kitap, Sünnet ve icma delillerini, basit ve bilgisiz
yeni yetmeler nezdinde kabul gören bir takım göz boyayıcı çağdaş düşünsel
delillerle değiştirmiş oldular.
Bu tedbirlerin özeti
a) Müslüman, başkasının kurtuluşundan önce kendi
kurtuluşunu düşünmeli ve adım atmadan önce yolu belirlemelidir.
b) İyi niyet, yolun doğruluğunun delili değildir ve
cehennemden kurtarmamaktadır.
c) Müslüman, açık delil ile göz boyamayı, delil ile
saptırmayı ayırt etmelidir.
Doğru yola ileten ise
Allah’tır.
Temellendirme ve bu koruyucu
tedbirleri uygulamanın yararları
Sahâbeler, bu koruyucu
tedbirleri kavrayıp onları uygulayınca, Allah kendilerini düşünce karmaşasının
fitnesi, vesileler adı altında yollar, din adına da bid’atlar uydurmaktan
korumuş oldu. Aynı zamanda onlar, bu hususlara karşı kasırgalar karşısındaki
sıradağlar gibi direndiler. Bunu da Allah’ın lütfü ve Rasûl’ünün terbiyesinden
sonra bilimsel temellendirme ve eğitsel metot sayesinde yapabildiler.
Bu arada bir hadiste ‘Â’işe (radıyallahu anha), kendisine: ‘Hayız gören kadın neden orucu kaza eder
de namazı kaza etmez’ diye soran kadına: ‘Yoksa sen Hâricî misin?’ Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi
ve sellem) döneminde herhangi birimiz,
hayız gördükten sonra namazı kaza etmekle emredilmiyordu.’[105]
Konumuz olan bilinçlenmenin
temellendirilmesi konusunda çok yararlı olduğu için bu hadisi iyi düşünmek
gerekir. Zira burada ‘Â’işe, o kadına karşı herhangi bir gerekçe, düşünce,
analiz ve tereddüt olmaksızın, sadece Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)’in emrini delil göstermiştir.
Kendisine: ‘Yoksa sen,
yönteminde nassları kişisel görüş ve arzuyla reddeden ve onları kabul etmeyen
Hâricîlerden bir kadın mısın’ demek istemiştir.
Nitekim akıllı bir insan,
halimizi düşündüğünde günümüz insanlarının nasıl da farkında olmadan
Hâricîlerin yolunu izlediklerini anlar.
Bu nedenle kendi kurtuluşunu
isteyen akıllı kimseye yakışan, bid’atçılık değil, Kitap ve Sünnete
uymaktır. Zira doğruluğu ve kurtuluşu garanti eden husus Kitap ve Sünnete
uymak, sapkınlık ve helak olmanın yolu ise bid’atçılıktır.
Vedalaşmadan önce
Akıllı ve insaflı kardeşime
şunu hatırlatırım: Bu kitabın amacı, belli bir kişi veya özel bir cemaati hedef
almak değildir. Ana hedefi, acı bir gerçeğe doğru bir teşhis koymak ve bu
gerçeği doğru çözüme kavuşturmaktır Yanı sıra bu, söz konusu uyanışı
yönlendirip temellendirmek için samimi bir çaba, gayretli bir adım, bireylerini
hak ve verimli yöntem doğrultusunda bilinçlendirip sebatlı kılmaktır. Yoksa
amaç, onları bir haykırışla yok olan ve bir üflemeyle sönen heyecanlı duygu ve
geçici coşku doğrultusunda eğitmek değildir. Aksi halde düşmanlarını sevindirmiş
ve amaçlarının gerçekleşmesine katkıda bulunmuş oluruz. Oysa temellendirme ve
güzel eğitim sayesinde hak var oldukça onlar da var olmakta ve tıpkı Nebîlerin
direnip düşmanlarını perişan etmeleri, dünyada söz sahibi olmaları ve ahirette
kurtuluşa ermeleri gibi, direnerek aynı sonuçları elde ederler.
‘Köpüğe gelince, o atılır
gider. İnsanlara fayda veren şey ise yeryüzünde kalır.’ (R‘ad, 13/17)
Son olarak...
Bir kimse, ilahî yardımı hak
edenlerden olup olmadığını öğrenmek istediğinde onların Kitap ve Sünnetten
alınan açık delillere dayanan niteliklerine, kurallarına, temel ilkelerine ve
kavramlarına bakması gerekir. İşte her onurlu insanın, yola çıkmadan ve adım
atmadan önce, miras aldığı her türlü eski alışkanlıktan, hiçbir delil sunamayıp
sadece hikaye ve masallar anlatan her şeyhten ve Kitap, Sünnet
veya Selefin uygulamasında bir delili bulunmayan her sözden yüz
çevirerek bilmesi gerekenler bunlardır. Çünkü yüz çevrilmesi gereken söz konusu
hususlar, kıyamet günü Allah katında hiçbir işe yaramayacaktır. O gün sadece,
Allah’ın huzuruna duru bir kalp ve dosdoğru bir yöntemle gelen kimse kurtuluşa
erer. O halde emredildiği gibi dosdoğru olmak gerekir. Allah, dosdoğru olmayı
emrederken: ‘istediğin gibi, anladığın gibi veya canının istediği gibi’ dememiştir.
Allah’tan dileğim, bize rüştü ilham etmesi ve bizi Nebî (sallallahu aleyhi
ve sellem)’e uymaya, yolunu açıklamaya,
ashâbının yöntemine ve bu yöntem üzere yürümeye muvaffak kılmasıdır. Zira
Allah, bunun sahibi ve ona kadirdir.
[1] Sahih olan bu hadisi Ebû Dâvud, Melâhim,
(no: 4297); Ahmed, Musned (5/278) ve diğerleri rivayet etmişlerdir.
[2] Bunlar, komünizm çökmeden önce yazılmıştı. Ancak
üzerinde henüz birkaç ay geçmişti ki, komünizmin karargahları peş peşe düşmeye
başladı. İki yılın ardından da Sovyetler Birliği diye adlandırılan en büyük
kaleleri, zulüm, yalan ve halklara iftirada bulunmanın sembolü haline gelmek
üzere yıkılmış oldu. Var mı bundan ibret alacak!
Ne
yazık ki, pek çok Müslüman yazar, o zamanlar Sovyetler Birliği, komünizmin gelişinin
kaçınılmaz olduğu ve benzeri konularda uyarıda bulunuyorlardı. O kadar ki, bu
konuda konferanslar verildi ve kitaplar yazıldı. Kitap ve Sünnet’e uyanlar ise,
problemin düşmanın gücünde değil, Müslümanların güçsüzlüğünde olduğunu
görüyorlardı. Sonra doğru ortaya çıktı. Ancak buna rağmen hala Selefin
metoduna çağrıda bulunanları, gerçek hukuku bilmemekle itham etmeye devam
etmektedirler. Şimdi bu ithamı kimin daha çok hak ettiği, üzerinde düşünmeye değer
bir husustur.
[3] Bu sözler, Bosna Hersek olaylarından önce yazılmıştı.
[4] Bu konunun yazılmasından birkaç gün sonra, ABD’nin
büyük bir şehri olan Los Angeles şehrinde eşi olmayan derecede barbarca,
acımasızca ve vahşice anarşi, soygun, yakma ve öldürme olayları meydana geldi.
Birbirlerini soydular, öldürdüler ve kendi elleriyle birbirlerinin mallarını
yurtlarını yaktılar.
Bunları
birbirlerine yapan bu insanlar, acaba fırsat bulduklarında kendilerine düşman
bildikleri Müslümanlara neler yaparlar?!
O
halde ibret alın ey basiret sahipleri!
Aslında
bundan daha tuhaf olan, hala aynı yöntemle toplumları yapılandırmaya çağrıda
bulunanların durumudur. Bu yol, parayla her şeyin yapılabileceğine inanan
maneviyatsızlık, haramları mubah sayan dinsizlik, ve ahlâkı göz ardı eden
anarşi yoludur.
Bu
ve Bosna Hersek olayları gibi bilinen ünlü benzer olaylarla sabit olmuştur ki
onlar, bu sinsi gülümseyişlerinin ardında birikmiş zehirimsi bir sitem ve
anında öldüren bir kin gizlemektedirler. Yanı sıra ruhlarında hem birbirlerine
hem de Müslümanlara karşı kara bir kin ve çirkin bir entrika saklamaktadırlar.
Eğer
biz Kitap ve Sünnet’le aydınlanmış ve kalplerimiz onlarla
beslenmiş olsaydı, ne olayları delil göstermeye ne de onları analiz etmeye
ihtiyacımız olurdu. Aksine Rabbimizin şu öğütleri bize yeterdi:
‘Onları
toplu sanırsın, oysa kalpleri darmadağındır.’ (Haşr, 59/14)
‘Onlar,
hiçbir mümin hakkında ne akrabalık bağlarını ne de sözleşme hükümlerini
gözetirler.’ (Tevbe,
9/10)
‘Sinelerinin
gizli tuttukları ise daha büyüktür.’ (Âli ‘İmrân, 3/118)
[5] Müslim, (4/2216).
[6] Hadisin tahrici gelecektir.
[7] Eğer birileri dese ki: Düşman, sen kendini tedavi
edinceye kadar bekler mi? Ben şöyle cevap veririm: Amaç, İslâmî cemaatin,
çatışmayı başlatan taraf olmaması ve insanları kendine karşı kışkırtmamasıdır.
Bir de temkinsiz başlangıç, bütün Nebîlerin prensibine aykırıdır. Eğer Müslümanlar,
dosdoğru yoldayken ölürlerse, bu onlar için Nebîlerinin prensibine aykırı
davranmakta iken ölmelerinden hayırlıdır. Aslında meselenin, diğer bölümlerde
gelecek olan ayrıntılı izahları söz konusudur.
[8] Bu, bu kitapta tekrarlanan bir hadisin bir bölümüdür.
Hadisi Ebû Dâvud rivayet etmiş (no: 3462) ve hocamız, es-Sahîha (no:
11)’de sahih olduğunu söylemiştir.
[9] Hadisi İmam Ahmed, Musned (2/226); Ebû Dâvud
(4207) ve diğerleri rivayet etmişlerdir. Hocamız Sahîhu’l-Câmi‘’de
hadisin sahih olduğunu söylemiştir.
[10] Hadisin tahrîci gelecektir.
[11] Hadisi Abdurrezzâk (no: 20100)’de rivayet etmiştir.
Bunun örnekleri Taberânî’nin el-Kebîr (2/155), Şâfi‘î, Musned
(233) ve Beyhakî (7-76)’da bulunmaktadır. Hocamız, es-Sahîha (1803)’te
hadisin sahih olduğunu söylemiştir.
[12] Hadisi İbn Hibbân (65), Taberânî (1647), Bezzâr (147)
Ebû Zer’den; Ahmed (5/153) ve Tayâlisî (479) ise, onu Ebû’d-Derdâ’dan rivayet
etmişlerdir. Birinci rivayet sahih li zâtihîdir. Hocamız, es-Sahîha
(1803)’te hadisin sahih olduğunu söylemiştir.
[13] Tahrîci gelecektir.
[14] Hadis sahih olup onu Ebû Dâvud (no: 4607),
Tirmizî (no: 2676), Ahmed (4/126) ve diğerleri rivayet etmişlerdir. Hocamız da Sahîhu’l-Câmi‘
(no: 2549)’da hadisin sahih olduğunu söylemiştir.
[15] Buhârî (7084) ve diğerleri.
[16] Hadisin tahrici daha önce geçti.
[17] Muttefekun aleyh olan hadisi Buhârî (no: 1536,
1789, 1847, 4329, 4975) ve Müslim (2/836)’da rivayet etmişlerdir.
[18] Buhârî (11/194), Müslim (2673) ve diğerleri.
[19] Şâtibî, el-İ‘tisâm (1/145).
[20] Şâtibî, el-İ‘tisâm, (1/145).
[21] Buhârî (1/34) Türkiye baskısı ve Müslim (4/2058)
[22] Müslim (1/128) ve Ahmed, Musned, (5/386).
[23] Ahmed, Musned, (1/22, 24). Hocamız, Sahîhu’t-Tergîb’de
hadisin sahih olduğunu söylemiştir.
[24] Yenilik davetçileri, inanç, ibadet, temeller ve
kurallar dahil olmak üzere, dinin bizzat kendisini yenilemeye çağıranlardır. Bu
geçersiz bir şey olup es-Sebîl’in üçüncü cüzünde ona özel bir bölüm
ayrılmıştır. Araçlar ve yöntemlerle ilgili ayrıntıya, basmaya muvaffak
olduğumuz bir konferansımızda yer verilmiş bulunmaktadır.
[25] Buhârî (no: 3456, 7320) ve Müslim (4/ 2054).
[26] Hadisi İbn Cerîr, Tefsîr’inde (thk. Mahmud
Şakir, 14/335) hasen senedle rivayet etmiştir.
[27] Burada amaç, Sovyetler Birliği’nin düşüşü değildir.
Zira o, pek çok sebebe bağlı olarak düşmüştür. Amaç, ülkeleri bölündükten sonra
gücünün yok olmasıdır.
[28] Bir günahın büyüklüğünü anlatırken onu başka bir
günahla kıyaslamak, Rasûlüllâh (sallallahu
aleyhi ve sellem)’in üsluplarındandır.
Nitekim bir hadiste şöyle buyurmuştur: ‘Bir kimsenin, on kadınla zina
yapması, komşusunun karısıyla zina yapmasından iyidir’ hadisi Ahmed, Musned,
(6/8) ve diğerleri rivayet etmişlerdir. Hocamız da, es-Sahîha (65)’te
senedinin sağlam olduğunu söylemiştir.
[29] Buhârî (no: 2223, 3460); Müslim (3/1207).
[30] Bu hadisin aslı yoktur. Hocamızın ez-Za‘îfe
(57) adlı eserine bkz.
Ben
bir defa onlardan birine cevap olarak: ‘Eğer bölünmüşlük, sağlıklı olmanın bir
belirtisiyse, o takdirde Allah’ın ipine sarılmak da hastalıklı olmanın bir
belirtisi olur’ dedim.
[31] Tirmizî (5/26) ve diğerleri rivayet etmişlerdir.
Hocamız, es-Sahîhu’t-Tirmizî’de ‘hadis hasendir’ demiştir.
[32] İbn Cerîr ve İbn Kesîr’in bu ayetin tefsiriyle ilgili
yerine bkz.
[33] Nesâ’î (8/312-313). Hocamız, es-Sahîhu’l-Câmi‘
(8092)’de hadisin sahih olduğunu söylemiştir.
[34] Müslim (4/2118) ve diğerleri.
[35] Ebû Dâvud (no:436) ve diğerleri. Hocamız, Sahîhu’l-Câmi‘’de
(no: 2926) hadisin sahih olduğunu söylemiştir.
[36] Hadisi el-Kudâ‘î Musnedu’ş-Şihâb (139)’da
rivayet etmiştir. Hocamız da, es-Sahîha (139)’da hadisin sahih
olduğunu söylemiştir.
[37] Hadisi Buhârî (5143) ve Müslim (2563) rivayet
etmişlerdir.
[38] Müslim (1/512, 513, 51) ve diğerleri.
[39] Müslim (4/1706) ve diğerleri.
[40] Müslim (4/2026).
[41] Müslim (4/2001).
[42] Buhârî(8/507); Müslim (4/2190).
[43] Ebû Dâvud (2798). Hocamız, Sahîhu’l-Câmi‘
(1932)’de hadisin sahih olduğunu söylemiştir.
[44] Tirmizî (4/363) ve diğerleri. Tirmizî, ‘sahih ve
gariptir’ derken, hocamız, es-Sahîha (977)’de hadisin sahih
olduğunu söylemiştir.
[45] Geçen hadisin bir bölümüdür.
[46] Hadisi İbn Mâce, (2/1423); Hâkim (3/626); Taberânî, el-Kebîr
(17/105); Beyhakî, Zuhd bahsinde (no: 456) rivayet etmişlerdir. Hocamız
da Sahîhu’l-Câmi‘’de hadisin sahih olduğunu söylemiştir.
[47] Tirmizî (no: 2419)’da hadisi rivayet etmiş ve ‘hadis hasendir
sahihtir’ demiştir. Hocamız da hadise es-Sahîha (no: 946)’da yer
vermiştir.
[48] Hadisi Taberânî, el-Kebîr (1681)’de rivayet
etmiştir. Konunun Taberânî’de bir örneği daha (no: 1685)’te vardır. Hocamız da,
‘İlmin amel gerektirmesi’ bahsi (49)’da hadisin sahih olduğunu
söylemiştir.
[49] Buhârî (no: 33, 2682, 2749, 6095); Müslim (1/78).
[50] Ahmed (1/22, 24). Hocamız, Sahîhu’t-Tergîb’de
hadisin sahih olduğunu söylemiştir.
[51] Ahmed, Musned (1/330); Ebû Dâvud, Tahâret,
(334). Hocamız da, Sahîhu’l-Câmi‘ (4363)’de hadisin sahih
olduğunu söylemiştir.
[52] Buhârî ve diğerleri rivayet etmişlerdir.
[53] Hadisi Tirmizî, (no: 2516)’da rivayet etmiş ve: ‘bu, hasen
ve sahih bir hadistir’ demiştir.
[54] Hadisi Müslim (1/37) ve diğerleri rivayet etmiştir.
[55] Bu konudaki ayrıntılı açıklama, üçüncü bölümde
gelecektir.
[56] Bunu İbn Batta el-İbâne (587)’de rivayet
etmiştir. Bkz. Der’u T‘âruzi’l-Akli ve’n-Nakl (1-191).
[57] Bu kitapta yazılanların büyük bir bölümü, Bosna
Hersek olayları ve Afganistan’da Müslümanların birbirleriyle savaşmaları gibi,
yaptığımız çağrının doğruluğuna tanıklık eden olaylardan önce yazılmıştır. Bu
bağlamda, dünya istihbaratlarından birinin, cihat çağrısı yapan bir liderle
ilişkili bir ajanı ortaya çıktı. Bu ajan, o lideri ve taraftarlarını,
yöneticilerle çatışmaya kışkırtan sır perdesi demekti. Amaç, onları bataklığa
sürükleyerek cihat adıyla köklerini kazımaktı. Şimdi gerçek durumu kavrayamayan
kim? ve kimdir düşmanların tuzaklarına düşen?
[58] Seyyid Kutup, Beni Neden İdam Ettiler, (43).
[59] Seyyid Kutup, Beni Neden İdam Ettiler, (43).
[60] Ebû Dâvud, Sünnet, (4/4597) ve diğerleri.
Hocamız, Sahîhu’l-Câmi‘ (3378)’de hadisin sahih olduğunu
söylemiştir.
[61] Ahmed (5/251); İbn Hibbân (8/253); Hâkim (4/ 92).
Hocamız, ‘Sahîhu’l-Câmi’de yer verdiği bu hadisin sahih olduğunu
söylemiştir.
[62] Ebû Dâvud (no: 4297); Ahmed (5/278) ve diğerleri.
Hocamız, ‘Sahîhu’l-Câmi‘ (8183)’de yer verdiği bu hadisin sahih
olduğunu söylemiştir.
[63] Seyyid Kutup, Beni Neden İdam Ettiler, (70).
[64] İhtilaf, birkaç tür olup her birinin kendine özgü
hükmü vardır. Bunlardan kimisi, büyük gözükse dahi, Müslüman’ın kabul
edebileceği veya suskun kalacağı ihtilaflar kimisi de başka niteliktedir. Bu
meselenin ayrıntılı açıklaması ve çizelgesi daha sonraki bölümlerde yer
alacaktır.
[65] Hadisi Buhârî (1-8) ve Müslim (no: 58) rivayet
etmişlerdir.
[66] Hadisi Buhârî (4-157); Müslim (no: 2619) ve diğerleri
rivayet etmişlerdir.
[67] Buhârî, (3445) ve diğerleri.
[68] Bkz. İbn Kesîr, Tefsîr, (Nuh, 71/23).
[69] Buhârî, (4/141).
[70] Şâtibî, el-İ‘tisâm, (2-347).
[71] Ahmed, Musned, (1/337); el-Hatîb, el-Fakîh
ve’l-Mutefakkih, (1/145)’de, İbn Abdilberr ise Câmi‘u Beyâni’l-‘İlmi ve
Fadlihî (2/239) bahsinde rivayet etmiştir.
[72] Tirmizî, (Tuhfetu’l-Ahvezî, 3/556) ve: ‘Bu sahih
bir hadistir’ demiştir. Hocamız ise, ‘isnadı sahihtir’ demiştir.
[73] Hadisi Ahmed, Musned, (5/339), Tirmizî (2/29)
ve diğerleri rivayet etmişlerdir. Hocamız da Sahîhu’l-Câmi‘’de, ‘hadis sahihtir’
demiştir.
[74] Ahmed, Musned, (5/66) ve diğerleri. Hocamız da
Sahîhu’l-Câmi‘’de, ‘hadis sahihtir’ demiştir.
[75] Buhârî (5733)’te hadisi mürsel olarak, Müslim
(2529)’da rivayet etmiştir. İkinci rivayet ise Ahmed’e aittir.
[76] Hadisi Buhârî (4425); Ahmed (5/38) ve diğerleri
rivayet etmişlerdir.
[77] Müslim, (1718).
[78] Buhârî,
(4993).
[79] Hadisi İbn Mende, İman bahsinde (no:207) rivayet
ederek, ‘bu isnad sahihtir’ demiştir. Hâkim de onu rivayet ederek
(1/35), ‘hadis hem Buhârî hem de Müslim’in şartına göre sahihtir. Onunla
ilgili bir illet de bilmiyorum’ demiştir. Zehebî de onunla bu görüşü
paylaşmıştır. el-Mecm‘a (1/165)’te ise Taberânî’nin el-Evsat’ına
referansta bulunularak, hadisin ravileri, sahih hadis ravileridir
denmiştir. Hadis Mecm‘au’l-Bahreyn’de ise şu numaralarda yer almıştır:
(1/201, no: 209).
[80] Hadisi Müslim (no: 2907) ve diğerleri rivayet
etmişlerdir.
[81] Hadisi Ahmed (4/103) ve Hâkim rivayet etmişlerdir.
Hâkim, ‘hadis, Buhârî ve Müslim’in şartlarına göre sahihtir’ demiştir.
Zehebî de ona muvafakat etmiştir. Hocamız da, es-Silsile (no: 3) ve et-Tahzîr
(118)’de hadisin sahih olduğunu ve Müslim’in şartına uygun bulunduğunu
söylemiştir.
[82] Hadisi Ahmed (4/273) ve diğerleri rivayet
etmişlerdir. Hocamız da, es-Sahîha (no: 5)’te hadisin sahih
olduğunu söylemiştir.
[83] Hadisi Ahmed, (5/134), İbn Hibbân (no: 405) ve Hâkim
(4/311) rivayet etmişlerdir. Hâkim, ‘hadis sahihtir’ demiştir. Zehebî,
Munzirî ve hocamız Albânî, Ahkâmu’l-Cenâiz (52)’de ona muvafakat
etmişlerdir.
[84] Bu tabir, Ermenî hükümdarların lakabı olarak
kullanılır. Bilgi için bkz: İbn Kesîr, el-Bidâye, (11-243 vd.)
[85] Hadisi Ebû Dâvud (4123) ve diğerleri rivayet etmiş
olup Hâfız’ın yanı sıra hocamız da, Sahihu’l-Câmi‘’de (1874) hadisin sahih
olduğunu söylemiştir.
[86] Hadisi Buhârî (no: 2294) ve Müslim (no: 2529) rivayet
etmişlerdir.
[87] Buhârî (5/166); Müslim (4/2053) ve diğerleri.
[88] Hadisi Ahmed (3/82) ve diğerleri hasen senedle
rivayet etmişlerdir.
[89] Hadisi Ahmed (4/219, 6/26), Tirmizî (no: 2653)
rivayet etmişlerdir. Tirmizî, ‘bu, hasen ve garip bir hadistir’
demiştir. İbn Mâce (no: 4080) ve Hâkim de rivayet etmiştir. Hâkim, ‘hadis sahihtir’
demiştir. Zehebî de bunu uygun görmüştür.
[90] Hadis sahih li gayrihî olup birden fazla
tarikten rivayet edilmiştir. Hadisi Sa‘îd b. Mansur, Sunen’i (no:
42)’de, Beyhakî, eş-Şu‘ab (5/230)’da, Ebû Ubeyd, Fedâ’ilu’l-Kur’ân
(42)’de, Abdurrezzâk ise el-Musannef (no: 20368)’de rivayet etmişlerdir.
[91] Ahmed (4/102); Dârimî (2/ 314). Hocamız Sahîhu’l-Câmi‘’de
hadisin sahih olduğunu söylemiştir.
[92] İbn Teymiyye, Mecmû‘u’l-Fetâvâ (3/351).
[93] İbn Teymiyye, Mecmû‘u’l-Fetâvâ (3/353).
[94] Munâvî, Feyzu’l-Kadîr (2/20).
[95] Şâtibî, el-İ‘tisâm, (1/220).
[96] Bkz. Buhârî (3361).
[97] Seyyid Kutup, Beni Neden İdam Ettiler, (43).
[98] Hadisi Müslim (4/2024) ve diğerleri rivayet
etmişlerdir.
[99] Şâtibî, el-İ‘tisâm, (84)
[100] Bkz. İbn Teymiyye, Mecmû‘atu’l-Fetâvâ,
(10/173-174).
[101] Hadisi Ahmed, Musned, (4/35)’te rivayet etmiş
ve Albânî hocamız, Sahîhu’l-Câmi‘’de (3347) sahih olduğunu
söylemiştir.
[102] Olayı Ahmed Musned, (5/110)’da ve Taberânî el-Kebîr
(3628-3630)’da, o sırada Hâricîlerden olan Abdukays kabilesine mensup bir
adamın tarikinden rivayet etmiştir. Ancak bu iki rivayette domuz ve hurmadan
söz edilmemiştir. İbn Kesîr ise, el-Bidâye (7/288)’de olayın tamamına
yer vermiştir.
[103] Bir ara Müslüman gençler adını taşıyan bir grup,
Sudan’da Cuma namazından sonra bir camiye silahlı baskın yaparak pek çok
kimseyi yaralayıp öldürdüler. Sonra yakalandılar ve önce âlimlerden, sonra da
toplumdan kopup kendilerince insanların kâfir olduklarına fetva veren, ardından
da tekfir ettikleri kimselerin mal, ırz ve kanlarını mubah sayan kimselerden
oldukları anlaşıldı. Olaydan bir yıl sonra da bir yerde sözde cahili bir
toplumda yaşadıkları için ganimet oldukları gerekçesiyle bazı Müslüman kadınlar,
cihat bayraktarlığı yaptıklarını ileri süren bazıları tarafından kaçırıldılar.
İslâm adına İslâm’ı tanınmaz hale getirenlerin kötülüğünden sadece Allah’a
sığınılır.
[104] Hadisi Dârimî (1/79-80) rivayet etmiştir.
[105] Buhârî (1/356) ve Müslim (1/265).