Arkadaşlıkta Sevgi Ve Nefret
Haberin olsun ki,Arkadaşlık, güzel ahlâkın meyvesidir; ayrılık ise kötü ahlâkın... Güzel ahlâk sevgi, yakınlaşma ve anlaşmayı sağlarken; kötü ahlâk nefret, çekemezlik ve birbirine sırt çevirmeye yol açar. Ahlâk, ne kadar iyi olursa meyvesi de o kadar iyi olur.
Güzel Ahlâk
Güzel ahlâkın dindeki önemi
açıktır. Allah Teâlâ, yüce Peygamberi’ni güzel ahlâkı ile överek, şöyle
buyurmuştur:
"Sen üstün bir ahlâka
sahipsin."[1][1]
Hz. Peygamber de (s.a.v.)
bir hadisinde şöyle demiştir:
"İnsanların cennete
girmelerine en fazla yardımcı olan, Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşımaları
ve güzel ahlâklarıdır."[2][2]
Üsâme b. Şüreyk (r.a.) şöyle
anlatmıştır:
"Hz. Peygamber’e
(s.a.v.): "Ey Allah’ın Resûlü! İnsana verilen en hayırlı şey nedir?"
diye sorduk. Hz. Peygamber (s.a.v.): "Güzel ahlâktır." cevabını
verdi."[3][3]
Yine çeşitli hadislerde
şöyle buyurulmuştur:
"Ben ahlâkî erdemleri
tamamlamak için gönderildim."[4][4]
"Teraziye konulacak
amellerin en ağırı, güzel ahlâktır."[5][5]
"Allah Teâlâ, ahlâk ve
yaratılışını güzelleştirdiği kimseyi, cehennemde yakmaz."
Bir gün Hz. Peygamber
(s.a.v.), Ebû Hüreyre’ye (r.a.): "Ey Ebû Hüreyre! Güzel ahlâklı olmak için
çaba göster." dedi. Ebû Hüreyre (r.a.): "Ya Resûlullah! Güzel ahlâk
nedir?" diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.v.):
"Sana gelmeyene gider,
kötülük edeni affeder, vermeyene verirsin." buyurdu.[6][7]
Güzel ahlâkın meyvesi,
insanlarla arkadaşlık kurma ve ilişkilerdeki soğukluk ve gönülsüzlüğün ortadan
kalkmasıdır.
Allah İçin
Sevmek ve Nefret Etmek
Ağaç güzel olunca elbette
meyvesi de güzel olacaktır. Nasıl olmasın ki, arkadaşlığı -özellikle Allah
sevgisi, Allah’a karşı sorumluluk bilinci ve din ekseninde kurulan
arkadaşlığı- öven birçok ayet, hadis ve İslâm âlimlerine ait açıklamalar
vardır.
Allah, insanoğluna verilmiş
en büyük nimetlerden olan birbirine ısınıp kaynaşma hakkında şöyle buyurur:
"(O inanmış kimseler
ki,) uğrunda yeryüzündeki her şeyi toptan harcasaydın, onların kalplerini
birbirine ısındırıp kaynaştıramazdın; ama işte Allah onları bir araya
getirdi."[7][8]
"O’nun lütfu ile kardeş
oldunuz."[8][9]
Devamında ayrılıktan
sakındırarak, şöyle buyurur:
"Hep birlikte Allah’ın
ipine sımsıkı tutunun ve birbirinizden kopmayın. Ve Allah’ın size verdiği
nimetleri hatırlayın: Siz birbirinize düşman iken kalplerinizi nasıl uzlaştırdı
da O’nun lütfu ile kardeş oldunuz; ve ateşli bir uçurumun kenarında [iken]
sizi ondan [nasıl] korudu. Bu şekilde Allah mesajlarını size açıklar ki
hidayet bulasınız."[9][10]
Allah Resûlü de (s.a.v.)
arkadaşlık hakkında şöyle buyurur:
"Benim meclisime en
yakın olanınız, ahlâkça en güzel olup, çevresiyle hoş geçineninizdir. Onlar
başkalarıyla, başkaları da onlarla dostluk kurarlar."[10][11]
"Mü’min dostluk kuran
ve kendisiyle dostluk kurulan insandır. Dostluk kurmayan ve kendisiyle dostluk
kurulamayan insanda hayır yoktur."[11][12]
Hz. Peygamber (s.a.v.) din
eksenli arkadaşlığı da şöyle övmüştür:
"Allah Teâlâ, iyiliğini
dilediği kimseye, unuttuğunda hatırlatacak ve hatırladığında yapmasına yardım
edecek, ahlâkî erdemlere sahip bir arkadaş bahşeder."
"Birbirlerini Allah
için seven iki dost buluştukları zaman biri diğerini yıkayan iki el gibidirler.
Ne zaman iki mü’min kişi bir araya gelseler, muhakkak Allah birini diğerinden
faydalandırır."
Allah İçin
Arkadaşlık
Allah Resûlü (s.a.v.):
"Arkadaşlığı Allah için olan kişiyi Allah, cennette hiçbir davranış ve
eylemiyle elde edemeyeceği bir makama yükseltir." buyurarak Allah
için arkadaşlığa özendirmiştir.
Ebû İdris el-Havlanî, Muaz
b. Cebele (r.a.): "Seni Allah için seviyorum." dedi. Muaz (r.a.)
ona: "Öyleyse sana müjdeler olsun! Öyleyse sana müjdeler olsun! Kuşkusuz
ben Hz. Peygamber’in (s.a.v.):
"Kıyamet günü arşın
çevresinde, yüzleri dolunay gibi parlak birtakım insanlar için tahtlar kurulur.
İnsanlar panik içinde feryat ederlerken onlar feryat etmezler, herkes korkuyla
dolup taşarken onlar korkmazlar. Onlar Allah’ın, asla korkmayacak ve
üzülmeyecek olan gerçek dostlarıdır." dediğini ve onların kimler olduğu sorulunca
da:
"Onlar, birbirlerini
Allah için seven ve Allah için bir araya gelen kimselerdir." diye cevap verdiğini işittim."
dedi.[12][16]
Ebû Hüreyre (r.a.) benzer
bir hadisi şu sözlerle rivayet eder:
"Arşın çevresinde
nurdan tahtlar vardır. Bu tahtlara elbise ve yüzleri nur gibi parlak insanlar
oturmuşlardır. Bunlar peygamber değildirler, şehit de değildirler. Fakat
peygamberler ve şehitler onlara imrenirler." Hz. Peygamber’e (s.a.v.): "Onları bize
tanıtsanız." denildi, şöyle buyurdu: "Onlar, birbirlerini Allah için
seven, Allah için bir araya gelen ve birbirlerini Allah için ziyaret eden
insanlardır."[13][17]
Bir diğer hadisinde de Hz.
Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurur:
"Birbirini Allah için
seven iki kişiden Allah'a en sevimli olanı, arkadaşına sevgisi daha fazla
olandır."[14][18]
Denilmiştir ki:
Birbirini Allah için sevmiş
iki arkadaş vefat ettiğinde birinin ahiretteki makamı diğerinden daha yüksek
olsa, -çocukların anne babalarıyla ve aile bireylerinin birbirleriyle bütünleştirildikleri
gibi- makamı düşük olan kişi makamı yüksek olanla bütünleştirilerek, onun da
derecesi yükseltilir. Zira "Allah için olan arkadaşlık", değer ve
seviye bakımından kan bağından kaynaklanan arkadaşlıktan aşağı değildir.
Nitekim ayet bu
bütünleştirmeyi şöyle dile getirir:
"Biz onları soyları ile
bütünleştirecek ve işlerini heder ettirmeyeceğiz."[15][19]
Ziyaretleşmek
Hz. Peygamber (s.a.v.)
çeşitli hadislerinde Allah için ziyaretleşmenin önemini dile getirmiştir. Bu
hadislerden birinde şöyle buyurur:
“Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Birbirlerini Benden dolayı ziyaret edenler sevgime mazhar olmuşlardır.
Birbirlerini Benden dolayı sevenler sevgime mazhar olmuşlardır. Birbirlerine
Benden dolayı karşılıksız harcayanlar sevgime mazhar olmuşlardır.
Birbirlerine Benden dolayı yardımcı olanlar sevgime mazhar olmuşlardır."[16][20]
"Allah kıyamet günü
şöyle seslenir: "Birbirlerini Benim yüceliğimden ötürü sevenler neredeler?
Benim gölgemden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı bu günde onları rahmetimle
gölgelendireceğim."[17][21]
"Yedi grup insan vardır
ki, Allah hiçbir gölgenin bulunmadığı günde onları rahmetinin gölgesinde
gölgelendirir. Bunlar şu kişilerdir:
Ülkesini adaletle yöneten
devlet başkanı,
Allah'a ibadetle büyüyen
genç,
Camiden çıktıktan sonra
tekrar oraya dönünceye kadar aklı camide kalan, camiye düşkün kişi,
Birbirini Allah için seven
ve bu sevgiyle dolu olarak bir araya gelip, yine bu sevgiyle dolu olarak
birbirlerinden ayrılan iki arkadaş,
Kimsenin olmadığı mekânlarda
Allah’ı zikredip, gözleri yaşla dolan kişi,
Zengin, saygın ve alımlı bir
kadın tarafından zinaya davet edildiği hâlde "Ben Allah’tan
korkarım!" diyerek bu daveti geri çeviren kişi,
Sağ elinin verdiğinden sol
elinin haberi olmayacak derecede gizli sadaka veren kişi."[18][22]
"İnsan, özlediği bir
arkadaşını sadece Allah için ziyaret etmek üzere yola çıktığında arkasından bir
melek ona: "Kendin güzelsin, ziyaretin de güzel! Cennet de güzel bir yer
olarak senin için hazırlandı!" diye seslenir."[19][23]
"Allah, arkadaşını
yalnızca Allah rızası için ziyaret eden kişinin yoluna bir melek çıkardı. Melek
ona:
- Nereye gidiyorsun? diye
sordu. O kişi:
- Falan arkadaşımı ziyaret
edeceğim, dedi. Melek:
- Onu, bir ihtiyacın var da
ihtiyacını gidermesi için mi ziyaret edeceksin? dedi. O kişi:
- Hayır, dedi. Melek:
- Onu akraban olduğu için mi
ziyaret edeceksin? dedi. O kişi:
- Hayır, dedi. Melek:
- Öyleyse onu, geçmişte sana
iyiliği dokunduğu için ziyaret ediyor olmalısın? dedi. O kişi:
- Hayır, dedi. Melek:
- Peki, öyleyse onu niçin
ziyaret edeceksin? dedi. O kişi:
- Kendisini Allah için
seviyorum da onun için, dedi. Bunun üzerine Melek:
- Beni Allah gönderdi ve
sana şunu haber vermemi söyledi: O arkadaşını, Allah için sevmene karşılık
Allah da seni seviyor ve sana cenneti uygun görüyor."[20][24]
"En güçlü inanç bağı,
Allah için sevmek ve Allah için nefret etmektir."[21][25]
Bundan ötürü insanın, Allah
için seveceği arkadaşları olacağı gibi, Allah için nefret edeceği insanlar da
olacaktır.
Allah’ın, peygamberlerinden
birine vahiy yoluyla şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Dünyalık zevklerden
uzaklaşarak zühd hayatı sürmekle kısa zamanda rahata kavuştun. Her şeyden
koparak sadece Bana yönelmekle itibar ve güç kazandın. Fakat sen hiç birinden
Benden ötürü nefret ettin mi? Ya da birini Benden ötürü arkadaş edindin
mi?"
Hz. Peygamber de (s.a.v.)
şöyle demiştir:
"Allah’ım, günaha
batmış kimsenin iyilik ve ihsanını bana nasip etme ki böylelikle sevgime mazhar
olmasın."
Allah’ın, Hz. İsa'ya (a.s.)
şöyle vahiy ettiği anlatılır:
"Sen, yer ve gök
halklarının ibadeti kadar bana ibadet etsen, Allah için sevgin ve nefretin
olmadıkça, bu ibadetin sana fayda sağlamaz."
İsa (a.s.) yanındaki
insanlara: "Günahkârlardan nefret etmekle Allah'ın sevgisini kazanın.
Onlardan uzaklaşmakla Allah'a yaklaşın. Onların öfkesinde Allah’ın hoşnutluğunu
arayın." diye konuştu. Onlar: "Ey Allah’ın Peygamberi! Kimlerle
birlikte olmamızı uygun görürsün?" dediler. Hz. İsa (a.s.):
"Gördüğünüzde size Allah’ı hatırlatan, sözüyle ilminizi artıran ve
davranışlarıyla sizi ahirete özendiren insanlarla." dedi.
Yine geçmişe dair
haberlerde, Allah’ın Hz. Musa'ya (a.s.) vahiy yoluyla şöyle bildirdiği
anlatılır:
"Ey İmrân'ın oğlu!
Dostlarını akıllıca seç. Benim hoşnutluğumu kazanma çabanda sana yardımcı
olmayan her arkadaş, gerçekte sana düşmandır."
Allah Teâlâ Hz. Davud'a
(a.s.):
"Ey Davud! Ne oluyor
ki, seni halktan uzak bir yere çekilmiş, tek başına görüyorum." diye
vahiy etti. Hz. Davud (a.s.):
"Allah’ım, Senin rızanı
kazanmak için halktan uzaklaştım." dedi. Bu cevap üzerine Allah Teâlâ:
"Ey Davud! Dostlarını
akıllıca seç. Benim hoşnutluğumu kazanma çabanda sana katılmayanları sakın arkadaş
edinme. Zira onlar sana düşmandır; kalbini katılaştırarak, seni Benden
uzaklaştırırlar." buyurdu.
Hz. Davud'a (a.s.) ait bir
diğer haberde ise şöyle anlatılır:
Davud (a.s.): "Ey
Rabbim! Seninle aramı bozmadan, bütün toplumun sevgisini nasıl
kazanırım?" diye sordu. Allah şöyle vahiy etti:
"İnsanlarla
ilişkilerinde, onların karakter ve mizaçlarına dikkat et. Benimle de aranı
olabildiğince hoş tut."
Bir diğer rivayette bu söz
şu şekilde gelmiştir: "Bütün çabasını dünyada iyi bir yaşam sürmeye
odaklamış insanlarla dünya ahlâkına, hareket ve davranışlarında ahireti önceleyenlerle
de ahiret ahlâkına göre ilişkiler kur."
Arkadaş olma konusunda
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle demiştir:
"Allah'a en sevimli
olanlarınız, arkadaş olan ve kendileriyle de arkadaş olunanlarınızdır. Allah'a
en sevimsiz olanlarınız ise, kovuculuk yaparak, arkadaşları birbirinden
ayıranlarınızdır."[22][27]
"Allah Teâlâ'nın yarısı
ateş ve diğer yarısı da kardan yaratılmış bir meleği vardır. Bu melek:
"Ey Allah’ım! Kar ile ateşi bir araya getirdiğin gibi dürüst ve erdemli
kullarının kalplerini de bir araya getir." diye dua eder."
"Arkadaşlığını Allah
için yapan kişiye Allah Teâlâ cennette bir makam bahşeder."
Bir diğer hadiste de şöyle
buyurulur:
"Birbirlerini Allah
için sevenler, tepesinde yetmiş bin oda bulunan kırmızı yakuttan yapılmış bir
sütun üzerinde dikilirler ve oradan cennet halkını seyrederler. Güneşin dünya
halkına ışıldayışı gibi onların güzelliği de cennet halkına ışıldar. Onları
fark eden cennet halkı: "Gelin, şu birbirlerini Allah için sevenleri
yakından görelim." derler. İnce yeşil atlastan altın sırmalı elbiseler
giymiş olan o kişilerin alınlarında "Birbirlerini Allah için sevenler"
yazılıdır."[23][30]
Arkadaşlık
Üzerine Söylenenler
Hz. Ali (r.a.) şöyle
demiştir:
"Arkadaşlarınızı terk
etmeyin; çünkü onlar dünya ve ahirette itibar ve güç kaynağıdırlar. Cehennem
halkının: "Şimdi ne bir arka çıkanımız var, ne de candan bir dostumuz."[24][31] dediklerini işitmediniz mi?"
Abdullah b. Ömer (r.a.)
şöyle demiştir:
"Allah'a yemin ederim
ki, bir ömür boyunca hiç iftar etmeden kesintisiz oruç tutsam, hiç uyumaksızın
gecelerimi ibadetle geçirsem, bütün malımı Allah yolunda karşılıksız harcasam ve öldüğüm gün kalbimde
Allah'a itaat edenlere karşı bir sevgi ve isyan edenlere karşı da bir nefret
taşımasam, bu yaptıklarımın hiçbir faydası olmaz."
İbn Semmâk öleceği zaman
şöyle demiştir:
"Allah'ım! Sen
biliyorsun ki, ben Sana isyan ettiğim zaman da Sana itaat edenleri seviyordum.
Benim bu sevgimi, Sana yakınlaşmam için vesile kıl."
Hasan Basrî ise İbn
Semmâk'ın aksine şöyle der:
"Ey âdemoğlu,
"Kişi sevdiği ile beraberdir" sözü seni aldatmasın! İyilerin
yaptıklarını yapmadıkça iyilerden olamazsın. Zira Yahudi ve Hıristiyanlar da
peygamberlerini sevdiklerini söylerler; fakat onlarla beraber
değildirler."[25][32]
Hasan Basrî'nin bu sözü,
iyilerin yaptıklarının tümünü veya en azından bir kısmını yapmadıkça, onlara
dair kuru bir sevgi iddiasının faydasının olmayacağını göstermektedir.
Fudayl da bir konuşmasında
şöyle demiştir:
"Firdevs cennetinde
peygamberler, çok doğrular, şehitler ve dürüst erdemli kullarla birlikte
Allah’ın misafiri olmayı istiyorsun. Peki, bunun için hangi hazırlığı yaptın?
Hangi nefsânî özlem ve arzuyu terk ettin? Hangi öfkeni bastırdın? Seninle
ilişkisini kesen hangi akrabanla ilişkini devam ettirdin? Dostunun hangi
kusurunu bağışladın? Çok sıkı ilişkiler içinde olduğun hangi insandan
uzaklaştın veya bir bağın, ilgin olmayan hangi insana yaklaştın?"
Bir rivayette şöyle
bildirilmiştir:
Allah Teâlâ, Hz. Musa'ya
(a.s.): "Ey Musa! Sadece bana adayarak yaptığın bir iş var mı? diye sordu.
Hz. Musa (a.s.): "Ey
Rabbim! Seni zikrettim, Senin için namaz kıldım, Senin için oruç tuttum ve
infakta bulundum, dedi.
Allah Teâlâ: "Namazın
senin için kanıt; orucun, cehenneme karşı senin kalkanındır. İnfakın senin
için gölge, zikrin de nurundur. Bunların hepsi senin içindir. Sen Benim için ne
yaptın?" buyurdu.
Bunun üzerine Musa (a.s.):
"Allah’ım, yalnızca Sana adanmış bir işi bana öğret." dedi.
Allah Teâlâ: "Ey Musa,
Benim için arkadaşlık ve düşmanlık yaptın mı?” buyurdu.
Bu konuşmanın sonunda Hz.
Musa, Allah katında en üstün davranışın, Allah için sevmek ve Allah için nefret
etmek olduğunu anladı.
Abdullah b. Mes’ûd da (r.a.)
şöyle demiştir: "Kişi, Kabe'nin Rükün ile Makam adı verilen yerlerinde
yetmiş sene ibadet etse, yine de Allah kıyamet günü onu sevdikleriyle beraber
diriltir."[26][33]
Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hasan
da (r.a.): "Günah içinde hayat süren insandan uzaklaşmak, Allah’a
yakınlaşmaktır." Demiştir.
Adamın biri Muhammed b.
Vâsi’a'ya gelerek: "Ben seni Allah için seviyorum." dedi.
Muhammed o kişiye:
"Beni kendisi için sevdiğin Allah da seni sevsin." karşılığını verdi
ve ardından şu duayı yaptı: "Allah’ım! Senden ötürü toplum tarafından
sevildiğim hâlde senin beni sevmemenden sana sığınırım."
Adamın biri Davud et-Tâî’nin
yanına girdi. Davud: "Buyurun, bir şey mi arzu etmiştiniz?" diye
sordu.
Adam: "Sizi ziyarete
geldim." karşılığını verdi.
Bunun üzerine Davud et-Tâî
hayıflanarak şöyle dedi: "Bu ziyaretinle sen iyi bir iş yaptın. Ya ben?!
Bana "Sen kim oluyorsun ki insanlar seni ziyaret ediyorlar?"
denildiğinde bak başıma geleceklere! "Allah korkusuyla dünya nimetlerinden
yüz çeviren muttakî bir kimse misin ki ziyaret ediliyorsun?" Allah’a
yemin ederim ki, değilim. "Çok ibadet eden, ibadete düşkün bir kişi misin
ki ziyaret ediliyorsun?" Allah’a
yemin ederim ki, değilim. "Dürüst ve erdemli kullardan mısın ki, ziyaret
ediliyorsun?" Allah’a yemin ederim ki, onlardan da değilim. O gün başıma
geleceklere bak sen!"
Ardından: "Gençliğinde
günah içinde bir hayat sürdün. İhtiyarlayınca da riyakâr biri olup çıktın.
Allah’a yemin ederim ki, riyakâr insan, günah içinde bir hayat sürenden daha
kötüdür" diye söylenerek, kendini kötülemeye başladı.
Hz. Ömer de (r.a.) şöyle
demiştir: "Sizden biriniz bir arkadaşının sevgisini kazandığı zaman bu
sevgiyi korumaya azami derecede gayret etsin; çünkü böyle şeyler ender meydana
gelir."
Mücâhid ise şöyle demiştir:
"Birbirlerini Allah için sevenler bir araya gelerek birbirlerine tebessüm
ettiklerinde, kışın kurumuş yaprakların dallardan dökülmesi gibi onların da
günahları dökülür."
Fudayl da bu konuda:
"Arkadaşının yüzüne sevgi ve şefkatle bakmak ibadettir." demiştir.
Allah İçin
Sevgi Ve Bunun Diğer Sevgilerden Farkı
Haberin olsun ki,
“Allah için sevmek” ve
“Allah için nefret etmek” zor anlaşılan bir konudur; fakat şimdi
anlatacaklarımızla bu zorluk kalkacaktır.
Arkadaşlık bazen zorunlu
etkenlere bağlı olarak kendiliğinden kurulur. Komşuluk, okul ve sınıf
arkadaşlığı, sokakta ve devlet dairelerinde, kamu kurum ve kuruluşlarında tanışma
ve beraber yolculuk etme sonucunda kurulan arkadaşlıklar böyledir. Bu tür
arkadaşlıklar, bilinçli ve içten gelen bir istekle gerçekleşmiş olmayıp,
rastlantının ürünüdür.
Bazen de bilinçli olarak,
bir amaca istinaden kurulur. Bu kitapta bizim üzerinde durduğumuz, bu türden
bir arkadaşlıktır. Çünkü inanç birliğinden kaynaklanan arkadaşlık, bu ikinci
tür arkadaşlığın kapsamına girmektedir. Ayrıca ilâhî mükâfat ancak bilinçli
olarak yapılan davranışlar için söz konusudur. Özendirme ve teşvik de bu tür
davranışlaradır.
Arkadaşlık: Sosyallik,
kaynaşma ve içtenlik demektir.
İnsan ancak birini sevdiği
zaman bu türden bağlantılar kurar. Hoşlanmadığı birinden ise, uzak durur;
onunla samimi bir ilişkiler gerçekleştiremez.
Sevilen kişi de ya sadece
zatından ötürü ya da başka amaçlarla sevilir. Bu başka amaçlar, sadece dünyevî
menfaatler olabileceği gibi uhrevî faydalar da olabilir.
Söz konusu dört sevgi türü
şunlardır:
1. İnsanı Zatından Ötürü Sevmek
Bazen kişiyi zatı bakımdan
güzel bulur ve onu bu sebeple seversin. Onu görmek, onunla birlikte olmak,
erdemli davranışlarına tanık olmak sana huzur ve mutluluk verir. Gerçekten de
güzel olan şey, onun farkında olan kişiye huzur ve mutluluk verir. Huzur ve
mutluluk veren şey ise sevilir.
Özetle huzur ve mutluluk,
bir şeyi güzel görüp beğenmeye; güzel görüp beğenme ise, mizaçların uyuşmasına
bağlıdır.
Mizaçların
Uyuşması
Güzel olan, ya fizikî
görünümü ya da bilgi ve kültürce yüksek seviyede bulunan yetkin aklı veya üstün
ahlâkı itibariyle güzeldir. Üstün ahlâk, insanın erdemli davranışlar ortaya
koymasını sağlar; yetkin akıl da bilgi zenginliği kazandırır. Bunların hepsi,
sağlam karakter ve doğru akıl sahiplerince güzel kabul edilir. Güzel kabul
edilen şey de insana huzur ve mutluluk verir ve bu nedenle sevilir.
Bunlar, sevgiye kapı açan
etkenlerdir. Ancak kalplerin birbirine ısınmasında bunların dışında daha ince
ve anlaşılmaz bir durum vardır: Bazen iki kişi, fizik veya ahlâk güzelliğinin
olmamasına rağmen kaynaşmayı gerektiren içsel bir bağlam sebebiyle birbirlerini
derin bir sevgiyle sevebilir. Çünkü bir şeye benzeyen, mizaç olarak ona eğilimlidir.
İçsel benzerlikler ise gizlidir; insan aklının kavrayamayacağı nedenlere
dayanır.
Hz. Peygamber (s.a.v.) bunu
şu şekilde bildirmiştir:
"Ruhlar bir araya
getirilmiş gruplar gibidir; uyuşanlar kaynaşır, uyuşamayanlar ayrılır."[27][34]
Ayrılık, uyuşmazlığın;
kaynaşma ise, uyuşmanın neticesinde meydana gelir. Bu hadis, bazı kaynaklarda
şu şekilde yer almıştır:
"Ruhlar, havada
karşılaşır ve koklaşarak anlaşırlar."
Âlimler bu hadisi şöyle
açıklamışlardır:
"Allah Teâlâ ruhları
yarattı ve onları birbirinden ayırarak, arşın çevresinde dolaşır kıldı. Orada
birbirleriyle tanışıp uyuşanlar, dünyada da karşılaştıklarında bu tanışıklık
ve uyuşma hâlini sürdürürler."
Yine Hz. Peygamber (s.a.v.)
şöyle buyurmuştur:
"İki mü’min kişinin
ruhları bir günlük yolda buluşurlar. Halbuki o ikisi o zamana kadar
birbirlerini görmemişlerdir."
Rivayete göre; Mekke'de
kadınları eğlendiren komedyen bir kadın vardı. Aynı şekilde böyle bir kadın da
Medine'de bulunuyordu. Mekke'deki kadın Medine'ye geldi ve meslektaşı olan
kadına misafir oldu. Daha sonra Hz. Aişe'ye (r.a.) gelerek onu eğlendirdi. Hz.
Aişe (r.a.) ona nerede kaldığını sordu. Kadın, aynı meslekten bir kadının
evinde konuk olduğunu söyledi.
Bu cevap üzerine Hz. Aişe
(r.a.) şöyle dedi: "Allah ve Elçisi doğruyu söyledi. Ben bir defasında
Hz. Peygamber'i (s.a.v.): "Ruhlar bir araya getirilmiş gruplar gibidir;
uyuşanlar kaynaşır, uyuşamayanlar ayrılır."[28][37] derken dinledim."[29][38]
Mizaç Uyumunun Gerçek Nedeni
Bu meselenin özü şudur:
Gözlem ve tecrübeler,
benzerlik ve uyuşmanın bulunması hâlinde kaynaşmanın meydana geldiğini
göstermiştir. Fizikî görünümde veya ahlâkta benzerlik ve uyuşma anlaşılır bir
şeydir. Fakat insan aklı, bu benzerlik ve uyuşmanın ardındaki nedeni
kavramaktan acizdir.
Bundan dolayı bir astrologun
bu nedene dair söyleyebileceği en ileri saçmalık şu olabilir:
"Bir insanın talihi,
başkasının talihinin altıgeni veya üçgeni üzerine olduğunda bu durum,
uyuşma ve sevgiyi getirir. Fakat kişinin
talihi, diğer kişinin talihinin karşısında veya dörtgeni üzerinde olduğunda, o
iki kişi arasında nefret ve düşmanlık kaçınılmaz olur."
Bu söz, Allah’ın, göklerin ve yerin
yaratılışında belirlediği yasaya uygun olup da doğru olsaydı bile nedene
ilişkin kapalılık devam edecekti. Bu yüzden gizem ve esrarı insan idrakine
kapalı olan konularda söz söylemenin anlamı yok. Kaldı ki, bize ilimden de az
bir miktar verilmiştir. Bunu kabul etmek için, gözlem ve deneyler yeterlidir.
Ayrıca bu konudaki rivayetler de bize ulaşmış bulunmaktadır.
Nitekim bu rivayetlerin birinde
Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
"Yüz münafık ve bir tek
mü'minin bulunduğu bir meclise sonradan bir mü'min gelse, o mü'min, önceden
gelen tek mü’minin yanına oturur. Yine yüz mü'min ve bir tek münafığın
bulunduğu bir meclise sonradan gelen münafık da önceden gelen o tek münafığın
yanına oturur."[30][39]
Bu iki rivayet, insanın, her
zaman farkında olmasa da, mizaç olarak kendisine benzeyen kişiye karşı içten
bir eğilim ve sempati duyduğunu göstermektedir.
Malik b. Dinar (rah.a.) bu
benzerlik için şöyle der:
"On kişiden iki kişi
uyuşup anlaşırsa, mutlaka aralarında ortak özellikler vardır. Bu hususta
insanlar, kuş türleri gibidirler. Kuşlar, aralarında benzerlik bulunmayan
başka kuşlarla uçmadıkları gibi insanlar da aralarında herhangi bir uyum ve
benzerliğin bulunmadığı insanlarla birlikte olmazlar."
Yine o şöyle demiştir:
"Bir gün bir kargayı
bir güvercinle birlikte gördüm ve bu birlikteliğe çok şaşırdım. Aynı türden
olmadıkları hâlde nasıl bir araya gelebildiler diye düşünürken, biraz sonra
ikisi de havalandı. Baktım ikisi de topal. Birliktelik için gerekli bağlam ve
uyumu bu yönden kurduklarını anladım."
İlahî gerçekleri ve
özellikle Kur'an'ın yüksek anlamını kavramış insanlardan bazıları da bu konuda
şöyle demişlerdir:
"Kuşlar kendi türleri ile uçtuğu gibi,
insanlar da kendilerine benzeyen insanlarla dostluk kurarlar. Aralarında
hiçbir konuda benzerlik olmayanlar, bir süre arkadaşlık etseler bile sonunda
ayrılmaları kaçınılmazdır."
Bu pek çok insanın gözden
kaçırdığı bir durumdur. Bazı şairler bu gerçeği kavramış ve şöyle dile
getirmiştir:
Sordu bana: "Nedir
sebep, niçin ayrıldınız?"
Dedim kaçınarak haksızlıktan
sözümde:
Uymuyordu görünümü
görünümüme yalnız,
İnsan ancak benzeri ile
kaynaşır temelde.
Fizikî
Güzellikten Ötürü Sevmek
Bu açıklamalarımızdan, bazen
iki kişinin şimdi veya gelecekte elde edilecek bir fayda söz konusu olmadan
birbirini sadece mizaç benzerliğinden ötürü sevebileceği anlaşılmıştır.
Eğer amaç, ihtiras ve
tutkuların tatmini değilse, fizikî güzellikten ötürü sevmek de mizaç
benzerliğinden ötürü sevme kapsamına girer. Çünkü fizikî güzellik, ihtiras ve
tutkuların var olmadığı varsayılan durumlarda dahi bizatihi huzur ve mutluluk
vericidir. Hatta aydınlığa, meyvelere, çiçeklere, gürül gürül akan suya ve yemyeşil
manzaralara bakmak bile insana iç huzuru verir. Bu tür bakışta, ihtiras ve
tutkunun tatmini diye bir amaç da söz konusu değildir.
Mizaçların benzerliğinden ve
ihtiras ve tutkuların tatmin edilme amacından ileri gelen sevgi, Allah inancı
olmayan insanlarda da bulunabilir.
Fizikî güzelliğe duyulan
sevgi, kötü bir amaç üzerinde yükseliyorsa, çirkin kabul edilmiştir. Örneğin,
nefsânî arzuların tatmini için, haram olan güzel görüntülere duyulan ilgi ve
sevgi böyledir.
Kötü bir amaca dayanmayan
fizikî güzellik sevgisi ise, serbest bırakılmıştır; ne kötülenir, ne de övülür.
Böylece fizikî güzellikten
ötürü duyulan sevgi, şu üç değerden birini alır: 1) Övülür, 2) Eleştirilir, 3)
Nötrdür, övgü ve eleştiriye konu olmaz.
2. Başka Bir Sevilene Ulaştırdığı İçin Sevmek
Burada asıl sevilen;
görünürdeki sevilen değil, onun vasıtasıyla ulaşılmak istenendir.
Görünürdekine duyulan sevgi, asıl sevilenin elde edilmesini sağladığı içindir;
yoksa bizatihi kendisinden dolayı değildir. Böylelikle gerçek sevgiliye ileten
vasıta da sevilir.
Altına ve paraya duyulan
sevgi böyledir. Bunlar kendi zatlarından dolayı sevilmezler. Zira ne yenilir,
ne de giyilirler; fakat sevilen pek çok şey, bu ikisiyle elde edilir.
İşte insanlardan bazıları
da, altın ve para örneğinde olduğu gibi, arzulanan bazı şeyleri elde etmeyi
sağladıkları için sevilirler. Yine nüfuz sahibi bazı kimseler, sahip oldukları
ekonomik ve siyasal nüfuzlarından başkalarını da faydalandırdıkları için
sevilirler.
İnsan bir şeyi sadece
dünyevî fayda ve kaygılarla seviyorsa, bu, Allah için sevgi değildir. Aynı
şekilde uhrevî faydalar da taşımakla beraber, birini sadece dünyevî
maksatlarla sevmek de Allah için sevgi değildir. Bir öğrencinin öğretmenini
sevmesi böyle bir sevgidir. Çünkü öğrenci, kendisinden ilim öğrendiği
öğretmenini sever; ama öğretmenine duyduğu sevginin gerçek nedeni,
öğretmenindeki ilimdir. Eğer ilim öğrenmekten amacı, Allah’a yakınlık değil de
makam ve paraya kavuşmak, halkın yanında saygın biri olmak ise, bu kişinin
gerçek sevdiği de ilim değil, makam, para ve saygınlıktır.
Bunların hiçbiri Allah için
sevgi değildir. Zira ateist kişilerde de bu türden sevgiler bulunabilmektedir.
İyi ve Kötü
Sevgiler
Burada sözünü ettiğimiz
sevgi, iyi ve kötü olarak ikiye ayrılır. Eğer sevginin çıkış noktası,
akranlarına üstün gelmek, yetim malını zimmetine geçirmek, yargı vb. yolları
kullanarak halka zulmetmek ve birtakım çirkin arzularını gerçekleştirmek ise,
bu sevgi kötü kabul edilmiştir.
Meşru nimetleri elde etmeyi
amaçlayan sevgiler ise, iyi görülmüştür. Burada nimetlerin elde edilmesini
sağlayan sevgi, kendisini ortaya çıkaran amaçla birlikte var ve ona tâbi olduğu
için zorunlu olarak amacın nitelik ve hükmünü alır. Amaç iyi ise, sevgi de iyi;
amaç kötü ise, sevgi de kötüdür.
3. Uhrevî Beklentilerle Sevmek
Burada sevginin çıkış
noktasını, dünya hayatına değil, ahiret hayatına ilişkin menfaatler oluşturur.
Bu, bilinen bir sevgidir. İlim öğrettiği ve öğrendikleriyle davranışlarını
güzelleştirmesine yardımcı olduğu için öğretmenini seven öğrencinin durumu
budur. Bu öğrencinin ilim öğrenmekteki amacı, ahiret hayatının faydaları olduğu
için onun öğretmenine duyduğu sevgi, Allah için sevgi kapsamındadır.
Ayrıca ona ilim öğreterek
kendisinin öğretmenlik statüsünü kazanmasına, bundan dolayı melekler âleminde
saygı ile anılmasına vesile olduğu için öğrencisini seven öğretmen de Allah
için sevenlerdendir. Hz. İsa da (a.s.): "Öğrenen, öğrendiğini yaşayan ve
başkalarına da öğreten kimsenin adı melekler âleminde saygı ile anılır."
demiştir.
Şüphesiz öğretmenlik, ancak
öğrencinin varlığı ile gerçekleşir. Bu statüyü elde etmek için öğrenci
kaçınılmaz bir araçtır. Öğretmen, öğrencisini bundan ötürü seviyorsa, bu öğretmen
Allah için seven bir kimsedir.
Bunun gibi servetini Allah’a
yakınlaşmak için harcayan ve Allah için misafirler kabul edip, güzelce
ağırlayan kişi, güzel yemekler hazırladığı için aşçısını sevse, o da Allah
için sevenlerdendir.
Aynı şekilde Allah için
karşılıksız harcamak üzere ayırdığı parayı onun adına uygun yerlerde kullanan
kişiyi seven de onu Allah için sevmiş olmaktadır.
Hatta şunu söylüyoruz:
Çamaşırını yıkayıp, evini
temizleyen, yemeğini yapan ve böylelikle zamanının çoğunu ilimle ve huzur
içinde ibadetle geçirmesini sağlayan hizmetçisini seven de onu Allah için seven
bir kimsedir.
Huzur içinde ilme ve Allah’a
yakınlaştıracak işlere yönelmesi için kendisinin yiyecek, giyecek, barınma
gibi ihtiyaçlarını karşılayan kimseyi seven de Allah için sevenlerdendir.
Geçmişte birtakım insanların
kendilerini bütünüyle ilim ve ibadete adayabilmeleri için bazı servet sahipleri
onların tüm ihtiyaçlarını karşılamayı üstlenmişlerdi. Bu amaçla yardım
edenlerin de yardım edilenlerin de sevgileri, Allah için sevme kapsamına girer.
Şeytanın vesvesesinden
korunmak, dinini korumak ve vefatından sonra kendisine hayır duaları edecek
nesiller yetiştirmek için erdemli bir kadınla evlenen kişinin, hanımına karşı
beslediği sevgi de Allah için sevgidir.
Rivayetlerde, ailesinin
geçimini sağladığından, hatta hanımının ağzına koyduğu lokmadan dolayı kocaya
büyük mükâfat verileceği bildirilmektedir.[31][40]
Bu yüzden diyorum ki:
Allah'ın hoşnutluğunu
amaçlayan ve ahirette O'na kavuşacak olmaktan dolayı mutluluk duyan kişi,
birini sevdiği zaman onun bu sevgisi Allah içindir. Zira bu kişinin, amacına aykırı
herhangi bir şeyi sevmesi düşünülmez.
Kavram
Karmaşası
Şunu söylüyorum:
Bir gönülde hem dünya hem de
ahiret sevgileri bir arada bulunabilir. Yani insan, sevdiği kişiyi aynı anda
hem dünya hem de ahiret faydaları için sevebilir. Bu şekilde seven kimse de
Allah için sevenlerdendir.
Öğrencinin, kendisine dinini
öğretirken aynı zamanda maddî ihtiyaçlarını da karşılayan öğretmenini sevmesi
bu tür sevgiye örnektir. Bu örnekteki öğrenci hem dünyada hem ahirette rahat
bir yaşam arzu etmekte ve öğretmen de bu arzunun gerçekleşmesinde vesile
olmaktadır. Öğrencinin bu amaçla öğretmenine beslediği sevgi, Allah için
sevgidir.
“Sevgide dünyevî hiçbir
menfaat ve beklentinin gözetilmemesi” Allah için sevginin bir şartı değildir.
Zira Allah, peygamberlerine dua etmelerini emretmiş ve onlar da dualarında
dünya ile ahiret bir arada anmışlardır. Bu dualardan biri şöyledir: "Ey
Rabbimiz! Bize bu dünyada da ahirette de iyilik ver."[32][41]
Hz. İsa da (a.s.) duasında
şöyle demiştir: "Allah'ım! Beni düşmanımın diline düşürme. Dostumu benden
dolayı üzme. Beni dinimde sınama ve dünya hayatını en büyük çabam yapma."
Bu duada yer alan
"düşmanın diline düşmeme", dünya hayatına yönelik bir faydadır.
Ayrıca İsa (a.s.), dünya hayatı için "asla çabam yapma", dememiş;
sadece "en büyük çabam yapma" demiştir.
Hz. Peygamber de (s.a.v.)
dualarının bazılarında:
"Allah'ım! Beni dünya
ve ahiretin şerefine ulaştıracak rahmetini senden isterim."[33][42]
"Allah'ım! Beni
dünyanın felaket ve belalarından, ahiretin de azabından koru." demiştir.
Özetlemek gerekirse:
Ahiretin mutluluğunu
istemek, Allah sevgisiyle çelişmezken, dünya yaşantısında esenlik, sağlık,
yeterli geçimlik ve saygınlık istemek, Allah sevgisiyle nasıl çelişir?! Dünya
ile ahiret, biri diğerinden daha yakın olan iki yaşam diliminden ibarettir.
İnsanın, yarını için iyi ve mutlu olmayı isterken, bugünü için bunu istememesi
düşünülebilir mi? İnsanoğlu yarınında iyilik ve mutluluk ister; çünkü her
yarın, bugün olacaktır.
İnsanın bugünkü yaşantısının
iyi ve mutlu olmasını istemesi, kaçınılmazdır.
Ancak dünya yaşantısına
ilişkin bu isteklerden bazıları ahiretin faydalarını elde etmeye engel
olmaktadır. Bunlar peygamberlerin ve Allah dostlarının kaçındıkları, kaçınılmasını
emrettikleri isteklerdir. Bu isteklerin bazıları ise, ahiret faydalarının elde
edilmesine engel değildir. Bunlar da peygamberlerin ve Allah dostlarının yapmakta
sakınca görmedikleri; evlilik, helal kazanç türünden işlerdir.
Akıllı kişiye yakışan,
ahiretin iyilik ve mutluluğuna aykırı şeylerden nefret etmektir. Nefretten
kastım, huy olarak değil, akıl dairesinde bir nefrettir. Şöyle ki; insan,
yediği takdirde cezalandırılacağını bildiği için hükümdara ait nefis bir yemekten
uzak durur. Onun bu yemekten uzak durmasının nedeni, canının çekmemesi değil,
cezalandırılacak olmasıdır. Kurduğu mantık örgüsü, bu insanı o yemekten uzak
tutar, onda yemeğe karşı bir isteksizlik meydana getirir.
Söylemek istediğim şudur:
Öğrenci, öğretmenini hem
geçimini üstlendiği, hem de ilim öğrettiği için veya öğretmen, öğrencisini hem
kendisinden ilim öğrendiği, hem de bazı işlerini gördüğü için sevse -ki burada
sevginin iki nedeninden birisi dünya, diğeri de ahirete ilişkin bir faydadır-
bir şartla her ikisi de Allah için seven kişilerden olurlar. Bu şart;
öğretmenin, ders vermeyi bıraktığı hâlde öğrencinin geçimini sağlamayı veya
öğrencinin, öğrenciliği bıraktığı hâlde öğretmene hizmet etmeyi sürdürmesidir.
Bu durumda bir parça sevgi azalması görülebilir. İşte sevginin azalan bu
miktarı, Allah için sevgidir. Azalan bu miktar oranında, Allah için olan
sevgilere verilen mükâfata nâil olur.
Sana olan birçok fayda ve
iyiliğinden ötürü bir insana sevgi beslemen, yadırganacak bir durum değildir.
Bu iyilik ve faydalardan
bazılarının bir daha yapılmaması durumunda sevgin azalacak; artması durumunda
ise sevgin artacaktır. Bu, aynı ağırlıkta altın ve gümüşe duyulan ilginin aynı
olmamasına benzer. Altın, gümüşten daha pahalı olmasından dolayı aynı
miktardaki gümüşten daha değerlidir ve daha fazla fayda sağlar.
Öyleyse beklenti ve
faydaların artmasıyla sevgi de artar. Bir sevgide dinî ve dünyevî faydalar bir
arada bulunabilir. Bu türden bir sevgi de Allah için sevmenin kapsamına girer.
Allah için sevginin ölçütü
şudur:
Varlığı ancak Allah’a ve
ahiret gününe kesin inanç ile birlikte düşünülebilen her sevgi, Allah için
sevgidir.
Bu sevgide meydana gelen
artış, Allah için sevgide bir artıştır.
Bu sevgi, az olsa da
değerlidir.
Cüreyrî insanların
birbirleriyle ilişkileri konusunda şöyle der:
"İnsanlar dinî
bağlılığın güçlü olduğu hicri birinci asırda birbirleriyle ilişkilerini din
eksenine oturtmuşlardı. Sonra dine bağlılık zayıfladı ve ikinci asırda vefa ve
sadakat eksenli ilişkiler görüldü. Derken vefa ve sadakat de kayboldu ve
üçüncü asırda ilişkiler yiğitlik ve mertlik üzerine kuruldu. O da ortadan
kalkınca geriye ancak korku ve özlem
kaldı."
4. Allah İçin Sevmek
Bu, bir insanı, ilim
öğrenme, bir konuda beceri kazanma veya onun aracılığıyla başka bir amacı
gerçekleştirme beklentisi olmaksızın sevmektir. Sevginin en üstün, en derin ve
en büyüğü budur.
Bu sevgi mümkündür. Bu
sevginin göstergesi, sevginin sevgiliyi aşarak dolaylı ve uzaktan da olsa
sevgiliyle ilişkili olan her şeyi kapsamasıdır.
Bir insanı çok seven kimse,
onun sevenlerini, sevdiklerini, hizmetindekileri ve onun hoşnutluğu için
çalışan herkesi de sever. Nitekim
Bakiyye b. Velid: "Mü’min, mü’mini sevdiği zaman onun köpeğini de
sever." demiştir. Bu tamamen onun dediği gibidir. Aşıkların hâlleri ve
şairlerin şiirleri bunun delilidir. Aşık, sevgilisinden bir hatıra olmak üzere
ona ait olan herhangi bir eşyayı saklar; onun evini, mahallesini ve komşularını
sever.
Nitekim Âmir oğullarının
Mecnun’u şiirinde şöyle der:
"Leyla’nın yaşadığı
yerleri gezer dolaşırım,
Karşıma çıkan duvarlara yüz
sürer koklarım.
Gerçekte gönlümü yakan
elbette evler değil,
Oralarda yaşamış olan
Leyla’nın sevgisidir."
Sevginin, sevgiliyle sınırlı
kalmayıp, onunla ilişkisi olan her şeyi de kapsadığına gözlem ve tecrübe
tanıklık etmektedir. Fakat bu durum ileri boyutta bir sevginin karakteridir;
normal sevgi bu kuşatıcılığa sahip değildir. Bu kuşatıcılık, sevginin güç ve
seviyesiyle alâkalı bir durumdur.
İşte Allah sevgisi böyle bir
sevgidir. Güçlenip, kalbi tamamen kapladığı, insanın bütün varlık ve benliğini
doldurduğu zaman tüm yaratılmışlara da yayılır. Zira yaratılmış her varlık,
Allah'ın sınırsız kudret ve gücünün bir eseridir.
Bir insanı seven; onun
sanatını, yazısını, davranış ve tutumlarını da sever. Sevginin bu özelliği
nedeniyledir ki, Allah Resûlü’ne (s.a.v.) turfanda bir meyve takdim edildiği
zaman onu yüzüne sürer ve: "Rabbimin yeni bir yaratığıdır." derdi.[34][44]
Allah sevgisi, bazen ölüm
sonrası hayata ilişkin vaat edilen mükâfatlardan, bazen bu dünyada yaşarken
erişilen nimetlerden, bazen de sadece Allah'ın zatına karşı beslenen sevgiden
dolayı meydana gelir. İşte bu sonuncusu, en ileri, en derinlikli ve en narin
sevgidir.
Ne şekilde olursa olsun,
Allah sevgisi güçlendiği zaman Allah ile ilişkili en küçük şeyi dahi kendi
çemberi içine alır. Bu sevgiyle dolup taşan insan, kendisine sıkıntı, keder ve
acı veren şeyi dahi sever.
İleri boyuttaki sevgi, acı
duyumunu zayıflatır. Sevgiliden ötürü duyulan derin iç huzuru ve mutluluk
hâli, insanın acıyı en zayıf biçimde duymasına ya da hiç duymamasına neden
olur.
Allah sevgisi bazı insanlarda
çok ileri bir seviyeye ulaşmış ve nihayet onlar: "Bize göre, belâ ile
nimet arasında fark yoktur; çünkü her ikisi de Allah’tandır. Bizi ancak
Allah'ın hoşnutluğu sevindirir." demişlerdir. Bazıları da: "Biz
günahlarımız nedeni ile Allah’ın bizi mağfiret etmesini istemeyiz."
demişlerdir.
Semnûn da şöyle demiştir:
"Senden başkasından
hazzım yok,
Nasıl istersen beni öyle
dene."
Allah İçin
Sevmenin Neticesi
Burada anlatmak istediğimiz şudur:
Allah sevgisi gönülde
derinlik kazandığı zaman insan, Allah’a karşı görevlerini yerine getiren
herkesi sevmeye başlar. Güzel ahlâk ya da İslâmî terbiye gibi Allah’ın hoşnut
olduğu nitelikleri taşıyan herkesi sever. Allah’ı ve ahireti seven bir mü’min
kişiye, âlim ve âbid ile cahil ve günahkâr iki kişiden bahsedildiğinde onun
gönlü, âlim ve âbid kişiden yana meyledecek, ona karşı bir sıcaklık duyar. Ona
karşı duyduğu bu eğilim, o kişinin Allah'a olan inanç ve sevgisi kadar olur.
Kalbin bu meyli, herhangi
bir çıkar ve faydanın olmadığı Allah için sevgidir. İnançlı insanın, o âlim ve
âbid kişiyi sevmesinin nedeni, o kişinin Allah'ı, Allah'ın da o kişiyi sevmesidir.
Ne var ki, sevgi zayıfladığında etki ve sonuçları
ortaya çıkmaz. Etki ve sonuçları görülmeyen sevgiden ötürü ise mükâfat yoktur.
Fakat sevgi kalbi kapladığı
zaman kişiyi, sevgiliyle dost olma, ona yardım etme, can, mal ve dil ile onu
savunma yönünde harekete geçirir.
İnsanların, Allah olan
sevgilerinin güçlü veya zayıf oluşlarına göre durumları da birbirlerinden
farklılık gösterir.
Eğer sevgi, şimdi veya
gelecekte sevgiliden elde edilecek bir faydaya bağlı ve onunla sınırlı
olsaydı, o zaman vefat etmiş olan âlimleri, âbidleri, sahâbeyi ve hatta geçmiş
peygamberleri sevmek diye bir şey kesinlikle düşünülemezdi. Halbuki dinine
bağlı her müslümanın gönlünde onların sevgisi yerleşiktir.
Onlara duyulan sevgi,
düşmanları tarafından aleyhlerinde konuşulduğu zaman konuşanları uyarmak,
iyilikleri anlatılıp övüldüğünde ise sevinmekle hemen kendini gösterir. Bütün
bunlar, Allah için sevgidir; çünkü sevilen bu insanlar, Allah’ın seçkin
kullarıdırlar. Nitekim bir hükümdarı seven kimse, onun değer verdiği kişileri,
hizmetçilerini ve sevenlerini de sever.
Sevgi, nefsânî arzular ile
sınanır, test edilir. Bazen o kadar büyür ki, kişi kendi bütün istek ve
arzularını, sevgilinin istek ve arzularına feda eder.
Şair şiirinde bu durumu
şöyle anlatır:
"O ayrılmak halbuki ben
kavuşmak istiyorum,
Tüm arzularımı onun arzuları
için terk ediyorum."
Bazen de sevgili uğrunda
arzuların sadece bir kısmından vazgeçilir. Servetin yarısını, üçte birini veya
onda birini sevgilisine bağışlayan insanın yaptığı budur. Bu kişinin,
sevgilisi için servetinden ayırdığı miktar, ona duyduğu sevginin kıymetinin
göstergesidir. Çünkü sevgilinin gönüldeki değer ve kıymeti, ancak onun için
terk edilen bir başka sevilenle bilinir.
Gönlünü bir şeye tamamen
bağlayan için artık ondan başka sevgili olamaz. Böyle bir kişi, hiçbir şeyi
sadece kendisi için edinemez, elde ettiğini yanında bekletemez. İşte Hz. Ebû
Bekir (r.a.) böyle bir sevgiye sahipti. O, sevgisi uğrunda bütün varlığını
ortaya koydu, kendi şahsı için hiçbir şey edinmedi ve yanında tutmadı. Göz
aydınlığı olan kızını Hz. Peygamber (s.a.v.) ile evlendirdi, bütün malını
onun yolunda harcadı.
Abdullah b. Ömer (r.a.), onun
bu durumunu şöyle anlatıyor:
"Allah Resûlü (s.a.v.),
Ebû Bekir ile birlikte oturuyordu. Ebû Bekir’in üzerinde eski bir elbise
vardı. Onlar bu şekilde otururlarken Cebrail çıkageldi. Hz. Peygamber’e
(s.a.v.) Allah’ın selâmını iletti ve ardından:
- Ey Allah’ın Elçisi! Ebû
Bekir’i eski elbiseler içinde görüyorum. Bu şekilde giyinmesinin sebebi nedir?
diye sordu. Allah Resûlü (s.a.v.):
- Mekke’nin fethinden önce
tüm servetini bana getirip vermişti, dedi. Bunun üzerine Cebrail:
- Ona Allah’tan selâm getirdiğimi
söyle ve de ki: "Şu yoksul hâlinle Rabbinden razı mı yoksa O’na küskün
müsün? Rabbin bunu öğrenmek istiyor."
Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a.v.), Hz. Ebû Bekir'e döndü ve:
- Bak, Ebû Bekir! dedi. Bu
yanımdaki Cebrail’dir. Sana Allah’tan selâm getirmiş. Allah, şu yoksul hâlinle
kendisinden razı mı yoksa küskün müsün, öğrenmek istiyor.
Bu sözü duyan Ebû Bekir'in
(r.a.) gözyaşları boşaldı:
- Ben mi Rabbime küseceğim?
Ben Rabbimden razıyım. Elbette Rabbimden razıyım." dedi.
Bütün bu anlattıklarımızdan çıkan
sonuç şudur:
Bir âlimi, âbidi veya ilim,
ibadet ve iyiliğe düşkün bir insanı seven kimse, onu Allah için sevmiştir.
Sevgisinin gücü oranında da mükâfat alacaktır.
Allah için sevgi ve bu
sevginin dereceleri, bu açıklamalarımızla anlaşılmış olmaktadır. Gerçi bu
açıklamalarla, “Allah için nefret” konusu da bir parça anlaşılmış oldu; ama
biz bu konuyu biraz daha detaylandırmak istiyoruz.
Allah İçin
Nefret
Haberin olsun ki,
Allah için seven insan,
Allah için nefret de edebilmelidir. Bir insanı, Allah'a ibadet ettiği ve Allah
katında sevilen bir kişi olduğu için sevdiğin gibi, Allah’a isyan ettiği, Allah
katında sevilmeyen biri olduğunda da ondan nefret etmelisin. Zira bir nedenden
ötürü birini seven kişinin, bu nedenin zıddından dolayı da ondan nefret etmesi
kaçınılmazdır. Bu, sevgi ve nefrette genel kuraldır.
Fakat sevgi ve nefret,
kalpte gizli iki hâldir. Ancak bulundukları ortama baskın geldiklerinde
varlıkları anlaşılır. Birbirine yakınlaşma veya uzaklaşma ya da uyum içinde
veya uyumsuz olma gibi davranışlar, kişide onlardan hangisinin bulunduğunu
gösterir. Sevgi veya nefret, bir davranış ve tutum olarak eyleme dönüştüğünde
"dostluk" ya da "düşmanlık" adını alır.
Daha önce de aktardığımız
kudsî hadiste Allah Teâlâ: "Benim için arkadaşlık veya düşmanlık yaptın
mı?" diye sormaktadır. Allah’a itaat ve ibadet dışında bir hâli veya Allah’a
isyan ve kötü ahlâkından başka bir davranışı bilinmeyen kişilere karşı
tutumun bellidir: Birincileri sever, ikincilerden nefret edersin.
Kulluk ile İsyanın
Bir arada Bulunması
Sorun, Allah’a kulluk ile
günah bir arada bulunduğunda ortaya çıkıyor.
Sen soruyorsun:
"Nefret ile sevgiyi
aynı anda nasıl yaşarım? Zira bu ikisi birbirine zıt duygulardır. Sonuçları da
birbirine karşıttır. Çünkü sevgi, uyuşmayı ve arkadaşlık kurmayı sağlarken;
nefret, uyuşmazlığa ve düşmanlığa yol açar."
Bu soruya cevabım şudur:
Bu durum, Allah hakkında
tezat oluşturmadığı gibi insanlar hakkında da tezat oluşturmaz. Çünkü bir
insanın pek çok huy ve özelliği vardır ve bunların bazılarından hoşlanırken,
diğer bir kısmından hoşlanmayabilirsin. Hoşlandığın özelliklerini dikkate
alarak bir insanı severken, hoşlanmadığın özellikleri nedeniyle de ona karşı
nefret besleyebilirsin.
Hanımı güzel ama iffetsiz
olan koca, onu güzelliğinden ötürü severken, iffetsizliği nedeniyle de soğuk
davranabilir. Ya da çocuğu akıllı, büyüklerine saygılı ama günahkâr olan baba,
onu zeka ve saygısından dolayı severken, günahta ısrar etmesinden ötürü de
nefret edebilir. Onunla ilişkisini bu iki duygu arasındaki kesişim noktasında
gerçekleştirir. Fakat bir babanın üç oğlu olsa ve bunlardan biri akıllı ve
itaatkar; diğeri aptal ve isyankar; üçüncüsü de aptal ve itaatkar ya da akıllı
ve isyankar olsa, bu durumda babanın, çocuklarına karşı üç farklı tutum
geliştirmesi beklenir.
Aynı şekilde Allah’a
kulluğunda kusur olmayan, günaha batmış bir yaşam süren veya bazen kulluk eden
bazen de günah işleyen kişilere karşı yaklaşım da üç farklı seviyede olacaktır.
Bu ise, herkese, sevgi ve nefret, kaynaşma ve sırt çevirme, arkadaşlık ve
ayrılık olarak hakkını vermekle gerçekleşir.
"Günah işlese de bu
kişi müslümandır. Müslüman, Allah’a kul olmuş insan demektir. Ben bir
müslümandan nasıl nefret ederim?!" dersen, derim ki:
Onu müslüman olduğu için
sever, günah işlediği için de ondan sevgini esirgersin. Ona karşı, kâfir ile
günahkâr arasında bir tutum izlersin.
Kâfir ile günahkârın
durumunu düşünürsen, bu iki tutum arasındaki farkını kavrarsın. Bu fark, İslâm
sevgisi ve İslâm’ın hakkını verme farkıdır. Allah'a karşı görevlerin yerine
getirilmemesini, sana karşı görevlerin yerine getirilmemesi gibi ve Allah'a
karşı görevlerin yerine getirilmesini de sana karşı görevlerin yerine
getirilmesi gibi düşünüp, bu farkı anlamaya çalış. Bazı hususlarda seninle uyum
içinde olup diğer bazılarında sana aykırı davranan kimseye karşı, ne tümden somurtkan
ol, ne de güleç; ne tamamen dost ol, ne de dostluğunu bitir; ne büsbütün sevgi
göster, ne de soğuk ve ilgisiz davran. Bunların ortasında bir yol izle.
Kendisiyle her konuda uzlaşıp ortak hareket edebildiğiniz kimseye ileri
derecede gösterdiğin saygı, sevgi, nezaket ve konukseverliği ona asla gösterme.
Yine bunun gibi, hiçbir şekilde uzlaşamayıp, ortak hareket edemediğiniz kişiye
karşı sergilediğin küçümseme, umursamama ve değer vermeme gibi davranışları
ona karşı gösterme.
Seninle bazı hususlarda
uyuşup, bazılarında sana aykırı düşen kimseye karşı izleyeceğin orta yol şu
olmalıdır:
Allah ile olan hukukunda
kusur ve ihlal gördüğün zaman ona karşı küçümseyici bir tavır sergile. Allah’ın
hukukunu gözeten bir yaşantıyı ortaya koyduğu zaman ise güler yüz, sevgi ve
saygı göstererek onu onurlandır.
İşte Allah'a bazen itaat
ederek, O’nun hoşnutluğunu kazanan ve bazen de isyan ederek, öfkesine uğrayan
bir kimseye karşı ortaya koyacağın davranış ve tavır bu olmalıdır.
Nefreti Açığa
Vurmak
"Nefret nasıl açığa
vurulur?" dersen, derim ki:
Nefret ya söz ile açığa
vurulur ya da davranışla. Nefretin sözel dışa vurumu, bazen nefret edilen
kişiyle konuşmamak, bazen ağır ve aşağılayıcı söz söylemek biçiminde
gerçekleşir. Davranışla ortaya konulması ise, bazen o kişiden destek ve yardımı
kesmek, bazen aleyhinde tavır almak, maksat ve amaçlarını sekteye uğratmak
şeklinde ortaya çıkar.
Nefreti açığa vurmanın bazı
biçimleri daha serttir. Bu sertlik ise, nefrete muhatap olan kişinin içinde
bulunduğu günah ve isyanın büyüklüğüne göre değişir. Kasıtlı, bilinçli ve
sürekli olarak değil de istemeden, elinde olmadan, yanılgı ve gaflet sonucunda
yaptığını, akabinde hemen pişman olduğunu bildiğin günah ve kusurlarını
görmezden gelmek ve gizlemek en doğru davranıştır.
Günahı bilinçli ve sürekli
olarak işleyen samimi yakın arkadaşa karşı nasıl bir tavır ortaya konulacağı
konusu yukarıda anlattığımızdan farklı bir konudur ve onun İslâmî hükmü de farklıdır.
İslâm bilginlerinin bu konudaki değerlendirmeleri daha sonra aktarılacaktır.
Eğer günahı bilinçli ve
sürekli olarak işleyen kişi, senin samimi arkadaşın değilse, ona karşı nefreti
açığa vurma zorunluluğu vardır. Bunu da ya onunla ilişkiyi kesip, ona yüz
vermeyerek ya da ona onur kırıcı, küçük düşürücü sözler söyleyerek yaparsın.
Kuşkusuz onur kırıcı, küçük düşürücü söz, insan üzerinde, ilişkiyi kesmekten
daha ağır ve sert bir etki yapar. Bu sözün şiddeti günahın büyüklüğüyle doğru
orantılı olmalıdır.
Nefretin davranış olarak
dışa vurumu iki seviyede gerçekleşir: Birincisi, günahkâr kişiden yardım,
şefkat ve desteği çekmektir. Bu nefret göstermenin en alt seviyesidir.
İkincisi, düşmanıymış gibi, iş, plan ve projelerini sekteye uğratmaktır.
Günahına engel olunabilecek
kimselere karşı nefret mutlaka ortaya konmalıdır. Ama nefretin davranış olarak
ortaya konması, onu günahtan alıkoymayacaksa, bundan kaçınılmalıdır.
Örneğin:
Alkolik bir adam, zenginlik,
güzellik ve asaletinden dolayı bir kadına evlilik teklifi götürse,
evlendiklerinde mutlu bir yuva kurabilirler. Ancak bu evlilik o adamı alkol
almaktan alıkoymayabileceği gibi, alkole daha fazla bağımlı da yapmayabilir.
Bu durumda, bu evliliğin gerçekleşmesine ya da bozulmasına senin katkın olacaksa,
bu durumda bu evliliği bozman doğru olmaz.
Bu evliliğin
gerçekleşmesinde ona yardımcı olmaya gelince; alkol bağımlısı olduğu için
duyduğun kızgınlığı göstermek amacıyla bu konuda onu yardımsız bırakmanda bir
sakınca yoktur. Fakat bu, zorunlu değildir. Çünkü bu konuda ona yardımcı
olmakla onun gönlünü kazanabilir ve sana karşı kalbinde sevgi uyandırabilirsin.
Daha sonra o da senin öğüdünü tutarak alkolü bırakabilir. Bu amaçla ona yardım
etmek güzeldir.
Fakat alkolü bırakacağını
ümit etmemekle birlikte, müslüman olması hasebiyle senin desteğini hak ettiğini
düşünerek ona yardımcı olmak istersen, bu da yasaklanmış değildir. Özellikle
hataları sana ve seninle ilişkili kişilere yönelikse, onu affetmen ve
evlenebilmesi için olumlu katkılarınla onu desteklemen doğru ve güzel olur.
Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurur:
"Bunun içindir ki,
[haksız iftiralara uğramış olsalar bile,] içinizden [Allah'ın] bolluk ve
genişlik bahşetmiş olduğu kimseler yakınlarına, düşkünlere ve kötülük
diyarından Allah için göç eden kimselere yardımdan el çekmesinler; onları
affedip geçsinler. (Öyle ya,) Allah'ın da sizi bağışlamasını istemez misiniz;
(hem de) Allah'ın çok acıyıp esirgeyen gerçek bağışlayıcı olduğunu [gördüğünüz
hâlde]?"[35][46]
Hz. Ebû Bekir, Mistah b.
Esâse'ye[36][47] ekonomik yardım ve destekte bulunuyordu.
İfk hâdisesinde bu kişi de Hz. Aişe
(r.a.) hakkında kötü sözler söylemişti. Bundan dolayı Hz. Ebû Bekir
(r.a.), ona bir daha yardım etmeyeceğine dair yemin etti. Neticede, yaptığı
büyük bir günah olmasına rağmen Mistah’ın lehine olarak yukarıdaki ayetler
indi. Hz. Peygamber’in Hz. Aişe (r.a.) gibi saygın bir hanımına zina
iftirasını yakıştırmaktan ve ona dil uzatmaktan daha büyük hangi günah
vardır?! Hz. Ebû Bekir (r.a.) onun bu hareketiyle derinden sarsılmış, âdeta
can evinden vurulmuştu. Oysa kendine haksızlık yapanı bağışlamak, kötülük
edene iyilik etmek, onun en belirgin ahlâkıydı.
Fakat ne olursa olsun, her
durumda, sana haksızlık yapana senin iyilikle karşılık vermen, oldukça güzel
ve doğru bir davranıştır.
Fakat başkalarına zulmeden,
hakkını gasp eden kişiye gelince; buna iyilik yapmak doğru olmaz. Çünkü zalime
iyilik, mazluma kötülük etmektir. Mazlumun hakkı, öncelikle gözetilip
korunmaya daha layık ve uygundur. Allah katında, haksızlığa uğramış kimsenin
kalbinin, zalime sırt çevrilmek sûretiyle teselli ve takviye edilmesi, zalimin
gönlünün alınıp teselli edilmesinden daha üstün bir davranıştır. Ancak
haksızlığa uğrayan sen isen, bu durumda affedip bağışlaman daha yerinde ve
güzel olur.
İslâm âlimleri, günahkârlara
karşı nefretin açığa vurulmasında farklı davranış ve yöntemler
belirlemişlerdir. Ancak hepsi de zalimlere, bid’atçılara ve başkalarına da
zarar veren günahkârlara karşı nefretin dışa vurulmasında görüş birliği
içindedir.
Fakat işledikleri günahların
zararı yalnız kendileriyle sınırlı kalan günahkârlara karşı nasıl bir davranış
ortaya konulacağı konusunda ihtilaf edilmiştir. Bazı âlimler, ayırım yapmaksızın,
bu kategoriye giren günahkârların hepsine şefkat ve acıma hisleriyle yaklaşmışlardır.
Bazıları da onlara karşı oldukça sert bir tavır sergilemiş ve onları
dışlamışlardır.
Ahmed b. Hanbel, haklarında duyduğu en küçük
bir sözden dolayı İslâm'ın ileri gelen kişileriyle ilişkisini kesiyordu. Hatta
o, Yahya b. Maîn’in,[37][48] "Ben hiç kimseden bir şey istemem;
fakat sultan da olsa her getirenin getirdiğini alırım." dediğini duyunca,
derhal onunla da arkadaşlığına son vermiştir.
Aynı şekilde Haris
el-Muhâsibî’yi de Mutezile’yi eleştirdiği kitabını yazarken takip ettiği
metottan dolayı, "Sen önce onların şüphelerini yazıyor ve böylelikle
halkın bu şüpheler üzerinde düşünmelerine yol açıyorsun. Sonra bu şüphelere cevaplar
veriyorsun." diyerek eleştirmiş ve terk etmiştir.
Yine o, Hz. Peygamber'in
(s.a.v.): "Allah, Adem’i kendi sûretinde yarattı."[38][49] hadisini tevil ettiği gerekçesiyle Ebû
Sevr’le de bağlarını koparmıştır.
Bu, niyete göre değişen bir
durumdur. Aynı şekilde niyet de duruma göre değişir.
Fakat insanların ihtiyaç
hâlinde, acziyet içinde bulundukları ve ancak ulaşabildikleri imkanları
kullandıkları düşünüldüğü takdirde düşmanlık ve nefret konusunda bir yumuşama
meydana gelir. Bu kabul edilebilir bir durumdur.
Ancak bazen niyete yağcılık
ve dalkavukluk karışır da böylece kişi birtakım günahlara göz yumar. Günahları
görmezden gelmeye iten bu sebeplerin başında yağcılık ve dalkavukluk, kalp
kırmama, küstürmeme ve nefret ettirmeme isteği gelmektedir. Şeytan bu
düşüncelerle günaha göz yuman akılsız insanlara, "şefkat ve acıma
duygularıyla günaha göz yumdukları" düşüncesini empoze ederek onları
aldatır.
Bunun ayırt edici kriteri
şudur:
İnsan kendisine karşı hatalı
davranışlar sergileyen günahkâr kişiye şefkatle davranıp, "Ne yapalım, bu
hatayı işlemek, onun kaderinde varmış. Kaderi değiştirmek mümkün değil. Ezelde
bunu yapması takdir edilmişse, bundan nasıl kurtulabilir?!" diyebilir.
Ama onun Allah’a karşı olan
hatalarında böyle bir düşünce ve niyet doğru olmaz. Kaldı ki kendine karşı
yapılan yanlışlıklarda ona öfkelenip, Allah’a karşı yanlış yaptığında acıma
duygusuyla ona yaklaşıyorsa, bu kişi, şeytanın tuzağına düşmüş bir yağcı ve
dalkavuktur. Bu kişiye karşı dikkatli olunmalıdır.
Eğer: "Nefreti dışa
vurmanın en basit biçimi, o kişiden yüz çevirip, onunla arkadaşlığa son vermek
ve ona olan yardım ve desteği kesmektir. Nefreti bu şekilde dışa vurmak, dinî
bir görev midir? Bunu yapmayan kişi, günahkâr olur mu?" diye sorarsan,
cevabımız şudur:
İslâmî ilimlerinden çıkan
sonuca göre; bu tutum, yükümlülükler ve farz olan görevler kapsamında
değildir. Zira biz biliyoruz ki, Hz. Peygamber (s.a.v.) ve sahâbesi devrinde,
içki içen ve utanç verici davranışlarda bulunan kimseler bütünüyle
dışlanmazlardı. Aksine sahâbeden bir kısmı onur kırıcı, küçük düşürücü sözler
söylerlerken, diğer bir kısmı onlara hiçbir şekilde müdahalede bulunmayarak,
yüz çevirip terk etmekle yetinirlerdi. Bunların dışında o insanlara şefkat duygularıyla
yaklaşan, dışlamayan kimi sahabîler de vardı.
Bunlar dinin ince
meseleleridir. Ahiret yolcularının uygulamaları bu meselelerde farklılıklar
gösterebilir. Bu nedenle herkes, kendi durumuna göre bir tavır ortaya koyar. Bu
gibi meselelerde ortaya konacak tutum, ahlâkî erdemler çerçevesinde
değerlendirilir; haram veya farz olarak nitelenmez. Çünkü insanın asıl
sorumluluğu, Allah’ı bilmek ve O’nu sevmektir.
Allah İçin Nefret Edilen Kimseler Ve Onlarla
İlişkilerin Düzeyi
"Gerçi nefret ve
düşmanlığı fiilen açığa vurmanın her ne kadar farz değilse de mendub olduğunda
şüphe yoktur. Fakat günahkârların hepsinin durumu aynı değildir, onlar farklı
kategorilerdedirler. Bu bakımdan onların hepsine aynı tutum ve davranışın
gösterilmesi isabetli olur mu? Onlarla ilişkilerde ahlâkî erdemi nasıl
gözetirim?" dersen, cevabım şudur:
Haberin olsun ki,
Allah’ın dinine aykırılık,
ya inançta ya da davranış ve yaşantıda meydana gelmektedir.
İnançta aykırı olanlar, ya
bid’atçıdır ya da kâfir.
Bid’atçı, insanları
bid’atına ya çağırır ya da çağırmaz. İnsanları bid’atına çağırmayan da ya gücü
yetmediğinden ya da kendi tercihi ve bilinçli istemi ile bu çağrıyı yapmaz.
A. İnanç ve
Düşüncede Aykırı Olanlar
1. İlahî Gerçekleri İnkâr Edenler (Kâfirler)
İlahî gerçekleri inkâra
şartlanmış olan kişi (kâfir), müslü-manlarla savaş hâlinde ise, öldürülmeyi
veya esir alınmayı hak eder. Ona bunun dışında bir muamele yapılmaz.
İslâm topraklarında yaşayan
diğer din mensuplarının durumuna gelince; onları incitmek, sıkıntı vermek ve
kötü davranmak caiz değildir.
Onlarla karşılaşmalarda
müslüman ilk selâm veren kişi olmamalıdır. Onlar selâm verdiklerinde de
selâmları "ve aleyke" diye alınmalıdır.
Onlarla düşüp kalkmamak,
ticaret yapmamak, yiyip içmemek ve samimiyet kurmamak daha uygun olur.
Dost ve arkadaş gibi onlarla
da sıcak ve rahat ilişkiler kurmaya gelince; bu şiddetle mekruhtur, haram
olması ihtimali de söz konusudur.
Allah Teâlâ bu konuda şöyle
buyurur:
"Allah'a ve Ahiret
Günü'ne [gerçekten] inanan, ama [aynı zamanda] -babaları, oğulları, kardeşleri
yahut [öteki] akrabaları bile olsa- Allah'a ve Elçisi'ne karşı çıkanları seven
bir toplum göremezsin."[39][53]
Hz. Peygamber de (s.a.v.):
"Müslüman ile müşrikin
ateşleri birbirini görmez."[40][54] buyurmuştur.
Allah Teâlâ onların dost
edinilmemesini isteyerek şöyle buyurmuştur:
"Siz ey imana ermiş
olanlar! Size gelmiş bütün hakikatleri inkâr eden ve [yalnızca] Rabbiniz Allah'a
inandığınız için Elçi'yi ve sizi (yurtlarınızdan) süren düşmanlarıma -ki onlar
aynı zamanda sizin de düşmanlarınızdır- şefkat göstererek onları dost
edinmeyin!"[41][55]
2. Propagandist Bid’atçı
Propagandasını yaptığı
bid’at, insanın ilahî gerçekleri inkâr ve reddetmesine yol açıyorsa, bu
bid’atçı, İslâm topraklarında güvenle yaşayan diğer din bağlılarından kötüdür.
Çünkü o, diğer din bağlısı gibi ne cizye vermekte, ne de İslâm topraklarında
güven içinde yaşamanın hukukî dayanağı olan sözleşmenin taraflarından biridir.
Şayet bid’atı, ilahî
gerçekleri inkâr etmeyi gerektiren bid’atlardan değilse, bu bid’atçının Allah
ile olan durumu, ilahî gerçekleri inkâra eden kişinin durumundan daha basit ve
hafiftir. Fakat buna rağmen bu bid’atçıyı kötüleyip karşı çıkmak, ilahî
gerçekleri inkâra eden kişiye karşı çıkmaktan daha zorunlu ve gereklidir.
Çünkü inkâr edenin kötülüğü kendisiyle sınırlı olup, başkasına geçmez. Zira
müslümanlar onu, ilahî gerçekleri inkâr eden kişi olarak tanırlar ve bundan
dolayı sözlerine değer vermezler. İnkâra eden kişi de, müslümanım diye ortaya
çıkmaz.
Fakat bid'atının
propagandasını yaparak, onun doğru olduğunu iddia eden bid’atçı, insanların
aldanıp yoldan çıkmasına neden olur. Dolayısıyla kötülüğü başkalarına da dokunur.
Bu yüzden bu kişiye karşı nefreti açığa vurmak, onu dışlayıp küçümsemek,
bid’atına karşı çıkmak ve halkı ondan nefret ettirmek daha kuvvetli bir
mendubtur.
Kimsenin olmadığı bir yerde
verdiği selâmı almakta sakınca yoktur. Fakat selâmını almadığın takdirde dile
gitirdiği bid’atın ne kötü bir iş olduğunu fark edeceğinden ve terk etmeyi düşünebileceğinden
kesin emin isen, selâmını almamak daha doğru olur. Çünkü selâmı almak, her ne
kadar farz ise de müslümanlara fayda getirecek en küçük durumlarda dahi bu hüküm
kalkar. İnsanın banyoda veya tuvalette bulunmasıyla da bu farz düşer. Kaldı ki
bid’atçıyı propagandasını yapmaktan alıkoymak, bütün bu faydalardan daha
önemlidir.
Bid’atçı, bir toplulukla
beraberken selâm vermişse, insanları ondan soğutup, uzaklaştırmak ve halkın
gözünde onun bid’atını kötülemiş olmak için selâmını almamak da uygun olur.
Bu tür insanlardan her türlü
yardım ve iyiliği kesmek doğru bir davranıştır. Özellikle halkın gördüğü
yerlerde bunlara yardımdan şiddetle kaçınmak gerekir.
Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur:
"Bid’atçıya kızgınlık
duyan, ayıplayan kimsenin kalbini Allah büyük korku gününde güven ve imanla
doldurur. Bid’atçıya hoşgörü ve iyilikle davranan, güler yüz gösteren kimse
ise, Allah’ın Muhammed’e indirdiğini hafife almış demektir."
3. Propagandist Olmayan Bid’atçı
Bu, avâmdan bir bid’atçıdır.
Bid'atının propagandasını yapma imkanı olmadığı için halkın ona uyması
endişesi de olmaz. Bunun durumu öncekilerden daha hafiftir. En iyisi, bu
kimseye karşı sert ve kırıcı davranmamak; aksine tatlı dil ve öğütle
yaklaşmaktır. Çünkü halkın kalbi çabuk döner. Öğüt fayda etmezse ve kendisine
yüz verilmediğinde bid’at’ı kötülenmiş olacaksa, ondan yüz çevirmek kuvvetli
bir mendub olur.
Kalbinde bid’atı iyice
benimsediği, başka her tür düşünce ve inanca kapandığı ve öğütün faydasız
olacağı kesin olarak biliniyorsa, bu durumda en doğrusu, ondan yüz çevirmektir.
Çünkü bid’at, şiddetle reddedilmediği ve kötülenmediği zaman halk içinde
kolaylıkla taraftar bulur ve fesadı bütün toplumu kaplar.
B. Davranış ve
Yaşantıda Aykırı Olanlar
Allah’ın dinine aykırı bir
davranış ve yaşantı sürdürenlere gelince; Bunlar:
Ya bu günah olan
davranışlarla başkalarına da zarar verirler. Zulüm, gasp, yalan şahitlik,
çekiştirme, ara bozma, kovuculuk ve benzeri kötü davranışlar böyledir.
Ya da bu günah yaşantıları
kendileri ile sınırlı kalıp, başkalarına zararı dokunmaz. Bu gruba dahil olan
insanlar, ya başkalarını da kendi işledikleri kötülüklere çağırır, onların da
katılımını sağlarlar. Kadın ve erkekleri bir araya getirip, içki ve fuhuş için
ortam hazırlayanlar gibi. Ya da kendi işledikleri kötülüklere başkalarını
çağırmazlar, işledikleri günahın kötülük ve zararı başkalarına ulaşmaz. Kendi
başına içki içen kişinin ya da zina eden iki kişinin durumu budur.
Bu insanların yaptıkları ya
büyük ya da küçük günah kapsamına girer. Bunları da ya sürekli ya da ara sıra
yaparlar.
Bu gruplandırma sonunda üç
günahkâr insan prototipi ortaya çıkıyor. Her bir prototipin, özgün günah
derecesi ve seviyesi vardır ve bunların bir kısmı diğerlerinden daha büyük ve
ağırdır. Bu yüzden hepsiyle aynı tarz bir ilişki ve davranış geliştirmek
yanlış olur.
1. Günahlarıyla Başkalarına Zarar Verenler
Bunlar zulüm, gasp, yalancı
şahitlik, çekiştirme, kovuculuk gibi kötü fiillerinin zararını başkaları
çektiği için bu grubun en kötüleridirler. Bu kişilerden uzak durmak, onlarla
birlikte bulunmamak, görüşüp konuşmamak gerekir.
Günah olan iş, halka sıkıntı
ve zarar verdiğinde günahın şiddeti artar, büyür. Bu davranışlar suçsuz cana
kıymak, başkasının malını gasbetmek, namus ve onura tacizde bulunmak gibi
fiillerdir. Bunların da bazıları diğer bazılarından daha kötüdür.
Bu tür kötü davranışlarda
bulunanları küçümsemek ve onlardan yüz çevirmek dinin müstehab kabul ettiği bir
harekettir. Fakat onları küçümsemenin, hem kendileri hem de başkaları üzerinde
günahtan uzaklaştırıcı etkisi olacaksa, o zaman yüz çevirmek müstehab olmaktan
çıkar, zorunlu olur.
2. İşledikleri Kötülüğe Başkalarını da Çağıranlar
İçki ve fuhuş partileri
düzenleyerek, bu tür kötülüklerin
kolaylıkla işlenmesine zemin hazırlayanlar bu grubun örneğini
oluşturmaktadırlar.
Bu insanlar, kötülük işlemek
bakımından yukarıda anlatılan gruba benzemekle birlikte yaptıklarının günahı
ve zararı daha hafiftir. Çünkü başkasının malına, canına veya namus ve şerefine
dokunmadan işlenen günahların, yalnızca Allah ile günahı işleyen arasında
kaldığı ve kul hakkı karışmadığı için bağışlanması daha kolaydır.
İşlediği kötülüğe
başkalarını da çağırdığı için, bu kategoriye giren insanın durumu, günahıyla
başkasına zarar veren kişiden daha ağırdır. Buna da ona gösterilen tavır
takınılır: Küçümsenir, dışlanır, ilişkiler kesilir ve verdiği selâm alınmaz.
Özellikle bu şekilde yapıldığı takdirde onun veya başkalarının, kötülükten
vazgeçeceği ihtimali ağır basıyorsa, bu tutum kesinlik kazanır.
3. İşledikleri Kötülüğe Başkalarını Çağırmayanlar
Başkasına zararı
dokunmayacak şekilde içki içen, farz olan kulluk görevlerinden birini terk eden
veya yalnızca kendisini ilgilendiren bir konuda dinin bir yasağını çiğneyen
kişiler bu gruba girerler. Bunların durumu, geçen üç grup arasında en hafif
olanıdır.
Günah olan bir fiili yaptığı
esnada kendisine rastlanırsa, onu -gerekirse küçük düşüren sözlerle hatta
döverek- o günahtan alıkoymak gerekir. Zira günah olan davranışlardan
alıkoymak dinen vaciptir.
Bu kişi, o esnada günah olan
işi bıraksa dahi bu davranışı sürekli tekrarladığı ve ayrıca nasihatin onu
içinde bulunduğu günahtan alıkoyacağı kesin olarak bilinirse, öğüt vermek
vacip olur. Fakat bu kesin olarak bilinmiyor; ancak ümit ediliyorsa, bu
durumda bile öğüt vermek, tatlı dille -veya daha faydalı olacaksa biraz
sertlikle- onu bu davranışından alıkoymak, tercih edilen tutum olmalıdır.
Öğütün kendisine fayda
etmediği ve aynı günahı işlemeye devam ettiği bilinirse, âlimler ona karşı
sergilenecek tutumda ihtilaf etmişlerdir. Bu kimsenin selâmının alınmayacağı
ve onunla bir arada bulunulmayacağı konusunda farklı görüşler ortaya
konulmuştur. Kabul edilmeye en uygun görüş şudur: "Bu konuda sergilenecek
tutum, kişinin niyetine göre belirleneceği için bu konuda da "Ameller
niyetlere göre değerlenir" hadisi esas alınır."
Böyle bir kimseye hoşgörü ve
acıma duygularıyla yaklaşmak, alçakgönüllülüğün bir çeşididir. Ona sert davranmak
ve ondan yüz çevirmek de onu günahtan alıkoymanın bir yoludur. Bu iki tutumdan
birini tercih etme hususunda fetvayı kalbinden alacaksın. Nefsânî arzularının
zıddı olan davranışı yapman isabetli ve yerinde olur. Üstün ve dürüst bir insan
olarak tanınma arzusuyla o kişiyi küçümsemiş ve ona sertlik göstermiş
olabilirsin. Ya da sana sağlayacağı maddi faydalar, yağcılık ve dalkavukluk
yaparak elde etmeyi umduğun menfaatlerden veya makam ve zenginliğinden dolayı
ona yumuşak davranmış olabilirsin. Bu tür davranışlar, şeytanın vesvesesinden
ileri gelir ve ahiret adamına yakışmaz.
Dinî iş ve davranışlara arzu
duyan herkes, nefsiyle mücadeleyi sürdürecektir. Bunun için bu gibi hâllerde
kendini sürekli denetim ve kontrol altında tutması gerekir. Ne yapması
gerektiğini kalbine sormalıdır. Kalp, verdiği fetvalarda bazen doğruya ulaşır,
bazen yanılabilir. Bazen bilinçli olarak nefsinin arzularına uyar; bazen de
aldanarak, Allah için hareket ettiğini, ahiret yolunda ilerlediğini sanarak
bunu yapar.
Zararı yalnız failine dönük
-yapan ile Allah arasında kalan- günahın çirkinliği, başkasına da zarar
veren, sıkıntıya sokan günaha göre daha hafiftir. Aşağıdaki olay, bu gerçeği
ortaya koyuyor:
Hz. Peygamber (s.a.v.)
zamanında içki içtiği için cezalandırılan bir adam tekrar içerken yakalandı.
Ashabtan bir kişi: "Allah lanet etsin! Ne çok içiyor!" dedi.
Bu sözü duyan Hz. Peygamber
(s.a.v.):
"Kardeşine karşı
şeytana yardımcı olma!"[42][57] buyurdu veya bu anlamda bir söz söyledi.
Bu hadis, tutum ve
davranışlarda yumuşaklığın, sertlik ve katılıktan daha uygun, öncelikli ve
yerinde bir davranış olduğunu göstermektedir.
Arkadaş
Seçiminde Aranacak Nitelikler
Haberin olsun ki,
Her insan, arkadaşlık yapmak
için uygun değildir. Bu konuda Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Kişi, arkadaşının dini
üzeredir. Öyleyse arkadaşlık yaptığınız kimseye dikkat edin."[43][58]
Kendisiyle arkadaşlık
edilmeyi gerektiren birtakım niteliklerin kişide bulunması zorunludur. Bu
nitelikler, arkadaşlıktan beklenen faydaları sağlayıcı olmalıdır.
Arkadaşlıktan dünya ve
ahiret yaşantısına dair faydalar beklenir. Arkadaşın ekonomik, sosyal ve siyasî
gücünden yararlanmak, onunla sosyal bir çevre oluşturmak, arkadaşlığın dünya
hayatına dair faydalarından bazılarıdır. Fakat arkadaşlıktan elde etmeyi
umduğumuz faydalar, menfaatçilik düzeyinde olmamalıdır.
Arkadaşlığın ahiret
yaşantısına dair faydalarına gelince, bu konuda pek çok şey sayılabilir.
Bunlardan bazıları şunlardır: Arkadaştan bilgi ve davranışça istifade etmek,
kendini gönül huzuruyla ibadete verebilmek için arkadaşın ekonomik
imkanlarından yararlanmak, önemli olaylarda ve felaket anlarında yardım ve
desteğini görmek, onun yapacağı duadan bereket ummak, ahirette şefaatini ümit
etmek...
Faziletli atalarımızdan
biri, arkadaşlığın faydaları konusunda şöyle demiştir:
"Arkadaşlarınızın
sayısını artırın; çünkü her mü’minin bir şefaati vardır. Belki arkadaşının
şefaatine mazhar olursun."
Garibüt-tefsîr'de,
"[O'dur] inanıp doğru ve yararlı işler yapanların dileklerini kabul eden;
ve [O'dur öteki dünyada] lütfuyla onlara [hak ettiklerinden] fazlasını verecek
olan."[44][59] ayetinde "lütfuyla onlara [hak ettiklerinden] fazlasını
verecek"
pasajı, onları arkadaşları için şefaatçi kılacak ve birlikte cennete
girecekler, biçiminde tefsir edilmiştir.
Denilmiştir ki, Allah Teâlâ
bir kulu bağışladığı zaman onu arkadaşlarına şefaatçi yapar. Bundan dolayı
faziletli atalarımız, arkadaşlık, kaynaşma ve birlikteliğe özendirmiş ve insanlardan
uzaklaşmayı, ayrı yaşamayı hoş karşılamamışlardır.
Bütün bunların gerçekleşmesi
için, her bir faydanın zorunlu birtakım şartları vardır.
Özetlemek gerekirse,
arkadaşlık yapılacak kimsede şu beş niteliğin bulunması gerekir:
1. Akıllı olmak,
2. Güzel ahlâklı olmak,
3. Günah içinde bir hayat
sürüyor olmamak,
4. Bid’atçı olmamak,
5. Dünyaya aşırı düşkün
olmamak.
Şimdi bu beş niteliği
ayrıntılı olarak açıklıyoruz.
1. Akıllı Olmak
Akıl, sermaye ve temeldir.
Aptalla olan arkadaşlıkta hayır yoktur. Ne kadar uzun sürerse sürsün, aptal
biriyle yapılan arkadaşlığın sonu ayrılık ve dargınlıktır.
Hz. Ali şöyle demiştir:
"Cahili kendine arkadaş
edinme asla,
Sen ondan, o senden uzak
olsun daima.
Nice cahil helâk etmiştir
beraberinde,
Uysal kişi onunla arkadaşlık
ettiğinde.
Kişi kişi ile ölçülür
benzediklerinde,
Vardır benzer tarafı bir
şeyin diğer şeye.
Kalpler buluştuğunda,
birinden ötekine yol vardır,
Akıllı insan, görünce
korktuğu şeyi ondan sakınır."
Aptal arkadaş, iyilik
yapayım derken kötülük yapar da farkına bile varmaz. Bunun için şair demiştir
ki:
"Akıllı düşmandan asla
korkmam,
Aptal dosttandır korkum her
zaman.
Akıl tek bir sanattır yolu
da ayan,
Aptallık sayıya gelmez çoğu
zaman."
"Aptaldan uzaklaşmak, Allah’a
yaklaşmaktır." denilmesi de bundandır.
Süfyan Sevrî de
"Aptalın yüzüne bakmak, yanlış ve günahtır." demiştir.
Bizim "akıllı
kişi"den kastımız, her şeyi olduğu hâl üzere, gerçekliğiyle kavrayabilen
kimsedir. İster kendi kabiliyeti ve kavrayışı ile, isterse anlatıldığı veya
öğretildiği zaman kavramış olsun, fark etmez...
2. Güzel Ahlâklı Olmak
Güzel ahlâk, arkadaşlıkta
kaçınılmazdır.
Çünkü akıllı nice kimse
vardır ki, her şeyi olduğu hâl üzere, gerçekliğiyle kavrar. Fakat öfke,
ihtiras, cimrilik ve korkaklık gibi huylar kendisinde baskın geldiği zaman
nefsânî arzu ve tutkularına boyun eğer. Kötü ahlâkını yenemediği ve ahlâkını
güzelleştiremediği için de bildiğinin aksine davranır. Böyle bir kişinin
arkadaşlığında hayır yoktur.
3. Günah İçinde Bir Hayat Sürüyor Olmamak
Günahkârca bir yaşantıyı
sürdürmekte ısrar eden kimsenin arkadaşlığında da hayır yoktur.
Allah’tan korkan kimse,
büyük günahlarda devamlılık göstermez. Bundan dolayı Allah’tan korkmayanın
kötülüğünden emin olunamayacağı gibi arkadaşlığına da güvenilmez. O, menfaat
için her şeyi yapabilir.
Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur:
"Ve iyi ve güzel olan
ne varsa hepsini terk edip [yalnızca] bencil arzularının peşine düştüğü için
kalbini zikrimize karşı duyarsız kıldığımız kimseye aldırma."[45][60]
"Bunun içindir ki onun
[Son Saat'in] geleceğine inanmayıp sadece kendi arzularının, tutkularının
peşine düşen kimse seni bu [gerçeğe inanmak]tan alıkoymasın; yoksa, kendine
yazık etmiş olursun!"[46][61]
"O hâlde, Bizi anmaktan
uzak duran ve bu dünya hayatından başka bir şeye önem vermeyenlere mani
ol."[47][62]
"Ve Bana yönelenlerin
yolundan git."[48][63]
Bu ayetin karşıt anlamında
(mefhum-u muhalifinde), günahkârca bir yaşantı süren insana serzeniş ve azar
vardır.
4. Sünnet Karşıtı Olmamak
Sünnet karşıtı insanla
arkadaşlık edildiği takdirde sünnet karşıtlığı anlayışının bulaşması tehlikesi
vardır.
Sünnet karşıtı insan, terk
edilmeyi, kendisiyle her tür ilişkinin kesilmesini hak etmiştir. Durum
böyleyken arkadaşlığı nasıl tercih edilebilir?
Said b. Müseyyeb'in, Hz.
Ömer’den (r.a.) yaptığı rivayette Hz. Ömer (r.a.) arkadaş hakkında iyi
düşünülmesini istemekte ve şöyle demektedir:
"Dürüst ve erdemli
arkadaşlar edin. Onların korumasında güvenle yaşarsın. Onlar rahatlık ve
bollukta süs ve ziynet, darlık ve sıkıntıda azık ve destektirler. Arkadaşının
senden istediği bir işi en güzel biçimde yerine getir ki, gerektiğinde sana
daha güzeli ile karşılık versin. Düşmanından da uzaklaş. Yalnızca güvenilir
insanlarla arkadaşlık yap. Güvenilir olanlar ise, Allah’tan korkanlardır. Günah
içinde bir hayat sürenlerle arkadaşlık yapma, onlardan ancak kötülük öğrenirsin.
Onlara sırrını söyleme. İşlerini Allah’tan korkanlara danış ve onların görüş ve
düşüncelerini önemse."
Güzel ahlâka gelince..
Ölüm döşeğinde yatan Alkame
el-Utâridî, oğluna vasiyetinde güzel ahlâk sahibi arkadaşı şöyle tanımlar:
"Oğlum! Arkadaşlık
yapacağın kimsede şu özellikler bulunsun. Kendisine hizmet ettiğinde seni
korusun, arkadaşlığıyla sana şeref versin, güzellik katsın, ihtiyaç anında
yardım etsin. İyilikte sana yardımcı olsun, iyiliklerini görüp dile getirsin;
ama kusur ve hatalarını gizlesin. Kendisinden bir şey istediğin zaman versin,
sen sustuğunda sözü açsın, sıkıntılı anında yardımına koşsun, seni teselli
etsin, konuştuğunda sözüne inansın. İkiniz birlikte bir işi omuzladığınızda
seni başkan seçsin. Ölçüp tarttığınızda seni kendine tercih etsin.”
Alkame bu vasiyeti ile,
arkadaşlık hukukunu da açıklamış bulunmakta ve arkadaşın bu ödev ve
sorumlulukları yerine getirmesini şart koşmaktadır.
Yahya b. Eksem[49][64] şöyle anlatmıştır:
"Halife Me'mun,
Alkame’nin bu vasiyetini duyunca:[50][65]
- Böyle arkadaş nerede? diye
söylendi. Kendisine:
- Alkame’nin, oğluna böyle
bir vasiyeti niçin yaptığını biliyor musun? diye sordular. Halife Me'mun:
- Hayır, bilmiyorum,
deyince:
- Babası, oğlu kimseyle
arkadaşlık yapmasın, diye bu vasiyeti yapmış, dediler.
Kültür ve görgü sahibi
insanlardan bazıları da şöyle demişlerdir:
"Sırrını gizleyen,
kusurlarını örten, musibet anında yanında olan, seni her şeye tercih eden,
iyiliklerini her yerde anlatıp, kötülüklerini saklayan kimselerden başkasıyla
arkadaşlık yapma. Şayet bu nitelikte birini bulamazsan, kendinden başka
dostun olmasın."
Hz. Ali de (r.a.) şöyle
demiştir:
"Gerçek arkadaş daima
yanında bulunan,
Kendini feda ederek sana
faydalı olan,
Felaket ve musibetlerle
karşılaştığın zaman,
Kendi rahat ve düzenini
senin için bozan."
Âlimlerden kimileri de
demişlerdir ki:
"Şu iki kişiden
başkasıyla arkadaşlık yapma:
1. Dinî konularda
kendisinden bir şeyler öğrendiğin, sana faydalı kişi,
2. Dinî konularda kendisine
bir şeyler öğrettiğin ve bu öğrettiklerini kabul eden kişi."
Bazıları da şöyle
demişlerdir:
"İnsanlar dört
sınıftır:
1. Bir kısmı tatlıdır;
onların tadına doyamazsın.
2. Bir kısmı acıdır; ondan
yenmez.
3. Bir kısmı ekşidir; onlar
senden bir şey almadan, sen onlardan bir şey al.
4. Bir kısmı da tuzludur,
yalnız ihtiyaç zamanında ondan bir miktar al."
Cafer-i Sadık da şöyle
demiştir:
"Beş kimse ile
arkadaşlık yapma:
1.Yalancı ile arkadaşlık
yapma. Çünkü ona inanırsan aldanırsın. O serap gibidir; uzağı yakın, yakını da
uzak gösterir.
2.Aptal ile arkadaşlık
yapma. Çünkü faydalı olayım derken sana zarar verir.
3.Cimri ile arkadaşlık
yapma. Çünkü o, sana gün gelir en çok ihtiyacın olan şeyi bile vermez.
4.Korkak ile arkadaşlık
yapma. Çünkü o sıkıntı ve zorluk zamanında seni tek başına bırakır.
5.Günah içinde bir yaşam
sürenle de arkadaşlık yapma. Çünkü o bir lokmaya ve hatta daha azına seni satar.
Cüneyd Bağdadi şöyle der:
"Güzel ahlâklı günahkâr
bir arkadaşımın olması, kötü ahlâklı âlim bir arkadaşımın olmasından daha
iyidir."
Ahmed b. Ebü’l-Havarî
anlatıyor:
Hocam Ebû Süleyman bana
şöyle dedi: "Ahmed, şu iki insandan başkasıyla arkadaşlık yapma:
1. Dünya yaşantında
kendisinden faydalandığın kişi,
2. Ahiret yaşantına dair
kendisinden faydalandığın kişi,
Bu iki insandan başkası ile
birlikte olmak, büyük aptallıktır."
Sehl b. Abdullah et-Tüsterî
şöyle demiştir:
"Üç çeşit insanın
arkadaşlığından sakın:
1. Umursamaz zalimler,
2. Dalkavuk âlimler,
3. Cahil sûfîler."
Haberin olsun ki,
Bu sözlerin çoğu,
arkadaşlığın amaçlarını bütünüyle ortaya koymaktan uzaktır. Arkadaşlığın fayda
ve amaçlarını ancak tarafımızdan dile getirilen açıklamalarımız ortaya koymaktadır.
Çünkü dünya yaşamına dönük bir arkadaşlıkta aranan şartlar, ahiret yaşamına
dönük bir arkadaşlıkta aranmaz.
Bişr arkadaşları şöyle
gruplandırır:
"Arkadaşlar üç
çeşittir:
1. Ahiret arkadaşı,
2. Dünya arkadaşı,
3. Sosyal çevre ve eğlence
arkadaşı.
Bu üç çeşit arkadaşlığın bir
kişide bir araya gelmesi çok zordur. Bu nitelikler kişilerde ayrı ayrı dağılmış
durumdadır. Bundan dolayı arkadaşlıkta aranan şartlar da kaçınılmaz olarak
farklılaşmıştır.
Halife Me'mun
"Arkadaşlar üç çeşittir" der ve şöyle belirtir bunları:
Besin-gıda gibi olanlar.
Bunlardan vazgeçemezsin.
İlaç gibi olanlar. Bazı
zamanlarda onlara gereksinim duyarsın.
Hastalık gibi olanlar.
Bunlara hiçbir zaman ihtiyaç duymazsın. Fakat insan bazen bu arkadaşlıklara yakalanır.
Bunların ne sevgi ve içtenliği vardır, ne de bir faydası."
Denilmiştir ki:
İnsanlar, ağaçlar ve
bitkiler gibidir.
Bazılarının gölgesi var;
fakat meyvesi yoktur. Bu ağaç, dünya hayatı konusunda kendisinden
faydalanılıp, ahiret hayatına dönük hiçbir faydası olmayan kişinin örneğidir.
Dünya hayatına dönük fayda, hızla kaybolan gölge gibidir.
Bazılarının meyvesi var;
fakat gölgesi yoktur. Bu ağaç, ahiret yaşamı için faydası olup, dünya yaşamı
için faydası olmayan insanın örneğidir.
Bazılarının hem gölgesi hem
de meyvesi vardır. Bu ağaç, hem dünya hem de ahiret yaşantısı için faydalı olan
insanın örneğidir.
Bazılarının ise ne meyvesi
ne de gölgesi vardır. Deve dikeni gibidirler, yaklaştığın zaman elbiseni
yırtar. Ne yemeye, ne de içmeye yarayışlı değildir. Bunun hayvanlardan örneği,
fare ve akreptir.
Nitekim Allah Teâlâ:
"[Bazen de] kendisine
zararı yararından daha çok olacak olan kimseye, [bir başka insana] yalvarıp
yakarır; gerçekten de, bu ne kötü efendi ve bu ne kötü uyruk!"[51][72]
Şair der ki:
"İnsanlar eğer ki
tatmışsan değil bir,
Fark yok aralarında ağaçlar
gibidir.
Bu ağacın ne güzel, ne hoş
meyvesi,
Bulunmaz şunun tatlı bir
meyvesi."
İnsan, dini ya da dünyası
konusunda kendisinden faydalanabileceği bir arkadaş bulamazsa, yalnız kalması
onun hakkında en iyisidir.
Ebû Zer de (r.a.) bunu şöyle
dile getirir:
"Yalnızlık kötü
arkadaştan, iyi arkadaş da yalnızlıktan iyidir."
Bu söz, Hz. Peygamber’in
(s.a.v.) sözü (hadis) olarak da rivayet
edilmiştir.[52][74]
Arkadaşın dindar olup, günah
içinde bir hayat yaşıyor olmamasına dair
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Ve Bana yönelenlerin
yolundan git."[53][75]
Günahkârları görerek,
onlarla birlikte olmak, kalpte günahı basitleştirir, ağırlığını giderir ve ona
olan nefret duygusunu yok eder.
Said b. Müseyyeb (rah.a.)
şöyle demiştir:
"Zalimlere bakmayın ki,
güzel ve faydalı amelleriniz geçersiz olup, sonuçsuz kalmasın."
Bu tür insanlarla beraber
olmak, esenlikten uzak olmak demektir. Halbuki esenlik, onlardan uzak
kalmaktadır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Ve ne zaman kötü
niyetli, dar kafalı kimseler kendilerine laf atacak olsa, (sadece) “selâm!”
derler."[54][76]
Yani “Ey günahkârlar! Biz
sizin günahlarınızdan esenlikteyiz, siz de bizim şerrimizden esenliktesiniz.”
5. Dünyaya Aşırı Düşkün Olmamak
Dünyaya düşkün kişinin
arkadaşlığı, öldürücü bir zehirdir. Çünkü karakter ve huylar, yaratılış
itibariyle, arkadaşa benzemeye ve ona uymaya eğilimlidir. Arkadaşlar farkına
varmadan birbirlerinden etkilenirler ve mizaçları birbirine benzer.
Bundan dolayı dünyaya aşırı
düşkün olanlarla beraber olmak, insanda doyumsuzluk ve açgözlülük duygularını
harekete geçirir. Dünyaya karşı soğuk ve isteksiz insanlarla (zahidler) beraber
olmak da insanı dünya hayatına karşı soğuk ve isteksiz yapar.
Bu yüzden dünyaya gönül
verenlerle arkadaşlık yapmak, hoş karşılanmamış; ahirete sevdalı insanlarla
arkadaşlık yapmak ise güzel görülmüştür.
Hz. Ali (r.a.) şöyle
demiştir:
"Yanlarında çekingen,
mahcup, sıkılgan olunan insanlarla oturup kalkmak sûretiyle amellerinizi diri
ve zinde tutunuz."
Ahmed b. Hanbel (rah.a.):
"Beni belâya düşüren,
kendilerinden utanıp çekinmediğim, kendilerine karşı saygı hisleriyle
dolmadığım arkadaşlardan başkası değildir." demiştir.
Lokman Hakîm de oğluna
vasiyetinde şöyle demektedir:
"Oğlum! Âlimlerle
oturup kalk, meclislerinde onlara iyice sokul. Sağanak yağmurlarla ölü toprak
nasıl diriliyorsa, hikmetle de ölü kalpler öyle dirilir."
Arkadaşlığın anlamı, şartları
ve faydaları konusunda anlatmak istediklerimiz bunlardır. Şimdi de arkadaşlık
hukuku, görev ve hakları ile bunların yerine getirilmesi konularına değinelim.
İkinci Bölüm
Arkadaşlık
Hukuku
Arkadaşlık Ödev
ve Hakları
Haberin olsun ki,
Arkadaşlık hukuku, karı koca
arasındaki nikah bağı gibi iki kişi arasında kurulan bir bağdır. Nikahın nasıl
ki, sadakatle yerine getirilmesi gereken birtakım ödev ve hakları varsa, aynı
şekilde arkadaşlığın da ödev ve hakları vardır. Arkadaşının, senin malında,
şahsında, dilinde ve kalbinde hakkı vardır. Bunların bir gereği olarak ona dua
edecek, kusurlarını bağışlayacaksın. Ona vefa gösterecek, ağırlık vermeyecek,
yük olmayacaksın.
Bu hukukun tamamı sekiz ödev
ve haktan oluşur:
Birinci
Ödev ve Hak
Ekonomik
Dayanışma
Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur:
"İki arkadaş, birbirini
yıkayan iki el gibidir."
Hadis, arkadaşları iki ele
benzetmiş; birini el, diğerini ayağa benzetmemiştir. Çünkü iki el, ortak amaç
ve hedefler uğrunda yardımlaşır. Aynı şekilde iki kişinin arkadaşlığı da ancak
ortak amaç ve idealler doğrultusunda olduğunda tamam olur.
Bu bakımdan arkadaşlar, bir
tek kişi gibidirler. Bu ise, iyi ve kötü günü, darlık ve bolluğu paylaşmayı,
şimdiki zamanda ve gelecekte birlikteliği ve arkadaşını kendine tercih etmeyi
gerektirir.
Arkadaşlara karşı
yardımsever olup, onlarla parayı ve malı paylaşmak üç seviyede gerçekleşir:
1- Paylaşmanın en alt
seviyesi, arkadaşı hizmetçin gibi görüp, malının fazlasından ihtiyaçlarını
karşılamandır. Bu durumda, ihtiyaç içinde olduğunu fark ettiğinde -ihtiyacından
fazla malın varsa- istemesine gerek bırakmadan onun ihtiyacını karşılarsın.
Zira onu istemek zorunda bırakmak, arkadaşlık hukukunda büyük bir kusurdur.
2- Arkadaşını kendinle bir
tutarak, onu mal ve servetine ortak etmendir. Hasan Basrî şöyle demiştir:
"Geçmişte iki kişi, Allah için dost olduğunda her biri, beline bağladığı
örtüsünü ikiye bölerek arkadaşıyla paylaşırdı."
3- Arkadaşını kendine tercih
etmen, onun ihtiyacını kendi ihtiyacından öne almandır. Bu, arkadaşlığın en üst
seviyesidir. Bu, çok doğruların (sıddîk) ve birbirini Allah için sevenlerin
eriştiği yüce bir mertebedir. Bu seviyedeki bir kimse, arkadaşının canını kendi
canına tercih eder.
Haberin olsun ki,
Şayet arkadaşınla olan
beraberliğin bu üç kategoriden hiçbirine girmiyorsa, henüz aranızda samimi bir
arkadaşlık kurulmamıştır. Aranızdaki ilişki, akıl ve dince hiçbir değeri
olmayan, bütünüyle şeklî, iç derinlikten yoksun bir beraberlikten öte bir şey
değildir.
Meymun b. Mihran şöyle
demiştir: "Karşılıklı iyilik ve yardımlaşmanın yer almadığı bir
arkadaşlığa razı olanlar, mezarda yatanlarla arkadaşlık etsinler."
Bu arkadaşlığın alt
seviyesidir.
Anlatıldığına göre;
Utbetü’l-Gulam bir gün, Allah için arkadaşlık yaptığı bir kişinin evine gitmiş
ve ona:
- Dört bin dirheme ihtiyacım
var, demiş. Arkadaşı:
- İki bin dirhem
verebilirim, deyince Utbetü’l-Gulam:
- Sen dünyalığı Allah’ın
hoşnutluğuna tercih ettin. Böyle bir sözü nasıl söyleyebiliyorsun?! Allah için
arkadaşlık iddiasında bulunmaktan utanmıyor musun! diye cevap vermiş.
Bu seviyedeki arkadaşlarla
dünyalık menfaat ilişkilerine girilmemesi uygun olur.
Ebû Hazım: "Allah için
arkadaşlık yaptığın kişi ile dünyalık konularda görüşme." demiş ve bu
sözüyle bu seviyedeki arkadaşlığı kastetmiştir.
Arkadaşlığın en ileri
seviyesi, aşağıdaki ayette Allah’ın mü’minleri nitelediği arkadaşlıktır:
"Ve [bütün ortak
meselelerini] aralarında danışma ile karara bağlayanlar [için]; ve kendilerine
rızık olarak verdiğimizden başkalarına harcayanlar [için]."[55][79]
Bu gruptaki arkadaşlar,
birbirlerinin malına ortaktırlar, sahip olduklarını yalnızca kendilerine ait
kabul etmezler.
Bundan dolayı onlardan
bazıları, "Benim ayakkabılarım" diyenlerle arkadaşlık etmezlerdi.
Çünkü o, kullandığı ayakkabının kendine ait olduğunu söylemekteydi.
Fethü’l-Mevsılî,
dostlarından birinin evine geldi. Ev sahibi evde yoktu. Fethü’l-Mevsılî,
hizmetçiden evdeki parayı getirmesini istedi. Kadın parayı getirdi.
Fethü’l-Mevsılî ihtiyacı kadar parayı alıp gitti. Hizmetçi olup biteni eve
gelen efendisine anlattı. Adam arkadaşının bu davranışından o derece memnun
oldu ki, hizmetçisine, "Doğru söylüyorsan, seni Allah için azat
ettim." dedi.
Bir kişi Ebû Hüreyre’ye
(r.a.) gelerek:
- Seninle Allah için arkadaş
olmak istiyorum, dedi. Onun bu isteğine Ebû Hüreyre (r.a.):
- Arkadaşlık hukukunu
biliyor musun? diyerek karşılık verdi. Adam:
- Bilmiyorum, nedir söyle?
deyince, Ebû Hüreyre:
- Senin, paranda benden daha
fazla hak sahibi olmamandır, dedi. Adam:
- Ben bu seviyeye henüz ulaşamadım,
deyince Ebû Hüreyre (r.a.):
- O hâlde beni bırak, dedi.
Ali b. el-Hüseyin bir adama:
- Sizden biriniz izin
almadan arkadaşının cebinden istediği parayı alabilir mi? diye sordu. Adam:
- Hayır, dedi. Bunun üzerine
o:
- O hâlde siz henüz arkadaş
olmamışsınız, dedi.
Bir grup insan Hasan
Basrî’nin yanına gelerek:
- Namazınızı kıldınız mı?
diye sordu. O da:
- Evet, kıldım, dedi. Onlar:
- Pazar esnafı, henüz
namazını kılmadı, dediler. Hasan Basrî ise onlara:
- Pazar esnafından dinini
kim öğrenir?! Bana anlatıldığına göre; onlar, arkadaşlarını bir dirhemden bile
yoksun bırakıyorlar, dedi. O bu son sözü, pazar esnafının bu davranışına olan
şaşkınlık ve hayretini belirtmek için söylemişti.
İbrahim b. Edhem, Kudüs’e
gitmek üzere hazırlanıyordu. Bu esnada bir adam yanına gelerek:
- Seninle yol arkadaşı olmak
istiyorum, dedi. İbrahim:
- Senin malına benim senden
daha fazla sahip olmam şartı ile olur,
dedi. Adam:
- Hayır, bunu kabul edemem,
dedi. İbrahim de adama:
- Dürüstlüğün hoşuma gitti,
sözüyle karşılık verdi.
İbrahim b. Edhem, yolculukta
arkadaşına muhalefet etmezdi. Ancak uyuşamayacağı insanlarla da arkadaşlık etmezdi.
Ayakkabı bağı yapıp satan
bir adam İbrahim b. Edhem’le bir yolculukta arkadaşlık yaptı. Molalarda bir
adam İbrahim'e tirit yemeği gönderiyordu. Yine tirit yemeği gelmişti. İbrahim b. Edhem, yol arkadaşının çantasını
açtı ve içinden bir miktar ayakkabı bağını çıkarıp, tirit yemeğini getiren
adamın tabağına koydu. Daha sonra gelen arkadaşı İbrahim'e çantasındaki
eksik ayakkabı bağlarını sordu. İbrahim:
- Yediğin tirit yemeğine
karşılık verdim, dedi. Adam:
- İki üç bağ verseydin
yeterdi, deyince İbrahim:
- Cömert ol ki sana da
cömert davranılsın, dedi.
Bir defasında da İbrahim b.
Edhem, arkadaşına ait olan bir binek hayvanını sahibinin iznini almadan yaya
bir kimseye verdi. Arkadaşı geri dönüp, olanları öğrenince İbrahim’e itiraz etmedi,
herhangi bir sorun çıkarmadı.
İbn Ömer (r.a.) şöyle
anlatmıştır:
"Ashabtan birine
kesilmiş bir koyun başı takdim edildi. O kişi: "Falan arkadaşımın bu başa
benden daha fazla ihtiyacı var." diyerek ve onu arkadaşına gönderdi.
Arkadaşı da aynı şekilde başı başkasına gönderdi. Böylece baş yedi kişiyi dolaştıktan
sonra tekrar ilk kişiye döndü."
Anlatıldığına göre; Mesruk
ağır bir borç altında idi. Arkadaşı Hayseme de aynı şekilde ağır bir borçla
karşı karşıya idi. Mesruk Hayseme’ye, Hayseme de Mesruk’a haber vermeden gidip
birbirlerinin borçlarını ödediler.
Hz. Peygamber (s.a.v.),
Abdurrahman b. Avf ile Sa’d b. el-Rebi’yi birbirine kardeş yaptığı zaman Abdurrahman
bütün malını Sa’d’a bıraktı ve "Ey Sa’d! Allah malına bereket versin."[56][85] dedi. Sa’d da malı iki eşit parçaya
bölerek Abdurrahman'la paylaştı.
Abdurrahman’ın yaptığına
"başkasını kendine tercih etme"; Sa’d’ın yaptığına da "eşit
paylaşım" denir. Başkasını kendine tercih, eşit paylaşımdan daha üstün bir
davranıştır.
Süleyman Darânî şöyle
demiştir:
"Bütün dünya benim olsa
ve ben hepsini birden arkadaşıma verseydim, ona verdiklerimi yine de az
bulurdum."
Yine o şöyle demiştir:
"Ben arkadaşıma yedirdiğim yemeğin tadını boğazımda hissederim."
Arkadaşlar
İçin Harcamanın Fazileti
Arkadaşların ihtiyaç ve
giderlerini karşılamak, yoksullara sadaka vermekten daha üstün ve erdemli bir
davranıştır. Bunun için Hz. Ali (r.a.):
"Allah için arkadaşıma
verdiğim yirmi dirhem, yoksullara verdiğim yüz dirhemden daha sevimlidir."
demiştir.
Yine o demiştir ki:
"Bir tencere yemek
yapıp arkadaşlarımı davet etmeyi, bir köle azat etmeye tercih ederim."
Kendi ihtiyacı varken
başkasını tercih etmenin en müstesna örneği, Hz. Peygamber (s.a.v.)’dir. Bir
gün O (s.a.v.) ve birkaç arkadaşı sık bir ormana girdiler. Hz. Peygamber
(s.a.v.) misvak ağacından iki misvak yaptı. Misvakların biri eğri idi. Hz.
Peygamber (s.a.v.) eğri olanını kendine ayırıp, düz ve güzel olanı arkadaşına
verdi. Arkadaşı: "Ey Allah’ın Elçisi! Bu düz ve güzel olan, size daha çok
yakışır!" deyince Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Çok kısa bir zaman
dahi olsa arkadaşlık yapan kişiye, arkadaşlık hukukunu gözetip gözetmediği
sorulacaktır."
Hz. Peygamber’in (s.a.v.) bu
hadisinden, arkadaşını kendine tercih etmenin, Allah’ın, arkadaşlıkta
gözetilmesini istediği hususlardan olduğunu anlaşılmaktadır.
Hz. Peygamber (s.a.v.),
yıkanmak üzere bir kuyuya gitti. Huzeyfe b. el-Yeman elbiselerini perde yaparak
Hz. Peygamber’i (s.a.v.) örttü. Ardından Huzeyfe yıkanmak için oturdu. Hz.
Peygamber (s.a.v.) elbiselerini alarak ona perde yapmak istedi. Huzeyfe bunu
kabul etmedi ve: "Ey Allah’ın Elçisi! Anam babam size feda olsun. Zahmet
etmeyin, bırakın." dedi. Hz. Peygamber (s.a.v.) ısrar ederek, yıkanıncaya
kadar ona perde tuttu. Ardından Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"İki arkadaşın Allah’a
en sevimli olanı, arkadaşına en fazla şefkatli olandır."
Anlatıldığına göre; Malik b.
Dinar ile Muhammed b. Vâsi, Hasan Basrî’nin evine girdi. Hasan Basrî o sırada
evde değildi. Muhammed b. Vâsi, Hasan Basrî’nin karyolasının altından içinde
yiyecek bulunan bir sepet çıkardı ve ondan yemeye başladı. Malik ona: "Ev
sahibi gelene kadar bekle!" dedi. Ancak Muhammed aldırış etmeden yemeye
devam etti. Malik, Muhammed’den daha cömert ve daha güzel ahlâklı idi. Bu
esnada Hasan Basrî eve girdi. Onları bu durumda görünce Malik'e: "Ey
Malikçik! İşte sizin gibiler ortaya çıkıncaya kadar bizler arkadaşlarımızın
evinde dilediğimiz gibi davranmaktan çekinmezdik." dedi.
O bu sözüyle, arkadaş evinde
rahat davranmanın, arkadaşlıktaki saflık ve içtenlikten ileri geldiğini
anlatmak istemiştir. Nasıl böyle olmasın ki, Allah Teâlâ:
"Yahut anahtarı size
emanet edilmiş olan [evlerde]... yiyip içmenizde bir sakınca yoktur."[57][88] buyurmaktadır.
Bundan dolayı ilk zamanlar
ev sahibi, evinin anahtarını arkadaşına verir, evde ona istediği gibi hareket
serbestisi tanırdı. Öte yanda anahtarı alan arkadaş da Allah’a karşı sorumluluk
bilinciyle hareket eder, istediği gibi davranamazdı. Bunun üzerine Allah bu
ayeti indirerek, kardeş ve arkadaşların evlerinden serbestçe yemelerine izin
verdi.
İkinci
Ödev ve Hak
İstemeden
Yardım Etmek
Arkadaşlık hukukunun
getirdiği ikinci ödev ve hak; arkadaşın ihtiyaçlarını -istemesine gerek
bırakmadan- karşılamak ve kendi ihtiyaçlarını erteleyerek onun ihtiyaçlarına
öncelik vermektir.
Ekonomik dayanışmanın olduğu
gibi bunun da basamak ve seviyeleri vardır.
İstemeden yardım etmenin en
düşük basamağı; yardım istediğinde, güç yetirebilirse, güler yüz, tatlı söz ve
memnuniyetle arkadaşın ihtiyacını gidermeye çalışmaktır.
Bazıları şöyle demişlerdir:
Bir ihtiyacın için
arkadaşından yardım istediğinde o bunu yerine getirmezse, bir kere daha hatırlat; zira unutmuş olabilir.
Yine yardım etmezse, onun cenaze namazı için tekbir al ve ardından şu ayeti
oku: "[Kalben] ölmüş olanlara gelince, [yalnız] Allah onları
diriltebilir."[58][89]
İbn Şibrime, arkadaşlarından
birisinin önemli bir ihtiyacını giderdi. Daha sonra arkadaşı, yardımına
karşılık kendisine bir hediye getirdi.
İbn Şibrime: "Bu nedir?" dedi. Arkadaşı: "Bana olan
yardımına karşılık" cevabını verdi. Bunun üzerine İbn Şibrime: "Bunu
geri al, Allah sana esenlik versin. Bir arkadaşına bir işin düşüp de arkadaşın
senin o işini yapmak için bir çaba göstermezse, cenaze namazı kılacakmış gibi
abdest al, dört tekbir getir ve artık onu ölülerden say." dedi.
Cafer b. Muhammed şöyle
demiştir: "Ben, bir daha bana ihtiyaçlarını söylemezler endişesiyle
düşmanlarımın bile ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırım. Düşmanlar hakkında
böyle olunca, dostları varın siz düşünün?"
Faziletli atalarımız (selef)
içinde öyle insanlar vardı ki, arkadaşlarının ölümünden kırk sene sonra bile
onların ailelerine her gün gider gelir, ihtiyaçlarını gidermeye çalışırlardı.
Çocuklar, böylece yalnız babalarını kaybetmiş olurlar, belki (yaşasalardı) babalarının
onlara sunacağından daha fazlasına kavuşurlardı. Onlar, dostlarının evlerine
devamlı uğrarlar ve "Yağınız, tuzunuz var mı? Herhangi bir şeye
ihtiyacınız var mı?" diye sorarlardı.
Hatta onlardan bazısı,
arkadaşının birtakım ihtiyaçlarını karşılardı da o kişinin bundan haberi
olmazdı.
İşte şefkat ve arkadaşlık bu
gibi davranışlarla açığa çıkar. Kendine acıdığı kadar arkadaşına acımayan
insanın arkadaşlığında hayır yoktur.
Meymun b. Mihran şöyle
demiştir:
"Arkadaşlığından fayda
gelmeyen kimsenin düşmanlığından da zarar gelmez."
Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur:
"Dikkat edin, Allah
Teâlâ’nın yeryüzünde birtakım kapları vardır; onlar kalplerdir. Allah’a en
sevimli kalp, günahlardan en fazla arınmış, dince en sağlam ve arkadaşlarına
karşı en yumuşak olandır."[59][91]
Özetle söylemek gerekirse,
Arkadaşının ihtiyaçları
senin kendi ihtiyaçlarınla aynı önem ve önceliğe sahip, hatta daha önemli ve
öncelikli olmalıdır.
Kendi ihtiyaçlarından
habersiz olmadığın gibi, onun ihtiyaçlarından da habersiz olmamalı, sorup
araştırmalısın. Ayrıca onu ihtiyacını dile getirmek mecburiyetinde
bırakmamalısın. Sonra yardımın kaynağının sen olduğunu bilmeyecek derecede
gizlice onun ihtiyaçlarını karşılamalısın. Yardımda bulunurken bundan kendine
bir pay çıkarmamalı; aksine senin bu yardımını kabul etmiş olmasını kendin için
övünç saymalısın.
Arkadaşının sadece
ihtiyaçlarını gidermekle yetinmemeli, bunun ötesinde ona iyilik ve ikramda
bulunmaya, çocukları ve akrabalarıyla ilgilenmelisin.
Hasan Basrî bu hususta şöyle
der:
"Dost ve
arkadaşlarımız, bize aile ve çocuklarımızdan daha sevimlidir. Çünkü aile ve
çocuklarımız bize dünyayı, dostlarımız ise ahireti hatırlatıyorlar."
O yine demiştir ki:
"Allah için arkadaşına
refakat eden kimseye Allah, kıyamet gününde, cennete giden yolda ona refakat
etmesi için melekler gönderir."
Bir rivayette de şöyle
denilmiştir:
"Allah için sevdiği bir
arkadaşını ziyarete giden kimseye ardından bir melek: "Güzel yaptın;
cennet de senin için güzel oldu" diye seslenir."
Atâ da şöyle demiştir:
"Üç gün görmediğiniz
arkadaşınızı üçüncü günden sonra araştırın. Eğer hasta ise, ziyaretine gidin,
meşgul ise yardım edin. Eğer unuttuysa, hatırlatın."
Rivayet olunduğuna göre, bir
gün Hz. Peygamber’in (s.a.v.) meclisinde Abdullah b. Ömer (r.a.) sağa sola
bakınıp duruyordu. Hz. Peygamber (s.a.v.), neden böyle yaptığını sordu. O da:
"Sevdiğim bir adam vardı, göremedim. Ona bakınıyordum." deyince,
Hz. Peygamber (s.a.v.):
"Bir adamı sevdiğin
zaman adını, babasının adını ve nerede oturduğunu (bir diğer rivayette ayrıca:
“dedesinin ve akrabalarının adını”) öğren. Hasta olduğu zaman ziyaretine, işi olduğu zaman da yardımına git."
buyurdu.
Şa’bi, arkadaşını sima
olarak tanıyan; fakat adını bilmeyen kişinin arkadaşlığı için: "Bu,
ölüyle arkadaşlıktır." demiştir.
İbn Abbas’a (r.a.): "En
çok kimi seviyorsun?" diye soruldu. Onlara: "Dostumu." cevabını
verdi.
Yine İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir: "Benden yana hiçbir
dünyalık beklentisi olmadan üç gün ardı ardına meclisime gelen kimsenin
dünyadan beklentisinin ne olduğunu hemen anlarım."
Sa’id b. el-As da arkadaşlık için şöyle demiştir:
"Arkadaşımın bende üç
hakkı vardır:
1- Bana yaklaştığı zaman onu
güler yüzle karşılarım.
2- Konuştuğu zaman ona
yönelir, dikkatle dinlerim.
3- Oturacağı zaman ona yer
açarım."
Allah bu şefkat ve ikrama
işaret ederek şöyle buyurur:
"Birbirlerine karşı
merhamet doludurlar."[60][93]
Nefis bir yemeği tek başına
yememek veya yanında arkadaşı olmadan hiçbir eğlenceye katılmamak; aksine
ondan ayrı olduğu için üzüntü duymak, merhamet ve ikramın tam olması için
şarttır.
Üçüncü
Ödev ve Hak
Gerektiğinde
Susmak veya Konuşmak
Susmak; yanında veya gıyabında
arkadaşın kusurlarını dile getirmemek, konuştuğu konuda onunla tartışmamak ve
davranışlarını yargılamamaktır.
Arkadaşını yolda gördüğü
zaman nereden geldiği, nereye gittiği ve bunun sebebi konusunda sözü ilk açan
o olmamalıdır. Zira açıklamak istemeyeceği bir mesele olur da yalan söylemek
durumunda kalabilir.
Arkadaşının sadece sana
açtığı bir sırrı başkasına, hatta en samimi arkadaşına bile söylememeli ve
hiçbir şekilde bir başkasına duyurmamalısın. Onunla ilişkilerin kopsa, ayrılsanız,
bozuşsanız bile bunu yapmamalısın. Çünkü bunu yapmak, alçaklık ve karakter
bozukluğundan ileri gelir.
Arkadaşının dostlarına,
ailesine ve çocuklarına yönelik karalama ve iftira gibi davranışlardan da
kaçınmalısın. Başkalarının, arkadaşın hakkında anlattığı bu türden sözleri de
ona anlatmamalısın. Çünkü seni karalayan, o sözü sana taşıyan kişinin
kendisidir.
Hz. Enes (r.a.) Hz. Peygamber’den şöyle anlatmıştır:
"Allah Resûlü (s.a.v.),
duyulduğunda hoşa gitmeyecek sözleri dinlemezdi."[61][95]
İnsanı, öncelikle kötü sözü
söyleyen değil; o sözü kendisine taşıyan kişi incitmektedir. Arkadaşının
hakkında duyduğu övgüleri de gizlememelisin. Çünkü insanı en çok sevindiren
şey, öncelikle sevince sebep olan sözü taşıyan, sonra da o sözü sarf eden
kişidir. Sevince yol açacak bir haberi gizlemek, kıskançlık göstergesidir.
Kısaca özetleyecek olursak,
deriz ki:
Duyduğu zaman arkadaşın
hoşuna gitmeyecek hiçbir söz söylenmemelidir. Sadece iyiliği emretme ve
kötülükten alıkoyma gibi konuşmanın zorunlu olduğu durumlar bu kuralın
dışındadır. Zira bu durumlarda susmaya izin verilmemiştir. Böyle bir durumda
insan, söyleyeceklerinin, arkadaşını rahatsız edip etmeyeceğine bakmaz.
Arkadaşı, görünüşte bu konuşmayı kendine yapılan bir kötülük gibi algılasa da
gerçekte bu, ona verilen bir değer ve faydasını sonra fark edeceği bir
iyiliktir.
Arkadaşının ve ailesinin
kusurlarının anlatılması gıybettir ve bu bütün müslümanlar hakkında haramdır.
Öncelikle iki neden seni bu davranıştan alıkoymalıdır. Bunlar şunlardır:
1- Kendi durumunu düşünmek:
Kendinde de eleştirilecek birtakım kusurlar varken bunları görmezden gelerek,
arkadaşının hatalarını ortaya dökme. Düşün: Sen nasıl ki sendeki o kusuru işlemekten kendini alamamış isen, o da
kendini kusurundan kurtaramamıştır. Bir kötü davranışından ötürü arkadaşını
dışlama, onu terk etme. Hangi insan, hatadan bütünüyle kurtulabilmiştir?
Senin Allah’a karşı yerine
getirmediğin görevleri, arkadaşından sana karşı yerine getirmesini bekleme.
Senin ondaki hakkın, Allah'ın sende olan hakkından daha fazla değildir.
2- Kusursuz insan ararsan,
bütün insanlardan uzaklaşman gerekeceğini bilmelisin: Kusursuz insan aramaya
devam edersen, arkadaşlık edecek kimse bulamazsın. Her insanın güzel tarafları
olduğu gibi kötü tarafları da vardır. Kişinin güzel huy ve davranışları kötü
huy ve davranışlarına baskın geliyorsa, o iyi bir arkadaştır. Onurlu bir
mü’min, arkadaşının güzel ve iyi taraflarını düşünür ki, böylelikle ona olan
saygısı ve sevgisi artsın. Münafık ise, daima kişinin kusur ve kötülüklerini
görür.
İbn Mübarek şöyle demiştir:
"Mü’min özür, münafık
ise kusur bulmak için çabalar."
Fudayl da şöyle demiştir:
"Delikanlılık,
dostların hatalarını bağışlamaktır."
Bundan dolayı Hz. Peygamber
(s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Gördüğü iyiliği
gizleyip, kötülüğü açığa vuran kötü komşudan Allah’a sığının."[62][97]
İnsan, güzel yönleri öne
çıkarılmak suretiyle iyi biri olarak gösterilebileceği gibi, kötü yönleri öne
çıkarılmak suretiyle kötü biri olarak da
gösterilebilir.
Rivayet edildiğine göre;
adamın biri Hz. Peygamber’in yanında birini övdü. Ertesi gün aynı adam bu kez
o kişiyi kötüledi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) adama:
"Dün övüp, bugün
kötülüyor musun?" dedi.
Adam: "Allah’a yemin
ederim ki, dün onun hakkında doğruyu söylediğim gibi, bugün de onun hakkında
yalan söylemedim. Ancak, dün beni hoşnut ettiği için onun hakkında bildiğim en
güzel şeyleri söyledim. Bugün de beni kızdırdığı için onun hakkında bildiğim
en kötü şeyleri söyledim." diye konuştu. Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurdu:
"Ustalıkla söylenmiş
sözde sihir vardır."[63][98]
Sanki Hz. Peygamber adamın
bu konuşmasını beğenmemiş ve onu sihre benzetmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.v.) diğer
bir hadisinde de şöyle buyurur:
"Müstehcen konuşma ve
ustalıkla söylenmiş söz, münafıklıktan iki şubedir."[64][99]
Diğer bir hadis de şöyledir:
"Allah Teâlâ, ustalıkla
söylenmiş her sözü sizin için çirkin
görür."
İnsanın iyilik ve
kötülükleri kendisinde barındırması hususunda İmam Şafii şöyle demiştir:
"Allah’a daima itaat
edip, hiçbir zaman isyan etmeyen yahut daima isyan edip, hiçbir zaman itaat
etmeyen bir tek müslüman yoktur. O bazen itaat eder, bazen isyan. İtaati isyanına baskın gelen kişi, dürüst ve doğru
bir insan demektir."
İmam Şafii, bu durumdaki
insanları Allah’a karşı görevlerinde dürüst ve doğru kabul ediyorsa, senin bu
insanları, sana karşı davranışlarında ve arkadaşlık gereklerini yerine getirme
hususunda dürüst ve doğru kabul etmen daha yerinde olur.
Arkadaşın kötülüklerini
konuşmaman gerektiği gibi, kalbinde de ona karşı kötü zan taşımamalısın. Çünkü
kötü zan kalple yapılan bir gıybettir ki, bu da aynı şekilde yasaklanmıştır.
Bunun belirleyici kriteri, arkadaşının davranışlarını, iyiliğe yormak mümkün
olduğu sürece kötülüğe yormamandır. Ama hakkında kesin bir delile sahip
olduğun veya gördüğün kötü davranışlarını bilmezlikten gelemezsin. Arkadaşının
bu tür davranışlarını da mümkünse unutkanlığına, yanılmasına yormalısın.
Bu tür zan ikiye ayrılır:
1- Bir belirti ve işarete
dayanan zan. Söz konusu belirti ve işaret, kaçınılmaz olarak zannı ortaya
çıkarır; bu zan engellenemez.
2- Kaynağı yanlış bir
önyargı olan zan. Öyle ki insan, iyi de kötü de yorumlanabilecek bir davranışta
bulunur. Senin onun hakkındaki yanlış önyargın, ortada kesin bir belirti ve
işaret olmadığı hâlde onun davranışını en kötü biçimde yorumlamana yol açar.
Böyle bir tutum, o kişiye karşı gizli işlenmiş bir suçtur. Böyle bir davranış
içine girmek, bütün mü’minlere haram kılınmıştır. Zira Hz. Peygamber (s.a.v.)
şöyle buyurmuştur:
"Allah mü’minlere,
mü’minin canını, malını, namus ve onurunu, ve hakkında kötü zan taşımayı haram
kılmıştır."[65][100]
Diğer bir hadiste de şöyle
buyurmuştur:
"Zandan sakının; çünkü
zan, sözlerin en yalanıdır."[66][101]
Kötü zan, insanı başkaları
hakkında bilgi toplamaya, kusurlarını öğrenmeye sevk eder. Oysa Hz. Peygamber
(s.a.v.):
"Birbiriniz hakkında
bilgi toplayarak, birbirinizin kusurlarınızı öğrenmeye çalışmayın. Karşılıklı
ilişkilerinizi kesmeyin, birbirinize arka çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları!
Kardeş olun!"[67][102] buyurarak bundan men etmiştir.
Hataları örtmek ve onları
görmezlikten gelmek, dindârların alâmetidir.
En üstün davranışın,
çirkinlikleri gizleyip güzellikleri açığa çıkarmak olduğunu anlaman için,
dualarda Allah’ın "Ey güzellikleri açığa çıkarıp çirkinlikleri gizleyen
Rabbim" diye anılması, sana yeterli bir ipuçudur.
Allah’ın râzı olduğu kimse,
ilahî ahlâk ile bezenmiş kişidir. Allah ayıpları örter, günâhları bağışlar,
kullarının kusurlarını görmezden gelir. Allah hakkında durum bu iken, sen seninle
aynı konumda veya senden üstün olan insanları nasıl bağışlamazsın?! Kaldı ki, o
kişi, hiçbir şekilde senin ne kulundur, ne de yarattığın bir varlıktır.
Hz. İsa (a.s.), havarilerine:
"Uyuyan kardeşlerinizin
mahrem yerlerinin rüzgarla açıldığını görseniz, ne yaparsınız?" diye
sordu. Onlar da:
"Örter, kapatırız"
dediler. Hz. İsa:
"Hayır, belki
açarsınız" deyince havariler:
"Subhanallah, bunu kim
yapar?!" dediler. Hz. İsa (a.s.):
"Sizden biriniz
arkadaşı hakkında kötü bir söz duyar, bu söze biraz da kendisi ekler ve
duyduğundan daha abartılı olarak onu yayar." buyurdu.
Haberin olsun ki,
İnsan kendisi için
istediğini arkadaşı için de istemedikçe imanı tamamlanmış olmaz. Arkadaşlığın
en alt seviyesi ise, kendisine yapılmasını arzu edilen şeyi arkadaşına yapmaktır.
Şüphesiz insan,
arkadaşından, kusurlarını örtmesini bekler. Arkadaş bu beklentinin aksine
davranırsa, bu takdirde ona karşı nefret ve öfke duymaya başlar.
Arkadaşına yapmaktan
kaçındığı iyi davranışları arkadaşından kendine yapmasını bekleyen kişiye,
Allah keder ve acı vaat etmiştir:
"Vay hâline ölçüyü
eksik tutanların: Onlar, [öteki] insanlardan haklarını eksiksiz isterler; ama
borçlarını ölçüp tartmaya gelince, onu azaltmaya çalışırlar."[68][103]
Başkasına karşı sergilediği
doğruluk ve dürüstlükten daha fazlasının kendine gösterilmesini isteyen kişiler
de bu ayetin kapsamına dahildirler.
Arkadaşın kusurunu örtmede
gösterilen ihmalin veya onları açığa çıkarmaya çalışmanın ardındaki neden,
içteki gizli hastalık; yani çekememezlik ve kindir. Kıskanç ve kindar insanın
içi, pislikle doludur. Bir fırsatını buluncaya kadar bu pisliğini içinde
gizler, onu dışarı vurmaz. Fakat ilk fırsatta bütün düğümler çözülür, utanma
duygusu ortadan kalkar ve içteki pislik dışarı boşaltılır. Gönlün taşıdığı kin
ve çekememezlik ne kadar büyükse, o kişiyle bağları koparmak da o kadar yerinde
ve isabetli olur.
Hikmet sahiplerinden bazısı
şöyle demiştir:
"Açıkça ayıbı yüze
vurmak, içten içe kin gütmekten daha doğrudur. Kindar adamın yapacağı iyilik,
ancak kendisine duyulan soğukluğu artırır. Kalbinde bir müslümana karşı kin ve
nefret taşıyan kişinin imanı, zayıf ve bu kişinin durumu tehlikelidir. Onun
kalbi, kötü ve hastalıklıdır; Allah ile buluşmak için uygun değildir."
Abdurrahman b. Cübeyr,
babasının şöyle dediğini anlatır.
"Ben Yemen’de yaşarken
yahudi bir komşum vardı. Bana Tevrat’tan bazı bölümler anlatırdı. Yahudi, günün
birinde bir yolculuğa çıktı. Dönüşünde kendisine: "Allah bize bir
Peygamber gönderdi. O Peygamber bizi İslâm’a davet etti, biz de müslüman olduk.
Bize bir kitap indirdi, o kitap Tevrat’ı da onaylıyor." dedim.
Yahudi şu cevabı verdi:
"Doğru söylüyorsun; ne var ki siz O'nun getirdiklerini hakkıyla yerine
getiremezsiniz. Biz, o Peygamber'in ve ümmetinin özelliklerini Tevrat’ta şu
sözlerle okuyup durmaktayız: "Kalbinde müslüman kardeşine karşı nefret ve
kin duyguları olduğu hâlde evinin kapısından çıkmak hiç kimseye helâl olmaz."
Bu kapsamda
değerlendirilecek bir diğer davranış da arkadaşın emanet ettiği sırrı başkasına
söylememektir. Zor durumda bu sırrı inkâr etmesi, gerekirse bu konuda yalan
söylemesi caizdir. Çünkü doğruyu söylemek her yerde farz değildir. Kişi kendi
kusur ve sırlarını gizlediği gibi, arkadaşının kusur ve sırlarını da
gizlemelidir. Bunun için yalana söylemesi zorunlu olursa, arkadaşı için bunu
yapar.
Kuşkusuz arkadaş, insanın
kendisi yerindedir. O ikisi tek şahıs gibidirler. Bedenlerinin ayrı olması
dışında her şeyleri birdir.
İşte arkadaşlığın gerçek
niteliği budur. Hatta insan gizli yapması gereken birtakım kulluk görevlerini
arkadaşının yanında aşikâre yapmakla riyakar da olmaz. Çünkü arkadaşının onun
ibadetini bilmesi, kendisinin kendi ibadetini bilmesi gibidir. Bu iki bilmenin
arasında hiçbir fark yoktur.
Hz. Peygamber (s.a.v.),
arkadaşının kusurlarını gizleme konusunda çeşitli hadislerinde şöyle
buyurmuştur:
"Kim dünya hayatında
arkadaşının kusur ve ayıbını örterse, Allah da dünya ve ahiret yaşantısında
onun kusur ve ayıplarını örter."[69][104]
"O, kabre konulmuş
ölüyü diriltmiş gibidir."[70][105]
"Bir adam, çevresine
bakınarak bir söz söylediği zaman o söz oradakilere emanettir."[71][106]
"Meclisler, emniyet ve
güven yerleridir. Ancak üç meclis bundan müstesnadır. Bunlar:
1- Haksız yere bir adamın
kanının akıtıldığı meclis,
2- Bir namus ve onurun taciz
edildiği meclis,
3- Bir malın meşru yollar
dışında elde edildiği meclis."[72][107]
"İki kişi karşılıklı
güven içinde birlikte otururlar. Ayrıldıklarında birbirlerinin hakkında
hoşlanmayacakları şeyleri yaymaları helal olmaz."[73][108]
Üstün ahlâk sahibi bazı
insanlara: "Sır saklaman nasıldır?" diye sormuşlar; onlar da
"Ben sır mezarıyım" karşılığını vermişlerdir.
Şöyle denilmiştir:
"Üstün ahlâk sahibi
insanların göğüsleri, sır mezarıdır."
Yine denilmiştir ki:
"Aptal insanın kalbi
ağzında, akıllının dili kalbindedir. Aptal, içindekini saklayamaz; farkında
olmadan onu uluorta söyler."
Bunun için aptal insanlarla
ilişkiyi kesip, onların arkadaşlıklarından kaçınmak, hatta onları görmemek
gereklidir.
Üstün ahlâk sahibi bir diğer
insana: "Sırrı nasıl korursun?" diye sormuşlar. O da: "O sırrı
vereni tanımazdan gelir, o konuda haber almak isteyene de yemin ederim."
cevabını vermiştir.
Bir diğeri ise: "O
sırrı gizlerim; gizlediğimi de gizlerim." dedi.
İbn Mu’tez de bunu şöyle
şiirleştirmiştir:
"Bana emanet edilip
gizlemem istenilen bir sırrı,
Göğsümde saklarım da göğsüm
ona mezar olur."
Bir diğeri daha da ileri
giderek şöyle demiştir:
"Değildir göğsümdeki
sır, mezarındaki ölü gibi,
Bekliyor çünkü mezarlarda
yatanlar dirilmeyi.
Ben bana emanet edilen sırrı
öyle unuturum ki,
Olurum sanki ömrümde onu hiç
duymamış gibi.
Olsaydı eğer mümkün sır ile
aramızda sırrı gizlemek,
Olmazdı onu gizlediğimden
sırrın bile hiç haberi."
Onlardan bazısı da birtakım
sırlarını arkadaşına söyler ve ardından: "Ezberledin mi?" diye
sorardı. Arkadaşı da: "Aksine ben onu çoktan unuttum." karşılığını
verirdi.
Ebû Saîd Sevrî şöyle
anlatıyor:
"Birini kendine dost
edinmek istediğin zaman önce onu kızdır, sonra ona bir adam gönder, ona senin
nasıl biri olduğunu ve sırlarını sorsun. Şayet hakkında iyi konuşur ve sırrını
söylemezse, onu dost edin."
Hikmet sahibi insanlardan
bazıları da şöyle demişledir: "Dört durumda sana karşı tavrı değişen kimse
ile arkadaşlık yapma. Bu dört durum şudur: Öfke, hoşnutluk, ihtiras ve tutku."
Arkadaşlıktaki içtenliğin,
her halükarda sağlam kalması gereklidir.
Şiirde bu şöyle dile
getirilmiştir:
"Bozulsa bile aran asil
ve cömert insanla,
Söyler iyiliğini üstelik
gizler kötülüğünü.
Erse sona dostluğun alçak
şerefsiz insanla,
Gizler iyiliğini üstelik
söyler kötülüğünü."
Hz. Abbas, oğlu Abdullah’a
şöyle öğütte bulunmuştur:
"Bu adamın (Hz.
Ömer’in) seni yaşlıların önüne geçirdiğini görüyorum. Bunun için sana beş
öğütte bulunacağım, onları iyi belle:
1- Ona asla sırrını açma,
2- Yanında kimseyi
çekiştirme,
3- Sakın ona yalan söyleme,
4- Hiçbir emrine karşı
gelme,
5- Ona asla ihanet
etme."
Şa’bi bu öğütler hakkında:
"Bu beş öğütün her biri bin öğütten daha kıymetlidir." demiştir.
Arkadaşlık hukukunun bu
basamaktaki bir diğer gereği de, arkadaşla tartışmamak ve aleyhinde konuşulduğunda
onu savunmaktır.
İbn Abbas şöyle demiştir:
"Aptalca davranışlarda
bulunan, küstah ve tutarsız insanlarla tartışma; seni üzerler. Yumuşak huylu,
tahammüllü insanlarla da tartışma; sana küserler."
Hz. Peygamber (s.a.v.) de
bir hadisinde:
"Haksız olduğu hâlde
tartışmaktan vazgeçen kimse için cennetin kenarında bir ev yapılır. Haklı
olduğu hâlde tartışmayı bırakan kimse için de cennetin orta yerinde bir köşk
yapılır."[74][112] buyurmuştur.
Haksız olunan bir tartışmayı
bırakmak farz olduğu hâlde nafile olan bir davranışa daha fazla sevap vaat edilmiştir. Çünkü
haklı olunan bir tartışmayı bırakmak, insana, haksız olunan bir tartışmayı
bırakmaktan daha ağır ve zor gelir. Burada mükâfat, çekilen zorluk ve sıkıntı
oranındadır.
Arkadaşlar arasında kin ve
nefret ateşini körükleyen en güçlü etken, tartışma ve çekişmedir. Bu davranış,
arka çevirmenin, ilişkiyi kesmenin ta kendisidir. Çünkü ayrılık önce
düşüncelerde, sonra sözlerde ve daha sonra da bedenlerde meydana gelir.
Hz. Peygamber (s.a.v.) ise
bunu yasaklamıştır:
"Birbirinize arka
çevirmeyin, düşmanlık beslemeyin, birbirinizi kıskanmayın, birbirinizle
ilişkiyi kesmeyin.
Ey Allah’ın kulları! Kardeş
olun."[75][114]
"Müslüman müslümanın
kardeşidir; ona zulmetmez, onu yoksun bırakmaz, zorluk anında yardımsız terk
etmez. Kardeşini küçük ve hakir
görmesi, kişiye kötülük olarak yeter."[76][115]
Küçük görmenin en ağır
şekli, tartışmaktır. Çünkü başkasının sözünü reddetmek, onu cahil ve aptal
olmakla veya bir şeyi gerçekliği ve bulunduğu hâl üzere kavrayamamak ve
yanılmakla nitelemektir. Bu ise, hor görmek ve rahatsız etmekle aynı şeydir.
Ebû Ümâme el-Bâhilî bir
hadiste şöyle anlatıyor:
"Biz aramızda
tartışıyor iken Hz. Peygamber (s.a.v.) çıkageldi. Tartışmamıza öfkelendi ve
şöyle buyurdu:
"Faydasının azlığından
dolayı tartışmayı terk edin. Tartışmayı bırakın; çünkü tartışma, faydası az
olduğu gibi, arkadaşlar arasına düşmanlığın girmesine de sebep olur."
Dinin emir ve yasaklarına
tam olarak uyan geçmiş zatlardan bazıları da demişlerdir ki:
"Arkadaşlarına kaba
sözler söyleyip, onlarla tartışan kişinin erdem ve saygınlığı gider."
Abdullah b. el-Hasan da
şöyle demiştir:
"İnsanlarla
tartışmaktan kaçın. Çünkü yumuşak huylunun tuzağını, alçağın ani saldırısını
ortadan kaldıramazsın."
Dinin emir ve yasaklarına
tam olarak uyan zatlardan bazıları şöyle demişlerdir:
"İnsanların en
zavallısı, dost edinmeyendir. Ondan daha zavallısı ise, dostlarını kaybedendir."
Kuşkusuz tartışmaların çoğu,
arkadaşlıkların son bulmasıyla ve düşmanlıklarla son bulur.
Hasan Basrî de:
"Binlerce kişinin dostluğu karşılığında bir kişinin düşmanlığını satın
alma." demiştir.
Özetle...
Tartışmanın temel sebebi;
muhatabın cahilliğini ortaya koyarak onu hor görmek ve bu sûretle kendinin akıl
ve erdemce üstün göstermeye çalışmaktır. Bu ise beraberinde büyüklük
taslamayı, hakaret ve eziyet etmeyi, karşısındaki insanın cahil ve aptal
olduğunu söylemeyi getirir. Düşmanlık da zaten bundan başka bir şey değildir.
Böyle bir kişiyle nasıl arkadaşlık yapılır?!
İbn Abbas, Hz. Peygamber’den
(s.a.v.) şöyle rivayet etmiştir:
"Arkadaşınla tartışma,
onunla alay etme, ona söz verip de tutmamazlık etme."[77][117]
Hz. Peygamber (s.a.v) bir
diğer hadisinde şöyle buyurmuştur:
"Siz mallarınızı
dağıtsanız bütün insanlığa yetiremezsiniz. Fakat sizden güler yüz ve güzel
ahlâk onlara ulaşsın."[78][118]
Tartışma, güzel ahlâka
aykırıdır. Faziletli atalarımız, tartışmadan uzak durma konusunda o
derece duyarlıydılar ki, soru sormayı
bile doğru karşılamıyorlardı.
Hatta onlardan kimileri
şöyle demiştir:
“Arkadaşına
"Kalk!" dediğin zaman "Nereye?" diye soruyorsa, onunla
arkadaşlık yapma. Gerçek arkadaş, sormadan kalkmalıdır.”
Ebû Süleyman Darânî
anlatıyor:
"Irak’ta bir arkadaşım
vardı. Ara sıra ziyaretine gider, kendisinden para isterdim. O da bana para
kesesini uzatır, ben de ihtiyacım kadarını alır, kalanını kendisine iade ederdim.
Yine bir gün ziyaretine gittim ve paraya ihtiyacım olduğunu söyledim. Bana:
"Ne kadar istiyorsun?" diye sordu. Onun bu sözüyle, kalbimde
arkadaşlığından duyduğum haz ve sevinç gitti."
Başka bir zat da şöyle
demiştir:
"Arkadaşından bir şey
istediğin zaman "Ne yapacaksın?" diye sorarsa, arkadaşlık hukukunu
ihlal etmiş olur."
Haberin olsun ki,
Arkadaşlığı ayakta tutan
güç; söz, davranış ve şefkatte uyumlu olmaktır.
Dördüncü Ödev ve Hak
Sevgiyi
Açığa Vurmak
Arkadaşlık, arkadaşın hoşuna
gitmeyen şeyleri konuşmamayı gerektirdiği gibi, hoşuna giden şeyleri konuşmayı
da gerektirir. Bu arkadaşlığa özgü bir durumdur. Çünkü sürekli susan bir
kişiyle arkadaşlık, mezardaki ölülerle arkadaşlık yapmak gibidir. Halbuki
arkadaş, kendisinden istifade edilmek, faydalanılmak için aranır ve istenir;
eziyet ve kötülüklerinden emin olunmak için değil. Susmak demek, eziyet ve
kötülükte bulunmamak demektir.
Halbuki arkadaşına kendisini
sevdiğini söylemek gerekir. Örneğin: Bir ihtiyacının, sıkıntısının olup
olmadığını sormalı; onu durumunu düşündüğünü, onun için üzüldüğünü belirtmelidir.
Onun hoşlanmadığı şeylerden kendisinin de hoşlanmadığını söz ve
davranışlarıyla ortaya koymalıdır. Aynı şekilde arkadaşının sevincine ortak
olmalı, onunla birlikte sevinmelidir. Zira arkadaşlık, sevinç ve üzüntüyü
paylaşmak demektir.
Nitekim Hz. Peygamber
(s.a.v.):
"Biriniz, arkadaşını
sevdiği zaman ona bunu haber versin."[79][120] buyurmuştur.
Hz. Peygamber (s.a.v.), sevginin karşı tarafa
haber verilmesini emretmiştir; çünkü bu davranış, sevgiyi artırmaktadır.
Arkadaşın, kendisini sevdiğini bilirse, hiç kuşkusuz o da seni sevecektir.
Onun seni sevdiğini bildiğin zaman da senin ona olan sevgin artacaktır.
Böylelikle sevenler arasında sevgi sürekli artmaya, çoğalmaya devam edecektir.
Mü’minlerin birbirlerini
sevmeleri, dinin emrettiği ve özendirdiği bir davranıştır. Bundan dolayı bu
sevgiyi elde etmenin yolu da gösterilmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.v.):
"Hediyeleşiniz ki,
sevişesiniz."[80][121] buyurmuştur.
Sevgiyi açığa vurmanın bir
biçimi de, arkadaşını yanında ve gıyabında iken adıyla anmaktır.
Hz. Ömer şöyle demiştir:
"Üç şey, arkadaşının
sana olan sevgisini artırır:
1- Karşılaştığınızda önce
senin selâm vermen,
2- Mecliste ona yer açman,
3- Adıyla onu çağırman."
Sevginin açığa vurulmasının
bir diğer yolu da, arkadaşın güzel davranışlarını, yanlarında övülmekten
hoşlanacağı kimseler yanında dile getirmektir. Hiç kuşkusuz bu, onun sevgisini
kazanmanın en güçlü etkenlerindendir. Aynı şekilde arkadaşının ailesini,
çocuklarını, iş ve sanatını, zekasını, ahlâkını, güzelliğini... kısaca
arkadaşın kendi hakkında duymaktan hoşlanacağı her şeyi -yalan ve abartıya
başvurmadan- övgüyle anmaktır. Güzel gösterilebilecek her şeyi güzel göstermelidir.
Sevgiyi açığa vurmanın daha
garantili yolu, arkadaş hakkındaki övgüleri, bundan kendisinin duyduğu
sevinci, ona anlatmaktır. Bunu gizlemek, apaçık kıskançlıktır.
Bu kapsamda ele alınması
gereken bir diğer konu da, senin için yaptıklarından ve yapmak istediklerinden
ötürü arkadaşa teşekkür etmektir.
Hz. Ali şöyle demiştir:
"Arkadaşına, iyi niyetinden dolayı teşekkür etmeyen, iyi davranışlarından
dolayı da teşekkür etmez."
Arkadaşa duyulan sevgiyi
açığa vurmanın bir başka etkili yolu, onun bulunmadığı bir ortamda, kendisine
yönelik doğrudan veya dolaylı her tür sözlü ve fiili saldırıda onu savunmaktır.
Arkadaşlık hukuku, koruma, yardım etme ve haksızı paylamayı gerektirir. Kaldı
ki, böyle bir durumda susmak, gönlü kinle doldurur, nefret etmeye sebep olur.
Ayrıca bu davranış, arkadaşlık hukukunun gereklerini yerine getirmede gevşeklik
ve ihmal demektir. Oysa Hz. Peygamber, iki arkadaşı, birbirini yıkayan iki
ele benzetmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.v.) bir
başka hadisinde şöyle buyurur:
"Müslüman, müslümanın
kardeşidir, ona zulmetmez, onu zorluk ve sıkıntı anında yardımsız terk etmez,
saygınlığına leke sürmez."[81][122]
Arkadaşın onur ve
haysiyetinin ayaklar altına alındığını gördüğünde susmak, onun etinin
paramparça edilmesine ses çıkarmamak gibidir. O kişi ne alçak arkadaştır ki,
köpeklerin sana saldırdığını gördüğü hâlde seni savunmak için hiçbir girişimde
bulunmaz.
Onur kırıcı sözler, insana,
köpeğin, bedenini parçalamasından daha ağır gelir. Bu yüzden Allah Teâlâ
gıybet etmeyi, ölü eti yemeğe benzetmiştir:
"Aranızdan, hiç ölmüş
kardeşinin etini yemek isteyen kimse çıkar mı? Hayır, siz ondan
iğrenirsiniz!"[82][123]
İnsanları arkalarından
çekiştirmek de ölü eti yemeğe benzetilmiştir.
Öyleyse arkadaşı,
düşmanların eleştirileri karşısında savunmak, arkadaşlık hukukuna göre
farzdır.
Mücâhid şöyle demiştir: "Bulunmadığın bir
ortamda arkadaşının seni nasıl anmasını istiyorsan, sen de arkadaşını
bulunmadığı bir ortamda öyle an."
Artık elinde iki kriterin
bulunuyor:
1- Arkadaşının hakkında
söylenenler, senin hakkında söylense ve arkadaşın da bu söz söylendiğinde orada
bulunsa, onun senin hakkında ne söylemesini isterdin? Sen de onun hakkında
onları söyle.
2- Aleyhinde konuşulan
arkadaşının perde arkasından seni dinlemekte olduğunu bilsen, onun gözünün
önünde onu nasıl savunmak isterdin? Yokluğunda da onu öylece savunmalısın.
Bazıları şöyle demişlerdir:
"Bulunmadığı bir ortamda arkadaşımın bir kusuru dile getirildiğinde,
derhâl onun orada benimle birlikte oturduğunu ve benden en çok hangi sözleri
duymak istediğini düşünür, onları konuşurum."
Demişlerdir ki: "Bir
arkadaşım benim yanımda anıldığında, onu kendi yerime koyar ve onun benim
hakkımda neler konuşmasını istersem, ben de onun hakkında onları konuşurum."
İşte bu anlattıklarımız,
kişinin samimi bir müslüman olmasından ileri gelmektedir. Ki bu samimiyet de,
arkadaşın hakkında ancak kendisi için istediklerini istemekle kendini gösterir.
Ebü’d-Derdâ (r.a.), tarlada
bir boyundurukta koşulu iki öküz gördü. Bu sırada öküzlerden biri kaşınmak için
durdu, bunu gören diğeri de durdu. Onların bu hâlini gören Ebü’d-Derda ağladı
ve ardından şunları söyledi: "İşte Allah için arkadaşlık da böyledir; iki
arkadaş Allah için çalışır; biri yorulup durduğunda diğeri de ona ayak
uydurarak, durur. Bu uyumluluk sonunda, samimiyet tamam olur. Arkadaşlığında
samimi olmayan kişi, ikiyüzlüdür."
Samimiyet: Gıyabında ve
yanında, söz ve düşüncede, gizli ve aşikârda, tek başına ve topluluk içinde
aynı olmaktır. Bunların birindeki farklılık, sevgide ikiyüzlülük demektir. Bu
ise, dinî dengesizlik anlamına gelir.
Arkadaşlık hukukunu yerine
getiremeyen kişinin, arkadaşlarıyla ilişkisine son verip yalnız bir hayat
sürmesi, arkadaşlık ilişkisine girmesinden daha doğru olur. Şüphesiz arkadaşlık
hukuku ağırdır, ona ancak gerçeğe ermiş olanlar güç yetirebilirler. Elbette
Allah katındaki mükâfatı da büyüktür; bu mükâfatı da ancak bu hukuku gereğince
yerine getirenler alabilirler. Bunu ifade etmek üzere Hz. Peygamber (s.a.v.)
şöyle buyurmuştur:
"Ey Ebû Hir! Komşunla
güzel komşuluk et ki iyi müslüman olasın. Arkadaşın ile güzel arkadaşlık et ki
iyi mü’min olasın."[83][124]
Bakın, Hz. Peygamber nasıl da imanı
arkadaşlığın karşılığı, İslâm’ı da komşuluğun karşılığı yaptı. Burada iman ile
İslâm arasındaki üstünlük farkı, bu iki hukukun yerine getirilmesi esnasında
karşılaşılan sıkıntı ve zahmetten ileri gelen farktır.
Arkadaşlık, her zaman birçok
hukukun, komşuluk ise bazı zamanlarda bazı hukukun yerine getirilmesini gerektirir.
Bu hukukun kapsamına giren
bir husus da öğretmek ve öğüt vermektir. Arkadaşının ilme/bilgiye olan
gereksinimi, paraya olan gereksiniminden az değildir.
Eğer bilgi cihetinden zengin
isen, onu bu yönden desteklemen, ahiretine ve dünyasına faydalı olacak şeylere
onu yönlendirmen gerekir. Eğer öğrettiğin, yönlendirdiğin şeyleri uygulamaya
geçirmezse ona öğüt verirsin. Bu ise, dediklerini yapmadığı takdirde
karşılaşacağı zararları, yaptığı takdirde elde edeceği faydaları hatırlatmak
ve onu dünya ve ahirette hoşuna gitmeyecek şeylerle korkutmakla olur. Ayrıca
kusurlarını ona gösterir, kötüyü "kötü" ve iyiyi de "iyi" olarak ona
öğretirsin.
Fakat bu uyarı ve öğüt,
kimsenin görmediği zaman ve mekânlarda yapılmalıdır. Topluluk içinde öğüt
vermek, kişinin kusurunu yüzüne vurucu ve onur kırıcı bir davranıştır.
Gözlerden uzakta yapılan uyarı ise, şefkat ve öğütün bir tezahürüdür.
Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur:
"Mü’min mü’minin
aynasıdır."[84][125]
Yani mü’min, arkadaşına
bakarak kendi kusurlarını öğrenir. Tek başına yaşayan bir kimse, kusurlarını
göremez. Bu, aynada kendi yüzünü görmek gibidir.
İmam Şafii şöyle demiştir:
"Arkadaşını kimsenin bulunmadığı bir mekânda uyaran kişi, ona içtenlikle
öğüt vermiş ve yüceltmiştir. Topluluk içinde uyaran ise, onu küçük düşürmüş ve
karalamıştır.
Mis’ar’a:[85][126] "Ayıplarını sana haber vereni
sever misin?" diye sordular. Onlara şu cevabı verdi: "Eğer ayıplarımı
bana baş başa kaldığımızda söylüyorsa, evet, onu severim. Fakat topluluk içinde
ayıplarımı dile getiriyorsa, onu kesinlikle sevmem."
Mis’ar, doğru söylemiştir.
Kuşkusuz herkesin içinde yapılan nasihat, insanın onurunu kıran bir
davranıştır. Allah Teâlâ, kıyamet gününde mü’min kulunu merhametinin esenliğinde
hesaba çeker ve ona günahlarını gizlice hatırlatır. Amel defteri, onu cennete
götürecek olan meleklere mühürlenmiş olarak teslim edilir. Cennetin kapısına
yaklaştıklarında melekler açıp okuması için, amel defterini mühürlenmiş olarak
kendisine verirler.
Allah'ın öfkesine uğrayan
ise, herkesin gözü önünde sorguya alınır, beden organları bütün basitlik ve
alçaklığını o gün dile getirir. Böylelikle üzüntüsü artıkça artar ve küçük
düşürücü, onur kırıcı durumun ağırlığı altında ezilir.
İnsanların Allah’a arz
olundukları o büyük günde utanıp mahcup olmaktan Allah’a sığınıyoruz.
Kusuru yüze vurma ile öğüt
verme arasındaki fark, bunun gizli veya açık olarak yapılmasından ileri gelir.
Bu fark, göz yummanın ardında yatan sebebe bağlı olarak sergilenen hoşgörü ile
dalkavukluk arasındaki fark gibidir. Eğer dininin esenliği veya arkadaşının
iyiliği için birtakım şeylere göz yumuyorsan, sen hoşgörülüsün. Fakat dünyevî
menfaat sağlamak, ihtiras ve tutkuları tatmin etmek ya da sahip olunan makamı
korumak için kusur ve yanlışlıklara göz yumuyorsan, sen dalkavuksun.
Zünnûn Mısrî şöyle demiştir: "Allah ile
dostluğun, O’nun emirlerine uymaktan; halk ile dostluğun, onlara nasihat etmekten;
nefsin ile dostluğun, ona muhalefet etmekten ve şeytan ile dostluğun da ona
düşmanlık etmekten ibaret olsun."
Eğer "Öğütte, insanın
ayıp ve kusurlarını da dile getirmek söz konusu olduğuna ve bu da kalpte
tedirginlik ve rahatsızlık meydana getirdiğine göre nasıl olur da öğüt,
arkadaşlık hukukundan olabilir?" dersen,
Haberin olsun ki,
Arkadaşının kendisinin de
bildiği kusurlarını dile getirmek, ona sıkıntı ve rahatsızlık verir. Farkında
olmadığı kusurlarını ona söylemek ise, şefkat davranışıdır. İşte bu, kalpleri
fethetmek, kazanmaktır. Kalplerden kastım, akledebilen, aklını kullanabilen
insanların kalpleridir. Aptalları zaten hesaba katan yok.
Kusurlarından kurtulman
için senin kötü bir davranışını veya huyunu sana açıkça bildiren kimse, seni
sokmaya hazırlanan bir yılan veya akrebi sana haber veren kimse gibidir. Sana
bunun haber verilmesinden rahatsız oluyorsan, sen tam bir aptalsın...
Kötü huy ve davranışlar,
yılan ve akrep gibidir. Fakat bunlar, gönül ve ruhları sokar ve insanın ahiret
hayatını öldürür, mahvederler. Bunların verdiği acı, yılan ve akrep soktuğunda
hissedilen acıdan daha büyüktür. Kötü huy ve davranışlar, Allah'ın, günahkâr
kalplerin üstünde yanan ateşidir.
Bundan dolayı Hz. Hz. Ömer
(r.a.), kendi kusurlarını sürekli arkadaşına sorar ve: "Arkadaşına
kusurlarını haber veren kişiyi Allah rahmetiyle bürüsün." diye dua ederdi.
Yine Hz. Ömer (r.a.) bir gün
yanına gelen Selman’a "Benim hakkımda hoşa gitmeyen neler duydun?"
diye sordu. Selman özür dileyerek söylemek istemedi. Hz. Ömer, söylemesi için
ısrar edince, Selman: "Bana ulaştığına göre, senin birini gece, diğerini
de gündüz giydiğin iki elbisen varmış. Ayrıca bir tek sofrada iki katık
bulunduruyormuşsun." dedi. Bunu duyan Hz. Ömer: "Artık bunları
bıraktım. Halkın beni eleştirdiği başka bir şey var mı?" dedi. Selman:
"Başka bir şey yok." dedi.
Bu, kişinin farkında
olmadığı kusurları için geçerlidir. Fakat arkadaşının, kendi kusurunun
farkında olduğunu ve nefsine söz geçiremediği için onları işlediğini bilirsen,
eğer o bu kusurlarını gizlerse, senin açığa çıkarman yanlış olur. Bunları
açıktan yapıyorsa, bu takdirde kibarca, yumuşak, sevecen ve kalpte bir rahatsızlık
ve tedirginliğe yol açmayan bir üslupla, bazen üstü kapalı, bazen açık biçimde,
yaptığı işin yanlış olduğunu dile getirmek gerekir.
Öğüdün fayda etmediğini veya
kendini, içinde bulunduğu kötülükten alamadığını fark edersen, o zaman onun
hakkında susmak en doğru davranış olur.
Bütün bunlar, arkadaşının
dünya ve ahiret mutluluğu için gereklidir.
Arkadaşının sana karşı olan
hata ve kusurlarına gelince...
Bu durumda yapman gereken;
tahammül göstermek, bağışlamak ve görmezlikten gelmektir. İtiraz etmek,
tartışmak, hiçbir şekilde öğüt kapsamı içinde değerlendirilemez.
Şayet arkadaşın sana karşı
hatalarında devam eder ve bu durum da aranızın açılmasına, ilişkilerinizin
kopmasına yol açacaksa, gizli olarak onu ikaz etmen, arkadaşlığınızın son
bulmasından daha iyidir. Ayrıca bu ikazını da üstü kapalı olarak yapman açıkça
yapmandan, yazarak ifade etmen sözlü olarak dile getirmenden; ve bütün bunların
ötesinde sabır ve tahammül göstermen hepsinden daha iyidir.
Çünkü senin arkadaşlıktaki
asıl amacın, arkadaşlık hukukunun gereklerini yerine getirmek suretiyle senin
kendini düzeltmendir. Bunun için de sabır göstermen gereklidir. Yoksa
arkadaşından yardım istemek, sana dostça davranmasını, yumuşaklık göstermesini
beklemek, arkadaşlıktan temel beklentin olmamalıdır.
Ebû Bekir Kettânî şöyle
demiştir:
"Bir adam benimle
arkadaşlık kurdu. Adam bana sıkıcı ve itici geliyordu. Bu hâlden kurtulmak için
ona bir hediye verdim. Fakat aynı hâl bende yine devam etti. Bir gün elinden
tuttum, onu evime götürdüm. Evde yere uzandım ve "Ayağını yüzüme
koy!"dedim. Adam bunu yapmayı reddetti. "Bunu mutlaka yap!"
diyerek isteğimde direttim. O da ısrarımı görünce, istediğimi yaptı. Ardından
ona karşı duyduğum bütün olumsuz duygular yok oldu."
Ebû Ali Ribâtî de şöyle
demiştir:
"Abdullah Razî’yle
arkadaş olduk. Bir gün çölde bir yolculuğa çıktık. Abdullah bana:
- Hangimiz başkan olacak,
sen mi ben mi? dedi. Ben:
- Sen, dedim. Abdullah:
- O zaman sana da bana itaat
etmek düşer, dedi. Ben:
- Evet, dedim. Abdullah bir
torba aldı, yol azığını içine koydu ve torbayı omzuna aldı. Ben:
- Torbayı bana ver, dedim.
Abdullah:
- Başkan ben değil miyim?
Sana düşen bana itaat etmektir, dedi. Derken yolda yağmura yakalandık, bir
şemsiye gibi başımda dikildi ve beni sabaha kadar yağmurdan korudu. Kendi
kendime: "Keşke ölseydim de ona, ‘Sen başkan ol.’ demeseydim.” diye
söylenip durdum.
Beşinci Ödev ve Hak
Hataları
Bağışlamak
Arkadaşın kusurları, ya
dininde veya arkadaşlık hukukunda meydana gelir. Dinindeki kusur, günah
işlemesidir. Arkadaşlık hukukundaki kusur ise, sana karşı arkadaşlık görevlerini
yerine getirmemesidir.
Arkadaşın dindeki
hatalarında sana düşen; ona yeniden Allah'a karşı sorumluluk bilincini
kazandıracak bir yaklaşım sergileyerek, kibarca öğüt vermektir. Eğer sen bunu
başaramaz ve o da hatalarında
diretirse, arkadaşlığın sürdürülmesi veya sona erdirilmesi hususunda sahâbe ve
tabiînin uygulamaları farklıdır.
Ebû Zer (r.a.) bu durumda
arkadaşlığın bitirilmesi gerektiği görüşündedir. O şöyle der: "Arkadaşın,
bulunduğu iyi hâli terk ederek kötü hâle dönüş yaptığında, daha önce sevgini
nasıl açığa vurduysan, aynı şekilde nefretini de açığa vurmalısın."
Bu tavır, Allah için sevgi
veya nefret göstermenin bir gereğidir.
Ebu’d-Derda ve bir grup
sahâbe ise, karşıt görüştedirler. Ebu’d-Derda (r.a.) şöyle der:
"Arkadaşın bozulup iyi
durumunu değiştirdiğinde bundan dolayı onu terk etme. Çünkü o bazen bozulup,
bazen düzelir."
Tabiînden İbrahim Neha’î ise
şöyle demiştir: "Günah işliyor diye arkadaşınla ilişkini kesme. Çünkü o,
bugün günah işler, yarın bırakır."
Yine İbrahim Neha’î şöyle
demiştir: "Âlimin hatasını halka anlatmayın; çünkü âlim hata ettiğinde çok
geçmez hatasından döner."
Bir hadiste şöyle buyurulur:
"Âlimin yanılmasına
karşı dikkatli olun. Ama bu yüzden ondan uzaklaşmayın; aksine hatasından
dönmesini bekleyin."[86][130]
Hz. Ömer’den (r.a.) rivayet
edilen bir haberde de şöyle anlatılır:
"Hz. Ömer’in yakın bir
arkadaşı Şam’a gitmişti. Şam’dan gelen birine "Kardeşim ne yapıyor?"
diyerek arkadaşını sordu. Adam: "O, şeytana arkadaş oldu." dedi. Hz.
Ömer: "Nasıl oldu bu?" dedi. Adam: "O büyük günahlar işliyor,
içkiye de başladı." dedi. Hz. Ömer: "Şam'a dönmek için yola
çıktığında bana uğra." dedi. Adam dönüş yolculuğuna hazırlandığı zaman
Hz. Ömer'e uğradı. Hz. Ömer, Şam'daki arkadaşına ulaştırılmak üzere bir mektup
verdi. Mektuba:
"Rahman Rahim Allah
adına..."Hâ-Mîm. Bu ilahî kelamın indirilişi, her şeyi bilen, kudret
sahibi Allah’tandır. Günahları bağışlayan, tevbeleri kabul eden, intikamı
çetin, lütfu sınırsız olan [Allah’tan]."[87][131] ayetlerini ve ardından onu paylayan, kınayan sözler yazdı. Arkadaşı
mektubu alınca ağladı ve: "Allah doğruyu söylemiş; Ömer de gereken
nasihati yapmıştır." diyerek günahından tevbe etti."
Yine anlatıldığına göre; iki
arkadaştan biri günahkârca bir hayat sürmeye başladı. İnsanlar diğerine:
"Onunla arkadaşlığına son vermeyecek misin?!" dediler. Onlara şu
cevabı verdi: "Arkadaşımın şimdi bana her zamankinden daha fazla ihtiyacı
var. Asıl şimdi elini tutmalı, sevgi dolu bir dille uyarıp öğüt vermeli ve
hidayeti için dua etmeliyim."
Yahudilere ait kitaplarda
yer alan bir rivayette şöyle anlatılmıştır:
“İki arkadaş, dağda bir
mağarada kendilerini ibadete vermişlerdi. Biri, bir miktar et almak için şehre
indi. Kasabın yanında güzel fahişe bir kadına rastladı, bir süre karşılıklı bakıştılar.
Ardından kadını ayartarak, tenha bir yere götürdü, birbirlerinden muratlarına
erdiler. Böylelikle kadınla üç gün geçirdi. Ardından yaptıklarından utandı.
Derken bu utanç büyüdü de arkadaşının yanına dönmekten çekindi.
Arkadaşının gelmediğini
gören diğeri, endişelendi ve aramak üzere şehre indi. Sora sora nihayet
arkadaşını fahişe kadının yanında buldu. Derhal kucakladı, öpmeye başladı.
Arkadaşı ise utancının büyüklüğünden dolayı arkadaşını tanımazlıktan geldi.
Arkadaşı ise: "Kalk ey kardeşim! Başına gelenleri biliyorum. Sen bana geçmişte de şimdi olduğundan daha
fazla sevimli değildin." dedi. Arkadaşının gözünden düşmediğini gören
adam, onunla birlikte mağaraya döndü.
Âlimlerden bazılarının da tutumu
budur. Bu tutum, kibarlık, sevecenlik, şefkat ve kavrayış açısından Ebû
Zerr’in tutumundan daha üstündür. Ebû Zerr’in tutumu da güven, doğruluk ve güzellikte
bu tutumdan üstündür.
Eğer: "Günahkârca bir
yaşantı sürenlerle arkadaşlık kurulması caiz bile değil iken, onlarla
arkadaşlığın sürdürülmesinin daha kibar, daha şefkatli ve daha kavrayışlı bir
tutum olduğunu nasıl söyleyebilirsin? Halbuki bir sebep üzerine kurulan bir
hüküm, o sebebin ortadan kalkmasıyla kalkar. Arkadaşlığın sebebi ise, Allah'a
karşı sorumluluk bilincini geliştirmede yardımlaşmaktır. Bu gelişme ise, asla
günah işleyerek gerçekleşmez." dersen, derim ki:
Günahkârla arkadaşlığı
sürdürmenin daha kibar ve şefkatli bir davranış olması; bu birlikteliğin
beraberinde günahkârca bir yaşantıyı ve hayasızca davranışları terk etmeyi sağlayan
bir şefkat ve kibarlığın bulunmasından dolayıdır. Zira bu durumda arkadaşlığa
son vermek, günaha batmış olan arkadaşının günahta daha fazla ileri gitmesine
yol açar.
Bu beraberliğin daha kavrayışlı
olmasına gelince; bunun da nedeni şudur: Arkadaşlık bağı, akrabalık bağı
gibidir. Bu bağ kurulduğunda, ödev ve haklar ortaya çıkar ve bunları gözetmek
farz olur. Bu gözetimin bir göstergesi de, arkadaşı yoksunluk ve ihtiyaç
günlerinde terk etmemektir. Din yoksunluğu ise, malî yoksunluktan daha ağır ve
çetindir. İnsan herhangi bir şekilde dinî yoksunluk içine düşebilir. Bu durumda
korunup gözetilmesi, kendi hâline bırakılmaması gerekir. Bilakis içine düştüğü
durumdan kurtuluncaya kadar sevgi ve şefkatle kendisine yardım edilmelidir.
Arkadaşlık, zamanın hâdise
ve felaketlerine karşı yardımlaşmak üzere kurulmuş bir beraberliktir. Din
yoksunluğu ise, en büyük felakettir.
Günahkârca bir yaşam süren
kişi, Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle donanmış biriyle arkadaşlık
ettiğinde, onun, Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle nasıl yaşadığını, bunda
nasıl kararlı olduğunu göre göre kendisinde de bir sıcaklık ve yakınlaşma
meydana gelir, içinde bulunduğu durumdan soğur. Aynı şekilde ibadette
gayretli bir kimse ile arkadaşlık eden tembel kişi, onu göre göre o da kulluk
görevlerinde gayretli bir kişi hâline gelir.
Cafer b Süleyman şöyle
demiştir:
"Kulluk görevlerimde
tembelleştiğimi gördüğüm an derhal Muhammed b. Vâsi’ye, onun Allah’a
kulluktaki azmine bakarım. Çok geçmez beni saran tembellik kaybolur ve ben eski
azmime kavuşmuş olarak ibadetlerime devam ederim."
Arkadaşlık, akrabalık gibi
yakınlık ifade eder. Günah işliyorlar diye yakınlarla ilişkilerin kesilmesi
ise caiz değildir. Bunun için Allah, Peygamber’ine, kendisine karşı çıkan akrabalarına:
"Ben sizin
yapıp-ettiklerinizden sorumlu değilim!"[88][132] demesini emretmiş; fakat akrabalık hukukundan dolayı, "Ben
sizden uzağım." dedirtmemiştir.
Ebü’d-Derda da kendisine:
"Arkadaşın şöyle şöyle yapıyor, ona karşı içinde bir nefret duymuyor
musun?" diyenlere: "Ben onun kendisinden değil ancak davranışından
nefret ederim; o benim yakın arkadaşımdır." cevabını vermiştir:
Din kardeşliği, soy
kardeşliğinden daha güçlüdür. Bunun için, hikmete ermiş birine: "Hangisini
daha çok seversin, kardeşini mi yoksa arkadaşını mı?" diye sorulduğunda
cevabı: "Kardeşim, arkadaşım olduğu zaman onu daha çok severim." olmuştur.
Hasan Basrî de şöyle
demiştir: "Nice kardeşin vardır ki, onları annen dünyaya
getirmemiştir."
Akrabalığın, sevgi ve
dostluğa muhtaç olduğu; fakat sevgi ve dostluğun, akrabalığa muhtaç olmadığı
söylenmiştir.
Cafer-i Sadık şöyle
demiştir: "Bir günlük arkadaşlık, sıla-i rahim; bir aylık arkadaşlık,
akrabalık; bir yıllık arkadaşlık ise anne tarafından akrabalık gibidir.
Arkadaşlığa son vereni, Allah rahmetinden uzaklaştırır."
Kurulmuş bir arkadaşlık
hukukunu gözetmek farzdır. Ancak günahkârca bir yaşam sürenlerle ilk defa
başlayacak bir arkadaşlığa son verilebilir; zira arkadaşlık hukuku henüz tahakkuk
etmemiştir. Eğer bir akrabalık bağı söz konusu ise, bu durumda bağların
koparılması yakışık almaz. Aksine akrabalara güler yüz gösterilmeli ve onlarla
iyi ilişkiler kurulmalıdır. Bu görüşümüzün dayanağı; günahkârca bir yaşantı
süren kişiyle henüz işin başında arkadaşlığı terk etmenin ne yasaklanmış ne de
çirkin görülmemiş olmasıdır.
Bu insanlardan uzak durmanın
daha doğru bir yaklaşım olduğunu söyleyenler de vardır. Fakat süregelen bir
arkadaşlığa son vermek, yasaklanmış ve çirkin görülmüştür. En başından
arkadaşlığın kurulmamasını, süregelen bir arkadaşlığın bitirilmesiyle bir
tutmak, boşanmayı hiç evlenmemeyle bir tutmak gibidir, yanlıştır. Zira Allah
katında, boşanmak, hiç evlenmemekten daha kötü bir davranıştır.
Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur:
"Allah’ın kulları
içinde en kötüler, laf götürüp getirenler ve arkadaşları birbirinden
ayıranlardır."[89][133]
İlk örnek müslüman
nesillerden biri, arkadaşların hatalarının söylenmeyip gizlenmesi konusunda
şöyle der: "Şeytan, arkadaşınızın hatalarının açığa çıkmasını ve bu yüzden
sizlerin onunla arkadaşlığa son vererek onu terk etmenizi ister. Düşmanınızı
memnun etmekten ne kazanç umarsınız?!"
Bu gerçekten de böyledir.
Zira şeytan, günah işlenmesinden hoşlandığı gibi, dostların aralarının
açılmasından da hoşlanır. Şeytan bu iki isteğinden birini gerçekleştirmişse,
hiç olmazsa diğerini gerçekleştiremesin. Hz. Peygamber (s.a.v.), buna işaret
etmek üzere, zinaya düşen birini ağır bir dille kötüleyen kimseyi bu şekilde
konuşmaktan men etmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Kardeşinize karşı
şeytana yardımcı olmayın."[90][134]
Bu açıklamalarımızın
sonunda, günahkâr kişiyle arkadaşlığa başlanması ile sonradan günah bir yaşama
başlayan kimseyle arkadaşlığın devam ettirilmesi arasındaki fark anlaşılmış
oldu. Zira günah içinde bir yaşam sürenlerle kaynaşıp, dostluk ve samimiyet
kurmak sakıncalı olduğu gibi, arkadaş ve dostların birbirlerinden uzaklaşmaları
da sakıncalıdır.
Kendisine muhalefet edilen
ile edilmeyenin durumu aynı değildir. Günah işleyenlerle henüz arkadaşlığın
başlangıcında bir muhalefet ve sürtüşme yaşanmayabilir. Buna rağmen onlardan
uzaklaşmak, bize göre daha doğrudur. Bu tür arkadaşlıklarda muhalefet ve
sürtüşmenin ortaya çıkmaması çok zordur. Ancak her halükarda arkadaşlık
hukukunun gözetilmesi yerinde bir davranış olacaktır.
Buraya kadar olan
açıklamalarımız, arkadaşın dinî yaşantıya ilişkin kusurları karşısında
geliştirilecek tutumlarla ilgiliydi.
Arkadaşlık hukukunda meydana
gelen hatalarına gelince; bunları affetmek ve sabır göstermek, yerinde bir
davranıştır. Hatta olabildiğince arkadaşın niyetini iyiye yormak ve onun için
doğrudan veya dolaylı bir mazeret aramak, arkadaşlık hukukunun gereğidir.
Şöyle denilmiştir:
“Arkadaşın bir hatası için yetmiş mazeret bulmalısın. Eğer kalbin mazeret bulmayı
hoş karşılamıyorsa, kabahati kendinde bil ve kendine şöyle de: "Sen ne
kadar katı yüreklisin! Arkadaşın sana yetmiş mazeret bildirirken, sen
hiçbirini kabul etmiyorsun. Asıl hatalı ve kusurlu olan arkadaşın değil,
sensin."
Eğer arkadaşın hata ve
kusuru iyiye yorumlanamayacak durumda ise, bu takdirde, kızmamak elinden
gelirse, kızma. Fakat kızmamak ne mümkün!
Nitekim İmam Şafiî (rah.a.)
şöyle demiştir:
"Kızdırıldığı hâlde
kızmayan, eşektir. Gönlü alındığı hâlde hoşnut olmayan, şeytandır. Ne eşek ol,
ne de şeytan. Arkadaşının yerine sen kendi kendinin gönlünü al. Gönlünün
alınmasını istemiyorsan da şeytan olmaktan sakın."
Ahnef şöyle demiştir:
"Üç durumda arkadaşa sabır göstermek, arkadaşlık hukukundandır:
1- Öfkelendiğinde adaletsiz
davranırsa,
2- Hata yaptığında adaletsiz
davranırsa,
3- Sürçtüğünde adaletsiz
davranırsa."
Bir başkası da: "Hiç
kimseye asla kötü söz söylemedim, sövmedim. Çünkü bana kötü söz söyleyen,
onurlu ve saygın biri ise, onun hatasını bağışlamayı en fazla hak eden benim.
Eğer bana o kötü sözü söyleyen, alçağın biri ise, sövgüsünün bedeli olarak
namus ve haysiyetimi ona teslim etmem." demiş ve ardından şu şiiri okumuştur:
"Affederim onurlu ve
saygın birinin kötü sözlerini,
İşitmem alçağın sövmesini
korumak için şerefimi."
Yine bir diğer şiirde şöyle
denilmiştir:
"Al, dostunun berrak ve
duru taraflarını,
Bırak, bulanık ve kirli olan
davranışlarını.
Kısadır ömür yetmez
ayıplayıp kızmaya,
Kaderin cilvelerinden dolayı
dostlara."
İster yalancı isterse doğru
sözlü olsun, arkadaşın senden özür dilediği zaman özrünü mutlaka kabul et. Zira
Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Arkadaşı kendisinden
özür dilediği hâlde arkadaşının özrünü kabul etmeyen kişi, vergi
tahsildarlarının haksız kazançlarıyla yüklendikleri günahın benzerini
yüklenir."[91][136]
Bir diğer hadiste de şöyle
buyurulmuştur:
"Mü’min çabuk kızar,
çabuk barışır."[92][137]
Dikkat edileceği üzere
hadiste Hz. Peygamber, "mü’min kızmaz" dememiştir.
Allah Teâlâ da öfkelenme
konusunda şöyle buyurmuştur:
"Öfkelerini kontrol
altında tutarlar"[93][138]
Bu ayette de Allah mü'minler
hakkında "öfkelenmezler" dememiştir. Kızmamak, öfkelenmemek mümkün
değildir; zira yara alıp, acı duymamak imkansızdır. Aksine yaralanan acı duyar;
fakat tahammül gösterir, sabreder.
Yaradan ötürü acı duymak,
bedenin yaratılışının bir gereği olduğu gibi, öfke nedeniyle acı duymak da
kalbin yaratılışının gereğidir. Öfkeyi kalpten söküp atmak mümkün değildir.
Fakat öfkenin kontrol altında tutulması ve gereğinin aksinin yapılması
mümkündür. Öfke, hıncını almak ister; fakat bundan vazgeçmek insanın elinde
olan bir şeydir.
Şair şöyle demiştir:
"Çekişme arkadaşınla,
ayıplama var diye kusuru,
Kusursuz mükemmel insan, var
mı gören onu?"
Ebû Süleyman Darânî, Ahmed
b. el-Havârî’ye şöyle demiştir: "Bu zamanda birisiyle yakın arkadaşlık
kurarsan, hoşuna gitmeyen davranışlarından ötürü onu ayıplama. Çünkü sana
vereceği cevapla daha büyük bir kötülük sergilemeyeceğinden emin
olamazsın."
Daha sonra Ahmed b.
el-Havârî: "Ben bunu tecrübe ettim ve gerçekten öyle olduğunu
gördüm." demiştir.
İlk örnek müslüman nesilden
bir başkası da şöyle demiştir: "Arkadaşın eziyetine katlanmak, onu
eleştirip azarlamaktan; onu eleştirip azarlamak, onunla arkadaşlığı
bitirmekten; onunla arkadaşlığı bitirmek de onunla çatışmaktan daha iyidir."
Onunla çatışıldığı zaman da kin ve nefret gösterilmede aşırıya gidilmemelidir.
Zira Allah şöyle buyurmuştur:
"[Ama] belki Allah, [ey
mü’minler,] [şimdi] düşman olarak gördüğünüz kimseler ile sizin aranızda
[karşılıklı] bir yakınlık oluşturabilir."[94][139]
Hz. Peygamber ise (s.a.v.)
şöyle buyurmuştur:
"Sevdiğin kişiyi
aşırıya kaçmadan sev; olabilir ki günün birinde nefret ettiğin biri oluverir.
Nefret ettiğin kişiden aşırıya kaçmadan nefret et; olabilir ki günün birinde
sevdiğin biri oluverir."[95][140]
Hz. Ömer (r.a.) bunu:
"Sevgin külfet, nefretin de telef olmasın." diye açıklamıştır. Bu,
arkadaşını kendini mahvetmek pahasına sevmektir.
Altıncı
Ödev ve Hak
Yaşamında
ve Ölümünden Sonra Dua Etmek
Arkadaşlık hukukunda altıncı
ödev ve hak; arkadaş için, yaşarken ve ölümünden sonra, ailesini ve ilişkisi
bulunan her şeyi de anarak, onun hoşlanacağı biçimde dua etmektir.
Kendin için dua ettiğin gibi
arkadaşın için de dua etmeli, onu kendinden ayrı tutmamalısın. Hiç kuşkusuz
senin ona dua etmen, gerçekte senin kendine dua etmendir.
Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur:
"İnsan, arkadaşının
bulunmadığı bir ortamda onun arkasından dua ettiğinde, bir melek:
"Ettiğin duanın bir benzeri de senin için olsun!" diye karşılık
verir."[96][141]
Bu hadisin bir diğer
metninde meleğin şöyle dediği belirtilir:
"Allah: ‘Ey kulum!
Duanı, onun için istediklerini ondan önce sana vererek kabul ediyorum’,
buyurur."
Yine bir başka hadiste Hz.
Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurur:
"Kişinin kendi hakkında
kabul olmayan duası, arkadaşı hakkında kabul olur."[97][143]
Başka bir hadis de şöyledir:
"Kişinin, arkadaşının
bulunmadığı bir ortamda onun için yaptığı dua geri çevrilmez."[98][144]
Ebü’d-Derdâ (r.a.) şöyle
demiştir: "Ben namazda secde esnasında yetmiş arkadaşım için, tek tek
isimlerini sayarak dua ederim."
Muhammed b. Yusuf İsfehanî
de şöyle demiştir: "Dürüst ve erdemli arkadaş gibisi var mı? Ailen
mirasını paylaşıp, refah içinde bir ömür sürerken, arkadaşın arkandan tek başına
yasını tutar. Dünyadaki yaşantını, kabirdeki durumunu düşünür ve sen nemli
toprağın altında yatarken, o da gecenin karanlıklarında senin için dua eder."
Dürüst ve erdemli arkadaş,
melekleri kendine örnek almış gibidir. Zira bir rivayette şöyle melekler için
buyurulur: "Kul öldüğünde insanlar "Geride ne miras bıraktı?"
derlerken, melekler "Beraberinde ne getirdi?" derler."[99][145]
Eğer iyi amelleri varsa, melekler sevinir ve ona şefkatli davranırlar.
Yine denilmiştir ki:
“Arkadaşının ölüm haberini alan ve onun için Allah’tan bağışlanma ve rahmet
dileyen kimseye, cenazesine katılmış ve namazını kılmış gibi sevap
yazılır."
Aynı şekilde Hz.
Peygamber’den de (s.a.v.) şöyle rivayet edilmiştir:
"Mezarındaki ölü, suya
düşen ve kurtulmak için önüne gelen her şeye tutunan kimse gibidir. Aynı bu kimse
gibi, ölü de çocuklarından, babasından, annesinden, kardeşinden ve
yakınlarından dua (tutunacağı bir şeyler) bekler."[100][146]
Kuşkusuz her gün,
yaşayanların yaptıkları dualardan meydana gelen dağlar gibi nurlar, ölülere
ulaşır.
İlk örnek müslüman nesilden
biri şöyle demiştir: "Ölülere dua etmek, yaşayanlara hediyeler vermekle
aynı şeydir. Melek, içinde nurdan bir mendil olan nurdan bir tepsi ile ölüye
gelir ve ona: "Bu, falan arkadaşının sana gönderdiği hediyedir. Bu falan
yakınının sana gönderdiği hediyedir." der. Yaşayan insanın gönderilen
hediyeden sevinç duyması gibi, ölü de yapılan duadan sevinç duyar."
Yedinci
Ödev ve Hak
Vefa
ve Bağlılık
Vefa, ölünceye kadar
arkadaşını ve öldükten sonra da onun ailesini, dost ve arkadaşlarını arayıp
sormak ve aradaki sevgi bağını korumaya devam etmektir.
Kuşkusuz sevgi ancak ahiret
için arzulanır. Sevgi ölümle birlikte son bulacak olursa, yapılanlar boşa
gider, çekilen emekler ziyan olur.
Hz. Peygamber (s.a.v.)
Allah’ın arşın gölgesinde gölgelendireceği yedi kişiyi sayarken:
"Bunlardan biri de
birbirini Allah için seven ve bu sevgi ile birleşip, bu sevgi ile ayrılan iki
arkadaştır."[101][147] der.
Bazıları da: "Öldükten
sonra gösterilen az vefa, yaşarken gösterilen çok vefadan daha iyidir."
demiştir.
Bir rivayette şöyle
anlatılmıştır: “Hz. Peygamber (s.a.v.), yanına gelen ihtiyar bir kadına oldukça
ilgi gösterdi, ikramda bulundu. Sebebini soranlara: "Bu kadın, Hatice’nin
sağlığında bize gelip giderdi. Vefa göstererek cömert davranmak, dindendir."[102][148]
Arkadaşa vefanın
gereklerinden biri de, onun bütün dost ve akrabalarını, onunla ilişkisi olan
herkesi arayıp sormaktır. Onları arayıp sormak, gözetip kollamak, arkadaşın
gönlünde, arkadaşın bizzat kendisini arayıp sormaktan, gözetip kollamaktan
daha derin izler bırakır. Kuşkusuz arkadaş, kendisiyle ilgili herkesin aranıp
sorulmasından fazlasıyla sevinç duyar.
Kuşkusuz şefkat ve sevginin
gücü, muhatabını aşıp, onunla ilgili herkese nüfuz etmesiyle meydana çıkar.
Sevgiye vefa gösterilmemesi
şeytanı memnun etmektedir. Şeytan, birbirlerini Allah için seven arkadaşları
kıskandığı kadar, iyilik üzere yardımlaşanları kıskanmaz. O, Allah sevgisi
üzerine kurulu bir arkadaşlığı bozmak için bütün imkanlarını seferber eder,
elinden geleni yapmaktan kaçınmaz.
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Kullarıma söyle, en
güzel bir biçimde konuşsunlar; çünkü, şeytan insanların arasını açmak için her
zaman fırsat kollamaktadır."[103][149]
Ayrıca Hz. Yusuf’un (a.s.)
diliyle şöyle buyurulmuştur:
"Şeytan benimle
kardeşlerimin arasını açtıktan sonra.."[104][150]
Bu yüzden, "Allah için
arkadaş olan iki kişinin arası ancak ikisinden birinin işlediği günah
nedeniyle bozulur." denilmiştir.
"Kişi, Allah’a kullukta
kusur gösterince, Allah, dostlarını ondan uzaklaştırır. Çünkü dostlarla
beraber olmak, kederi giderir ve dinî yaşantıya yardımcı olur."
İbnü’l-Mübarek de: "En
tatlı şey, arkadaşlarla birlikte olmak ve yeterli miktarda dünyalıkla
yetinmektir." demiştir.
Kalıcı arkadaşlık, Allah
için olanıdır. Dünyevî menfaatler üzerine kurulan arkadaşlıklar, menfaatin
ortadan kalkmasıyla son bulmaktadır.
Allah için olan arkadaşlığın
tamam olmasının koşullarından biri de gerek dinî ve gerekse dünyevî hiçbir
konuda arkadaşı kıskanmamaktır. Arkadaşının sahip olduğu imkanlardan sen de
istifade edip dururken, sahip olduklarından ötürü arkadaşını nasıl kıskanırsın?
Allah Teâlâ, kendi uğrunda birbirini sevenleri anlatırken şöyle buyurur:
"Başkasına verilmiş
olanlara karşı kalplerinde hiçbir haset olmayan, aksine kendileri yoksulluk
içinde bulunsalar bile diğerlerini tercih edenler..."[105][151]
Arkadaşa vefa göstermenin
bir biçimi de, kendi saygınlık ve itibarı ne kadar artarsa artsın, otorite ve
makamı ne kadar yükselirse yükselsin, arkadaşına karşı daima alçak gönüllü
olmaktır. Yükselen sosyal statüyle birlikte, arkadaşlara büyüklük taslamak,
alçaklıktır.
Şair şöyle der:
"Arar onurlu insanlar
bolluk zamanlarında,
Dostluklarını sunanları
darda kaldıklarında."
İlk örnek müslüman nesilden
biri oğluna vasiyetinde şöyle demiştir: "Oğlum! Yokluğunu hissettiğinde
sana yaklaşan, ihtiyacın olduğunda seni arayan, makam ve statüsü yükseldiğinde
sana büyüklük taslamayan kişilerden başkasıyla arkadaşlık yapma."
Derin kavrayış sahibi kimi
insanlar da şöyle demişlerdir:
"Arkadaşın, yönetici
olduğunda dahi sana olan sevgisinin yarısını devam ettiriyorsa, bu büyük bir
nimettir."
Rebi’nin anlattığına göre;
İmam Şafiî (rah.a.) Bağdat’ta birisiyle samimi bir arkadaşlık kurdu. Sonra bu
arkadaşı Seybeyn şehrine vali olarak atandı. Ardından İmam Şafiî’ye karşı tutum
ve davranışları değişti. Bunun üzerine Şafiî ona şu şiiri yazdı:
"Git boşadım sevgini
gönlümden ebediyen artık,
Ancak yine de dönüşü olmayan
bir talak değil bu,
Dönmek istersen hatandan
bilesin bu bir talaktır,
İki talak üzere sevgim devam
etmektedir doğrusu,
Diretirsen yanlışında ikinci
talak gelir artık,
Üçüncü talaktan sonra yoktur
geri dönüşün yolu,
O gün Seybeyn valiliği
hiçbir işe yaramayacaktır."
Haberin olsun ki,
Dinin hükümlerine aykırı
davranışlarında arkadaşa ayak uydurmak, hiçbir şekilde arkadaşa vefa gösterme
kapsamında değerlendirilemez. Aksine bu durumda ona karşı gelmek, muhalefet
etmek, arkadaşa vefa gösterme davranışıdır.
İmam Şafiî, Muhammed b.
Abdülhakem’i arkadaş edindi. İmam onu kendine yakın tutuyor, "Mısır’da
oturmamın sebebi bu arkadaşımdır." diyerek ona iltifat ediyordu. Günün
birinde Muhammed hastalandı. İmam Şafiî ziyâretine gitti ve şöyle dedi:
"Hastalandı dostum
gittim derhâl ziyaretine,
Hasta oldum ona olan
üzüntümden ben.
İyileşti dostum gecikmedi
geldi ziyaretime,
İyi oldum iyileşmiş görünce
onu ben."
İmam Şafiî’ye ölüm döşeğinde
sordular: "Sizden sonra yerinize kimi geçirelim?" Bu sırada Muhammed
b. Abdülhakem İmam’ın başucunda dikiliyordu. Kendisini seçmesi arzusuyla
İmamın önüne geldi. İmam Şafiî: "Subhanallah, hayret doğrusu? Ebû Yakub
el-Buveytî dururken, yerime başka kimi geçireceksiniz?!" dedi.
Muhammed, İmam’ın bu sözüne
darıldı. Ardından Muhammed’in öğrencileri de Buveytî’nin ders halkasına geçtiler.
Muhammed, Şafiî mezhebinin tamamını İmam Şafiî’den öğrenmişti. Ancak Buveytî daha
üstün, zühd ve takvada ondan daha ileri idi. İmam Şafiî bu davranışıyla
müslümanlara öğüt ve nasihatte bulunmuş; asla dalkavukluk ve yağcılık yapmamış,
Allah’ın hoşnutluğunu bırakıp insanları hoşnut etmeye çalışmamıştır. İmamın
vefatından sonra Muhammed b. Abdülhakem onun mezhebini bırakarak, babasının
bağlı olduğu Maliki mezhebine geçti, İmam Malik’in kitaplarını okutmaya
başladı. O, İmam Malik’in ileri gelen öğrencilerindendi.
Buveytî ise zühd ve takva
yolunu tuttu. Çevresinde, ders halkasına katılan insan sayısının her gün
artması, onu şımartmadı, aldatmadı. Aksine o kendini daha çok ibadete verdi.
"el-Ümm" adlı kitabı yazdı. Günümüzde bu kitap Rebi’ b. Süleyman’a
ait gösterilmektedir; fakat gerçekte kitabı yazan Buveytî’den başkası
değildir. Ne var ki kitabına adını yazmadığı, kendine ait olduğuna dair bir
bilgi vermediği için böyle sanıldı. Rebi’ de bu kitaba birtakım eklemeler,
değişiklikler yaparak, onu kültür dünyasına sundu.
Bu açıklamayı yapmaktaki
amacımız, Allah için öğüt vermenin, arkadaşlık vefasından olduğunu göstermektir.
Ahnef b. Kays şöyle
demiştir: "Arkadaşlık, bir yakut gibidir. Onu iyi korumazsan, bir kazaya
uğrayıp kırılabilir.. Sana haksızlık edenden sen özür dileyecek derecede öfkeni
kontrol altında tutmak ve kendinin iyiliklerini, arkadaşının da kusurlarını
çok görmeyecek derecede hoşnutluk göstermek sûretiyle bu kıymetli taşı koruma
altına al."
Arkadaşlıkta bağlılık ve
samimiyetin göstergelerinden biri de, arkadaştan ayrılmaktan son derece üzüntü
duymak ve ayrılığa yol açacak nedenlerden nefret etmektir.
Şair bunu şöyle dile getirir:
"Gördüm ki bütün
felaketleri zamanın,
Önemsizdir ayrılığı dışında
dostların."
İbn Uyeyne bu şiiri okumuş
ve şöyle demiştir:
"Öyle arkadaşlarım var
ki, otuz yıldır kendilerini görmediğim hâlde özlemleri bir an olsun gönlümden
gitmez."
Arkadaşlıkta bağlılık ve
samimiyetin bir biçimi de halkın arkadaş aleyhinde söylediklerine kulak
vermemektir. Özellikle ithamdan kurtulmak için, arkadaşınızı önce sevdiğini
söyleyip ardından onun hakkında kalbinizi öfke ve nefretle dolduracak şeyler
aktaran kimselerin sözleri dinlenmemelidir. Bu davranış, arkadaşlar arasında
karışıklık ve huzursuzluğa yol açan çok ince bir hiledir. Bu hileye karşı
uyanıklık göstermeyenlerin dostluk ve arkadaşlıkları uzun süre devam edemez.
Bir adam, derin kavrayış
sahibi bir zata:
- Senin sevgi ve dostluğuna
talibim, dedi. Derin kavrayış sahibi kişi:
- Üç şeyi mihr olarak
verirsen olur, dedi. Adam:
- O üç şey nedir? dedi.
Derin kavrayış sahibi kişi:
- Aleyhimde söyleneni
dinlemeyeceksin, işimde bana muhalefet etmeyeceksin ve körü körüne beni
çiğnemeyeceksin, dedi.
Arkadaşlıkta bağlılık ve
samimiyetin gereklerinden biri de, dostun düşmanıyla arkadaşça ilişkiler
kurulmamalıdır.
İmam Şafiî şöyle demiştir:
"Arkadaşın, senin düşmanınla dostluk kurduğunda, sana düşmanlıkta onun
taraftarı olmuş demektir."
Sekizinci
Ödev ve Hak
Yük
Olmamak, Gereksiz Tekliflerden Kaçınmak
Bu, arkadaştan, sıkıntı
verecek isteklerde bulunmamak; aksine kendinden yana bir rahatlık ve huzur hissetmesini
sağlamaktır.
Arkadaş sosyal statüsünü,
makam sahibi bir arkadaşına olan yakınlığından almamalı, ondan ekonomik ve
sosyal makamıyla kendisine yardım etmesini beklememelidir. Kendisine alçak
gönüllü davranılmasını, aranıp sorulmasını ve kendisine karşı arkadaşlık
gereklerinin yerine getirilmesini bekleyerek arkadaşına yük olmamalıdır.
Arkadaşlığıyla sadece
Allah’ın hoşnutluğunu kazanmayı amaçlamalıdır. Onun duasını, dinî yaşantıdaki
yardım ve desteğini almalı; kendisi arkadaşlık hukukunun gereklerini yerine
getirip ondan gelen sıkıntılara sabrederek, Allah’a yakın olmayı
hedeflemelidir.
Bazı âlimler şöyle demiştir:
"Kendisinden yapması beklenmeyeni arkadaşlarından yapmalarını bekleyen
kimse, onlara zulüm ve haksızlık etmiştir. Kendisinden beklenenin benzerini
arkadaşlarından bekleyen kişi de onları yormuştur. Arkadaşlarından hiçbir
istekte bulunmayan kimse ise, onlara iyilik etmiştir."
Derin kavrayış ve bilgi sahibi zatlardan biri
şöyle demiştir:
"Arkadaşlarının yanında
kendini olduğundan üstün gösteren kişi, hem kendini hem de beraberindeki
insanları günaha sokmuştur. Kendini olduğu gibi gösteren kimse de hem kendini
hem de beraberindekileri yormuştur. Kendini olduğundan daha mütevazı gösteren
kişi ise, hem kendini hem de beraberindekileri esenlik ve güvene almıştır."
Arkadaşa yük olmamak, külfet
ve teklifin her çeşidini aradan kaldırmakla gerçekleşir. Ta ki kişi, yalnız
iken hissettiği rahatlığı arkadaşı kendisine geldiğinde de hissetmeye devam
etsin.
Cüneyd, arkadaşlar
arasındaki soğukluğun nedenini şöyle açıklar: "Allah için arkadaşlık yapan
iki kişiden birinde görülen çekingenlik ya da soğukluk, ancak diğerindeki kusur
ve noksanlıktan dolayıdır."
Hz. Ali de (r.a.) şöyle
demiştir: "Arkadaşların en kötüsü, yapmacık davranan, insanı yüze gülmek
zorunda bırakan ve özür dilemeye mecbur edendir."
Yük
Olmak İlişkileri Zedeliyor
Fudayl şöyle demiştir:
"İnsanlar, ancak yapmacık davranışlarından ve külfet altına girmelerinden
dolayı birbirlerinden koparlar. Biri arkadaşını ziyarete gider, arkadaşı da
onu ağırlamak için külfet ve sıkıntıya girer. Gelen misafir, arkadaşının,
kendisinden dolayı sıkıntı ve zahmete girdiğini görerek, ziyaretlerine son
verir.
Hz. Aişe (r.a.) ise şöyle
demiştir: "Mü’min, mü’minin kardeşidir; onu aldatmaz ve ondan
çekinmez."
İlk örnek müslüman
nesillerden bir âlime: "Kiminle arkadaşlık edelim?" diye soruldu. O:
"Gereksiz tekliflerden kaçınan ve çekingen/resmi davranmayan
kimselerle." cevabını verdi.
Cafer b. Muhammed de bu
konuda şöyle demiştir: "Arkadaşlarımın en çekilmez ve sıkıcı olanı,
benim için külfet ve zahmetlere giren ve bundan ötürü benim de kendisinden
çekindiğim kimsedir. Bana en sevgili arkadaşım ise, yalnızken nasıl davranıyorsam
onunla olduğum zaman da aynı şekilde davrandığım (davranışımın değişmediği)
kimsedir."
Sûfîlerden bir zat şöyle
demiştir: "Bir iyilik yaptığında yüceltilmeyip, bir kötülük yaptığında da
küçültülmediğin; bütün koşullarda yanında hep aynı durumda görüldüğün kişilerden
başkasıyla arkadaşlık yapma."
Bu kimseyi böyle konuşmaya
iten neden hakkında şöyle denilmiştir: Arkadaşlar arasında külfet ve
çekingenlik (resmiyet) ancak bu şekilde aradan kalkabilir. Olumsuz davranışlarından
dolayı arkadaşının gözünde küçüldüğünü hisseden biri çekingenlik ve
mahcubiyetten kurtulamaz.
Bir başkası da şöyle
demiştir: "Dünyaya gönül verenler yanında edepli, âhiret adamları yanında
ilimle hareket et. İlahî sır ve hakikatleri tanımış Allah dostlarının yanında
ise istediğin gibi davran."
Bir başkası da şöyle der:
"Günah işlediğin zaman senin yerine tevbe eden, hata ettiğin zaman senin
adına özür dileyen, senin sıkıntılarını senin için yüklenip, sana yük olmayan
kimseden başkasıyla arkadaşlık yapma."
Bu sözün sahibi, böyle
konuşmakla, arkadaşlık yolunu daraltmıştır. Gerçek onun söylediğinden
farklıdır. Bilakis akıl sahibi her dindar kişi ile arkadaşlık yapılmalı ve o
kişinin dile getirdiği şartları yerine getirmeye azimli olunmalıdır. Fakat
insan, arkadaşlarını bu şartları yerine getirmeye zorlamamalıdır ki
arkadaşlarının sayısı artsın. Arkadaşlarından böyle bir beklentisi olmayan
kimse, onları Allah için arkadaş edinmiş olur. Aksi takdirde onları kendi
menfaatleri için arkadaş edinmiştir.
Adamın biri Cüneyd’e:
"Bu zamanda arkadaş bulmak ne kadar zor. Allah için arkadaş olacağım bir
kişi biliyor musun?" diye sordu. Cüneyd, adama cevap vermedi. Adam bu sorusunu
üç kez tekrarladı. Bunun üzerine Cüneyd ona: "Eğer senin sıkıntılarını
yüklenecek, eziyetlerine katlanacak bir arkadaş arıyorsan, yemin ederim ki,
böyle arkadaşlar son derece azdır. Yok eğer sen onun sıkıntılarını
yükleneceğin, eziyetlerine katlanacağın, Allah için bir arkadaş arıyorsan, yanımda
bu özellikte bir topluluk var, seni onlarla tanıştırabilirim." dedi. Adam
cevap vermedi ve öylece sustu.
Haberin olsun ki,
insanlar üç sınıftır:
1- Bir kısmının
arkadaşlığından fayda görürsün.
2- Bir kısmına sen faydalı
olabilir ve onların zararından güvende olabilirsin. Fakat onların sana faydası
olmaz.
3- Bir kısmına ise faydalı
olamadığın gibi, zararlarından da güvende olamazsın. Bu aptal, kötü ahlâklı
kişidir.
Bu üçüncüden uzak dur.
İkinciden ise uzak durman gerekmez; çünkü ona olan iyiliklerinden ötürü onun
duasını alabilir, ona yapacağın iyiliklerinle sevap kazanabilirsin. Bunun ise
ahirette senin için kazanç olduğu açıktır.
Allah Teâlâ, Hz. Musa’ya
(a.s.) vahiy yoluyla şöyle bildirmiştir: "Bana itaat edersen,
arkadaşlarının sayısı artar."
Burada "Bana itaat
edersen" sözü, arkadaşlarına iyilik eder, eziyetlerine katlanır ve onları
kıskanmazsan, biçiminde yorumlanmıştır.
İlk örnek müslüman nesil
âlimlerinden biri: "Elli senedir insanlarla birlikteyim. Bir kere olsun
aramızda anlaşmazlık çıkmadı. Çünkü ben onlarla birlikte iken, daima kendime
karşı onların tarafında yer alırım." demiştir. Böyle bir ahlâka sahip olan
kişinin elbette arkadaşlarının sayısı artar.
Nafile ibadetlerde arkadaşa
muhalefet etmemek ve engelleyici olmamak da arkadaşa yük olmama kapsamında
değerlendirilmelidir.
Mutasavvıflardan bir grup,
dört konuda birbirlerini serbest bırakmak koşuluyla arkadaş oldular:
1- Onlardan biri gündüzleri
devamlı yeyip içse, arkadaşı ona: "Oruç tut." demeyecektir.
2- Bütün seneyi oruçlu
geçirse, arkadaşı ona: "Orucuna son ver." demeyecektir.
3- Bütün geceyi uyku ile
geçirse, arkadaşı ona: "Kalk, namaz kıl." demeyecektir.
4- Bütün geceyi namaz
kılarak geçirse, arkadaşı ona: "yeter, uyu." demeyecektir.
Bunlara rağmen o,
arkadaşının gözünde yücelmeyecek ve
alçalmayacaktır; aynı kalacaktır. Yoksa bu davranışların bazısının onu
riyakarlığa, bazısının da mahcubiyete sürüklemesi mümkündür.
"Külfeti olmayanın
dostluğu, yük olmayanın da sevgisi devam eder.” denilmiştir.
Sahâbeden bir kişi de:
"Allah yük olup, sıkıntı verenlere lânet etmiştir." diye konuşmuştur.
Hz. Peygamber de (s.a.v.)
şöyle buyurur:
"Ben ve ümmetimin
Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşıyanları, yük olmaktan ve sıkıntı
vermekten uzağız."[106][156]
İlk örnek müslüman nesilden
biri şöyle demiştir: "Kişi, arkadaşının evinde şu dört davranışı yerine
getiriyorsa, onunla dostluk ve samimiyeti tamdır. Bunlar: Arkadaşın evinde
yiyip içmek, tuvalete gitmek, namaz kılmak ve uyumaktır."
Adamın bu sözü,
mutasavvıflardan birine iletilince, o: "Beşincisi kalmış. O da misafir
olduğu arkadaşının evinde kendi eşiyle
cinsel ilişkide bulunabilmektir.” demiştir. Ev, bu beş şeyi gizli olarak
yapabilmek için vardır. Yoksa camiler, Allah’a ibadet edenlerin gönlüne daha
fazla sevinç ve huzur verir. Bu beş şeyi arkadaşının evinde yapabildiğinde
onunla arkadaşlığı tam olur, aralarından çekingenlik kalkar, memnuniyet ve mutlulukları
pekişir.
Arapların selâm verirken
kullandıkları sözler de bu duruma işaret eder. Onlar kendilerine gelen
arkadaşlarına "Merhaba, ehlen ve
sehlen" derler. "Merhaba", senin için bizim yanımızda genişlik
vardır, demektir. Bu, hem gönüldeki hem de mekândaki genişliktir.
"Ehlen", senin için bizim yanımızda yabancılık çekmeden dostluk ve
samimiyet kurabileceğin kişiler/bir aile vardır, demektir.
"Sehlen", bütün bu hususlar bizim için kolaydır, sen gelişinle bu
konuların hiçbirinde bize yük olmuş olmazsın, demektir.
Yük olmamak, kendini
arkadaşlarından daha aşağı görmedikçe, onlar hakkında iyi ve kendi hakkında da
kötü zan taşımadıkça tam anlamıyla gerçekleşmez. Arkadaşlarını kendinden üstün
gören kimse, gerçekte kendisi onlardan üstün olmuştur.
Ebû Muâviye el-Esved:
"Arkadaşlarımın hepsi de benden hayırlıdır." dedi. "Bu nasıl
oluyor?" diye sordular. Şu cevabı verdi: "Arkadaşlarımın hepsi beni
kendilerinden daha faziletli kabul ederler. Beni kendinden daha faziletli kabul
eden kimse gerçekte benden faziletlidir."
Hz. Peygamber de (s.a.v.)
şöyle buyurmuştur:
"Kişi, arkadaşının dini
üzeredir. Senin ona uygun gördüğünü sana uygun görmeyenin arkadaşlığında hayır
yoktur."
Arkadaşını fazilet ve
üstünlükte kendinle bir tutman arkadaşlıkta aşağı bir basamaktır. Süfyan-ı
Sevri şöyle demiştir: "Sana "kötü" denilmesine kızıyorsan,
haberin olsun ki, insanların en kötüsü sensin." Bu, insanların en kötüsü
olarak kendini görmelisin, demektir.
Arkadaşları daha
alçakgönüllü ve faziletli kabul etme konusunda aşağıdaki şiir söylenmiştir:
"Alçak gönüllü ol o
kimselere onlar ki,
Erdem kabul eder bunu
aptallık değil.
Uzak dur sonra o
arkadaşlardan onlar ki,
Görür kendini
arkadaşlarından seçkin."
Diğer bir şair de şöyle
demiştir:
"Bir arkadaş
vasıtasıyla tanıştığım,
Nice arkadaş sevimlidir
tanıştırandan.
Bir yolculuk esnasında
beraber olduğum,
Nice arkadaş gerçek dostum
olmuştur."
İnsan, kendini üstün ve
değerli gördüğü oranda arkadaşını küçük ve değersiz görür. Böyle bir yaklaşım,
hiçbir müslüman için kabul edilemez.
Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurur:
"Müslüman kardeşini
küçümsemesi, kişiye günah ve kötülük olarak yeter."
Arkadaşlara içten ve rahat
davranıp, onları külfet ve zahmete sokmamanın yollarından biri de her işte
onlara danışmak, görüş ve düşüncelerine değer vermektir.
Allah Teâlâ:
"Toplumu ilgilendiren
her konuda onlarla müşavere et."[107][159] buyurmuştur.
Düşüncelerin arkadaşlardan
gizlenmesi yanlış olur. Nitekim Ma’rûf’un kardeşinin oğlu Yakup’un şöyle
dediği anlatılır:
“Esved b. Sâlim, amcam
Ma’rûf’a geldi. Esved, amcamın Allah için yakın arkadaşlık kurduğu bir kimse
idi. Amcama: "Bişr b. el-Hâris,
sizinle Allah için arkadaş olmak istiyor. Bunu açıkça size söylemekten
çekindiği için beni size gönderdi. Ancak bazı şartları da var: Bu arkadaşlığın
başkaları tarafından duyulmamasını, karşılıklı ziyaret ve görüşmelerin yapılmamasını
istiyor. O çokça bir araya gelip görüşmekten hoşlanmıyor." dedi.
Esved b. Salim, Bişr’e olan
biteni anlattı. Bişr bu arkadaşlığa çok sevindi.”
Bunlar arkadaşlık hukukuna
dair konuları bir araya getiren açıklamalardır. Bu açıklamaları bazen özet
olarak sunduk, bazen de ayrıntılarına indik. Fakat ne olursa olsun arkadaşlık
hukuku, sen kendine karşı arkadaşlarının tarafında yer almadıkça, kendini
onların hizmetçisi gibi görmedikçe ve onlara karşı görevlerini elinden
geldiğince yerine getirmeye çalışmadıkça tam olarak yerine gelmiş olmaz.
Arkadaşlık hukukunun gözle
ilgili gerekleri şunlardır:
Arkadaşlarına sevgi ve
dostlukla bakmalı ve onlara bunu hissettirmelisin. Onların güzelliklerini
görüp, kusurlarını görmezlikten gelmelisin. Bu nedenle onlar sana yönelmiş, seninle
konuşuyorlarken, sen gözlerini onlardan başka tarafa çevirme.
Bir rivayette şöyle
anlatılır: “Hz. Peygamber (s.a.v.), meclisinde oturan herkese kendi yüzünü
görme imkanı verirdi. Kime konuşsa, o kimse kendini meclisteki en üstün kişi
zannederdi. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) oturması, dinlemesi, konuşması, istemesi
ve yönelişi, meclisinde bulunan herkese idi. O’nun meclisi, mahcubiyetin,
alçak gönüllülüğün ve güvenin yoğun yaşandığı bir meclisti.[108][162]
Hz. Peygamber (s.a.v.),
arkadaşlarına, insanların en fazla tebessüm edip, gülümseyeni ve
konuştuklarında onları en fazla ilgi ve hayranlıkla dinleyeni idi.
Arkadaşlarının gülmesi de, O'nu örnek aldıkları ve O’na saygı duydukları için
sadece tebessümden ibaretti.
Arkadaşlık hukukunun kulakla
ilgili gerekleri şunlardır:
Arkadaşının konuşmasını, haz
alarak ve bu hazzı da göstererek dinlemelisin. Karşılık verme, tartışma ve
itiraz etme gibi nedenlerle konuşmasını kesmemelisin. Eğer anormal bir durum
meydana gelirse, özür dileyerek konuşmasını bölebilirsin.
Onların duyduklarında
hoşlanmayacakları şeyleri dinlemekten kaçınmalısın.
Arkadaşlık hukukunun dille
ilgili gereklerini daha önce anlattık. Bu konuda söylenecekler çoktur. Arkadaşa karşı
sesini yükseltmemek ve anlayamayacağı tarz ve sözlerle ona konuşmamak, bu
konuda yerine getirilmesi gerekenlerden birkaçıdır.
Arkadaşlık hukukunun elle
ilgili gerekleri, onlara beden gücüne dayanan hiçbir yardımdan geri kalmamaktır.
Arkadaşlık hukukunun ayakla
ilgili gerekleri ise, arkadaşların önlerinden
değil arkalarından yürümek; ancak öne geçirdikleri zaman onların önünde
yürümek, kendilerine yaklaştırdıkları zaman onlara yaklaşmaktır. Geldiklerinde
onlar için ayağa kalkmak, onlar oturmadan oturmamak ve onların bulunduğu bir
ortamda alçak gönüllülük göstermektir.
Uyuşma ve birliktelik
sağlandığı oranda arkadaşlık hukukunun ayağa kalkmak, özür dilemek ve övmek
gibi birtakım gerekleri ortadan kalkar. Bunlarda bir tür resmiyet ve külfet
söz konusu olduğu için bu resmiyet ve külfet ortadan kalktığı ölçüde bu
gerekler de ortadan kalkar.
Arkadaşlar arasında uyuşma
ve birliktelik tam olarak sağlandığında her tür külfet ve zahmet de
kendiliğinden aradan kalkar. İnsanın, arkadaşına olan davranışları, kendine
olan davranışlarından farksız olur. Bu ahlâk, ruhî terbiyenin ve kalp
temizliğinin göstergesidir.
Kalp, bakışlarını
yaratılmışlara çevirir, bütün dikkatini onların üzerinde odaklaştırırsa, bazen
bozulur, bazen düzelir.
Fakat bakışlarını ve
dikkatini Yaratıcı’ya yönlendirebilen ve bu hâlini koruyabilen kişi, iç ve dış
dünyasında istikamet üzere kalmayı başarır. İçini Allah ve O'nun mahlukatının
sevgisiyle süsler; dışını da Allah’a kulluk ve O'nun kullarına hizmet etmekle
güzelleştirir.
Hiç şüphesiz bu, Allah’a
hizmet etme yollarının en yücesidir. Çünkü güzel ahlâk olmaksızın bunları
gerçekleştirebilmek mümkün değildir. Kişi, güzel ahlâkı sayesinde gece ibadet
edip, gündüz oruç tutan kimsenin derecesine ve hatta daha büyüğüne mazhar olur.
Görgü
ve Nezaket Kuralları
Bu bölümde, birlikte yaşam
esnasında, sosyal ilişkilerde gözetilmesi gereken görgü ve nezaket
kurallarına kısaca değinmek istiyoruz. Bunu da derin kavrayış ve bilgi sahibi
birtakım insanların sözlerinden alıntılar yaparak gerçekleştireceğiz.
Eğer insanlarla güzel
geçinmek istiyorsan, dostuna da düşmanına da güler yüz göster. Bu meziyet,
onlar karşısında küçülmüş veya horlanmış olduğundan ya da onlardan
korktuğundan dolayı değildir.
Gurur ve kibrin olmadığı bir
vakar ve heybet, aşağılanmanın bulunmadığı bir alçak gönüllük sergile.
Bütün işlerinde orta yollu
ol. Aşırılar çirkin görülmüş ve kötülenmiştir.
İki tarafına bakınıp durma,
sağına soluna fazla dönme. Oturan topluluğun başında dikilme, oturduğun zaman
da telaşlı ve aceleci insan gibi davranma.
Parmaklarını birbirine
kenetleme, anlamsız bir biçimde sakalınla ve yüzüğünle oynama. Dişlerini karıştırma,
elini burnuna sokma. Çokça tükürme, balgam çıkarma ve sümkürme. İnsanların yüzüne
karşı, namazda veya başka bir şekilde fazlaca gerinme ve esneme.
Meclisin yol gösterici ve
sözlerin düzgün olsun. Aşırı bir beğeni ve hayranlık göstermeksizin, sana
konuşan herkesin güzel sözüne kulak ver. Konuşandan konuşmasını tekrar
etmesini isteme.
Gülünç hikayeleri susarak
karşıla.
Çocuklarını, hizmetçini,
eserlerini, çalışmalarını ve sana ait herhangi bir şeyi beğendiğini söyleme, onlara
duyduğun övüncü dile getirme.
Kadınlar gibi süslenme,
hizmetçiler gibi de giyinme. Fazla sürme çekmekten, yağ sürünmekten kaçın.
İhtiyaçlarını sürekli dile
getirip durma.
Hiç kimseyi zulüm ve
haksızlığa teşvik etme, bu yönde onları yüreklendirme.
Ekonomik seviyeni, değil
başkalarına, ailene dahi bildirme. Çünkü servetin az ise gözlerinde küçülür,
değersizleşirsin; çok ise onların istekleri son bulmaz, onları asla hoşnut
edemezsin. Şiddete varmadan onları korkut, zayıflık göstermeden onlara yumuşak
davran.
Hiçbir zaman hizmetçilerin
ile şakalaşma; vakar ve heybetini kaybedersin. Tartıştığında vakur ol; ağırbaşlılık
ve ciddiyetini kaybetme.
Seni cahillikle, bilmemekle
itham edene karşı dikkatli ol, acele etme. Delil ve kanıtların üzerinde düşün.
Ellerinle fazla işaret etme,
arkandaki insana çokça dönüp bakma, diz üstü çökerek oturma.
Öfken yatıştığı zaman konuş.
Devlet yöneticilerinden biri
seninle yakınlık kurduğunda ona karşı bıçak üstündeymiş gibi dikkatli ol. Sana
yakın, sempatik ve rahat davranırken birden değişip aleyhine dönmeyeceğinden
emin olma. Ona, çocuğa davrandığın gibi yumuşak ve dostça davran. Günah olmamak
koşuluyla onun duymayı arzu ettiği sözleri ona söyle. Sana yaptığı iyilik,
sakın seni onun iktidar çevresi içine, ailesinin veya maiyetinin arasına katılmana
yol açmasın. Sen buna layık olsan bile sakın bunu yapma. Zira devlet yöneticisi ile ailesi arasına girenin
sürçmesi, kalkışı olmayan bir düşme ve toparlanması olmayan bir kaymadır.
İyi gün dostundan uzak dur;
kuşkusuz o, en yaman düşmandır.
Hiçbir zaman servet ve
parana, onur ve haysiyetinden daha fazla değer verme.
Bir meclise girdiğinde
önceden gelip oturanları rahatsız ederek öne geçme. Boş bulduğun yere otur ve
yanına oturduğun kimseye selâm ver.
Yol kenarlarında oturma.
Oturman gerekiyorsa, bunun da ahlâkı, bakışlarını indirmek, haksızlığa uğrayana
yardım etmek, darda kalanın darına yetişmektir. Yolunu kaybetmiş olana yolunu
göstermek, verilen selâmı almak, dilenciye vermek, iyiliği emredip kötülükten
alıkoymak ve tükürmek için başka bir yer aramaktır.
Kıble yönüne ve sağ tarafına
tükürme; fakat sol tarafına ya da sol ayağının altına tükürebilirsin.
Devlet yöneticileri ile
çokça beraber olma. Eğer onlarla beraber olursan, bunun da âdabı şudur:
Onların yanında iken kimsenin gıybetini yapma, yalan söyleme, sırrı ifşa
etme. İhtiyaçlarını fazla dile getirme. Sözlerin düzgün, doğru ve seviyeli
olsun. Devlet erkanında bulunması gereken ahlâkı onlara anlat. Onlarla şakayı
azalt. Sana sevgi gösterseler de sen yine de onlara karşı dikkatli ve uyanık
ol, onlardan sakın. Devlet erkanına düşen, devlet sırrının ifşa edilmesi, yönetimi
sarsacak girişim ve mukaddesata yönelik saldırı dışında her türlü hareketi
sabır ve hoşgörüyle karşılamaktır.
Âdi, aşağılık insanlarla
oturma. Eğer oturmuşsan, bunun da ahlâkı şudur: Onların konuşmalarına fazla
katılma. İftira, söylenti ve dedikodularına kulak verme. Müstehcen sözlerini
duymazlıktan gel. İhtiyaç durumunda bile onlarla fazla görüşme.
Hiç kimseye şaka yapma;
bundan dolayı ya sana kin güder ya da bir terbiyesizlikte bulunur. Şaka, saygınlık
ve prestiji yok eder, seviyeyi düşürür ve utanma duygusunu kaldırır. Ardında
kin ve nefret bırakarak, sevgi ve dostluğun tadını kaçırır. Şaka yapmak, Fıkıh
âliminin derin kavrayış ve fıkhına da kusur getirir. Küstah kişiyi küstahlıkta
bulunmaya yöneltir. Derin kavrayış ve bilgi sahibi insanlar yanında itibar ve
seviyeni düşürür. Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle donanmış insanlar yanında
seni sevimsiz gösterir. Şaka kalbi de öldürür, böylece insanı Allah’tan
uzaklaştırır. Kişiyi umursamaz, önemsemez ve dikkatsiz (gafil) biri yapar.
Başkaları yanında küçük düşürür. Şaka sebebiyle gönül âlemi kararır,
duyarsızlaşır. Fikir, düşünce ve akıl ölür. Hata ve kusur çoğalır, günahlar
alenîleşir.
Şakanın ancak ya fikir,
düşünce ve anlayışın zayıf olmasından ya da taşkın davranış, kibir ve
gururdan kaynaklandığı söylenmiştir.
Bir toplulukta şaka yapan
yahut boş söz konuşan kişi kalktığında Allah’ı zikretsin, ansın. Çünkü Hz. Peygamber
(s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Kim bir mecliste
oturur da boş, gereksiz sözler konuşursa, oradan ayrılmadan önce “Allah'ım
seni hamd ile takdis ederim. Ben şahidim: Senden başka ilah yok. Senden beni
bağışlamanı istiyor ve günahımdan dönerek sana yöneliyorum.”[109][163] derse, o mecliste işlemiş olduğu
kusur ve günahları bağışlanır.[110][164]
[1][1] Kalem, 4
[2][2] Ahmed,
2/291, 392, 442; Buharî, “el-Edebü'l-müfred”, 289, 294; İbn Mâce, 4246;
Tirmizî, 2004
[3][3] Humeydî, 824; İbn Mâce, 3436; Ahmed,
4/278; Ebû Davud, 3855; Buharî, “el-Edebü'l-müfred”, 291; Tirmizî, 2038
[4][4] Ahmed, 2/381; Buharî, “el-Edebü'l-müfred”,
273
[5][5] Tirmizî, 2003; Ebû Davûd, 4799. Tirmizî,
hadisin "hasen sahih" olduğunu söylemiştir.
[6][7] Beyhakî, “Şuab”ta Hasan'dan, o da Ebû
Hüreyre'den (r.a.) rivayet etmiştir. “Muğnî”, 2/158; “İthâfü's-sâde”, 6/172
[7][8] Enfâl, 63
[8][9] Al-i İmrân, 103
[9][10]
Al-i İmrân, 103
[10][11]
Tirmizî, 2018;
[11][12]
Ahmed, 2/400;
[12][16]
Malik, Muvattâ, s. 591; Ahmed, 5/233,
247. bkz. “el-Müsnedü’l-câmiu”, 11540
[13][17]
Nesâî, es-Sünenü'l-kübrâ. bkz.
“el-Muğnî” 2/159
[14][18]
Buharî, “el-Edebü'l-müfred”, 544.
[15][19]
Tûr, 21.
[16][20]
Ahmed, 4/113, 386;
[17][21]
Malik, Muvattâ, 590; Ahmed, 2/237,
238, 370, 532, 535; Darimî, 2760; Müslim, 2566,
[18][22]
Buharî, 1423; Müslim, 1031
[19][23]
Ahmed, 2/326, 344, 354; Abd b. Humeyd,
1451; Buharî, “el-Edebü'l-müfred”, 345; İbn Mâce, 1443;
[20][24]
Ahmed, 2/292, 408, 462, 482, 508;
Buharî, “el-Edebü'l-müfred”, 350; Müslim, 2567.
[21][25]
Ahmed, 4/286
[22][27]
“el-Muğnî”, 2/160
[23][30]
. “Müntehabü Kenzi’l-ummâl”, 3/367
[24][31]
Şuarâ, 100-101
[25][32]
Çünkü sevginin gereği ve olmazsa olmaz
koşulu, içtenlikle sevgiliye uymaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "De
ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olun ki Allah da sizi sevsin ve
günahlarınızı affetsin." [Âl-i İmrân, 31]
[26][33]
Sahabelerden birinin Hz. Peygamber'e
"Kıyametin ne zaman kopacağını sorduğu" hadis bu görüşü
desteklemektedir. Hadisin devamı şu şekildedir: "Hz. Peygamber o kişiye:
"Kıyamet için ne hazırlık yaptın?" dedi. Adam: "Ey Allah'ın
Resûlü, ben onun için ne çok namaz, ne çok oruç hazırlayamadım. Fakat kuşkusuz
ben gerçekten seni seviyorum." dedi. Hz. Peygamber: "Sen sevdiğin ile
beraber olacaksın." dedi veya buna benzer bir cevap verdi.
[27][34]
Buhari, (3336); Müslim, Sahih, 238;
Ebû Davûd, “Sünen”, 4834;
[28][37]
Hadisin kaynağı daha önce verildi.
[29][38]
“el-Muğnî”, 2/162; “İthâfü’s-sâde”, 6/183
[30][39]
Askerî, Emsâl”de; Deylemî, senedsiz
olarak ve "İçinde bin münafık ve bir tek mü'minin yaşadığı bir kente bir
mü'min gelse, o mü'min kişinin ruhu, şehirdeki o bir tek mü'minin ruhunun
kokusunu alır..." sözleriyle rivayet etmiştir. Bkz. “İthâfü’s-sâde”, 6/183
[31][40]
Ahmed, 4/120, 122; 5/273; Buhârî,
4409;
[32][41]
Bakara, 201
[33][42]
Tirmizî, 3419. İbn Abbas’tan rivayet
etmiştir. bkz. “İthâfü’s-sâde”, 6/186
[34][44]
Taberânî, “Sağîr”de, İbn Abbas’tan;
Ebû Davûd, “Merâsîl”de; Beyhakî, “Daavât”ta, Ebû Hüreyre’den (r.a.) rivayet
etmiştir.
[35][46]
Nûr, 22
[36][47]
Mistah b. Esâse: Hz. Peygamber’in
ashâbındandır, hicri 34 yılında vefat etmiştir.
[37][48]
Yahya b. Maîn: Bağdatlı hadis hafızı,
ileri gelen alimlerden, Hüccetü’l-İslam. Hicri 233 senesinde vefat etmiştir.
[38][49]
Buharî, “Sahih”, 6227, Müslim,
“Sahih”, 2612
[39][53]
Mücâdele, 22.
[40][54]
Ebû Davud, 2645; Tirmizî, 1604;
[41][55]
Mümtehine, 1
[42][57]
Buharî, “Sahih”, 6780, 6781; İmam
Ahmed, “Müsned”, 1/438.
[43][58]
Ahmed, 2/303, 334; Abd b. Humeyd,
1431; Ebû Davûd, 4833; Tirmizî, 2378.
[44][59]
Şûrâ, 26
[45][60]
Kehf, 28
[46][61]
Tâhâ, 16
[47][62]
Necm, 29
[48][63]
Necm, 29
[49][64]
Yahya b. Eksem: İslam’ın ileri gelen
kişilerindendir. Fakih, müçtehit ve
hakim idi. Hicri 242 yılında vefat etti.
[50][65]
Abdullah Me’mun: Harun Reşid’in oğlu.
[51][72]
Hac, 13
[52][74]
Buharî ve Müslim’de yer alan bir hadis
de bunu desteklemektedir. Hadis Müslim’de Ebû Musa kanalıyla rivayet edilmiş
olup, metni şu şekildedir: "İyi arkadaşla kötü arkadaşın örneği, güzel
koku satıcısı ile körük üfleyicisidir. Güzel koku satıcısı, ya sana kokusundan
verir ya da sen ondan satın alırsın veya güzel kokusundan faydalanırsın. Körük
üfleyicisi ise ya elbiseni yakar ya da ondan pis iğrenç kokular alırsın."
Müslim, 2628; Buharî, 2101
[53][75]
Lokman, 15
[54][76]
Furkan, 63
[55][79]
Şûrâ, 38
[56][85]
Ahmed, 3/190, 204, 274; Buharî, 3/69,
125; 5/39, 88; 7/27, 37; Tirmizî, 1932; Müslim, 4/144
[57][88]
Nûr, 61.
[58][89]
En’am, 36
[59][91]
Hasen bir hadistir. Taberanî
"el-Kebir"inde rivayet etmiştir.
[60][93]
Fetih, 29
[61][95]
Ebû Davûd, “Sünen”inde iki yerde
(4182, 6789)
[62][97]
Ahmed, 2/346; Buharî,
“el-Edebü’l-müfred”, 117; Nesâî, 8/274.
[63][98]
Taberanî, 8/116-117 ve Hakim, 3/613,
[64][99]
Sahih bir hadistir. Tirmizî, 2027,
[65][100]
Bu hadis şöyledir: "Müslümanın
müslümana canı, malı ve ırzı-onuru haramdır." Müslim bu hadisi (2564)
[66][101]
Buharî, 5143 ve Müslim, 2563, Ebû
Hüreyre’den (r.a.) rivayet etmişlerdir.
[67][102]
Bu hadis, önceki hadisin devamıdır.
[68][103]
Mutaffifin, 1-3
[69][104]
Buharî (2442) ve Müslim (2580)
[70][105]
Ebû Davud (4891)
[71][106]
Hasen bir hadistir. Ebu Davud (4868)
[72][107]
Ahmed (3/342-343), Ebu Davud (4869)
[73][108]
İbn Lâl "Mekarimü’l-ahlak"
(6/217)
[74][112]
İbn Mâce (51), Tirmizî (1993)
[75][114]
Ahmed 2/389, 480; Buhârî, “Sahîh”, 6077,
[76][115]
Müslim (2564),
[77][117]
Tirmizî (1995) ve Buharî
"el-Edebü’l-müfred"inde (394),
[78][118]
Ebû Nuaym "Hilye" (10/25)’de,
İbn Adî (4/1481), Bezzâr, Hâkim (1/124),
[79][120]
Sahih bir hadistir. Ebû Davud (5124),
Tirmizî (2392),
[80][121]
Hasen bir hadistir. Buharî
"el-Edebü’l-müfred"de (594),
[81][122]
Bu hadisin kaynakları daha önce verildi.
[82][123]
Hucurât,12
[83][124]
Tirmizî, "Sünen"de (2305),
İmam Ahmed "Müsned"de (2/300),
[84][125]
Buharî "el-Edebü’l-müfred"
(239) ve Ebû Davud (918),
[85][126]
Buharî "el-Edebü’l-müfred"
(239) ve Ebû Davud (918),
[86][130]
İbn Adiy "Kâmil"de (6/2081) ve
Beyhakî "Sünen"de (10/211)’de
[87][131]
Mü’min, 1-3
[88][132]
Şuara, 216
[89][133]
Ahmed (6/459), Abd b. Humeyd (1050),
Buharî "el-Edebü’l-müfred"de (323) ve İbn Mâce (4119)
[90][134] Bu
hadisin kaynakları daha önce verilmişti.
[91][136]
İbn Mâce (3718),
[92][137]
Tirmizî (2300), İbn Mâce (4000)
[93][138]
Al-i İmran, 134
[94][139]
Mümtehine, 7
[95][140]
Tirmizî (1997)
[96][141]
Ahmed (6/254), Ümmü’d-Derda’dan; Müslim
(2732)
[97][143]
Ebû Davud (1535), Tirmizî (1980)
[98][144]
Müslim, Ebu’d-Derda’dan (2732) ve
Ümmü’d-Derda’dan (2733)
[99][145]
Beyhakî "Şuab"da (10475),
[100][146]
Deylemî "el-Firdevs"de, Ebû
Hüreyre’den (r.a.) rivayet etmiştir.
[101][147]
Bu hadisin kaynakları daha önce
verilmiştir.
[102][148]
Hakim (1/15-16), Hz. Aişe’den (r.a.)
rivayet etmiştir.
[103][149]
İsra, 53
[104][150]
Yusuf, 100
[105][151]
Haşr, 9
[106][156]
Darekutnî "Efrâd"da (6/242 - Bu
hadisin bir benzerini de Hz. Ömer’in sözü olarak "Külfet ve zahmet
vermekten alıkonulduk." biçiminde Buharî (7293) Hz. Enes’ten rivayet
etmiştir.
[107][159]
Al-i İmran, 159
[108][162]
Tirmizî, "Şemâil" (8, 336,
351). bkz. “el-Müsnedü’l-câmi’u” (10311), Hz. Ali’den (r.a.) rivayet
edilmiştir.
[109][163] "Subhanakellahumme ve bihamdik, eşhedü en lâ ilahe illâ ente,
estağfiruke ve etûbu ileyke”
[110][164]
Ahmed (2/369, 394), Tirmizî (3433), Nesâî
"Amelü’l-yevmi ve’l-leyleti" adlı eserinde (397), Ebû Davud (4858)