﴾Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah’a ve Rasûlüne döndürün ﴿
ŞERHUS-SUDÛR
FÎ HALLİ
MUŞKİLETİL-İHTİLAF
BEYNEL-ULEMA
MUHAMMED B. ALİ eş-ŞEVKANİ
-Rahimehullah-
BUNUNLA
BERABER
TATHİRUL-İ’TİKAD
KİTABINDAN
BİR CÜZ
İMAM
MUHAMMED B. İSMAİL
es-SAN’ANİ
-Rahimehullah-
VE
HİNDİSTAN’IN
BÜYÜK ALİMİ
ŞEYH
SIDDÎK HASEN el-GANÛCÎ’NİN
FETVASI
Mütercim
Harun Yıldırım
ŞERHUS-SUDÛR FÎ HALLİ MUŞKİLETİL-İHTİLAF
BEYNEL-ULEMA
MUHAMMED B. ALİ eş-ŞEVKANİ
-Rahimehullah-
﴾ALİMLERİN İHTİLAFLARINDA GÖNÜLLERİ YATIŞTIRMAK﴿
İMAM
ŞEVKANİ’NİN HAYATI
O, şeyh, imam, âlim, fâdıl, fâkih,
müfessir, kadı Muhammed b. Ali b. Muhammed eş-Şevkani’dir. Zülkı’de ayında,
hicri 1173 senesinde San’a’nın[1]
doğusunda Şekvan bölgesinde dünyaya gelmiştir. Sonra oradan babasıyla beraber
San’a şehrine intikal olmuştur. Kur’an-ı Kerîm’i, fıkıh, fıkıh usûlü, nahv,
belağat, mantık ve başka dallarda bir çok metin ezberlemiştir. Alimlerin
meclislerinde hazır bulunmuş, onlardan
ders almış, hatta bu ilimlerden bir çoğunda üstün seviyeye ulaşmıştır. Bundan
sonra, tedris (ders okutma), te’lif (kitap yazma) ve fetva işleriyle
uğraşmıştır. Kadılık makamını üstlenmiş ve bu görevini kırk sene devam ettirmiş
ve vefatından iki yıl önce de bu görevinden ayrılmıştır.
O’nun ilim meclisi, öğrencilerle
dolup taşar ve bir çok ders olurdu. Öğrencileri O’ndan her gün on dersden fazla
çeşitli ilimlerde ders alırlardı.
Zeydî mezhebi âlimlerinin kaynağı
olması ve sünnet âlimlerinin tefsir, hadis ve hadis usûlüyle alâkalı
kitaplarını ellerinde tutmaları O’nun değerini ve yüksekliliğini göstermeye
yeter.
EN
ÖNNEMLİ ESERLERİ
Büyük Âlim Şevkâni’nin eserleri,
yaklaşık iki yüz yetmiş sekiz (278) adede ulaşmıştır. Bunlardan otuz sekiz
tanesi basılmıştır.
Bunlardan en meşhurları şunlardır:
Fethul-Kadîr fî Tefsîril-Kur’anıl-Kerim
1- İrşâdul-Fuhûl fî İlmil-Usûl
2- Neylul-Evtar Şerhul
Muntekal-Ehbar
3- Ed-Duraril-Mudiyye
4- El-Kavlul-Mufîd min
Edilletil-İctihadi vet-Taklîd
5- Es-Seylul-Cerrar alâ
Hadai’gil-Ezhar
6- El-Bedrut-Tali’ bi
Mehasinil-Karnis-Sabi’
7- Ed-Durrun-Nedid fi İhlâsi
Kelimetit-Tevhîd
VEFATI
Şeyh
Şevkânî, selef akîdesinin müdafaasından ve ilmin yayılması yolundaki
gayretlerle dolu bir hayattan sonra hicrî 1250 yılının Cemadul-Âhir ayında
vefât etmiştir.
Allah
O’ndan, İslam’a ve Müslümanlara vermiş olduğu hizmetlerinden dolayı razı olsun
ve geniş bir rahmetle rahmet etsin. –Amin-
بسم
الله الرحمن الرحيم
ALİMLERİN İHTİLAFLARINDA GÖNÜLLERİ YATIŞTIRMAK
Hamd,
Âlemlerin Rabbi olan Allah içindir. Salât ve selâm peygamberlerin efendisine,
temiz âilesine ve saygıdeğer ashâbına olsun.
Şunu
bil ki (Ey Müslüman Kardeşim!), müslümanlar arasında şu bidattir veya bidat
değildir, mekruhtur veya değildir, haramdır veya haram değildir veyahut başka
konularda görüş ayrılığı meydana geldiğinde, sahâbe zamanından günümüze kadar
(selef ve halef) –ki bu Muhammed-sallallahu
aleyhi ve sellem-'in
peygamber olarak gönderilişinden beri 13 asırdır- müçtehid âlimler arasın-da
dînî meselelerin herhangi birisinde, görüş ayrılığı meydana geldiğinde
yapılması gereken; meseleyi Allah Subhânehû’nun Kitabına ve Rasûlü -sallallahu aleyhi ve sellem-' in sünnetine
döndürmek olduğunda Müslümanlar ittifak etmiştir.
Allah
Teâlâ Kitabında şöyle buyuruyor:
﴾Eğer
bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah’a ve Rasûlüne döndürün ﴿
[2]
Allah Subhânehû’ya döndürmenin
manası; Kitabına döndürmek demektir. Rasûlü
-sallallahu aleyhi ve sellem-' e döndürmenin manası ise; vefatından
sonra sünnetine döndürmek demektir. Bunda Müslümanların tamamının arasında
ayrılık yoktur. Şayet müctehidlerden birisi “bu helaldir”, diğeri de “bu
haramdır” derse, o ikisinden biri diğerine nazaran, ondan daha çok ilim sahibi
veya yaşça ondan daha büyük veya da ondan daha önceki asırlarda yaşamış olsa
bile hakka daha uygun değildir. Çünkü o ikisinden her biri Allah’ın kullarından
bir ferttir ve temiz şeriatına, Allah’ın Kitabı ve Rasûlü -sallallahu aleyhi ve sellem-' in sünnetine
göre kendini ibadete adayandır. Ondan istenen, Allah’ın diğer kullarından
istediğidir. Onun ilminin çokluğu, ictihad derecesine ulaşması veya o dereceyi
aşması, Allah Teâlâ'nın diğer kullarına mesul kıldığı şeriatından muaf
tutmadığı gibi kullarının mükellef olduklarının hepsinden dışarı da çıkarmaz.
Bilakis âlim, ilminin her artışında sorumluluğu diğerlerine nazaran daha çok
artar. Böyle olmasa bile, Allah’ın onun
üzerine, insanlar açıklamasını zorunlu kılması, anlatmayla (tebliğle)
görevlendirmesi ve Allah’ın kullarına koyduğu kanunlarını izahıyla sorumlu
kılması yeterlidir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur:
﴾(Bir zamanlar) Allah,
kendilerine kitap verilenlerden “onu mutlaka açıklayacaksınız; onu asla
gizlemeyeceksiniz” diye söz almıştık ﴿ [3]
Allah Teâlâ buyurur ki:
﴾ İndirdiğimiz
apaçık delilleri ve irşad yollarını Kitapta insanlara açıklamamızdan sonra
gizleyenler… İşte onlara, hem Allah lânet eder, hem de lânet edebilecekler
lânet ederler.[4]﴿
Allah’ın az bir ilimle
rızıklandırdığı birisi olmasa bile, insanlara açıklamakla mükellef olması,
sorumluluk dairesinden çıkmayan ve zikrettiğimiz âlimlerden olması için
yeterlidir. Bilakis, bildikleriyle sorumluluğunu artırır. Günâh işlediklerinde
ise, onların günâhları, bir cahilin günahından daha şiddetli ve caza olarak da
daha çoktur.
Tıpkı Allah Subhânehû’nun cehâletle
kötülük işleyen ile ilimle amel edeni anlatması gibi. Yine birçok âyette,
Allah’ın şeriatına muhalif davranmaya cüret eden Kitabı bilmeleri ve onu
okutmalarıyla beraber Allah’ın şeriatına muhalif davranmaya cüret eden
yahudileri anlatması gibi. Allah onları birçok yerde yermiş ve onları şiddetli
bir azarlama ile azarlamıştır. Sahih bir hadiste Allah Rasûlü -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:
﴾Cehennemde ilk yakılacak olan,
insanlara emreden ama kendisi yapmayan, onları yasaklayan ama kendisi terk
etmeyen âlimdir. ﴿
Bütün bunlar bilinen bir iştir.
İlim, onun çokluğu ve ilim sahibinin meşhur olması, şerî sorumlulukları ondan
düşürmediği gibi, bilakis işini daha da zorlaştırır. Câhilin muhatap olmadığı
işlerle muhatap olur, câhilin mükellef tutulmadığıyla mükellef tutulur ve
günâhı daha şiddetli, cezası da daha büyük olur. Bu ise şeriat ilminde en az ilme sahip olanın bile inkâr
etmeyeceği bir olaydır. Bu konudaki âyet ve hadisleri toplasak pek çok kitap
olurdu. Bu araştırmada ki gayemiz bu değil. Bilakis bundan hedefimiz ve
kastımız, Kitap ve sünnette âlim, şerî sorumlulukta ve kullukta câhil gibidir.
Bununla birlikte sana bu iki sınıf arasındaki farklılığı açıklamıştık: Alim
sınıfı ve cahil sınıfı, bir çok sorumlulukta, cahilin üzerine gerekli olmayan
âlimin ayrıcalıkları.
{Âlim veya müctehid hata
ederse hiç kimsenin hatasında ona uyması caiz değildir. Bilakis Kitap ve
sünnetin delalet ettiği hakka dönmesi gerekir.}
Bununla belirlemiş olduk ki; ihtilaf
eden (ayrılığa düşen) alimlerden birinin veya onlara tabi olanlardan ve onları
taklid edenlerden birinin: Hakk falanın değil, filanındır, falanın dediği
filanın dediğinden hakka daha uygundur, diyemez. Bilakis onun üzerine gereken
(vacib olan) –kendisinde anlayış, ilim ve temyiz olanın- ihtilaf ettikleri
meseleyi Allah’ın Kitabına ve Rasûlü
-sallallahu aleyhi ve sellem-' in sünnetine döndürmesi gerekir. Her
kimin Kitap ve sünnetten delili varsa, hak onunla beraberdir ve hakka daha
uygun olanda odur. Her kiminde Kitap ve sünnetteki delili lehine değil de
aleyhineyse, o hatalıdır. Bu hatasından dolayı, onun üzerine bir günâh yoktur.
Şayet ictihadın hakkını tam olarak vermişse. Bilakis o, özrü bağışlanabilir ve
bununla beraber ecir alır.
Sahih bir hadiste sabit olduğu gibi
Allah Rasûlü -sallallahu aleyhi ve
sellem- şöyle buyurur:
﴾ Bir müctehid ictihad eder, bu ictihadında
da isabet ederse ona iki ecir vardır.İctihad eder ve bu ictihadında da hata
ederse ona bir ecir vardır.﴿
Hata işleyene ecir olması ona yeter.
Fakat bu, ancak müctehidin kendisi hata ederse mümkündür. Bununla birlikte
ondan başkası için, onun hatasına tâbi olması câiz değildir, onun özrü gibi
bağışlanmaz ve onun ecri gibi de ecir almaz. Bilakis, mükelleflerden ondan
başkasının üzerine vacip olan hatada onu taklidi terk etmesi ve Kitap ve
sünnetin işaret ettiği hakka dönmesidir. İlim ehli, ihtilaf ettiklerinde
meseleyi Kitap ve sünnete döndürürlerse kimin yanında Kitap ve sünnetten delil
varsa o, hakka isabet etmiş ve onunla uygun düşmüştür. Bu bir kişi bile olsa.
Yanında Kitap ve sünnetten delili olmayan ise hakka isabet etmemiş, aksine hata
etmiştir. Bunlar birçok kişi de olsa. Ne âlimin, ne öğrenenin ve ne de
anlamayanın –ihmalkâr olsa bile- “Hak; Kitap ve sünnetten delil, başkasının
elinde olsa bile, âlimlerden taklit edilenin elindedir” diyemez. Muhakkak ki bu
büyük bir cehalet, şiddetli bir taassup (körü körüne taklit) ve topluca insaf
(adalet) dâiresinden çıkmaktır. Çünkü hak, insanlarla bilinmez. Bunun aksine
insanlar hakla bilinirler. Müctehid âlimlerden ve araştırmacı imamlardan
hiçbiri mâsum (hatadan berî) değildir. Masum olmayan bir kişi, doğruyu
bulabileceği gibi hata da edebilir.
Bazen doğruda isabet eder, bazen de hata eder. Hatalarından doğruyu
ortaya çıkarmak ise Kitap ve sünnetten delile dönmekle mümkündür. Şayet onun
görüşü Kitap ve sünnete uygunsa o, doğruyu bulmuş (isabet etmiş), muhalefet
etmişse o, hatalıdır.
Bu anlattıklarımızın tümünde
büyüğü-küçüğü, önceki ve sonraki Müslümanlar arasında hiçbir ayrılık yoktur.
Bunu ilimde en az ve irfanda en düşük nasibi olan bunu bilir. Her kim bunu
anlamaz ise, bunu itiraf etsin, kendini suçlasın ve şunu bilsin ki, muhakkak ki
o, anlayışının ulaşamadığı ve gücünün yetmediği şeylere girmesi ve yapması ona
yakışmaz iken korkusuzca nefsine karşı suç işlemiştir. Onun üzerine düşen
kalemini dilini tutup, ilim talebiyle meşgul olmaktır.
Yine Kitap ve sünnetin marifesine,
manalarını anlamasına ve ikisi arasındaki delaletleri ayırmasına ulaştıran
ictihad ilimlerinin talebine kendini adaması gerekir. Kendisinde, sahihiyle
zayıfını ve kabul olunanla reddolunanı ayırt edinceye kadar, sünnet ve ilimlerinin
bahsiyle çalışmalı ve onların sözleriyle istediğine ve doğru yola ulaşana
kadar, bu ümmetin selefine ve sonraki büyük imamların sözlerine bakmak
zorundadır. Şayet bunu yapmaz ve daha önceki anlattıklarımızla iştiğal olmazsa
(uğraşmazsa) bu ilimleri öğrenmeden önce elinden kaçırdıklarına büyük bir
pişmanlıkla pişmanlık duyar. Kendisini ilgilendirmeyen ve bilmediği meselelerde susması temenni olunur.
Bizi şu sözüyle edeplendiren
Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve
sellem-' in sözü ne kadar da güzeldir:
﴾Allah, hayır söyleyen yahut da susan
kuluna rahmet etsin.﴿
Bu kişi; âlimlere taassupla nefsini
uğraştıran ve Allah’ın muhakkak olması gereken (ilimlerde kalbini açmadığı) bir
kimsenin ilimde konuşması, bilmediği bir şeyde tashihe (düzeltmeye) gitmeyen ve
birisine, “sen hata ettin demesine” engel olan, gerçek bir anlayışla anlamayan
ve ne hayır söyleyen ne de susan, Rasûlullah
-sallallahu aleyhi ve sellem-' in irşâd ettiği edeple edeplenmeyendir.
O halde bütün bu zikrettiklerimizle
Allah’ın Kitabına ve Rasûlü -sallallahu
aleyhi ve sellem-' in sünnetine dönmenin vücûbiyeti, Allah’ın Kitabı ve bütün
Müslümanların icmasıyla senin için sabit oldu. Yine insanlardan her kim,
âlimlerin, meselelerden birinde, ihtilafları anında âlimlerden hata edenin, bu
yoldan başkasıyla bilineceğini iddia ederse o, Allah’ın Kitabına ve bütün
Müslümanların icmasına aykırı davranmıştır. Gel gör ki; -Allah sana doğru yolunu
göstersin- bu batıl iddiasıyla nefsine hangi suç ile suç işledi ve bu büyük
hata ile hangi musibette vuku buldu. Ve kendisine fayda getirmeyen konuşma, onu
hangi büyük sıkıntıya sürükledi.
İşte ben burada, kimin elinde hak
var, kimin elinde de gayrisi var, taki bunu gerçek bir hak ile bilene kadar ve
doğruyu bulanı hatalıdan ayırmak için Allah’ın Kitabına ve Rasûlü -sallallahu aleyhi ve sellem-' in sünnetine
döndürmenin keyfiyetini, ilim ehli arasındaki zikrettiğimiz ihtilaftan
(ayrılıktan) birini bir misal ile açıklayacağım. Şayet bir şey için misaller
verilir ve şekil tasavvur edilirse irfanda hazzı ve ilimde nasibi olmayanı bir
tarafa bırak hatta sahih bir anlayışı ve selim bir aklı olan birisine gizli
kalmaz ve güzel bir açıklıkla ortaya çıkar.
Bu mesele –misal olarak
zikrettiğimiz ve izah olarak yazdırdığımız- ki özellikle bu günlerde asrımız ve
belde ehlimizin dilinden düşürmediği, bazı sebeplerle gizli kalmamaktadır.
O mesele ise: “Tıpkı insanların
mescidlerin üzerine bina yapmaları ve kabirlerin üzerine kubbeler yapmaları
gibi kabirlerin yükseltilmesi ve üzerlerine binalar kurulmasıdır”
Biz deriz ki: Şunu bil ki, sahabeden
–Allah onlardan razı olsun- bu yana öncekiler, sonrakiler ve günümüze kadar ki
insanlar, kabirlerin yükseltilmesi, üzerine bina kurulması, Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-' in yasakladığı
ve şiddetli tehdidin olduğu beyanında geleceği gibi bidatlerden bir bidat
olduğuna ittifak etmişlerdir. Buna Müslümanlardan hiçbiri muhalefet etmemiştir.
Fakat imam Yahya b. Hamza[5]’nın
bir yazısında seçkin insanların kabirlerinin üzerine meşhed ve kubbe
yapılmasının sakıncası olmadığını belirtmiştir. Bunu ondan başkası söylememiş
ve ondan başkasından da rivâyet olunmamıştır. Zeydiyyeden, fıkıh kitaplarında
müelliflerden bunu zikredenler de, onun sözüne uymuşlar ve onu taklit
etmişlerdir. Onun asrında veya ondan sonra yaşayanların ne ehli beytten ve ne
de başkalarından hiç kimsenin bu sözü söylediğini biz bulamadık. “Bahr”[6]
kitabının sahibi ki o, Zeydiyye Mezhebinin büyük imamlarından olup,
mezheplerinin kendi içlerindeki ayrılıklarında açıklama yeri, kendi aralarında
ve başkalarındaki ayrılıklarda kaynak kitaplarındandır. Bununla beraber,
müctehidlerin sözlerinin çoğunluğunu ve fıkhî meselelerdeki ihtilafları, bu
asırlardaki ve bu diyarlardakilerden, her kim meselelerdeki ayrılıkları ve
müctehidlerden olumlu veya olumsuz kişilerin sözlerini öğrenmek isterse, bu
kitap bunları içermiş ve kaynak kitap halini almıştır. Bu değerli kitabın
sahibi, bu sözü –üstün kişilerin kabirlerinin üzerine kubbeler ve meşhedler
konmasının caizliliğini kastediyorum- imam Yahya’dan başkasına nispet
etmemiştir. Kitabında şöyle demektedir: “İmam Yahya’nın meselesi ise;
Müslümanların bunu kullanmalarından ve kimseninde bunu inkâr etmemesinden
dolayı kralların ve üstün kişilerin kabirlerinin üzerine kubbeler ve meşhedler
konulmasında bir besi yoktur.”
Bu sözden, bunu imam Yahya’dan
başkasının söylemediğini öğrenmiş oldun. Yine dayandığı delilinde, inkâr
olmaksızın Müslümanların bunu kullanmasını getirdiğini öğrendin. Daha sonra
“Bahr” kitabının sahibi, imam Yahya’nın dayanmış olduğu bu delilini “Ğays”[7]
kitabında zikretmiş, onunla yetinmiş ve ondan başkasını da delil olarak
getirmemiştir. Bu hilafın imam Yahya ile, sahabe, tabiin, öncekiler, ehli beyt,
sonrakiler, dört mezhep sahibi ve başkalarıyla, önceki ve sonraki müctehidlerin
hepsinden olan âlimler arasında olduğu senin için ortaya çıkmış oldu. İmam
Yahya’dan sonra gelen müelliflerden birinin eserlerinde onun sözünü aktarması
buna engel teşkil etmez. Bir sözün mücerret bir şekilde hikâyesi, hikâye edenin
onu seçtiğine ve o yol üzere gittiğine delalet etmez. İlim ehlinden olan
birini, onun bu sözünü söyler ve onun görüşünü tercih ettiğini bulursan; şayet
o şahıs imam Yahya’nın getirdiği delile dayanıp, onun sözünü söyleyen bir
müctehid ise, yine buna engel teşkil etmez. Şayet müctehid değilse, ona
muvafakat etmesi itibara alınmaz. Çünkü taklit edenlerin değil, müctehid
imamların sözüne itibar olunur.
Doğrunun, imam Yahya’nın mı, yoksa
ondan başka ilim ehlinden olanların yanında mı olduğunu öğrenmek istersen,
yapman gereken; bu ihtilafı Allah’ın bize döndürülmesini emrettiği yere
döndürmektir. O da Allah’ın Kitabı ve Rasûlu
-sallallahu aleyhi ve sellem-' in sünnetidir.
Şayet bu döndermedeki yapılacak şeyi
bana açıkla, tâki fayda tamamlansın, hak, gayrisinden, bu meselede doğruyu
bulan hata eden ortaya çıksın, dersen…
Ben de derim ki: Söyleyeceklerime
iyice kulak ver, anlayışını ve zihnini açık tut. İşte ben sana istenilenin
keyfiyetini açıklayacağım ve sana beyan edeceğim. Bundan sonra zihnini meşgul
edecek bir şüphe ve zihninde bir karışıklık kalmayacak.
Ben derim ki: Allah Subhânehû şöyle
buyurur:
﴾ Peygamber
size neyi verirse, onu alın; neden sizi nehyederse, ondan da sakının. ﴿
[8]
Bu âyette, kulların üzerine,
Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve
sellem-' in söylediklerini yerine getirmek, onu almak ve Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-' in
nehyettiklerini (yasakladıklarını) bırakmak ve onu terk etmenin zorunluluğu
vardır.
Allah Subhânehû ve Teâlâ şöyle
buyurur:
﴾(Ey Muhammed) De
ki: Şayet Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olun ki, Allah’ta sizi sevsin. ﴿[9]
Bu âyette de, kullarından her bir
kulun üzerine vâcip olan Allah sevgisinin Allah Rasûlü -sallallahu aleyhi ve sellem-' e ittibaya (uymaya) bağlı olduğu vardır. Şayet
bu, muteber bir şekilde kulun Rabbisine olan sevgisinin bir ölçüsüyse; muhakkak
ki o, Allah’ın o kulu sevmesine hak etmesinin bir sebebidir.
Allah Subhânehû şöyle buyurur:
﴾ Her kim Peygambere itaat ederse, Allah’a
itaat etmiş olur.﴿[10]
Bu âyette, Rasûle itaatin Allah’a
itaat olduğu vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
﴾Her kim Allah’a ve Peygambere itaat
ederse, işte böyleleri (kıyâmet gününde), Allah’ın
kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddîkler, şehidler ve sâlihlerle
beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar. ﴿ [11]
Allah, Allah’a ve Rasûlüne itaat
edene mutluluğu uygun görmüştür. Bu mutluluk ise derece olarak kulların en
yükseği, menzil olarak da en âlâsı olan bu kullarla beraber olmasıdır. Allah
Teâlâ şöyle buyurur:
﴾Kim Allah’a ve Peygamberine itaat
ederse, O da onu, içinde dâimî kalacağı, (ağaçları) altından
ırmaklar akan cennetlere sokar; bu da en büyük kurtuluştur. Kim de Allah’a ve
Peygamberine isyan ve O’nun kanunlarına tecavüz ederse, O’ da onu, içinde dâimî
kalacağı ateşe sokar. Onun için zelîl edici bir azâb vardır. ﴿
[12]
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
﴾Kim, Allah’a ve Peygamberine itaat
eder ve O’ndan korkar, sakınırsa, işte kurtuluşa erenler de bunlardır. ﴿
[13]
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
﴾Allah’a itaat edin, Rasûlüne de
itaat edin. ﴿[14]
Allah Teâlâ Rasûlüne şöyle demesini
buyurmuştur:
﴾ Allah’tan
korkun ve bana itaat edin. ﴿[15]
Bu manaya delalet eden âyetlerin
hepsi otuzdan fazladır. Bu zikrettiklerimizin tamamından, Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-' in
emrettiklerini ve nehyettiklerini almak ve O’na tâbi olmak, Allah Subhânehû’nun
emriyle vâcip olduğu, Rasûlullah
-sallallahu aleyhi ve sellem-' e olan itaatin Allah’a itaat olduğu,
Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve
sellem-' den gelen emrin, Allah’tan gelen bir emir olduğu ortaya çıkar.
Sana, Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-' den gelen,
kabirlerin yükseltilmesi ve üzerine bina kurulması hakkındaki hadisini,
düzlemenin ve yükseltilmiş olanın da yıkılmasının vacipliliğini açıklayacağız.
Fakat biz burada alçaltmanın ve düzlemenin hükmüyle alakalı bazı şeylerin
zikriyle başlayacağız. Sonra, bu araştırmaya göz geçiren birinin bilmesi
amacıyla, imam Yahya’nın ve ondan başkasının türbeler ve meşhedler meselesinde,
istenilenin Allah’ın döndürülmesini emrettiği, Allah Subhânehû’nun Kitabı ve
Rasûlü -sallallahu aleyhi ve sellem-' in
sünneti olduğunun zikriyle bitireceğiz. Hepsinin zikredilmesini bir tarafa
bırakın, hatta bazısının zikri bu meselede yeterli, razı edici ve fayda
sağlayıcı olur. Bunun yanında, kabirlerin yükseltilmesinin bu ümmet için büyük
bir fitne ve bunun şeytanın apaçık tuzaklarından bir tuzak olduğunu her
anlayabilen için açıklayacağız. Allah Subhânehû ve Teâlâ’nın yüce Kitabında
haber verdiği gibi, daha önceki ümmetleri şeytan bununla kandırmıştır. Bunların
ilki de Nuh -aleyhisselâm-' ın kavmidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
﴾Nûh yine demişti ki: “Rabbim! Onlar
bana karşı geldiler ve malı ve çocuğu, kendisinin ancak hüsranını artıran
kimseye uydular.””Büyük büyük tuzaklar kurdular ve dediler ki: Sakın
ilâhlarınızı terk etmeyin. Vedd’i, Suva’ı, Yağûs’u, Ya’ûk’u ve Nesr’i
bırakmayın.” [16]﴿
Bunlar, Âdemoğullarından Sâlih
kimseler idiler. Onlara uyanlar ve taklit edenler, gittikleri yoldan gidenler
vardı. Bu kişiler öldüklerinde onları taklit edenler dediler ki: Şayet onların
resimlerini çizersek, onları hatırladığımızda bu ibadete olan şevkimizi artırır.
Ve onların resimlerini yaptılar. Onlar öldüğünde, başkaları geldi ve iblis
onlara gizlice yanaşarak şöyle dedi: Onlara ibadet ediyorlardı (tapıyorlardı),
onlarda onlara yağmur indiriyorlardı. Onlar da onlara ibadet ettiler, ardından
da Araplar onlara ibadet ettiler. Sahihi Buhari de İbnu Abbas’tan bu şekilde
rivâyet olunmuştur.
Seleften bir topluluk şöyle
demiştir: “Bunlar, Nûh kavminden bir topluluk idiler. Bu insanlar öldüklerinde
kabirleriyle meşgul oldular. Sonra onların resimlerini çizdiler. Sonra da bir
zaman geçince onlara taptılar. Buhari, Muslim ve başka hadis kitaplarında Hz.
Âişe’den –-Allah O'ndan razı olsun- gelen rivâyette şöyle der:
Ümmü Seleme -Allah O'ndan razı
olsun- Habeşe’de gördüğü bir kiliseyi ve içinde gördüğü resimleri Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-' e anlattı.
Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
şöyle buyurdu: “Onlar öyle bir topluluktur ki, Salih bir kul Salih bir kişi
öldüğünde, kabrinin üzerine mescid kurarlar ve resimlerle içini süslerler.
Bunlar Allah katında yaratılmışların en şerlileridirler.”
Allah Teâlâ’nın: ﴾Gördünüz
mü o Lât ve Uzzâ’yı?﴿[17]
âyeti hakkında İbni Cerîr şöyle der: Onun için buğday (ya
da arpa) ezerler ve kabirle meşgul olurlardı. (Vakitlerini kabirle
doldururlardı.)
{
Kabirlerin Üzerine Bina Kurmanın Yasaklanmasının Sünneti Mutahharadan
Delilleri }
Sahihi Muslim’de Cundub b. Abdullah
el-Becelî’den gelen bir rivâyette o şöyle dedi: Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-' i vefât
etmeden önce şöyle derken işittim:
﴾Beni dinleyin! Sizden öncekiler
peygamberlerinin kabirlerini mescidler edinirlerdi. Bana kulak verin! Kabirleri
mescidler edinmeyin. Muhakkak ki ben sizi bundan yasaklıyorum. ﴿
Buhari ve Muslim’de Hz. Âişe’nin
-Allah O'ndan razı olsun- rivâyetinde o, şöyle dedi: Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-' in vefâtı
yaklaşınca, elbisesini yüzünü örtmeye başlar, acıları artmaya başlatınca da
yüzünü açardı. O bu hal üzere iken şöyle buyurdu:
﴾Allah’ın lâneti yahudi ve
hristiyanların üzerine olsun. Çünkü onlar, peygamberlerinin kabirlerini
mescidler edindiler. ﴿
Yahudi ve hristiyanların
yaptıklarından ümmetini sakındırıyordu. Şayet böyle olmasaydı, onun da kabri
yükseltilirdi. Ancak kendisi kabrinin mescid edinilmesinden korkmuştu.
Buhari ve Muslim’de İbnu Abbas’tan
–Allah O’ndan ve babasından razı olsun-
aynısı zikrolunur.
Yine
Buhâri ve Muslım’de Ebu Hureyre –-Allah O'ndan razı olsun- hadisinde,
Allah Rasûlu -sallallahu aleyhi ve
sellem- şöyle buyurur:
﴾Allah yahudi ve hristiyanların
balâsını versin! Peygamberlerinin kabirlerini mescidler edindiler. ﴿
Buhari Ve Muslım’de Hz. Âişe -Allah
O'ndan razı olsun- hadisinde O şöyle dedi: Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ölüm yatağında
iken şöyle dedi:
﴾Peygamberlerinin kabirlerini
mescidler edinen yahudi ve hristiyanlara Allah lânet etsin. ﴿
Mescid edinilmesinden korkarak kabrini gösterdi.
İmam Ahmed Musnedinde iyi bir
isnadla rivâyet ettiği İbnu Mesud hadisinde Allah Rasûlu -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:
﴾İnsanların en şerlileri, kabirleri
mescidler edinen ve hayatta oldukları halde kıyâmet saatini idrâk edenlerdir. ﴿
Ahmed ve Sünen Ehlinin rivayet
ettikleri Zeyd b. Sabit hadisinde Allah Rasûlu
-sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:
﴾Allah, kabirleri çokça ziyaret eden
kadınlara, üzerine mescidler bina edenlere ve oraları ışıklandıranlara lânet
etsin. ﴿
Sahihi Muslim ve başka hadis
kitaplarında Ebul-Hayyac el-Esedî’den gelen rivayette o şöyle dedi:
Ali b. Ebi Talip –Allah O’na rahmet
etsin- bana şöyle dedi: “Sözüme kulak ver! Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-' in beni
gönderdiği şeyle seni gönderiyorum. O da, yok edilmemiş hiçbir heykel ve dümdüz
edilmemiş yükseltilmiş bir kabri bırakmaman.
Yine sahihi Muslim’de Şamâme b.
Şufeyyin’den aynı zikredilmiştir. Bunda, yükseltilmiş her kabrin, meşru olan
miktarın seviyesine ulaşıncaya kadar düzlenmesi gerektiğine büyük bir işaret
vardır. Kabirlerin yükseltilmesinden ise; tavanını yükseltmek veya üzerine
kubbeler ve mescidler yapmaktır. Muhakkak ki bu şeksiz şüphesiz yasaklardandır.
Bunun içindir ki Nebi -sallallahu aleyhi
ve sellem- mü’minlerin emiri Hz. Ali’yi –Allah O’ndan razı olsun- onların
yıkımı için göndermiştir. İmam Ahmed, Muslim, Ebu Davud ve Tirmizi’nin
çıkardıkları, Nesâi ve İbnu Hibban’ın sahihledikleri Cabir hadisinde o, şöyle
dedi:
“Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- kabri
kireçlemeyi, üzerine bina kurmayı ve üzerinde yürümeyi yasakladı.”
Bu hadisi çıkaranlar Muslim
hadisinde “ve üzerine yazı yazılmasını” ibaresini ziyade etmişlerdir. Hakim
şöyle dedi: Yazı yazmaktan yasaklayan hadis, Muslim’in şartı üzeredir ve o
sahih gariptir.
Bunda ise, kabirlerin üzerine bina
kurmanın yasaklanmasının beyanı vardır. O, birçok insanların kabirleri bir
zir’a (kolun dirsekten orta parmak ucuna kadar olan kısmı) veya daha fazlasını
yükseltmeleri gibi, kabir çukurunun yanının üzerine bina yapmaya tam
uymaktadır.
Çünkü o, kabrin kendisini mescid
yapması mümkün değildir. Bu, kabrin başında ona bitişik olan, yine kabrin
yanlarına yakın bina kuranla tam uymaktadır. Tıpkı kubbelerin, mescidlerin ve
büyük meşhedlerde kabrin, ortasında veya yanında olması gibi. Muhakkak ki bu
kabrin üzerine yapılan binadır. Bu, en aşağı anlayışa sahip birine gizli
kalmaz. Şöyle denildiği gibi: Sultan, falanca şehrin veya köyün üzerine surlar
bina etti. Yine, falanca, filanca mekanın üzerine mescid inşa etti denilmesi
gibi. Bununla beraber, binanın tavanı ancak şehrin , köyün veya o mekânın hemen
yanın değil de yan tarafına bina edilmiştir. Binanın kurulduğu yan taraflarla,
küçük şehir, küçük köy ve dar mekân veya büyük şehir, büyük köy ve geniş
mekânda olduğu gibi ortadan uzak olması arasında bir fark yoktur. Her kim, arap
dilinde bu söylediğimizden alı koyan bir şeyler olduğunu iddia ederse o, ne
arap dilini biliyor, ne kendi dilini anlıyor ve ne de ne dediğini idrak ediyordur.
Bu anlaşıldıktan sonra, kabirlerin
yükseltilmesi, üzerine kubbeler, mescidler ve meşhedler konulmasını, Allah
Rasûlu -sallallahu aleyhi ve sellem-
bunu yapanı daha önce geçtiği gibi bazen lânetliyor ve bazen de şöyle
buyuruyor:
﴾Peygamberlerinin kabirlerini
mescidler edinen topluluğa karşı Allah’ın gadabı şiddetlenmiştir. ﴿
Bu ma’siyeti yapmalarından dolayı
Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Allah’ın gadabının şiddetlenmesi için onların aleyhine dua etmiştir. Bu da
Sahih’de sabittir. Bazen de ondan yasaklamıştır. Bazen de onu yıkacak birini
görevlendirmiştir. Ve bazen de onun, yahudi ve hristiyanların bir fiili
olduğunu bayan etmiştir. Bazen de şöyle buyurmuştur:
﴾Kabrimi put edinmeyin. ﴿
Bazen de şöyle buyurmuştur:
﴾Kabrimi bayram yeri edinmeyin. ﴿
Yani, orada toplanılan bir mevsim
yeri edinmeyin. Tıpkı, kabre tapanların bir çoklarının yaptığı gibi.
Ölülerden itikat ettiklerinin
kabirlerine belli vakitler tayin edip, kabirlerinin yanında toplanıyor, bazı
ibadetler yapıyor ve kendilerini ona adıyorlar. Aynen, onları yaratan, rızk
veren, sonra öldüren ve dirilten Allah’a ibadeti terk edip, ne kendisine fayda
sağlayabilen ve ne de kendisinden zararı def etmeye güç yetiremeyip, toprak
katmanlarının altında olan Allah’ın kullarından bir kula ibadet eden, bu yardım
terk edilenlerin fiilleri, insanlardan her biri tarafından bilindiği gibi.
Allah Rasûlu -sallallahu aleyhi ve
sellem-' in Allah’ın emretmesini söylediği bir sözünde şöyle buyurduğu gibi:
﴾Ben kendime, ne bir fayda ve ne de
bir zarar vermeye sâhibim. ﴿[18]
Yarattıklarından, İnsanların
Efendisi ve Allah’ın Dostu’nun nasıl kendine ne bir fayda ve ne de bir zarar
vermeye sâhip olmadığını söylemesine bir bak! Yine şöyle buyurmuştur Allah’ın
Rasûlu Hz. Muhammed -sallallahu aleyhi
ve sellem- :
﴾Ey Muhammed’in kızı Fatıma!
Allah’tan sana hiçbir fayda sağlayamam. ﴿
Allah Rasûlu -sallallahu aleyhi ve sellem-' in kendi
nefsinde, en yakın dostlarında ve kendine en sevgili gelenler içinde sözü
buysa, masum olarak gönderilmiş peygamberlerden olmayan diğer ölüler için ne
söylenilebilinir? Bununla beraber, onlardan birinin yanında varılacak yer, o,
bu ümmeti Muhammed’in fertlerinden bir ferttir, bu İslam milletinin ehlinden
birisidir ve o en âcizidir.Yine kendisine ne bir fayda ve ne de bir zarar
vermede en âciz olanıdır.
Tıpkı Allah’ın haber verdiği gibi,
O’nunda ümmetine haber verdiği, kendisine ne bir fayda ve ne de bir zarar
vermeye sâhip olmadığını, en yakın akrabalarına bile Allah’tan bir fayda
sağlayamayacağını haber verdiği ve bunu insanlara demesini emrettiği Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-' in âciz
kaldığı bir şeyden, nasıl olur da o şahıs âciz olmaz.
Kendi nefsi için bu sözü söyleyen
Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-' in
ümmetinin fertlerinden bir şahıs, ondan ilim bakımından daha aşağı konumda olan
veya irfanda daha az hazzı olan birinin ona fayda veya zarar vermesini istemesi
ne kadar da gariptir! Durum ise; muhakkak ki o, onun şeriatına tâbi olan bir
ferttir. Senin kulakların –Allah seni doğru yoluna iletsin- kabirlere tapanlarda
vuku bulan bu sapıklıktan daha büyük bir sapıklık duydu mu? İnnâ Lillâhi ve
İnnâ ileyhi Raciûn. (Biz Allah’a âidiz
ve yine O’na döndürüleceğiz.)
Bunu güzel bir şekilde
“ed-Durrun-Nedid fî ihlasi Kelimetit-Tevhîd” adlı kitabımızda açıkladık. Bu
kitap ise insanların elinde mevcuttur.
{
Cahillerin gâfil olmaları, kabirlerin yüceltilmesi, üzerine kubbeler ve
meşhedler konmasının münâsip olduğu görüşüne vararak şirkte vuku bulmaları }
Hiç şüphe yok ki, ölüler hakkındaki
bu inancın başlamasının en büyük sebebi, şeytanın insanlara kabirlerin
yükseltilmesini, üzerine örtüler konmasını, kireçlenmesini, en güzel zînet
eşyalarıyla süslenmesini ve en güzel bir şekilde güzelleştirilmesini süslü
göstermesidir. Cahil birisi üzerine kubbe inşa edilmiş kabirlerden birini
gördüğünde oraya girer ve kabirlerin üzerindeki çok güzel örtüleri, parıldayan
lamba ışıklarını ve güzel bir buhurluktan güzel bir kokunun yayıldığını görür.
Hiç şüphe yok ki, kalbi o kabrin yüceltilmesiyle dolar. (O kabri yüceltme
ihtiyacı hisseder. Zihnini orada yatan ölünün menzilesini düşünmekle daraltır.
Ve ona hayranlık, saygı ve hürmet göstermeyi hissettirir. İslamdan yavaş yavaş
uzaklaştı-ran, şeytanın Müslümanlara en büyük tuzağı ve kulların
sapıtmalarındaki en şiddetli vesilesi olan şeytânî inançlardan eker ve
nihayetinde o, ancak Allah Subhânehû’nun yapabileceği şeyleri kabrin sahibinden
talep eder ve bu davranışıyla müşriklerden sayılır yani müşriklerden olur. [19] Bu şirke, daha önce saydığımız sıfatlara
bürünen kabri, ilk defaki ziyaretinde ve ilk görüşünde ulaşır. Öyleyse, bu
ölünün misali gibi, hayatta olanlardan gelen bu önemli ihtimamın, ancak
olmasını istedikleri dünyevî veya uhrevî bir faydadan dolayı olduğunu muhakkak
aklına getirmesi gerekir. Benzeri alimlerden gördüklerine nisbeten, o kabrin
ziyaretinde, kendini ona adamalı, rükunlarına göre davranmalı ve kendini onun
karşısında küçük görmelidir.
{Cahillerin mallarını yemek için
kabir bekçilerinin hilesi}
Muhakkak ki şeytan, Âdemoğullarından
olan kardeşlerinden bir guruba, o kabrin başında durup, ziyarete gelenleri
aldatmalarını, onlara bu işi fecî göstermelerini, gafillerden olanın doğru bir
şekilde anlamayacağı, kendilerinden bazı işler üretmelerini ve bu işleri de
ölüye nisbet etmelerini memur kılmıştır.
O ölü için, bazı şeyleri içine alan
yalanlar uydurup, bunun adını keramet koyarak insanlar arasında bunu yayar ve
meclislerinde insanlarla bir araya geldiklerinde sürekli tekrar ederler. Ölüye
karşı hüsnü zanda bulunan birisi bunu kabul edip, bu haberi yayar. Aklı da onlardan
gelen yalanları kabul eder. Onu duyduğu gibi başkasına aktararak,
toplantılarında onunla konuşur. Cahiller de şirkî itikatta büyük bir felakette
vuku bulurlar. O ölüye en güzel mallarını adak olarak adarlar. Onlara
yöneldikleri zaman büyük bir hayır ve ecir kazandıkları inancı ile kabir için
emlaklarından, kalplerine en sevgili geleni ayırırlar. Bunun büyük bir
yakınlaşma, fayda verici bir itaat ve kabul edilen bir iyilik olduğuna
inanırlar. Bu maksatlarına da, şeytanın Âdemoğullarından olan, o kabrin başına
koyduğu kardeşlerinin sayesinde ulaşır. Onların, o fiilleri yapmalarının, o
korkutmalarla insanları ürkütmelerinin ve o yalanlarla yalan söylemelerinin
sebebi, düzgün konuşamayan ve anlamayan avamın dünyalıklarından (mallarından)
bir şeyler elde etmek içindir. Bu lânetlenmiş vasıta ve iblîsî vesîleyle
kabirler üzerine kurulmuş vakıflar çoğaldı ve büyük bir adede ulaştı. Hatta
meşhurlar üzerine vakfedilenler aşırılıklara vardı. Onlardan, vakfedilenler bir
araya getirilse Müslüman köylerinden büyük bir köy ehline yeterdi. Şayet o
batıl olan vakıflar satılsaydı Allah onunla fakirlerden büyük bir topluluğu
zenginleştirirdi. Hepsi de Allah’a ma’siyette yapılan adaktır. Rasûlullah
-sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:
﴾ Allah’a
ma’siyette adak yoktur. ﴿
O yine Allah’ın rızası istenmeyen
adaktandır. Bununla beraber onun hepsi, onu yapanın Allah’ın gazabına müstehak
olduğu adaklardandır. Çünkü bu adaklar, ölüler hakkındaki ulûhiyye itikadında
dinde ayakların kayması sonucuna doğurur. Ve bu adak onun en sevdiği
mallarından olmasına müsamaha edilmez. Kalbini ona bağlaması ancak şeytanın
kalbine o kabre ve sahibine karşı muhabbet, yüceltme ve takdis etmesi ve İslama
salimen dönemeyeceği itikadında aşırılığa gitmesidir. Aşırılıktan Allah’a
sığınırız.
Hiç şüphe yok ki, şayet onlardan
ölünün kabrine yapmış oldukları adaklarını, itaatlerden bir itaate ve
yakınlaşmalardan bir yakınlaşmaya yapılması istenseydi, bunu yapmazdı,
yapamazdı. Şeytanın bunlarla oynamasının nereye ulaştığına bir bak! Ve onları
dibi olmayan bir kuyuya nasıl attığına!
Bu bozulmaların sebebi, kabirlerin
yükseltilmesi, üzerine bina dikmek, süslemek ve onu kireçlemektir.
{ Kabrin
yükseltilmesinden kaynaklanan bozulmalar-dan bir tanesi de, kabrin yanında
kurban kesmektir. }
Bu, sahibinin İslam duvarının
arkasına atılmasına ulaştıran bozulmalardan bir tanesidir.
Onlardan birileri ellerinde bulunan
en iyi hayvanı ve sahip olduğu büyük baş hayvanlardan en güzelini getirerek o
kabrin yanında, kabrin sahibine yakınlaşmak için kurban ederler. Onunla
putlardan bir puta tapıyorlar. Çünkü, zira put diye isimlendirilen dikili
taşlara kurban kesmekle, kabir diye
isimlendirilen ölünün yattığı yer arasında bir fark yoktur. Arasındaki
farklılık sadece isimlendirmededir ve haktan hiçbir şey ifade etmez. Ne haram
kılmaya ve ne de helal kılmaya etkilemez. Her kim içkinin adına ve içmesine
başka bir isim takarsa bu, Müslümanların tümü katında ihtilafsız, onun
içilmesinin hükmünde hiçbir değişiklik yapmaz. (Yani içki içkidir ve haramdır.
Bunun adına ne derseniz deyin.)
Hiç şüphe yok ki, kurban kesmek
kulların Allah’a taptıkları, hediyeler ve kurbanlık hayvanlar gibi ibadet
çeşitlerinden bir çeşittir. Onunla kabre yaklaşan ve kabrin yanında kurban
kesen kişinin, onu yüceltme, kerameti, hayrı çekme ve şerri kendisinden def
etme amacından başka bir şey değildir. Hiç şüphe yok ki bu bir ibadettir. Sana
onu duyman şer olarak yeter. Allah’tan başkasında güç ve kudret yoktur. Biz
Allah’a âidiz ve yine O’na döndürüleceğiz. Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-
şöyle buyurur:
﴾ İslam
da hayvanı boğazlamak yoktur. ﴿
Abdurrezzak şöyle dedi: “Kabir
yanında hayvanı boğazlıyorlardı. Yani inek veya koyunu.[20]
{Araştırmanın
Son Bölümü}
Bunların hepsinden sonra, en açık
sonuçla sonuçlanan, en yüksek sesle seslenen, en açık delile işaret eden ve
daha açık bir faydayla fayda veren delillerle “Bahr” kitabının, imam Yahya’dan
rivayet ettiği görüşlerin, alimlerin hatalarından bir hata ve müctehidlerin
vuku bulabileceği cinsten bir hata olduğu öğrenilmiş oldu. İşte insanoğlu böyledir.
Masum ise; Allah’ın masum kıldığıdır. Her âlimin sözü kabul da edilir, red de.
Bununla beraber –Allah ona rahmet etsin- insaf olarak imamların en
büyüklerinden, en çok hakkı ve doğru yolu arayanlardandır imam Yahya. Fakat
biz, kabirlerin üzerine kubbeler bina edilmesi sözünün başkalarına muhalefet
ettiğini gördük. Biz bu ihtilafı Allah’ın bize döndürmemizi emrettiği Kitap ve
sünnete döndürdük. Orada daha önce anlattığımız şeylere delalet eden apaçık
deliller bulduk. Bu delillerin, bunu yasakladığını, bunu yapana ve ona dua
edene lâneti, Allah Teâlâ’nın onlara karşı gazabının şiddetlendiğini, bunun
şirke götürdüğünü ve İslamdan çıkma-ya vesile olduğunu daha önce açıklamıştık.
Şayet imamlardan bazıları veya hepsi
imam Yahya’nın dediği gibi derse bile, sözleri onlara geri iade edilir.
Araştırmamızın başında anlattığımız gibi. Bunu söyleyen kişilerden bir tanesi
olursa durum nasıl olur!?
Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- şöyle buyurur:
﴾ Bir işte bizim bir emrimiz yoksa o,
reddolunur. ﴿
Kabirlerin yükseltilmesi, üzerine
kubbeler ve mescidler inşa edilmesi hakkında daha önce öğrendiğimiz gibi
Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-' in bir emri yoktur. Öyleyse, bu
ameller söyleyene geri iâde edilir. Allah Subhânehû İslam Şeraitini, Kitabına
ve Resûlü -sallallahu aleyhi ve sellem-' in lisanına indirdiğini insanlar için
şeriat (uyulması gereken kurallar) yapmıştır. İlimde en yüksek mertebeye ulaşsa
bile hiçbir âlim, konumu ne olursa olsun Kitap ve sünnete veya bu ikisinden
birine muhalefet edemez. Bununla beraber, ictihad ettikten sonra hatada vukû
bulursa, onun için ecir vardır. Ondan başkasının bu hatasında ona tâbi olması
câiz değildir. Bunları araştırmamızın başında anlatmıştık.
{FAYDA}
İmam Yahya’nın kendisine delil
olarak getirdiği “Müslümanların bunu yapması ve kimsenin de onu inkâr etmemesi”
sözü geçersizdir. (Kendisine iâde olunur.) Çünkü Müslümanların âlimleri,
Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-' in, bunu yapana lânet olduğu
hadisini, her asırda rivâyet etmektedirler. Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve
sellem-' in bunun yasaklanmasında ki şeriatını, medreselerinde ve huffazlarının
meclislerinde ikrar ediyorlar. Onu, sonraki öncekinden, küçük büyükten,
muteallim âlimden ve sahabeden günümüze
kadar rivâyet ediyorlar. Hadisciler musennefatında, müsnedlerinde ve meşhur ana
kitaplarında, tefsirciler tefsirlerinde, fıkıh ehli fıkıh kitaplarında, sîre ve
haber ehli de sîre kitaplarında bunu zikrettiler. Nasıl olur da, böyle
yapanları inkâr etmediler denebilir?!
Onlar her asırda sonra gelenler öncekilerden
onu yapanın lânetlendiğini ve yasaklandığını rivayet ederler. Bununla beraber,
İslam âlimleri bu fiili inkâra ve şiddetle yasaklanmasına devam etmektedirler.
İbnu Kayyım –Allah ona rahmet etsin-
önceki ve sonraki mezhepleri kapsayan imam Takıyyuddîn’den bütün gurupların,
kabirlerin üzerine bina yapmanın yasaklılığını açıkladıklarını nakleder. Sonra
şöyle der:
“Ahmed, Malik ve Şafiî’nin ashabı
bunun haramlılığını açıklamışlardır. Bir gurup bunu kerahiyet olarak
isimlendirmiş-lerdir. Ondan yasakladığına ve yapana lânet ettiğine dâir
Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-' den tevatür gelen hadislerle, onların
bunu câiz gördükleri zannedilmesin diye, hüsnü zanda bulunarak, bunun haram
olan kerâhiyete taşınması gerekir.”
Bütün guruplardan açıklamanın nasıl
geldiğine bir bak! Bu da, guruplarının ihtilafları üzerine ilim ehlinin
icmasına delalet eder. Bundan sonra üç mezhep ehli haramlılığını, bir gurupta
kerahiyetini, haram olan kerahiyetini söylemişledir. Bütün bunlardan sonra
nasıl olur da: “Kubbeler ve meşhedlerin binasını kimse inkâr etmemiştir”
denebilir!?
Sonra bak ki, nasıl olur da üstün
(fazîletli) kişilerin kabrinin üzerine kubbeler yapılması diğerlerinden istisna
edilir!?
Daha önce geçtiği gibi Rasûlullah
-sallallahu aleyhi ve sellem-' şöyle buyurur:
﴾Onlar öyle bir kavimdir ki, onlardan
Salih bir kul veya Salih biri öldüğü zaman
kabrinin üzerine bina
inşa ederler ﴿
Sonra bu sebepten dolayı onlara
lânet etmiştir. Nasıl olur da şiddetle haram kılınmış olan, fazîlet ehlinin
kabirleri diğer Müslümanlardan üstün tutulur ve buna izin verilir!? Bununla
beraber Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-' in lânet ettiği ve insanları
yapmalarından sakındırdığı Kitap ehli, (Yahudi ve Hıristiyanlar) mescidleri
ancak Salihlerinin kabirlerinin üzerine bina etmişlerdir. Sonra, bu Rasûlullah
-sallallahu aleyhi ve sellem-, insanlığın efendisi, halifelerin en hayırlısı,
peygamberlerin sonuncusu, yarattıkları içerisinde Allah’ın en iyi dostu,
kabrini mescid, put veya bayram yeri haline dönüştürülmesini yasaklıyor. O ki,
ümmeti için en iyi örnektir. Fazîlet ehli içinde en güzel örnek O’dur. Onlar
bunun için bu ümmetin en çok hak edeni ve daha evla olanlarıdır. Nasıl olur da,
ümmetlerin bazısının üstünlüğü, inkâr edilmiş bu kabrin üstüne kubbe yapılmasını
uygun görebilir? Üstünlüğün aslı ve mercii Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve
sellem-' dir. Hangi üstünlük Allah Resûlü -sallallahu aleyhi ve sellem-' in
yanında itibar görür? Şayet bu, Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-' in
kabri hakkında haram kılınmış, ondan yasaklanmış, bunu yapan lânetlenmiş ise,
ümmetinden başkasının kabri hakkındaki zannın nedir?! Nasıl olur da üstünlük,
haramları ve münker fiilleri helal kılar!
Allahım bizleri bağışla!
Hamd, bizleri hakka hidâyet eden ve
kendisine uymayı nâsib eden Allah’adır. Allah, Kulu ve Peygamberi Muhammed
-Sallallahu aleyhi ve sellem-' e ve bütün âilesine salât eylesin.
TATHİRUL-İ’TİKAD
KİTABINDAN
BİR CÜZ
İMAM
MUHAMMED B. İSMAİL
es-SAN’ANİ
-Rahimehullah-
Büyük
âlim, şeyh es-Sanâ’nî “Tathirul-İ’tikad”
(İnancın Temizlenmesi) adlı kitabında şöyle der:
Şayet
dersen: Bu iş, bütün beldeleri kapsamış ve bütün halk onun üzerinde
toplanmıştır. Yeryüzünü doğudan, batıdan, kuzeyden ve güneyden kaplamıştır.
Öyle ki İslam beldelerinden hiçbir beldeyi, ancak içinde kabirler, meşhedler
olduğunu ve yaşayanların da ona inandıklarını ve onu ta’zim eder (yüceltir) bir
halde bulursun. Onun için adaklar adarlar, onun isimleriyle seslenir ve onun adıyla
yeminler ederler. Kabirlerin avlusunda kabri tavaf ederler, ipler bağlarlar,
gül ve reyhan kokuları sürerler. Kabre elbise giydirirler ve huşu, yüceltme,
itaat etme, onun önünde kendini küçük görme ve ihtiyaç duyma adına ibadetlerden
yapabildiklerini onun için yaparlar. Sadece bu değil bir de Müslümanların
mescidlerinin çoğunluğu kabirsiz veya yakınında olmasından veya meşhedsiz
değildir, Namaz kılanlar, namaz vakitlerinde ona yönelirler. Biraz önce
zikrettiklerimizi veya bazılarını ona da yaparlar. Bu münkerin, zikrettiğimiz
çirkinlik derecesine ulaşmasına, dünyanın her yerindeki sözü geçen İslam
âlimlerinin susmasına akıl sahibinin aklı almaz.
Ben
derim ki: Şayet doğruyu adaleti istiyorsan, ümmetten sonra ümmetin, nesilden
sonra nesilin atalarını takip etmeyi bırakıp, evrenin üzerine ittifak ettiği
değil, meselede delil varsa gerçeğin onun olduğunu bilmelisin. Şunu bil ki;
inkârı üzerinde gelip gittiğimiz ve onun (kabirleri) evlerini yıkmaya
uğraştığımız, İslamları delilsiz bir şekilde babalarını taklit olan, önceki ve
sonraki arasındaki farkı gözetmeksizin onlara tabi olanların genelinden sâdır
olan bu işlerdir. Onlardan bir tanesi şu şekilde yetişir:
Çocuklukta
iken ona itikat ettiklerinin adını övmeyi öğretirler. Çocuk da, köy ehlini ve
beldesinin halkını ona adak adadıklarını onu yücelttiklerini, toprağına
bulandıklarını ve kabri üzerine bir gurup görevlendirdiklerini görür.
Böylelikle çocuğun kalbine onların yücelttiklerini yüceltme hissi yerleşir.
Onda en yüce olan, bu inandıkları şeyler olur. Çocukluğunu böylece geçirir ve
böylece de yaşlanır. Bunu inkâr edenlerin hiçbirini de dinlemez.
Bununla
beraber, ilmi olduğunu, üstünlüğünü, kadılık, fetva ehli, okutma, velilik,
tanınmışlık veya vâlilik ve hükümetlik iddia edenin onların yücelttiklerini yücelttiğini,
saygı gösterdiklerine saygı gösterdiğini, adaklarını aldıklarını ve kabirlere
kesilen eti de yediklerini görür. Avam da (cahil halk), bunun İslam dini, dinin
başı ve en uç zirvesi olduğunu zanneder. Âlimin veya âlemin bu yapmaya hiçbir
delili olmayan münkerin vukusuna susması Kitap, sünnet ve eser ilmini bilen
ehil olan birisi için uygun olmaz.
Bundan
sonra bir misal verelim. O da “mecâbî” diye isimlendirilen, dinin
zaruretlerinden haramlılığı bilinen bu vergilerdir. Bununla bütün diyarlar ve
beldeler doldu ve duyanların inkâr etmedikleri sıradan bir olay haline geldi.
Beldelerin en şereflisi, Ummul-Kura Mekke’de, haccını eda etmek isteyenlerden
aldıkları vergilerle, vergi toplayanların elleri doldu. [21] haram belde de her türlü haram fiili yapıyor
ve orada oturan üstün kişiler, âlimler ve hükkâm bunun inkârına susuyorlar.
Âlimlerin hatta âlemin bir kısmının susması onun caizliliğine delil olur mu?
Bunu en aşağı anlayışı olan bile söylemez.
Bununla
beraber sana başka bir misal vereyim. Âlimlerin icmasıyla yeryüzünde ki en
üstün yer olan Haramullah (Mekke).Hak yoldan sapan bazı câhil Çerkez
krallarının dinde sonradan uydurdukları, kulların ibadetlerini ayıran, Allah’tan
başkasının sayamayacağı fesatları kapsayan, tıpkı dindeki çeşitli milletler
gibi Müslümanların ibadetlerini ayıran, lânetlenmiş şeytanı sevindiren bir
bidat ve Müslümanları, şeytanların alay konusu haline getirdiği bu dört makam.
İnsanlar buna sessiz kaldılar ve en uzak bölgeler ve beldelerden âlimler
Mekke’ye geldiler. İki gözü olan bunu gördü ve iki kulağı olan herkes bunu
işitti. Bu suskunluk acaba onun cevazlılığına delil olur mu? Bunu az bir
bilgisi olan bir insan söylemez.[22]
Yine kabircilerden sâdır olan bu şeylere susmaları caizliliğine delil teşkil
etmez.
Şayet
dersen ki: Madem ki imamlar büyük bir cehaletle onun inkârına sustular bundan,
imamların delalet üzere birleştikleri ortaya çıkar.
Ben
de derim ki: İcmanın hakikati: Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-' in
ümmetinin müctehidlerinin asrından sonra bir emir üzerinde birleşmeleridir.
Dört mezhep fıkıhçıları, bu batıl bir söz ve hakikatlere cahil olandan
başkasının söyleyemeyeceği bir söz de olsa, ictihadı dört imamdan sonrasına
çeviriyorlar. Onların iddialarına göre; dört mezhep imamından sonra asla icma
yoktur ve soruya cevap verilmez. Bu bidat ve kabircilik fitnesi dört mezhep
imamları zamanında yoktu.
Bunu
doğruluyor ve diyorum ki: İcma ve onun vukusu bir illettir. Muhakkak ki,
Muhammedî ümmet yeryüzünü doldurdu ve her yerde ve her yıldızın altında
olmuşlardır. Mutlak âlimleri sayılamaz ve onların hallerinden birisi
tamamlanamaz. Her kim İslam dininin yayılmasından ve Müslüman âlimlerinin
çokluğundan sonra icmayı iddia ederse bu yalan bir iddiadır. Tıpkı muhakkik
imamların dediği gibi.
Sonra,
şayet onların münkeri bildiklerini ve inkâr etmedikleri ve bununla beraber
inkârına sustukları farzedilse bile, onların susmaları caizliliğine delâlet
etmez. Şeriatın kanunlarından bilinmektedir ki, inkârın fonksiyonları
(işlevleri) üçtür:
Birincisi:
Elle inkârdır. Bu, münkerin giderilmesi ve değiştirilmesiyle olur.
İkincisi:
Elle değiştirmeye gücü yetmemekle beraber dille yapılan inkâr.
Üçüncüsü:
Diliyle ve eliyle değiştirmeye gücü yetmeyenin, kalbiyle yaptığı inkârdır.
Bunlardan
biri bulunmazsa diğeri bulunmaz.
Bunun
misali ise, din âlimlerinden birinin mazlumların mallarını alan vergi
toplayanlardan birinin yanından geçmesi gibi. Din âlimlerinden olan bu şahıs,
miskinlerin mallarını alana karşı bu münkeri ne eliyle ve ne de diliyle
değiştirmeye gücü yetmiyor. Çünkü o, isyan ehli için alay konusu olur. İnkârın
şartlarından ikisi ortadan kalkar. Sadece îmanın en zayıf noktası olan kalple
inkâr kalır. Bu zorbanın aldığını görmesiyle beraber ona susan âlimi gören
herkesin, onun el ve dille yapacağı inkârda özürlü olup, onun kalbiyle inkâr
ettiğine inanması gerekir. Hüsnü zanda bulunmak din ehli hakkında Müslümanlara
vaciptir. Mümkün olduğu kadar onlar için te’vil kaçınılmazdır. Kâbe’ye giren,
dînî birleştirmeyi ayıran ve Müslümanların namazlarını dağıtan o şeytânî
yapıları (dört makamı) görenler, kalple inkâr dışında mâzurdurlar. Tıpkı vergi
toplayıcılara ve kabircilere uğrayanlar gibi. İstidlal imamlarının katında vuku
buldu ve inkâr edilmedi sözünü, üzerine icma edildi sonucunu çıkarmanın
karışıklılığı bilinmiş oldu.
Karışıklılığın
ciheti ise, “inkâr edilmedi” sözleridir ki bu, bilmediği bir şey hakkında
konuşmaktır. Belki onu bir çok kalp inkâr etmiş, el ve dille inkârda özürlü
olmuş olabilirler. Sen de yaşadığın zamanda görmektesin ki; ne kadar olaylar
oluyor, ama sen elin ve dilinle onu inkâr edemiyorsun (onu değiştiremiyorsun).
Ve sen onu kalbinle inkâr ediyorsun. Cahil de senin onu gördüğünü görünce şöyle
der: “Falanca onun inkârında sustu, bir şey demedi. Bunu, suskunluğuna ya
teselli bulmak ya da kınamak amacıyla söyler. Sükût ise bilene işaret etmez.
Yine istidlaldeki karışıklık (eksiklik) şu şekilde bilinir: Falanca böyle
yaptı, diğerleri de sustu.
İki
yönden karışık (eksik) icma olur:
Birincisi:
Kalanların susması falanın fiilini doğrular iddiası. Daha önce, susmanın onun
doğruluğuna delalet etmediğini öğrenmiştin.
İkincisi:
“İcmadır” sözleri. İcma, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-' in ümmetinin
müctehidleri-nin birleşmeleridir. Susan ise ne muvafakata ve ne de hilafa
nispet edilmez. Tâki net bir şekilde onun dili bunu ifade edinceye kadar.
Krallardan
biri şöyle der: -Orada hazır bulunanlar onun işçilerden birini överler ve
onların içinde susan bir adam vardır.- Malik sizin dediğiniz gibi demiyor. Dedi
ki: Şayet konuşsaydı onlara muhalefet ederdin.
Yine
her suskunluk rıza değildir. Bu kabul edilmez davranışları (münkerâtı), elinde
kılıç ve mızrak olanlar, kulların kanı ve malları dilinin ve kaleminin altında
olanlar tesis ettiler. Onların emaresi, onun sözünün ve kelimelerinin
altındadır. Nasıl olur da, fertlerden biri istediğini korumasında güçlü
olabilir?
Şirke
ve ilhada (dinden çıkma) götüren en yüce vasıta, İslamı yıkmaya ve yapılarını
harap etmeye en büyük vesile olan bu kubbe ve meşhedlerin çoğunluğunu –hatta
hepsini- inşa edenler krallar, sultanlar, reisler ve emirlerdir. Ya onlara
yakın olan veya âlim veya sûfi veya fakir, şeyh veya büyük; ölülere ziyareti,
ismiyle seslenmeksizin ve ona tevessülsüz bir şekilde bilen insanlar ona dua
etmez ve ondan bağışlanma dilemezler. Tâki onlardan bazılarının veya hepsinin
nesli tükeninceye kadar. Onlardan sonra gelen nesil, üzerine bina inşa edilmiş,
üzerine mumlar yakılmış, muhteşem halılarla döşenmiş ve üzerine perdeler
takılmış, üzerine çiçekler ve güller atılmış bir kabir bulurlar. Ve bunun
kendilerine fayda vereceğine veya zararı kendilerinden def edeceğine inanırlar.
Bekçilere gelirler ve onun falancadan zararı def ettiği ve filancaya fayda
verdiği hususunda ölü üzerine yalan söylerler. Tâki onun fıtratına her türlü
batılı sokarlar. Bunun içindir ki, nebevî hadislerde kabirleri ışıklandırana,
üzerine yazı yazana ve üzerine bina inşa edene lânet olduğu sabittir. Bu
konudaki hadisler çok geniştir ve bilinmektedir. Muhakkak ki bunun kendisinde ondan
yasaklanmıştır. Sonra o, büyük bir ifsada (bozulmaya) bir vesiledir.
Şayet
dersen ki: Allah Rasûlü -sallallahu aleyhi ve sellem-' in kabrinin üzerine
büyük bir kubbe inşa edildi ve onda mallar harcandı.
Ben
de derim ki: Durumun hakikati konusunda bu çok büyük bir cehalettir. Bu
kubbenin inşası Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- tarafından değildir.
Ne sahabe, ne tabiîn, ne de onlara tabi olanları, ne ümmetinin âlimleri ve ne
de milletinin imamları tarafından inşa edilmiş değildir. Bilakis kabrinin
üzerine yapılan bu kubbe, sonradan gelen bazı krallar tarafından inşa
edilmiştir. Kral Mansur olarak bilinen Kalavûn es-Salihî’dir. 678 yılında inşa
etmiştir. Bunu “Tahkîkun-Nusra bi-Telhisi Meâlimi Dâril-Hicre” adlı kitabında
zikretti. Bu ise devlet işidir ve delil değildir. Sonraki gelen öncekine tabi
olur.
Kötülüğün
iyilik, iyiliği ise kötülük olduğu, âlimlerin üzerine vacip olandan yüz
çevirdikleri ve genelin meylettiklerine meylettikleri ve hevalarına
uydukları ve bu artık genel bir ihtiyaç
olduğu için ortaya çıkardığımız bu ise istediğimizin sonuncusudur. Bizler
kaynaklardan ondan yasaklayanı ve mani olanı bulamadık.
Şayet
dersen ki: Ölüler veya dirilerin, bir topluluk onlarla temas halinde iken bazı
fiillerden gerçeküstü şeyler yapıyorlar ve bu ansızın beklemediği bir anda
başına gelebiliyor. Bunlar “meczub” diye meşhur oldular. Kalpleri bu
yaptıklarının inancına celbeden bu işlerin hükmü nedir?
Ben
de derim ki: Allah lafzını ağızlarından düşürmemeleri ve dilleriyle söylemeleri
ve onu Arapça lafzıyla çıkarmalarıyla “meczup” şöhret olmalarına elince: Onlar
lânetlenmiş şeytanın askerlerinden olup şeytanların telbîs (aklı karıştırma) ve
tezyîn (süsleme) elbisesini giydirdiği var olan eşeklerin en büyükleridir.
Lafzul-Celâleyi (Allah lafzını) tek başına (Allah Allah) sözleriyle ondan haber
vermeleri, onu söylemeleri ne kelamdır ve ne de tevhid(O’nu birleme)dir. Bu
ancak Arapça lafzıyla çıkarmakla, bu lafzı şerifle (Allah lafzıyla) oyun
oynamaktır. Sonra manalarından bir manayı çıkarmaktır. Şayet yüce ve salih
birisi “Zeyd” diye isimlendirilse ve bir topluluk ona “Zeyd, Zeyd” dese, o
şahıs bunu alay, ihanet ve onunla eğlenme sayar. Özellikle de lafzın
bozulmasında ziyadeye gittikleri zaman.
Sonra
bir bak, Kitap ve sünnetten Allah lafzı tek başına ve tekrarsız gelmiş mi? Veya
Kitap ve sünnette gelen zikirlerin, tevhid, tesbih (Subhânallah diyerek Allah’ı
tenzih etmek) ve tehlil (La İlâhe İllallah demek) gibi ve bu zikirlerin
Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-' in duâları, âilesinin ve ashabının duâlarının
bu anırma sesinden ve bağırıp çağırmalardan boş olduğunu-uzak olduğunu görmedin
mi? Sonra Allah lafzına İbnu Ulvan, Ahmed b. Huseyn, Abdulkadir ve Îdirûs gibi
kimselerin isimlerini ekliyorlar. Bununla beraber Ali Rûman, Ali el-Ehmar ve bu
ikisinin benzerleri gibi kabirlerin ehline zulümden kaçıyorlar.
Allah
Subhânehû ve Teâlâ Rasûlü -sallallahu aleyhi ve sellem-' i ve gözde
sahabelerini bu cahil ve sapıkların onları ağızlarına almalarından korumuştur.
Onlar, cehâleti, şirki ve küfrü kendilerinde toplamışlardır.
Şayet
şöyle dersen: Allah lafzını ağızlarından düşürmeyenler, kendilerine keskin
âletler saplıyor, akrep ve yılan gibi hayvanlar taşıyorlar, ateş yiyor, ona
elleriyle dokunuyor ve ateş üzerinde debeleniyorlar; bu işler kerâmet
zannediliyor.
Ben
de derim ki: Bunlar şeytânî işlerdir. Bunlar sana ölüler için kerametmiş gibi
gösterilir ve sen öyle zannedersin. Veya yaşayanlar için iyilik zannedersin. Bu
sapık şahıs, adlarıyla çağırdıklarıyla yaratılışta ve işlerde Allah’a şirkler
edinmiştir. Bu ölüleri, sen onları Allah’ın velî kullarından sayarsın. Hiç
Allah’ın velî kulu (dostu) meczubun veya sâlikin, kendisini Allah’a şirk veya
ortak koşmasına razı olur mu? Şayet bunu iddia edersen, muhakkak ki sen çok
kötü bir şey ileri sürmüş ve onları müşrikler yapmış olursun. Ve onları –bundan
tenzih ederiz- İslam ve din dairesinden çıkarmış olursun. Şayet onları razı ve
mutlu bir şekilde Allah’a ortaklar edinirsen. Bu kerametlerin meczup, sapık ve
müşriklere her türlü batıla tabi olan, Allah’a bir kere bile secde etmemiş
olanlara âit olduğunu iddia etmiş olursun. Şayet bunu iddia edersen, kerametin
müşrik, kâfir ve delilerin olabileceğini söylemiş olursun. Böylelikle de
İslam’ın kurallarını, apaçık dinin kanunlarını ve kuvvetli şeriatını yıkmış
olursun.
Bu
iki emrin batıllılığını (hak olmadığını) anlamışsan, bunun şeytanın durumları
ve tâğûtî fiiller olduğunu bilirsin. Ve iblisin amelleri olduğunu. Şeytanın
kardeşlerine, kulları hak yoldan ayırmak için yaptıklarıdır.
Bir
hadiste, şeytanlar ve cinlerin yılan şekline girebildikleri sabit olmuştur.
Bunun vuku bulması bilinen bir şeydir. Meczupların ellerinde tuttukları ve
insanların yılan olarak gördükleri onlar yani şeytan ve cinlerdir. Bu ise
sihirdir ve çok çeşitlidir. Onu öğrenmek ise kolay değil, bilakis girişi çok
büyüktür: O da Allah’ı inkâr etmektir. Allah’ın yücelttiği Kurân’ı tuvalet vb.
yerlere girdirmekle yapılan bir ihanettir. Gözlerinde yücelttikleri ve
meczupların hallerinden olan ve olağanüstü olarak gördüğü bu işler onu
aldatmasın. Muhakkak ki sihrin fiillerde büyük tesiri vardır. İşte böyle
sihirlerle insanların gözlerini boyuyorlar. Firavunun sihirbazları vadiyi yılan
ve çıyanlarla doldurmuş, hatta Musa –aleyhisselâm-‘ın içine bir korku düşmüştü.
Şeytani
durumla sayılamaz. Deccalin getirdiği yeter. Aslolan Kitap ve sünnete uymak ve
o ikisine muhalefet edene uymamaktır.
Allah’a
hamd olsun. Anlattıklarımız burada bitmiştir. Salat ve selam efendimiz Muhammed
-sallallahu aleyhi ve sellem-' in, âilesinin ve ashabının üzerine olsun.
HİNDİSTAN’IN
BÜYÜK ALİMİ
ŞEYH
SIDDÎK
HASEN el-GANÛCÎ’NİN
FETVASI
-Rahimehullah-
Şeyh
Sıddîk Hasen el-Kanûcî –Allah O’na rahmet etsin- şöyle dedi:
İlim
ehli, her mekan ve zaman da insanları tevhidin ihlasına çağırmaya ve şirk
çeşitlerinin birinde vuku bulmaktan kaçındırmaya devam etmektedirler. Fakat
Allah Rasûlü -sallallahu aleyhi ve sellem-' in buyurduğu gibi şirk, siyah bir
karıncanın karanlıkta yürümesi gibi, ilim ehlinden bir çoğuna gizli kalmıştır.
İlmi gözden kaçırmalarına binâen bazı şirkte vuku buldular. Bu gözden
kaçırmalar bazı üstatların eserlerinde, özellikle Nebi -sallallahu aleyhi ve
sellem-' i, dört halifeyi ve diğer kral ve sultanları öven şairlerin beyitlerinde
mevcuttur. Bu gâfil topluluktan bazen tüyler ürpertici ve kalpleri titreten,
onu söyleyeni bir tarafa bırakın, okuyucusunun üzerine Allah’ın gazabının
gelmesinden korkulan şeyler sadır olmuştur. Bunun sebebi ise bu gözden
kaçırmalardan, cehalet ve gafletten başka bir şey değildir. Bazen de onların
hallerinde ve sözlerinde onların başına
gelir ve bu konulara girmemizin sebeplerini doğrulamıştır.
O
sebepler şunlardır: Kabirlerin üzerine bina dikme ve onları yükseltme, üzerine
kubbeler yapmak ve üzerini çok güzel örtülerle örtmek, üzerinde mumlar yakmak,
başında toplanma ve yanında boyun eğmek ve mütevazı olmak, ölülerden
sıkıntıları giderme isteği ve onlara bütün samimiyetle dua etmektir. Bu olay
,öncekilerden sonrakilere miras kaldığı, sonrakiler öncekilere uyduğunda,
şimdikiler öncekileri taklit ettiğinde bu iş ciddileşmiş, şerri çoğalmış,
tehlikesi şiddetlenmiş, bölgelerden her bölgede, beldelerden her beldede,
şehirlerden her şehirde, köylerden her köyde ve toplanılan her yerde bu
ölülerden bulunmuştur. Yaşayanlardan bir topluluk bu ölülere inanmış,
kabirlerine ihtimam göstermiş ve kendilerini ona nispet etmişlerdir. Şirke
bulaşanların yanında bu olay sıradan bir olay ve akıllarının kabul ettiği,
alışkın oldukları, zihinlerinin güzel gördüğü ve nefislerinin onunla mutlu
olduğu bir olmuştur. Hatta bir çocukları dünyaya geldiği ve anlayış çağına
ulaştığı zaman kulaklarına bu kabir ehlinin nidalarından (yakarışlarından)
başka bir şey gelmez ve kabrin başından ayrılmadıkları ve onu ziyaret ettiklerini
görür. Yine Ayakları kayan kimsenin o ölülerden birine duâ ettiğini, hastalanan
kimsenin, onun şifasını isteyen âilesinin karşılık olarak o ölü için
mallarından verdiklerini, hacet anında o kabrin sahibine tevessül ettiklerini,
gömülmüş kimsenin başında –insanların mallarını çeşit çeşit hilelerle yiyen-
kendini ona adamış ve yanında duranlara, isteklerini tamamlamak için rüşvet
olarak takdim ettiklerini görür.
Bundan
sonra bu doğan çocuk büyüdüğü zaman, küçükken işittikleri ve gördükleri
zihninde ve fikrinde ortaya çıkacaktır. Çünkü küçükken ki olaylar zihinde daha
kuvvetli tesir eder. Onun içindir ki Hz. Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-
şöyle buyurur:
﴾Her
doğan fıtrat üzere doğar. Ana-babası onu
Yahudileştirir, Hıristiyanlaştırır ve Mecusileştirir. ﴿ [23]
Bu
nebevî sırrı ve Hz. Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-' e âit olan bu
ibâreyi iyi düşünmek gerekir. Basiretle onu tefekkür etmesi gerekir. Çocuk
terbiyesini ilk üstlenen kişi onda tesir bırakır, ondan etkilenir. İlk olarak
da kendisini ahlaklandıranların ahlakıyla ahlaklaşır. Ana-babası hayırlıysa
hayırlı, şerliyse o da şerli olur. Ana-babasının yanından çıkan ve o şekilde
terbiye gören çocuk, insanların da ana-babasının durumu gibi olduğunu görür.
Çoğunlukla da vuku bulan, doğumundan sonra bildiği ve gittiği ilk yer, itikad
edilen o kabirlerden bir kabir ve insanların ibtilâ edildiği o meşhedlerden bir
meşhed olur. Bu kabirlerin yanında ziham, bağırma, çığlıklar, babadan veya
başka büyüklerinden, yakarış ve duada bulundukları gözüne çarpar.
Ana-babasından almış olduğu inancı ise onu doğrular ve başka bir yüceltme olur.
Özellikle de bu kabirlerin üzerinde çok nefis binalar, duvarlarının çeşitli
renklerle süslü olduğunu, çok güzel kokuları, her tarafında mumlar, ışıklar ve
kandillerin yakıldığını ve çeşit çeşit hilelerle insanların mallarını yiyen
bekçiler gördüğü zaman. Onların ya-pabildiklerinin en iyisiyle bu işleri
yücelttiklerini, insanların kalplerine korku girdirdiklerini, buraları ziyaret
edenlerin büyük bir tazim içinde geldiklerini ve kötülüğün en alçağını, kötü
hareketi-günahı zorla kabul ettirdiklerini görür. Bununla birlikte o miskin
kabre ve içindeki yatana inancı artar. Orada yatanın menzilesinin azametine ve
derecesinin yüksekliliğinin tasavvuruna zihni ulaşamaz. İşte o zaman, kalbine
giderilmesi ancak Allah’ın tevfiği, hidayeti, lütfu ve inayetiyle mümkün olan
fâsid (bozuk) inanç yerleşir. Ve Bu duygular içinde büyür gider.
İlim
talebine başladığı zaman da –onlardan olan- ilim ehlinin çoğunun bu ölü
hakkındaki itikatlarında hem fikir olduklarını bulur. Onların onu
yücelttiklerini, onun sevgisini Allah katındaki en değerli hazine olarak
saydıklarını, ve batıl işlerinde bunlara muhalefet edene karşı çıktıklarını ve
şöyle dediklerini görür: “Muhakkak ki bu şahıs evliyalara inanmıyor ve de
Salihleri sevmiyor.” Bilakis her türlü ithamla onları suçladıklarını görür.
Öyleyse ilimle meşgul olan bu şahıs
muhakkak bu ölüler için muhabbeti-sevgisi artar ve onlara olan inancı
kalbinde yerleşir.
O
şahıslardan birini, Allah’ın ona doğruyu gösterdiğini, hakka ilettiğini,
Allah’tan gelenin anlayışına irşad ettiğini, kabirlerin yükseltilmesinin ve
oraların kireçlenmesinin yasaklılığını öğrendiğini, onun için ışıklar
yakılmasının (ışıklandırmanın) yasaklılığını), yükseltilmiş kabirlerin düzleştirilmesinin
emrini, mescidleri putlar edinmeye engel olmaya, onlara yapılan duaların ibadet
olduğunu anladığını ve ibadetin Allah’a has olduğunu, zorluk ve meşakkat anında
Allah’tan başkasına duanın, Allah’tan başkasını yüceltmenin, hayırda ve şerde
Allah’tan başkasına sığınmanın, kim olursa olsun, nebiler, dört halife, diğer
sahabeler ve onlardan sonraki Müslüman gurupların arasını ayırmaksızın bunun
böyle olduğunu, bunları öğrendiğini farzetsek bile ki bu şahıs nadirdir ve
garip şazdır, çoğunluğu da Allah’tan onun açıklanmasını emrettiği şeyleri
ketmeder (saklar). Hakkı söylemez susar. Bu saklama, ya geçerli bir özre binaen
veya da selametin sevgisi, tehlikeden rahatlık ve sükûnete meyletme ve
insanların genelinin arasında mevki ve makamının kalması sebebiyle Allah’ı ona
vacip kıldığında ihmal etmeye binaendir. Fakat bu hal üzereyken onun ilmi onun
için fitne, ceza ve onun aleyhine bir iş olur. Onun varlığı ve yokluğu birdir.
Bilakis bunun varlığı, onlara muvafakatı ortaya çıkardığı ve girdikleri yerlere
girmesi sebebiyle daha çok zararı vardır. İnsanlar bu âlimin bu meselede
onlarla birlikte olduğuna inanırlar. Burada, yasak etmede onun gibisinin
sözleri karşılık görmez, kabul edilmez. Bunun aksine onlarla birlikte olmasını
delil olarak getirirler. Gerçeği bütün çıplaklığıyla söyleyen ve ilim ehlinden
tebliğ görevini üstlenen ne kadar da az!
Bunun
içindir ki Allah onların ilimlerinden bereketi çekip aldı. Kendisinden
sonrasını iflah etmeyen bir ortadan kaldırmayla yok ediyorlar.
İmam
Şevkânî şöyle der: “Bu, hakkı bütün çıplaklığıyla söylemeyle meşgul olan ve
tebliğ görevini üstlenen ne büyük şehirlerde ve ne de büyük yerlerde bazı
şahıslardan başka kalmamıştır. Bu nâdir bulunan ferdin kıyamından, tevhidin
ihlâsı için, muhalefet işlerden birinde vuku bulanların bazıları etkilenmiştir.
Bazısı da bir şeyden etkilenmemiştir. Bu bakış açısı, bazı ilim ehline gizli
kalmıştır. Teliflerinde ve şiirlerinde bunlar vuku bulmuştur. Onlar toprak
tabakalarının altındalar ve takdim ettikleri hayır veya şerle geçip gittiler. Bize
ise onlarla konuşmak yada nasihat etme yolu kalmadı. Fakat, onların içine
düştükleri bu yanlışlığı açıklamamız bizim üzerimize vâciptir. Teliflerinin ve
şiirlerinin içerdiklerinin, yaşayanlar için, falanca filanca kitabındaki veya
filanca kasîdesinin Allah’ın kullarına koyduğu şeriatına aykırı olduğunu
açıklamamız bizim üzerimize vâciptir. Yine onların gelen delillere muhalif
olduğunu, bunu işleyenlerin şirke ve küfür çeşitlerinden birine gireceğini
açıklamamızda üzerimize vâciptir. Bunu da Allah’ın üzerlerine tebliği-beyanı
vâcip kıldığı kimselerin de kitaplarında yazmaları ve en açık ibarelerle ondan
sakındırmaları, en açık izahla ondan men etmeleri gerekir. Taki insanlar, şayet
hakka dönmeleri için bir yol kalmışsa, onda vuku bulduklarında başlarına gelecekleri
ve üzerlerine hüccet ikame edildiğini bilsinler. Âlim de, Allah’ın üzerine farz
kılmış olduğu bu işi tamamlar. Böylelikle kendini kurtarmış ve özrü de ortaya
çıkmış olur. [24]
Bu,
doğuyu ve batıyı kaplayan büyük bidat ve çok büyük fitnede insanların bir çoğu
vuku buldu. Yani ölüler hakkındaki inanç. İmanın yüzünü tırmalama ve İslam’ın
takatini kesme haddine ulaştı. Kabirleri inşa etme, orada yatanların üzerine
kubbelerin binasındaki üstünlük, daha önce zikrettiğimiz işlerde, en üstün
vesilelerle, kabri ziyaret edenlerin önünde heybetlilik ve yüceltme gerektiren
şeylerdir onun esası. Akıllılardan bir tanesinin bile, bu işin bozuk inançlar
sonucu ortaya çıktığını, tevhidin ihlasını bozan fitnelerin vukusunu
gerektirenlerin en önemlisi olduğunu inkâr etmeye gücü yetmiyor. Her kim bu
manada şekke düşer ve aklı kabul etmez ise, onun üzerine düşen izleme ve
sürekliliktir. Bu izlemeye ve araştırmaya en yakın olan ise, bazı insanlardan
bunun manasından soruşturması gerekir. Yani bu itikadın varlığı ortaya çıkar ve
neredeyse herkeste bu anlattıklarımızı bulur. Bu makamda Şevkânî –Allah O’na
rahmet etsin- bazı Abbasî halifelerinin tarihte varit olan bazı kıssalarını
zikreder. Onu aynı lafzıyla zikrediyorum:
“Onlardan
birine, uzak ülkelerin birinin elçisi gelir. O halife bir toplantı düzenler ve
memleketin ileri gelenlerini orada toplar. Onları elçinin geçeceği yerlere
yerleştirir. Sonra sayıları çok olan özel kişileri (üst tabakayı), halıları ve
perdeleri çok güzel olan ve her şeyiyle zarif ve şık olan bir çeşit oturma
odasında durdurur. Kendi de, son derece yücelik ve heybetiyle o oturma odasında
yüksek bir yere oturur. Gelen elçi ise bir mekândan diğer bir mekâna ve bir
topluluktan diğer bir topluluğa
uğrayarak tâki o oturma odasına varıncaya kadar bu şekilde devam eder.
Her uğradığı yerin heybet çekicilikle dolduğunu ve her yönden üstünlük ve
celaletle bu oturma odasının donatıldığına şâhit olur. Halifenin iki özel adamı
bu sırada elçiye eşlik etmektedirler. Böylelikle halifenin odasına ulaşırlar.
Bu odanın madeni mücevherlerden nefis taşlarla, gümüş ve altınla süslendiğini,
buhurlukların ışıldadığını ve çok güzel kokuların etrafa yayıldığını, halifeye
baktığında ise son derece mükemmel bir elbise giydiğini görür. Bu miskin elçi,
halifenin üzerinde bütün bunları gördüğünde eliyle ona işaret ederek şöyle der:
“Bu Allah mı?” Derler ki: “Hayır, bilakis o, Allah’ın halifesidir.” [25]
Yine
Şevkânî şöyle der:
-Allah
seni doğru yoluna iletsin-, yüceltmeden ve heybetten bu miskinin hangi hale
ulaştığına bir bak! Yine Allah’tan gelen, kabirlerin yükseltilmesi, onun
kireçlenmesi, ışıklandırılması vb. şeyleri yasaklamasının beliğ hikmetine bir
bak! Bu merhum milletin Nebisinin ondan yasaklamasına rağmen –gerektiğinin
aksine ve vâcip olanın tersine- her türlü mübalağayla onu büyümesine, hatta
vefatından önce hastalığındaki son sözünün: ﴾Kabrimi mescid edinmeyin.
Peygamberlerinin kabirlerini mescidler edinen Yahudi ve Hıristiyanlara Allah
lânet etsin!﴿ olmasına rağmen, doğusuyla-batısıyla
dünyanın her yerine bu şerrin kapılarını açmalarına büyük bir taaccüple
şaşıyorum! İnnâ Lillâhi ve İnnâ İleyhi Raciûn. (Biz Allah’a âidiz ve yine O’na
döneceğiz.) [26]
Bu
amelde Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-' in en büyük ihtimamından biri de,
yükseltilmiş kubbeleri ve üzerine bina yapılmış kabirleri bir tarafa
bırak,hatta yükseltilmiş kabirlerin yıkılması için ehli beytinden ve
kabilesinden birini göndermesidir. Sahih de geldiği gibi: Hz. Ali –Allah O’ndan
razı olsun- Ebul-Heyyâc el-Esedî’ye şöyle der: “Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-'
in beni görevlendirdiği şeye seni görevlendireyim mi? Yükseltilmiş hiçbir kabri
tesviye etmeden (düzeltmeden) ve hiçbir heykeli kırmadan bırakma!”[27]
Kâfir
birinin kabrini bir tarafa bırakın, hatta mü’min bir kimsenin kabrinin
düzeltilmesi ve yerle bir olması hakkında gelen hadisler pek çoktur. Velev ki
kabrin sahibi âlim, şeyh veya veli de olsa hadisin umumuna göre hüküm aynıdır.
Yine sahabeden bir çoklarından, kabirlerin üzerine yazı yazılmasının,
kireçlenmesinin ve ışıklandırmanın yasaklılığına dair pek çok haber gelmiştir.
Şevkânî bir çok eserinde bunları zikretmiştir.
Sonuç
olarak, sonrakilerin şiirlerinde, kitaplarında,hutbe veya risalelerinde
inanılması caiz olmayan şeylerde üzerimize düşen, içerdiğine ve hak ettiğine
göre hükmetmemizdir. İnsanlara bunu açıklamamız gerekir. Onunla ameli ve ona
itimadı sakındırmalıyız. Söyleyenin işini mümkün olan teville beraber Allah’a
bırakmalı, aklın kabul ettiği ve anlayışın reddettiği mazeretleri ortaya
çıkarmaktır. Allah Subhânehû bizi bundan başkasıyla mükellef tutmuyor ve ondan
başkasını bizim üzerimize vâcip kılmıyor. Şeyhimiz büyük âlim Şevkânî’nin
belirttiği gibi.
Hiç
şüphe yok ki bu işler tevhidin ihlasına muhaliftir ve şirkte vuku bulmayı
gerektirir. İster Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-' in kabriyle, isterse
ümmetinden birinin kabriyle alakalı olsun, ondan yasaklama ve tehdit vardır.
Şayet ilimde ve amelde en büyük mevkie bile sahip olsa bu durum aynıdır
değişmez. Bizim üzerimize düşen tebliğden başkası değildir. Bu anlattıklarımız
hidayeti olan için yeterlidir. Her kim, bu konuda daha fazla bilgi isterse imam
Şevkânî’nin kitaplarına müracaat etsin.
Hamd
âlemlerin Rabbı olan Allah içindir. Salat ve selam Rasûlü Muhammed -sallallahu
aleyhi ve sellem-' in, âilesinin ve sahabesinin üzerine olsun.

1
Numaralı İlâve
Niçin
Allah’a yapılan dua, ibadet, O’ndan başkasına yapılan dua ise şirktir?
İbadetin
hakikati: İtaat etme, boyun eğme, sevgi ve bağlanmanın en üst noktasıdır.
Muhakkak ki dua, kalbin ve lisanın tabiridir. Müslüman dua ettiği zaman bu
hakikatleri tabir eder. Hacetini ve fakirliğini hissederek O’na yönelip,
Allah’ın kendisini duyduğunu, gördüğünü ve kendisinden başka O’na dua edenleri
duyduğunu, gördüğünü, dillerin O’na farklı gelmediğini, O’nun katında seslerin
karışmadığını, dillerden süzüleni işiten ve kalplerdekini bildiğine itikad
eder. O, Rabbine dua ettiği zaman ona
icabet etmesini temenni eder. Çünkü o, ona icabet etme kudretine ve aynı anda
Allah’a dua edenlere icabet edebileceğine yakînen îman eder. Bununla beraber,
dua edenlerin konumları ve istekleri farklı bile olsa. Dua eden bu hal
içerisinde kalbi O’na itaat eder, boyun eğer ve O’na en üst seviyede bağlanır.
Bunun
içindir ki hadisin, duanın ibadet olduğunu veya duanın ibadetin ta kendisi
olarak vasfetmesi garip değildir. Yine Allah Teâlâ şu sözünde duayı ibadet
olarak isimlendirmiştir.
﴾Bana
ibadet edin ki size karşılığını vereyim. Bana ibadet etmekten kibirlenenler,
zelil olarak cehenneme gireceklerdir. [28]﴿
Yine
Allah Teâlâ duayı din olarak isimlendirmiştir. Şöyle buyurur:
﴾Gemiye
bindikleri zaman, dini Allah’a hâs kılarak O’na yalvarırlar; fakat onları
karaya çıkarıp kurtarınca, hemen Allah’a şirk koşarlar. ﴿[29]
Allah
Subhânehû kullarına ibadetlerden başkasını emrettiği gibi duayı da emretmiştir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
﴾Rabbinize
yalvararak ve gizlice duâ edin. ﴿[30]
Allah
Teâlâ şöyle buyurur:
﴾(Ey Muhammed!) Kullarım
sana benden sorarlarsa, ben, şüphesiz onlara yakınım. Bana duâ edenin, duâ
ettiği zaman, duâsını kabul ederim; o halde, onlar da benim davetimi kabul
etsinler ve bana inansınlar. Ola ki doğru yolu bulurlar. ﴿[31]
Duâ, onunla olur ve duâ eden daha
önce zikrettiğimiz Allah’ın ulûhiyyet özelliklerini ve Allah’ın sıfatlarını
duâsıyla birlikte zikreder. Bu sebepten dolayı Allah’tan başkasına yaptığı
duâsı –bu durumdan- şirktir.
Putlara tapan, yıldızlara, meleklere
veya cinlere duâ ettiği zaman, Hristiyan birisi Meryem’e –Allah’ın selamı O’nun
üzerine olsun- veya iki kutsala duâ ettiği zaman, müslümanlardan cahil biri de,
yanında olmayan Salih bir kula veya kabirdeki ölüye duâ ettiği zaman, bu üçünün
hepsi de, putperesti, Hıristiyanı ve Müslümanlardan cahil olanı duâları anında
duâ ettiklerine karşı hacetlerini ve fakirliklerini hisseder ve duâ
ettiklerinin kendilerini duyduklarına ve seslerin onun yanında karışmadığına,
hallerini bildiklerine ve dillerinin söylediğini duyduklarına inanırlar. Onlar,
ona duâ ettikleri zaman onlara ve onunla birlikte duâ edenlerin hepsine icabet
edeceğine yakînen inanırlar. Aynı anda, farklı mekânlarda dua eden, bu hal
içerisinde kalbinde duâ edileni yüceltme, boyun eğme ve bağlılık hisseder. Bu
işaret ettiğimiz sıfatların hepsi ulûhiyyet özelliklerindendir.
Duanın bu münasebette ve sıfatta
duanın ibadetin hakikati (gerçeği) olduğunu öğrenmişsen, dua edenin dua ettiği
zaman kendisinin duasına icabet edeceği ile, kendisi ile Allah arasında vasıta
olacağına, ona şefaat edeceğine veya Allah’a yaklaşabileceğine inanması
arasında bir fark yoktur.
Allah Teâlâ müşrikler hakkında şöyle
buyurur:
﴾(O müşrikler) Allah’ı
bırakarak, kendilerine zararı da faydası da dokunmayan şeylere ibadet ederler
ve “bunlar , Allah katında bizim şefâatçilerimizdir” derler. ﴿
[32]
Onlar hakkında şöyle buyurur:
﴾Bilesin ki, hâlis din Allah’ındır.
O’ndan başkasını “biz onlara, ancak bizi Allah’a daha çok yaklaştırmaları için
ibadet ediyoruz” diyerek dost edinenler ise, Allah, onların ihtilaf ettikleri
hususlarda, aralarında elbette hüküm verecektir. ﴿[33]
Allah Teâlâ onların bu hüccetlerini
şu sözüyle reddediyor:
﴾(Ey Muhammed! Müşriklere) de
ki: “Allah’tan başka ilâh olduğunu iddiâ ettiğiniz şeyleri çağırın. Onlar
sizden sıkıntıyı ne kaldırabilirler, ne de (başka
birisinin üzerine) çevirebilirler. Oysa onların (ilâh
olarak) çağırdıklarında Allah’a en yakın olanı bile tâat ile
Rablarına daha yakın olmak için vesile ararlar ve O’nun rahmetini diler
azâbından korkarlar. ﴿ [34]
Allah Teâlâ onlara dua edenlerin
müşrik olduğunu, ister meleklerden veya isterse evliyadan olsun hepsinin
Allah’a muhtaç olduklarını, O’na vesile ve Salih amelle yakınlaşma
istediklerini, rahmetini dilediklerini ve azabından korktuklarını haber
vermiştir.
Bunun içindir ki, Kur’an’ın bir çok
yerinde sayılamayacak kadar şirkin O’nunla birlikte Allah’tan gayrisine dua
olduğu haberinin tekrarlanması garip değildir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
﴾Şüphe yoktur ki mescidler, Allah’a
mahsustur. Bu itibarla oralarda, Allah ile beraber başkasına da kulluk etmeyin.
Zira Allah’ın kulu (Muhammed), O’na
ibadet etmek için kalkınca, etrafında neredeyse kümeleşiveriyorlar.
(Ey Muhammed!) De
ki: “Ben, sadece Rabbime ibadet ediyorum ve hiç kimseyi O’na ortak koşmuyorum.”
Ve de ki: “Ben size ne zarar
verebilirim; ne de iyilik edebilirim.”﴿[35]
Allah
Teâlâ şöyle buyurur:
﴾”Allah’ı
bırakıp da sana faydası da zararı da dokunmayacak başka şeylere duâ edip
yalvarma; eğer bunu yaparsan, zâlimlerden olursun.”
(Bana
denildi ki:) “Eğer Allah
sana bir sıkıntı verirse, yine O’ndan başka o sıkıntıyı giderecek yoktur. Eğer
sana bir hayır murad ederse, O’nun lûtfunu geri çevirecek yoktur. O hayra da,
kullarından dilediği kavuşur. O, çok bağışlayıcıdır; çok merhametlidir.”[36]
﴿
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
﴾(Ey Muhammed! Onlara) de
ki: “O halde bana söyler misiniz, Allah bana bir zarar vermek isterse, sizin
Allah’tan başka yalvardıklarınız, O’nun zararını benden giderebilirler mi?
Yahut Allah bana bir rahmet murad etse, onlar O’nun rahmetini tutabilirler mi?
Ve yine de ki: “Allah bana yeter.
Tevekkül edenler, yalnız O’na tevekkül ederler.”﴿ [37]
Fakat garip olan, bu işin bu kadar
açıklılığına rağmen, bunun Müslümanlardan büyük bir topluluğa gizli kalması,
bilakis, özellikle de ilim ve salaha müntesip olanlara. Bundan daha garip olanı
da, ilime müntesip olanlardan bazılarının apaçık olan bu işte mücadele
etmeleridir.
Bir keresinde, haceti olan bir şahsı
kabir sahibine şöyle dua ederken işittim: “Ey Fulan! Beni kime bırakıyorsun?
Bununla beraber, tevhid ve ibadetin
ihlâs yari olan Allah’ın en yüce evinde bir topluluğun Allah’a duayı bırakıp,
ihmal edip, O’ndan gayrı Salih kullara dua ettiklerini, tavaf edenlerin
bazıları duymaktadır. Allah yardımcımız
olsun.
Müslümanlardan olan bu cahiller,
Allah’ın katında cehaletle affını diliyorlarsa, ilime müntesip olanların hali
nice olur?!
﴾İnsan her şeyden çok mücadelecidir ﴿[38]
âyetiyle Allah doğruyu söylemiştir. Arap yarımadasında bulunan, biraz önce
vasfettiğimiz bu işleri İslam âleminin bunu uyguladığını delil getirerek, ilme
intisap olan birinin, “Allah’tan başkasına dua etmek şirk değildir” iddiasına
yardım etmek için, hak olmaksızın, bundan daha açık bir mücadele var mı?
Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-
şöyle buyurur:
﴾Şeytan Arap yarımadasında kendisine
tapılmasından ümidini kesmiştir…﴿ Bunun manasını, şirkin Arap
yarımadasında olmadığını, madem ki ölülerden ve hazır olmayanlar-dan, Allah’tan
gayrisine dua etmek Arap yarımadasın-da devam etmektedir, onun görüşüne göre
şirk değildir, şeklinde tevil etmişlerdir.
Bu mücadele eden miskin, Arap
yarımadasında putlara tapılacağını haber veren apaçık sahih hadislerin
cehaletiyle mazur görülse bile, vuku bulan bu zikrettiklerimizin cehaletiyle
mazur görülmez. Ve yine, tarihin kaydettiği, onların yarımadasında Arabın,
Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-' in vefatından sonra dinlerinden
dönmeleri, sahabeyle –Allah onlardan razı olsun- savaşmaları, onları
öldürmeleri, onların mallarını ganimet olarak almaları, kadınlarını çalmaları
ve harpte müşrik muamelesi yapmaları.
Zıtlık veya vuku bulanı arz etme iddiasıyla Allah ve Rasûlü -sallallahu
aleyhi ve sellem-' e yalana sebep olan, bozuk temelini Rasûlullah -sallallahu
aleyhi ve sellem-' in hadislerini bazısını bazısına vurarak ve vuku bulana zıt
olan bu miskinin mücadelesini desteklemekten Nübüvvet makamına yönetilen böyle
kötü edep ve cehalet olur mu?!
Yüce olan Allah’tan başkasında güç
ve kudret yoktur. Rabbimiz, bize hidayet ettikten sonra kalplerimizi saptırma.
Katından bize rahmet ver. Muhakkak ki sen kullarına karşılıksız çok çok
verensin.
2
Numaralı İlave
Tekfir
Meselesi
“Gaiblerden veya ölülerden, Allah’tan gayrısına
dua eden müşrik olur” ibaresi ilim ehlinin sözünde geçmiştir. Bu sözün zahiri,
İslam milletinden dışarı olduğunu ve müşriklere yapılan muamelenin uygulanması
gerektiğidir. Fakat bu zahir, onlardan kastedilen değildir. Bununla, şartların
var olmasından ve manilerin mevcut olmamasıyla şerî kanunları gözetmeksizin
şahısların tekfirini kasdetmiyorlar. Meydana gelen olaydaki onlarla ve bu
sakıncalı misaldeki gibi bunda vuku bulan müslümanların hepsiyle beraber olan
muamelelerini delil getirerek onlar o fiili yapanları değil, fiili
vasfetmişlerdir.
Bu fiiliyle kıble ehlinden ayrıldığını, İslam
milletinden çıktığını, onun müşriklerden olduğunun hükmedilmesi ve onlara
yapılan muameleyle davranılması gerekmez. Bunu gerekli kılan mezhebin mezhep
olmadığı karara bağlanmıştır.
Bazı liderlik ve üstün ehlinden bazılarının bu
vasfedilenlerde vuku bularak, delilin
onlara gizli kalması veya hüccetin onlara ulaşmasıyla veya şüpheye kapılmaları,
onların küfürde veya şirkte vuku bulmaları sebebiyle onlara küfürle
hükmedilmez. Tıpkı Havariler de meydana geldiği gibi. Onlar şöyle demişlerdi:
“Senin Rabbin güç yetirebilir mi?” Yine İsrail oğullarından birinin oğullarına
dediği gibi: “ Ben öldüğüm zaman, beni yakın. Allah’a yemin olsun ki, şayet
Allah takdir ederse âlemlerden hiç birine azabı etmediği gibi azab eder. Allah
birini gönderdi ve ona sordu: Bunu yapmana sebep neydi? O şöyle der: Senin
korkun ya Rab. Allah’ta onu bağışladı.”
Böyle bazı şeyler sahabe, tabiîn ve imamlar içinde
cereyan etmiştir. Fiile yapılan hüküm küfürdür, fakat ondan onu yapanın tekfiri
gerekmez. Veya o fiilin fısk olması sahibinin fâsık olmasını gerektirmez. Veya
bidat ise failinin (onu yapanın) bidatçi olmasını gerektirmez. Bu, tekfiri hak
etmeyeni tekfir edene şiddetli tehdidin gelmesinden dolayı kaçınılması gereken
bir konudur.
Bunun gibi şirkte vuku bulan Müslümanlardan olan
cahiller, cehalet sebebiyle özürlüdürler. Şayet, onun şirk olduğunu, İslam
dinine muhalif olduğunu bilselerdi, velev ki İslam’ı terk edip kâfir olması
için kılıcı boynuna dayasalar, İslam’dan çıkmak yerine ölümü tercih edip kâfir
olmayı terk etmesi bunu tekid etmektedir. Fakat çok tehlikeli olan, ibadetin
hakikatini, tevhid şirk arasındaki farkı, bu konuda Allah’ın apaçık âyetler
indirdiğini bilen âlimlerin, yakınlıktan veya bu tehlikeli emri ihmalinden
dolayı susmasıdır. Bundan daha tehlikeli olan ise, bu konuda mücadele eden,
insanları aldatmak, şirk amelleri onlar için süslemek, günâh hayallerle ve
batıl şüphelerle insanları Allah’ın yolundan uzaklaştırmaktır. İstenilen ise,
yapılana hükmetmek ile yapana hükmetmek arasındaki farktır. Fiilin küfür
olması, onu yapanın kâfir olmasını gerektirmez.
Âlimlerden biri, muhaliflerinden biriyle
tartışırken ona şöyle der: “Ben seni tekfir etmiyorum. (Sana, sen kâfirsin
demi-yorum.) Fakat ben, senin söylemiş olduğunu dersem kâfir olurum.
Yani, ben itikad ediyorum ki bu söz küfürdür.
Şayet dersen kâfir olursun. Ama sen bunun küfür olduğuna ya cahillikten ya da
tevilden dolayı itikad etmiyorsun. Bu yüzden sana küfürle hükmetmiyorum.
Tevhid ve şirki açıklayan bu ve benzeri risaleleri
okuyanların, içeriğinden dolayı, haktan ayrılmalarından korkarak bu uyarı
gerekli oldu. Olur ki, okuyucu uyarması gereken bunun gibi ibarelere rast
gelir, manasının anlaşılır gelmemesi, anlayışın kıtlığı, basiretinin eksikliği,
adetlerin güçlülüğü, âlimlerin haberdar etmedeki eksikliği, şeytanın insan ve
cinlerden olan avânelerinin tuzağı ve İslam’dan uzaklılığı sebebiyle bu
şirklerin benzerlerinde vuku bulan müslümanların avamını tekfir eder.
Öğrenim görmüş kimselerin üzerine düşen görev,
avama (cahil halka) nasihat etmek, onlara hakkı açıklamak, hikmet ve öğütle
onları davet etmek ve en güzel olanla onlarla mücadele etmesidir. Yaşadığı
toplumdanmış gibi görünmelidir. Onların fikirlerine ve düşüncelerine akılla
baskı uygulamalı ve onların zihinlerine tesir ederek rahmet ve şefkat hissiyle
onların hidayetlerine (doğru yolu bulmalarına) hırslı olmalıdır.
Allah Teâlâ: ﴾Sıkıntıya
uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün, mü’minlere karşı müşfik ve
merhametli﴿ sözüyle
vasfettiği Nebisi -sallallahu aleyhi ve sellem-' i hayırlar ile kuşatsın ve
O’nu huzurdan ayırmasın, salat ve selam O’nun üzerine olsun.
3
Numaralı İlave
İdaratul-Va’z
vel-İrşad’ a yönetilen soru ve onun cevabı
Soru:
Bizler bir
gurup gençleriz. Köyümüzde bir kabir var
ve bu kabrin seyyid Hamiş isminde bir veliye ait olduğunu iddia
ediyorlar. Bu kabir yüzyıllardan bu yana köy ehli için fitne olmaya devam etti.
İmam Sana’ni’nin (Tathirul-İtikad) kitabında vasıf ettiği kurban kesme, adak
adama ve yardım isteme gibi ibadetleri ona takdim ediyorlar. Köy ehlini kabri
yıkmaya ikna etmeye uğraştık ama kabul etmediler ve bizim zıddımıza mutaassıp
oldular. Hükümetten kabrin yıkılmasını talep ettik bizi dinlemediler. İçimizden
bazıları Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-'in: ﴾Yükseltilmiş
hiçbir kabri tesviye etmeden (düzleştirmeden) bırakma﴿ ve
﴾Sizden herkim bir münker görürse onu
eliyle değiştirsin…﴿ emrine icabet etme gereğiyle köy ehlinin gaflette olduğu bir
zamanda kabri yıkma fikrini ortaya attı. Görüşünüz nedir? Bize doğru yolu
gösterin. Allah ecrinizi versin.
Cevap: Cihat, iyiliği emretme,
kötülükten yasaklama, insanların hidayetini isteme, Allah’ın kelimesinin üstün
olmasını dileme haddi zatında sınır değildir. Mükellifin zannı galibince onunla
kıyama kalkmak hedefini – amacını gerçekleştirmeyecek ve daha büyük şerlere yol
açacaksa o zaman onu yapmaz.
Allah
Teala şöyle buyurur:
﴾Müşriklerin
Allah’tan başka yalvardıkları putlara sövmeyin ki, onlar da haddi aşarak
bilmeden Allah’a sövmesinler.﴿[39]
Allah
Subhanehu ve Teala Nebisi -sallallahu aleyhi ve sellem-'i ve ashabını
müşriklere ve onların putlarına sövmeyi yasaklamıştır, şayet o Allah’a sövmekle
neticelenecekse.
Bu
durumda ise genelde bu kabrin yıkımı şer ve fitne ile sonuçlanacaktır. Hedefe
ulaşılmayacaktır. Köyünüzün ehli ve hükümet onun binasını yenileyecektir. Köy
ehlinin de kabre bağlı olan taassupları (bağlılıkları) artacaktır. Tıpkı bu
durumlarda alışa gelmişin meydana gelmesi gibi.
Bizler,
sizlerin davette hikmet ve güzel öğütle insanlara açıklayarak çalışmanızı,
Allah’a sığınıp O’na çağırmanızı tavsiye ederiz. Allah sizlerden ihlas ve
niyetinizin doğruluğunu gördüğünde sizler için kalpleri açacak yeni nesiller
sizin davetinizle kanaat getireceklerdir. O zaman köy ehli o kabri seçecek,
şirkten kurtulacak ve tevhide çağırana icabet edeceklerdir.
Nebiniz -sallallahu
aleyhi ve sellem-' in peygamber olarak gönderildikten sonra 13 sene kavmine
sabrettiğini hatırlayın. Kâbe’de 360 tane put görmesine rağmen, Allah’ın yüce
evini tavaf ediyor ve ona doğru namaz kılıyordu. Tâ ki Mekke’nin fethiyle Allah
O’na yardım edene kadar. Mekke’ye muzaffer ve apaçık hüküm O’nun olarak
girmiştir. Ve Kâbe’yi putlardan temizlemiştir.
Başarı
Allah’tandır.
[1] Yemen de bir şehir
[2] Nisa Sûresi: 59
[3] Âl-i İmran: 187
[4] Bakara Sûresi: 159
[5] O Mueyyed
Billah Yahya b. Hamza b. Ali el-Huseynî es-Sana’nî’dir. Hicri 669 yılında
San’a’da doğdu. Küçüklüğünden itibaren Yemen âlimlerinden ilim aldı. İlimlerde
oldukça ilerledi. O, zeydî imamların büyüklerindendir. Usulde ve bölümlerinde
çeşitli fenlerde birçok eserleri vardır. İyiliği emreden ve kötülüğü
yasaklayanlardan ve sahabeyi –Allah onlardan razı olsun- savunanlardan
birisiydi. Hicrî 705 senesinde Zimar şehrinde vefat etmiş ve oraya
defnedilmiştir. –Allah O’na rahmet etsin-. (İmam Şevkâni’nin ‘el-Bedrut-Tali’
adlı eserine bak)
[6] Yemen
âlimlerinden biri olan Ahmed b. Yahya b. El-Murteda el-Hasenî’nin
“el-Bahruz-Zehhar” adlı kitabı. Usul ve çeşitlerinde birçok kitabın sahibi.
Hicrî 840 senesinde vefat etti. El-Bedrut-Tali’ adlı kitaba bak(1/84).
[7] “el-Ğaysul-Midrâr Şerhu
Kitabil-Ezhâr” Fıkıh kitabıdır. Şevkânî
şöyle der: Dört ciltten oluşmuştur. Yazarı, büyük âlim; Ahmed b. Yahya
el-Murteda’dır. “el-Bahruz-Zehhar” kitabının sahibidir. Ayrıca “el-Bedrut-Tali’
“kitabına bakın (1/85).
[8] Haşr Sûresi: 7
[9] Âl-i İmrân Sûresi: 31
[10] Nisâ Sûresi: 80
[11] Nisâ Sûresi: 69
[12] Nisâ Sûresi: 13-14
[13] Nûr Sûresi: 52
[14] Nisâ Sûresi: 59
[15] Âl-i İmrân: 50
[16] Nûh Sûresi: 21-23
[17] Necm Sûresi: 19
[18] A’râf Sûresi: 188
[19] el-Mulhıg
No:2’ye bak.
[20] Ebu Davud Enes b. Malik’den
sahih bir senedle rivayet etmiştir.
[21] Allah’a hamdederiz ki,
hacılardan alınan vergiler kaldırıldı ve Mekke uzun zamandan beri bundan
temizlendi.
[22] Kral Abdülaziz
Âli Suud –Allah ona rahmet etsin- zamanında Mekke’ye girdikten sonra imamların
ayrılığını ve çokluklarını kaldırdı ve namaz kılanları iki haremde (Mekke ve
Medine) bir imam arkasında topladı. Bu ise hicri 1343 yılında gerçekleşti.
Sonra tavaf alanı genişletilince Kâbe’de bulunan bu makamlar yıkıldı ve ondan
bir eser kalmadı.
[23] Buhari ve Muslim
[24] İmam Şevkânî’nin sözü buraya
kadar.
[25] Şevkânî’nin sözü burada bitti
[26] İmam Şevkânî’nin sözü burada
bitti.
[27] Sahihi Muslim.
[28] Mü’min Sûresi: 60
[29] Ankebut Sûresi: 65
[30] A’raf Sûresi: 55
[31] Bakara Sûresi: 186
[32] Yûnus Sûresi: 18
[33] Zumer Sûresi: 3
[34] İsrâ Sûresi: 56-57
[35] Cîn Sûresi: 18-21
[36] Yûnus Sûresi: 106-107
[37] Zumer Sûresi: 38
[38] Kehf Sûresi: 54
[39] Enam Suresi: 108