Bu Blog içinde Ara

5 Nisan 2021 Pazartesi

BANA ARKADAŞINI SÖYLE

 Sevgi Ve Nefret

 Arkadaşlıkta Sevgi Ve Nefret

 Haberin olsun ki,Arkadaşlık, güzel ahlâkın meyvesidir; ayrılık ise kötü ah­lâkın... Güzel ahlâk sevgi, yakınlaşma ve anlaş­mayı sağlar­ken; kötü ahlâk nefret, çekemezlik ve birbi­rine sırt çevirmeye yol açar. Ahlâk, ne kadar iyi olursa meyvesi de o kadar iyi olur.

 

Güzel Ahlâk

 

Güzel ahlâkın dindeki önemi açıktır. Allah Teâlâ, yüce Peygamberi’ni güzel ahlâkı ile överek, şöyle buyurmuştur:

"Sen üstün bir ahlâka sahipsin."[1][1]

Hz. Peygamber de (s.a.v.) bir hadisinde şöyle demiştir:

"İnsanların cennete girmelerine en fazla yardımcı olan, Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşımaları ve güzel ahlâkları­dır."[2][2]

Üsâme b. Şüreyk (r.a.) şöyle anlatmıştır:

"Hz. Peygamber’e (s.a.v.): "Ey Allah’ın Resûlü! İnsana verilen en hayırlı şey nedir?" diye sorduk. Hz. Peygamber (s.a.v.): "Güzel ahlâktır." cevabını verdi."[3][3]

Yine çeşitli hadislerde şöyle buyurul­muştur:

"Ben ahlâkî erdemleri tamamlamak için gönderildim."[4][4]

"Teraziye konulacak amellerin en ağırı, güzel ahlâktır."[5][5]

"Allah Teâlâ, ahlâk ve yaratılışını güzelleştirdiği kimseyi, cehennemde yakmaz."

Bir gün Hz. Peygamber (s.a.v.), Ebû Hüreyre’ye (r.a.): "Ey Ebû Hüreyre! Güzel ahlâklı olmak için çaba göster." dedi. Ebû Hüreyre (r.a.): "Ya Resûlullah! Güzel ahlâk nedir?" diye sordu. Hz. Peygam­ber (s.a.v.):

"Sana gelmeyene gider, kötülük edeni affeder, verme­yene verirsin." buyurdu.[6][7]

Güzel ahlâkın meyvesi, insanlarla arkadaşlık kurma ve ilişkilerdeki soğukluk ve gönülsüzlüğün ortadan kalkmasıdır.

 

Allah İçin Sevmek ve Nefret Etmek

 

Ağaç güzel olunca elbette meyvesi de güzel olacaktır. Na­sıl olmasın ki, arkadaşlığı -özellikle Allah sevgisi, Al­lah’a karşı sorumluluk bilinci ve din ekseninde kurulan arkadaşlığı- öven birçok ayet, hadis ve İslâm âlimlerine ait açıklamalar vardır.

Allah, insanoğluna verilmiş en büyük nimetlerden olan birbirine ısınıp kaynaşma hakkında şöyle buyurur:

"(O inanmış kimseler ki,) uğrunda yeryüzündeki her şeyi toptan harcasaydın, onların kalplerini birbirine ısındırıp kay­naştıramazdın; ama işte Allah onları bir araya getirdi."[7][8]

"O’nun lütfu ile kardeş oldunuz."[8][9]

Devamında ayrılıktan sakındırarak, şöyle buyurur:

"Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı tutunun ve birbiriniz­den kopmayın. Ve Allah’ın size verdiği nimetleri hatırlayın: Siz birbirinize düşman iken kalplerinizi nasıl uzlaştırdı da O’nun lütfu ile kardeş oldunuz; ve ateşli bir uçurumun kena­rında [iken] sizi ondan [nasıl] korudu. Bu şekilde Allah me­sajlarını size açıklar ki hidayet bulasınız."[9][10]

Allah Resûlü de (s.a.v.) arkadaşlık hakkında şöyle buyu­rur:

"Benim meclisime en yakın olanınız, ahlâkça en güzel olup, çevresiyle hoş geçineninizdir. Onlar başkalarıyla, baş­kaları da onlarla dostluk kurarlar."[10][11]

"Mü’min dostluk kuran ve kendisiyle dostluk kurulan in­sandır. Dostluk kurmayan ve kendisiyle dostluk kurulamayan insanda hayır yoktur."[11][12]

Hz. Peygamber (s.a.v.) din eksenli arkadaşlığı da şöyle övmüştür:

"Allah Teâlâ, iyiliğini dilediği kimseye, unuttuğunda ha­tırlatacak ve hatırladığında yapmasına yardım edecek, ahlâkî erdemlere sahip bir arkadaş bahşeder."

"Birbirlerini Allah için seven iki dost buluştukları zaman biri diğerini yıkayan iki el gibidirler. Ne zaman iki mü’min kişi bir araya gelseler, muhakkak Allah birini diğerinden fayda­landırır."

 

Allah İçin Arkadaşlık

 

Allah Resûlü (s.a.v.): "Arkadaşlığı Allah için olan kişiyi Allah, cennette hiçbir davranış ve eylemiyle elde edemeye­ceği bir makama yükseltir." buyurarak Allah için arkadaşlığa özendirmiştir.

Ebû İdris el-Havlanî, Muaz b. Cebele (r.a.): "Seni Allah için se­viyorum." dedi. Muaz (r.a.) ona: "Öyleyse sana müj­deler ol­sun! Öyleyse sana müjdeler olsun! Kuşkusuz ben Hz. Pey­gamber’in (s.a.v.):

"Kıyamet günü arşın çevresinde, yüzleri dolunay gibi parlak birtakım insanlar için tahtlar kurulur. İnsanlar panik içinde feryat ederlerken onlar feryat etmezler, herkes kor­kuyla dolup taşarken onlar korkmazlar. Onlar Allah’ın, asla korkmayacak ve üzülmeyecek olan gerçek dostlarıdır." dedi­ğini ve onların kimler olduğu sorulunca da:

"Onlar, birbirlerini Allah için seven ve Allah için bir araya gelen kimselerdir." diye cevap verdiğini işittim." dedi.[12][16]

Ebû Hüreyre (r.a.) benzer bir hadisi şu sözlerle rivayet eder:

"Arşın çevresinde nurdan tahtlar vardır. Bu tahtlara elbise ve yüzleri nur gibi parlak insanlar oturmuşlardır. Bunlar pey­gamber değildirler, şehit de değildirler. Fakat peygamberler ve şehitler onlara imrenirler."  Hz. Peygamber’e (s.a.v.): "Onları bize tanıtsanız." denildi, şöyle buyurdu: "Onlar, bir­birlerini Allah için seven, Allah için bir araya gelen ve birbirle­rini Allah için ziyaret eden insanlardır."[13][17]

Bir diğer hadisinde de Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyu­rur:

"Birbirini Allah için seven iki kişiden Allah'a en sevimli olanı, arkadaşına sevgisi daha fazla olandır."[14][18]

Denilmiştir ki:

Birbirini Allah için sevmiş iki arkadaş vefat ettiğinde biri­nin ahiretteki makamı diğerinden daha yüksek olsa, -ço­cukla­rın anne babalarıyla ve aile bireylerinin birbirleriyle bü­tünleş­tirildikleri gibi- makamı düşük olan kişi makamı yüksek olanla bütünleştirilerek, onun da derecesi yükseltilir. Zira "Al­lah için olan arkadaşlık", değer ve seviye bakımından kan bağından kaynaklanan arkadaşlıktan aşağı değildir.

Nitekim ayet bu bütünleştirmeyi şöyle dile getirir:

"Biz onları soyları ile bütünleştirecek ve işlerini heder et­tirmeyeceğiz."[15][19]

 

Ziyaretleşmek

 

Hz. Peygamber (s.a.v.) çeşitli hadislerinde Allah için ziya­retleşmenin önemini dile getirmiştir. Bu hadislerden birinde şöyle buyurur:

“Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Birbirlerini Benden dolayı ziyaret edenler sevgime mazhar olmuşlardır. Birbirlerini Ben­den dolayı sevenler sev­gime mazhar olmuşlardır. Birbirlerine Benden dolayı karşı­lıksız harcayanlar sevgime mazhar ol­muşlardır. Birbirlerine Benden dolayı yardımcı olanlar sev­gime mazhar olmuşlar­dır."[16][20]

"Allah kıyamet günü şöyle seslenir: "Birbirlerini Benim yüceliğimden ötürü sevenler neredeler? Benim gölgemden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı bu günde onları rahme­timle gölgelendireceğim."[17][21]

"Yedi grup insan vardır ki, Allah hiçbir gölgenin bulun­madığı günde onları rahmetinin gölgesinde gölgelendirir. Bunlar şu kişilerdir:

Ülkesini adaletle yöneten devlet başkanı,

Allah'a ibadetle büyüyen genç,

Camiden çıktıktan sonra tekrar oraya dönünceye ka­dar aklı camide kalan, camiye düşkün kişi,

Birbirini Allah için seven ve bu sevgiyle dolu olarak bir araya gelip, yine bu sevgiyle dolu olarak birbirle­rinden ayrılan iki arkadaş,

Kimsenin olmadığı mekânlarda Allah’ı zikre­dip, göz­leri yaşla dolan kişi,

Zengin, saygın ve alımlı bir kadın tarafından zinaya da­vet edildiği hâlde "Ben Allah’tan korkarım!" diye­rek bu daveti geri çeviren kişi,

Sağ elinin verdiğinden sol elinin haberi olmayacak de­recede gizli sadaka veren kişi."[18][22]

"İnsan, özlediği bir arkadaşını sadece Allah için ziyaret etmek üzere yola çıktığında arkasından bir melek ona: "Ken­din güzelsin, ziyaretin de güzel! Cennet de güzel bir yer ola­rak senin için hazırlandı!" diye seslenir."[19][23]

"Allah, arkadaşını yalnızca Allah rızası için ziyaret eden kişinin yoluna bir melek çıkardı. Melek ona:

- Nereye gidiyorsun? diye sordu. O kişi:

- Falan arkadaşımı ziyaret edeceğim, dedi. Melek:

- Onu, bir ihtiyacın var da ihtiyacını gidermesi için mi zi­yaret edeceksin? dedi. O kişi:

- Hayır, dedi. Melek:

- Onu akraban olduğu için mi ziyaret edeceksin? dedi. O kişi:

- Hayır, dedi. Melek:

- Öyleyse onu, geçmişte sana iyiliği dokunduğu için ziya­ret ediyor olmalısın? dedi. O kişi:

- Hayır, dedi. Melek:

- Peki, öyleyse onu niçin ziyaret edeceksin? dedi. O kişi:

- Kendisini Allah için seviyorum da onun için, dedi. Bu­nun üzerine Me­lek:

- Beni Allah gönderdi ve sana şunu haber vermemi söy­ledi: O arkadaşını, Allah için sevmene karşılık Allah da seni seviyor ve sana cenneti uygun görüyor."[20][24]

"En güçlü inanç bağı, Allah için sevmek ve Allah için nef­ret etmektir."[21][25]

Bundan ötürü insanın, Allah için seveceği arkadaşları olacağı gibi, Allah için nefret edeceği insanlar da olacaktır.

Allah’ın, peygamberlerinden birine vahiy yoluyla şöyle dediği riva­yet edilmiştir:

"Dünyalık zevklerden uzaklaşarak zühd hayatı sürmekle kısa zamanda rahata kavuştun. Her şeyden koparak sadece Bana yönelmekle itibar ve güç kazandın. Fakat sen hiç birin­den Ben­den ötürü nefret ettin mi? Ya da birini Benden ötürü arka­daş edindin mi?"

Hz. Peygamber de (s.a.v.) şöyle demiştir:

"Allah’ım, günaha batmış kimsenin iyilik ve ihsanını bana nasip etme ki böylelikle sevgime mazhar olmasın."

Allah’ın, Hz. İsa'ya (a.s.) şöyle vahiy ettiği anlatılır:

"Sen, yer ve gök halklarının ibadeti kadar bana ibadet et­sen, Allah için sevgin ve nefretin olmadıkça, bu ibadetin sana fayda sağlamaz."

İsa (a.s.) yanındaki insanlara: "Günahkârlardan nefret etmekle Allah'ın sevgisini kazanın. Onlardan uzaklaşmakla Allah'a yaklaşın. Onların öfkesinde Allah’ın hoşnutluğunu arayın." diye konuştu. Onlar: "Ey Allah’ın Peygamberi! Kim­lerle birlikte olmamızı uygun görürsün?" dediler. Hz. İsa (a.s.): "Gördüğünüzde size Allah’ı hatırlatan, sözüyle ilminizi artıran ve davranışlarıyla sizi ahirete özendiren insanlarla." dedi.

Yine geçmişe dair haberlerde, Allah’ın Hz. Musa'ya (a.s.) vahiy yoluyla şöyle bildirdiği anlatılır:

"Ey İmrân'ın oğlu! Dostlarını akıllıca seç. Benim hoşnut­luğumu kazanma çabanda sana yardımcı olmayan her arka­daş, gerçekte sana düşmandır."

Allah Teâlâ Hz. Davud'a (a.s.):

"Ey Davud! Ne oluyor ki, seni halktan uzak bir yere çe­kilmiş, tek başına görüyorum." diye vahiy etti. Hz. Davud (a.s.):

"Allah’ım, Senin rızanı kazanmak için halktan uzaklaş­tım." dedi. Bu cevap üzerine Allah Teâlâ:

"Ey Davud! Dostlarını akıllıca seç. Benim hoş­nutluğumu kazanma çabanda sana katılmayanları sakın ar­kadaş edinme. Zira onlar sana düşmandır; kalbini katılaştı­rarak, seni Benden uzaklaştırırlar." buyurdu.

Hz. Davud'a (a.s.) ait bir diğer haberde ise şöyle anlatılır:

Davud (a.s.): "Ey Rabbim! Seninle aramı bozmadan, bütün toplu­mun sevgisini nasıl kazanırım?" diye sordu. Allah şöyle vahiy etti:

"İnsanlarla ilişkilerinde, onların karakter ve mizaçlarına dikkat et. Benimle de aranı olabildiğince hoş tut."

Bir diğer rivayette bu söz şu şekilde gelmiştir: "Bütün ça­basını dünyada iyi bir yaşam sürmeye odaklamış insanlarla dünya ahlâkına, hareket ve davranışlarında ahireti öncele­yenlerle de ahiret ahlâkına göre ilişkiler kur."

Arkadaş olma konusunda Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle demiştir:

"Allah'a en sevimli olanlarınız, arkadaş olan ve kendile­riyle de arkadaş olunanlarınızdır. Allah'a en sevimsiz olanla­rınız ise, kovuculuk yaparak, arkadaşları birbirinden ayıranla­rınızdır."[22][27]

"Allah Teâlâ'nın yarısı ateş ve diğer yarısı da kardan ya­ratılmış bir meleği vardır. Bu melek: "Ey Allah’ım! Kar ile ateşi bir araya getirdiğin gibi dürüst ve erdemli kullarının kalplerini de bir araya getir." diye dua eder."

"Arkadaşlığını Allah için yapan kişiye Allah Teâlâ cen­nette bir makam bahşeder."

Bir diğer hadiste de şöyle buyurulur:

"Birbirlerini Allah için sevenler, tepesinde yetmiş bin oda bulunan kırmızı yakuttan yapılmış bir sütun üzerinde dikilirler ve oradan cennet halkını seyrederler. Güneşin dünya halkına ışıldayışı gibi onların güzelliği de cennet halkına ışıldar. Onları fark eden cennet halkı: "Gelin, şu birbirlerini Allah için seven­leri yakından görelim." derler. İnce yeşil atlastan altın sırmalı elbiseler giymiş olan o kişilerin alınlarında "Birbirlerini Allah için sevenler" yazılıdır."[23][30]

 

Arkadaşlık Üzerine Söylenenler

 

Hz. Ali (r.a.) şöyle demiştir:

"Arkadaşlarınızı terk etmeyin; çünkü onlar dünya ve ahirette itibar ve güç kaynağıdırlar. Cehennem halkının: "Şimdi ne bir arka çıkanımız var, ne de candan bir dostu­muz."[24][31] dediklerini işitmediniz mi?"

Abdullah b. Ömer (r.a.) şöyle demiştir:

"Allah'a yemin ederim ki, bir ömür boyunca hiç iftar et­meden kesintisiz oruç tutsam, hiç uyumaksızın gecelerimi ibadetle geçirsem, bütün malımı Allah yolunda  karşılıksız harcasam ve öldüğüm gün kalbimde Allah'a itaat edenlere karşı bir sevgi ve isyan edenlere karşı da bir nefret taşıma­sam, bu yaptıklarımın hiçbir faydası olmaz."

İbn Semmâk öleceği zaman şöyle demiştir:

"Allah'ım! Sen biliyorsun ki, ben Sana isyan ettiğim za­man da Sana itaat edenleri seviyordum. Benim bu sevgimi, Sana yakınlaşmam için vesile kıl."

Hasan Basrî ise İbn Semmâk'ın aksine şöyle der:

"Ey âdemoğlu, "Kişi sevdiği ile beraberdir" sözü seni al­datmasın! İyilerin yaptıklarını yapmadıkça iyilerden olamaz­sın. Zira Yahudi ve Hıristiyanlar da peygamberlerini sevdikle­rini söylerler; fakat onlarla beraber değildirler."[25][32]

Hasan Basrî'nin bu sözü, iyilerin yaptıklarının tümünü veya en azından bir kısmını yapmadıkça, onlara dair kuru bir sevgi iddiasının faydasının olmayacağını göstermektedir.

Fudayl da bir konuşmasında şöyle demiştir:

"Firdevs cennetinde peygamberler, çok doğrular, şehitler ve dürüst erdemli kullarla birlikte Allah’ın misafiri olmayı isti­yorsun. Peki, bunun için hangi hazırlığı yaptın? Hangi nefsânî özlem ve arzuyu terk ettin? Hangi öfkeni bastırdın? Seninle ilişkisini kesen hangi akrabanla ilişkini devam ettirdin? Dos­tunun hangi kusurunu bağışladın? Çok sıkı ilişkiler içinde olduğun hangi insandan uzaklaştın veya bir bağın, ilgin ol­mayan hangi insana yaklaştın?"

Bir rivayette şöyle bildirilmiştir:

Allah Teâlâ, Hz. Musa'ya (a.s.): "Ey Musa! Sadece bana adayarak yaptığın bir iş var mı? diye sordu.

Hz. Musa (a.s.): "Ey Rabbim! Seni zikrettim, Senin için namaz kıldım, Se­nin için oruç tuttum ve infakta bulundum, dedi.

Allah Teâlâ: "Namazın senin için kanıt; orucun, cehen­neme karşı senin kalkanındır. İnfakın senin için gölge, zikrin de nurundur. Bunların hepsi senin içindir. Sen Benim için ne yap­tın?" buyurdu.

Bunun üzerine Musa (a.s.): "Allah’ım, yalnızca Sana adanmış bir işi bana öğret." dedi.

Allah Teâlâ: "Ey Musa, Benim için arkadaşlık ve düş­manlık yaptın mı?” buyurdu.

Bu konuşmanın sonunda Hz. Musa, Allah katında en üstün davranışın, Allah için sevmek ve Allah için nefret etmek oldu­ğunu anladı.

Abdullah b. Mes’ûd da (r.a.) şöyle demiştir: "Kişi, Kabe'­nin Rükün ile Makam adı verilen yerlerinde yet­miş sene iba­det etse, yine de Allah kıyamet günü onu sev­dikleriyle bera­ber diriltir."[26][33]

Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hasan da (r.a.): "Günah içinde hayat süren insandan uzaklaşmak, Al­lah’a yakınlaşmaktır." Demiş­tir.

Adamın biri Muhammed b. Vâsi’a'ya gelerek: "Ben seni Allah için seviyorum." dedi.

Muhammed o ki­şiye: "Beni kendisi için sevdiğin Allah da seni sevsin." karşılı­ğını verdi ve ardından şu duayı yaptı: "Al­lah’ım! Senden ötürü toplum tarafından sevildiğim hâlde senin beni sevmemenden sana sığınırım."

Adamın biri Davud et-Tâî’nin yanına girdi. Davud: "Bu­yurun, bir şey mi arzu etmiştiniz?" diye sordu.

Adam: "Sizi ziyarete geldim." karşılığını verdi.

Bunun üzerine Davud et-Tâî hayıflanarak şöyle dedi: "Bu ziyaretinle sen iyi bir iş yaptın. Ya ben?! Bana "Sen kim olu­yorsun ki insanlar seni ziyaret ediyorlar?" denildiğinde bak başıma geleceklere! "Allah korkusuyla dünya nimetlerinden yüz çeviren muttakî bir kimse misin ki ziyaret ediliyor­sun?" Allah’a yemin ederim ki, değilim. "Çok ibadet eden, ibadete düşkün bir kişi misin ki ziyaret ediliyorsun?"  Allah’a yemin ederim ki, değilim. "Dü­rüst ve erdemli kullardan mısın ki, ziyaret ediliyorsun?" Al­lah’a yemin ederim ki, onlardan da değilim. O gün başıma geleceklere bak sen!"

Ardından: "Gençliğinde günah içinde bir hayat sürdün. İhtiyarlayınca da riyakâr biri olup çıktın. Allah’a yemin ede­rim ki, riyakâr insan, günah içinde bir hayat sürenden daha kötüdür" diye söylenerek, kendini kötülemeye başladı.

Hz. Ömer de (r.a.) şöyle demiştir: "Sizden biriniz bir ar­kadaşının sevgisini kazandığı zaman bu sevgiyi korumaya azami derecede gayret etsin; çünkü böyle şeyler ender mey­dana gelir."

Mücâhid ise şöyle demiştir: "Birbirlerini Allah için seven­ler bir araya gelerek birbirlerine tebessüm ettiklerinde, kışın kurumuş yaprakların dallardan dökülmesi gibi onların da günahları dökülür."

Fudayl da bu konuda: "Arkadaşının yüzüne sevgi ve şef­katle bakmak ibadettir." demiştir.

 

Allah İçin Sevgi Ve Bunun Diğer Sevgilerden Farkı

 

Haberin olsun ki,

“Allah için sevmek” ve “Allah için nefret etmek” zor an­laşılan bir konudur; fakat şimdi anlatacaklarımızla bu zorluk kalka­caktır.

Arkadaşlık bazen zorunlu etkenlere bağlı olarak kendili­ğinden kurulur. Komşuluk, okul ve sınıf arkadaşlığı, sokakta ve devlet dairelerinde, kamu kurum ve kuruluşlarında ta­nışma ve beraber yolculuk etme sonucunda kurulan arkadaş­lıklar böyledir. Bu tür arkadaşlıklar, bilinçli ve içten gelen bir istekle gerçekleşmiş olmayıp, rastlantının ürünüdür.

Bazen de bilinçli olarak, bir amaca istinaden kurulur. Bu kitapta bizim üzerinde durduğumuz, bu türden bir arkadaşlık­tır. Çünkü inanç birliğinden kaynaklanan arkadaşlık, bu ikinci tür arkadaşlığın kapsamına girmektedir. Ayrıca ilâhî mükâfat ancak bilinçli olarak yapılan davranışlar için söz konusudur. Özendirme ve teşvik de bu tür davranışlaradır.

Arkadaşlık: Sosyallik, kaynaşma ve içtenlik demektir.

İnsan ancak birini sevdiği zaman bu türden bağlantılar kurar. Hoşlanmadığı birinden ise, uzak durur; onunla samimi bir ilişkiler gerçekleştiremez.  

Sevilen kişi de ya sadece zatından ötürü ya da başka amaçlarla sevilir. Bu başka amaçlar, sadece dünyevî menfa­atler olabileceği gibi uhrevî faydalar da olabilir.

Söz konusu dört sevgi türü şunlardır:

 

1. İnsanı Zatından Ötürü Sevmek

 

Bazen kişiyi zatı bakımdan güzel bulur ve onu bu sebeple seversin. Onu görmek, onunla birlikte olmak, erdemli davra­nışlarına tanık olmak sana huzur ve mutluluk verir. Gerçekten de gü­zel olan şey, onun farkında olan kişiye huzur ve mutlu­luk verir. Huzur ve mutluluk veren şey ise sevilir.

Özetle huzur ve mutluluk, bir şeyi güzel görüp beğen­meye; güzel görüp beğenme ise, mizaçların uyuşmasına bağ­lıdır.

 

Mizaçların Uyuşması

 

Güzel olan, ya fizikî görünümü ya da bilgi ve kültürce yüksek seviyede bulunan yetkin aklı veya üstün ahlâkı itiba­riyle güzeldir. Üstün ahlâk, insanın erdemli davranışlar ortaya koymasını sağlar; yetkin akıl da bilgi zenginliği kazandırır. Bunların hepsi, sağlam karakter ve doğru akıl sahiplerince güzel kabul edilir. Güzel kabul edilen şey de insana huzur ve mutluluk verir ve bu nedenle sevilir.

Bunlar, sevgiye kapı açan etkenlerdir. Ancak kalplerin birbirine ısınmasında bunların dışında daha ince ve anlaşıl­maz bir durum vardır: Bazen iki kişi, fizik veya ahlâk güzelli­ğinin olmamasına rağmen kaynaşmayı gerektiren içsel bir bağlam sebebiyle birbirlerini derin bir sevgiyle sevebilir. Çünkü bir şeye benzeyen, mizaç olarak ona eğilimlidir. İçsel benzerlikler ise gizlidir; insan aklının kavrayamayacağı ne­denlere dayanır.

Hz. Peygamber (s.a.v.) bunu şu şekilde bildirmiştir:

"Ruhlar bir araya getirilmiş gruplar gibidir; uyu­şanlar kaynaşır, uyuşamayanlar ayrılır."[27][34]

Ayrılık, uyuşmazlığın; kaynaşma ise, uyuşmanın netice­sinde meydana gelir. Bu hadis, bazı kaynak­larda şu şekilde yer almıştır:

"Ruhlar, havada karşılaşır ve koklaşarak anlaşırlar."

Âlimler bu hadisi şöyle açıklamışlardır:

"Allah Teâlâ ruhları yarattı ve onları birbirinden ayırarak, arşın çevresinde dolaşır kıldı. Orada birbirleriyle tanışıp uyu­şanlar, dünyada da karşılaştıklarında bu tanışıklık ve uyuşma hâlini sürdürürler."

Yine Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"İki mü’min kişinin ruhları bir günlük yolda buluşurlar. Halbuki o ikisi o zamana kadar birbirlerini görmemişlerdir."

Rivayete göre; Mekke'de kadınları eğlendiren komedyen bir kadın vardı. Aynı şekilde böyle bir kadın da Medine'de bulunuyordu. Mekke'deki kadın Medine'ye geldi ve meslek­taşı olan kadına misafir oldu. Daha sonra Hz. Aişe'ye (r.a.) gelerek onu eğlendirdi. Hz. Aişe (r.a.) ona nerede kaldığını sordu. Kadın, aynı meslekten bir kadının evinde konuk oldu­ğunu söyledi.

Bu cevap üzerine Hz. Aişe (r.a.) şöyle dedi: "Allah ve El­çisi doğruyu söyledi. Ben bir defasında Hz. Peygamber'i (s.a.v.): "Ruhlar bir araya getirilmiş gruplar gibidir; uyu­şanlar kaynaşır, uyuşamayanlar ayrılır."[28][37] derken dinle­dim."[29][38]

 

Mizaç Uyumunun Gerçek Nedeni

 

Bu meselenin özü şudur:

Gözlem ve tecrübeler, benzerlik ve uyuşmanın bulunması hâlinde kaynaşmanın meydana geldiğini göstermiştir. Fizikî görünümde veya ahlâkta benzerlik ve uyuşma anlaşılır bir şeydir. Fakat insan aklı, bu benzerlik ve uyuşmanın ardındaki nedeni kavramaktan acizdir.

Bundan dolayı bir astrologun bu nedene dair söyleyebi­leceği en ileri saçmalık şu olabilir:

"Bir insanın talihi, başkasının talihinin altıgeni veya üç­geni üzerine olduğunda bu durum, uyuşma  ve sevgiyi getirir. Fakat kişinin talihi, diğer kişinin talihinin karşısında veya dörtgeni üzerinde olduğunda, o iki kişi arasında nefret ve düşmanlık kaçınıl­maz olur."

 Bu söz, Allah’ın, göklerin ve yerin yaratılışında belirlediği yasaya uygun olup da doğru olsaydı bile nedene ilişkin kapa­lılık devam edecekti. Bu yüzden gizem ve esrarı insan idra­kine kapalı olan konularda söz söylemenin anlamı yok. Kaldı ki, bize ilimden de az bir miktar verilmiştir. Bunu kabul etmek için, gözlem ve deneyler yeterlidir. Ayrıca bu konudaki riva­yetler de bize ulaşmış bulunmaktadır.

Nitekim bu rivayetlerin birinde Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:

"Yüz münafık ve bir tek mü'minin bulunduğu bir meclise sonradan bir mü'min gelse, o mü'min, önceden gelen tek mü’minin yanına oturur. Yine yüz mü'min ve bir tek münafı­ğın bulunduğu bir meclise sonradan gelen münafık da önce­den gelen o tek münafığın yanına oturur."[30][39]

Bu iki rivayet, insanın, her zaman farkında olmasa da, mizaç olarak kendisine benzeyen kişiye karşı içten bir eğilim ve sempati duyduğunu göstermektedir.

Malik b. Dinar (rah.a.) bu benzerlik için şöyle der:

"On kişiden iki kişi uyuşup anlaşırsa, mutlaka aralarında ortak özellikler vardır. Bu hususta insanlar, kuş türleri gibidir­ler. Kuşlar, aralarında benzerlik bulunmayan başka kuşlarla uçmadıkları gibi insanlar da aralarında herhangi bir uyum ve benzerliğin bulunmadığı insanlarla birlikte olmazlar."

Yine o şöyle demiştir:

"Bir gün bir kargayı bir güvercinle birlikte gördüm ve bu birlikteliğe çok şaşırdım. Aynı türden olmadıkları hâlde nasıl bir araya gelebildiler diye düşünürken, biraz sonra ikisi de havalandı. Baktım ikisi de topal. Birliktelik için gerekli bağlam ve uyumu bu yönden kurduklarını anladım."

İlahî gerçekleri ve özellikle Kur'an'ın yüksek anlamını kav­ramış insanlardan bazıları da bu konuda şöyle demişlerdir:

 "Kuşlar kendi türleri ile uçtuğu gibi, insanlar da kendile­rine benzeyen insanlarla dostluk kurarlar. Aralarında hiçbir ko­nuda benzerlik olmayanlar, bir süre arkadaşlık etseler bile sonunda ay­rılmaları kaçınılmazdır."

Bu pek çok insanın gözden kaçırdığı bir durumdur. Bazı şairler bu gerçeği kavramış ve şöyle dile getirmiştir:

Sordu bana: "Nedir sebep, niçin ayrıldınız?" 

Dedim kaçınarak haksızlıktan sözümde:

Uymuyordu görünümü görünümüme yalnız,

İnsan ancak benzeri ile kaynaşır temelde.

 

Fizikî Güzellikten Ötürü Sevmek

 

Bu açıklamalarımızdan, bazen iki kişinin şimdi veya gele­cekte elde edilecek bir fayda söz konusu olmadan birbirini sadece mizaç benzerliğinden ötürü sevebileceği anlaşılmıştır.

Eğer amaç, ihtiras ve tutkuların tatmini değilse, fi­zikî gü­zellikten ötürü sevmek de mizaç benzerliğinden ötürü sevme kapsamına girer. Çünkü fizikî güzellik, ihtiras ve tutkuların var olmadığı varsayılan durumlarda dahi bizatihi huzur ve mut­luluk vericidir. Hatta aydınlığa, meyvelere, çiçeklere, gürül gürül akan suya ve yemyeşil manzaralara bakmak bile insana iç huzuru verir. Bu tür bakışta, ihtiras ve tutkunun tatmini diye bir amaç da söz konusu değildir.

Mizaçların benzerliğinden ve ihtiras ve tutkuların tatmin edilme amacından ileri gelen sev­gi, Allah inancı olmayan insanlarda da bulunabilir.

Fizikî güzelliğe duyulan sevgi, kötü bir amaç üzerinde yükseliyorsa, çir­kin kabul edilmiştir. Örneğin, nefsânî arzula­rın tatmini için, haram olan güzel görüntülere duyulan ilgi ve sevgi böy­ledir.

Kötü bir amaca dayanmayan fizikî güzellik sevgisi ise, serbest bırakılmıştır; ne kötülenir, ne de övülür.

Böylece fizikî güzellikten ötürü duyulan sevgi, şu üç de­ğerden birini alır: 1) Övülür, 2) Eleştirilir, 3) Nötrdür, övgü ve eleştiriye konu olmaz.

 

2. Başka Bir Sevilene Ulaştırdığı İçin Sevmek

 

Burada asıl sevilen; görünürdeki sevilen değil, onun va­sıta­sıyla ulaşılmak istenendir. Görünürdekine duyulan sevgi, asıl sevilenin elde edilmesini sağladığı içindir; yoksa bizatihi kendisinden dolayı değildir. Böylelikle gerçek sevgiliye ileten vasıta da sevilir.

Altına ve paraya duyulan sevgi böyledir. Bunlar kendi zatlarından dolayı sevilmezler. Zira ne yenilir, ne de giyilirler; fakat sevilen pek çok şey, bu ikisiyle elde edilir.

İşte insanlardan bazıları da, altın ve para örneğinde ol­duğu gibi, arzulanan bazı şeyleri elde etmeyi sağladıkları için sevilirler. Yine nüfuz sahibi bazı kimseler, sahip oldukları ekono­mik ve siyasal nüfuzlarından başkalarını da faydalan­dırdıkları için sevilirler.

İnsan bir şeyi sadece dünyevî fayda ve kaygılarla sevi­yorsa, bu, Allah için sevgi değildir. Aynı şekilde uhrevî fay­dalar da taşımakla beraber, birini sadece dünyevî maksatlarla sevmek de Allah için sevgi değildir. Bir öğrenci­nin öğretme­nini sevmesi böyle bir sevgidir. Çünkü öğrenci, kendisinden ilim öğrendiği öğretmenini sever; ama öğretmenine duyduğu sevginin gerçek nedeni, öğretmenindeki ilimdir. Eğer ilim öğrenmekten amacı, Allah’a yakınlık değil de makam ve pa­raya kavuşmak, halkın yanında saygın biri olmak ise, bu kişi­nin gerçek sevdiği de ilim değil, makam, para ve saygınlıktır.

Bunların hiçbiri Allah için sevgi değildir. Zira ateist kişi­lerde de bu türden sevgiler bulunabilmektedir.

 

İyi ve Kötü Sevgiler

 

Burada sözünü ettiğimiz sevgi, iyi ve kötü olarak ikiye ay­rılır. Eğer sevginin çıkış noktası, akranlarına üstün gelmek, yetim malını zimmetine geçirmek, yargı vb. yolları kullana­rak halka zulmetmek ve birtakım çirkin arzularını gerçekleştir­mek ise, bu sevgi kötü kabul edilmiştir.

Meşru nimetleri elde etmeyi amaçlayan sevgiler ise, iyi görülmüştür. Burada nimetlerin elde edilmesini sağlayan sevgi, kendisini ortaya çıkaran amaçla birlikte var ve ona tâbi olduğu için zorunlu olarak amacın nitelik ve hükmünü alır. Amaç iyi ise, sevgi de iyi; amaç kötü ise, sevgi de kötüdür.

 

3. Uhrevî Beklentilerle Sevmek

 

Burada sevginin çıkış noktasını, dünya hayatına değil, ahiret hayatına ilişkin menfaatler oluşturur. Bu, bilinen bir sevgidir. İlim öğrettiği ve öğrendikleriyle davranışlarını güzel­leştirmesine yardımcı olduğu için öğret­menini seven öğrenci­nin durumu budur. Bu öğrencinin ilim öğrenmekteki amacı, ahiret hayatının faydaları olduğu için onun öğretmenine duyduğu sevgi, Allah için sevgi kapsamındadır.

Ayrıca ona ilim öğreterek kendi­sinin öğretmenlik statü­sünü kazanmasına, bundan dolayı melekler âleminde saygı ile anılmasına vesile olduğu için öğ­rencisini seven öğretmen de Allah için sevenlerdendir. Hz. İsa da (a.s.): "Öğrenen, öğ­rendiğini yaşayan ve başkalarına da öğreten kimsenin adı melekler âleminde saygı ile anılır." demiştir.

Şüphesiz öğretmenlik, ancak öğrencinin varlığı ile ger­çekleşir. Bu statüyü elde etmek için öğrenci kaçınılmaz bir araç­tır. Öğretmen, öğrencisini bundan ötürü seviyorsa, bu öğret­men Allah için seven bir kimsedir.

Bunun gibi servetini Allah’a yakınlaşmak için harcayan ve Allah için misafirler kabul edip, güzelce ağırlayan kişi, gü­zel yemekler hazırladığı için aşçısını sevse, o da Allah için sevenlerdendir.

Aynı şekilde Allah için karşılıksız harcamak üzere ayırdığı parayı onun adına uygun yerlerde kullanan kişiyi seven de onu Allah için sevmiş olmaktadır.

Hatta şunu söylüyoruz:

Çamaşırını yıkayıp, evini temizleyen, yemeğini yapan ve böylelikle zamanının çoğunu ilimle ve huzur içinde ibadetle geçirmesini sağlayan hizmetçisini seven de onu Allah için seven bir kimsedir.

Huzur içinde ilme ve Allah’a yakınlaştıracak işlere yö­nelmesi için kendisinin yiyecek, giyecek, barınma gibi ihti­yaçlarını karşılayan kimseyi seven de Allah için sevenlerden­dir.

Geçmişte birtakım insanların kendilerini bütünüyle ilim ve ibadete adayabilmeleri için bazı servet sahipleri onların tüm ihtiyaçlarını karşılamayı üstlenmişlerdi. Bu amaçla yar­dım edenlerin de yardım edilenlerin de sevgileri, Allah için sevme kapsamına girer.

Şeytanın vesvesesinden korunmak, dinini korumak ve ve­fatından sonra kendisine hayır duaları edecek nesiller ye­tiştirmek için erdemli bir kadınla evlenen kişinin, hanımına karşı beslediği sevgi de Allah için sevgidir.

Rivayetlerde, ailesinin geçimini sağladığından, hatta ha­nımının ağzına koyduğu lokmadan dolayı kocaya büyük mü­kâfat verileceği bildirilmektedir.[31][40]

Bu yüzden diyorum ki:

Allah'ın hoşnutluğunu amaçlayan ve ahirette O'na kavu­şacak olmaktan dolayı mutluluk duyan kişi, birini sevdiği za­man onun bu sevgisi Allah içindir. Zira bu kişinin, amacına aykırı herhangi bir şeyi sevmesi düşünülmez.

 

Kavram Karmaşası

 

Şunu söylüyorum:

Bir gönülde hem dünya hem de ahiret sevgileri bir arada bulunabilir. Yani insan, sevdiği kişiyi aynı anda hem dünya hem de ahiret faydaları için sevebilir. Bu şekilde seven kimse de Allah için sevenlerdendir.

Öğrencinin, kendisine dinini öğretirken aynı zamanda maddî ihtiyaçlarını da karşılayan öğretmenini sevmesi bu tür sevgiye örnektir. Bu örnekteki öğrenci hem dünyada hem ahirette rahat bir yaşam arzu etmekte ve öğretmen de bu arzunun gerçekleşmesinde vesile olmaktadır. Öğ­rencinin bu amaçla öğretmenine beslediği sevgi, Allah için sevgidir.

“Sevgide dünyevî hiçbir menfaat ve beklentinin gözetil­memesi” Allah için sevginin bir şartı değildir. Zira Allah, pey­gamber­lerine dua etmelerini emretmiş ve onlar da dualarında dünya ile ahiret bir arada anmışlardır. Bu dualardan biri şöyledir: "Ey Rabbimiz! Bize bu dünyada da ahirette de iyilik ver."[32][41]

Hz. İsa da (a.s.) duasında şöyle demiştir: "Allah'ım! Beni düşmanımın diline düşürme. Dostumu benden dolayı üzme. Beni dinimde sınama ve dünya hayatını en büyük çabam yapma."

Bu duada yer alan "düşmanın diline düşmeme", dünya hayatına yönelik bir faydadır. Ayrıca İsa (a.s.), dünya hayatı için "asla çabam yapma", dememiş; sadece "en büyük çabam yapma" demiştir.

Hz. Peygamber de (s.a.v.) dualarının bazılarında:

"Allah'ım! Beni dünya ve ahiretin şerefine ulaştıracak rahmetini senden isterim."[33][42]

"Allah'ım! Beni dünyanın felaket ve belalarından, ahiretin de azabından koru." demiştir.

Özetlemek gerekirse:

Ahiretin mutluluğunu istemek, Allah sevgisiyle çelişmez­ken, dünya yaşantısında esenlik, sağlık, yeterli geçimlik ve saygınlık istemek, Allah sevgisiyle nasıl çelişir?! Dünya ile ahiret, biri diğerinden daha yakın olan iki yaşam diliminden iba­rettir. İnsanın, yarını için iyi ve mutlu olmayı isterken, bu­günü için bunu istememesi düşünülebilir mi? İnsanoğlu yarı­nında iyilik ve mutluluk ister; çünkü her yarın, bugün olacak­tır.

İnsanın bugünkü yaşantısının iyi ve mutlu olmasını iste­mesi, kaçınılmazdır.

Ancak dünya yaşantısına ilişkin bu isteklerden bazıları ahiretin faydalarını elde etmeye engel olmaktadır. Bunlar peygamberlerin ve Allah dostlarının kaçındıkları, kaçı­nılma­sını emrettikleri isteklerdir. Bu isteklerin bazıları ise, ahiret faydalarının elde edilmesine engel değildir. Bunlar da pey­gamberlerin ve Allah dostlarının yap­makta sakınca görme­dikleri; evlilik, helal kazanç türünden işlerdir.

Akıllı kişiye yakışan, ahiretin iyilik ve mutlulu­ğuna aykırı şeylerden nefret etmektir. Nefretten kastım, huy olarak değil, akıl dairesinde bir nefrettir. Şöyle ki; insan, yediği takdirde cezalandırılacağını bildiği için hükümdara ait nefis bir ye­mekten uzak durur. Onun bu yemekten uzak durmasının nedeni, canının çekmemesi değil, cezalandırılacak olmasıdır. Kurduğu mantık örgüsü, bu insanı o yemekten uzak tutar, onda yemeğe karşı bir isteksizlik meydana getirir.

Söylemek istediğim şudur:

Öğrenci, öğretmenini hem geçimini üstlendiği, hem de ilim öğrettiği için veya öğretmen, öğrencisini hem kendisin­den ilim öğrendiği, hem de bazı işlerini gördüğü için sevse -ki burada sevginin iki nedeninden birisi dünya, diğeri de ahirete ilişkin bir faydadır- bir şartla her ikisi de Allah için seven kişi­lerden olurlar. Bu şart; öğretmenin, ders vermeyi bıraktığı hâlde öğrencinin geçimini sağlamayı veya öğrencinin, öğren­ciliği bıraktığı hâlde öğretmene hizmet etmeyi sürdürmesidir. Bu durumda bir parça sevgi azalması görülebilir. İşte sevgi­nin azalan bu miktarı, Allah için sevgidir. Azalan bu miktar ora­nında, Allah için olan sevgilere verilen mükâfata nâil olur.

Sana olan birçok fayda ve iyiliğinden ötürü bir insana sevgi beslemen, yadırganacak bir durum değildir.

Bu iyilik ve faydalardan bazılarının bir daha yapılmaması durumunda sevgin azalacak; artması durumunda ise sevgin artacaktır. Bu, aynı ağırlıkta altın ve gümüşe duyulan ilginin aynı olmamasına benzer. Altın, gümüşten daha pahalı olma­sından dolayı aynı miktardaki gümüşten daha değerlidir ve daha fazla fayda sağlar.

Öyleyse beklenti ve faydaların artmasıyla sevgi de artar. Bir sevgide dinî ve dünyevî faydalar bir arada bulunabilir. Bu türden bir sevgi de Allah için sevmenin kapsamına girer.

Allah için sevginin ölçütü şudur:

Varlığı ancak Allah’a ve ahiret gününe kesin inanç ile birlikte düşünülebilen her sevgi, Allah için sevgidir.

Bu sevgide meydana gelen artış, Allah için sevgide bir artıştır.

Bu sevgi, az olsa da değerlidir.

Cüreyrî insanların birbirleriyle ilişkileri konusunda şöyle der:

"İnsanlar dinî bağlılığın güçlü olduğu hicri birinci asırda birbirleriyle ilişkilerini din eksenine oturtmuşlardı. Sonra dine bağlılık zayıfladı ve ikinci asırda vefa ve sadakat eksenli iliş­kiler görüldü. Derken vefa ve sadakat de kayboldu ve üçüncü asırda ilişkiler yiğitlik ve mertlik üzerine kuruldu. O da orta­dan kalkınca  geriye ancak korku ve özlem kaldı."

 

4. Allah İçin Sevmek

 

Bu, bir insanı, ilim öğrenme, bir konuda beceri kazanma veya onun aracılığıyla başka bir amacı gerçekleştirme bek­lentisi olmaksızın sevmektir. Sevginin en üstün, en derin ve en büyüğü budur.

Bu sevgi mümkündür. Bu sevginin göstergesi, sevginin sevgiliyi aşarak dolaylı ve uzaktan da olsa sevgiliyle ilişkili olan her şeyi kapsamasıdır.

Bir insanı çok seven kimse, onun sevenlerini, sevdikle­rini, hiz­metindekileri ve onun hoşnutluğu için çalışan herkesi  de sever. Nitekim Bakiyye b. Velid: "Mü’min, mü’mini sevdiği zaman onun köpeğini de sever." demiştir. Bu tamamen onun dediği gibidir. Aşıkların hâlleri ve şairlerin şiirleri bunun delili­dir. Aşık, sevgilisinden bir hatıra olmak üzere ona ait olan herhangi bir eşyayı saklar; onun evini, mahallesini ve kom­şularını sever.

Nitekim Âmir oğullarının Mecnun’u şiirinde şöyle der:

"Leyla’nın yaşadığı yerleri gezer dolaşırım,

Karşıma çıkan duvarlara yüz sürer koklarım.

Gerçekte gönlümü yakan elbette evler değil,

Oralarda yaşamış olan Leyla’nın sevgisidir."

Sevginin, sevgiliyle sınırlı kalmayıp, onunla ilişkisi olan her şeyi de kapsadığına gözlem ve tecrübe tanıklık etmekte­dir. Fakat bu durum ileri boyutta bir sevginin karakteridir; normal sevgi bu kuşatıcılığa sahip değildir. Bu kuşatıcılık, sevginin güç ve seviyesiyle alâkalı bir durumdur.

İşte Allah sevgisi böyle bir sevgidir. Güçlenip, kalbi ta­mamen kapladığı, insanın bütün varlık ve benliğini doldur­duğu za­man tüm yaratılmışlara da yayılır. Zira yaratılmış her varlık, Allah'ın sınırsız kudret ve gücünün bir eseridir.

Bir insanı seven; onun sanatını, yazısını, davranış ve tu­tumlarını da sever. Sevginin bu özelliği nedeniyledir ki, Allah Resûlü’ne (s.a.v.) turfanda bir meyve takdim edildiği zaman onu yüzüne sürer ve: "Rabbimin yeni bir yaratığıdır." derdi.[34][44]

Allah sevgisi, bazen ölüm sonrası hayata ilişkin vaat edi­len mükâfatlardan, bazen bu dünyada yaşarken erişilen ni­metler­den, bazen de sadece Allah'ın zatına karşı beslenen sev­giden dolayı meydana gelir. İşte bu sonuncusu, en ileri, en derinlikli ve en narin sevgidir.

Ne şekilde olursa olsun, Allah sevgisi güçlendiği zaman Allah ile ilişkili en küçük şeyi dahi kendi çemberi içine alır. Bu sevgiyle dolup taşan insan, kendisine sıkıntı, keder ve acı ve­ren şeyi dahi sever.

İleri boyuttaki sevgi, acı duyu­munu zayıflatır. Sevgiliden ötürü duyulan derin iç huzuru ve mutluluk hâli, insanın acıyı en zayıf biçimde duyma­sına ya da hiç duymamasına neden olur.

Allah sevgisi bazı insanlarda çok ileri bir seviyeye ulaşmış ve nihayet onlar: "Bize göre, belâ ile nimet arasında fark yoktur; çünkü her ikisi de Allah’tandır. Bizi ancak Allah'ın hoşnutluğu sevindirir." demişlerdir. Bazıları da: "Biz günahla­rımız nedeni ile Allah’ın bizi mağfiret etmesini istemeyiz." demişlerdir.

Semnûn da şöyle demiştir:

"Senden başkasından hazzım yok,

Nasıl istersen beni öyle dene."

 

Allah İçin Sevmenin Neticesi

 

 Burada anlatmak istediğimiz şudur:

Allah sevgisi gönülde derinlik kazandığı zaman insan, Allah’a karşı görevlerini yerine getiren herkesi sevmeye baş­lar. Güzel ahlâk ya da İslâmî terbiye gibi Allah’ın hoşnut ol­duğu nitelikleri taşıyan herkesi sever. Allah’ı ve ahireti seven bir mü’min kişiye, âlim ve âbid ile cahil ve günahkâr iki kişi­den bahse­dildiğinde onun gönlü, âlim ve âbid kişiden yana meyledecek, ona karşı bir sıcaklık duyar. Ona karşı duyduğu bu eğilim, o kişinin Allah'a olan inanç ve sevgisi kadar olur.

Kalbin bu meyli, herhangi bir çıkar ve faydanın olmadığı Allah için sevgidir. İnançlı insanın, o âlim ve âbid kişiyi sev­mesinin nedeni, o kişinin Allah'ı, Allah'ın da o kişiyi sevmesi­dir.

Ne var  ki, sevgi zayıfladığında etki ve sonuçları ortaya çıkmaz. Etki ve sonuçları görülmeyen sevgiden ötürü ise mü­kâfat yoktur.

Fakat sevgi kalbi kapladığı zaman kişiyi, sevgiliyle dost olma, ona yardım etme, can, mal ve dil ile onu savunma yönünde harekete geçirir.

İnsanların, Allah olan sevgilerinin güçlü veya zayıf oluşla­rına göre durumları da birbirlerinden farklılık gösterir.

Eğer sevgi, şimdi veya gelecekte sevgiliden elde edile­cek bir faydaya bağlı ve onunla sınırlı olsaydı, o zaman vefat et­miş olan âlimleri, âbidleri, sahâbeyi ve hatta geçmiş pey­gam­berleri sevmek diye bir şey kesinlikle düşünülemezdi. Halbuki dinine bağlı her müslümanın gönlünde onların sev­gisi yerle­şiktir.

Onlara duyulan sevgi, düşmanları tarafından aleyhle­rinde konuşulduğu zaman konuşanları uyarmak, iyilikleri anlatılıp övüldüğünde ise sevinmekle hemen kendini gösterir. Bütün bunlar, Allah için sevgidir; çünkü sevilen bu insanlar, Allah’ın seçkin kullarıdırlar. Nitekim bir hükümdarı seven kimse, onun değer verdiği kişileri, hiz­metçilerini ve sevenle­rini de sever.

Sevgi, nefsânî arzular ile sınanır, test edilir. Bazen o ka­dar büyür ki, kişi kendi bütün istek ve arzularını, sevgilinin istek ve arzularına feda eder.

Şair şiirinde bu durumu şöyle anlatır:

"O ayrılmak halbuki ben kavuşmak istiyorum,

Tüm arzularımı onun arzuları için terk ediyorum."

Bazen de sevgili uğrunda arzuların sadece bir kısmından vazgeçilir. Servetin yarısını, üçte birini veya onda birini sevgi­lisine bağışlayan insanın yaptığı budur. Bu kişinin, sevgilisi için servetinden ayırdığı miktar, ona duyduğu sevginin kıy­metinin gös­tergesidir. Çünkü sevgilinin gönüldeki değer ve kıymeti, ancak onun için terk edilen bir başka sevilenle bilinir.

Gönlünü bir şeye tamamen bağlayan için artık ondan başka sevgili olamaz. Böyle bir kişi, hiçbir şeyi sadece kendisi için edinemez, elde ettiğini yanında bekletemez. İşte Hz. Ebû Bekir (r.a.) böyle bir sevgiye sahipti. O, sevgisi uğrunda bü­tün varlığını ortaya koydu, kendi şahsı için hiçbir şey edin­medi ve yanında tutmadı. Göz aydınlığı olan kızını Hz. Pey­gamber (s.a.v.) ile evlen­dirdi, bütün malını onun yolunda harcadı.

Abdullah b. Ömer (r.a.), onun bu durumunu şöyle anla­tıyor:

"Allah Resûlü (s.a.v.), Ebû Bekir ile birlikte oturuyordu. Ebû Be­kir’in üzerinde eski bir elbise vardı. Onlar bu şekilde otururlarken Cebrail çıkageldi. Hz. Peygamber’e (s.a.v.) Al­lah’ın selâmını iletti ve ardından:

- Ey Allah’ın Elçisi! Ebû Bekir’i eski elbiseler içinde görü­yorum. Bu şekilde giyinmesinin sebebi nedir? diye sordu. Allah Resûlü (s.a.v.):

- Mekke’nin fethinden önce tüm servetini bana getirip vermişti, dedi. Bunun üzerine Cebrail:

- Ona Allah’tan selâm getirdiğimi söyle ve de ki: "Şu yok­sul hâlinle Rabbinden razı mı yoksa O’na küskün müsün? Rabbin bunu öğrenmek istiyor."

Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.), Hz. Ebû Bekir'e döndü ve:

- Bak, Ebû Bekir! dedi. Bu yanımdaki Cebrail’dir. Sana Allah’tan selâm getirmiş. Allah, şu yoksul hâlinle kendisinden razı mı yoksa küskün müsün, öğrenmek istiyor.

Bu sözü duyan Ebû Bekir'in (r.a.) gözyaşları boşaldı:

- Ben mi Rabbime küseceğim? Ben Rabbimden razıyım. Elbette Rabbimden razıyım." dedi.

Bütün bu anlattıklarımızdan çıkan sonuç şudur:

Bir âlimi, âbidi veya ilim, ibadet ve iyiliğe düşkün bir in­sanı seven kimse, onu Allah için sevmiştir. Sevgisinin gücü oranında da mükâfat alacaktır.

Allah için sevgi ve bu sevginin dereceleri, bu açıklamala­rımızla anlaşılmış olmaktadır. Gerçi bu açıklamalarla, “Allah için nef­ret” konusu da bir parça anlaşılmış oldu; ama biz bu konuyu biraz daha detaylandırmak istiyoruz.

 

Allah İçin Nefret

 

Haberin olsun ki,

Allah için seven insan, Allah için nefret de edebilmelidir. Bir insanı, Allah'a ibadet ettiği ve Allah katında sevilen bir kişi olduğu için sevdiğin gibi, Allah’a isyan ettiği, Allah katında sevilmeyen biri olduğunda da ondan nefret etmelisin. Zira bir nedenden ötürü birini seven kişinin, bu nedenin zıddından dolayı da ondan nefret etmesi kaçınılmazdır. Bu, sevgi ve nefrette genel kuraldır.

Fakat sevgi ve nefret, kalpte gizli iki hâldir. Ancak bu­lun­dukları ortama baskın geldiklerinde varlıkları anlaşılır. Birbi­rine yakınlaşma veya uzaklaşma ya da uyum içinde veya uyumsuz olma gibi davranışlar, kişide onlardan hangisinin bulunduğunu gösterir. Sevgi veya nefret, bir davranış ve tu­tum olarak eyleme dönüştüğünde "dostluk" ya da "düşman­lık" adını alır.

Daha önce de aktardığımız kudsî hadiste Allah Teâlâ: "Benim için arkadaşlık veya düşmanlık yaptın mı?" diye sor­maktadır. Allah’a itaat ve ibadet dışında bir hâli veya Al­lah’a isyan ve kötü ahlâkından başka bir davranışı bilinme­yen ki­şilere karşı tutumun bellidir: Birincileri sever, ikincilerden nef­ret edersin.

 

Kulluk ile İsyanın Bir arada Bulunması

 

Sorun, Allah’a kulluk ile günah bir arada bulunduğunda ortaya çıkıyor.

Sen soruyorsun:

"Nefret ile sevgiyi aynı anda nasıl yaşarım? Zira bu ikisi birbirine zıt duygulardır. Sonuçları da birbirine karşıttır. Çünkü sevgi, uyuşmayı ve arkadaşlık kurmayı sağlarken; nefret, uyuşmazlığa ve düşmanlığa yol açar."

Bu soruya cevabım şudur:

Bu durum, Allah hakkında tezat oluşturmadığı gibi in­sanlar hakkında da tezat oluşturmaz. Çünkü bir insanın pek çok huy ve özelliği vardır ve bunların bazılarından hoşlanır­ken, diğer bir kısmından hoşlanmayabilirsin. Hoşlandı­ğın özelliklerini dikkate alarak bir insanı severken, hoşlanma­dığın özellikleri nedeniyle de ona karşı nefret besleyebilirsin.

Hanımı güzel ama iffetsiz olan koca, onu güzelliğinden ötürü severken, iffetsizliği nedeniyle de soğuk davranabilir. Ya da çocuğu akıllı, büyüklerine saygılı ama günahkâr olan baba, onu zeka ve saygısından dolayı severken, günahta ısrar etmesinden ötürü de nefret edebilir. Onunla ilişkisini bu iki duygu arasındaki kesişim noktasında gerçek­leştirir. Fakat bir babanın üç oğlu olsa ve bunlardan biri akıllı ve itaatkar; di­ğeri aptal ve isyankar; üçüncüsü de aptal ve itaatkar ya da akıllı ve isyankar olsa, bu durumda babanın, çocuklarına karşı üç farklı tutum geliştirmesi beklenir.

Aynı şekilde Allah’a kulluğunda kusur olmayan, günaha batmış bir yaşam süren veya bazen kulluk eden bazen de günah işleyen kişilere karşı yaklaşım da üç farklı seviyede olacaktır. Bu ise, herkese, sevgi ve nefret, kaynaşma ve sırt çevirme, arkadaşlık ve ayrılık olarak hakkını vermekle ger­çekleşir.

"Günah işlese de bu kişi müslümandır. Müslüman, Al­lah’a kul olmuş insan demektir. Ben bir müslümandan nasıl nefret ederim?!" dersen, derim ki:

Onu müslüman olduğu için sever, günah işlediği için de ondan sevgini esirgersin. Ona karşı, kâfir ile günahkâr ara­sında bir tutum izlersin.

Kâfir ile günahkârın durumunu düşünürsen, bu iki tutum arasındaki farkını kavrarsın. Bu fark, İslâm sevgisi ve İslâm’ın hakkını verme farkıdır. Allah'a karşı görevlerin yerine getiril­memesini, sana karşı görevlerin yerine getirilmemesi gibi ve Allah'a karşı görevlerin yerine getirilmesini de sana karşı gö­revlerin yerine getirilmesi gibi düşünüp, bu farkı anlamaya çalış. Bazı hususlarda seninle uyum içinde olup diğer bazıla­rında sana aykırı davranan kimseye karşı, ne tümden so­murtkan ol, ne de güleç; ne tamamen dost ol, ne de dostlu­ğunu bitir; ne büsbütün sevgi göster, ne de soğuk ve ilgisiz davran. Bunların ortasında bir yol izle. Kendisiyle her konuda uzlaşıp ortak hareket edebildiğiniz kimseye ileri derecede gösterdiğin saygı, sevgi, nezaket ve konukseverliği ona asla gösterme. Yine bunun gibi, hiçbir şekilde uzlaşamayıp, ortak hareket ede­mediğiniz kişiye karşı sergilediğin küçümseme, umursa­mama ve değer vermeme gibi davranışları ona karşı gösterme.

Seninle bazı hususlarda uyuşup, bazılarında sana aykırı düşen kimseye karşı izleyeceğin orta yol şu olmalıdır:

Allah ile olan hukukunda kusur ve ihlal gördüğün zaman ona karşı küçümseyici bir tavır sergile. Allah’ın hukukunu göze­ten bir yaşantıyı ortaya koyduğu zaman ise güler yüz, sevgi ve saygı göstererek onu onurlandır.

İşte Allah'a bazen itaat ederek, O’nun hoşnutluğunu ka­zanan ve bazen de isyan ederek, öfkesine uğrayan bir kim­seye karşı ortaya koyacağın davranış ve tavır bu olmalıdır.

 

Nefreti Açığa Vurmak

 

"Nefret nasıl açığa vurulur?" dersen, derim ki:

Nefret ya söz ile açığa vurulur ya da davranışla. Nefretin sözel dışa vurumu, bazen nefret edilen kişiyle konuşmamak, bazen ağır ve aşağılayıcı söz söylemek biçiminde gerçekleşir. Davranışla ortaya konulması ise, bazen o kişiden destek ve yardımı kesmek, bazen aleyhinde tavır almak, mak­sat ve amaçlarını sekteye uğratmak şeklinde ortaya çıkar.

Nefreti açığa vurmanın bazı biçimleri daha serttir. Bu sertlik ise, nefrete muhatap olan kişinin içinde bulunduğu günah ve isyanın büyüklüğüne göre değişir. Kasıtlı, bilinçli ve sürekli olarak değil de istemeden, elinde olmadan, yanılgı ve gaflet sonucunda yaptığını, akabinde hemen piş­man oldu­ğunu bildiğin günah ve kusurlarını görmezden gel­mek ve gizlemek en doğru davranıştır.

Günahı bilinçli ve sürekli olarak iş­leyen samimi yakın ar­kadaşa karşı nasıl bir tavır ortaya konulacağı konusu yuka­rıda anlattığımızdan farklı bir konudur ve onun İslâmî hükmü de farklıdır. İslâm bilginlerinin bu konudaki değerlendirmeleri daha sonra aktarılacaktır.

Eğer günahı bilinçli ve sürekli olarak işleyen kişi, senin samimi arkadaşın değilse, ona karşı nefreti açığa vurma zo­runluluğu vardır. Bunu da ya onunla ilişkiyi kesip, ona yüz vermeyerek ya da ona onur kırıcı, küçük düşürücü sözler söyleyerek yaparsın. Kuşkusuz onur kırıcı, küçük düşürücü söz, insan üzerinde, ilişkiyi kesmekten daha ağır ve sert bir etki yapar. Bu sözün şiddeti günahın büyüklüğüyle doğru orantılı olmalıdır.

Nefretin davranış olarak dışa vurumu iki seviyede ger­çekleşir: Birincisi, günahkâr kişiden yardım, şefkat ve desteği çekmektir. Bu nefret göstermenin en alt seviyesidir. İkincisi, düşmanıymış gibi, iş, plan ve projelerini sekteye uğratmaktır.

Günahına engel olunabilecek kimselere karşı nefret mut­laka ortaya konmalıdır. Ama nefretin davranış olarak ortaya konması, onu günahtan alıkoymayacaksa, bundan kaçınıl­malıdır.

Örneğin:

Alkolik bir adam, zenginlik, güzellik ve asaletinden dolayı bir kadına evlilik teklifi götürse, evlendiklerinde mutlu bir yuva kurabilirler. Ancak bu evlilik o adamı alkol almaktan alıkoymayabileceği gibi, alkole daha fazla bağımlı da yapma­yabilir. Bu durumda, bu evliliğin gerçekleşmesine ya da bo­zulmasına senin katkın olacaksa, bu durumda bu evliliği bozman doğru olmaz.

Bu evliliğin gerçekleşmesinde ona yardımcı olmaya ge­lince; alkol bağımlısı olduğu için duyduğun kızgınlığı göster­mek amacıyla bu konuda onu yardımsız bırakmanda bir sa­kınca yoktur. Fakat bu, zorunlu değildir. Çünkü bu konuda ona yardımcı olmakla onun gönlünü kazanabilir ve sana karşı kalbinde sevgi uyandırabilirsin. Daha sonra o da senin öğü­dünü tutarak alkolü bırakabilir. Bu amaçla ona yardım etmek güzeldir.

Fakat alkolü bırakacağını ümit etmemekle birlikte, müslüman olması hasebiyle senin desteğini hak ettiğini düşü­nerek ona yardımcı olmak istersen, bu da yasaklanmış değil­dir. Özellikle hataları sana ve seninle ilişkili kişilere yönelikse, onu affetmen ve evlenebilmesi için olumlu katkılarınla onu desteklemen doğru ve güzel olur. Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurur:

"Bunun içindir ki, [haksız iftiralara uğramış olsalar bile,] içinizden [Allah'ın] bolluk ve genişlik bahşetmiş olduğu kim­seler yakınlarına, düşkünlere ve kötülük diyarından Allah için göç eden kimselere yardımdan el çekmesinler; onları affedip geçsinler. (Öyle ya,) Allah'ın da sizi bağışlamasını istemez misiniz; (hem de) Allah'ın çok acıyıp esirgeyen gerçek bağış­layıcı olduğunu [gördüğünüz hâlde]?"[35][46]

Hz. Ebû Bekir, Mistah b. Esâse'ye[36][47] ekonomik yardım ve destekte bulunuyordu. İfk hâdisesinde bu kişi de Hz. Aişe  (r.a.) hakkında kötü sözler söylemişti. Bundan dolayı Hz. Ebû Bekir (r.a.), ona bir daha yardım etmeyeceğine dair yemin etti. Neticede, yaptığı büyük bir günah olmasına rağmen Mistah’ın lehine olarak yukarıdaki ayetler indi. Hz. Peygam­ber’in Hz. Aişe (r.a.) gibi saygın bir hanımına zina iftirasını yakıştırmaktan ve ona dil uzatmaktan daha büyük hangi gü­nah vardır?! Hz. Ebû Bekir (r.a.) onun bu hareketiyle de­rin­den sarsılmış, âdeta can evinden vurulmuştu. Oysa ken­dine haksızlık yapanı bağışlamak, kötülük edene iyilik etmek, onun en belirgin ahlâkıydı.

Fakat ne olursa olsun, her durumda, sana haksızlık ya­pana senin iyilikle karşılık vermen, oldukça güzel ve doğru bir davranıştır.

Fakat başkalarına zulmeden, hakkını gasp eden kişiye ge­lince; buna iyilik yapmak doğru olmaz. Çünkü zalime iyilik, mazluma kötülük etmektir. Mazlumun hakkı, öncelikle gözeti­lip korunmaya daha layık ve uygundur. Allah katında, hak­sızlığa uğramış kimsenin kalbinin, zalime sırt çevrilmek sûre­tiyle teselli ve takviye edilmesi, zalimin gönlünün alınıp teselli edilmesinden daha üstün bir davranıştır. Ancak haksızlığa uğrayan sen isen, bu durumda affedip bağışlaman daha ye­rinde ve güzel olur.

İslâm âlimleri, günahkârlara karşı nefretin açığa vurul­ma­sında farklı davranış ve yöntemler belirlemişlerdir. Ancak hepsi de zalimlere, bid’atçılara ve başkalarına da zarar veren günahkârlara karşı nefretin dışa vurulmasında görüş birliği içindedir.

Fakat işledikleri günahların zararı yalnız kendileriyle sı­nırlı kalan günahkârlara karşı nasıl bir davranış ortaya konu­lacağı konusunda ihtilaf edilmiştir. Bazı âlimler, ayırım yap­maksızın, bu kategoriye giren günahkârların hepsine şefkat ve acıma hisleriyle yaklaşmışlardır. Bazıları da onlara karşı ol­dukça sert bir tavır sergilemiş ve onları dışlamışlardır.

 Ahmed b. Hanbel, haklarında duyduğu en küçük bir sözden dolayı İslâm'ın ileri gelen kişileriyle ilişkisini kesiyordu. Hatta o, Yahya b. Maîn’in,[37][48] "Ben hiç kimseden bir şey iste­mem; fakat sultan da olsa her getirenin getirdiğini alırım." dediğini duyunca, derhal onunla da arkadaşlığına son ver­miştir.

Aynı şekilde Haris el-Muhâsibî’yi de Mutezile’yi eleştirdiği kitabını yazarken takip ettiği metottan dolayı, "Sen önce onla­rın şüphelerini yazıyor ve böylelikle halkın bu şüpheler üze­rinde düşünmelerine yol açıyorsun. Sonra bu şüphelere ce­vaplar veriyorsun." diyerek eleştirmiş ve terk etmiştir.

Yine o, Hz. Peygamber'in (s.a.v.): "Allah, Adem’i kendi sûretinde ya­rattı."[38][49] hadisini tevil ettiği gerekçesiyle Ebû Sevr’le de bağlarını koparmıştır.

Bu, niyete göre değişen bir durumdur. Aynı şekilde niyet de duruma göre değişir.

Fakat insanların ihtiyaç hâlinde, acziyet içinde bulun­dukları ve ancak ulaşabildikleri imkanları kullandıkları düşü­nüldüğü takdirde düşmanlık ve nefret konusunda bir yumu­şama meydana gelir. Bu kabul edilebilir bir durumdur.

Ancak bazen niyete yağcılık ve dalkavukluk karışır da böylece kişi birtakım günahlara göz yumar. Günahları gör­mezden gelmeye iten bu sebeplerin başında yağcılık ve dal­kavukluk, kalp kırmama, küstürmeme ve nefret ettirmeme isteği gel­mektedir. Şeytan bu düşüncelerle günaha göz yu­man akıl­sız insanlara, "şefkat ve acıma duygularıyla günaha göz yumdukları" düşüncesini empoze ederek onları aldatır.

Bunun ayırt edici kriteri şudur:

İnsan kendisine karşı hatalı davranışlar sergileyen günah­kâr kişiye şefkatle davranıp, "Ne yapalım, bu hatayı işlemek, onun kaderinde varmış. Kaderi değiştirmek mümkün değil. Ezelde bunu yapması takdir edilmişse, bundan nasıl kurtula­bilir?!" diye­bilir.

Ama onun Allah’a karşı olan hatalarında böyle bir dü­şünce ve niyet doğru olmaz. Kaldı ki kendine karşı yapılan yanlışlıklarda ona öfkelenip, Allah’a karşı yanlış yaptığında acıma duygusuyla ona yaklaşıyorsa, bu kişi, şeytanın tuza­ğına düşmüş bir yağcı ve dalkavuktur. Bu kişiye karşı dikkatli olunmalıdır.

Eğer: "Nefreti dışa vurmanın en basit biçimi, o kişiden yüz çevirip, onunla arkadaşlığa son vermek ve ona olan yar­dım ve desteği kesmektir. Nefreti bu şekilde dışa vurmak, dinî bir görev midir? Bunu yapmayan kişi, günahkâr olur mu?" diye sorarsan, cevabımız şudur:

İslâmî ilimlerinden çıkan sonuca göre; bu tutum, yü­kümlü­lükler ve farz olan görevler kapsamında değildir. Zira biz biliyoruz ki, Hz. Peygamber (s.a.v.) ve sahâbesi devrinde, içki içen ve utanç verici davranışlarda bulunan kimseler bü­tünüyle dışlanmazlardı. Aksine sahâbeden bir kısmı onur kı­rıcı, küçük düşürücü sözler söylerlerken, diğer bir kısmı onlara hiçbir şekilde müdahalede bulunmayarak, yüz çevirip terk etmekle yetinirlerdi. Bunların dışında o insanlara şefkat duy­gularıyla yaklaşan, dışla­mayan kimi sahabîler de vardı.

Bunlar dinin ince meseleleridir. Ahiret yolcularının uy­gulamaları bu meselelerde farklılıklar gösterebilir. Bu nedenle herkes, kendi durumuna göre bir tavır ortaya koyar. Bu gibi meselelerde ortaya konacak tutum, ahlâkî erdemler çerçeve­sinde değerlendirilir; haram veya farz olarak nitelenmez. Çünkü insanın asıl sorumluluğu, Allah’ı bilmek ve O’nu sev­mektir.

 

Allah İçin Nefret Edilen Kimseler Ve Onlarla İlişkilerin Düzeyi

 

"Gerçi nefret ve düşmanlığı fiilen açığa vurmanın her ne kadar farz değilse de mendub olduğunda şüphe yoktur. Fakat günahkârların hepsinin durumu aynı değildir, onlar farklı kategorilerdedirler. Bu bakımdan onların hepsine aynı tutum ve davranışın gösterilmesi isabetli olur mu? On­larla ilişkilerde ahlâkî erdemi nasıl gözetirim?" dersen, ceva­bım şudur:

Haberin olsun ki,

Allah’ın dinine aykırılık, ya inançta ya da davranış ve ya­şantıda meydana gelmektedir.

İnançta aykırı olanlar, ya bid’atçıdır ya da kâfir.

Bid’atçı, insanları bid’atına ya çağırır ya da çağırmaz. İn­sanları bid’atına çağırmayan da ya gücü yetmediğinden ya da kendi tercihi ve bilinçli istemi ile bu çağrıyı yapmaz.

 

A. İnanç ve Düşüncede Aykırı Olanlar

 

1. İlahî Gerçekleri İnkâr Edenler (Kâfirler)

 

İlahî gerçekleri inkâra şartlanmış olan kişi (kâfir), müslü-manlarla savaş hâlinde ise, öldürülmeyi veya esir alın­mayı hak eder. Ona bunun dışında bir muamele yapılmaz.

İslâm topraklarında yaşayan diğer din mensuplarının du­rumuna gelince; onları incitmek, sıkıntı vermek ve kötü dav­ranmak caiz değil­dir.

Onlarla karşılaşmalarda müslüman ilk selâm veren kişi olmamalıdır. Onlar selâm verdiklerinde de selâmları "ve aleyke" diye alınmalıdır.

Onlarla düşüp kalkmamak, ticaret yapmamak, yiyip iç­memek ve samimiyet kurmamak daha uygun olur.

Dost ve arkadaş gibi onlarla da sıcak ve rahat ilişkiler kurmaya gelince; bu şiddetle mekruh­tur, haram olması ihti­mali de söz konusudur.

Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurur:

"Allah'a ve Ahiret Günü'ne [gerçekten] inanan, ama [aynı zamanda] -babaları, oğulları, kardeşleri yahut [öteki] akra­baları bile olsa- Allah'a ve Elçisi'ne karşı çıkanları seven bir toplum göremezsin."[39][53]

Hz. Peygamber de (s.a.v.):

"Müslüman ile müşrikin ateşleri birbirini görmez."[40][54] bu­yurmuştur.

Allah Teâlâ onların dost edinilmemesini isteyerek şöyle buyurmuştur:

"Siz ey imana ermiş olanlar! Size gelmiş bütün hakikat­leri inkâr eden ve [yalnızca] Rabbiniz Allah'a inandığınız için Elçi'yi ve sizi (yurtlarınızdan) süren düşmanlarıma -ki onlar aynı zamanda sizin de düşmanlarınızdır- şefkat göstererek onları dost edinmeyin!"[41][55]

 

2. Propagandist Bid’atçı

 

Propagandasını yaptığı bid’at, insanın ilahî gerçekleri in­kâr ve reddetmesine yol açıyorsa, bu bid’atçı, İslâm toprakla­rında güvenle yaşayan diğer din bağlılarından kötüdür. Çünkü o, diğer din bağlısı gibi ne cizye vermekte, ne de İslâm toprakla­rında güven içinde yaşamanın hukukî dayanağı olan sözleş­menin taraflarından biridir.

Şayet bid’atı, ilahî gerçekleri inkâr etmeyi gerektiren bid’atlardan değilse, bu bid’atçının Allah ile olan durumu, ilahî gerçekleri inkâra eden kişinin durumundan daha basit ve hafiftir. Fakat buna rağmen bu bid’atçıyı kötü­leyip karşı çıkmak, ilahî gerçekleri inkâra eden kişiye karşı çık­maktan daha zorunlu ve gereklidir. Çünkü inkâr edenin kö­tülüğü kendisiyle sınırlı olup, başkasına geçmez. Zira müslümanlar onu, ilahî gerçekleri inkâr eden kişi olarak tanırlar ve bundan dolayı sözlerine değer vermezler. İnkâra eden kişi de, müslümanım diye ortaya çıkmaz.

Fakat bid'atının propagandasını yaparak, onun doğru ol­duğunu iddia eden bid’atçı, insanların aldanıp yoldan çıkma­sına neden olur. Dolayısıyla kötülüğü başkalarına da doku­nur. Bu yüzden bu kişiye karşı nefreti açığa vurmak, onu dışlayıp kü­çümsemek, bid’atına karşı çıkmak ve halkı ondan nefret et­tirmek daha kuvvetli bir mendubtur.

Kimsenin olmadığı bir yerde verdiği selâmı almakta sa­kınca yoktur. Fakat selâmını almadığın takdirde dile gitirdiği bid’atın ne kötü bir iş olduğunu fark edeceğinden ve terk etmeyi düşü­nebileceğinden kesin emin isen, selâmını alma­mak daha doğru olur. Çünkü selâmı almak, her ne kadar farz ise de müslümanlara fayda getirecek en küçük durumlarda dahi bu hüküm kalkar. İnsanın banyoda veya tuvalette bu­lunmasıyla da bu farz düşer. Kaldı ki bid’atçıyı propaganda­sını yap­maktan alıkoymak, bütün bu faydalardan daha önemlidir.

Bid’atçı, bir toplulukla beraberken selâm vermişse, in­sanları ondan soğutup, uzaklaştırmak ve halkın gözünde onun bid’atını kötülemiş olmak için selâmını almamak da uygun olur.

Bu tür insanlardan her türlü yardım ve iyiliği kesmek doğru bir davranıştır. Özellikle halkın gördüğü yerlerde bun­lara yardımdan şiddetle kaçınmak gerekir.

Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Bid’atçıya kızgınlık duyan, ayıplayan kimsenin kalbini Allah büyük korku gününde güven ve imanla doldurur. Bid’atçıya hoşgörü ve iyilikle davranan, güler yüz gösteren kimse ise, Allah’ın Muhammed’e indirdiğini hafife almış de­mektir."

 

3. Propagandist Olmayan Bid’atçı

 

Bu, avâmdan bir bid’atçıdır. Bid'atının propa­gandasını yapma imkanı olmadığı için halkın ona uyması endişesi de olmaz. Bunun durumu öncekilerden daha hafiftir. En iyisi, bu kimseye karşı sert ve kırıcı davran­mamak; aksine tatlı dil ve öğütle yaklaşmaktır. Çünkü halkın kalbi çabuk döner. Öğüt fayda etmezse ve kendisine yüz ve­rilmediğinde bid’at’ı kötü­lenmiş olacaksa, ondan yüz çevirmek kuvvetli bir mendub olur.

Kalbinde bid’atı iyice benimsediği, başka her tür düşünce ve inanca kapandığı ve öğütün faydasız olacağı kesin olarak biliniyorsa, bu durumda en doğrusu, ondan yüz çevirmektir. Çünkü bid’at, şiddetle reddedilmediği ve kötülenmediği za­man halk içinde kolaylıkla taraftar bulur ve fesadı bütün top­lumu kaplar.

 

B. Davranış ve Yaşantıda Aykırı Olanlar

 

Allah’ın dinine aykırı bir davranış ve yaşantı sürdürenlere gelince; Bunlar:

Ya bu günah olan davranışlarla başkalarına da zarar ve­rirler. Zulüm, gasp, yalan şahitlik, çekiştirme, ara bozma, ko­vuculuk ve benzeri kötü davranışlar böyledir.

Ya da bu günah yaşantıları kendileri ile sınırlı kalıp, baş­kalarına zararı dokunmaz. Bu gruba dahil olan insanlar, ya başkalarını da kendi işledikleri kötülüklere çağırır, onların da katılımını sağlarlar. Kadın ve erkekleri bir araya getirip, içki ve fuhuş için ortam hazırlayanlar gibi. Ya da kendi işledikleri kö­tülüklere başkalarını çağırmazlar, işledikleri günahın kötülük ve zararı başkalarına ulaşmaz. Kendi başına içki içen kişinin ya da zina eden iki kişinin durumu budur.

Bu insanların yaptıkları ya büyük ya da küçük günah kapsamına girer. Bunları da ya sürekli ya da ara sıra yaparlar.

Bu gruplandırma sonunda üç günahkâr insan prototipi ortaya çıkıyor. Her bir prototipin, özgün günah derecesi ve seviyesi vardır ve bunların bir kısmı diğerlerinden daha bü­yük ve ağırdır. Bu yüzden hepsiyle aynı tarz bir ilişki ve davra­nış geliştirmek yanlış olur.

 

1. Günahlarıyla Başkalarına Zarar Verenler

 

Bunlar zulüm, gasp, yalancı şahitlik, çekiştirme, kovucu­luk gibi kötü fiillerinin zararını başkaları çektiği için bu grubun en kötüleridirler. Bu kişilerden uzak durmak, onlarla birlikte bulunmamak, görüşüp konuşmamak gerekir.

Günah olan iş, halka sıkıntı ve zarar verdiğinde günahı­n şiddeti artar, büyür. Bu davranışlar suçsuz cana kıymak, baş­kasının malını gasbetmek, namus ve onura tacizde bu­lunmak gibi fiillerdir. Bunların da bazıları diğer bazılarından daha kötüdür.

Bu tür kötü davranışlarda bulunanları küçümsemek ve onlardan yüz çevirmek dinin müstehab kabul ettiği bir hare­kettir. Fakat onları küçümsemenin, hem kendileri hem de başkaları üzerinde günahtan uzaklaştırıcı etkisi olacaksa, o zaman yüz çevirmek müstehab olmaktan çıkar, zorunlu olur.

 

2. İşledikleri Kötülüğe Başkalarını da Çağıranlar

 

İçki ve fuhuş partileri düzenleyerek, bu tür kötülüklerin  kolaylıkla işlenmesine zemin hazırlayanlar bu grubun örneğini oluşturmaktadırlar.

Bu insanlar, kötülük işlemek bakımından yukarıda anla­tılan gruba benzemekle birlikte yaptıklarının günahı ve zararı daha hafiftir. Çünkü başkasının malına, canına veya namus ve şerefine dokunmadan işlenen günahların, yalnızca Allah ile günahı işleyen arasında kaldığı ve kul hakkı karışma­dığı için bağışlanması daha kolaydır.

İşlediği kötülüğe başkalarını da çağırdığı için, bu katego­riye giren insanın durumu, günahıyla başkasına zarar veren kişiden daha ağırdır. Buna da ona gösterilen tavır takınılır: Kü­çümsenir, dışlanır, ilişkiler kesilir ve verdiği selâm alınmaz. Özellikle bu şekilde yapıldığı takdirde onun veya başkaları­nın, kötülükten vazgeçeceği ihtimali ağır basıyorsa, bu tutum kesinlik kazanır.

 

3. İşledikleri Kötülüğe Başkalarını Çağırmayanlar

 

Başkasına zararı dokunmayacak şekilde içki içen, farz olan kulluk görevlerinden birini terk eden veya yalnızca kendi­sini ilgilendiren bir konuda dinin bir yasağını çiğneyen kişiler bu gruba girerler. Bunların durumu, geçen üç grup arasında en hafif olanıdır.

Günah olan bir fiili yaptığı esnada kendisine rastlanırsa, onu -gerekirse küçük düşüren sözlerle hatta döverek- o gü­nahtan alıkoymak gerekir. Zira günah olan davranışlardan alıkoymak dinen vaciptir.

Bu kişi, o esnada günah olan işi bıraksa dahi bu davra­nışı sürekli tekrarladığı ve ayrıca nasihatin onu içinde bulun­duğu günahtan alıkoyacağı kesin olarak bilinirse, öğüt ver­mek vacip olur. Fakat bu kesin olarak bilinmiyor; ancak ümit edili­yorsa, bu durumda bile öğüt vermek, tatlı dille -veya daha faydalı olacaksa biraz sertlikle- onu bu davranışından alıkoymak, ter­cih edilen tutum olmalıdır.

Öğütün kendisine fayda etmediği ve aynı günahı işle­meye devam ettiği bilinirse, âlimler ona karşı sergilenecek tutumda ihtilaf etmişlerdir. Bu kimsenin selâmının alınmaya­cağı ve onunla bir arada bulunulmayacağı konusunda farklı görüşler ortaya konulmuştur. Kabul edilmeye en uygun görüş şudur: "Bu konuda sergilenecek tutum, kişinin niyetine göre belirleneceği için bu konuda da "Ameller niyetlere göre de­ğerlenir" hadisi esas alınır."

Böyle bir kimseye hoşgörü ve acıma duygularıyla yak­laşmak, alçakgö­nüllülüğün bir çeşididir. Ona sert davranmak ve ondan yüz çevir­mek de onu günahtan alıkoymanın bir yoludur. Bu iki tutumdan birini tercih etme hususunda fetvayı kalbinden alacaksın. Nefsânî arzula­rının zıddı olan davranışı yapman isabetli ve yerinde olur. Üstün ve dürüst bir insan olarak tanınma arzusuyla o kişiyi küçümsemiş ve ona sertlik göstermiş olabilirsin. Ya da sana sağlayacağı maddi faydalar, yağcılık ve dalkavukluk yaparak elde etmeyi umdu­ğun men­faatlerden veya makam ve zenginliğinden dolayı ona yumu­şak davranmış olabilirsin. Bu tür davranışlar, şeytanın vesve­sesinden ileri gelir ve ahiret adamına yakışmaz.

Dinî iş ve davranışlara arzu duyan herkes, nefsiyle mü­cadeleyi sürdürecektir. Bunun için bu gibi hâllerde kendini sürekli denetim ve kontrol altında tutması gerekir. Ne yap­ması gerektiğini kalbine sormalıdır. Kalp, verdiği fetvalarda bazen doğruya ulaşır, bazen yanılabilir. Bazen bilinçli olarak nefsinin arzularına uyar; bazen de aldanarak, Allah için hare­ket ettiğini, ahiret yolunda ilerledi­ğini sanarak bunu yapar.

Zararı yalnız failine dönük -yapan ile Allah arasında ka­lan- gü­nahın çirkinliği, başkasına da zarar veren, sıkıntıya sokan gü­naha göre daha hafiftir. Aşağıdaki olay, bu gerçeği ortaya koyuyor:

Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında içki içtiği için cezalan­dırılan bir adam tekrar içerken yakalandı. Ashabtan bir kişi: "Allah lanet etsin! Ne çok içiyor!" dedi.

Bu sözü duyan Hz. Peygamber (s.a.v.):

"Kardeşine karşı şeytana yardımcı olma!"[42][57] buyurdu veya bu anlamda bir söz söyledi.

Bu hadis, tutum ve davranışlarda yumuşaklığın, sertlik ve katılıktan daha uygun, öncelikli ve yerinde bir davranış oldu­ğunu göstermektedir.

 

Arkadaş Seçiminde Aranacak Nitelikler

 

Haberin olsun ki,

Her insan, arkadaşlık yapmak için uygun değildir. Bu konuda Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Kişi, arkadaşının dini üzeredir. Öyleyse arkadaşlık yaptı­ğınız kimseye dikkat edin."[43][58]

Kendisiyle arkadaşlık edilmeyi gerektiren birtakım nite­liklerin kişide bulunması zorunludur. Bu nitelikler, arkadaş­lıktan beklenen faydaları sağlayıcı olmalıdır.

Arkadaşlıktan dünya ve ahiret yaşantısına dair faydalar beklenir. Arkadaşın ekonomik, sosyal ve siyasî gücünden yararlanmak, onunla sosyal bir çevre oluşturmak, arkadaşlı­ğın dünya hayatına dair faydalarından bazılarıdır. Fakat ar­kadaşlıktan elde etmeyi umduğumuz faydalar, menfaatçilik düzeyinde olmamalıdır.

Arkadaşlığın ahiret yaşantısına dair faydalarına gelince, bu konuda pek çok şey sayılabilir. Bunlardan bazıları şunlar­dır: Arkadaştan bilgi ve davranışça istifade etmek, kendini gönül huzuruyla ibadete verebilmek için arkadaşın ekonomik imkanlarından yararlanmak, önemli olaylarda ve felaket an­larında yardım ve desteğini görmek, onun yapacağı duadan bereket ummak, ahirette şefaatini ümit etmek...

Faziletli atalarımızdan biri, arkadaşlığın faydaları konu­sunda şöyle demiştir:

"Arkadaşlarınızın sayısını artırın; çünkü her mü’minin bir şefaati vardır. Belki arkadaşının şefaatine mazhar olursun."

Garibüt-tefsîr'de, "[O'dur] inanıp doğru ve yararlı işler yapanların dileklerini kabul eden; ve [O'dur öteki dünyada] lütfuyla onlara [hak ettiklerinden] fazlasını verecek olan."[44][59] ayetinde "lütfuyla onlara [hak ettiklerinden] fazlasını verecek" pasajı, onları arkadaşları için şefaatçi kılacak ve birlikte cen­nete girecekler, biçiminde tefsir edilmiştir.

Denilmiştir ki, Allah Teâlâ bir kulu bağışladığı zaman onu arkadaşlarına şefaatçi yapar. Bundan dolayı faziletli ataları­mız, arkadaşlık, kaynaşma ve birlikteliğe özendirmiş ve in­sanlardan uzaklaş­mayı, ayrı yaşamayı hoş karşılamamışlardır.

Bütün bunların gerçekleşmesi için, her bir faydanın zo­runlu birtakım şartları vardır.

Özetlemek gerekirse, arkadaşlık yapılacak kimsede şu beş niteliğin bulunması gerekir:

1. Akıllı olmak,

2. Güzel ahlâklı olmak,

3. Günah içinde bir hayat sürüyor olmamak,

4. Bid’atçı olmamak,

5. Dünyaya aşırı düşkün olmamak.

Şimdi bu beş niteliği ayrıntılı olarak açıklıyoruz.

 

1. Akıllı Olmak

 

Akıl, sermaye ve temeldir. Aptalla olan arkadaşlıkta hayır yoktur. Ne kadar uzun sürerse sürsün, aptal biriyle yapılan arkadaşlığın sonu ayrılık ve dargınlıktır.

Hz. Ali şöyle demiştir:

"Cahili kendine arkadaş edinme asla,

Sen ondan, o senden uzak olsun daima.

Nice cahil helâk etmiştir beraberinde,

Uysal kişi onunla arkadaşlık ettiğinde.

Kişi kişi ile ölçülür benzediklerinde,

Vardır benzer tarafı bir şeyin diğer şeye.

Kalpler buluştuğunda, birinden ötekine yol vardır,

Akıllı insan, görünce korktuğu şeyi ondan sakınır."

Aptal arkadaş, iyilik yapayım derken kötülük yapar da farkına bile varmaz. Bunun için şair demiştir ki:

"Akıllı düşmandan asla korkmam,

Aptal dosttandır korkum her zaman.

Akıl tek bir sanattır yolu da ayan,

Aptallık sayıya gelmez çoğu zaman."

 "Aptaldan uzaklaşmak, Allah’a yaklaşmaktır." denilmesi de bundandır.

Süfyan Sevrî de "Aptalın yüzüne bakmak, yanlış ve gü­nahtır." demiştir.

Bizim "akıllı kişi"den kastımız, her şeyi olduğu hâl üzere, gerçekliğiyle kavrayabilen kimsedir. İster kendi kabiliyeti ve kavrayışı ile, isterse anlatıldığı veya öğretildiği zaman kavra­mış olsun, fark etmez...

 

2. Güzel Ahlâklı Olmak

 

Güzel ahlâk, arkadaşlıkta kaçınılmazdır.

Çünkü akıllı nice kimse vardır ki, her şeyi olduğu hâl üzere, gerçekliğiyle kavrar. Fakat öfke, ihtiras, cimrilik ve kor­kaklık gibi huylar kendisinde baskın geldiği zaman nefsânî arzu ve tutkularına boyun eğer. Kötü ahlâkını yenemediği ve ahlâkını güzelleştiremediği için de bildiğinin aksine davranır. Böyle bir kişinin arkadaşlığında hayır yoktur.

 

3. Günah İçinde Bir Hayat Sürüyor Olmamak

 

Günahkârca bir yaşantıyı sürdürmekte ısrar eden kimse­nin arkadaşlığında da hayır yoktur.

Allah’tan korkan kimse, büyük günahlarda devamlılık göstermez. Bundan dolayı Allah’tan korkmayanın kötülüğün­den emin olunamayacağı gibi arkadaşlığına da güvenilmez. O, menfaat için her şeyi yapabilir.

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

"Ve iyi ve güzel olan ne varsa hepsini terk edip [yalnızca] bencil arzularının peşine düştüğü için kalbini zikrimize karşı duyarsız kıldığımız kimseye aldırma."[45][60]

"Bunun içindir ki onun [Son Saat'in] geleceğine inanma­yıp sadece kendi arzularının, tutkularının peşine düşen kimse seni bu [gerçeğe inanmak]tan alıkoymasın; yoksa, kendine yazık etmiş olursun!"[46][61]

"O hâlde, Bizi anmaktan uzak duran ve bu dünya haya­tından başka bir şeye önem vermeyenlere mani ol."[47][62]

"Ve Bana yönelenlerin yolundan git."[48][63]

Bu ayetin karşıt anlamında (mefhum-u muhalifinde), gü­nahkârca bir yaşantı süren insana serzeniş ve azar vardır.

 

4. Sünnet Karşıtı Olmamak

 

Sünnet karşıtı insanla arkadaşlık edildiği takdirde sünnet karşıtlığı anlayışının bulaşması tehlikesi vardır.

Sünnet karşıtı insan, terk edilmeyi, kendisiyle her tür iliş­kinin kesilmesini hak etmiştir. Durum böyleyken arkadaşlığı nasıl tercih edilebilir?

Said b. Müseyyeb'in, Hz. Ömer’den (r.a.) yaptığı riva­yette Hz. Ömer (r.a.) arkadaş hakkında iyi düşünülmesini istemekte ve şöyle demektedir:

"Dürüst ve erdemli arkadaşlar edin. Onların korumasında güvenle yaşarsın. Onlar rahatlık ve bollukta süs ve ziynet, darlık ve sıkıntıda azık ve destektirler. Arkadaşının senden istediği bir işi en güzel biçimde yerine getir ki, gerektiğinde sana daha güzeli ile karşılık versin. Düşmanından da uzaklaş. Yalnızca güvenilir insanlarla arkadaşlık yap. Güvenilir olanlar ise, Allah’tan korkanlardır. Günah içinde bir hayat sürenlerle arkadaşlık yapma, onlardan ancak kötülük öğrenirsin. Onlara sırrını söyleme. İşlerini Allah’tan korkanlara danış ve onların görüş ve düşüncelerini önemse."

Güzel ahlâka gelince..

Ölüm döşeğinde yatan Alkame el-Utâridî, oğluna vasi­ye­tinde güzel ahlâk sahibi arkadaşı şöyle tanımlar:

"Oğlum! Arkadaşlık yapacağın kimsede şu özellikler bu­lunsun. Kendisine hizmet ettiğinde seni korusun, arkadaşlı­ğıyla sana şeref versin, güzel­lik katsın, ihtiyaç anında yardım etsin. İyilikte sana yardımcı olsun, iyiliklerini görüp dile getir­sin; ama kusur ve hatalarını gizlesin. Kendisinden bir şey iste­diğin zaman versin, sen sustuğunda sözü açsın, sıkıntılı anında yardımına koşsun, seni teselli etsin, konuştuğunda sözüne inansın. İkiniz birlikte bir işi omuzladığınızda seni baş­kan se­çsin. Ölçüp tarttığınızda seni kendine tercih etsin.”

Alkame bu vasiyeti ile, arkadaşlık hukukunu da açıklamış bulunmakta ve arkadaşın bu ödev ve sorumlulukları yerine getirmesini şart koşmaktadır.

Yahya b. Eksem[49][64] şöyle anlatmıştır:

"Halife Me'mun, Alkame’nin bu vasiyetini duyunca:[50][65]

- Böyle arkadaş nerede? diye söylendi. Kendisine:

- Alkame’nin, oğluna böyle bir vasiyeti niçin yaptığını bi­liyor musun? diye sordular. Halife Me'mun:

- Hayır, bilmiyorum, deyince:

- Babası, oğlu kimseyle arkadaşlık yapmasın, diye bu va­siyeti yapmış, dediler.

Kültür ve görgü sahibi insanlardan bazıları da şöyle de­mişlerdir:

"Sırrını gizleyen, kusurlarını örten, musibet anında ya­nında olan, seni her şeye tercih eden, iyiliklerini her yerde anlatıp, kötülüklerini saklayan kimselerden başkasıyla arka­daşlık yapma. Şayet bu nitelikte birini bulamazsan, kendin­den başka dostun olmasın."

Hz. Ali de (r.a.) şöyle demiştir:

"Gerçek arkadaş daima yanında bulunan,

Kendini feda ederek sana faydalı olan,

Felaket ve musibetlerle karşılaştığın zaman,

Kendi rahat ve düzenini senin için bozan."

Âlimlerden kimileri de demişlerdir ki:

"Şu iki kişiden başkasıyla arkadaşlık yapma:

1. Dinî konularda kendisinden bir şeyler öğrendiğin, sana faydalı kişi,

2. Dinî konularda kendisine bir şeyler öğrettiğin ve bu öğret­tiklerini kabul eden kişi."

Bazıları da şöyle demişlerdir:

"İnsanlar dört sınıftır:

1. Bir kısmı tatlıdır; onların tadına doyamazsın.

2. Bir kısmı acıdır; ondan yenmez.

3. Bir kısmı ekşidir; onlar senden bir şey almadan, sen onlardan bir şey al.

4. Bir kısmı da tuzludur, yalnız ihtiyaç zamanında ondan bir miktar al."

Cafer-i Sadık da şöyle demiştir:

"Beş kimse ile arkadaşlık yapma:

1.Yalancı ile arkadaşlık yapma. Çünkü ona inanırsan al­danırsın. O serap gibidir; uzağı yakın, yakını da uzak göste­rir.

2.Aptal ile arkadaşlık yapma. Çünkü faydalı olayım der­ken sana zarar verir.

3.Cimri ile arkadaşlık yapma. Çünkü o, sana gün gelir en çok ihti­yacın olan şeyi bile vermez.

4.Korkak ile arkadaşlık yapma. Çünkü o sıkıntı ve zorluk zamanında seni tek başına bırakır.

5.Günah içinde bir yaşam sürenle de arkadaşlık yapma. Çünkü o bir lokmaya ve hatta daha azına seni satar.

Cüneyd Bağdadi şöyle der:

"Güzel ahlâklı günahkâr bir arkadaşımın olması, kötü ahlâklı âlim bir arkadaşımın olmasından daha iyidir."

Ahmed b. Ebü’l-Havarî anlatıyor:

Hocam Ebû Süleyman bana şöyle dedi: "Ahmed, şu iki insandan başkasıyla arkadaşlık yapma:

1. Dünya yaşantında kendisinden faydalandığın kişi,

2. Ahiret yaşantına dair kendisinden faydalandığın kişi,

Bu iki insandan başkası ile birlikte olmak, büyük aptallık­tır."

Sehl b. Abdullah et-Tüsterî şöyle demiştir:

"Üç çeşit insanın arkadaşlığından sakın:

1. Umursamaz zalimler,

2. Dalkavuk âlimler,

3. Cahil sûfîler."

Haberin olsun ki,

Bu sözlerin çoğu, arkadaşlığın amaçlarını bütünüyle or­taya koymaktan uzaktır. Arkadaşlığın fayda ve amaçlarını ancak tarafımızdan dile getirilen açıklamalarımız ortaya koy­maktadır. Çünkü dünya yaşamına dönük bir arkadaşlıkta aranan şartlar, ahiret yaşamına dönük bir arkadaşlıkta aran­maz.

Bişr arkadaşları şöyle gruplandırır:

"Arkadaşlar üç çeşittir:

1. Ahiret arkadaşı,

2. Dünya arkadaşı,

3. Sosyal çevre ve eğlence arkadaşı.

Bu üç çeşit arkadaşlığın bir kişide bir araya gelmesi çok zordur. Bu nitelikler kişilerde ayrı ayrı dağılmış durumdadır. Bundan dolayı arkadaşlıkta aranan şartlar da kaçınılmaz ola­rak farklılaşmıştır.

Halife Me'mun "Arkadaşlar üç çeşittir" der ve şöyle belirtir bunları:

Besin-gıda gibi olanlar. Bunlardan vazgeçemezsin.

İlaç gibi olanlar. Bazı zamanlarda onlara gereksinim du­yarsın.

Hastalık gibi olanlar. Bunlara hiçbir zaman ihtiyaç duymazsın. Fakat insan bazen bu arkadaşlıklara ya­kalanır. Bu­nların ne sevgi ve içtenliği vardır, ne de bir faydası."

Denilmiştir ki:

İnsanlar, ağaçlar ve bitkiler gibidir.

Bazılarının gölgesi var; fakat meyvesi yoktur. Bu ağaç, dünya hayatı konusunda ken­disinden faydalanılıp, ahiret hayatına dönük hiçbir faydası olmayan kişinin örneğidir. Dünya hayatına dönük fayda, hızla kaybolan gölge gibi­dir.

Bazılarının meyvesi var; fakat gölgesi yoktur. Bu ağaç, ahiret yaşamı için faydası olup, dünya yaşamı için faydası olmayan insanın örneğidir.

Bazılarının hem gölgesi hem de meyvesi vardır. Bu ağaç, hem dünya hem de ahiret yaşantısı için faydalı olan insanın örneğidir.

Bazılarının ise ne meyvesi ne de gölgesi vardır. Deve di­keni gibidirler, yaklaştığın zaman elbiseni yırtar. Ne yemeye, ne de içmeye yarayışlı değildir. Bunun hayvanlardan örneği, fare ve akreptir.

Nitekim Allah Teâlâ:

"[Bazen de] kendisine zararı yararından daha çok olacak olan kimseye, [bir başka insana] yalvarıp yakarır; gerçekten de, bu ne kötü efendi ve bu ne kötü uyruk!"[51][72]

Şair der ki:

"İnsanlar eğer ki tatmışsan değil bir,

Fark yok aralarında ağaçlar gibidir.

Bu ağacın ne güzel, ne hoş meyvesi,

Bulunmaz şunun tatlı bir meyvesi."

İnsan, dini ya da dünyası konusunda kendisinden fay­dalanabileceği bir arkadaş bulamazsa, yalnız kalması onun hakkında en iyisidir.

Ebû Zer de (r.a.) bunu şöyle dile getirir:

"Yalnızlık kötü arkadaştan, iyi arkadaş da yalnızlıktan iyi­dir."

Bu söz, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) sözü (hadis) olarak da  rivayet edilmiştir.[52][74]

Arkadaşın dindar olup, günah içinde bir hayat yaşıyor  olmamasına dair Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Ve Bana yönelenlerin yolundan git."[53][75]

Günahkârları görerek, onlarla birlikte olmak, kalpte gü­nahı basitleştirir, ağırlığını giderir ve ona olan nefret duy­gu­sunu yok eder.

Said b. Müseyyeb (rah.a.) şöyle demiştir:

"Zalimlere bakmayın ki, güzel ve faydalı amelleriniz ge­çersiz olup, sonuçsuz kalmasın."

Bu tür insanlarla beraber olmak, esenlikten uzak olmak demektir. Halbuki esenlik, onlardan uzak kalmaktadır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Ve ne zaman kötü niyetli, dar kafalı kimseler kendilerine laf atacak olsa, (sadece) “selâm!” derler."[54][76]

Yani “Ey günahkârlar! Biz sizin günahlarınızdan esenlik­teyiz, siz de bi­zim şerrimizden esenliktesiniz.”

 

5. Dünyaya Aşırı Düşkün Olmamak

 

Dünyaya düşkün kişinin arkadaşlığı, öldürücü bir zehir­dir. Çünkü karakter ve huylar, yaratılış itibariyle, arkadaşa benzemeye ve ona uymaya eğilimlidir. Arkadaşlar farkına varmadan birbirlerinden etkilenirler ve mizaçları birbirine benzer.

Bundan dolayı dünyaya aşırı düşkün olanlarla beraber olmak, insanda doyumsuzluk ve açgözlülük duygularını hare­kete geçirir. Dünyaya karşı soğuk ve isteksiz insanlarla (zahidler) beraber olmak da insanı dünya hayatına karşı so­ğuk ve isteksiz yapar.

Bu yüzden dünyaya gönül verenlerle arkadaşlık yapmak, hoş karşılanmamış; ahirete sevdalı insanlarla arkadaşlık yap­mak ise güzel görülmüştür.

Hz. Ali (r.a.) şöyle demiştir:

"Yanlarında çekingen, mahcup, sıkılgan olunan insan­larla oturup kalkmak sûretiyle amellerinizi diri ve zinde tutu­nuz."  

Ahmed b. Hanbel (rah.a.):

"Beni belâya düşüren, kendilerinden utanıp çekinmedi­ğim, kendilerine karşı saygı hisleriyle dolmadığım arkadaşlar­dan başkası değildir." demiştir.

Lokman Hakîm de oğluna vasiyetinde şöyle demektedir:

"Oğlum! Âlimlerle oturup kalk, meclislerinde onlara iyice sokul. Sağanak yağmurlarla ölü toprak nasıl diriliyorsa, hik­metle de ölü kalpler öyle dirilir."

Arkadaşlığın anlamı, şartları ve faydaları konusunda an­latmak istediklerimiz bunlardır. Şimdi de arkadaşlık hukuku, görev ve hakları ile bunların yerine getirilmesi konularına değinelim.

 

İkinci Bölüm

 

Arkadaşlık Hukuku

 

Arkadaşlık Ödev ve Hakları

 

Haberin olsun ki,

Arkadaşlık hukuku, karı koca arasındaki nikah bağı gibi iki kişi arasında kurulan bir bağdır. Nikahın nasıl ki, sadakatle yerine getirilmesi gereken birtakım ödev ve hakları varsa, aynı şe­kilde arkadaşlığın da ödev ve hakları vardır. Arkadaşı­nın, senin malında, şahsında, dilinde ve kalbinde hakkı var­dır. Bunların bir gereği olarak ona dua edecek, kusurlarını bağış­layacaksın. Ona vefa gösterecek, ağırlık vermeyecek, yük olmayacaksın.

Bu hukukun tamamı sekiz ödev ve haktan oluşur:

 

Birinci Ödev ve Hak

 

Ekonomik Dayanışma

 

Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"İki arkadaş, birbirini yıkayan iki el gibidir."

Hadis, arkadaşları iki ele benzetmiş; birini el, diğerini ayağa benzet­memiştir. Çünkü iki el, ortak amaç ve hedefler uğrunda yardımla­şır. Aynı şekilde iki kişinin arkadaşlığı da ancak ortak amaç ve idealler doğrultusunda olduğunda ta­mam olur.

Bu bakımdan arkadaşlar, bir tek kişi gibidirler. Bu ise, iyi ve kötü günü, darlık ve bolluğu paylaşmayı, şimdiki zamanda ve gelecekte birlikteliği ve arkadaşını kendine tercih etmeyi ge­rektirir.

Arkadaşlara karşı yardımsever olup, onlarla parayı ve malı paylaşmak üç seviyede gerçekleşir:

1- Paylaşmanın en alt seviyesi, arkadaşı hizmetçin gibi görüp, malının fazlasından ihtiyaçlarını karşılamandır. Bu durumda, ihtiyaç içinde olduğunu fark ettiğinde -ihtiyacından fazla malın varsa- istemesine gerek bırakmadan onun ihtiya­cını karşılar­sın. Zira onu istemek zorunda bırakmak, arkadaş­lık huku­kunda büyük bir kusurdur.

2- Arkadaşını kendinle bir tutarak, onu mal ve servetine ortak etmendir. Hasan Basrî şöyle demiştir: "Geçmişte iki kişi, Allah için dost olduğunda her biri, beline bağladığı örtüsünü ikiye bölerek arkadaşıyla paylaşırdı."

3- Arkadaşını kendine tercih etmen, onun ihtiyacını kendi ihtiyacından öne almandır. Bu, arkadaşlığın en üst seviyesidir. Bu, çok doğruların (sıddîk) ve birbirini Allah için se­venlerin eriştiği yüce bir mertebedir. Bu seviyedeki bir kimse, arkadaşının canını kendi canına tercih eder.

Haberin olsun ki,

Şayet arkadaşınla olan beraberliğin bu üç kategoriden hiçbirine girmiyorsa, henüz aranızda samimi bir arka­daşlık kurulmamıştır. Aranızdaki ilişki, akıl ve dince hiçbir değeri olmayan, bütünüyle şeklî, iç derinlikten yoksun bir beraber­likten öte bir şey değildir.

Meymun b. Mihran şöyle demiştir: "Karşılıklı iyilik ve yar­dımlaşmanın yer almadığı bir arkadaşlığa razı olanlar, me­zarda yatanlarla arkadaşlık etsinler."

Bu arkadaşlığın alt seviyesidir.

Anlatıldığına göre; Utbetü’l-Gulam bir gün, Allah için ar­kadaşlık yaptığı bir kişinin evine gitmiş ve ona:

- Dört bin dirheme ihtiyacım var, demiş. Arkadaşı:

- İki bin dirhem verebilirim, deyince Utbetü’l-Gulam:

- Sen dünyalığı Allah’ın hoşnutluğuna tercih ettin. Böyle bir sözü nasıl söyleyebiliyorsun?! Allah için arkadaşlık iddia­sında bulunmaktan utanmıyor musun! diye cevap vermiş.

Bu seviyedeki arkadaşlarla dünyalık menfaat ilişkilerine girilmemesi uygun olur.

Ebû Hazım: "Allah için arkadaşlık yaptığın kişi ile dünya­lık konularda görüşme." demiş ve bu sözüyle bu seviye­deki arkadaşlığı kastetmiştir.

Arkadaşlığın en ileri seviyesi, aşağıdaki ayette Allah’ın mü’minleri nitelediği arkadaşlıktır:

"Ve [bütün ortak meselelerini] aralarında danışma ile ka­rara bağlayanlar [için]; ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz­den başkalarına harcayanlar [için]."[55][79]

Bu gruptaki arkadaşlar, birbirlerinin malına ortaktırlar, sahip olduklarını yalnızca kendilerine ait kabul etmezler.

Bundan dolayı onlardan bazıları, "Benim ayakkabılarım" diyenlerle arkadaşlık etmezlerdi. Çünkü o, kullandığı ayakka­bının kendine ait olduğunu söylemekteydi.

Fethü’l-Mevsılî, dostlarından birinin evine geldi. Ev sahibi evde yoktu. Fethü’l-Mevsılî, hizmetçiden evdeki parayı getir­mesini istedi. Kadın parayı getirdi. Fethü’l-Mevsılî ihtiyacı kadar parayı alıp gitti. Hizmetçi olup biteni eve gelen efendi­sine anlattı. Adam arkadaşının bu davranışından o derece memnun oldu ki, hizmetçisine, "Doğru söylüyorsan, seni Al­lah için azat ettim." dedi.

Bir kişi Ebû Hüreyre’ye (r.a.) gelerek:

- Seninle Allah için arkadaş olmak istiyorum, dedi. Onun bu isteğine Ebû Hüreyre (r.a.):

- Arkadaşlık hukukunu biliyor musun? diyerek karşılık verdi. Adam:

- Bilmiyorum, nedir söyle? deyince, Ebû Hüreyre:

- Senin, paranda benden daha fazla hak sahibi olma­mandır, dedi. Adam:

- Ben bu seviyeye henüz ulaşamadım, deyince Ebû Hüreyre (r.a.):

- O hâlde beni bırak, dedi.

Ali b. el-Hüseyin bir adama:

- Sizden biriniz izin almadan arkadaşının cebinden iste­diği parayı alabilir mi? diye sordu. Adam:

- Hayır, dedi. Bunun üzerine o:

- O hâlde siz henüz arkadaş olmamışsınız, dedi.

Bir grup insan Hasan Basrî’nin yanına gelerek:

- Namazınızı kıldınız mı? diye sordu. O da:

- Evet, kıldım, dedi. Onlar:

- Pazar esnafı, henüz namazını kılmadı, dediler. Hasan Basrî ise onlara:

- Pazar esnafından dinini kim öğrenir?! Bana anlatıldı­ğına göre; onlar, arkadaşlarını bir dirhemden bile yoksun bırakıyorlar, dedi. O bu son sözü, pazar esnafının bu davranı­şına olan şaşkınlık ve hayretini belirtmek için söylemişti.

İbrahim b. Edhem, Kudüs’e gitmek üzere hazırlanı­yordu. Bu esnada bir adam yanına gelerek:

- Seninle yol arkadaşı olmak istiyorum, dedi. İbrahim:

- Senin malına benim senden daha fazla sahip olmam  şartı ile olur, dedi. Adam:

- Hayır, bunu kabul edemem, dedi. İbrahim de adama:

- Dürüstlüğün hoşuma gitti, sözüyle karşılık verdi.

İbrahim b. Edhem, yolculukta arkadaşına muhalefet et­mezdi. Ancak uyuşamayacağı insanlarla da arkadaşlık et­mezdi.

Ayakkabı bağı yapıp satan bir adam İbrahim b. Edhem’le bir yolculukta arkadaşlık yaptı. Molalarda bir adam İbrahim'e tirit yemeği gönderiyordu. Yine tirit yemeği gelmişti.  İb­rahim b. Edhem, yol arkadaşının çantasını açtı ve içinden bir miktar ayakkabı bağını çıkarıp, tirit yemeğini getiren adamın taba­ğına koydu. Daha sonra gelen arkadaşı İbrahim'e çanta­sın­daki eksik ayakkabı bağlarını sordu. İbrahim:

- Yediğin tirit yemeğine karşılık verdim, dedi. Adam:

- İki üç bağ verseydin yeterdi, deyince İbrahim:

- Cömert ol ki sana da cömert davranılsın, dedi.

Bir defasında da İbrahim b. Edhem, arkadaşına ait olan bir binek hayvanını sahibinin iznini almadan yaya bir kim­seye verdi. Arkadaşı geri dönüp, olanları öğrenince İbrahim’e itiraz et­medi, herhangi bir sorun çıkarmadı.

İbn Ömer (r.a.) şöyle anlatmıştır:

"Ashabtan birine kesilmiş bir koyun başı takdim edildi. O kişi: "Falan arkadaşımın bu başa benden daha fazla ihtiyacı var." diyerek ve onu arkadaşına gönderdi. Arkadaşı da aynı şekilde başı başkasına gönderdi. Böylece baş yedi kişiyi do­laştıktan sonra tekrar ilk kişiye döndü."

Anlatıldığına göre; Mesruk ağır bir borç altında idi. Arka­daşı Hayseme de aynı şekilde ağır bir borçla karşı kar­şıya idi. Mesruk Hayseme’ye, Hayseme de Mesruk’a haber vermeden gidip birbirlerinin borçlarını ödediler.

Hz. Peygamber (s.a.v.), Abdurrahman b. Avf ile Sa’d b. el-Rebi’yi  birbirine kardeş yaptığı zaman Abdurrahman bütün malını Sa’d’a bıraktı ve "Ey Sa’d! Allah malına bereket ver­sin."[56][85] dedi. Sa’d da malı iki eşit parçaya bölerek Abdurrahman'la paylaştı.

Abdurrahman’ın yaptığına "başkasını kendine tercih etme"; Sa’d’ın yaptığına da "eşit paylaşım" denir. Başkasını kendine tercih, eşit paylaşımdan daha üstün bir davranıştır.

Süleyman Darânî şöyle demiştir:

"Bütün dünya benim olsa ve ben hepsini birden arkada­şıma verseydim, ona verdiklerimi yine de az bulurdum."

Yine o şöyle demiştir: "Ben arkadaşıma yedirdiğim ye­meğin tadını boğazımda hissederim."

 

Arkadaşlar İçin Harcamanın Fazileti

 

Arkadaşların ihtiyaç ve giderlerini karşılamak, yoksullara sadaka vermekten daha üstün ve erdemli bir davranıştır. Bu­nun için Hz. Ali (r.a.):

"Allah için arkadaşıma verdiğim yirmi dirhem, yoksullara verdiğim yüz dirhemden daha sevimlidir." demiştir.

Yine o demiştir ki:

"Bir tencere yemek yapıp arkadaşlarımı davet etmeyi, bir köle azat etmeye tercih ederim."

Kendi ihtiyacı varken başkasını tercih etmenin en müs­tesna örneği, Hz. Peygamber (s.a.v.)’dir. Bir gün O (s.a.v.) ve birkaç arka­daşı sık bir ormana girdiler. Hz. Peygamber (s.a.v.) misvak ağacından iki misvak yaptı. Misvakların biri eğri idi. Hz. Peygamber (s.a.v.) eğri olanını kendine ayırıp, düz ve güzel olanı arkadaşına verdi. Arkadaşı: "Ey Allah’ın Elçisi! Bu düz ve güzel olan, size daha çok yakışır!" deyince Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"Çok kısa bir zaman dahi olsa arkadaşlık yapan kişiye, arkadaşlık hukukunu gözetip gözetmediği sorulacaktır."

Hz. Peygamber’in (s.a.v.) bu hadisinden, arkadaşını kendine tercih etmenin, Allah’ın, arkadaşlıkta gözetilmesini istediği hususlardan olduğunu anlaşılmaktadır.

Hz. Peygamber (s.a.v.), yıkanmak üzere bir kuyuya gitti. Huzeyfe b. el-Yeman elbiselerini perde yaparak Hz. Peygam­ber’i (s.a.v.) örttü. Ardından Huzeyfe yıkanmak için oturdu. Hz. Peygamber (s.a.v.) elbiselerini alarak ona perde yapmak istedi. Huzeyfe bunu kabul etmedi ve: "Ey Allah’ın Elçisi! Anam babam size feda olsun. Zahmet etmeyin, bırakın." dedi. Hz. Peygamber (s.a.v.) ısrar ederek, yıkanıncaya kadar ona perde tuttu. Ardından Hz. Peygam­ber (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"İki arkadaşın Allah’a en sevimli olanı, arkadaşına en fazla şefkatli olandır."

Anlatıldığına göre; Malik b. Dinar ile Muhammed b. Vâsi, Hasan Basrî’nin evine girdi. Hasan Basrî o sırada evde de­ğildi. Muhammed b. Vâsi, Hasan Basrî’nin karyolasının altın­dan içinde yiyecek bulunan bir sepet çıkardı ve ondan ye­meye başladı. Malik ona: "Ev sahibi gelene kadar bekle!" dedi. Ancak Muhammed aldırış etmeden yemeye devam etti. Malik, Muhammed’den daha cömert ve daha güzel ahlâklı idi. Bu esnada Hasan Basrî eve girdi. Onları bu durumda görünce Malik'e: "Ey Malikçik! İşte sizin gibiler ortaya çıkın­caya kadar bizler arkadaşlarımızın evinde dilediğimiz gibi davranmaktan çekinmezdik." dedi.

O bu sözüyle, arkadaş evinde rahat davranmanın, arka­daşlıktaki saflık ve içtenlikten ileri geldiğini anlatmak is­temiş­tir. Nasıl böyle olmasın ki, Allah Teâlâ:

"Yahut anahtarı size emanet edilmiş olan [evlerde]... yi­yip içmenizde bir sakınca yoktur."[57][88] buyurmaktadır.

Bundan dolayı ilk zamanlar ev sahibi, evinin anahtarını arkadaşına ve­rir, evde ona istediği gibi hareket serbestisi ta­nırdı. Öte yanda anahtarı alan arkadaş da Allah’a karşı so­rumluluk bilinciyle hareket eder, istediği gibi davranamazdı. Bunun üzerine Allah bu ayeti indirerek, kardeş ve arkadaşla­rın evlerinden serbestçe yemelerine izin verdi.

 

İkinci Ödev ve Hak

 

İstemeden Yardım Etmek

 

Arkadaşlık hukukunun getirdiği ikinci ödev ve hak; arka­daşın ihtiyaçlarını -istemesine gerek bırakmadan- karşılamak ve kendi ihtiyaçlarını erteleyerek onun ihtiyaçlarına öncelik vermektir.

Ekonomik dayanışmanın olduğu gibi bunun da basamak ve seviyeleri vardır.

İstemeden yardım etmenin en düşük basamağı; yardım istediğinde, güç yeti­rebilirse, güler yüz, tatlı söz ve memnuni­yetle arkadaşın ihtiya­cını gidermeye çalışmaktır.

 Bazıları şöyle demişlerdir:

Bir ihtiyacın için arkadaşından yardım istediğinde o bunu yerine getirmezse,  bir kere daha hatırlat; zira unutmuş olabi­lir. Yine yardım etmezse, onun cenaze namazı için tekbir al ve ardından şu ayeti oku: "[Kalben] ölmüş olanlara gelince, [yalnız] Allah onları diriltebilir."[58][89]

İbn Şibrime, arkadaşlarından birisinin önemli bir ihtiya­cını giderdi. Daha sonra arkadaşı, yardımına karşılık kendi­sine bir hediye getirdi.  İbn Şibrime: "Bu nedir?" dedi. Arka­daşı: "Bana olan yardımına karşılık" cevabını verdi. Bunun üzerine İbn Şibrime: "Bunu geri al, Allah sana esenlik versin. Bir arkadaşına bir işin düşüp de arkadaşın senin o işini yap­mak için bir çaba göstermezse, cenaze namazı kılacakmış gibi abdest al, dört tekbir getir ve artık onu ölülerden say." dedi.

Cafer b. Muhammed şöyle demiştir: "Ben, bir daha bana ihtiyaçlarını söylemezler endişesiyle düşmanlarımın bile ihti­yaçlarını karşılamaya çalışırım. Düşmanlar hakkında böyle olunca, dostları varın siz düşünün?"

Faziletli atalarımız (selef) içinde öyle insanlar vardı ki, ar­kadaşlarının ölümünden kırk sene sonra bile onların ailelerine her gün gider gelir, ihtiyaçlarını gidermeye çalışırlardı. Ço­cuklar, böylece yalnız babalarını kaybetmiş olurlar, belki (ya­şasalardı) ba­balarının onlara sunacağından daha fazlasına kavuşurlardı. Onlar, dostlarının evlerine devamlı uğrarlar ve "Yağınız, tuzunuz var mı? Herhangi bir şeye ihtiyacınız var mı?" diye sorarlardı.

Hatta onlardan bazısı, arkadaşının birtakım ihtiyaçlarını karşılardı da o kişinin bundan haberi olmazdı.

İşte şefkat ve arkadaşlık bu gibi davranışlarla açığa çıkar. Kendine acıdığı kadar arkadaşına acımayan insanın arkadaş­lığında hayır yoktur.

Meymun b. Mihran şöyle demiştir:

"Arkadaşlığından fayda gelmeyen kimsenin düşmanlığın­dan da zarar gelmez."

Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Dikkat edin, Allah Teâlâ’nın yeryüzünde birtakım kapları vardır; onlar kalplerdir. Allah’a en sevimli kalp, günahlardan en fazla arınmış, dince en sağlam ve arkadaşlarına karşı en yumuşak olandır."[59][91]

Özetle söylemek gerekirse,

Arkadaşının ihtiyaçları senin kendi ihtiyaçlarınla aynı önem ve önceliğe sahip, hatta daha önemli ve öncelikli ol­malıdır.

Kendi ihtiyaçlarından habersiz olmadığın gibi, onun ihti­yaçlarından da habersiz olmamalı, sorup araştırmalısın. Ay­rıca onu ihtiya­cını dile getirmek mecburiyetinde bırakmamalı­sın. Sonra yardımın kaynağının sen olduğunu bilmeyecek derecede gizlice onun ihtiyaçlarını karşılamalısın. Yardımda bulunurken bundan kendine bir pay çıkarmamalı; aksine senin bu yardımını kabul etmiş olmasını kendin için övünç saymalısın.

Arkadaşının sadece ihtiyaçlarını gidermekle yetinmemeli, bunun ötesinde ona iyilik ve ikramda bulunmaya, çocukları ve akrabalarıyla ilgilenmelisin.

Hasan Basrî bu hususta şöyle der:

"Dost ve arkadaşlarımız, bize aile ve çocuklarımızdan daha sevimlidir. Çünkü aile ve çocuklarımız bize dünyayı, dostlarımız ise ahireti hatırlatıyorlar."

O yine demiştir ki:

"Allah için arkadaşına refakat eden kim­seye Allah, kıya­met gününde, cen­nete giden yolda ona refakat etmesi için me­lekler gönderir."

Bir rivayette de şöyle denilmiştir:

"Allah için sevdiği bir arkadaşını ziyarete giden kim­seye ardından bir melek: "Güzel yaptın; cennet de senin için güzel oldu" diye seslenir."

Atâ da şöyle demiştir:

"Üç gün görmediğiniz arkadaşınızı üçüncü günden sonra araştırın. Eğer hasta ise, ziyaretine gidin, meşgul ise yardım edin. Eğer unuttuysa, hatırlatın."

Rivayet olunduğuna göre, bir gün Hz. Peygamber’in (s.a.v.) meclisinde Abdullah b. Ömer (r.a.) sağa sola bakınıp duruyordu. Hz. Peygamber (s.a.v.), neden böyle yaptığını sordu. O da: "Sevdi­ğim bir adam vardı, göremedim. Ona bakınıyordum." de­yince, Hz. Peygamber (s.a.v.):

"Bir adamı sevdiğin zaman adını, babasının adını ve ne­rede oturduğunu (bir diğer rivayette ayrıca: “dedesinin ve akrabalarının adını”) öğren. Hasta olduğu zaman ziyaretine,  işi olduğu zaman da yardımına git." buyurdu.

Şa’bi, arkadaşını sima olarak tanıyan; fakat adını bilme­yen kişinin arkadaşlığı için: "Bu, ölüyle arkadaşlıktır." demiş­tir.

İbn Abbas’a (r.a.): "En çok kimi seviyorsun?" diye so­ruldu. Onlara: "Dostumu." cevabını verdi.

Yine İbn Abbas  (r.a.) şöyle demiştir: "Benden yana hiç­bir dünyalık beklentisi olmadan üç gün ardı ardına meclisime gelen kimsenin dünyadan beklentisi­nin ne olduğunu hemen anlarım."          

Sa’id  b. el-As da arkadaşlık için şöyle demiştir:

"Arkadaşımın bende üç hakkı vardır:

1- Bana yaklaştığı zaman onu güler yüzle karşılarım.

2- Konuştuğu zaman ona yönelir, dikkatle dinlerim.

3- Oturacağı zaman ona yer açarım."

Allah bu şefkat ve ikrama işaret ederek şöyle buyu­rur:

"Birbirlerine karşı merhamet doludurlar."[60][93]

Nefis bir yemeği tek başına yememek veya yanında ar­kadaşı olmadan hiçbir eğlenceye katılmamak; aksine ondan ayrı olduğu için üzüntü duymak, merhamet ve ikramın tam olması için şarttır.

 

Üçüncü Ödev ve Hak

 

Gerektiğinde Susmak veya Konuşmak

 

Susmak; yanında veya gıyabında arkadaşın kusurla­rını dile getirmemek, konuştuğu konuda onunla tartışmamak ve davra­nışlarını yargılamamaktır.

Arkadaşını yolda gördüğü zaman nereden geldiği, ne­reye gittiği ve bunun sebebi konusunda sözü ilk açan o olmamalı­dır. Zira açıklamak istemeyeceği bir mesele olur da yalan söylemek durumunda kala­bilir.

Arkadaşının sadece sana açtığı bir sırrı başkasına, hatta en samimi arkadaşına bile söy­lememeli ve hiçbir şekilde bir başkasına duyurmamalısın. Onunla ilişkilerin kopsa, ayrılsa­nız, bozuşsanız bile bunu yap­mamalısın. Çünkü bunu yap­mak, alçaklık ve karakter bozuk­luğundan ileri gelir.

Arkadaşının dostlarına, ailesine ve çocuklarına yöne­lik karalama ve iftira gibi davranışlardan da kaçınmalısın. Baş­kalarının, arkadaşın hakkında anlattığı bu türden sözleri de ona anlatmamalısın. Çünkü seni karalayan, o sö­zü sana taşı­yan kişinin kendisidir.

Hz. Enes (r.a.)  Hz. Peygamber’den şöyle anlatmıştır:

"Allah Resûlü (s.a.v.), duyulduğunda hoşa gitmeyecek sözleri dinlemezdi."[61][95]

İnsanı, öncelikle kötü sözü söyleyen değil; o sözü kendi­sine taşıyan kişi incitmektedir. Arkadaşının hakkında duy­duğu övgüleri de gizlememelisin. Çünkü insanı en çok sevin­diren şey, öncelikle sevince sebep olan sözü taşıyan, sonra da o sözü sarf eden kişidir. Sevince yol açacak bir haberi gizle­mek, kıskançlık göstergesidir.

Kısaca özetleyecek olursak, deriz ki:

Duyduğu zaman arkadaşın hoşuna gitmeyecek hiçbir söz söylenmemelidir. Sadece iyiliği emretme ve kötülükten alı­koyma gibi konuşmanın zorunlu olduğu du­rumlar bu kuralın dışındadır. Zira bu durumlarda susmaya izin verilmemiştir. Böyle bir durumda insan, söyleye­ceklerinin, arkadaşını rahat­sız edip etmeyeceğine bakmaz. Arkadaşı, görünüşte bu ko­nuşmayı kendine yapılan bir kötülük gibi al­gılasa da gerçekte bu, ona verilen bir değer ve faydasını sonra fark edeceği bir iyiliktir.

Arkadaşının ve ailesinin kusurlarının anlatılması gıybettir ve bu bütün müslümanlar hakkında haramdır. Öncelikle iki neden seni bu davranıştan alıkoymalıdır. Bunlar şunlardır:

1- Kendi durumunu düşünmek: Kendinde de eleştirilecek birtakım kusurlar varken bunları görmezden gelerek, arkada­şının hatalarını ortaya dökme. Düşün: Sen nasıl ki sendeki o  kusuru işlemekten kendini alamamış isen, o da kendini kusu­rundan kurtaramamıştır. Bir kötü davranışından ötürü arka­daşını dışlama, onu terk etme. Hangi insan, hatadan bütü­nüyle kurtulabilmiştir?

Senin Allah’a karşı yerine getirmediğin görevleri, arkada­şından sana karşı yerine getirmesini bekleme. Senin ondaki hakkın, Allah'ın sende olan hakkından daha fazla değildir.

2- Kusursuz insan ararsan, bütün insanlardan uzaklaş­man gerekeceğini bilmelisin: Kusursuz insan aramaya devam edersen, arkadaşlık edecek kimse bulamazsın. Her insanın güzel taraf­ları olduğu gibi kötü tarafları da vardır. Kişinin gü­zel huy ve davranışları kö­tü huy ve davranışlarına baskın geliyorsa, o iyi bir arkadaştır. Onurlu bir mü’min, arkadaşının güzel ve iyi taraflarını düşünür ki, böyle­likle ona olan saygısı ve sevgisi artsın. Münafık ise, daima kişinin ku­sur ve kötü­lüklerini görür.

İbn Mübarek şöyle demiştir:

"Mü’min özür, münafık ise kusur bulmak için çabalar."

Fudayl da şöyle demiştir:

"Delikanlılık, dostların hatalarını bağışlamaktır."

Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuş­tur:

"Gördüğü iyiliği gizleyip, kötülüğü açığa vuran kötü kom­şudan Allah’a sığının."[62][97]

İnsan, güzel yönleri öne çıkarılmak suretiyle iyi biri olarak gösterilebileceği gibi, kötü yönleri öne çıkarılmak suretiyle kötü biri olarak  da gösterilebilir.  

Rivayet edildiğine göre; adamın biri Hz. Peygamber’in ya­nında birini övdü. Ertesi gün aynı adam bu kez o kişiyi kötüledi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) adama:

"Dün övüp, bugün kötülüyor musun?" dedi.

Adam: "Allah’a yemin ederim ki, dün onun hakkında doğruyu söylediğim gibi, bugün de onun hakkında yalan söylemedim. Ancak, dün beni hoşnut ettiği için onun hak­kında bildiğim en güzel şeyleri söyledim. Bugün de beni kız­dırdığı için onun hakkında bildiğim en kötü şeyleri söyledim." diye konuştu. Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"Ustalıkla söylenmiş sözde sihir vardır."[63][98]

Sanki Hz. Peygamber adamın bu konuşmasını beğen­memiş ve onu sihre benzetmiştir.

Hz. Peygamber (s.a.v.) diğer bir hadisinde de şöyle bu­yurur:

"Müstehcen konuşma ve ustalıkla söylenmiş söz, müna­fıklıktan iki şubedir."[64][99]

Diğer bir hadis de şöyledir:

"Allah Teâlâ, ustalıkla söylenmiş her sözü sizin için çirkin  görür."

İnsanın iyilik ve kötülükleri kendisinde barındırması hu­susunda İmam Şafii şöyle demiştir:

"Allah’a daima itaat edip, hiçbir zaman isyan etmeyen yahut daima isyan edip, hiçbir zaman itaat etmeyen bir tek müslüman yoktur. O bazen itaat eder, bazen isyan. İtaati  isyanına baskın gelen kişi, dürüst ve doğru bir insan demek­tir."

İmam Şafii, bu durumdaki insanları Allah’a karşı görevle­rinde dürüst ve doğru kabul ediyorsa, senin bu in­sanları, sana karşı davranışlarında ve arkadaşlık gereklerini yerine getirme hususunda dürüst ve doğru kabul etmen daha ye­rinde olur.

Arkadaşın kötülüklerini konuşmaman gerektiği gibi, kal­binde de ona karşı kötü zan taşımamalısın. Çünkü kötü zan kalple yapılan bir gıybettir ki, bu da aynı şekilde yasaklan­mıştır. Bunun belirleyici kriteri, arkadaşının davranışlarını, iyiliğe yormak mümkün olduğu sürece kötülüğe yormaman­dır. Ama hakkında kesin bir delile sahip olduğun veya gördü­ğün kötü davranışlarını bilmezlikten gelemezsin. Arkadaşının bu tür davranışlarını da mümkünse unutkanlı­ğına, yanılma­sına yormalısın.

Bu tür zan ikiye ayrılır:

1- Bir belirti ve işarete dayanan zan. Söz konusu belirti ve işaret, kaçınılmaz olarak zannı ortaya çıkarır; bu zan en­gellenemez.

2- Kaynağı yanlış bir önyargı olan zan. Öyle ki insan, iyi de kötü de yorumlanabilecek bir davranışta bulunur. Senin onun hak­kındaki yanlış önyargın, ortada kesin bir belirti ve işaret olmadığı hâlde onun davranışını en kötü biçimde yo­rumla­mana yol açar. Böyle bir tutum, o kişiye karşı gizli iş­lenmiş bir suçtur. Böyle bir davranış içine girmek, bütün mü’minlere haram kılınmıştır. Zira Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Allah mü’minlere, mü’minin canını, malını, namus ve onurunu, ve hakkında kötü zan taşımayı haram kılmıştır."[65][100]

Diğer bir hadiste de şöyle buyurmuştur:

"Zandan sakının; çünkü zan, sözlerin en yalanıdır."[66][101]

Kötü zan, insanı başkaları hakkında bilgi toplamaya, ku­surlarını öğrenmeye sevk eder. Oysa Hz. Peygamber (s.a.v.):

"Birbiriniz hakkında bilgi toplayarak, birbirinizin kusurla­rınızı öğrenmeye çalışmayın. Karşılıklı ilişkilerinizi kesmeyin, birbirinize arka çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olun!"[67][102] buyurarak bundan men etmiştir.

Hataları örtmek ve onları görmezlikten gelmek, dindârla­rın alâmetidir.

En üstün davranışın, çirkinlikleri gizleyip güzellikleri açığa çıkarmak olduğunu anlaman için, dualarda Allah’ın "Ey gü­zellikleri açığa çıkarıp çirkinlikleri gizleyen Rabbim" diye anıl­ması, sana yeterli bir ipuçudur.

Allah’ın râzı olduğu kimse, ilahî ahlâk ile bezenmiş kişi­dir. Allah ayıpları örter, günâhları bağışlar, kullarının kusurla­rını görmezden gelir. Allah hakkında durum bu iken, sen se­ninle aynı konumda veya senden üstün olan insanları nasıl bağışlamazsın?! Kaldı ki, o kişi, hiçbir şekilde senin ne kulun­dur, ne de yarattığın bir varlıktır.

Hz. İsa (a.s.), havarilerine:

"Uyuyan kardeşlerinizin mahrem yerlerinin rüzgarla açıl­dığını görseniz, ne yaparsınız?" diye sordu. Onlar da:

"Örter, kapatırız" dediler. Hz. İsa:

"Hayır, belki açarsınız" deyince havariler:

"Subhanallah, bunu kim yapar?!" dediler. Hz. İsa (a.s.):

"Sizden biriniz arkadaşı hakkında kötü bir söz duyar, bu söze biraz da kendisi ekler ve duyduğundan daha abartılı olarak onu yayar." buyurdu.

Haberin olsun ki,

İnsan kendisi için istediğini arkadaşı için de istemedikçe imanı tamamlanmış olmaz. Arkadaşlığın en alt seviyesi ise, kendisine yapılmasını arzu edilen şeyi arkadaşına yap­maktır.

Şüphesiz insan, arkadaşından, kusurlarını örtmesini bek­ler. Arkadaş bu beklentinin aksine davranırsa, bu takdirde ona karşı nefret ve öfke duymaya başlar.

Arka­daşına yapmaktan kaçındığı iyi davranışları arkada­şından kendine yap­masını bekleyen kişiye, Allah keder ve acı vaat etmiştir:

"Vay hâline ölçüyü eksik tutanların: Onlar, [öteki] insan­lardan haklarını eksiksiz isterler; ama borçlarını ölçüp tart­maya gelince, onu azaltmaya çalışırlar."[68][103]

Başkasına karşı sergilediği doğruluk ve dürüstlükten daha fazlasının kendine gösterilmesini isteyen kişiler de bu ayetin kapsamına dahildirler.

Arkadaşın kusurunu örtmede gösterilen ihmalin veya onları açığa çı­karmaya çalışmanın ardındaki neden, içteki gizli hastalık; yani çekememezlik ve kindir. Kıskanç ve kindar insanın içi, pislikle doludur. Bir fırsatını buluncaya kadar bu pisliğini içinde gizler, onu dışarı vurmaz. Fakat ilk fırsatta bü­tün düğümler çözülür, utanma duygusu ortadan kalkar ve içteki pislik dışarı boşaltılır. Gönlün taşıdığı kin ve çekememezlik ne kadar büyükse, o kişiyle bağları koparmak da o kadar yerinde ve isabetli olur.

Hikmet sahiplerinden bazısı şöyle demiştir:

"Açıkça ayıbı yüze vurmak, içten içe kin gütmekten daha doğrudur. Kindar adamın yapacağı iyilik, ancak kendisine duyulan soğukluğu artırır. Kalbinde bir müslümana karşı kin ve nefret taşıyan kişinin imanı, zayıf ve bu kişinin durumu tehlikelidir. Onun kalbi, kötü ve hastalıklıdır; Allah ile buluş­mak için uygun değildir."

Abdurrahman b. Cübeyr, babasının şöyle dediğini anla­tır.

"Ben Yemen’de yaşarken yahudi bir komşum vardı. Bana Tevrat’tan bazı bölümler anlatırdı. Yahudi, günün bi­rinde bir yolculuğa çıktı. Dönüşünde kendisine: "Allah bize bir Peygamber gönderdi. O Peygamber bizi İslâm’a davet etti, biz de müslüman ol­duk. Bize bir kitap indirdi, o kitap Tevrat’ı da onaylıyor." de­dim.

Yahudi şu cevabı verdi: "Doğru söylüyorsun; ne var ki siz O'nun getirdiklerini hakkıyla yerine getiremezsiniz. Biz, o Peygamber'in ve ümmetinin özelliklerini Tevrat’ta şu sözlerle okuyup durmaktayız: "Kalbinde müslüman kardeşine karşı nefret ve kin duyguları olduğu hâlde evinin kapısından çık­mak hiç kimseye helâl olmaz."

Bu kapsamda değerlendirilecek bir diğer davranış da arkadaşın emanet ettiği sırrı başkasına söylememektir. Zor durumda bu sırrı inkâr etmesi, gerekirse bu konuda yalan söylemesi caizdir. Çünkü doğruyu söylemek her yerde farz değildir. Kişi kendi kusur ve sırlarını gizlediği gibi, arkadaşının kusur ve sırlarını da gizlemelidir. Bunun için yalana söylemesi zorunlu olursa, arkadaşı için bunu yapar.

Kuşkusuz arkadaş, insanın kendisi yerindedir. O ikisi tek şahıs gibidirler. Bedenlerinin ayrı olması dışında her şeyleri birdir.

İşte arkadaşlığın gerçek niteliği budur. Hatta insan gizli yapması gereken birtakım kulluk görevlerini arkadaşının ya­nında aşikâre yapmakla riyakar da olmaz. Çünkü arkadaşının onun ibadetini bilmesi, kendisinin kendi ibadetini bilmesi gibidir. Bu iki bilmenin arasında hiçbir fark yoktur.

Hz. Peygamber (s.a.v.), arkadaşının kusurlarını gizleme konusunda çeşitli hadislerinde şöyle buyurmuştur:

"Kim dünya hayatında arkadaşının kusur ve ayıbını ör­terse, Allah da dünya ve ahiret yaşantısında onun kusur ve ayıplarını örter."[69][104]

"O, kabre konulmuş ölüyü diriltmiş gibidir."[70][105]

"Bir adam, çevresine bakınarak bir söz söylediği zaman o söz oradakilere emanettir."[71][106]

"Meclisler, emniyet ve güven yerleridir. Ancak üç meclis bundan müstesnadır. Bunlar:

1- Haksız yere bir adamın kanının akıtıldığı meclis,

2- Bir namus ve onurun taciz edildiği meclis,  

3- Bir malın meşru yollar dışında elde edildiği meclis."[72][107]

"İki kişi karşılıklı güven içinde birlikte otururlar. Ayrıldık­larında birbirlerinin hakkında hoşlanmayacakları şeyleri yay­maları helal olmaz."[73][108]

Üstün ahlâk sahibi bazı insanlara: "Sır saklaman nasıl­dır?" diye sormuşlar; onlar da "Ben sır mezarıyım" karşılığını ver­mişlerdir.

Şöyle denilmiştir:

"Üstün ahlâk sahibi insanların göğüsleri, sır mezarıdır."

Yine denilmiştir ki:

"Aptal insanın kalbi ağzında, akıllının dili kalbindedir. Aptal, içindekini saklayamaz; farkında olmadan onu uluorta söyler."

Bunun için aptal insanlarla ilişkiyi kesip, onların ar­kadaş­lıklarından kaçınmak, hatta onları görmemek gereklidir.

Üstün ahlâk sahibi bir diğer insana: "Sırrı nasıl korursun?" diye sormuşlar. O da: "O sırrı vereni tanımazdan gelir, o ko­nuda haber almak isteyene de yemin ederim." cevabını ver­miştir.

Bir diğeri ise: "O sırrı gizlerim; gizlediğimi de gizlerim." dedi.

İbn Mu’tez de bunu şöyle şiirleştirmiştir:

"Bana emanet edilip gizlemem istenilen bir sırrı,

Göğsümde saklarım da göğsüm ona mezar olur."

Bir diğeri daha da ileri giderek şöyle demiştir:

"Değildir göğsümdeki sır, mezarındaki ölü gibi,

Bekliyor çünkü mezarlarda yatanlar dirilmeyi.

Ben bana emanet edilen sırrı öyle unuturum ki,

Olurum sanki ömrümde onu hiç duymamış gibi.

Olsaydı eğer mümkün sır ile aramızda sırrı gizlemek,

Olmazdı onu gizlediğimden sırrın bile hiç haberi."

Onlardan bazısı da birtakım sırlarını arkadaşına söyler ve ardından: "Ezberledin mi?" diye sorardı. Arkadaşı da: "Aksine ben onu çoktan unuttum." karşılığını verirdi.

Ebû Saîd Sevrî şöyle anlatıyor:

"Birini kendine dost edinmek istediğin zaman önce onu kızdır, sonra ona bir adam gönder, ona senin nasıl biri oldu­ğunu ve sırlarını sorsun. Şayet hakkında iyi konuşur ve sırrını söylemezse, onu dost edin."

Hikmet sahibi insanlardan bazıları da şöyle demişledir: "Dört durumda sana karşı tavrı değişen kimse ile arkadaşlık yapma. Bu dört durum şudur: Öfke, hoşnutluk, ihtiras ve tutku."

Arkadaşlıktaki içtenliğin, her halükarda sağlam kal­ması gereklidir.

Şiirde bu şöyle dile getirilmiştir:

"Bozulsa bile aran asil ve cömert insanla,

Söyler iyiliğini üstelik gizler kötülüğünü.

Erse sona dostluğun alçak şerefsiz insanla,

Gizler iyiliğini üstelik söyler kötülüğünü."

Hz. Abbas, oğlu Abdullah’a şöyle öğütte bulunmuştur:

"Bu adamın (Hz. Ömer’in) seni yaşlıların önüne geçirdi­ğini görüyorum. Bunun için sana beş öğütte bulunacağım, onları iyi belle:

1- Ona asla sırrını açma,

2- Yanında kimseyi çekiştirme,

3- Sakın ona yalan söyleme,

4- Hiçbir emrine karşı gelme,

5- Ona asla ihanet etme."

Şa’bi bu öğütler hakkında: "Bu beş öğütün her biri bin öğütten daha kıymetlidir." demiştir.

Arkadaşlık hukukunun bu basamaktaki bir diğer gereği de, arkadaşla tartışmamak ve aleyhinde konuşulduğunda onu savunmaktır.

İbn Abbas şöyle demiştir:

"Aptalca davranışlarda bulunan, küstah ve tutarsız in­sanlarla tartışma; seni üzerler. Yumuşak huylu, tahammüllü insanlarla da tartışma; sana küserler."

Hz. Peygamber (s.a.v.) de bir hadisinde:

"Haksız olduğu hâlde tartışmaktan vazgeçen kimse için cennetin kenarında bir ev yapılır. Haklı olduğu hâlde tartış­mayı bırakan kimse için de cennetin orta yerinde bir köşk yapılır."[74][112] buyurmuştur.

Haksız olunan bir tartışmayı bırakmak farz olduğu hâlde nafile olan bir davranışa daha fazla sevap vaat edilmiştir. Çünkü haklı olunan bir tartışmayı bırakmak, insana, haksız olunan bir tartışmayı bırakmaktan daha ağır ve zor gelir. Bu­rada mükâfat, çekilen zorluk ve sıkıntı oranındadır.

Arkadaşlar arasında kin ve nefret ateşini körükleyen en güçlü etken, tartışma ve çekişmedir. Bu davranış, arka çevir­menin, ilişkiyi kesmenin ta kendisidir. Çünkü ayrılık önce düşüncelerde, sonra sözlerde ve daha sonra da bedenlerde meydana gelir.

Hz. Peygamber (s.a.v.) ise bunu yasaklamıştır:

"Birbirinize arka çevirmeyin, düşmanlık beslemeyin, bir­birinizi kıskanmayın, birbirinizle ilişkiyi kesmeyin.

Ey Allah’ın kulları! Kardeş olun."[75][114]

"Müslüman müslümanın kardeşidir; ona zulmetmez, onu yoksun bırakmaz, zorluk anında yardımsız terk etmez.  Karde­şini küçük ve hakir görmesi, kişiye kötülük olarak ye­ter."[76][115]

Küçük görmenin en ağır şekli, tartışmaktır. Çünkü başka­sının sözünü reddetmek, onu cahil ve aptal olmakla veya bir şeyi gerçekliği ve bulunduğu hâl üzere kavrayamamak ve yanılmakla nitelemektir. Bu ise, hor görmek ve rahatsız et­mekle aynı şeydir.

Ebû Ümâme el-Bâhilî bir hadiste şöyle anlatıyor:

"Biz aramızda tartışıyor iken Hz. Peygamber (s.a.v.) çıka­geldi. Tartışmamıza öfkelendi ve şöyle buyurdu:

"Faydasının azlığından dolayı tartışmayı terk edin. Tar­tışmayı bırakın; çünkü tartışma, faydası az olduğu gibi, arka­daşlar arasına düşmanlığın girmesine de sebep olur."

Dinin emir ve yasaklarına tam olarak uyan geçmiş zatlar­dan bazıları da demişlerdir ki:

"Arkadaşlarına kaba sözler söyleyip, onlarla tartışan kişi­nin erdem ve saygınlığı gider."

Abdullah b. el-Hasan da şöyle demiştir:

"İnsanlarla tartışmaktan kaçın. Çünkü yumuşak huylunun tuzağını, alçağın ani saldırısını ortadan kaldıramazsın."

Dinin emir ve yasaklarına tam olarak uyan zatlardan ba­zıları şöyle demişlerdir:

"İnsanların en zavallısı, dost edinmeyendir. Ondan daha zavallısı ise, dostlarını kaybedendir."

Kuşkusuz tartışmaların çoğu, arkadaşlıkların son bulma­sıyla ve düşmanlıklarla son bulur.

Hasan Basrî de: "Binlerce kişinin dostluğu karşılığında bir ki­şinin düşmanlığını satın alma." demiştir.

Özetle...

Tartışmanın temel sebebi; muhatabın cahilliğini ortaya koyarak onu hor görmek ve bu sûretle kendinin akıl ve er­demce üstün göstermeye çalışmaktır. Bu ise beraberinde bü­yüklük taslamayı, hakaret ve eziyet etmeyi, karşısındaki insa­nın cahil ve aptal olduğunu söylemeyi getirir. Düşmanlık da zaten bundan başka bir şey değildir. Böyle bir kişiyle nasıl arkadaşlık yapılır?!

İbn Abbas, Hz. Peygamber’den (s.a.v.) şöyle rivayet et­miştir:

"Arkadaşınla tartışma, onunla alay etme, ona söz verip de tutmamazlık etme."[77][117]

Hz. Peygamber (s.a.v) bir diğer hadisinde şöyle buyur­muştur:

"Siz mallarınızı dağıtsanız bütün insanlığa yetiremezsiniz. Fakat sizden güler yüz ve güzel ahlâk onlara ulaşsın."[78][118]

Tartışma, güzel ahlâka aykırıdır. Faziletli atalarımız, tar­tışmadan uzak durma konusunda o derece  duyarlıydılar ki, soru sormayı bile doğru karşılamıyorlardı.

Hatta onlardan kimileri şöyle demiştir:

“Arkadaşına "Kalk!" dediğin zaman "Nereye?" diye soru­yorsa, onunla arkadaşlık yapma. Gerçek arkadaş, sormadan kalkmalıdır.”

Ebû Süleyman Darânî anlatıyor:

"Irak’ta bir arkadaşım vardı. Ara sıra ziyaretine gider, kendisinden para isterdim. O da bana para kese­sini uzatır, ben de ihtiyacım kadarını alır, kalanını kendisine iade eder­dim. Yine bir gün ziyaretine gittim ve paraya ihtiya­cım oldu­ğunu söyledim. Bana: "Ne kadar istiyorsun?" diye sordu. Onun bu sözüyle, kalbimde arkadaşlığından duyduğum haz ve sevinç gitti."

Başka bir zat da şöyle demiştir:

"Arkadaşından bir şey istediğin zaman "Ne yapacaksın?" diye sorarsa, arkadaşlık hukukunu ihlal etmiş olur."

Haberin olsun ki,

Arkadaşlığı ayakta tutan güç; söz, davranış ve şefkatte uyumlu olmaktır.

 

Dördüncü Ödev ve Hak

 

Sevgiyi Açığa Vurmak

 

Arkadaşlık, arkadaşın hoşuna gitmeyen şeyleri konuş­mamayı gerektirdiği gibi, hoşuna giden şeyleri konuşmayı da gerektirir. Bu arkadaşlığa özgü bir durumdur. Çünkü sürekli susan bir kişiyle arkadaşlık, mezardaki ölülerle arkadaşlık yapmak gibidir. Halbuki arkadaş, kendisinden istifade edil­mek, faydalanılmak için aranır ve istenir; eziyet ve kötülükle­rinden emin olunmak için değil. Susmak demek, eziyet ve kötülükte bulunmamak de­mektir.

Halbuki arkadaşına kendisini sevdiğini söylemek ge­rekir. Örneğin: Bir ihtiyacının, sıkıntısının olup olmadığını sormalı; onu durumunu düşündüğünü, onun için üzüldüğünü belirt­meli­dir. Onun hoşlanmadığı şeylerden kendisinin de hoşlan­madı­ğını söz ve davranışlarıyla ortaya koymalıdır. Aynı şe­kilde arkadaşının sevincine ortak olmalı, onunla birlikte se­vinmeli­dir. Zira arkadaşlık, sevinç ve üzüntüyü paylaşmak demektir.

Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.):

"Biriniz, arkadaşını sevdiği zaman ona bunu haber ver­sin."[79][120]  buyurmuştur.

 Hz. Peygamber (s.a.v.), sevginin karşı tarafa haber ve­rilmesini emretmiştir; çünkü bu davranış, sevgiyi artırmakta­dır. Arkadaşın, ken­disini sevdiğini bilirse, hiç kuşkusuz o da seni sevecektir. Onun seni sevdiğini bildiğin zaman da senin ona olan sevgin artacaktır. Böylelikle sevenler arasında sevgi sürekli artmaya, çoğalmaya devam edecektir.

Mü’minlerin birbirlerini sevmeleri, dinin emrettiği ve özendirdiği bir davranıştır. Bundan dolayı bu sevgiyi elde etmenin yolu da gösterilmiştir.

Hz. Peygamber (s.a.v.):

"Hediyeleşiniz ki, sevişesiniz."[80][121] buyurmuştur.

Sevgiyi açığa vurmanın bir biçimi de, arkadaşını yanında ve gıyabında iken adıyla anmaktır.

Hz. Ömer şöyle demiştir:

"Üç şey, arkadaşının sana olan sevgisini artırır:

1- Karşılaştığınızda önce senin selâm vermen,

2- Mecliste ona yer açman,

3- Adıyla onu çağırman."

Sevginin açığa vurulmasının bir diğer yolu da, arkadaşın güzel davranışlarını, yanlarında övülmekten hoşlanacağı kim­seler yanında dile getirmektir. Hiç kuşkusuz bu, onun sevgi­sini kazanmanın en güçlü etkenlerindendir. Aynı şekilde ar­kadaşının ailesini, çocuklarını, iş ve sanatını, zekasını, ahlâ­kını, güzelliğini... kı­saca arkadaşın kendi hakkında duymak­tan hoşlanacağı her şeyi -yalan ve abartıya başvurmadan- övgüyle anmaktır. Gü­zel gösterilebilecek her şeyi güzel gös­termelidir.

Sevgiyi açığa vurmanın daha garantili yolu, arkadaş hak­kındaki övgüleri, bundan kendisinin duyduğu sevinci, ona anlatmaktır. Bunu gizlemek, apaçık kıskançlıktır.

Bu kapsamda ele alınması gereken bir diğer konu da, se­nin için yaptıklarından ve yapmak istediklerinden ötürü arka­daşa teşekkür etmektir.

Hz. Ali şöyle demiştir: "Arkadaşına, iyi niyetinden dolayı teşekkür etmeyen, iyi davranışlarından dolayı da teşekkür etmez."

Arkadaşa duyulan sevgiyi açığa vurmanın bir başka etkili yolu, onun bulunmadığı bir ortamda, kendisine yönelik doğ­rudan veya dolaylı her tür sözlü ve fiili saldırıda onu savun­maktır. Arkadaşlık hukuku, koruma, yardım etme ve haksızı paylamayı gerektirir. Kaldı ki, böyle bir durumda susmak, gönlü kinle doldurur, nefret etmeye sebep olur. Ayrıca bu davranış, arkadaşlık hukukunun gereklerini yerine getirmede gevşeklik ve ihmal demektir. Oysa Hz. Peygam­ber, iki arka­daşı, birbirini yıkayan iki ele benzetmiştir.

Hz. Peygamber (s.a.v.) bir başka hadisinde şöyle buyu­rur:

"Müslüman, müslümanın kardeşidir, ona zulmetmez, onu zorluk ve sıkıntı anında yardımsız terk etmez, saygınlığına leke sürmez."[81][122]

Arkadaşın onur ve haysiyetinin ayaklar altına alındığını gördüğünde susmak, onun etinin paramparça edilmesine ses çıkarmamak gibidir. O kişi ne alçak arkadaştır ki, köpeklerin sana saldırdığını gördüğü hâlde seni savunmak için hiçbir girişimde bulunmaz.

Onur kırıcı sözler, insana, köpeğin, bedenini parçalama­sından daha ağır gelir. Bu yüzden Allah Teâlâ gıybet etmeyi, ölü eti yemeğe benzetmiştir:

"Aranızdan, hiç ölmüş kardeşinin etini yemek isteyen kimse çıkar mı? Hayır, siz ondan iğrenirsiniz!"[82][123]

İnsanları arkalarından çekiştirmek de ölü eti yemeğe ben­zetilmiştir.

Öyleyse arkadaşı, düşmanların eleştirileri karşısında sa­vunmak, arkadaşlık hukukuna göre farzdır.

 Mücâhid şöyle demiştir: "Bulunmadığın bir ortamda ar­kadaşının seni nasıl anmasını istiyorsan, sen de arkadaşını bulunmadığı bir ortamda öyle an."

Artık elinde iki kriterin bulunuyor:

1- Arkadaşının hakkında söylenenler, senin hakkında söylense ve arkadaşın da bu söz söylendiğinde orada bu­lunsa, onun senin hakkında ne söylemesini isterdin? Sen de onun hakkında onları söyle.

2- Aleyhinde konuşulan arkadaşının perde arkasından seni dinlemekte olduğunu bilsen, onun gözünün önünde onu nasıl savunmak isterdin? Yokluğunda da onu öylece savun­malısın.

Bazıları şöyle demişlerdir: "Bulunmadığı bir ortamda ar­kadaşımın bir kusuru dile getirildiğinde, derhâl onun orada benimle birlikte oturduğunu ve benden en çok hangi sözleri duymak istediğini düşünür, onları konuşurum."

Demişlerdir ki: "Bir arkadaşım benim yanımda anıldı­ğında, onu kendi yerime koyar ve onun benim hakkımda neler konuşmasını istersem, ben de onun hakkında onları konuşu­rum."

İşte bu anlattıklarımız, kişinin samimi bir müslüman ol­masından ileri gelmektedir. Ki bu samimiyet de, arkadaşın hakkında ancak kendisi için istediklerini istemekle kendini gösterir.

Ebü’d-Derdâ (r.a.), tarlada bir boyundurukta koşulu iki öküz gördü. Bu sırada öküzlerden biri kaşınmak için durdu, bunu gören diğeri de durdu. Onların bu hâlini gören Ebü’d-Derda ağladı ve ardından şunları söyledi: "İşte Allah için ar­kadaşlık da böyledir; iki arkadaş Allah için çalışır; biri yo­rulup durduğunda diğeri de ona ayak uydurarak, durur. Bu uyumlu­luk sonunda, samimiyet tamam olur. Arkadaşlığında samimi olmayan kişi, ikiyüzlüdür."

Samimiyet: Gıyabında ve yanında, söz ve düşüncede, giz­li ve aşikârda, tek başına ve topluluk içinde aynı olmaktır. Bunların birindeki farklılık, sevgide ikiyüzlülük demektir. Bu ise, dinî dengesizlik anlamına gelir.

Arkadaşlık hukukunu yerine getiremeyen kişinin, arka­daşlarıyla ilişkisine son verip yalnız bir hayat sürmesi, arka­daşlık ilişki­sine girmesinden daha doğru olur. Şüphesiz arka­daşlık hukuku ağırdır, ona ancak gerçeğe ermiş olanlar güç yetirebilirler. Elbette Allah katındaki mükâfatı da büyüktür; bu mükâfatı da ancak bu hukuku gereğince yerine getirenler alabilir­ler. Bunu ifade etmek üzere Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Ey Ebû Hir! Komşunla güzel komşuluk et ki iyi müslüman olasın. Arkadaşın ile güzel arkadaşlık et ki iyi mü’min olasın."[83][124]

 Bakın, Hz. Peygamber nasıl da imanı arkadaşlığın karşı­lığı, İslâm’ı da komşuluğun karşılığı yaptı. Burada iman ile İslâm arasındaki üstünlük farkı, bu iki hukukun yerine getiril­mesi es­nasında karşılaşılan sıkıntı ve zahmetten ileri gelen farktır.

Arkadaşlık, her zaman birçok hukukun, komşuluk ise bazı zamanlarda bazı hukukun yerine getirilmesini gerek­tirir.

Bu hukukun kapsamına giren bir husus da öğretmek ve öğüt vermektir. Arkadaşının ilme/bilgiye olan gereksinimi, paraya olan gereksiniminden az değildir.

Eğer bilgi cihetinden zengin isen, onu bu yönden des­teklemen, ahiretine ve dünyasına faydalı olacak şeylere onu yönlendirmen gerekir. Eğer öğrettiğin, yönlendirdiğin şeyleri uygulamaya geçirmezse ona öğüt verirsin. Bu ise, de­diklerini yapmadığı takdirde karşılaşacağı zararları, yaptığı takdirde elde ede­ceği faydaları hatırlatmak ve onu dünya ve ahirette hoşuna gitmeyecek şeylerle korkutmakla olur. Ayrıca kusurla­rını ona gösterir, kötüyü "kötü" ve  iyiyi de "iyi" olarak ona öğretirsin.

Fakat bu uyarı ve öğüt, kimsenin görmediği zaman ve mekânlarda yapılmalıdır. Topluluk içinde öğüt vermek, kişi­nin kusurunu yüzüne vurucu ve onur kırıcı bir davranıştır. Gözlerden uzakta yapılan uyarı ise, şefkat ve öğütün bir teza­hürüdür.

Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyur­muştur:

"Mü’min mü’minin aynasıdır."[84][125]

Yani mü’min, arkadaşına bakarak kendi kusurlarını öğ­renir. Tek başına yaşayan bir kimse, kusurlarını göremez. Bu, aynada kendi yüzünü görmek gibidir.

İmam Şafii şöyle demiştir: "Arkadaşını kimsenin bulun­madığı bir mekânda uyaran kişi, ona içtenlikle öğüt vermiş ve yüceltmiştir. Topluluk içinde uyaran ise, onu küçük dü­şürmüş ve karalamıştır.

Mis’ar’a:[85][126] "Ayıplarını sana haber vereni sever misin?" diye sordular. Onlara şu cevabı verdi: "Eğer ayıplarımı bana baş başa kaldığımızda söylüyorsa, evet, onu severim. Fakat topluluk içinde ayıplarımı dile getiriyorsa, onu kesinlikle sev­mem."

Mis’ar, doğru söylemiştir. Kuşkusuz herkesin içinde ya­pılan nasihat, insanın onurunu kıran bir davranıştır. Allah Teâlâ, kıyamet gününde mü’min kulunu merhametinin esen­liğinde hesaba çeker ve ona günahlarını gizlice hatırlatır. Amel defteri, onu cennete götürecek olan meleklere mühür­lenmiş olarak teslim edilir. Cennetin kapısına yaklaştıklarında melekler açıp okuması için, amel defterini mühürlenmiş ola­rak kendisine verirler.

Allah'ın öfkesine uğrayan ise, herkesin gözü önünde sor­guya alınır, beden organları bütün basitlik ve alçaklığını o gün dile getirir. Böylelikle üzüntüsü artıkça artar ve küçük düşürücü, onur kırıcı durumun ağırlığı altında ezilir.

İnsanların Allah’a arz olundukları o büyük günde utanıp mahcup ol­maktan Allah’a sığınıyoruz.

Kusuru yüze vurma ile öğüt verme arasındaki fark, bu­nun gizli veya açık olarak yapılmasından ileri gelir. Bu fark, göz yummanın ardında yatan sebebe bağlı olarak sergilenen hoşgörü ile dal­kavukluk arasındaki fark gibidir. Eğer dininin esenliği veya arkadaşının iyiliği için birtakım şeylere göz yu­muyorsan, sen hoşgörülüsün. Fakat dünyevî menfaat sağla­mak, ihtiras ve tutkuları­ tatmin etmek ya da sahip olunan makamı korumak için kusur ve yanlışlıklara göz yu­muyorsan, sen dalkavuksun.

  Zünnûn Mısrî şöyle demiştir: "Allah ile dostluğun, O’nun emirlerine uymaktan; halk ile dostluğun, onlara nasihat et­mekten; nefsin ile dostluğun, ona muhalefet etmekten ve şeytan ile dostluğun da ona düşmanlık etmekten ibaret ol­sun."

Eğer "Öğütte, insanın ayıp ve kusurlarını da dile getirmek söz konusu olduğuna ve bu da kalpte tedirginlik ve rahatsızlık meydana getirdiğine göre nasıl olur da öğüt, arkadaşlık hu­kukundan olabilir?" dersen,

Haberin olsun ki,

Arkadaşının kendisinin de bildiği kusurlarını dile getir­mek, ona sıkıntı ve rahatsızlık verir. Farkında olmadığı ku­surlarını ona söylemek ise, şef­kat davranışıdır. İşte bu, kalp­leri fethetmek, kazanmaktır. Kalp­lerden kastım, akledebilen, aklını kullanabilen insanların kalpleridir. Aptalları zaten he­saba katan yok.

Kusurlarından kur­tulman için senin kötü bir davranışını veya huyunu sana açıkça bil­diren kimse, seni sokmaya ha­zırlanan bir yılan veya akrebi sana haber veren kimse gibidir. Sana bunun haber verilme­sinden rahatsız oluyorsan, sen tam bir aptalsın...

Kötü huy ve davranışlar, yılan ve akrep gibidir. Fakat bunlar, gönül ve ruhları sokar ve insanın ahiret hayatını öldü­rür, mahvederler. Bunların verdiği acı, yılan ve akrep soktu­ğunda hissedilen acıdan daha büyüktür. Kötü huy ve davra­nışlar, Allah'ın, günahkâr kalplerin üstünde yanan ate­şidir.

Bundan dolayı Hz. Hz. Ömer (r.a.), kendi kusurlarını sü­rekli arkadaşın­a sorar ve: "Arkadaşına kusurlarını haber veren kişiyi Allah rahmetiyle bürüsün." diye dua ederdi.

Yine Hz. Ömer (r.a.) bir gün yanına gelen Selman’a "Benim hak­kımda hoşa gitmeyen neler duydun?" diye sordu. Selman özür dileyerek söylemek istemedi. Hz. Ömer, söyle­mesi için ısrar edince, Selman: "Bana ulaştığına göre, senin birini gece, di­ğerini de gündüz giydiğin iki elbisen varmış. Ayrıca bir tek sofrada iki katık bulunduruyormuşsun." dedi. Bunu duyan Hz. Ömer: "Artık bunları bıraktım. Halkın beni eleştirdiği başka bir şey var mı?" dedi. Selman: "Başka bir şey yok." dedi.

Bu, kişinin farkında olmadığı kusurları için geçer­lidir. Fa­kat arkadaşının, kendi kusurunun farkında olduğunu ve nef­sine söz geçiremediği için onları işlediğini bilirsen, eğer o bu kusurlarını gizlerse, senin açığa çıkarman yanlış olur. Bunları açıktan yapıyorsa, bu takdirde kibarca, yumuşak, sevecen ve kalpte bir rahatsızlık ve tedirginliğe yol açmayan bir üslupla, bazen üstü kapalı, bazen açık biçimde, yaptığı işin yanlış ol­duğunu dile getirmek gerekir.

Öğüdün fayda etmediğini veya kendini, içinde bulun­duğu kötülükten alamadığını fark edersen, o zaman onun hakkında susmak en doğru davranış olur.

Bütün bunlar, arkadaşının dünya ve ahiret mutluluğu için gereklidir.

Arkadaşının sana karşı olan hata ve kusurlarına gelince...

Bu durumda yapman gereken; tahammül göstermek, bağışlamak ve görmezlikten gelmektir. İtiraz etmek, tartışmak, hiçbir şekilde öğüt kapsamı içinde değerlendirilemez.

Şayet arkadaşın sana karşı hatalarında devam eder ve bu durum da aranızın açılmasına, ilişkilerinizin kopmasına yol açacaksa, gizli olarak onu ikaz etmen, arkadaşlığınızın son bulmasından daha iyidir. Ayrıca bu ikazını da üstü kapalı olarak yapman açıkça yapmandan, yazarak ifade etmen sözlü olarak dile getirmenden; ve bütün bunların ötesinde sabır ve tahammül göstermen hepsinden daha iyidir.

Çünkü senin arkadaşlıktaki asıl amacın, ar­kadaşlık huku­kunun gereklerini yerine getirmek suretiyle senin kendini dü­zeltmendir. Bunun için de sabır göstermen gereklidir. Yoksa arkadaşından yardım istemek, sana dostça davranma­sını, yumuşaklık göstermesini beklemek, arkadaşlıktan temel bek­lentin olmamalıdır.

Ebû Bekir Kettânî şöyle demiştir:

"Bir adam benimle arkadaşlık kurdu. Adam bana sıkıcı ve itici geliyordu. Bu hâlden kurtulmak için ona bir hediye verdim. Fakat aynı hâl bende yine devam etti. Bir gün elin­den tuttum, onu evime götürdüm. Evde yere uzandım ve "Ayağını yüzüme koy!"dedim. Adam bunu yapmayı reddetti. "Bunu mutlaka yap!" diyerek isteğimde direttim. O da ısra­rımı görünce, istediğimi yaptı. Ardından ona karşı duyduğum bütün olumsuz duygular yok oldu."

Ebû Ali Ribâtî de şöyle demiştir:

"Abdullah Razî’yle arkadaş olduk. Bir gün çölde bir yol­culuğa çıktık. Abdullah bana:

- Hangimiz başkan olacak, sen mi ben mi? dedi. Ben:

- Sen, dedim. Abdullah:

- O zaman sana da bana itaat etmek düşer, dedi. Ben:

- Evet, dedim. Abdullah bir torba aldı, yol azığını içine koydu ve torbayı omzuna aldı. Ben:

- Torbayı bana ver, dedim. Abdullah:

- Başkan ben değil miyim? Sana düşen bana itaat et­mektir, dedi. Derken yolda yağmura yakalandık, bir şemsiye gibi başımda dikildi ve beni sabaha kadar yağmurdan ko­rudu. Kendi kendime: "Keşke ölseydim de ona, ‘Sen başkan ol.’ demeseydim.” diye söylenip durdum.

 

Beşinci Ödev ve Hak

 

Hataları Bağışlamak

 

Arkadaşın kusurları, ya dininde veya arkadaşlık huku­kunda meydana gelir. Dinindeki kusur, günah işlemesidir. Arka­daşlık hukukundaki kusur ise, sana karşı arkadaşlık gö­revle­rini yerine getirmemesidir.

Arkadaşın dindeki hatalarında sana düşen; ona yeniden Allah'a karşı sorumluluk bilincini kazandıracak bir yaklaşım sergileyerek, kibarca öğüt vermektir. Eğer sen bunu başara­maz ve o da  hatalarında diretirse, arkadaşlığın sürdürülmesi veya sona erdirilmesi hususunda sahâbe ve tabiînin uygula­maları farklıdır.

Ebû Zer (r.a.) bu durumda arkadaşlığın bitirilmesi gerek­tiği görüşündedir. O şöyle der: "Arkadaşın, bulunduğu iyi hâli terk ederek kötü hâle dönüş yaptığında, daha önce sevgini nasıl açığa vurduysan, aynı şekilde nefretini de açığa vurmalı­sın."

Bu tavır, Allah için sevgi veya nefret göstermenin bir ge­reğidir.

Ebu’d-Derda ve bir grup sahâbe ise, karşıt görüştedirler. Ebu’d-Derda (r.a.) şöyle der:

"Arkadaşın bozulup iyi durumunu değiştirdiğinde bundan dolayı onu terk etme. Çünkü o bazen bozulup, bazen düze­lir."

Tabiînden İbrahim Neha’î ise şöyle demiştir: "Günah işli­yor diye ar­kadaşınla ilişkini kesme. Çünkü o, bugün günah işler, yarın bırakır."

Yine İbrahim Neha’î şöyle demiştir: "Âlimin hatasını halka anlatmayın; çünkü âlim hata ettiğinde çok geçmez ha­tasından döner."

Bir hadiste şöyle buyurulur:

"Âlimin yanılmasına karşı dikkatli olun. Ama bu yüzden ondan uzaklaşmayın; aksine hatasından dönmesini bekle­yin."[86][130]

Hz. Ömer’den (r.a.) rivayet edilen bir haberde de şöyle anlatılır:

"Hz. Ömer’in yakın bir arkadaşı Şam’a gitmişti. Şam’dan gelen birine "Kardeşim ne yapıyor?" diyerek arkadaşını sordu. Adam: "O, şeytana arkadaş oldu." dedi. Hz. Ömer: "Nasıl oldu bu?" dedi. Adam: "O büyük günahlar işliyor, içkiye de başladı." dedi. Hz. Ömer: "Şam'a dönmek için yola çıktığında bana uğra." dedi. Adam dönüş yolculuğuna hazırlandığı za­man Hz. Ömer'e uğradı. Hz. Ömer, Şam'daki arkadaşına ulaştırılmak üzere bir mektup verdi. Mektuba:

"Rahman Rahim Allah adına..."Hâ-Mîm. Bu ilahî kelamın indirilişi, her şeyi bilen, kudret sahibi Allah’tandır. Günahları bağışlayan, tevbeleri kabul eden, intikamı çetin, lütfu sınırsız olan [Allah’tan]."[87][131] ayetlerini ve ardından onu payla­yan, kınayan sözler yazdı. Arkadaşı mektubu alınca ağladı ve: "Allah doğruyu söylemiş; Ömer de gereken nasihati yapmış­tır." diyerek günahından tevbe etti."

Yine anlatıldığına göre; iki arkadaştan biri günahkârca bir hayat sürmeye başladı. İnsanlar diğerine: "Onunla arkadaşlı­ğına son vermeyecek misin?!" dediler. Onlara şu cevabı verdi: "Arkadaşımın şimdi bana her zamankinden daha fazla ihti­yacı var. Asıl şimdi elini tutmalı, sevgi dolu bir dille uyarıp öğüt vermeli ve hidayeti için dua etmeliyim."

Yahudilere ait kitaplarda yer alan bir rivayette şöyle an­latılmıştır:

“İki arkadaş, dağda bir mağarada kendilerini ibadete ver­mişlerdi. Biri, bir miktar et almak için şehre indi. Kasabın yanında güzel fahişe bir kadına rastladı, bir süre karşılıklı ba­kıştılar. Ardından kadını ayartarak, tenha bir yere götürdü, birbirlerinden muratlarına erdiler. Böylelikle kadınla üç gün geçirdi. Ardından yaptıklarından utandı. Derken bu utanç büyüdü de arkadaşının yanına dönmekten çekindi.

Arkadaşının gelmediğini gören diğeri, endişelendi ve aramak üzere şehre indi. Sora sora nihayet arkadaşını fahişe kadının yanında buldu. Derhal kucakladı, öpmeye başladı. Arkadaşı ise utancının büyüklüğünden dolayı arkadaşını ta­nımazlıktan geldi. Arkadaşı ise: "Kalk ey kardeşim! Başına gelenleri biliyorum.  Sen bana geçmişte de şimdi olduğundan daha fazla sevimli değildin." dedi. Arkadaşının gözünden düşmediğini gören adam, onunla birlikte mağaraya döndü.

Âlimlerden bazılarının da tutumu budur. Bu tutum, ki­barlık, sevecenlik, şefkat ve kavrayış açısından Ebû Zerr’in tutumundan daha üstündür. Ebû Zerr’in tutumu da güven, doğruluk ve gü­zellikte bu tutumdan üstündür.

Eğer: "Günahkârca bir yaşantı sürenlerle arkadaşlık ku­rulması caiz bile değil iken, onlarla arkadaşlığın sürdürülmesi­nin daha kibar, daha şefkatli ve daha kavra­yışlı bir tutum olduğunu nasıl söyleyebilirsin? Halbuki bir sebep üzerine kurulan bir hüküm, o sebebin ortadan kalkma­sıyla kalkar. Arkadaşlığın sebebi ise, Allah'a karşı sorumluluk bilincini ge­liştirmede yardımlaşmaktır. Bu gelişme ise, asla günah işleye­rek gerçekleşmez." dersen, derim ki:

Günahkârla arkadaşlığı sürdürmenin daha kibar ve şef­katli bir davranış olması; bu birlikteliğin beraberinde günah­kârca bir yaşantıyı ve hayasızca davranışları terk etmeyi sağ­layan bir şefkat ve kibarlığın bulunmasından dolayıdır. Zira bu durumda arkadaşlığa son vermek, günaha batmış olan arkadaşının günahta daha fazla ileri gitmesine yol açar.

Bu beraberliğin daha kavrayışlı olmasına gelince; bunun da nedeni şudur: Arkadaşlık bağı, akrabalık bağı gibidir. Bu bağ kurulduğunda, ödev ve haklar ortaya çıkar ve bunları gözetmek farz olur. Bu gözetimin bir göstergesi de, arkadaşı yoksunluk ve ihtiyaç günlerinde terk etmemektir. Din yok­sunluğu ise, malî yoksunluktan daha ağır ve çetindir. İnsan herhangi bir şekilde dinî yoksunluk içine düşebilir. Bu du­rumda korunup gözetilmesi, kendi hâline bırakılmaması ge­rekir. Bilakis içine düştüğü durumdan kurtuluncaya kadar sevgi ve şefkatle kendisine yardım edilmelidir.

Arkadaşlık, zamanın hâdise ve felaketlerine karşı yar­dımlaşmak üzere kurulmuş bir beraberliktir. Din yoksunluğu ise, en büyük felakettir.

Günahkârca bir yaşam süren kişi, Allah’a karşı sorumlu­luk bi­linciyle donanmış biriyle arkadaşlık ettiğinde, onun, Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle nasıl yaşadığını, bunda nasıl kararlı olduğunu göre göre kendisinde de bir sıcaklık ve yakınlaşma meydana gelir, içinde bulunduğu durumdan so­ğur. Aynı şe­kilde ibadette gayretli bir kimse ile arkadaşlık eden tembel kişi, onu göre göre o da kulluk görevlerinde gayretli bir kişi hâline gelir.

Cafer b Süleyman şöyle demiştir:

"Kulluk görevlerimde tembelleştiğimi gördüğüm an der­hal Muhammed b. Vâsi’ye, onun Allah’a kulluktaki azmine bakarım. Çok geçmez beni saran tembellik kaybolur ve ben eski azmime kavuşmuş olarak ibadetlerime devam ederim."

Arkadaşlık, akrabalık gibi yakınlık ifade eder. Günah işli­yorlar diye yakınlarla ilişkilerin kesilmesi ise caiz değildir. Bu­nun için Allah, Peygamber’ine, kendisine karşı çıkan akra­balarına:

"Ben sizin yapıp-ettiklerinizden sorumlu değilim!"[88][132] deme­sini emretmiş; fakat akrabalık huku­kundan dolayı, "Ben sizden uzağım." dedirtmemiştir.

Ebü’d-Derda da kendisine: "Arkadaşın şöyle şöyle yapı­yor, ona karşı içinde bir nefret duymuyor musun?" diyenlere: "Ben onun kendisinden değil ancak davranışından nefret ederim; o benim yakın arkadaşımdır." cevabını vermiştir:

Din kardeşliği, soy kardeşliğinden daha güçlüdür. Bunun için, hikmete ermiş birine: "Hangisini daha çok seversin, kar­deşini mi yoksa arkadaşını mı?" diye sorulduğunda cevabı: "Kardeşim, arkadaşım olduğu zaman onu daha çok severim."  olmuştur.

Hasan Basrî de şöyle demiştir: "Nice kardeşin vardır ki, onları annen dünyaya getirmemiştir."

Akrabalığın, sevgi ve dostluğa muhtaç olduğu; fakat sevgi ve dostluğun, akrabalığa muhtaç olmadığı söylenmiştir.

Cafer-i Sadık şöyle demiştir: "Bir günlük arkadaşlık, sıla-i rahim; bir aylık arkadaşlık, akrabalık; bir yıllık arkadaşlık ise anne tarafından akrabalık gibidir. Arkadaşlığa son vereni, Allah rahmetinden uzaklaştırır."

Kurulmuş bir arkadaşlık hukukunu gözetmek farzdır. An­cak günahkârca bir yaşam sürenlerle ilk defa başlayacak bir arkadaşlığa son verilebilir; zira arkadaşlık hukuku henüz ta­hakkuk etmemiştir. Eğer bir akrabalık bağı söz konusu ise, bu durumda bağların koparılması yakışık almaz. Aksine akraba­lara güler yüz gösterilmeli ve onlarla iyi ilişkiler kurulmalıdır. Bu görüşü­müzün dayanağı; günahkârca bir yaşantı süren kişiyle henüz işin başında arkadaşlığı terk etmenin ne yasak­lanmış ne de çirkin görülmemiş olmasıdır.

Bu insanlardan uzak durmanın daha doğru bir yaklaşım olduğunu söyleyenler de vardır. Fakat süregelen bir arkadaş­lığa son vermek, yasaklanmış ve çirkin görülmüştür. En ba­şından arkadaşlığın kurulmamasını, süregelen bir arkadaşlığın bitirilmesiyle bir tutmak, boşanmayı hiç evlen­memeyle bir tutmak gibidir, yanlıştır. Zira Allah katında, bo­şanmak, hiç evlenmemekten daha kötü bir davranıştır.

Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Allah’ın kulları içinde en kötüler, laf götürüp getirenler ve arkadaşları birbirinden ayıranlardır."[89][133]

İlk örnek müslüman nesillerden biri, arkadaşların hatala­rının söylenmeyip giz­lenmesi konusunda şöyle der: "Şeytan, arkadaşınızın hatalarının açığa çıkmasını ve bu yüzden sizle­rin onunla ar­kadaşlığa son vererek onu terk etmenizi ister. Düşmanınızı memnun etmekten ne kazanç umarsınız?!"

Bu gerçekten de böyledir. Zira şeytan, günah işlenmesin­den hoşlandığı gibi, dostların aralarının açılmasından da hoşlanır. Şeytan bu iki isteğinden birini gerçekleştirmişse, hiç olmazsa diğerini gerçekleştiremesin. Hz. Peygamber (s.a.v.), buna işaret etmek üzere, zinaya düşen birini ağır bir dille kö­tüleyen kimseyi bu şekilde konuşmaktan men etmiş ve şöyle buyurmuştur:

"Kardeşinize karşı şeytana yardımcı olmayın."[90][134]

Bu açıklamalarımızın sonunda, günahkâr kişiyle arkadaş­lığa başlanması ile sonradan günah bir yaşama başlayan kim­seyle arkadaşlığın devam ettirilmesi arasındaki fark anlaşılmış oldu. Zira günah içinde bir yaşam sürenlerle kaynaşıp, dost­luk ve samimiyet kurmak sakıncalı olduğu gibi, arkadaş ve dostların birbirlerinden uzaklaşmaları da sakıncalıdır.

Kendisine muhalefet edilen ile edilmeyenin durumu aynı değildir. Günah işleyenlerle henüz arkadaşlığın başlangıcında bir muhalefet ve sürtüşme yaşanmayabilir. Buna rağmen onlardan uzaklaşmak, bize göre daha doğrudur. Bu tür ar­kadaşlıklarda muhalefet ve sürtüşmenin ortaya çıkmaması çok zordur. Ancak her halükarda arkadaşlık hukukunun gö­zetilmesi yerinde bir davranış olacaktır.

Buraya kadar olan açıklamalarımız, arkadaşın dinî ya­şantıya ilişkin kusurları karşısında geliştirilecek tutumlarla ilgiliydi.

Arkadaşlık hukukunda meydana gelen hatalarına ge­lince; bunları affetmek ve sabır göstermek, yerinde bir davra­nıştır. Hatta olabildiğince arkadaşın niyetini iyiye yormak ve onun için doğrudan veya dolaylı bir mazeret aramak, arka­daşlık hukukunun gereğidir.

Şöyle denilmiştir: “Arkadaşın bir hatası için yetmiş maze­ret bulmalısın. Eğer kalbin mazeret bulmayı hoş karşılamı­yorsa, kabahati kendinde bil ve kendine şöyle de: "Sen ne kadar katı yüreklisin! Arkadaşın sana yetmiş mazeret bildirir­ken, sen hiçbirini kabul etmiyorsun. Asıl hatalı ve kusurlu olan arkada­şın değil, sensin."

Eğer arkadaşın hata ve kusuru iyiye yorumlanamayacak durumda ise, bu takdirde, kızmamak elinden gelirse, kızma. Fakat kızmamak ne mümkün!

Nitekim İmam Şafiî (rah.a.) şöyle demiştir:

"Kızdırıldığı hâlde kızmayan, eşektir. Gönlü alındığı hâlde hoşnut olmayan, şeytandır. Ne eşek ol, ne de şeytan. Arka­daşının yerine sen kendi kendinin gönlünü al. Gönlünün alınmasını istemiyorsan da şeytan olmaktan sakın."

Ahnef şöyle demiştir: "Üç durumda arkadaşa sabır gös­termek, arkadaşlık hukukundandır:

1- Öfkelendiğinde adaletsiz davranırsa,

2- Hata yaptığında adaletsiz davranırsa,

3- Sürçtüğünde adaletsiz davranırsa."

Bir başkası da: "Hiç kimseye asla kötü söz söylemedim, sövmedim. Çünkü bana kötü söz söyleyen, onurlu ve saygın biri ise, onun hatasını bağışlamayı en fazla hak eden benim. Eğer bana o kötü sözü söyleyen, alçağın biri ise, sövgüsünün bedeli olarak namus ve haysiyetimi ona teslim etmem." de­miş ve ardından şu şiiri  okumuştur:

"Affederim onurlu ve saygın birinin kötü sözlerini,

İşitmem alçağın sövmesini korumak için şerefimi."

Yine bir diğer şiirde şöyle denilmiştir:

"Al, dostunun berrak ve duru taraflarını,

Bırak, bulanık ve kirli olan davranışlarını.

Kısadır ömür yetmez ayıplayıp kızmaya,

Kaderin cilvelerinden dolayı dostlara."

İster yalancı isterse doğru sözlü olsun, arkadaşın senden özür dilediği zaman özrünü mutlaka kabul et. Zira Hz. Pey­gamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Arkadaşı kendisinden özür dilediği hâlde arkadaşının öz­rünü kabul etmeyen kişi, vergi tahsildarlarının haksız ka­zançlarıyla yüklendikleri günahın benzerini yüklenir."[91][136]

Bir diğer hadiste de şöyle buyurulmuştur:

"Mü’min çabuk kızar, çabuk barışır."[92][137]

Dikkat edileceği üzere hadiste Hz. Peygamber, "mü’min kızmaz" dememiştir.

Allah Teâlâ da öfkelenme konusunda şöyle buyurmuştur:

"Öfkelerini kontrol altında tutarlar"[93][138]

Bu ayette de Allah mü'minler hakkında "öfkelenmezler" dememiştir. Kızmamak, öfkelenmemek mümkün değildir; zira yara alıp, acı duymamak imkansızdır. Aksine yaralanan acı duyar; fakat tahammül gösterir, sabreder.

Yaradan ötürü acı duymak, bedenin yaratılışının bir ge­reği olduğu gibi, öfke nedeniyle acı duymak da kalbin yaratı­lışının gereğidir. Öfkeyi kalpten söküp atmak mümkün değil­dir. Fakat öfkenin kontrol altında tutulması ve gereğinin aksi­nin yapılması mümkündür. Öfke, hıncını almak ister; fakat bundan vazgeçmek insanın elinde olan bir şeydir.

Şair şöyle demiştir:

"Çekişme arkadaşınla, ayıplama var diye kusuru,

Kusursuz mükemmel insan, var mı gören onu?"

Ebû Süleyman Darânî, Ahmed b. el-Havârî’ye şöyle de­miştir: "Bu zamanda birisiyle yakın arkadaşlık kurarsan, ho­şuna gitmeyen davranışlarından ötürü onu ayıplama. Çünkü sana vereceği cevapla daha büyük bir kötülük sergilemeye­ceğin­den emin olamazsın."

Daha sonra Ahmed b. el-Havârî: "Ben bunu tecrübe et­tim ve gerçekten öyle olduğunu gördüm." demiştir.

İlk örnek müslüman nesilden bir başkası da şöyle demiş­tir: "Arkadaşın eziye­tine katlanmak, onu eleştirip azarlamak­tan; onu eleştirip azarlamak, onunla arkadaşlığı bitirmekten; onunla arkadaşlığı bitirmek de onunla çatışmaktan daha iyi­dir." Onunla çatışıldığı zaman da kin ve nefret gösterilmede aşırıya gidilmemelidir. Zira Allah şöyle buyurmuştur:

"[Ama] belki Allah, [ey mü’minler,] [şimdi] düşman ola­rak gördüğünüz kimseler ile sizin aranızda [karşılıklı] bir ya­kınlık oluşturabilir."[94][139]

Hz. Peygamber ise (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Sevdiğin kişiyi aşırıya kaçmadan sev; olabilir ki günün birinde nefret ettiğin biri oluverir. Nefret ettiğin kişiden aşırıya kaçmadan nefret et; olabilir ki günün birinde sevdiğin biri oluverir."[95][140]

Hz. Ömer (r.a.) bunu: "Sevgin külfet, nefretin de telef olmasın." diye açıklamıştır. Bu, arkadaşını kendini mahvet­mek pahasına sevmektir.

 

Altıncı Ödev ve Hak

 

Yaşamında ve Ölümünden Sonra Dua Etmek

 

Arkadaşlık hukukunda altıncı ödev ve hak; arkadaş için, yaşarken ve ölümünden sonra, ailesini ve ilişkisi bulunan her şeyi de anarak, onun hoşlanacağı biçimde dua etmektir.

Kendin için dua ettiğin gibi arkadaşın için de dua etmeli­, onu kendinden ayrı tutmamalısın. Hiç kuşkusuz senin ona dua etmen, gerçekte senin kendine dua etmendir.

Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"İnsan, arkadaşının bulunmadığı bir ortamda onun arka­sından dua ettiğinde, bir melek: "Ettiğin duanın bir ben­zeri de senin için olsun!" diye karşılık verir."[96][141]

Bu hadisin bir diğer metninde meleğin şöyle dediği belir­tilir:

"Allah: ‘Ey kulum! Duanı, onun için istedik­lerini ondan önce sana vererek kabul ediyorum’, buyurur."

Yine bir başka hadiste Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle bu­yurur:

"Kişinin kendi hakkında kabul olmayan duası, arkadaşı hakkında kabul olur."[97][143]

Başka bir hadis de şöyledir:

"Kişinin, arkadaşının bulunmadığı bir ortamda onun için yaptığı dua geri çevrilmez."[98][144]

Ebü’d-Derdâ (r.a.) şöyle demiştir: "Ben namazda secde­ esnasında yetmiş arkadaşım için, tek tek isimlerini sayarak dua ederim."

Muhammed b. Yusuf İsfehanî de şöyle demiştir: "Dürüst ve erdemli arkadaş gibisi var mı? Ailen mirasını paylaşıp, refah içinde bir ömür sürerken, arkadaşın arkandan tek ba­şına yasını tutar. Dünyadaki yaşantını, kabirdeki durumunu düşünür ve sen nemli toprağın altında yatarken, o da gecenin karanlıklarında senin için dua eder."

Dürüst ve erdemli arkadaş, melekleri kendine örnek al­mış gibidir. Zira bir rivayette şöyle melekler için buyurulur: "Kul öldü­ğünde insanlar "Geride ne miras bıraktı?" derlerken, melekler "Beraberinde ne getirdi?" derler."[99][145]  Eğer iyi amel­leri varsa, melekler sevinir ve ona şefkatli davranırlar.

Yine denilmiştir ki: “Arkadaşının ölüm haberini alan ve onun için Allah’tan bağışlanma ve rahmet dileyen kimseye, cenaze­sine katılmış ve namazını kılmış gibi sevap yazılır."

Aynı şekilde Hz. Peygamber’den de (s.a.v.) şöyle rivayet edilmiştir:

"Mezarındaki ölü, suya düşen ve kurtulmak için önüne gelen her şeye tutunan kimse gibidir. Aynı bu kimse gibi, ölü de çocuklarından, babasından, annesinden, kardeşinden ve yakınlarından dua (tutunacağı bir şeyler) bekler."[100][146]

Kuşkusuz her gün, yaşayanların yaptıkları dualardan meydana gelen dağlar gibi nurlar, ölülere ulaşır.

İlk örnek müslüman nesilden biri şöyle demiştir: "Ölülere dua etmek, yaşayanlara he­diyeler vermekle aynı şeydir. Me­lek, içinde nurdan bir mendil olan nurdan bir tepsi ile ölüye gelir ve ona: "Bu, falan arka­daşının sana gönderdiği hediye­dir. Bu falan yakınının sana gönderdiği hediyedir." der. Ya­şayan insanın gönderilen hediyeden sevinç duyması gibi, ölü de yapılan duadan sevinç duyar."

 

Yedinci Ödev ve Hak

 

Vefa ve Bağlılık

 

Vefa, ölünceye kadar arkadaşını ve öldükten sonra da onun ailesini, dost ve arkadaşlarını arayıp sormak ve aradaki sevgi bağını korumaya devam etmektir.

Kuşkusuz sevgi ancak ahiret için arzulanır. Sevgi ölümle birlikte son bulacak olursa, yapılanlar boşa gider, çekilen emekler ziyan olur.

Hz. Peygamber (s.a.v.) Allah’ın arşın gölgesinde gölge­lendireceği yedi kişiyi sayarken:

"Bunlardan biri de birbirini Allah için seven ve bu sevgi ile birleşip, bu sevgi ile ayrılan iki arkadaştır."[101][147]  der.

Bazıları da: "Öldükten sonra gösterilen az vefa, yaşarken gösterilen çok vefadan daha iyidir." demiştir.

Bir rivayette şöyle anlatılmıştır: “Hz. Peygamber (s.a.v.), yanına gelen ihtiyar bir kadına oldukça ilgi gösterdi, ikramda bulundu. Sebebini soranlara: "Bu kadın, Hatice’nin sağlı­ğında bize gelip giderdi. Vefa göstererek cömert davranmak, dinden­dir."[102][148]

Arkadaşa vefanın gereklerinden biri de, onun bütün dost ve akrabalarını, onunla ilişkisi olan herkesi arayıp sormaktır. Onları arayıp sormak, gözetip kollamak, arkadaşın gönlünde, arkadaşın bizzat kendisini arayıp sormaktan, gözetip kolla­maktan daha derin izler bırakır. Kuşkusuz arkadaş, kendisiyle ilgili herkesin aranıp sorulmasından fazlasıyla sevinç duyar.

Kuşkusuz şefkat ve sevginin gücü, muhatabını aşıp, onunla ilgili her­kese nüfuz etmesiyle meydana çıkar.

Sevgiye vefa gösterilmemesi şeytanı memnun etmekte­dir. Şeytan, birbirlerini Allah için seven arkadaşları kıskan­dığı kadar, iyilik üzere yardımlaşanları kıskanmaz. O, Allah sevgisi üzerine kurulu bir arkadaşlığı bozmak için bütün imkanlarını seferber eder, elinden geleni yapmaktan kaçınmaz.

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Kullarıma söyle, en güzel bir biçimde konuşsunlar; çünkü, şeytan insanların arasını açmak için her zaman fırsat kollamaktadır."[103][149]

Ayrıca Hz. Yusuf’un (a.s.) diliyle şöyle buyurulmuştur:

"Şeytan benimle kardeşlerimin arasını açtıktan sonra.."[104][150]

Bu yüzden, "Allah için arkadaş olan iki kişinin arası an­cak ikisinden birinin işlediği günah nedeniyle bozulur." de­nilmiştir.

"Kişi, Allah’a kullukta kusur göste­rince, Allah, dostlarını ondan uzaklaştırır. Çünkü dostlarla beraber olmak, kederi giderir ve dinî yaşantıya yardımcı olur."

İbnü’l-Mübarek de: "En tatlı şey, arkadaşlarla birlikte ol­mak ve yeterli miktarda dünyalıkla yetinmektir." demiştir.

Kalıcı arkadaşlık, Allah için olanıdır. Dünyevî menfaatler üzerine kurulan arkadaşlıklar, menfaatin ortadan kalkmasıyla son bulmaktadır.

Allah için olan arkadaşlığın tamam olmasının koşulların­dan biri de gerek dinî ve gerekse dünyevî hiçbir konuda ar­kadaşı kıskanmamaktır. Arkadaşının sahip olduğu imkanlardan sen de istifade edip dururken, sahip olduklarından ötürü arkadaşını nasıl kıskanırsın? Allah Teâlâ, kendi uğrunda birbi­rini sevenleri anlatırken şöyle buyurur:

"Başkasına verilmiş olanlara karşı kalplerinde hiçbir haset olmayan, aksine kendileri yoksulluk içinde bulunsalar bile diğerlerini tercih edenler..."[105][151]

Arkadaşa vefa göstermenin bir biçimi de, kendi saygınlık ve itibarı ne kadar artarsa artsın, otorite ve makamı ne kadar yükselirse yükselsin, arkadaşına karşı daima alçak gönüllü olmaktır. Yükselen sosyal statüyle birlikte, arkadaşlara bü­yüklük taslamak, alçaklıktır.

Şair şöyle der:

"Arar onurlu insanlar bolluk zamanlarında,

Dostluklarını sunanları darda kaldıklarında."

İlk örnek müslüman nesilden biri oğluna vasiyetinde şöyle demiştir: "Oğlum! Yokluğunu hissettiğinde sana yakla­şan, ihtiyacın olduğunda seni arayan, makam ve statüsü yük­seldiğinde sana büyüklük taslamayan kişilerden başkasıyla arkadaşlık yapma."

Derin kavrayış sahibi kimi insanlar da şöyle demişlerdir:

"Arkadaşın, yönetici olduğunda dahi sana olan sevgisi­nin yarısını devam ettiriyorsa, bu büyük bir nimettir."

Rebi’nin anlattığına göre; İmam Şafiî (rah.a.) Bağdat’ta birisiyle samimi bir arkadaşlık kurdu. Sonra bu arkadaşı Seybeyn şehrine vali olarak atandı. Ardından İmam Şafiî’ye karşı tutum ve davranışları değişti. Bunun üzerine Şafiî ona şu şiiri yazdı:

"Git boşadım sevgini gönlümden ebediyen artık,

Ancak yine de dönüşü olmayan bir talak değil bu,

Dönmek istersen hatandan bilesin bu bir talaktır,

İki talak üzere sevgim devam etmektedir doğrusu,

Diretirsen yanlışında ikinci talak gelir artık,

Üçüncü talaktan sonra yoktur geri dönüşün yolu,

O gün Seybeyn valiliği hiçbir işe yaramayacaktır."

Haberin olsun ki,

Dinin hükümlerine aykırı davranışlarında ar­kadaşa ayak uydurmak, hiçbir şekilde arkadaşa vefa göster­me kapsa­mında değerlendirilemez. Aksine bu durumda ona karşı gel­mek, muhalefet etmek, arkadaşa vefa gösterme davranışıdır.

İmam Şafiî, Muhammed b. Abdülhakem’i arkadaş edindi. İmam onu kendine yakın tutuyor, "Mısır’da oturma­mın sebebi bu arkadaşımdır." diyerek ona iltifat ediyordu. Günün birinde Muhammed hastalandı. İmam Şafiî ziyâretine gitti ve şöyle dedi:

"Hastalandı dostum gittim derhâl ziyaretine,

Hasta oldum ona olan üzüntümden ben.

İyileşti dostum gecikmedi geldi ziyaretime,

İyi oldum iyileşmiş görünce onu ben."

İmam Şafiî’ye ölüm döşeğinde sordular: "Sizden sonra yerinize kimi geçirelim?" Bu sırada Muhammed b. Abdülhakem İmam’ın başucunda dikiliyordu. Kendisini seç­mesi arzusuyla İmamın önüne geldi. İmam Şafiî: "Subhanallah, hayret doğrusu? Ebû Yakub el-Buveytî durur­ken, yerime başka kimi geçireceksiniz?!" dedi.

Muhammed, İmam’ın bu sözüne darıldı. Ardından Muhammed’in öğrencileri de Buveytî’nin ders halkasına geç­tiler. Muhammed, Şafiî mezhebinin tamamını İmam Şafiî’den öğrenmişti. Ancak Buveytî daha üstün, zühd ve takvada on­dan daha ileri idi. İmam Şafiî bu davranışıyla müslümanlara öğüt ve nasihatte bulunmuş; asla dalkavukluk ve yağcılık yapmamış, Allah’ın hoşnutluğunu bırakıp insanları hoşnut etmeye çalış­mamıştır. İmamın vefatından sonra Muhammed b. Abdülhakem onun mezhebini bırakarak, babasının bağlı olduğu Maliki mezhe­bine geçti, İmam Malik’in kitaplarını okutmaya başladı. O, İmam Malik’in ileri gelen öğrencilerin­dendi.

Buveytî ise zühd ve takva yolunu tuttu. Çevresinde, ders halkasına katılan insan sayısının her gün artması, onu şı­martmadı, aldatmadı. Aksine o kendini daha çok ibadete verdi. "el-Ümm" adlı kitabı yazdı. Günümüzde bu kitap Rebi’ b. Süleyman’a ait gösterilmektedir; fakat gerçekte kitabı ya­zan Buveytî’den baş­kası değildir. Ne var ki kitabına adını yazmadığı, kendine ait olduğuna dair bir bilgi vermediği için böyle sanıldı. Rebi’ de bu kitaba birtakım eklemeler, değişik­likler yaparak, onu kül­tür dünyasına sundu.

Bu açıklamayı yapmaktaki amacımız, Allah için öğüt vermenin, arkadaşlık vefasından olduğunu göstermektir.

Ahnef b. Kays şöyle demiştir: "Arkadaşlık, bir yakut gibi­dir. Onu iyi korumazsan, bir kazaya uğrayıp kırılabilir.. Sana haksızlık edenden sen özür dileyecek derecede öfkeni kontrol altında tutmak ve kendinin iyiliklerini, arkadaşının da kusurla­rını çok görmeyecek derecede hoşnutluk göstermek sûretiyle bu kıymetli taşı koruma altına al."

Arkadaşlıkta bağlılık ve samimiyetin göstergelerinden biri de, arkadaştan ayrılmaktan son derece üzüntü duymak ve ayrılığa yol açacak nedenlerden nefret etmektir.  

Şair bunu şöyle dile getirir:

"Gördüm ki bütün felaketleri zamanın,

Önemsizdir ayrılığı dışında dostların."

İbn Uyeyne bu şiiri okumuş ve şöyle demiştir:

"Öyle arkadaşlarım var ki, otuz yıldır kendilerini görme­diğim hâlde özlemleri bir an olsun gönlümden gitmez."

Arkadaşlıkta bağlılık ve samimiyetin bir biçimi de halkın arkadaş aley­hinde söylediklerine kulak vermemektir. Özellikle ithamdan kurtulmak için, arkadaşınızı önce sevdiğini söyleyip ardından onun hakkında kalbinizi öfke ve nefretle doldu­racak şeyler aktaran kimselerin sözleri dinlenmemelidir. Bu davra­nış, arkadaşlar arasında karışıklık ve huzursuz­luğa yol açan çok ince bir hiledir. Bu hileye karşı uyanıklık göstermeyenle­rin dostluk ve arkadaşlıkları uzun süre devam edemez.

Bir adam, derin kavrayış sahibi bir zata:

- Senin sevgi ve dostluğuna talibim, dedi. Derin kavrayış sahibi kişi:

- Üç şeyi mihr olarak verirsen olur, dedi. Adam:

- O üç şey nedir? dedi. Derin kavrayış sahibi kişi:

- Aleyhimde söyleneni dinlemeyeceksin, işimde bana muhalefet etmeyeceksin ve körü körüne beni çiğnemeyecek­sin, dedi.

Arkadaşlıkta bağlılık ve samimiyetin gereklerinden biri de, dostun düşmanıyla arkadaşça ilişkiler kurulmamalıdır.

İmam Şafiî şöyle demiştir: "Arkadaşın, senin düşmanınla dostluk kurduğunda, sana düşmanlıkta onun taraftarı olmuş demektir."

 

Sekizinci Ödev ve Hak

 

Yük Olmamak, Gereksiz Tekliflerden Kaçınmak

 

Bu, arkadaştan, sıkıntı verecek isteklerde bulunmamak; aksine kendinden yana bir rahatlık ve huzur hissetmesini sağlamaktır.

Arkadaş sosyal statüsünü, makam sahibi bir arkada­şına olan yakınlığından almamalı, ondan ekonomik ve sosyal ma­kamıyla kendisine yardım etmesini beklememelidir. Kendi­sine alçak gönüllü davranılmasını, aranıp sorulmasını ve ken­disine karşı arkadaşlık gereklerinin yerine getirilmesini bekle­yerek ar­kadaşına yük olmamalıdır.

Arkadaşlığıyla sadece Allah’ın hoşnutluğunu kazanmayı amaçlamalıdır. Onun duasını, dinî yaşantıdaki yardım ve desteğini almalı; kendisi arkadaşlık hukukunun gereklerini yerine getirip ondan gelen sıkıntılara sabrederek, Allah’a ya­kın olmayı hedeflemelidir.

Bazı âlimler şöyle demiştir: "Kendisinden yapması bek­lenmeyeni arkadaşlarından yapmalarını bekleyen kimse, on­lara zulüm ve haksızlık etmiştir. Kendisinden beklenenin ben­zerini arkadaşlarından bekleyen kişi de onları yormuştur. Ar­kadaşlarından hiçbir istekte bulunmayan kimse ise, onlara iyilik etmiştir."

 Derin kavrayış ve bilgi sahibi zatlardan biri şöyle demiş­tir:

"Arkadaşlarının yanında kendini olduğundan üstün gös­teren kişi, hem kendini hem de beraberindeki insanları gü­naha sokmuştur. Kendini olduğu gibi gösteren kimse de hem kendini hem de beraberindekileri yormuştur. Kendini oldu­ğundan daha mütevazı gösteren kişi ise, hem kendini hem de beraberindekileri esenlik ve güvene almıştır."

Arkadaşa yük olmamak, külfet ve teklifin her çeşidini aradan kaldırmakla gerçekleşir. Ta ki kişi, yalnız iken hissettiği rahatlığı arkadaşı kendisine geldiğinde de hissetmeye devam etsin.

Cüneyd, arkadaşlar arasındaki soğukluğun nedenini şöyle açıklar: "Allah için arkadaşlık yapan iki kişiden birinde görülen çekingenlik ya da soğukluk, ancak diğerindeki kusur ve noksanlıktan dolayıdır."

Hz. Ali de (r.a.) şöyle demiştir: "Arkadaşların en kötüsü, yapmacık davranan, insanı yüze gülmek zo­runda bırakan ve özür dilemeye mecbur edendir."

 

Yük Olmak İlişkileri Zedeliyor

 

Fudayl şöyle demiştir: "İnsanlar, ancak yapmacık davra­nışlarından ve külfet altına girmelerinden dolayı birbirlerin­den koparlar. Biri arkadaşını ziyarete gider, arkadaşı da onu ağırlamak için külfet ve sıkıntıya girer. Gelen misafir, arkada­şının, kendisinden dolayı sıkıntı ve zahmete girdiğini görerek, ziyaretlerine son verir.

Hz. Aişe (r.a.) ise şöyle demiştir: "Mü’min, mü’minin kar­deşidir; onu aldatmaz ve ondan çekinmez."

İlk örnek müslüman nesillerden bir âlime: "Kiminle arka­daşlık edelim?" diye soruldu. O: "Gereksiz tekliflerden kaçı­nan ve çekin­gen/resmi davranmayan kimselerle." cevabını verdi.

Cafer b. Muhammed de bu konuda şöyle demiştir: "Ar­kadaşlarımın en çe­kilmez ve sıkıcı olanı, benim için külfet ve zahmetlere giren ve bundan ötürü benim de kendisinden çekindiğim kim­sedir. Bana en sevgili arkadaşım ise, yalnızken nasıl davranı­yorsam onunla olduğum zaman da aynı şekilde davrandı­ğım (davranışımın değişmediği) kimsedir."

Sûfîlerden bir zat şöyle demiştir: "Bir iyilik yaptığında yü­celtilmeyip, bir kötülük yaptığında da küçültülmediğin; bütün koşullarda yanında hep aynı durumda görüldüğün kişiler­den başkasıyla arkadaşlık yapma."

Bu kimseyi böyle konuşmaya iten neden hakkında şöyle denilmiştir: Arkadaşlar arasında külfet ve çekingenlik (resmi­yet) ancak bu şekilde aradan kalkabilir. Olumsuz davranışla­rından dolayı arkadaşının gözünde küçüldüğünü hisseden biri çekingenlik ve mahcubiyetten kurtulamaz.

Bir başkası da şöyle demiştir: "Dünyaya gönül verenler ya­nında edepli, âhiret adamları yanında ilimle hareket et. İlahî sır ve hakikatleri tanımış Allah dostlarının yanında ise istedi­ğin gibi davran."

Bir başkası da şöyle der: "Günah işlediğin zaman senin yerine tevbe eden, hata ettiğin zaman senin adına özür dile­yen, senin sıkıntılarını senin için yüklenip, sana yük olma­yan kimseden başkasıyla arkadaşlık yapma."

Bu sözün sahibi, böyle konuşmakla, arkadaşlık yolunu daraltmıştır. Gerçek onun söylediğinden farklıdır. Bilakis akıl sahibi her dindar kişi ile arkadaşlık yapılmalı ve o kişinin dile getirdiği şartları yerine getirmeye azimli olunmalıdır. Fakat insan, arkadaşlarını bu şartları yerine getirmeye zorlamamalı­dır ki arkadaşlarının sayısı artsın. Arkadaşlarından böyle bir bek­lentisi olmayan kimse, onları Allah için arkadaş edinmiş olur. Aksi takdirde onları kendi menfaatleri için arkadaş edin­miştir.

Adamın biri Cüneyd’e: "Bu zamanda arkadaş bulmak ne kadar zor. Allah için arkadaş olacağım bir kişi biliyor musun?" diye sordu. Cüneyd, adama cevap vermedi. Adam bu soru­sunu üç kez tekrarladı. Bunun üzerine Cüneyd ona: "Eğer senin sıkın­tılarını yüklenecek, eziyetlerine katlanacak bir ar­kadaş arıyor­san, yemin ederim ki, böyle arkadaşlar son de­rece azdır. Yok eğer sen onun sıkıntılarını yükleneceğin, ezi­yetlerine katlana­cağın, Allah için bir arkadaş arıyorsan, ya­nımda bu özellikte bir topluluk var, seni onlarla tanıştırabili­rim." dedi. Adam cevap vermedi ve öylece sustu.

Haberin olsun ki,

insanlar üç sınıftır:

1- Bir kısmının arkadaşlığından fayda görürsün.

2- Bir kısmına sen faydalı olabilir ve onların zararından gü­vende olabilirsin. Fakat onların sana faydası olmaz.

3- Bir kısmına ise faydalı olamadığın gibi, zararlarından da güvende olamazsın. Bu aptal, kötü ahlâklı kişidir.

Bu üçün­cüden uzak dur. İkinciden ise uzak durman ge­rekmez; çünkü ona olan iyiliklerinden ötürü onun duasını alabilir, ona yapacağın iyiliklerinle sevap kazanabilirsin. Bu­nun ise ahirette senin için kazanç olduğu açıktır.  

Allah Teâlâ, Hz. Musa’ya (a.s.) vahiy yoluyla şöyle bil­dirmiştir: "Bana itaat edersen, arkadaşlarının sayısı artar."  

Burada "Bana itaat edersen" sözü, arkadaşlarına iyilik eder, eziyetlerine kat­lanır ve onları kıskanmazsan, biçiminde yorumlanmıştır.

İlk örnek müslüman nesil âlimlerinden biri: "Elli senedir insanlarla birlikteyim. Bir kere olsun aramızda anlaşmazlık çıkmadı. Çünkü ben onlarla birlikte iken, daima kendime karşı onların tarafında yer alırım." demiştir. Böyle bir ahlâka sahip olan kişinin elbette arkadaşlarının sa­yısı artar.

Nafile ibadetlerde arkadaşa muhalefet etmemek ve en­gelleyici olmamak da arkadaşa yük olmama kapsamında değerlendirilmelidir.

Mutasavvıflardan bir grup, dört konuda birbirlerini ser­best bırakmak koşuluyla arkadaş oldular:

1- Onlardan biri gündüzleri devamlı yeyip içse, arka­daşı ona: "Oruç tut." demeyecektir.

2- Bütün seneyi oruçlu geçirse, arkadaşı ona: "Oru­cuna son ver." demeyecektir.

3- Bütün geceyi uyku ile geçirse, arkadaşı ona: "Kalk, namaz kıl." demeyecektir.

4- Bütün geceyi namaz kılarak geçirse, arkadaşı ona: "yeter, uyu." demeyecektir.

Bunlara rağmen o, arkadaşının gözünde yücelmeyecek  ve alçalmayacaktır; aynı kalacaktır. Yoksa bu davranışların bazısının onu riyakarlığa, bazısının da mahcubiyete sü­rükle­mesi mümkündür.

"Külfeti olmayanın dostluğu, yük olmaya­nın da sevgisi devam eder.” denilmiştir.

Sahâbeden bir kişi de: "Allah yük olup, sıkıntı veren­lere lânet etmiştir." diye konuşmuştur.

Hz. Peygamber de (s.a.v.) şöyle buyurur:

"Ben ve ümmetimin Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşı­yanları, yük olmaktan ve sıkıntı vermekten uzağız."[106][156]

İlk örnek müslüman nesilden biri şöyle demiştir: "Kişi, ar­kadaşının evinde şu dört davranışı yerine getiriyorsa, onunla dostluk ve samimiyeti tamdır. Bun­lar: Arkadaşın evinde yiyip içmek, tuvalete gitmek, namaz kılmak ve uyumaktır."

Adamın bu sözü, mutasavvıflardan birine iletilince, o: "Beşin­cisi kalmış. O da misafir olduğu arkadaşının evinde  kendi eşiyle cinsel ilişkide bulunabilmektir.” demiştir. Ev, bu beş şeyi gizli ola­rak yapabilmek için vardır. Yoksa camiler, Allah’a ibadet edenlerin gönlüne daha fazla sevinç ve huzur verir. Bu beş şeyi arkadaşının evinde yapabildiğinde onunla arkadaşlığı tam olur, aralarından çekingenlik kalkar, memnu­niyet ve mutlulukları pekişir.

Arapların selâm verirken kullandıkları sözler de bu du­ruma işaret eder. Onlar kendilerine gelen arkadaşlarına  "Merhaba, ehlen ve sehlen" derler. "Merhaba", senin için bi­zim yanımızda genişlik vardır, demektir. Bu, hem gönüldeki hem de mekândaki genişliktir. "Ehlen", senin için bizim yanı­mızda yabancılık çekmeden dostluk ve sami­miyet kurabilece­ğin kişiler/bir aile vardır, demektir. "Sehlen", bütün bu hu­suslar bizim için kolaydır, sen gelişinle bu konu­ların hiçbi­rinde bize yük olmuş olmazsın, demektir.

Yük olmamak, kendini arkadaşlarından daha aşağı gör­medikçe, onlar hakkında iyi ve kendi hakkında da kötü zan taşımadıkça tam anlamıyla gerçekleşmez. Arkadaşlarını ken­dinden üstün gören kimse, gerçekte kendisi onlardan üstün olmuştur.

Ebû Muâviye el-Esved: "Arkadaşlarımın hepsi de benden hayırlıdır." dedi. "Bu nasıl oluyor?" diye sordular. Şu cevabı verdi: "Arkadaşlarımın hepsi beni kendilerinden daha faziletli kabul ederler. Beni kendinden daha faziletli kabul eden kimse gerçekte benden faziletlidir."

Hz. Peygamber de (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Kişi, arkadaşının dini üzeredir. Senin ona uygun gördü­ğünü sana uygun görmeyenin arkadaşlığında hayır yoktur."

Arkadaşını fazilet ve üstünlükte kendinle bir tutman ar­kadaşlıkta aşağı bir basamaktır. Süfyan-ı Sevri şöyle demiştir: "Sana "kötü" denilmesine kızıyorsan, haberin olsun ki, insan­ların en kötüsü sensin." Bu, insanların en kötüsü olarak ken­dini görmelisin, demektir.

Arkadaşları daha alçakgönüllü ve faziletli kabul etme ko­nusunda aşağıdaki şiir söylenmiştir:

"Alçak gönüllü ol o kimselere onlar ki,

Erdem kabul eder bunu aptallık değil.

Uzak dur sonra o arkadaşlardan onlar ki,

Görür kendini arkadaşlarından seçkin."

Diğer bir şair de şöyle demiştir:

"Bir arkadaş vasıtasıyla tanıştığım,

Nice arkadaş sevimlidir tanıştırandan.

Bir yolculuk esnasında beraber olduğum,

Nice arkadaş gerçek dostum olmuştur."

İnsan, kendini üstün ve değerli gördüğü oranda arkada­şını küçük ve değersiz görür. Böyle bir yaklaşım, hiçbir müslüman için kabul edilemez.

Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurur:

"Müslüman kardeşini küçümsemesi, kişiye günah ve kö­tülük olarak yeter."

Arkadaşlara içten ve rahat davranıp, onları külfet ve zahmete sokmamanın yollarından biri de her işte onlara da­nışmak, görüş ve düşüncelerine değer vermektir.

Allah Teâlâ:

"Toplumu ilgilendiren her konuda onlarla müşavere et."[107][159] buyurmuştur.

Düşüncelerin arkadaşlardan gizlenmesi yanlış olur. Nite­kim Ma’rûf’un kardeşinin oğlu Yakup’un şöyle dediği anlatı­lır:

“Esved b. Sâlim, amcam Ma’rûf’a geldi. Esved, amcamın Allah için yakın arkadaşlık kurduğu bir kimse idi. Amcama:  "Bişr b. el-Hâris, sizinle Allah için arkadaş olmak istiyor. Bunu açıkça size söylemekten çekindiği için beni size gön­derdi. Ancak bazı şartları da var: Bu arkadaşlığın başkaları tarafın­dan duyulmamasını, karşılıklı ziyaret ve görüşmelerin yapıl­mamasını istiyor. O çokça bir araya gelip görüşmekten hoş­lanmıyor." dedi.

Esved b. Salim, Bişr’e olan biteni anlattı. Bişr bu arka­daşlığa çok sevindi.”

Bunlar arkadaşlık hukukuna dair konuları bir araya geti­ren açıklamalardır. Bu açıklamaları bazen özet olarak sunduk, bazen de ayrıntılarına indik. Fakat ne olursa olsun arkadaşlık hukuku, sen kendine karşı arkadaşlarının tarafında yer alma­dıkça, kendini onların hizmetçisi gibi görmedikçe ve onlara karşı görevlerini elinden geldiğince yerine getirmeye çalışma­dıkça tam olarak yerine gelmiş olmaz.

Arkadaşlık hukukunun gözle ilgili gerekleri şunlardır:

Arkadaşlarına sevgi ve dostlukla bakmalı ve onlara bunu hissettirmelisin. Onların güzelliklerini görüp, kusurlarını gör­mezlikten gelmelisin. Bu nedenle onlar sana yönelmiş, se­ninle konuşu­yorlarken, sen gözlerini onlardan başka tarafa çevirme.

Bir rivayette şöyle anlatılır: “Hz. Peygamber (s.a.v.), meclisinde oturan herkese kendi yüzünü görme imkanı ve­rirdi. Kime konuşsa, o kimse kendini mec­listeki en üstün kişi zannederdi. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) oturması, dinlemesi, konuşması, istemesi ve yönelişi, meclisinde bulu­nan herkese idi. O’nun meclisi, mahcubiyetin, alçak gönüllülü­ğün ve gü­venin yoğun yaşandığı bir meclisti.[108][162]  

Hz. Peygamber (s.a.v.), arkadaşlarına, insanların en fazla tebes­süm edip, gülümseyeni ve konuştuklarında onları en fazla ilgi ve hayranlıkla dinleyeni idi. Arkadaşlarının gülmesi de, O'nu örnek aldıkları ve O’na saygı duydukları için sadece tebes­sümden ibaretti.

Arkadaşlık hukukunun kulakla ilgili gerekleri şunlardır:

Arkadaşının konuşmasını, haz alarak ve bu hazzı da göstererek dinlemelisin. Karşılık verme, tartışma ve itiraz etme gibi nedenlerle konuşmasını kesmemelisin. Eğer anormal bir durum meydana gelirse, özür dileyerek konuşmasını bölebi­lirsin.

Onların duyduklarında hoşlanmayacakları şeyleri dinle­mekten kaçın­malısın.

Arkadaşlık hukukunun dille ilgili gereklerini daha önce anlattık. Bu konuda söylenecekler çoktur. Arkadaşa karşı sesini yükseltmemek ve anlayamayacağı tarz ve sözlerle ona konuşmamak, bu konuda yerine getirilmesi gerekenlerden birkaçıdır.

Arkadaşlık hukukunun elle ilgili gerekleri, onlara beden gücüne dayanan hiçbir yardımdan geri kalmamaktır.

Arkadaşlık hukukunun ayakla ilgili gerekleri ise,  arka­daşların önlerinden değil arkalarından yürümek; ancak öne geçirdikleri zaman onların önünde yürümek, kendilerine yak­laştırdıkları zaman onlara yaklaşmaktır. Geldiklerinde onlar için ayağa kalkmak, onlar oturmadan oturmamak ve onların bulunduğu bir ortamda alçak gönüllülük göstermektir.

Uyuşma ve birliktelik sağlandığı oranda arkadaşlık huku­kunun ayağa kalkmak, özür dilemek ve övmek gibi birtakım gerekleri ortadan kalkar. Bunlarda bir tür resmi­yet ve külfet söz konusu olduğu için bu resmiyet ve külfet ortadan kalktığı ölçüde bu gerekler de ortadan kalkar.

Arkadaşlar arasında uyuşma ve birliktelik tam olarak sağlandığında her tür külfet ve zahmet de kendiliğinden ara­dan kalkar. İnsanın, arkadaşına olan davranışları, kendine olan davranışlarından farksız olur. Bu ahlâk, ruhî terbiyenin ve kalp temizliğinin gösterge­sidir.

Kalp, bakışlarını yaratılmışlara çevirir, bütün dikkatini onların üzerinde odaklaştırırsa, bazen bozulur, bazen düzelir.

Fakat bakışlarını ve dikkatini Yaratıcı’ya yönlendirebilen ve bu hâlini koruyabilen kişi, iç ve dış dünyasında istikamet üzere kalmayı başarır. İçini Allah ve O'nun mahlukatının sev­gisiyle süsler; dışını da Allah’a kulluk ve O'nun kullarına hiz­met etmekle güzelleştirir.

Hiç şüphesiz bu, Allah’a hizmet etme yollarının en yüce­sidir. Çünkü güzel ahlâk olmaksızın bunları gerçekleştirebil­mek mümkün değildir. Kişi, güzel ahlâkı sayesinde gece iba­det edip, gündüz oruç tutan kimsenin de­recesine ve hatta daha büyüğüne mazhar olur.

 

Görgü ve Nezaket Kuralları

 

Bu bölümde, birlikte yaşam esnasında, sosyal ilişki­lerde göze­tilmesi gereken görgü ve nezaket kurallarına kısaca de­ğinmek istiyoruz. Bunu da derin kavrayış ve bilgi sahibi birtakım insanların sözlerinden alıntılar yapa­rak gerçekleştireceğiz.

Eğer insanlarla güzel geçinmek istiyorsan, dostuna da düşmanına da güler yüz göster. Bu meziyet, onlar karşısında kü­çülmüş veya horlanmış olduğundan ya da onlardan korktuğundan dolayı değildir.

Gurur ve kibrin olmadığı bir vakar ve heybet, aşağı­lanmanın bulunmadığı bir alçak gönüllük sergile.

Bütün işlerinde orta yollu ol. Aşırılar çirkin görülmüş ve kötülenmiştir.

İki tarafına bakınıp durma, sağına soluna fazla dönme. Oturan topluluğun başında dikilme, oturdu­ğun zaman da telaşlı ve aceleci insan gibi davranma.

Parmaklarını birbirine kenetleme, anlamsız bir bi­çimde sakalınla ve yüzüğünle oynama. Dişlerini karış­tırma, elini burnuna sokma. Çokça tükürme, balgam çıkarma ve sümkürme. İnsanların yüzüne karşı, na­mazda veya başka bir şekilde fazlaca ge­rinme ve es­neme.

Meclisin yol gösterici ve sözlerin düzgün olsun. Aşırı bir beğeni ve hayranlık göstermeksizin, sana konuşan herkesin güzel sözüne kulak ver. Konuşandan ko­nuşmasını tekrar etmesini isteme.

Gülünç hikayeleri susarak karşıla.

Çocuklarını, hizmetçini, eserlerini, çalışmalarını ve sana ait herhangi bir şeyi beğendiğini söyleme, on­lara duyduğun övüncü dile getirme.

Kadınlar gibi süslenme, hizmetçiler gibi de giyinme. Fazla sürme çekmekten, yağ sürünmekten kaçın.

İhtiyaçlarını sürekli dile getirip durma.

Hiç kimseyi zulüm ve haksızlığa teşvik etme, bu yönde onları yüreklendirme.

Ekonomik seviyeni, değil başkalarına, ailene dahi bil­dirme. Çünkü servetin az ise gözlerinde küçülür, de­ğersizleşirsin; çok ise onların istekleri son bulmaz, onları asla hoşnut edemezsin. Şiddete varmadan onları korkut, zayıflık göstermeden onlara yumuşak davran.

Hiçbir zaman hizmetçilerin ile şakalaşma; vakar ve hey­betini kaybedersin. Tartıştığında vakur ol; ağırbaş­lılık ve ciddiyetini kaybetme.

Seni cahillikle, bilmemekle itham edene karşı dikkatli ol, acele etme. Delil ve kanıtların üzerinde düşün.

Ellerinle fazla işaret etme, arkandaki insana çokça dö­nüp bakma, diz üstü çökerek oturma.

Öfken yatıştığı zaman konuş.

Devlet yöneticilerinden biri seninle yakınlık kurdu­ğunda ona karşı bıçak üstündeymiş gibi dikkatli ol. Sana yakın, sempatik ve rahat davranırken birden değişip aleyhine dönmeyeceğinden emin olma. Ona, çocuğa davrandığın gibi yumuşak ve dostça davran. Günah olmamak koşuluyla onun duymayı arzu ettiği sözleri ona söyle. Sana yaptığı iyilik, sakın seni onun iktidar çevresi içine, ailesinin veya maiyetinin arasına ka­tılmana yol açmasın. Sen buna layık olsan bile sa­kın bunu yapma. Zira  devlet yöneticisi ile ailesi ara­sına girenin sürçmesi, kalkışı olmayan bir düşme ve toparlanması olmayan bir kaymadır.

İyi gün dostundan uzak dur; kuşkusuz o, en yaman düşmandır.

Hiçbir zaman servet ve parana, onur ve haysiyetin­den daha fazla değer verme.

Bir meclise girdiğinde önceden gelip oturanları rahat­sız ederek öne geçme. Boş bulduğun yere otur ve ya­nına oturduğun kimseye selâm ver.

Yol kenarlarında oturma. Oturman gerekiyorsa, bu­nun da ahlâkı, bakışlarını indirmek, haksızlığa uğra­yana yardım etmek, darda kalanın darına yetişmek­tir. Yolunu kaybetmiş olana yolunu göstermek, veri­len selâmı almak, dilenciye vermek, iyiliği emredip kötülükten alıkoymak ve tükürmek için başka bir yer aramaktır.

Kıble yönüne ve sağ tarafına tükürme; fakat sol tara­fına ya da sol ayağının altına tükürebilirsin.

Devlet yöneticileri ile çokça beraber olma. Eğer on­larla beraber olursan, bunun da âdabı şu­dur: Onların yanında iken kimsenin gıybetini yapma, ya­lan söy­leme, sırrı ifşa etme. İhtiyaçlarını fazla dile getirme. Sözlerin düzgün, doğru ve seviyeli olsun. Devlet er­kanında bulunması gereken ahlâkı onlara anlat. On­larla şa­kayı azalt. Sana sevgi gösterseler de sen yine de on­lara karşı dikkatli ve uyanık ol, onlardan sakın. Devlet erkanına düşen, devlet sırrının ifşa edilmesi, yö­netimi sarsacak girişim ve mukaddesata yönelik sal­dırı dışında her türlü hareketi sabır ve hoşgörüyle kar­şılamaktır.

Âdi, aşağılık insanlarla oturma. Eğer oturmuşsan, bu­nun da ahlâkı şudur: Onların konuşmalarına fazla katılma. İftira, söylenti ve dedikodularına kulak verme. Müstehcen sözlerini duymazlıktan gel. İhti­yaç durumunda bile onlarla fazla görüşme.

Hiç kimseye şaka yapma; bundan dolayı ya sana kin güder ya da bir terbiyesizlikte bulunur. Şaka, saygın­lık ve prestiji yok eder, seviyeyi düşürür ve utanma duygu­sunu kaldırır. Ardında kin ve nefret bırakarak, sevgi ve dostluğun tadını kaçırır. Şaka yapmak, Fıkıh âliminin derin kavrayış ve fıkhına da kusur getirir. Küstah kişiyi küstahlıkta bulunmaya yöneltir. Derin kavrayış ve bilgi sahibi in­sanlar yanında itibar ve se­viyeni düşürür. Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle donanmış insanlar ya­nında seni sevimsiz gösterir. Şaka kalbi de öldürür, böylece in­sanı Allah’tan uzaklaştırır. Kişiyi umursamaz, önemsemez ve dikkat­siz (gafil) biri yapar. Başkaları yanında küçük düşü­rür. Şaka sebebiyle gönül âlemi kararır, duyarsızlaşır. Fikir, dü­şünce ve akıl ölür. Hata ve kusur çoğalır, gü­nahlar alenîleşir.

Şakanın ancak ya fikir, düşünce ve anlayışın zayıf ol­masın­dan ya da taşkın davranış, kibir ve gururdan kaynaklandığı söylenmiştir.

Bir toplulukta şaka yapan yahut boş söz konuşan kişi kalktığında Allah’ı zikretsin, ansın. Çünkü Hz. Pey­gamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Kim bir mecliste oturur da boş, gereksiz sözler konu­şursa, oradan ayrılmadan önce “Allah'ım seni hamd ile takdis ederim. Ben şahidim: Senden başka ilah yok. Senden beni bağışlamanı istiyor ve günahımdan dönerek sana yöneliyorum.”[109][163] derse, o mec­liste işle­miş olduğu kusur ve günahları bağışlanır.[110][164]

 

 

 



[1][1]         Kalem, 4 

[2][2]         Ahmed, 2/291, 392, 442; Buharî, “el-Edebü'l-müfred”, 289, 294; İbn Mâce, 4246; Tirmizî, 2004

[3][3]         Humeydî, 824; İbn Mâce, 3436; Ahmed, 4/278; Ebû Davud, 3855; Buharî, “el-Edebü'l-müfred”, 291; Tirmizî, 2038

[4][4]         Ahmed, 2/381; Buharî, “el-Edebü'l-müfred”, 273

[5][5]         Tirmizî, 2003; Ebû Davûd, 4799. Tirmizî, hadisin "hasen sahih" oldu­ğunu söylemiştir.

[6][7]         Beyhakî, “Şuab”ta Hasan'dan, o da Ebû Hüreyre'den (r.a.) rivayet etmiştir. “Muğnî”, 2/158; “İthâfü's-sâde”, 6/172

[7][8]         Enfâl, 63

[8][9]         Al-i İmrân, 103

[9][10]       Al-i İmrân, 103

[10][11]     Tirmizî, 2018;

[11][12]     Ahmed, 2/400;

[12][16]     Malik, Muvattâ, s. 591; Ahmed, 5/233, 247. bkz. “el-Müsnedü’l-câmiu”, 11540

[13][17]     Nesâî, es-Sünenü'l-kübrâ. bkz. “el-Muğnî” 2/159

[14][18]     Buharî, “el-Edebü'l-müfred”, 544.

[15][19]     Tûr, 21.

[16][20]     Ahmed, 4/113, 386;

[17][21]     Malik, Muvattâ, 590; Ahmed, 2/237, 238, 370, 532, 535; Darimî, 2760; Müslim, 2566,

[18][22]     Buharî, 1423; Müslim, 1031

[19][23]     Ahmed, 2/326, 344, 354; Abd b. Humeyd, 1451; Buharî, “el-Edebü'l-müfred”, 345; İbn Mâce, 1443;

[20][24]     Ahmed, 2/292, 408, 462, 482, 508; Buharî, “el-Edebü'l-müfred”, 350; Müslim, 2567.

[21][25]     Ahmed, 4/286

[22][27]      el-Muğnî, 2/160

[23][30]     . “Müntehabü Kenzi’l-ummâl”, 3/367

[24][31]     Şuarâ, 100-101

[25][32]     Çünkü sevginin gereği ve olmazsa olmaz koşulu, içtenlikle sevgiliye uymaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "De ki: Eğer Allah'ı seviyor­sanız bana tâbi olun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı affetsin." [Âl-i İmrân, 31]

[26][33]     Sahabelerden birinin Hz. Peygamber'e "Kıyametin ne zaman kopaca­ğını sorduğu" hadis bu görüşü desteklemektedir. Hadisin devamı şu şe­kildedir: "Hz. Peygamber o kişiye: "Kıyamet için ne hazırlık yaptın?" dedi. Adam: "Ey Allah'ın Resûlü, ben onun için ne çok namaz, ne çok oruç hazırlayamadım. Fakat kuşkusuz ben gerçekten seni seviyorum." dedi. Hz. Peygamber: "Sen sevdiğin ile beraber olacaksın." dedi veya buna benzer bir cevap verdi.

[27][34]     Buhari, (3336); Müslim, Sahih, 238; Ebû Davûd, “Sü­nen”, 4834;

[28][37]     Hadisin kaynağı daha önce verildi.

[29][38]      “el-Muğnî”, 2/162; “İthâfü’s-sâde”, 6/183

[30][39]     Askerî, Emsâl”de; Deylemî, senedsiz olarak ve "İçinde bin münafık ve bir tek mü'minin yaşadığı bir kente bir mü'min gelse, o mü'min kişinin ruhu, şehirdeki o bir tek mü'minin ruhunun kokusunu alır..." sözleriyle rivayet etmiştir. Bkz. “İthâfü’s-sâde”, 6/183

[31][40]     Ahmed, 4/120, 122; 5/273; Buhârî, 4409;

[32][41]     Bakara, 201

[33][42]     Tirmizî, 3419. İbn Abbas’tan rivayet etmiştir. bkz. “İthâfü’s-sâde”, 6/186

[34][44]     Taberânî, “Sağîr”de, İbn Abbas’tan; Ebû Davûd, “Merâsîl”de; Beyhakî, “Daavât”ta, Ebû Hüreyre’den (r.a.) rivayet etmiştir.

[35][46]     Nûr, 22

[36][47]     Mistah b. Esâse: Hz. Peygamber’in ashâbındandır, hicri 34 yılında vefat etmiştir.

[37][48]     Yahya b. Maîn: Bağdatlı hadis hafızı, ileri gelen alimlerden, Hüccetü’l-İslam. Hicri 233 senesinde vefat etmiştir.

[38][49]     Buharî, “Sahih”, 6227, Müslim, “Sahih”, 2612

[39][53]     Mücâdele, 22. 

[40][54]     Ebû Davud, 2645; Tirmizî, 1604;

[41][55]     Mümtehine, 1

[42][57]     Buharî, “Sahih”, 6780, 6781; İmam Ahmed, “Müsned”, 1/438.

[43][58]     Ahmed, 2/303, 334; Abd b. Humeyd, 1431; Ebû Davûd, 4833; Tirmizî, 2378.

[44][59]     Şûrâ, 26

[45][60]     Kehf, 28

[46][61]     Tâhâ, 16

[47][62]     Necm, 29

[48][63]     Necm, 29

[49][64]     Yahya b. Eksem: İslam’ın ileri gelen kişilerindendir. Fakih, müçtehit   ve hakim idi. Hicri 242 yılında vefat etti.

[50][65]     Abdullah Me’mun: Harun Reşid’in oğlu.

[51][72]     Hac, 13

[52][74]     Buharî ve Müslim’de yer alan bir hadis de bunu desteklemektedir. Hadis Müslim’de Ebû Musa kanalıyla rivayet edilmiş olup, metni şu şe­kildedir: "İyi arkadaşla kötü arkadaşın örneği, güzel koku satıcısı ile kö­rük üfleyicisidir. Güzel koku satıcısı, ya sana kokusundan verir ya da sen ondan satın alırsın veya güzel kokusundan faydalanırsın. Körük üf­leyicisi ise ya elbiseni yakar ya da ondan pis iğrenç kokular alırsın." Müslim, 2628; Buharî, 2101

[53][75]     Lokman, 15

[54][76]     Furkan, 63

[55][79]     Şûrâ, 38

[56][85]     Ahmed, 3/190, 204, 274; Buharî, 3/69, 125; 5/39, 88; 7/27, 37; Tirmizî, 1932; Müslim, 4/144

[57][88]     Nûr, 61. 

[58][89]     En’am, 36

[59][91]     Hasen bir hadistir. Taberanî "el-Kebir"inde rivayet etmiştir.

[60][93]     Fetih, 29

[61][95]     Ebû Davûd, “Sünen”inde iki yerde (4182, 6789)

[62][97]     Ahmed, 2/346; Buharî, “el-Edebü’l-müfred”, 117; Nesâî, 8/274.

[63][98]     Taberanî, 8/116-117 ve Hakim, 3/613,

[64][99]     Sahih bir hadistir. Tirmizî, 2027,

[65][100]   Bu hadis şöyledir: "Müslümanın müslümana canı, malı ve ırzı-onuru haram­dır." Müslim bu hadisi (2564)

[66][101]   Buharî, 5143 ve Müslim, 2563, Ebû Hüreyre’den (r.a.) rivayet etmişler­dir.   

[67][102]   Bu hadis, önceki hadisin devamıdır.          

[68][103]   Mutaffifin, 1-3                        

[69][104]   Buharî (2442) ve Müslim (2580)

[70][105]   Ebû Davud (4891)

[71][106]   Hasen bir hadistir. Ebu Davud (4868)

[72][107]   Ahmed (3/342-343), Ebu Davud (4869)

[73][108]   İbn Lâl "Mekarimü’l-ahlak" (6/217)

[74][112]   İbn Mâce (51), Tirmizî (1993)

[75][114]   Ahmed 2/389, 480; Buhârî, “Sahîh”, 6077,

[76][115]   Müslim (2564),

[77][117]   Tirmizî (1995) ve Buharî "el-Edebü’l-müfred"inde (394),

[78][118]   Ebû Nuaym "Hilye" (10/25)’de, İbn Adî (4/1481), Bezzâr, Hâkim (1/124),

[79][120]   Sahih bir hadistir. Ebû Davud (5124), Tirmizî (2392),

[80][121]   Hasen bir hadistir. Buharî "el-Edebü’l-müfred"de (594),

[81][122]   Bu hadisin kaynakları daha önce verildi.

[82][123]   Hucurât,12

[83][124]   Tirmizî, "Sünen"de (2305), İmam Ahmed "Müsned"de (2/300),

[84][125]   Buharî "el-Edebü’l-müfred" (239) ve Ebû Davud (918),

[85][126]   Buharî "el-Edebü’l-müfred" (239) ve Ebû Davud (918),

[86][130]   İbn Adiy "Kâmil"de (6/2081) ve Beyhakî "Sü­nen"de (10/211)’de

[87][131]   Mü’min, 1-3

[88][132]   Şuara, 216

[89][133]   Ahmed (6/459), Abd b. Humeyd (1050), Buharî "el-Edebü’l-müfred"de (323) ve İbn Mâce (4119)

[90][134]    Bu hadisin kaynakları daha önce verilmişti.

[91][136]   İbn Mâce (3718),

[92][137]   Tirmizî (2300), İbn Mâce (4000)

[93][138]   Al-i İmran, 134

[94][139]   Mümtehine, 7

[95][140]   Tirmizî (1997)

[96][141]   Ahmed (6/254), Ümmü’d-Derda’dan; Müslim (2732)

[97][143]   Ebû Davud (1535), Tirmizî (1980)

[98][144]   Müslim, Ebu’d-Derda’dan (2732) ve Ümmü’d-Derda’dan (2733)

[99][145] Beyhakî "Şuab"da (10475),

[100][146] Deylemî "el-Firdevs"de, Ebû Hüreyre’den (r.a.) riva­yet etmiştir.

[101][147] Bu hadisin kaynakları daha önce verilmiştir.

[102][148] Hakim (1/15-16), Hz. Aişe’den (r.a.) rivayet etmiş­tir.

[103][149] İsra, 53

[104][150] Yusuf, 100

[105][151] Haşr, 9

[106][156] Darekutnî "Efrâd"da (6/242 - Bu hadisin bir benze­rini de Hz. Ömer’in sözü olarak "Külfet ve zahmet vermekten alıko­nulduk." biçiminde Buharî (7293) Hz. Enes’ten rivayet etmiştir.

[107][159] Al-i İmran, 159

[108][162] Tirmizî, "Şemâil" (8, 336, 351). bkz. “el-Müsnedü’l-câmi’u” (10311), Hz. Ali’den (r.a.) rivayet edilmiştir.

[109][163]   "Subhanakellahumme ve bihamdik, eşhedü en lâ ilahe illâ ente, estağfiruke ve etûbu ileyke”

[110][164] Ahmed (2/369, 394), Tirmizî (3433), Nesâî "Amelü’l-yevmi ve’l-leyleti" adlı eserinde (397), Ebû Davud (4858)