Muhakkak ki hamd Allah’adır. O’na hamd eder, O’ndan yardım ve bağışlanma dileriz. Nefislerimizin şerrinden ve kötü amellerimizden Allah’a sığınırız. Allah kimi hidayete erdirirse onu saptıracak yoktur. Kimi de saptırırsa onu hidayete erdirecek yoktur. Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur. O, tektir ve ortağı yoktur. Ve şehadet ederim ki, Muhammed O’nun kulu ve rasulüdür. Allah O’na salât ve çokça selam eylesin.
Rasullerin gelmesinden sonra
insanların Allah’a karşı öne sürebilecekleri hiçbir hüccetlerinin olmaması
için Allah, alemlere rasullerini göndermiştir. Hidayet ve rahmet olarak, nur ve
şifa olarak kitaplarını indirmiştir.
Geçmişte peygamberler sadece kendi kavimlerine gönderilir, kendilerine
indirilen kitapları ezberletirlerdi. Bu nedenle, kitapları hafızalardan
silindi. Şeriatları değiştirildi ve tahrif edildi. Çünkü o, belirli bir ümmete
belirli bir süre için indirilmişti.
Sonra Allah, peygamberi Muhammed
sallallahu aleyhi ve sellem’i rasullerin ve nebilerin sonuncusu yapmak üzere
seçti. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Muhammed sizin adamlarınızdan birinin babası değildir. Fakat o, Allah’ın
Rasulü ve peygamberlerin sonuncusudur)[1] O’na indirilmiş
en hayırlı kitabı, Kur’an-ı Kerim’i ikram etti ve o kitabın korunmasını
üstlendi. Onun korunmasını insanlara bırakmadı. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Şüphe yok ki o zikri (Kur’an-ı
Kerim’i) biz indirdik, onu koruyacak olan da biziz.)[2] Muhammed
sallallahu aleyhi ve sellem’in şeriatını, Kıyamet’in kopmasına kadar kalıcı
kıldı. O’nun şeriatının kalıcı olmasının gereklerinden birinin de o şeriata
iman etmek, ona davet etmek ve bu davet sırasında karşılaşılan zorluklara
sabretmek olduğunu açıkladı. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in metodu ve
kendisine uyanların O’ndan sonra uyguladıkları metot, Allah’a basiret ile davet
etmekti. Allah Teâlâ bu metodu açıklayarak şöyle buyurur: (De ki: “İşte bu, benim yolumdur.
Ben, Allah’a bir basiret üzere davet ediyorum; ben de bana uyanlar da. Allah’ı
noksanlıklardan tenzih ederim. Ben müşriklerden değilim)[3] O’na, Allah
yolunda sabretmeyi emretti. Şöyle buyurur: (Peygamberlerden büyük azim sahiplerinin sabrettiği
gibi sen de sabret)[4] Ve şöyle
buyurur: (Ey iman
edenler! Sabredin, (düşman karşısında) sebat gösterin, (cihad için) hazırlıklı
ve uyanık bulunun. Allah’tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz)[5] Bu yüce ilahi
metoda uyarak, Allah’ın Kitabı’nın ışığıyla ve Rasulü sallallahu aleyhi ve
sellem’in sünnetinin rehberliğiyle Allah’ın yoluna davet etmek için bu kitabı
yazdım. Bu kitapta, kısaca kainatın yaratılışını, insanın yaratılışını ve
şereflendirilmesini, rasullerin gönderilmesini ve geçmiş dinlerin hallerini
açıkladım. Sonra, anlamı ve esasları ile İslam’ı tanıttım. Hidayeti dileyene
hidayetin delillerini gösterdim. Kurtuluşu isteyene kurtuluşun yolunu
açıkladım. Nebilerin, rasullerin ve salih insanların izinden yürümek isteyenlere
işte onların yolu. Onlardan yüz çeviren de kendini bilmez bir şekilde
davranmış ve sapıklık yoluna koyulmuştur.
Şüphesiz her dinin mensupları
insanları o dine çağırır. Doğrunun onda olduğuna ve diğerlerinde olmadığına
inanırlar. Her inancın mensupları; insanları, inançlarının kurucusuna uymaya
ve o yolun liderini yüceltmeye çağırırlar.
Müslüman ise kendi yoluna tabi
olmaya davet etmez. Çünkü Müslüman’ın kendine has bir yolu yoktur. Onun dini,
Allah’ın kendisi için razı olduğu dindir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Şüphesiz Allah katında din
İslam’dır)[6] Hiçbir insanın
yüceltilmesine davet etmez. İnsanların hepsi Allah’ın dininde eşittir ve
aralarında takvadan (Allah korkusundan) başka bir fark yoktur. Bilakis
insanları Rablerinin yoluna koyulmaya, rasullerine iman etmeye, rasullerinin
sonuncusu Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e indirdiği ve tüm insanlara
tebliğ etmesini emrettiği şeriata uymaya çağırır.
Bu nedenle, Allah’ın razı olduğu ve
rasullerinin sonuncusuna indirdiği dine davet amacıyla; doğruyu bulmak isteyene
yol göstermek ve mutluluğu isteyene rehberlik etmek için bu kitabı yazdım.
Allah’a yemin olsun ki, hiç kimse gerçek mutluluğu bu dinin dışında bulamaz.
Allah’ı rabb olarak, Muhammed’i -sallallahu aleyhi ve sellem- peygamber olarak,
İslam’ı da din olarak kabul edip iman etmeyenden başkası huzuru bilemez.
Geçmişte ve günümüzde hidayete erip İslam’a giren binlerce kimse, gerçek hayatı
ancak İslam’a girdikten sonra tanıdıklarını ve mutluluğu sadece İslam’ın
gölgesinde tattıklarını dile getirmiştir. Çünkü her insan mutlu olmayı ister,
huzuru arar ve gerçeği araştırır. Bu kitabı hazırladıktan sonra Allah’tan, bu
çalışmamı kendi rızası için halis kılmasını, Allah’ın yoluna davet edici
kılmasını ve onu kabul eylemesini dilerim. Onu, sahibine dünya ve ahirette
fayda veren salih amellerden eylemesini dilerim.
Kitabı, her hangi bir dilde basmak
isteyene veya bir başka dile çevirmek isteyene çevireceği dile naklederken ilmi
emanete uyması, yapılan çalışmanın tekrarlanmaması ve çeviriden faydalanmak için bir nüsha tarafıma göndermesi kaydıyla izin
veriyorum.
Ayrıca; gerek kitabın Arapça
aslıyla, gerekse herhangi bir çevirisiyle ilgili bir mülahazası veya ekleyeceği
olan herkesin aşağıda zikredeceğim adres kanalıyla mülahazasını bana
ulaştırmasını dilerim.
Başında ve sonunda, gizli ve
aşikarda hamd Allah’adır. Dünya ve ahirette hamd O’nadır. Gökler ve yer dolusu,
dilediği şeyler dolusu hamd O’nadır. Allah; nebimiz Muhammed’e, ashabına,
metodu üzere yürüyen ve yoluna koyulanlara Kıyamet’e kadar salât ve çokça
selam eylesin.
Bu
gidiş nereye?
İnsan büyüdüğü ve akletmeye
başladığı zaman kafasına bir çok soru takılır: “Nereden geldim?” “Niçin
geldim?” “Gidiş nereye?” “Beni ve etrafımı saran bu kainatı kim yarattı?” “Bu
kainatın sahibi ve yöneticisi kim?” Ve bunun gibi bir çok soru...
İnsan bu soruların cevabını kendi
başına veremez. Modern ilim de yalnız
başına bu soruların cevabına ulaşamaz. Çünkü bu konular, dinin kapsamına
giren konulardır. Bu nedenle bu konuda bir çok şey nakledilmiş; konu etrafında,
insanın şaşkınlığını ve endişesini artıran çeşitli hurafeler ve hikayeler
uydurulmuştur. Bu konularla ilgili yeterli cevapları öğrenmesi ancak Allah’ın
kendisini, bu ve benzeri konulara açıklayıcı bilgiler getiren doğru dine yöneltmesi
ile mümkündür. Çünkü bu konular, gaybi konulardır. Sadece sahih din gerçeğe ve
doğru söze sahiptir. Çünkü yalnızca o, Allah tarafından nebilerine ve
rasullerine vahyedilmiştir. Bu nedenle, insanın hak dine yönelmesi gerekir.
Şaşkınlığının gitmesi, şüphelerinin ortadan kalkması ve doğru yol üzere olması
için o dini öğrenmesi ve ona iman etmesi gerekir.
Bundan sonra okuyacağınız sayfalarda
sizi Allah’ın dosdoğru yoluna tâbi olmaya davet ediyor; acele etmeden ve
önyargısız düşünerek bakmanız için, bu dinin bazı delillerini gözlerinizin
önüne seriyorum.
Allah’ın
Varlığı ve Birliği,
Rubûbiyyeti
ve Ulûhiyyeti·
İnsanların bir çoğu ağaç, taş ve
insan gibi yaratılmış ve elle yapılmış ilahlara ibadet eder. Bu nedenle Yahudiler
ve müşrikler Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e Allah’ın sıfatlarını ve
O’nun neden olduğunu sorarlar. Allah Teâlâ da şu ayetleri indirir: (De ki: “O Allah birdir. Allah,
Samed’dir. Doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. O’nun hiçbir dengi yoktur.)[7] Kullarına
kendini tanıtarak şöyle buyurur: (Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş’a
istivâ eden; geceyi, durmadan kendisini kovalayan gündüze bürüyüp örten;
güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğmiş durumda yaratan Allah’tır.
Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O’na mahsustur. Alemlerin Rabbi Allah
ne yücedir!)[8] Ve şöyle
buyurur: (Görmekte
olduğunuz gökleri direksiz olarak yükselten, sonra Arş’a istivâ eden, güneşi ve
ayı emrine boyun eğdiren Allah’dır. (Bunların) her biri belirli bir vakte kadar
akıp gitmektedir. O; Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanmanız için her
işi düzenleyip ayetleri açıklamaktadır. Yeri döşeyen, onda sabit dağlar ve
ırmaklar yaratan ve orada bütün meyvelerden çifter çifter yaratan O’dur. Geceyi
de gündüzün üzerine O örter.) Ve ayetlerin devamında şöyle buyurur: (Her dişinin neye gebe kalacağını,
rahimlerin neyi eksik neyi ziyade edeceğini Allah bilir. O’nun katında her
şey ölçü iledir. O; görüleni de görülmeyeni de bilir, çok büyük ve yüceler
yücesidir.)[9] Yine şöyle
buyurur: (De ki:
“Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?” De ki: “Allah’dır.” O halde de ki: “O’nu
bırakıp da kendilerine fayda ya da zarar verme gücüne sahip olmayan dostlar mı
edindiniz?” De ki: “Körle gören bir olur mu hiç? Ya da karanlıklarla aydınlık
eşit olur mu?” Yoksa O’nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da bu
yaratma onlarca birbirine benzer mi göründü? De ki: “Her şeyi yaratan
Allah’dır. O; birdir, karşı durulamaz güç sahibidir.)[10] Allah Subhanehu,
delil olarak ayetlerini ortaya koyarak şöyle buyurur: (Gece ve gündüz, güneş ve ay O’nun
ayetlerindendir. Eğer Allah’a ibadet etmek istiyorsanız, güneşe de aya da secde
etmeyin. Onları yaratan Allah’a secde edin. Eğer insanlar büyüklük taslarlarsa
(bilsinler ki) Rabbinin yanında bulunan (melekler) hiç usanmadan, gece gündüz
O’nu tesbih ederler. Senin yeryüzünü kupkuru görmen de Allah’ın ayetlerindendir.
Biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman, harekete geçip kabarır. Ona can
veren, elbette ölüleri de diriltir. O, her şeye kadirdir.)[11] Ve şöyle
buyurur: (O’nun
ayetlerinden biri de; gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve
renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için dersler vardır.
Gece olsun gündüz olsun uyumanız da O’nun ayetlerindendir.)[12]
Allah azze ve celle kendi nefsini
güzellik ve mükemmellik sıfatlarıyla tanımlar. Şöyle buyurur: (Allah... O’ndan başka ilah
yoktur. Diridir. Kayyûm’dur. O’nu ne bir uyuklama alır, ne de bir uyku.
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi yalnız O’nundur. O’nun izni olmaksızın
nezdinde kim şefaat edebilir? O, kulların yaptıklarını ve yapacaklarını bilir.
O’nun ilminden, kendisinin dilediğinden başka hiçbir şeyi kavrayamazlar.)[13] Ve şöyle
buyurur: (O; günahları
bağışlayan, tevbeleri kabul eden, azabı çetin ve nimeti pek bol olandır. O’ndan
başka ilah yoktur. Dönüş yalnız O’na-dır.)[14] Yine şöyle
buyurur: (O Allah’dır
ki O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. O; mülkün sahibidir, eksiklikten
münezzehtir, selamet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır,
üstündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır. Allah,
müşriklerin ortak koştukları şeylerden münezzehtir.)[15]
İşte bu Rabb, kullarına kendisini
tanıtan, her şeye gücü yeten ve hikmet sahibi ilahtır. Ayetlerini delil ve
şahit olarak ortaya koymuştur. Kendini, ilahlığına ve rabb olmasına delalet
eden mükemmellik sıfatları ile tanımlamıştır. Peygamberlerin şeriatları,
aklın kabul etmeye zorladığı gerçekler, yaratılıştan sahip olunan fıtrat ve
tüm ümmetler bu noktada birleşmiştir. Bunlardan bir kısmını aşağıda
açıklayacağım. Allah’ın varlığının ve rabb olmasının delilleri şunlardır:
1- Bu kainatın ve içerisinde bulunan benzersiz varlıkların
yaratılması:
Ey insan! Seni çepeçevre saran bu
yüce kainat göklerden, yıldızlardan ve galaksilerden oluşmaktadır. Geniş bir
yeryüzü ve içerisinde; farklı farklı bitkilerin yeşerdiği birbirine komşu
alanlar, her tür ürün ve her canlının erkek ve dişisinden bir çift... Bu kainat
kendini yaratmadı. Mutlaka onun bir yaratıcısı var. Çünkü, kendini yaratması
imkansız! Öyleyse bu eşsiz düzeni yaratan, onu bu güzellikte tamamlayan ve
bakanlara bir işaret kılan kim? Elbette gücüne karşı konulamayan, kendisinden
başka rabb ve kendisinden başka ilah olmayan bir tek Allah... Allah Teâlâ şöyle
buyurur: (Acaba onlar
herhangi bir yaratıcı olmadan mı yaratıldılar? Yoksa kendileri mi
yaratıcıdırlar? Yoksa göklerle yeri onlar mı yarattılar? Hayır! Onlar bir türlü
anlayıp inanmazlar.)[16] Bu iki ayet şu
üç soruyu içerir:
1- Hiçbir yaratıcı olmadan
kendiliğinden mi varoldular?
2- Kendilerini mi yarattılar?
3- Gökleri ve yeri mi yarattılar?
Kendiliğinden varolmadıklarına ve
kendilerini yaratmadıklarına göre, gökleri ve yeri de yaratmadıklarına göre
onları yaratan, gökleri ve yeri yaratan bir yaratıcının varlığını kabul etmek
kaçınılmaz olur. O yaratıcı da, tek ve karşı konulamaz güç sahibi olan
Allah’tır.
2- Fıtrat:
Mahlukat; doğuştan, yaratıcıyı
kabullenme duygusuyla yaratılmıştır. Bu her şeyden daha önemli ve daha büyüktür.
Bu olay, matematiksel ilimlerin ilkelerinden daha kuvvetli bir şekilde fıtrata
yerleşmiştir. Fıtratı bozulan ve kabullenmesine engel olacak durumlara
uğrayanların dışında hiç kimseye isbatı için
delil sunulmasına gerek yoktur.[17] Allah Teâlâ
şöyle buyurur: (Allah’ın
insanları üzerinde yarattığı fıtrat... Allah’ın yaratışında değişme yoktur.
Dosdoğru din işte budur.)[18] Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyurur: “Her doğan fıtrat üzere doğar. Anne-
babası onu Yahudileştirir, Hıristiyanlaştırır veya Mecusileştirir. Nitekim hayvanın, derli toplu bir
hayvan doğurduğu gibi. Bu hayvanda hiç bir kesik aza görüyor musunuz?"[19] Ve yine şöyle buyurur: "Rabbim, bugün bana öğrettiği
şeylerden bilmediklerinizi size öğretmemi emretti. (Ve buyurdu ki): "Benim
bir kula verdiğim bir mal helaldir. Ben bütün kullarımı hanif[20] olarak yarattım. Ancak
şeytanlar onlara gelip, dinlerinden alıp götürdüler, kendilerine helal kıldığım
şeyleri haram kıldılar. Kendisine bir güç vermediğim şeyi bana şirk koşmalarını
emrettiler."[21]
3- Ümmetlerin icması:
Geçmişte ve günümüzde bütün
ümmetler, bu kainatın bir yaratıcısı olduğunda birleşmiştir. O yaratıcı
Alemlerin Rabbi Allah’tır. Göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Hükümranlığında
ortağı olmadığı gibi yaratmasında da ortağı yoktur.
Geçmiş ümmetlerin hiç birinden
ilahlarının yaratmada Allah’a ortak olduğuna inandıkları nakledilmemiştir.
Bilakis; Allah’ın, kendilerinin yaratıcısı ve ilahlarının yaratıcısı olduğuna,
O’ndan başka yaratıcı ve rızık verici olmadığına, fayda ve zararın O’nun
elinde bulunduğuna inanıyorlardı.[22] Allah Teâlâ, müşriklerin
Allah’ın rububiyyetini kabul ettiklerini bildirerek şöyle buyurur: (Eğer onlara “Gökleri ve yeri
yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?” diye sorsan onlar
elbette “Allah” diyeceklerdir. O halde nasıl yüz çevirip döndürülüyorlar? Allah
kullarından dilediği kimseye rızkı genişletir ve bazen de ona daraltır.
Şüphesiz ki Allah her şeyi çok iyi bilendir. Eğer onlara “Gökten suyu indirip
onunla yeri ölümünden sonra dirilten kimdir?” diye sorsan, onlar elbette
“Allah’dır” derler. “Allah’a hamdolsun” de. Fakat onların çoğu akletmezler.)[23] Ve şöyle
buyurur: (Andolsun ki
onlara “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan elbette “Onları hüküm ve
emrinde galip, her şeyi en iyi bilen (Allah) yarattı” derler.)[24]
4- Akli zorunluluk:
Akıllar, bu kainatın yüce bir
yaratıcısı olduğunu kabul etmekten başka bir yol bulamaz. Çünkü akıl, kainatın
sonradan ortaya çıkmış ve yaratılmış olduğunu, kendini yaratmadığını ve
sonradan ortaya çıkan bir şeyin mutlaka bir ortaya çıkaranı olduğunu görür.
İnsan, zorluklardan ve
sıkıntılardan geçtiğini bilir. Bu sıkıntıları bir beşer gideremeyince kalbiyle
semaya yönelir. Diğer günlerinde Rabbini inkar edip kendi putlarına ibadet etse
bile, üzüntüsünü gidermesi ve sıkıntıdan kurtarması için Rabbinden yardım
diler. Bu kaçınılmaz bir ihtiyaçtır. Hayvanlar bile bir musibetle karşılaşınca
başını kaldırır ve gözlerini semaya diker. Allah; insanın başına bir sıkıntı gelince
süratle Rabbine yöneldiğini ve sıkıntısını gidermesini dilediğini bildirerek
şöyle buyurur: (İnsana
bir zarar isabet etse o, Rabbine dönerek O’na dua eder. Sonra ona kendi
lütfundan bir nimet verirse; evvelce O’na yalvardığını unutur ve Allah’a eşler
koşar.)[25] Müşriklerin halini anlatırken de
şöyle buyurur: (Sizi
karada ve denizde gezdiren O’dur. Hatta siz gemilerde bulunduğunuz, o gemiler
de içindekileri tatlı bir rüzgarla alıp götürdükleri ve (yolcular) bu yüzden
neşelendikleri zaman, o gemiye şiddetli bir fırtına gelip çatar, her yerden
onlara dalgalar hücum eder ve onlar çepeçevre kuşatıldıklarını anlarlar da dini
yalnız Allah’a has kılarak “Andolsun eğer bizi bundan kurtarırsan mutlaka şükredenlerden
olacağız” diye Allah’a yalvarırlar. Fakat Allah onları kurtarınca bir de
bakarsın ki onlar, yine haksız yere taşkınlık ediyorlar. Ey insanlar! Sizin
taşkınlığınız ancak kendi aleyhinizedir; (bununla) sadece fani dünya hayatının
menfaatini elde edersiniz; sonunda dönüşünüz yine bizedir. O zaman yapmakta
olduklarınızı size haber vereceğiz.)[26] Ve şöyle
buyurur: (Dağlar gibi
dalgalar onları kuşattığı zaman , dini tamamen Allah’a has kılarak O’na
yalvarırlar. Allah onları kurtararak karaya çıkardığı vakit içlerinden bir kısmı
orta yolu tutar. Zaten bizim ayetlerimizi, ancak nankör hainler bilerek inkar
eder.)[27]
Kainatı yoktan vareden, insanı en
güzel şekilde yaratan; insan fıtratına kendisine kulluğu ve teslim olmayı yerleştiren;
akılların, rububiyyetine ve uluhiyyetine boyun eğdiği ve ümmetlerin
rububiyyetini ittifakla kabul ettiği bu ilah mutlaka rububiyyetinde ve
uluhiyyetinde bir olmalıdır. Yaratmada ortağı olmadığı gibi aynı şekilde
uluhiyyetinde de ortağı olmamalıdır. Bu konuda bir çok delil vardır.· Bunlardan
bazıları şu şekildedir:
1- Bu kainatta ancak bir ilah
vardır. O, yaratıcı ve rızık vericidir. O’ndan başkası fayda veremez ve zararı
defedemez. Bu kainatta başka bir ilah olsaydı, onun da bir fiili, yaratması ve
emri olurdu. Ve iki ilahtan biri diğerinin ortaklığına razı olmazdı.[28] Mutlaka biri diğerine
galip gelir, ona istediğini yaptırırdı. Mağlup olanın ilah olması
olanaksızdır. Galip gelen, gerçek ilahtır. Rububiyyetinde kendisine hiçbir
ilah ortak olamadığı gibi uluhiyyetinde de hiçbir ilah kendisine ortak olamaz.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Allah hiçbir evlat edinmedi. Onunla birlikte herhangi bir ilah da yoktur.
Eğer olsaydı, bu takdirde her bir ilah yarattığını alır, elbette kimisi
kimisine üstünlük sağlardı. Allah onların niteleye geldiklerinden münezzehtir.)[29]
2- Göklerin ve yerin hükümdarı olan
Allah, ibadete layıktır. Çünkü insan kendisine fayda veren ve kendisinden
zararı gideren, kötülüğü ve fitneleri uzaklaştıran ilaha yönelir. Bunları
yapmaya da göklerin ve yerin ve her ikisi arasındakilerin hükümdarı olan
Allah’dan başkasının gücü yetmez. Müşriklerin iddia ettiği gibi O’nunla beraber
başka ilahlar olsaydı bile kullar, gerçek hükümdar olan Allah’a ibadete giden
yollara koyulurlardı. Çünkü Allah’ın dışında bütün bu ibadet edilenler Allah’a
ibadet ediyor ve O’na yaklaşmaya çalışıyor olurlardı. Fayda ve zarar vermek elinde
olana yaklaşmak isteyenin de -içerisinde Allah’dan başka ibadet edilen bu
ilahlarla birlikte- göklerde ve yerde olanların hepsinin ibadet ettiği gerçek
ilaha ibadet etmesi daha uygundur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (De ki: Eğer söyledikleri gibi
Allah ile birlikte başka ilahlar da bulunsaydı, o takdirde bu ilahlar, Arş’ın
sahibi olan (Allah’a) ulaşmak için çareler arayacaklardı.)[30] Hakkı arayan,
Allah Teâlâ’nın şu kavlini okusun: (De ki: “Allah’dan gayrı (ilah diye) iddia ettiklerinize dua edin bakayım.
Onlar göklerde de yerde de zerre ağırlığınca bir şeye sahip değildirler.
Onların bu ikisinde hiçbir ortaklığı yoktur ve O’nun bunlardan hiçbir
yardımcısı da yoktur.” O’nun nezdinde şefaat, kendisine izin verdiklerinden
başkasına fayda vermez.)[31] Bu ayetler,
kalbin Allah’dan başkasına bağlanmasını dört açıdan keser:
Birincisi: Şirk koşulanlar,
Allah’ın yanında zerre miktarınca bir şeye sahip değillerdir. Zerre miktarınca
bir şeye sahip olmayan fayda ve zarar veremez. İlah olmayı ya da Allah’a ortak
olmayı hak etmez. Onlara sahip olan ve onlar üzerinde tasarrufta bulunan yalnızca
Allah’dır.
İkincisi: Onlar, göklerde ve yerde
bir şeye sahip değillerdir. Göklerde ve yerde de zerre miktarı ortaklıkları yoktur.
Üçüncüsü: Allah’ın, yaratıklarından
bir yardımcısı yoktur. Bilakis O, onlara hiç bir şekilde muhtaç olmaması ve
onların kendisine muhtaç olmaları nedeniyle, kendilerine fayda veren işlerde
onlara yardım eder, zarar veren şeyleri onlardan uzaklaştırır.
Dördüncüsü: Şirk koşulanlar, Allah
katında kendilerine tâbi olanlara şefaat etme hakkına sahip değildir. Bunun
için onlara izin verilmez. Allah Subhanehu
ancak dostlarına şefaat etmeleri için izin verir. Allah dostları da ancak Allah’ın
sözünden, amelinden ve inancından razı olduğu kimselere şefaat ederler.[32]
3- Alemin
bütününün düzeni ve herşeyin yerli yerinde olması onu düzenleyenin tek bir
ilah, tek bir melik ve tek bir rabb olduğuna en açık delildir. Yaratıklar için
O’ndan başka ilah yoktur. Onlar için O’ndan başka rabb da yoktur. Nasıl ki bu
kainatın iki yaratıcısının olması imkansızsa, iki ilahın olması da aynı şekilde
imkansızdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Eğer göklerle yerde Allah’dan
başka ilahlar olsaydı, ikisinin de düzeni bozulup gitmişti.)[33] Gökyüzünde ve yeryüzünde Allah’dan başka bir ilahın varolduğu
farzedilse yeryüzü ve gökyüzünün düzeni bozulurdu. Bu bozulma şöyle olurdu:
Allah ile birlikte başka bir ilah daha olsaydı her birinin dilediğini yapmaya
ve yaptırmaya gücü yeterdi. Aralarında çekişme ve anlaşmazlık olur ve bu
nedenle bozulma gerçekleşirdi.[34] Bir bedende onu idare
eden iki eşit ruhun bulunması imkansızsa ve böyle bir şeyin olması halinde
bedenin düzeni bozulup mahvolursa, böyle bir şey imkansızsa nasıl olur da ondan
daha büyük olan bir kainatta böyle bir şey düşünülebilir?![35]
4-
Nebilerin ve rasullerin bu konuda birleşmeleri: Bütün milletler, nebilerin ve
rasullerin insanların en akıllıları, nefsi yönden onların en temizleri, ahlaki
açıdan en üstünleri, kendilerine tâbi olanlara en çok uyarıda bulunan ve Allah’ın
muradını en iyi bilenleri, doğru yola en iyi yöneltenleri olduğu görüşünde birleşir.
Çünkü onlar Allah’dan vahiy almakta ve onu insanlara iletmektedirler. Bütün
nebiler ve rasuller, ilki Adem aleyhisselam’dan sonuncusu Muhammed sallallahu
aleyhi ve sellem’e kadar, kavimlerini Allah’a iman etmeye ve O’ndan başkasına
ibadet etmeyi terketmeye çağırma noktasında ve O’nun hak ilah olduğu konusunda
birleşmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Senden önce hiçbir rasül
göndermedik ki ona “Benden başka ilah yoktur, o halde bana ibadet edin” diye
vahyetmiş olmayalım.)[36] Allah azze ve celle bizlere; Nuh aleyhisselam’ın, kavmine şöyle
dediğini anlatır: (“Allah’dan başkasına ibadet etmeyin. Gerçekten ben
sizin için acıklı bir günün azabından korkuyorum.”)[37] Allah Subhanehu, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in kavmine şöyle
söylemesini isteyerek buyurur ki: (De ki: Bana sadece, sizin ilahınızın ancak bir tek
Allah olduğu vahyedildi. Hâlâ müslüman olmayacak mısınız?)[38]
Bu ilah,
kainatı yoktan yaratıp varedendir. İnsanı
en güzel şekilde yaratıp şereflendirendir. İnsan fıtratına kendisinin
rububiyyetini ve uluhiyyetini kabullenmeyi yerleştirendir. İnsanı ancak O’na
teslim olduğunda ve yolunda yürüdüğünde huzura erdiren, insan ruhunu ancak
varedicisine sığındığında ve yaratıcısı ile bağ kurduğunda mutmain kılandır.
Değerli elçilerinin bildirdiği doğru yoldan başka, nefsin O’nunla iletişime
geçecek başka bir bağı yoktur. Bu ilah, insana, ancak O’na iman ettiğinde
işlerinin yoluna gireceği ve görevini en güzel şekilde yerine getireceği bir
akıl vermiştir.
Fıtrat
düzgün olup, ruh mutmain olunca, nefis sükunet bulup akıl iman edince insan
için dünya ve ahirette huzur, güvenlik ve mutluluk gerçekleşir.
İnsan bunu
inkar ederse dünyada dağınık bir şekilde amaçsızca dolaşır. Dünyanın sahte
ilahları arasında dağılır. Kendisine kimin fayda vereceğini, kimin kendisinden
kötülüğü savacağını bilemez.
İmanın
nefiste yerleşmesi ve küfrün çirkinliğinin açıkça ortaya çıkması için Allah
örnek verir. Çünkü örnek, anlamayı kolaylaştırır. Bu örnekte işleri birçok ilah
arasında dağınık olan insanla, bir tek Rabbine ibadet eden insanı
karşılaştırır. Şöyle buyurur: (Allah, çekişip duran bir çok ortakların sahip
olduğu bir adam ile yalnız bir kişiye bağlı olan bir adamı misal olarak verir.
Bu ikisi eşit midir? Hamd, Allah’a mahsustur. Fakat onların çoğu bilmezler.)[39] Allah, tevhid ehli kula ve müşrik kula birçok ortağın sahip olduğu ve
ortakların onu kullanmada birbirleriyle çekiştiği bir köleyi örnek verir. O
köle onların arasında dağılmıştır. Onlardan her birinin bir isteği vardır. Her
birinin verdiği bir görev vardır. Bu köle, sahiplerin arasında şaşırıp
kalmıştır, bir metot tutturamaz ve bir yol belirleyemez. Yönünü ve kuvvetini
dağıtan farklı ve birbirine ters beklentilerini yerine getirip onları razı
edemez. Sadece bir efendinin sahip olduğu, efendisinin ne istediğini ve ne
görev verdiğini bilen rahattır. Belirli bir yolda yürür. İşte bu ikisi bir
olmaz. Bu bir efendiye boyun eğer; bilgi, yakin ve belirli bir yolda yürümenin
rahatlığıyla nimetlenir. Diğeri ise, birbiriyle geçimsiz efendilere boyun eğer;
sürekli bir tedirginlik işkencesi altındadır. Belli bir hal üzere olmaz.
Hepsini razı etmek bir tarafa, birini dahi memnun edemez.
Allah’ın
varlığı, rububiyyeti ve uluhiyyeti hakkındaki delilleri bu şekilde
açıkladıktan sonra, şimdi de O’nun, kainatı ve insanı yaratmasını ve bundaki
hikmeti tanımaya çalışalım.
Kainatın Yaratılışı
Gökleri ve
yeriyle; yıldızları, nehirleri, denizleri, ağaçları ve her türlü hayvanları ile
bu kainatı Allah Subhanehu ve Teâlâ yoktan yaratmıştır. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: (De ki: Siz, yeri iki günde yaratanı inkar edip O’na ortaklar mı
koşuyorsunuz? O, alemlerin Rabbidir. Yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi. Orada
bereketler yarattı ve orada dört günde, rızıklarını arayanlar için eşit gıdalar
takdir etti. Sonra buhar halinde olan göğe yöneldi, ona ve yerküreye;
“İsteyerek ya da istemeyerek gelin!” dedi. İkisi de; “İsteyerek geldik” dediler.
Böylece onları, yedi gök olarak iki günde var etti ve her göğe görevini
vahyetti. Ve biz, dünya semasını kandillerle donattık, bozulmaktan koruduk.
İşte bu; o izzet sahibi, her şeyi bilen (Allah)’ın takdiridir.)[40]
Ve şöyle
buyurur: (İnkar edenler, göklerle yer bitişik bir halde iken bizim onları
birbirinden ve her canlı şeyi sudan yarattığımızı düşünmediler mi? Yine de
inanmazlar mı? Onları sarsmasın diye yeryüzünde bir takım dağlar diktik. Orada
geniş geniş yollar açtık; tâ ki maksatlarına ulaşsınlar. Biz, gökyüzünü sağlam
bir tavan yaptık. Onlar ise, gökyüzünün ayetlerinden yüz çevirirler.)[41]
Allah bu
kainatı sayısız ve yüce hikmetlerle yaratmıştır. Onun her bir parçasında büyük
hikmetler ve göz alıcı mucizeler vardır. Bu mucizelerden birine dahi iyice baksan
şaşırtıcı şeyler görürsün. Allah’ın bitkilerdeki eserinin neredeyse her
yaprakta, her damarda ve her meyvede bulunan ve insan aklının anlamakta güçlük
çektiği hayret verici yönlerine bak.
İnsanın
dikkatlice bakmazsa göremeyeceği kadar zayıf şu cılız ve ince damarlardaki su
yollarına bak. Nasıl da suyu aşağıdan yukarıya çekebiliyor. Sonra su o yolların
genişliğine ve talebine göre taşınıyor. Sonra gözün göremeyeceği küçüklükte
dağılıp yayılıyor. Sonra ağacın meyve vermesinin oluşumuna, gözlerden uzak
ceninin değişimi gibi bir halden diğer bir hale geçişine bak. O’nu örtüsüz
çıplak bir odun olarak görürken birden Rabbinin, yani yaratıcısının ona
yapraklarla en güzel örtüyü giydirdiğini görürsün. Sonra zayıf ve cılız bir şekilde meyvesini
çıkartır. Bu, o zayıf meyvenin sıcaktan, soğuktan ve afetlerden kendisine
sığınması için bir örtü olarak; onu korumak için yapraklarının çıkarılmasından
sonra olur. Sonra meyvelere o damarlardan ve yollardan rızkı ve gıdası
götürülür . Ve meyveler, çocuğun anne karnında beslenmesi gibi beslenir.
Sonra onu, olgunlaşıncaya kadar büyütüp geliştirir. Sonuçta; o kuru odundan bu
yumuşak ve lezzetli ürünü çıkartır.
Yeryüzünün
nasıl yaratıldığına bakarsan, yine yaratıcısının ve varedicisinin en büyük
ayetini görürsün. Allah Subhanehu yeryüzünü bir döşek ve beşik gibi yaratmış ve onu kullarının hizmetine
vermiştir.
Kulların
rızıklarını, geçim kaynaklarını ve yaşantılarını yeryüzünde kılmıştır.
İhtiyaçları ve işleri için bir yerden diğer bir yere gidebilmeleri amacıyla
yollar belirlemiştir. Yeryüzünü dağlarla sağlamlaştırmış ve dağları, yeryüzünü
sallanmaktan koruyan birer kazık kılmıştır. Yeryüzünü yayıp genişletmiş, uzatıp
düzlemiştir. O’nu ölülere ve dirilere toplanma yeri kılmıştır. Yeryüzünün üstü
canlıların vatanı, altı da ölülerin vatanıdır. Sonra; güneşi, ayı, yıldızları
ve burçları ile dönen şu galaksiye bir bak! Bu alem, ömrünün sonuna kadar bu
tertip ve düzen içinde nasıl da dönüyor? Bu dünyada gece ve gündüzün, mevsimlerin,
sıcak ve soğuğun değişmesine bak. Yeryüzünde bulunan hayvanların ve bitkilerin
bundan nasıl faydalandıklarına bak.
Sonra
gökyüzünün yaratılışını düşün. Bakışlarını arka arkaya gökyüzüne çevir.
Gökyüzünün yüksekliğinde, genişliğinde, sabitliğinde, ne altında bir direğin
ne de üzerinde bir bağın olmamasında en büyük ayeti görürsün.
O, gökleri
ve yeri tutan Allah’ın kudreti ile tutulmaktadır. Bu kainatın ve parçalarının
bir araya getirilmesine, yaratıcısının gücünün mükemmelliğine delalet eden o
en güzel düzenine bakınca onu, ihtiyaç duyulan her şeyin ve bütün eşyaların
hazırlandığı bir ev gibi görürsün. Gökyüzü üzerindeki tavanıdır. Yeryüzü
yatağıdır, üzerinde yaşanan ikametgahıdır. Güneş ve ay ışık veren iki
lambadır. Yıldızlar, fenerleri ve süsüdür. Bu dünyada yolcuya yol gösterir.
Mücevherler ve madenler, hazırlanmış stoklar gibi onun içinde saklanmıştır.
Her şey,
faydalı olacağı iş içindir. Bitki çeşitleri amacı için hazırlanmıştır. Hayvan
çeşitleri faydalı olacakları işler için ayarlanmıştır. Bazıları binmek,
bazıları sütünü almak içindir. Bazıları gıda bazıları giyim içindir. Bazıları
da koruma içindir. İnsan ise, davranışı ve emriyle bütün bunları yöneten
sorumlu hükümdar kılınmıştır.
Bu kainatın
bütününe ya da parçalarından birine iyice bakarsan hayret verici şeyler
görürsün. İyice düşünürsen, heva ve taklitten kurtulup insaflı olursan bu
kainatın yaratılmış olduğunu kesin olarak anlarsın. O’nu kudret ve hikmet
sahibi, her şeyi bilen yaratmıştır. Güzel bir şekilde takdir etmiş ve en güzel
şekilde düzenlemiştir. Öyle ki, yaratıcının iki olması mümkün değildir.
Bilakis ilah birdir ve O’ndan başka ilah yoktur. Göklerde ve yerde Allah’dan
başka bir ilah daha olsaydı, gökler ve yer ifsat olur, düzeni bozulur ve
sağladığı faydalar ortadan kalkardı.
Yaratmayı,
yaratıcısından başkasına nispet ediyorsan bir ırmak üzerinde dönen, aletleri
incelikle düzenlenmiş, her parçası yerli yerince ve güzelce yerleştirilmiş, ona
bakanın yapısında ya da görünüşünde hiçbir bozukluk göremeyeceği su çarkına ne
dersin? Büyük bir bahçe üzerinde kurulmuş; o bahçede her türlü meyve var ve bu
çarkla o meyve ağaçları sulanıyor. O bahçede işleri düzenleyen, gözetimini ve
kontrolünü yapan, bütün işlerini gören biri var ki; hiçbir aksama olmaz ve
meyveler telef olmaz. Sonra o bahçenin ürünü hasat zamanı ihtiyaçlarına ve
zaruri gereksinimlerine göre ihtiyaç sahiplerine, her gruba kendine uygun
olarak paylaştırılır ve bu paylaştırma böylece devam eder.
Ne dersin;
bu bir yapıcı ve düzenleyici olmadan tesadüfen gerçekleşebilir mi? O
hayvanların ve bahçenin varlığı, bütün bunlar hiç bir fail ve düzenleyici
olmadan gerçekleşmiş bir tesadüf olabilir mi? Aklın, sana bu konuda ne diyor?
Nasıl bir açıklamada bulunuyor? Seni neye yönlendiriyor?[42]
Kainatın Yaratılışındaki
Hikmet:
Bu dönüp
dolanmadan ve kainatın yaratılışına bakıştan sonra, Allah’ın bu yüce kainatı ve
parlak ayetleri yaratmadaki nimetlerinden bazılarını zikretmemiz uygun olur.
Bunlardan bazıları şu şekildedir:
1-) İnsanın
hizmetine vermek: Allah, bu dünyada kendisine ibadet edecek ve yeryüzünü imar
edecek bir halife yaratmaya hükmedince; onun hayatının düzeni, yaşam ve ölümü
için gerekli her şeyi yarattı.
Allah Teâlâ
şöyle buyurur: (O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini size boyun
eğdirmiştir.)[43] Ve şöyle buyurur: (Gökleri ve yeri yaratan, gökten suyu indirip
onunla rızık olarak size türlü meyveler çıkaran, izni ile denizde yüzüp
gitmeleri için gemileri emrinize veren, nehirleri de size akıtan ancak
Allah’dır. Adetleri üzere seyreden güneşi ve ayı size faydalı kılan, geceyi ve
gündüzü istifadenize veren yine Allah’dır. O size istediğiniz her şeyden verdi.
Eğer Allah’ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız! Doğrusu insan çok
zalimdir, çok nankördür!)[44]
2-) Gökler
ve yerler, kainatta bulunan diğer varlıklar Allah’ın rububiyetine şahitlik
etsinler ve birliğinin ayetleri olsunlar diye... Çünkü bu dünyadaki en büyük
olay Allah’ın rububiyyetini kabul etmek ve birliğine iman etmektir. Bu en büyük
olay olunca da bunun üzerine en büyük şahitler tayin etmiş ve onun için en
büyük deliller ortaya koymuştur. Onun için en açık deliller getirmiştir. Allah
Teâlâ gökleri, yeri ve diğer varlıkları buna şahitlik etsinler diye yaratmıştır.
Bu nedenle şu ayetlerde olduğu gibi Kur’an-ı Kerim’de "O'nun ayetlerinden
biri de..." ibaresi çokça geçer: (O’nun ayetlerinden biri de
gökleri ve yeri yaratmasıdır.) (O’nun ayetlerinden biri de geceleyin uyumanız,
gündüzün de Allah’ın lütfundan (nasibinizi) aramanızdır.) (O’nun ayetlerinden
biri de, korku ve ümit vermek üzere şimşeği göstermesidir.) (Göğün ve yerin
O’nun buyruğu ile durması da O’nun ayetlerindendir.)[45]
3-)Öldükten
sonra yeniden dirilişe şahit olmaları için... Çünkü hayat iki hayattır; dünya
hayatı ve ahiret hayatı.. Ve ahiret hayatı gerçek hayattır. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: (Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve oyalanmadan ibarettir. Ahiret
yurduna gelince, işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı!)[46] Çünkü ahirette cennet ehli için cennette ebedi kalış ve cehennem ehli
için cehennemde ebedi kalış vardır.
Ahiret
hayatına insan ancak öldükten sonra ulaşacağı ve ölümünden sonra yeniden
diriltileceği için Rabbi ile bağı kopmuş fıtratı bozulmuş ve aklı ifsat olmuş
kişiler bunu inkar eder. Bu nedenle Allah, nefisler ölümden sonra yeniden
dirilişe iman etsin ve kalpler kesin olarak inansın diye deliller koymuş ve kanıtlar
sunmuştur. Çünkü yaratılışı yeniden yapmak, ilk olarak yaratmaktan daha
kolaydır. Hatta, göklerin ve yerin yaratılışı, insanın yeniden yaratılmasından
daha büyüktür. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (İlk olarak mahluku yaratıp
sonra bunu tekrarlayan O’dur ki, bu O’nun için pek kolaydır.)[47] Ve şöyle buyurur: (Göklerin ve yerin yaratılması, insanların
yaratılmasından elbette daha büyük bir şeydir.)[48] Yine şöyle buyurur: (Allah; görmekte olduğunuz gökleri direksiz olarak
yükselten, sonra Arş üzerine istivâ eden, güneşi ve ayı emrine boyun
eğdirendir. Her biri, belirli bir vakte kadar akıp gitmektedir. O, Rabbinize
kavuşacağınıza kesin olarak inanmanız için işi düzenleyip ayetleri açıklayandır.)[49]
Ey insanoğlu:
Tüm bu
kainat senin hizmetine verilmiş; Allah’dan başka ilah olmadığına, O’nun tek olduğuna
ve ortağının olmadığına şahitlik eden ayetler gözlerinin önüne dikilmiştir.
Yeniden dirilişinin ve ölümden sonraki hayatının, göklerin ve yerin
yaratılışından daha kolay olduğunu, Rabbine kavuşacağını ve O’nun seni ameline
göre hesaba çekeceğini öğrendin. Bütün bu kainatın Rabbine ibadet ettiğini,
bütün mahlukatın Rabbini hamd ile tesbih ettiğini de bildin. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: (Göklerde ve yerde olanların hepsi mülkün sahibi, mukaddes, izzet ve
hikmet sahibi Allah’ı tesbih eder)[50] O’nun yüceliği önünde secde ettiğini bildin. (Görmedin
mi ki, göklerde olanlar ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar,
ağaçlar, hayvanlar ve insanların bir çoğu Allah’a secde ediyor. Bir çoğunun
üzerine de azap hak olmuştur.)[51] Hatta bütün bu kainatın, Rabbine uygun bir şekilde ibadette bulunduğunu
bildin. (Göklerde ve yerde bulunanlarla dizi dizi kanat çırpıp uçan kuşların
Allah’ı tesbih ettiklerini görmez misin? Her biri kendi tesbihini ve duasını
bilmiştir.)[52]
Bedenin, Allah’ın
takdirine ve düzenine uygun bir şekilde yürüyor. Kalp, akciğer, karaciğer ve
diğer bütün organlar Rabbine teslim olmuş; idarelerini Rablerine teslim
etmiş... Bütün bunlardan sonra ey insan; Rabbine iman etme ve onu inkar etme
arasında tercih yapmak zorunda olduğun kişisel kararın, etrafındaki kainatın
ve hatta bedeninin mübarek seyrine aykırı ve sapık bir karar mı olacak?!
Akıllı ve
olgun insan, aykırılığı ve sapıklığı kendine yakıştıramaz.
İnsanın Yaratılışı
ve Şereflendirilmesi
Allah, bu kainatın
imarına uygun bir mahluk yaratmaya hükmetti. Bu mahluk, insandı. Allah’ın hikmeti
gereği insanın yaratıldığı madde yeryüzü oldu ve insanı yaratmaya çamurdan
başladı. Sonra ona, taşıdığı bu güzel şekli verdi. İnsanın şekli tamamlanınca
ona ruh üfledi ve ortaya işiten ve gören, hareket eden, konuşan en güzel
şekilde bir insan çıktı. Rabbi onu cennetine yerleştirdi. Ona bilmesi gereken
her şeyi öğretti. Cennette olan her şeyi ona mubah kıldı. İmtihan olarak, ona
bir ağacı yasakladı. Allah, onun makamını ve derecesini göstermek istedi ve
meleklere, ona secde etmesini emretti. Bütün melekler ona secde etti. İblis
hariç... O, inadı ve büyüklenmesi nedeniyle secde etmekten kaçındı. Emrine
karşı geldiği için Rabbi ona kızdı ve onu rahmetinden kovdu. Çünkü o,
büyüklenmişti. İblis, Rabbinden ömrünü
uzatmasını ve Kıyamet gününe kadar kendisine süre vermesini istedi. Rabbi ona
süre verdi ve ömrünü Kıyamet gününe kadar uzattı. Şeytan, kendisine ve nesline
üstün kılındığı için Adem aleyhisselam’ı çekemedi. Bütün ademoğullarını;
onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından yaklaşarak
saptıracağına dair Rabbi adına yemin etti.
Allah’ın, takva sahibi, sadık ve ihlaslı
kulları hariç.. Çünkü Allah onları şeytanın hilesinden ve tuzağından korumuştur.
Allah, Adem aleyhisselam’ı şeytanın tuzağına karşı uyardı. Şeytan, Adem
aleyhisselam’a ve eşi Havva’ya onları cennetten çıkarmak ve onlara ayıp
yerlerini göstermek için vesvese verdi. Onlara, “Ben size nasihatte bulunuyorum.
Allah size, melek olmamanız ya da kalıcı olmamanız için bu ağacı yasakladı”
diye yemin etti.
Bunun
üzerine Adem ve Havva, Allah’ın kendilerine yasakladığı ağaçtan yediler.
Allah’ın emrine karşı gelmelerinin cezası olarak kendilerine ilk isabet eden
ayıp yerlerinin görünmesiydi. Allah onlara, şeytanın tuzağına karşı uyarısını
hatırlattı. Adem aleyhisselam Rabbinden bağışlanma diledi ve Rabbi onu
bağışladı. Tevbesini kabul etti ve O’na doğruyu gösterdi. Oturduğu cennetten
artık ikamet edeceği ve bir vakte kadar
içinde yaşayacağı yeryüzüne inmesini emretti. O’na (Adem’e) ondan
yaratıldığını, onun üzerinde yaşayacağını, orada öleceğini ve ondan diriltileceğini
haber verdi.
Adem
aleyhisselam ve eşi Havva yeryüzüne indi. Nesilleri üredi. Emrettiği şekilde
Allah’a ibadet ediyorlardı. Çünkü Adem aleyhisselam bir peygamberdi.
Allah, bize
bu olayı bildirerek şöyle buyurur: (Andolsun sizi yarattık, sonra size şekil verdik,
sonra da meleklere “Adem’e secde edin” diye emrettik. İblisten başka hepsi
secde ettiler. Fakat o, secde edenlerden olmadı. Allah (şeytana) buyurdu ki:
“Sana emrettiğim vakit seni secde etmekten alıkoyan nedir?” (İblis): “Ben ondan
daha hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın, onu da çamurdan yarattın” dedi.
Allah, “Öyle ise” dedi, “Oradan (cennetten) in; orada büyüklük taslamak senin
haddin değildir. Çık! Çünkü sen aşağılıklardansın!” İblis, “Bana (insanların)
tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver” dedi. Allah, “Haydi sen mühlet
verilenlerdensin” buyurdu. İblis, “Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim
ki, ben de onları (insanları) saptırmak için senin doğru yolunun üstünde tuzak
kuracağım. Sonra onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından
sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulamayacaksın!” dedi.
Allah şöyle buyurdu: Haydi sen, yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık!
Andolsun ki, onlardan kim sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım.
(Allah buyurdu ki:) Ey Adem! Sen ve eşin cennette yerleşin, dilediğiniz yerden
yiyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın, sonra zalimlerden olursunuz. Derken şeytan
avret mahallerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi ve “Rabbiniz,
sırf melek olursunuz veya ebedi kalanlardan olursunuz diye sizi bu ağaçtan
menetti” dedi. Ve onlara “Ben gerçekten size öğüt verenlerdenim” diye yemin etti.
Böylece onları hile ile aldattı. Ağacın meyvesini tattıklarında avret mahalleri
kendilerine göründü. Ve cennet yapraklarından üst üste yamayıp üzerlerine
örtmeye başladılar. Rableri onlara; “Ben sizi o ağaçtan menetmedim mi ve şeytan
size apaçık bir düşmandır demedim mi?” diye nida etti. (Adem ile eşi) dediler
ki: “Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize
acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.” Allah buyurdu ki: “Birbirinize
düşman olarak inin, sizin için yeryüzünde bir süreye kadar yerleşip kalma ve
yaşayıp faydalanma vardır.” “Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan
(diriltilip) çıkarılacaksınız” dedi.)[53]
Allah’ın bu
insanı yaratmadaki yüce sanatını düşündüğünde onu en güzel bir şekilde
yarattığını, ona bütün şeref elbiselerini giydirdiğini görürsün. Akıl, ilim,
anlayış gücü, konuşma, şekil ve güzel bir biçim, şerefli bir görünüm, dengeli
bir cisim, düşünme ve sonuç çıkarma yoluyla ilim elde etme, iyilik, itaat ve
uysallık gibi üstün ve değerli huylara sahip olma..
Rahim
içinde, oraya konulmuş bir nutfeykenki ilk hali ile Adn cennetlerinde melek
yanına gelirkenki hali arasında ne kadar da fark var? (Yapıp
yaratanların en güzeli olan Allah ne yücedir!)[54]
Dünya bir
köydür, insan da onun sakini... Her şey onunla meşgul ve onun faydasına
çalışır. Her şey onun hizmeti ve ihtiyaçları için konulmuş. Onu korumakla
görevli melekler gece ve gündüz onu korurlar. Yağmurla ve bitkilerle görevli
melekler onun rızkı için çalışıp, gayret ederler. Gezegenler onun hizmetine
sunulmuş, onun faydasına dönerler. Güneş, ay ve yıldızlar hizmetine
verilmiş; zamanını ve yiyeceklerinin
düzenini ayarlaması için akıp gitmektedir. Gökyüzü alemi rüzgarlarıyla,
havasıyla, bulutuyla, kuşuyla ve içindeki diğer varlıklarla onun hizmetindedir.
Yeryüzü aleminin tümü onun hizmetindedir. Yer, dağlar, denizler, nehirler,
ağaçlar, meyveler, bitkiler, hayvanlar ve yeryüzünde bulunan her şey onun
yararına yaratılmıştır. (Gökleri ve yeri yaratan, gökten suyu indirip
onunla rızık olarak size türlü meyveler çıkaran, izni ile denizde yüzüp
gitmeleri için gemileri emrinize veren, nehirleri de size akıtan ancak
Allah’dır. Adetleri üzere seyreden güneşi ve ayı size faydalı kılan, geceyi ve
gündüzü istifadenize veren yine Allah’dır. O size istediğiniz her şeyden verdi.
Eğer Allah’ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız! Doğrusu insan çok
zalimdir, çok nankördür!)[55]
Onu
şereflendirmesinin mükemmelliği dolayısıyla onun dünya hayatında ihtiyaç
duyduğu her şeyi ve ahiret hayatında onu yüksek derecelere ulaştıracak vasıtaları
da yaratmıştır. Ona kitaplarını indirmiş ve kendisine Allah’ın şeriatını
bildiren ve Allah’a çağıran rasüllerini göndermiştir. Sonra onun için nefsinden
-yani Adem aleyhisselam’ın nefsinden- kendisiyle sükunet bulacağı fıtrî
(nefsî, aklî, bedenî) ihtiyaçlarına cevap verecek, yanında rahat, huzur ve
sükunet bulacağı bir eş yarattı. O ikisi bir araya geldiklerinde sükunet,
yeterlilik, sevgi ve rahmet hissederler. Çünkü bedenî, nefsî ve sinirsel
yapılarında her birinin, diğerinin isteklerine cevap verebilecek ve yeni bir
nesil oluşturacak ortak özellikleri görülür. Nefislerine bu hisler ve duygular
yerleştirilmiş ve bu bağda, nefis ve sinirler için bir sükunet, beden ve kalp
için bir rahatlama, hayat ve yaşantı için bir istikrar, ruhlar ve vicdanlar
için bir tanışıklık, erkek ve kadın için eşit şekilde bir huzur yaratılmıştır.
Allah,
insanoğulları arasında mü’min kullarına ayrı bir özellik vermiştir. Onları,
dost edinmiştir. Onları kendisine
ibadet için seçmiştir. Onlar, Allah için ve şeriatına uygun olarak, cennetinde
Rablerinin yakınında olabilmek amacıyla çalışırlar. Onlar arasından; nebiler,
rasüller, veliler ve şehitler seçmiştir. Onlara bu dünyada nefislerin tattığı
en büyük nimeti bağışlamıştır. Bu nimet; Allah’a ibadet, O’na itaat ve O’na
yalvarmadır. Ayrıca onlara başkalarının bulamadığı nimetler vermiştir.
Emniyet, huzur ve mutluluk bunlardan
bazılarıdır. Bundan daha büyüğü ise onların, rasüllerin getirdiği gerçeği
bilmeleri ve ona iman etmeleridir. Allah onlar için ahiret hayatında kalıcı
nimetler ve büyük bir kurtuluş, keremine layık şeyler hazırlamıştır.
İmanlarının ve samimiyetlerinin karşılığını onlara verir. Hatta ihsanı dolayısıyla,
daha fazlasını verir.
Kadının Konumu
İslam’da
kadın geçmiş milletlerin ulaşamadığı ve gelecek milletlerin de yetişemeyeceği
yüksek bir konuma ulaşmıştır. Çünkü İslam’ın insana kazandırdığı şerefe kadın
ve erkek eşit şekilde ortaktır. Onlar bu dünyada Allah’ın hükümleri önünde
eşittir. Ahirette sevabı ve cezası önünde eşit olacakları gibi... Allah Teâlâ
şöyle buyurur: (Biz gerçekten ademoğlunu şereflendirdik.)[56] (Ana ve babanın ve yakınların bıraktıklarından erkeklere bir pay vardır;
ana ve babanın ve yakınların bıraktıklarından kadınlara da bir pay vardır.)[57] (Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları gibi, kadınların da erkekler
üzerinde bir takım iyi davranışa dayalı hakları vardır.)[58] (Mü’min erkeklerle mü’min kadınların da bir kısmı bir kısmının
velileridir.)[59] (Rabbin; sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi
davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında
yaşlanırsa, kendilerine “Of!” bile deme; onları azarlama. İkisine de güzel söz
söyle. Onları esirgeyerek üzerlerine kanat ger ve “Rabbim! Küçüklüğümde onlar
beni nasıl yetiştirmişlerse, sen de onları esirge!” de.)[60] (Bunun üzerine Rableri onların dualarını kabul etti, “Ben; erkek olsun
kadın olsun, içinizden çalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa çıkarmayacağım”
(dedi).)[61] (Erkek veya kadın, kim mü’min olarak salih amel işlerse, onu mutlaka
güzel bir hayat ile yaşatırız. Ve onların mükafatlarını, yapmakta olduklarının
en güzeli ile veririz.)[62] (Erkek olsun kadın olsun, her kim de mü’min olarak salih ameller
işlerse, işte onlar cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar.)[63]
Kadının
İslam’da kazandığı bu şerefin hiçbir dinde ve millette, hiçbir kanunda örneği
yoktur. Roma medeniyeti; kadının erkeğin kölesi olduğunu kararlaştırmıştır.
Kesinlikle hiçbir hakkı yoktur. Roma’da büyük bir toplantı düzenlenmiş ve kadın
konusunu araştırılmıştır. Sonuçta kadının, nefsi olmayan bir varlık olduğu;
bu nedenle onun için ahiret hayatının olmayacağı ve pislik olduğu kararlaştırılmıştır.
Atina’da
kadın düşük bir eşya kabul edilir, alınır ve satılırdı.
Eski Hint
kanunları; veba, ölüm, cehennem, yılan zehri ve ateşin , kadından daha hayırlı
olduğunu kararlaştırmıştır. Kadının yaşam hakkı, efendisi olan kocasının
ömrünün bitmesiyle sona ererdi. Kocasının cesedini yakılırken görünce kendini
onun ateşine atardı. Böyle yapmazsa lanetlenirdi.
Yahudilikte
ise kadın hakkında “Eski Ahit”te şu hüküm bulunmaktadır. “Ben ve kalbim
dolaştık; bilmek için, aramak için ve talep etmek için şerrin cehalet
olduğunu, ahmaklığın delilik olduğunu.. Ve ölümden daha acı bir şey buldum:
Kadın... Onun kendisi tuzak, kalbi bağ, elleri prangadır.”[64]
İşte bu
eski çağlardaki kadın.. Kadının orta çağdaki ve modern çağdaki halini ise
aşağıdaki olaylar en iyi şekilde açıklar.
Danimarkalı
yazar “Wieth Kordsten” Katolik kilisesinin kadına bakışını şu sözlerle
açıklar: “Orta çağda kadına verilen değer (kadını ikinci sınıf bir mahluk sayan
Katolik mezhebinin görüşü doğrultusunda) gerçekten çok sınırlıydı.
Miladi 586
yılında kadın konusunu görüşmek üzere bir toplantı yapıldı. Kadın insan
sayılacak mı, yoksa sayılmayacak mı? Tartışmalar sonucu toplantıya katılanlar
kadının insan olduğuna, fakat erkeğe hizmet etmek için yaratıldığına karar
verdiler.
Fransız
kanununun 217. maddesinde şu belirtilmektedir: “Evli kadının -evliliği
kocasının mülkiyeti ve kendi mülkiyetinin ayrılığı esasına dayansa da- hibe
etmesi, mülkiyetini başkasına devretmesi ve rehin vermesi caiz değildir.
Kocasının anlaşmaya katılımı ya da yazılı onayı olmadan karşılıklı ya da
karşılıksız mülk edinemez.
İngiltere’de
8. Henry, İngiliz kadınına Kutsal Kitabı okumayı yasakladı. Kadınlar miladi
1850 yılına kadar vatandaş sayılmadılar. Yine miladi 1882 yılına kadar kişisel
haklardan yoksun kaldılar.[65]
Avrupa’da,
Amerika’da ve sanayi ülkelerinde yaşayan bugünkü kadına gelince o, ticari
amaçlarla kullanılan sıradan bir varlıktır. Reklam kampanyalarının bir
parçasıdır. Hatta durum öyle bir hal almıştır ki, reklam kampanyalarında
malların, onun üzerinde sunulması için, bedeni mubah görülmüş ve erkeklerin
koyduğu kurallar gereği, her alanda erkekler için sadece bir eğlence olarak
sunulmuştur.
Kadın,
eliyle, düşüncesiyle ya da bedeniyle bir şeyler verebildiği müddetçe ilgi
odağıdır. Fakat yaşlanıp verme gücünü kaybedince, fertleri ve müesseseleri ile
toplum onu terk eder. Yalnız başına evinde ya da bakım evlerinde yaşar.
Şimdi bunu
Allah Teâlâ’nın Kur’ân-ı Kerim’inde zikrettiği şu sözleri ile karşılaştır: (Mü’min
erkeklerle mü’min kadınların da bir kısmı bir kısmının velileridir.)[66] (Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları gibi, kadınların da erkekler
üzerinde bir takım iyi davranışa dayalı hakları vardır.)[67] (Rabbin; sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi
davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin
yanında yaşlanırsa, kendilerine “Of!” bile deme; onları azarlama. İkisine de
güzel söz söyle. Onları esirgeyerek üzerlerine kanat ger ve “Rabbim!
Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, sen de onları esirge!” de.)[68]
Rabbi
kadını bu şekilde şereflendirerek insanlığa kesin bir şekilde şunu
bildirmektedir. O, kadını; anne, eş, kız çocuğu ve kız kardeş olması için
yaratmıştır. Ve bunun için erkekleri kapsamayan kadına has kurallar koymuştur.
İnsanın Yaratılış Hikmeti
Geçen
bölümde Allah’ın Adem’i yarattığı konusu zikredilmişti. Allah, Adem için eşi
Havva’yı yarattı ve onları cennete yerleştirdi. Sonra Adem Rabbine karşı
geldi. Daha sonra yaptığından dolayı bağışlanma diledi ve Allah da O’nu
affetti. O’na doğru yolu gösterdi ve cennetten çıkmasını, yeryüzüne inmesini
emretti. Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın bu emrinde akılların idrak edemeyeceği,
dillerin tanımlayamayacağı kadar çok hikmetler vardır. Biz burada, bu
hikmetlerden bir kısmını sunacağız:
1- Allah
Subhanehu, yaratıkları kendisine ibadet etmeleri için yaratmıştır. Bu, onların
yaratılış gayesidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Cinleri ve insanları ancak
bana ibadet etsinler diye yarattım.)[69] Yaratılanlardan
istenilen kulluğun kemâlinin, ebedilik ve nimetler yurdunda gerçekleşmeyeceği
bilinen bir şeydir. Bu ancak, imtihan ve sınanma yurdunda gerçekleşir. Ebedilik
yurdu, imtihan ve sorumluluk yeri değil, lezzetlerden ve nimetlerden faydalanma
yeridir.
2- Allah
Subhanehu, onlardan nebiler ve rasuller, veliler ve şehitler edinmek
istemiştir. Onları sever ve onlar da O’nu sever. Onları düşmanları ile karşı karşıya bırakır
ve onları, düşmanları ile imtihan eder. Allah’ı kendi nefislerine tercih edip
canlarını ve mallarını O’nun rızası ve sevgisi için verince de rızasını ve
sevgisini kazanırlar. Bunun dışında bir şeyle ulaşılamayacak derecede O’na
yaklaşırlar. Rasullük, nebilik ve şehitlik dereceleri Allah katında derecelerin
en üstünleridir. İnsan buna, ancak Allah Subhanehu’nun Adem aleyhisselam’ı ve
zürriyetini yeryüzüne indirmeyi takdir etmesiyle ulaşabilirdi.
3- Allah
Subhanehu, apaçık ve hak hükümdardır. Emreden ve yasaklayan, mükafâtlandıran
ve cezalandıran, aşağılayan ve şereflendiren, izzet ve zillet veren
hükümdardır. O’nun bu hükümdarlığı, Adem’i ve zürriyetini hükümdarlığının
kurallarının üzerlerinde gerçekleşeceği bir dünyaya indirmeyi
gerektirmiştir. Sonra onları yaptıklarının
karşılığını görecekleri bir dünyaya nakleder.
4- Allah,
Adem aleyhisselam’ı yeryüzünün her yanından alınmış bir avuç topraktan
yaratmıştır. Yeryüzünde kötü de vardır, iyi de vardır. Zorluk da vardır,
kolaylık da vardır. Allah Subhânehu, Adem aleyhisselam’ın zürriyetinde cennette
yaşaması doğru olmayanlar bulunduğunu bildiği için O’nu, iyinin ve kötünün
birbirinden ayrılacağı bir dünyaya indirmiştir. Sonra Allah Subhânehu onları
iki kısma ayırır: İyileri kendi yanına ve cennetine almış, kötüleri ise
bedbahtların ve kötülerin yeri olan cehenneme koymuştur.
5- Allah
Subhânehu’nun güzel isimleri vardır. El-Ğafûr (çokça bağışlayan), er-Rahîm
(merhamet eden), el-Afuvv (affedici) ve el-Halîm (acele etmeyen ve yumuşak
davranan) O’nun isimlerindendir. Bu isimlerin etkisinin mutlaka ortaya çıkması
gerekir. Allah’ın hikmeti, Adem aleyhisselam’ı ve zürriyetini, güzel
isimlerinin etkisinin onların üzerinde görüleceği bir dünyaya indirmeyi
gerektirmiştir. Böylece Allah, dilediğini bağışlar, dilediğine merhamet eder.
Dilediğini affeder ve dilediğine yumuşak davranır. Ve bu şekilde isim ve
sıfatlarının etkisi ortaya çıkar.
6- Allah
Subhânehu, Adem aleyhisselam’ı ve zürriyetini hayra ve şerre uygun, şehvet ve
fitne illetine, akıl ve ilim illetine gereksinim duyan bir birleşimden yaratmıştır. Bu nedenle
Allah Subhânehu, Adem’de akıl ve şehveti yaratmış ve bunları, içerikleriyle
birlikte illet olarak tayin etmiştir. Böylece, muradı tam olarak yerine gelir
ve hikmetindeki ve gücündeki üstünlüğü kulları için aşikar olur. Hükümranlığındaki
ve mülkündeki lütfu, iyiliği ve rahmeti ortaya çıkar. Hikmeti, Adem
aleyhisselam’ı ve zürriyetini, imtihanın tamamlanması için yeryüzüne indirmesini
gerektirmiştir. Böylece insanın bu illetler karşısındaki tepkisinin görülür ve
bunun sonucu olarak insan, şereflendirilir ya da aşağılanır.
7- Fayda
veren iman, bilinmeyene inanmaktır. Kıyamet günü gördükten sonra zaten herkes
iman edecektir. Nimetler yurdunda yaratılmış olsalardı, bilinmeyene iman ile
ulaştıkları dereceyi, lezzeti ve şerefi elde edemezlerdi. Bu nedenle Allah
onları, bilinmeyene iman etmelerine imkan olan bir dünyaya indirdi.
8- Allah
Subhânehu Adem’i ve zürriyetini yeryüzüne indirmekle, kendilerine nimet
verdiği kullarının, O’nun nimetlerinin değerini bilmelerini dilemiştir. Böylece
onların sevgileri ve şükürleri daha büyük olur. Allah’ın onlara bağışladığı
nimetlerden daha çok lezzet alırlar. Yine Allah Subhânehu, düşmanlarına
yaptığını ve onlar için hazırladığı azabı göstermiştir. Nimet verdiği
kullarını, kendilerini nimetlerle ayrıcalıklı kıldığına şahit tutmuştur. Bu
şekilde onların sevinci artar ve mutlulukları daha büyük olur. Bu, onlara
bağışladığı nimetinin kemâli ve onlara olan sevgisi nedeniyledir. Dolayısıyla;
onların mutlaka yeryüzüne indirilmesi, imtihan edilmesi ve seçilmesi
gerekmiştir. Rahmeti ve fazlı ile dilediğini başarılı kılar. Hikmeti ve adaleti
ile dilediğini terk eder. O, her şeyi bilen ve hikmet sahibidir.
9- Allah,
Adem aleyhisselam ve zürriyetinin en güzel halleriyle cennete dönmelerini
dilemiştir. Bu nedenle onlara önceden dünya meşakkatini, üzüntülerini,
kederlerini ve acılarını tattırmıştır. Bunlar, ahiret hayatında cennete
girmenin değerini onların yanında büyük kılar. Çünkü bir şeyin tersi, tersi
olduğu şeyin güzelliğini ortaya çıkarır.[70]
İnsanın
yaratılışını ve dünyaya indirilişini izah ettikten sonra, onun sahih dine olan
ihtiyacını açıklamamız uygun olacaktır.
İnsanların Dine İhtiyacı
İnsanların
dine ihtiyacı, yaşam için gerekli şeylere olan ihtiyaçlarından daha büyüktür. Çünkü
insan, Allah’ın neden razı olacağını ve neye kızacağını mutlaka bilmelidir.
Mutlaka yarar getirecek bir hareketi ve zararı defedecek bir hareketi
olmalıdır. Allah’ın şeriatı, yarar getirecek şeyleri ve zarar verecek şeyleri
birbirinden ayırır. Şeriat, Allah’ın yarattıkları arasındaki adaletidir.
Kulları arasındaki nurudur. İnsanların, yapacakları ve terk edecekleri şeyleri
ayırt edecekleri bir şeriat olmadan yaşamaları mümkün değildir.
İnsanın bir
iradesi olduğu için mutlaka ne istediğini bilmelidir. İstediği onun için
faydalı mıdır yoksa zararlı mıdır? İyiliğine midir yoksa kötülüğüne midir? Bunu
bazı insanlar fıtratları ile bilir. Bazıları da akıllarını kullanarak bilir.
Bazıları ise ancak peygamberlerin bildirmesi ile, onlara bunu açıklaması ve
doğru yolu göstermesi ile bilir.[71]
Ateist ve
materyalist akımlar ne kadar ortaya çıkıp güzel gösterilirse gösterilsin,
görüşler ve düşünceler ne kadar çoğalırsa çoğalsın fertlerin ve toplumların
doğru dine ihtiyacını gideremez. Ruhun ve bedenin gereksinimlerine cevap
veremez. Tersine, fert bu düşünce ve akımların derinine indikçe onların
kendisine bir güvenlik sağlamadığının ve susuzluğunu gidermediğinin, onlardan
kurtuluşun ancak doğru dine sığınmakta olduğunun kesin bir şekilde farkına
varır. Ernest Rinan şöyle der: “Her şeyin zamanla eriyip yok olması; aklı, ilmi
ve üretimi kullanma özgürlüğünün ilga edilmesi mümkündür. Fakat dindarlığın
silinmesi imkansızdır. Bilakis dindarlık, insanı yeryüzü hayatında değersiz
şeylerle sınırlamak isteyen materyalist düşüncenin batıllığını haykıran bir
kanıt olarak kalacaktır.”[72]
Muhammed
Ferid Vecdî ise şöyle der: “Dindarlık düşüncesinin yok olması imkansızdır.
Çünkü o, nefsin eğilimlerinin en yücesi ve duygularının en değerlisidir.
İnsanın başını dik tutan bir eğilim olduğunu ise söylemeye bile gerek yoktur.
Bilakis bu eğilim daha da artacaktır. Akıl sahibi onunla güzeli ve çirkini
anladıkça insanın fıtratında varolan dindarlık gelip onu bulacak ve insanın
yaratılışındaki bu olgu, onun zihinsel yeteneklerinin yüksekliği ve bilgisinin
gelişmişliği ölçüsünce artacaktır.”[73]
İnsan,
Rabbinden uzaklaştıkça zihinsel yeteneklerinin yüksekliği ve bilgi ufkunun
genişliği ölçüsünce, Rabbini ve O’nun için yapması gerekeni bilmediğini fark eder.
Nefsini, onun yararına ve zararına olacak şeyleri, onu mutlu edecek ve bedbaht
kılacak şeyleri, astronomi ve atom enerjisi gibi bilimlerin her türlü
inceliğini bilmediğini fark eder. Böylece bilgili insan, gurur ve kibirden
alçakgönüllülüğe ve teslimiyete dönüş yapar. Bu bilimlerin ardında hikmet sahibi
bir bilenin, tabiatın ardında güçlü bir yaratıcının olduğuna inanır. Bu gerçek,
insaf sahibi araştırmacıyı gayba iman etmeye, doğru dine boyun eğmeye, fıtratının
ve yaratılışında var olan eğilimin sesine kulak vermeye mecbur kılar. Şayet
insan bunu terk ederse, fıtratı bozulur ve dilsiz hayvan seviyesine düşer. Böylece; tevhid
ile Allah’ı birleme ve belirlediği şekilde O’na ibadet etmeye dayalı gerçek
dindarlığın, yaşam için zaruri bir unsur olduğu sonucunu çıkarırız. Öyle ki;
kişi, onunla Alemlerin Rabbi Allah’a kulluğunu gerçekleştirsin. Dünya ve
ahirette mutsuzluktan, yorgunluk ve bitkinlikten kurtulsun ve mutluluğu elde
etsin. O, insandaki nazari gücün tamamlanması için zaruridir ve akıl, yalnızca
onunla açlığını giderir. O olmadan, yüksek hedeflerini gerçekleştiremez.
O, ruhun arınması ve vicdan
kuvvetinin eğitimi için zaruri bir unsurdur. Çünkü seçkin duygular, dinde geniş
bir alan ve kaynağı tükenmeyen bir pınar bulur; böylece gayesine ulaşır.
O, desteklediği en büyük etkenler
ve itici güçlerle, ümitsizlik ve çaresizlik faktörlerine karşı donattığı en
büyük araçlarla irade kuvvetinin tamamlanması için zaruri bir unsurdur.
Bu nedenle; nasıl “İnsan, yapısı
gereği medenidir” diyenler varsa, bizim de “İnsan, yaratılışı gereği dindardır”[74] dememiz gerekir. Çünkü
insanın iki gücü vardır: Teorik bilgi gücü ve irade gücü.
Tam mutluluğu, bilgi ve irade
güçlerinin tamamlanmasına bağlıdır. Bilgi gücünün tamamlanması ise ancak
şunları bilmesiyle gerçekleşir:
1. İnsanı yoktan var eden ve
üzerine nimetler yağdıran, rızık verici ve yaratıcı ilahı bilmesi.
2. Allah’ın isimlerini ve
sıfatlarını, O’nun için olması gerekenleri ve bu isimlerin, kulları üzerindeki
etkisini bilmesi.
3. Allah Subhanehu’ya ulaştıran
yolu bilmesi.
4. İnsan ile bu yolu ve bu yolun
ulaştırdığı büyük nimetleri bilmesi arasına giren afetleri ve engelleri bilmesi.
5. Nefsini gerçek anlamda bilmesi,
onun neye ihtiyacı olduğunu, neyin onu ıslah ettiğini veya ifsat ettiğini bilmesi.
İşte bu beş bilgi ile insan; bilgi
gücünü tamamlar. Bilgi ve irade güçlerinin tamamlanması, ancak Allah Subhanehu’nun
kulu üzerindeki haklarının gözetilmesiyle, bu hakların ihlas ve doğrulukla,
samimiyet ve devamlılıkla, Allah’ın kendisine bağışını görerek yerine
getirilmesiyle gerçekleşir.
Bu iki gücün kemale ermesi için
O’nun yardımından başka yol yoktur. O’nun, dostlarını sevk ettiği dosdoğru yola
kendisini de sevk etmesine insanın zaruri olarak ihtiyacı vardır.[75]
Doğru dinin, nefsin çeşitli
güçlerine ilahi bir yardım olduğunu öğrendikten sonra şunu da bilmeliyiz ki din
aynı zamanda toplum için koruyucu bir zırhtır. Çünkü beşeri hayat ancak üyeleri
arasındaki yardımlaşma ile gerçekleşir. Bu yardımlaşma da, ancak ilişkilerini
düzenleyen, görevlerini belirleyen ve haklarını garanti altına alan bir düzenle
gerçekleşir. Bu düzen de, nefsin onu çiğnemesini engelleyen; düzeni korumaya
onu teşvik eden, nefislerdeki heybetini garanti altına alan ve değerlerinin
çiğnenmesini önleyen bir hükümrandan yoksun olamaz. Öyleyse bu hükümran nedir? Derim
ki: Yeryüzünde; düzenin saygınlığını garanti altına almada, toplumun bütünlüğünü
ve toplum düzeninin istikrarını korumada, rahatlık faktörlerini bir araya
getirmede ve huzuru sağlamada dindarlık gücüne eşit ya da ona yaklaşan bir
başka güç daha yoktur.
Bunun sırrı şudur: İnsan, kendi seçimine
bağlı hareketleri ve davranışları ile diğer canlı varlıklardan ayrılır. Bu
hareket ve davranışların yönetimini, gözle görülmeyen ve kulakla işitilmeyen
bir şey üstlenir ki o da, ruhu arındıran ve organları geliştiren iman
inancıdır.
İnsan, doğru ya da yanlış
kesinlikle bir inancın yönetimindedir. İnancı düzgün olursa her şeyi düzgün
olur. İnancı bozuk olursa her şey bozuk olur.
İnanç ve iman, insan üzerindeki
oto-kontroldür ve bu ikisi, insanlığın genelinde görüldüğü gibi iki şekildedir:
-Dış gözetimden ve maddi cezalardan
muaf tutulsa bile yüce kişiliklerin ters düşmekten haya edeceği fazilet,
insanlık şerefi ve benzeri soyut anlayışlara inanmak
-Allah Subhanehu ve Teâlâ’ya, O’nun
gizli düşünceleri gözettiğine, sırları ve gizlenenleri bildiğine inanmak. Şeriat,
hükümranlık gücünü O’nun emir ve yasaklarından alır. O’na olan sevgiden veya
O’nun korkusundan ya da her ikisi nedeniyle duygular, O’ndan haya ederek
tutuşur. Şüphesiz inanmanın bu şekli, insan nefsi üzerinde hükümranlık kurma
bakımından daha güçlüdür. Heva ve heves fırtınalarına, duyguların alt üst
olmasına karşı en dirençli olanıdır. İnsanların genelinin ve özelinin
kalplerine daha hızlı nüfus edendir.
Bu nedenle din, insanlar arasında
adalet ve insaf kaidelerine göre ilişkiler kurulmasının en iyi garantisidir ve
bu nedenle kaçınılmaz bir toplumsal gereksinimdir. Dinin ümmet içerisinde,
kalbin vücuttaki konumu gibi bir konum almasında şaşılacak bir durum yoktur.[76]
Genel olarak din bu konumda ise, bu
gün dünyada görülen, dinlerin ve inançların çokluğudur. Her topluluk, kendi
dinleriyle sevinmekte ve ona tutunmaktadır. Öyle ise; insan nefsinin ihtiyacı
olan şeyi gerçekleştiren doğru din hangisidir? Hak dinin ölçütleri nelerdir?
Hak Dinin Ölçütleri
Her ümmetin
mensubu, kendi ümmetinin hak olduğuna inanır. Her dinin mensupları, kendi
dinlerinin en mükemmel din ve en doğru yol olduğuna inanır. Tahrif edilmiş
dinlere ya da insanlar tarafından konulmuş dinlere mensup kişilere
inandıklarının delilini sorduğun zaman, babalarını bir yol üzere bulduklarını
ve kendilerinin de onların izini takip ettiğini söyler. Sonra da isnadı sahih
olmayan, metin yönünden illetlerden ve kusurlardan uzak olmayan haberler ve
hikayeler zikrederler. Kimin söylediği ve kimin yazdığı, ilk kez hangi dilde
yazıldığı ve hangi ülkede bulunduğu bilinmeyen, kendilerine miras olarak kalmış
kitaplara itimat ederler. Bu kitaplar, oradan-buradan toplanmış ve yüce kabul
edilmiştir. Senedi ve metni kontrol eden hiçbir bilimsel inceleme yapılmadan
nesilden nesle miras kalmıştır.
Bu meçhul
kitaplar, hikayeler ve körü körüne taklit, din ve inanç konusunda delil olamaz.
Tahrif edilmiş bütün bu dinler ve insanlar tarafından belirlenmiş inançlar
doğru mudur? Hepsinin hak üzere olması imkansızdır. Çünkü hak, çok sayıda
değil, birdir. Bütün bu tahrif edilmiş dinlerin ve insanlar tarafından konulan
inançların, Allah katından olması ve hak olması imkansızdır. Bunlar birden çok
olduğuna ve hak da bir olduğuna göre, hak nerededir? Hak dini batıl dinden
ayıracak bir takım ölçütler olmalıdır. Bu ölçütlerin bir dine uyduğunu bulursak
onun hak olduğunu biliriz. Bu ölçütler ya da onlardan biri bir dinde eksik
olursa, o dinin batıl olduğunu anlarız.
Hak dini ve
batıl dini birbirinden ayıracağımız ölçütler şunlardır:
Birincisi:
Din, Allah katından olmalıdır. Allah; kullarına tebliğ için meleklerden biri
aracılığıyla peygamberlerden birine indirmiş olmalıdır. Çünkü hak din, Allah’ın
dinidir. Kıyamet günü, kendilerine indirdiği din üzere yaratılmışları hesaba
çekecek ve yargılayacak olan Allah Subhanehu’dur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Biz Nuh’a
ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Ve
(nitekim) İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, Esbat’a (torunlara), İsa’ya,
Eyyub’a, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a vahyettik. Davud’a da Zebur’u verdik.)[77] Ve şöyle buyurur: (Senden önce hiçbir rasul göndermedik ki ona:
“Benden başka ilah yoktur; şu halde bana kulluk edin” diye vahyetmiş
olmayalım.)[78] Buna binaen, herhangi bir şahsın getirdiği ve Allah’a değil de kendine
dayandırdığı bir din kesinlikle batıl bir dindir.
İkincisi:
İbadette Allah Subhanehu’yu birlemeye, şirki ve şirke götüren yolları haram
kılmaya çağırması. Çünkü tevhide davet, bütün nebilerin ve rasullerin davetinin
temelidir. Her peygamber kavmine şöyle demiştir: (Allah’a ibadet edin.
Sizin O’ndan başka ilahınız yoktur.)[79] Bu nedenle şirk içeren ve Allah’dan başka bir peygamberi, bir meleği
ya da veliyi O’na ortak koşan bir din; mensupları peygamberlerden birine bağlı
olduklarını söyleseler bile batıl bir dindir.
Üçüncüsü:
Yalnızca Allah’a ibadet etmek, Allah’ın yoluna davet etmek; şirki, anne-babaya
kötülüğü haksız yere cana kıymayı haram kılmak gibi peygamberlerin çağırdığı
asıllarla uyuşuyor olmalıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Senden
önce hiçbir rasul göndermedik ki ona: “Benden başka ilah yoktur; şu halde bana
kulluk edin” diye vahyetmiş olmayalım.)[80] Ve şöyle buyurur: (De ki: ”Gelin, Rabbinizin size neleri haram
kıldığını okuyalım: Ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anaya babaya iyilik edin.
Yoksulluk endişesinden dolayı çocuklarınızı öldürmeyin. Çünkü sizinde onlarında
rızkını Biz veririz. Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın. Hak ile
olmadıkça Allah’ın haram kıldığı canı öldürmeyin. İşte (Allah) akıl edersiniz
diye size bunları emretti.)[81] Ve yine şöyle buyurur: (Senden önce gönderdiğimiz elçilerimize sor!
Rahman’dan başka ibadet edilecek ilahlar kılmış mıyız?)[82]
Dördüncüsü:
Bir kısmı diğer bir kısmı ile farklı ve çelişiyor olmamalıdır. Bir şeyi emredip
sonra bir başka emirle onu çiğnememelidir. Bir şeyi haram kılıp sonra onun bir
benzerini hiçbir neden olmadan mübah kılmamalıdır. Bir şeyi bir gruba helal
kılıp diğer bir gruba haram kılmamalıdır.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Hâlâ onlar Kur’ân’ı gereği gibi düşünmeyecekler
mi? Eğer o, Allah’dan başkasından gelseydi elbette içinde birbirini tutmayan
birçok şeyler bulurlardı.)[83]
Beşincisi:
Din; insanların dinlerini, ırzlarını, mallarını, canlarını ve nesillerini
koruyan unsurlar içermeli; bu beş bütünü koruyan emirler ve yasaklar, kısıtlamalar
ve ahlak kuralları belirlemelidir.
Altıncısı:
Din, insanlara rahmet olmalıdır. Kendi nefislerine zulmetmeyi ve bir kısmının
diğerine zulmetmesini yasaklamalıdır. Bu zulüm gerek hakların çiğnenmesi
şeklinde olsun, gerek doğal kaynakları tekeline alma şeklinde olsun, gerekse
büyüklerin gençleri saptırması şeklinde olsun durum aynıdır. Allah Teâlâ, Musa
aleyhisselam’a indirdiği Tevrat’ın içerdiği rahmeti haber vererek şöyle
buyurur: (Musa’nın öfkesi dinince levhaları aldı. Onlardaki yazıda Rablerinden
korkanlar için hidayet ve rahmet vardı.)[84] İsa aleyhisselam’ın gönderilişi hakkında şöyle buyurur: (Biz O’nu
insanlar için bir âyet ve bizden bir rahmet kılacağız.)[85] Salih aleyhisselam’dan bahsederek şöyle buyurur: ((Salih) dedi
ki: “Ey kavmim! Eğer ben Rabbimden (verilen) apaçık bir delil üzerinde isem ve
O bana kendinden bir rahmet vermişse buna ne dersiniz?)[86] Ve Allah azze ve celle Kur’an hakkında şöyle buyurur: (Biz
Kur’ân’dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, mü’minler için şifa ve rahmettir;
zalimlerin ise ancak ziyanını artırır.)[87]
Yedincisi:
Allah’ın şeriatına yöneltmeyi; insana, Allah’ın ondan istediğini işaret etmeyi;
nereden geldiğini ve nereye gideceğini haber vermeyi içermelidir. Allah Teâlâ,
Tevrat’tan bahsederek şöyle buyurur: (Şüphesiz Tevrat’ı biz
indirdik ki, onda bir hidayet ve nur vardır.)[88] İncil hakkında şöyle buyurur: (Biz ona, içinde hidayet ve
nur bulunan İncil’i verdik.)[89] Kur’ân-ı Kerim hakkında ise
şöyle buyurur: (O (Allah), müşrikler hoşlanmasalar da dinini bütün
dinlere üstün kılmak için Rasulünü hidayet ve hak din ile gönderendir.)[90] Hak din; Allah’ın şeriatına yöneltmeyi içeren; her vesveseyi
defederek, her soruya cevap vererek ve her sorunu açıklığa kavuşturarak kişiye
güvenlik ve huzur sağlayan dindir.
Sekizincisi:
Doğruluk, adalet, güvenilirlik, haya, iffet ve cömertlik gibi güzel ahlaka
çağırmasıdır. Anne-babaya kötülük etmek, cana kıymak, çirkin söz söylemek,
yalan söylemek, zulmetmek, azgınlık yapmak, cimrilik yapmak gibi kötü ahlaktan
ve davranışlardan da sakındırmasıdır.
Dokuzuncusu:
Kendisine inanana mutluluk sağlamasıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Tâ-Hâ. Biz
Kur’ân’ı sana güçlük çekesin diye indirmedik.)[91] Bozulmamış fıtrata uygun olmasıdır: (İnsanın fıtratı Allah’ın
yarattığı fıtrattır.)[92] Doğru akla uygun olmasıdır.
Çünkü doğru din, Allah’ın şeriatıdır. Doğru akıl, Allah’ın yarattığıdır.
Allah’ın şeriatı ile yarattığının birbirine ters düşmesi imkansızdır.
Onuncusu:
Hakka yönlendirmesi ve batıldan sakındırmasıdır. Hidayete yöneltmesi ve
sapıklıktan kaçındırmasıdır. İnsanları hiçbir eğriliği olmayan dosdoğru bir
yola çağırmasıdır. Allah Teâlâ; cinlerin Kur’ân’ı işittikleri zaman
birbirlerine söylediklerini haber vererek şöyle buyurur: (Ey
kavmimiz dediler, doğrusu biz Musa’dan sonra indirilen, kendinden öncekini
doğrulayan, hakka ve doğru yola ileten bir kitap dinledik.)[93] Onları, mutsuzluklarına yol açacak şeylere çağırmamalıdır. Allah Teâlâ
şöyle buyurur: (Tâ-Hâ. Biz Kur’ân’ı sana güçlük çekesin diye indirmedik.)[94] Helak olmalarına neden olacak şeyi emretmemelidir. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: (Kendinizi öldürmeyin. Muhakkak ki Allah, size çok
rahmet edendir.)[95] Mensuplarını; ırk, renk ve kabile esasına göre ayırt etmemelidir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir
dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere
ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok
korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.)[96] Hak dinde dikkate alınan üstünlük ölçüsü, Allah’dan hakkıyla korkmaktır.
Hak dini
batıl dinden ayıran ölçütleri sunduktan ve Kur’ân-ı Kerim’de gelen bu
ölçütlerin Allah katından gönderilen sadık peygamberlerin hepsi için geçerli
olduğuna işaret eden delilleri tanık olarak getirdikten sonra dinlerin kısımlarını
sunmamız uygun olacaktır.
Dinlerin Kısımları
İnsanlık,
dinlerine göre iki gruba ayrılır:
Yahudiler,
Hıristiyanlar ve Müslümanlar gibi bir kısmın Allah katından indirilmiş kitabı
vardır. Yahudiler ve Hıristiyanlar kitaplarında gelen ile amel etmedikleri
için, insanları Allah’ın dışında rabler edindikleri için ve aradan uzun süre
geçtiği için; Allah’ın, peygamberlerine indirdiği kitaplar kaybolmuştur. Din
adamları onlar için Allah katından olduğunu öne sürdükleri bir takım kitaplar
yazmıştır. Oysa onlar Allah katından değildir. Gerçekte onlar; yalancı insanların
haksız yere sahiplendiği ve aşırı gidenlerin saptırdığı kitaplardır.
Müslümanların
kitabı Kur’ân-ı Kerim’e gelince; o, zaman bakımından ilahi kitapların en
sonuncusudur. Güvenilirlik açısından en sağlamıdır. O’nu korumayı Allah
üstlenmiş ve bunu insanlara bırakmamıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Kur’ân’ı
kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız.)[97] Kalplerde ve satırlarda korunmuştur. Çünkü O, Allah’ın bu insanlığa
hidayet garanti ettiği en son kitaptır. O’nu, Kıyamet kopuncaya kadar
üzerlerine hüccet kılmıştır. Onun için ebedilik yazmış; her zaman O’nun
sınırlarını ve harflerini uygulayan, şeriatıyla amel eden ve O’na iman eden
insanlar hazırlamıştır.
İleriki bir
bölümde bu kitapla ilgili daha geniş açıklama gelecektir.
Bir kısmın
ise Allah katından indirilmiş kitapları yoktur. Hindular, Mecusiler, Budistler,
Konfüçyüs’e inananlar ve Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in peygamber
olarak gönderilmesinden önceki Araplar gibilerinin elinde inançlarının kurucusuna
nispet edilen ve kendilerine miras kalmış kitapları vardır.
Her bir
ümmetin dünyevi işlerini görecek ölçülerde bilgisi ve ameli vardır. Bu,
Allah’ın her insana, hatta her hayvana verdiği genel yönlendirmelerdir. Hayvan,
kendisine yarayacak yiyeceği ve içeceği edinmeye ve zarar verecek şeyleri
defetmeye yönlendirilmiştir. Allah onda, ilkine karşı sevgi ve ikincisine karşı
tiksinti yaratmıştır. Allah Teâla şöyle buyurur: (O en yüce Rabbinin
ismini tesbih et! O ki yaratıp düzenleyendir! O ki takdir edip yol
gösterendir.)[98] Musa aleyhisselam Firavun’a şöyle der: (Bizim Rabbimiz, her şeye
hilkatini veren, sonra da doğru yolu gösterendir.)[99] İbrahim aleyhisselam şöyle der: (Beni yaratan ve bana doğru
yolu gösteren O’dur.)[100]
En ufak bir
görüşe ve düşünceye sahip her akıllının bildiği bir şey var ki, din ehli
yararlı ilimlerde ve salih amellerde din ehli olmayanlardan daha eksiksizdir.
Müslümanların dışındaki din ehlinden olanların sahip olduğu her hayrın, Müslümanlar
daha mükemmeline sahiptir. Din ehlinden olan insanlar, başkalarında olmayan
şeylere sahiptir. Çünkü ilimler ve ameller iki türlüdür.
Birinci
tür; akıl ile elde edilir. Matematik, tıp ve üretim gibi. Bu işler başkalarında
olduğu gibi din ehlinde de vardır. Hatta onlar bu konuda daha mükemmeldir.
Sadece akılla bilinemeyen ilahi ve dini ilimler ise din ehline hastır.
Bunlardan bir kısmına akılla delil getirilebilir. Rasuller, insanlara bu
konudaki akli delilleri göstermiş ve onları yönlendirmiştir. Bunlar, akli ve
şer’i delillerdir.
İkinci tür
ise; ancak rasullerin haber vermesiyle bilinir. Bunu akıl yoluyla elde etmenin
imkanı yoktur. Allah hakkındaki, isimleri ve sıfatları hakkındaki; ahirette,
itaat edene verilecek nimetler ve isyan edene verilecek azap hakkındaki,
Allah’ın şeriatı hakkındaki haberler, ümmetleri ile beraber geçmiş peygamberler
ve benzeri haberler bu türdendir.[101]
Mevcut
Dinlerin Durumu
Büyük
dinler, onların eski kitapları ve geçmişteki kuralları, boş şeylerle
uğraşanların hedef tahtası haline gelmiştir. Münafıkların ve gerçeği
çarpıtanların oyuncağı olmuştur. Kanlı olaylara ve büyük sorunlara hedef
olmuştur. Sonuçta ruhunu ve kimliğini kaybetmiştir. Şayet ilk mensupları ve
gönderilen peygamberleri
yeniden diriltilse, onları kabul etmez ve önemsemez.
Yahudilik· bugün ruhsuz görenekler
ve birtakım dini adetler haline gelmiştir. Bunu da göz önüne almazsak; Yahudilik,
belirli bir kavme ve ırka has soydan gelen bir dindir. Dünya için mesaj
taşımaz. Milletlere bir çağrısı ve insanlığa bir rahmeti yoktur. Bu din; geçmişte dinler ve milletler arasında bir
şiarı olan temel inancında bozulmaya uğramıştır. Oysa onun asıl inancında
şerefinin sırrı bulunmaktaydı. O inanç, İbrahim aleyhisselam’ın ve Yakup aleyhisselam’ın,
oğullarına vasiyet ettiği tevhit inancıdır. Yahudiler, komşu oldukları ve
sultası altında yaşadıkları milletlerin bozuk inançlarından bir çoğunu; onların
cahili ve putperest adet ve geleneklerinin bir çoğunu alıntılamıştır. Bunu, Yahudilerin
insaflı tarihçileri de kabullenmektedir. Yahudi Ansiklopedisi'nde şu zikredilir:
“Peygamberlerin,
putlara ibadete olan kızgınlığı ve öfkesi; putlara ve ilahlara tapmanın İsrailoğulları’nın
nefislerine iyice işlediğine, şirk ve hurafe olan inançları kabullendiklerine delalet
eder. Putperestlikte, Yahudilere has bir çekicilik bulunduğuna Talmut da
şehadet eder.”[102]
Yahudilerin
kutsamada aşırı gittikleri ve Tevrat’a üstün tuttukları Babil Talmut’u[103] miladi altıncı yüzyılda
Yahudiler arasında dolaşmakta idi.
İçerisinde dolup taşan akılsızlık ve saçmalık örnekleri, Allah’a karşı
cüretkarlık, gerçeklerle alay etme, din ve akıl ile oynama; o çağdaki Yahudi
toplumunun içine düşüğü akıl çöküntüsüne ve dini algılama bozukluğuna işaret
eder.[104]
Hıristiyanlığa· gelince; aşırıların çarpıtmasına,
cahillerin yanlış yorumuna ve sonradan Hıristiyan olan Romalıların
putperestliğine uğramıştır.[105] İlk çağından itibaren
bütün bunlar bir yığın oluşturmuş; Mesih’in yüce öğretileri onun altına
gömülmüştür. Tevhid nuru ve Allah’a ibadette ihlas, bu yoğun kümelerin altına
gizlenmiştir.
Hıristiyan bir yazar, teslis inancının miladi dördüncü yüzyılın
sonlarından itibaren Hıristiyan topluma ne derece işlediğini anlatarak şöyle
der: “Bir ilahın, üç özün birleşmesinden
oluştuğu inancının, Hıristiyan dünyasının yaşantısındaki ve düşüncesindeki
nüfuzu dördüncü yüzyılın son çeyreğinden itibarendir ve Hıristiyan dünyasının
her köşesinde resmi inanç olarak devam ede gelmiştir. Teslis inancının gelişimi
ve sırrı üzerindeki perde ancak miladi on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında
kaldırılmıştır.”[106]
Hıristiyan
bir tarihçi ise “Çağdaş ilmin ışığında Hıristiyanlığın tarihi” isimli kitabında putperestliğin, Hıristiyan
toplumda (çeşitli renklerde ve görüntülerde) ortaya çıkışını; Hıristiyanların
şirke gark olmuş dinlerden ve milletlerden sloganları ve adetleri, bayramları
ve putperest kahramanları taklit, beğeni
ya da cahillik nedeniyle alıntılamadaki maharetlerini anlatır ve şöyle der:
“Putperestlik bitti fakat tamamen yok olmadı. Bilakis nefislerin içine işledi ve
orada Hıristiyanlık adıyla ve onun örtüsü altında her şey devam etti.
İlahlarından ve kahramanlarından ayrılan ve onları bırakanlar şehitlerinden
birini aldılar ve onu ilahların
sıfatları ile adlandırdılar. Sonra onun heykelini yaptılar. Ve böylece
şirk ve putlara tapma o yerli şehitlere geçmiş oldu. Bu çağ bittiğinde Hıristiyanlar
arasında şehitlere ve velilere ibadet yayılmış ve yeni bir inanç oluşmuştu. Bu
inanca göre veliler, ilahlık sıfatlarını taşıyordu. Veliler ve azizler, Allah
ile insan arasında orta bir yaratık halini almıştı. Putperestlik bayramlarının isimleri, yeni isimlerle
değiştirildi. Miladi 400. yılda eski güneş bayramı Mesih’in doğum bayramına
dönüştürüldü.”[107]
Mecusiler
ise eskiden beri tabiat unsurlarına ibadetle tanınmıştır. Son olarak
kendilerini tabiat unsurlarının en büyüğü olan ateşe ibadet etmeye verdiler.
Ateş için tapınaklar ve mabetler yaptılar. Ülkenin her yanında enine boyuna ateş
evleri yayıldı. Ateşe tapmanın ve güneşi kutsamanın dışındaki bütün inançlar ve
dinler giderek yok oldu. Din onlar için belli mekanlarda yaptıkları dini
ayinler ve görenekler haline geldi.[108]
“Sasaniler zamanında İran” kitabının Danimarkalı yazarı Arthur
Kristensen, dini başkanları ve görevlerini anlatarak şöyle der:
“Bu
görevlilerin günde dört kez güneşe ibadet etmeleri vacip idi. Aya, ateşe ve
suya ibadet etmek de buna ilave edildi. Ateşi söndürmemekle ateşi ve suyu
birbirine değdirmemekle ve madeni paslandırmamakla emrolunmuşlardı. Çünkü
madenler onlar için kutsaldı.”[109]
Her çağda çift
tanrı inancına inandılar. Bu onların şiarı oldu. İki ilaha inandılar. Birincisi
“Ehurmizda” ya da “Yezdan” olarak adlandırdıkları ışık veya iyilik ilahı;
ikincisi ise “Ehraman” dedikleri karanlık veya kötülük ilahı. İnançlarına göre
bu ikisi arasındaki çekişme ve savaş hala devam etmektedir.[110]
Hindistan’da
ve Orta Asya’da yaygın olan Budizm’e gelince, gittiği her yere putları da
beraberinde götüren putperest bir dindir. Bulunduğu her yerde tapınaklar yapar
ve “Buda” heykelleri diker.[111]
Hindistanlıların
dini “Brahmanizm” ise, ilahlarının ve tanrılarının çokluğuyla şöhret bulmuştur.
Miladi altıncı yüzyılda putperestlik doruğa ulaşmış, o yüzyılda ilahların
sayısı 330 milyonu bulmuştur.[112] Her çekici ve ürkütücü
şey, her faydalı şey ibadet edilen bir ilah haline gelmiştir. Bu dönemde heykel
yontma sanatı ilerlemiş; ince bir işçilik olmuştur. Hindu yazar C. V. Vidya,
“Orta Hindistan Tarihi” isimli kitabında Arap yarımadasında İslam’ın ortaya
çıkışının hemen ardındaki dönem olan Kral Haraş (606-648 miladi) dönemini
anlatarak şöyle der:
“Hinduizm
ve Budizm tamamen aynı bir putperestlikti. Belki de Budizm, putperestlikte
Hinduizm’i geride bırakmıştı. Bu dinin, yani Budizm’in başlangıcı, ilahı inkar
etmekti. Fakat zamanla Buda’yı en büyük ilah kabul etti. Sonra ona “Bodhistava”
gibi ilahlar ekledi. Putperestlik, Hindistan’da doruğa ulaştı. Öyle ki, bazı
doğu dillerinde “Buda” kelimesi put kelimesiyle eşdeğer oldu.
Şüphesiz,
putperestlik bütün dünyada yaygındı. Atlas Okyanusu’ndan Pasifik Okyanusu’na
kadar bütün dünya putperestliğe gark olmuştu. Hıristiyanlık ve semavi dinler,
Budizm; putları ululamada ve kutsamada sanki birbirleriyle yarışıyordu. Bir
kulvarda yarışan yarış atları gibiydi.”[113]
Bir başka
Hindu yazar ise “Mevcut Hinduizm” adını verdiği kitabında şöyle der: “İlah
yapımı operasyonu bu noktada son bulmadı. Tarihin değişik dönemlerinde bu ilah
meclisine çok sayıda küçük ilahlar katılmaya devam etti ve sonuçta sayılamayacak
kadar büyük bir topluluk oluştu.”[114]
Dinlerin
durumu böyle... Büyük hükümetler çıkaran, bir çok ilmin yaygın olduğu;
uygarlığın, üretimin ve edebiyatın beşiği olan medeni ülkelere gelince, bu
ülkelerde dinler tamamen bozuldu, asaletini ve kuvvetini kaybetti. Islahatçılar
kayboldu, doğruyu öğreten insanlar yok oldu.
Dinsizlik açıkça kendini gösterdi ve kötülük çoğaldı. Ölçüler değişti.
Bu ülkelerde insanlar kendini önemsemedi ve bu nedenle intiharlar çoğaldı.
Ailevi bağlar parçalandı. Toplumsal ilişkiler koptu. Psikologların
muayenehaneleri hastalarla dolup taştı, büyü pazarları kuruldu, ruhunu doyurmak,
kendini mutlu etmek ve gönül huzuru bulmak için bu ülkelerde insan her türlü
eğlenceyi denedi ve her yeni akıma tabi oldu...
Bu
eğlenceler, inançlar ve görüşler bunu gerçekleştirmede başarılı olamadı.
Yaratıcısı ile bağ kurup O’na, razı olduğu ve peygamberlerine emrettiği şekilde
ibadet edene kadar da bu mutsuzlukta ve ruhi bunalımda kalmaya devam edecektir.
Allah Teâlâ, rabbinden yüz çeviren ve başkasının yoluna koyulanın halini
açıklayarak şöyle buyurur: (Kim de beni anmaktan yüz çevirirse şüphesiz onun
sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz onu, kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.)[115] Allah Subhanehu ve Teâlâ mü’minlerin güvenliklerini ve bu dünyadaki
mutluluklarını haber vererek şöyle buyurur: (İnanıp da imanlarına herhangi
bir haksızlık bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru
yolu bulanlardır.)[116] Ve şöyle buyurur: (Mutlu olanlara gelince, onlar da cennettedirler.
Rabbinin dilediği hariç, gökler ve yer durdukça onlar da orada ebedi
kalacaklardır. Bu bitmez, tükenmez bir lütuftur.)[117]
İslam’ın dışındaki
bu dinlere daha önce belirttiğimiz hak dinin ölçütlerini uygulayacak olursak
–bu kısa sunudan da açıkça anlaşılacağı gibi- o unsurların çoğunu
kaybettiklerini görürüz.
Bu dinlerin
kaybettikleri en büyük unsur, Allah’ı birlemektir. Bu dinlerin mensupları,
Allah’a başka ilahları ortak
koşmuşlardır. Ayrıca bu bozulmuş dinler insanlara, zaman ve mekana uygun;
insanların dinlerini, ırzlarını, nesillerini, mallarını ve kanlarını koruyan
bir şeriat sunmaz. Onları, Allah’ın emrettiği şeriata yönlendirmez. İçindeki
çelişki ve tezatlar nedeniyle mensuplarına huzur ve mutluluk vermez.
İslam’a
gelince onun; Allah’ın, kendisi ve insanlık için seçtiği kalıcı hak dinin
olduğu ileriki bölümlerde açıklanacaktır.
Bu bölümün
ardından nübüvvetin hakikatini ve nübüvvetin delillerini, insanların ona olan
ihtiyacını tanıtmamız; peygamberlerin davetinin asıllarını, son ve ebedi
çağrının hakikatini açıklamamız uygun olacaktır.
Peygamberlik Gerçeği
İnsanın bu
dünyada bilmesi gereken en büyük şey onu yoktan vareden ve üzerine nimetler
yağdıran Rabbini tanımaktır. Allah’ın mahlukatı yaratmasındaki en büyük gaye
yalnızca O’na ibadet etmeleridir.
Fakat insan
Rabbini gerçek anlamda nasıl tanır? Haklarını ve ödevlerini, Rabbine ne şekilde
ibadet edeceğini nasıl bilir? İnsan; hayatın inişinde ve çıkışında kendisine
yardım eden, hastalığın tedavisinde, ilaç temininde, mesken bina etmede ve
benzeri işlerde işini gören birini bulur. Fakat diğer insanlar arasında ona
Rabbini tanıtacak ve Rabbine nasıl ibadet edeceğini açıklayacak birini bulamaz.
Çünkü akıllar, Allah’ın onlardan dilediğini tek başlarına bilemezler. İnsan
aklı, kendisi gibi bir beşerin dilediğini dahi, o dileğini haber vermeden
bilemezken, Allah’ın dilediğini nasıl bilir? Bu görev; Allah’ın mesajını tebliğ
için seçtiği rasuller ve nebilerle sınırlıdır. Onlardan sonra gelen ve hidayet
üzere olan peygamberlerin mirasçıları imamlarla sınırlıdır. Bu imamlar,
peygamberlerin metotlarını taşırlar ve onların izinden yürürler. Onların adına,
mesajlarını iletirler. Çünkü insanların, doğrudan Allah’dan bilgi alması mümkün
değildir. Onlar buna güç yetiremezler. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Allah bir
insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi
gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. O yücedir, hakimdir.)[118] Mutlaka Allah’dan şeriatını
kullarına iletecek bir aracı ve elçi olmalıdır. Bu elçiler ve aracılar,
rasuller ve nebilerdir. Melek, Allah’ın mesajını peygambere taşır. Peygamber de
onu insanlara iletir. Melek, mesajları doğrudan insanlara taşımaz. Çünkü
melekler alemi, yapı bakımından insanlar aleminden farklıdır. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: (Allah meleklerden de, insanlardan da elçiler seçer. Şüphesiz Allah
işitendir, görendir.)[119]
Allah’ın
hikmeti; onunla konuşabilmeleri ve karşı karşıya gelebilmeleri nedeniyle onu
iyice anlamaları için elçinin, kendilerine elçi gönderilenlerin cinsinden
olmasını gerektirmiştir. Şayet elçi meleklerden gönderilmiş olsaydı, onunla
karşı karşıya gelemez ve ondan hiçbir şey alamazlardı.[120] Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ("Muhammed’e bir melek indirilseydi ya!" dediler. Eğer biz
öyle bir melek indirseydik elbette iş bitirilmiş olur, artık kendilerine göz
bile açtırılmazdı. Eğer peygamberi bir melek kılsaydık muhakkak ki onu insan
suretine sokar, onları yine düşmekte oldukları kuşkuya düşürürdük.)[121] Ve şöyle buyurur: ((Rasulüm!) Senden önce gönderdiğimiz bütün
peygamberlerde hiç şüphesiz yemek yerler, çarşılarda dolaşırlardı.)[122] Ve devamında şöyle buyurur: (Bizimle
karşılaşmayı ummayanlar: Bize ya melekler indirilmeliydi ya da Rabbimizi
görmeliydik, dediler. Andolsun ki onlar kendileri hakkında kibre kapılmışlar ve
azgınlıkta pek ileri gitmişlerdir.)[123] Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz
kişilerden başkasını peygamber olarak göndermedik.)[124] Ve şöyle buyurur: ((Allah’ın
emirlerini) onlara iyice açıklasın diye her peygamberi yalnız kendi kavminin
diliyle gönderdik.)[125]
Bu rasuller
ve nebiler; akıl mükemmelliği, fıtrat düzgünlüğü, sözde ve davranışta doğruluk,
kendisine verileni iletmede güvenilirlik, insan yaşantısını kirletecek
şeylerden korunmuş olma, göze itici gelen ve sağlıklı zevklerin hoşlanmayacağı
bedensel kusurlardan uzak olma niteliklerine sahiptir.[126] Allah onların
nefislerini ve ahlaklarını arındırmıştır. Onlar, yaratılış bakımından
insanların en mükemmelidir. Nefis bakımından en arınmışıdır. Cömertlik bakımından
en üstünüdür. Allah onlarda, güzel ahlakı ve iyi huyları bir araya toplamıştır.
Yumuşak huyluluğu, ilmi, hoşgörüyü, cömertliği, cesareti ve adaleti onlarda
toplamıştır. Böylece bu huylarla, kavimleri arasında diğer insanlardan ayrılırlar.
İşte Salih aleyhisselam’ın kavmi... Allah Teâlâ’nın bildirdiğine göre Salih
aleyhisselam’a şöyle derler: (Dediler ki: Ey Salih! Sen bundan önce içimizde
ümit beslenen birisiydin. (Şimdi) babalarımızın taptıklarına tapmaktan bizi
engelliyor musun?)[127] Şuayb aleyhisselam’ın kavmi ise Şuayb aleyhisselam’a şöyle der: (Dediler
ki: Ey Şuayb! Babalarımızın taptıklarını, yahut mallarımız hususunda
dilediğimizi yapmayı terk etmemizi sana namazın mı emrediyor? Oysa sen yumuşak
huylu ve çok akıllısın!)[128] Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem, kendisine peygamberlik inmeden
önce kavmi arasında “el-Emin/Güvenilir” lakabıyla meşhur olmuştur. Rabbi celle
ve alâ da O’nu şöyle nitelendirir: (Muhakkak ki sen yüksek bir ahlak üzeresin.)[129] Onlar, Allah’ın yarattıkları arasından seçtikleridir. Allah onları,
mesajını taşımak ve emniyeti ilerletmek
üzere seçmiş ve tercih etmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Allah
peygamberliğini kime vereceğini daha iyi bilir.)[130] Ve şöyle buyurur: (Gerçekten Allah, Adem’i, Nuh’u, İbrahim ve
İmran’ın ailesini seçip alemlere üstün kıldı.)[131]
Bu rasuller
ve nebiler, Allah’ın onları vasıflandırdığı üstün niteliklere ve tanındıkları
yüce sıfatlara rağmen yine de insandırlar. Diğer insanların başına gelen onların
da başına gelir. Onlar da acıkırlar, hastalanırlar, uyurlar, yemek yerler,
evlenirler ve ölürler. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Muhakkak
sen de öleceksin, hiç şüphesiz onlar da öleceklerdir.)[132] Ve şöyle buyurur: (Andolsun
ki Biz senden önce peygamberler göndermiş, onlara da eşler ve evlatlar
vermişizdir.)[133] Daha da ötesi zulme uğrayıp öldürülebilir, ülkelerinden
çıkarılabilirler. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Hani o kafirler seni tutup
bağlamak yahut öldürmek yahut seni çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar
bu tuzağı kurarlarken Allah da bunun karşılığında kendilerine tuzak kuruyordu.
Allah, tuzak kuranlara karşılık verenlerin en hayırlısıdır.)[134] Fakat dünyada ve ahirette sonuç ve zafer onlarındır: (Allah,
(dinine) yardım edene elbette yardım eder.)[135] Allah Subhanehu şöyle buyurur: (Allah: “Andolsun ki ben ve
peygamberlerim mutlaka galip geleceğiz” diye yazmıştır. Şüphesiz Allah
güçlüdür, galiptir.)[136]
Peygamberliğin Alametleri
Peygamberlik,
ilimlerin en şereflisini öğrenmenin, amellerin en değerlisini ve yücesini
yerine getirmenin aracı olduğu için Allah Subhanehu, rahmeti gereği o
peygambere işaret eden, insanların onları tanımasını sağlayan alametler
yaratmıştır. Gerçekte her bir çağrı öne sürenin üzerinde, doğru söylüyorsa
doğruluğunu belirten, yalancı ise yalanını ortaya çıkaran durumlar ve
belirtiler görülür. Peygamberliğin alametleri çoktur. Bunlardan bazıları şu
şekildedir:
1.
Peygamberin, yalnızca Allah’a ibadet etmeye ve O’nun dışındakilere ibadeti terk
etmeye çağırmasıdır. Çünkü bu Allah’ın mahlukatı
yaratışındaki gayedir.
2.
İnsanları kendisine iman etmeye ve Onu doğrulamaya, onunla gönderilenlerle amel
etmeye çağırmasıdır. Allah, peygamberi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e
şöyle demesini emreder: (De ki: "Ey insanlar! Ben Allah’ın size,
hepinize gönderdiği peygamberiyim.")[137]
3. Allah’ın
onu, çeşitli peygamberlik delilleriyle desteklemesidir. Peygamberin getirdiği
mucizeler bu delillerdendir. Kavmi onun mucizelerini reddedemez ve bir
benzerini de getiremez. Musa aleyhisselam’ın asayı yılana dönüştürdüğündeki
mucizesi, İsa aleyhisselam’ın –Allah’ın izniyle- doğuştan körü ve alacalıyı
iyileştirdiği zamanki mucizesi, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in
okuma-yazma bilmeyen ümmi bir insan olmasına rağmen getirdiği Kur’an-ı Kerim
mucizesi ve peygamberlerin diğer mucizeleri bunlardandır. Bu delillerden biri
de, nebilerin ve rasullerin getirdiği apaçık gerçektir. Muhalifleri onu
çürütemez ve inkar edemez. Bilakis o muhalifler bile, peygamberlerin
getirdiğinin inkar edilmeyecek bir gerçek olduğunu bilir.
Allah’ın
yalnızca peygamberlere has kıldığı hal olgunluğu, güzel nitelikler, değerli
özellikler ve huylar da bu delillerdendir.
Yine;
Allah’ın, muhaliflerine karşı onlara yardım etmesi, çağırdıkları şeyi üstün
kılması bu delillerdendir.
4. Çağrısının
asıllarda, rasullerin ve nebilerin kendisine çağırdığı asıllarla uyuşuyor
olmasıdır.[138]
5.
Kendisine ibadete ve ibadet olan bir şeyi onun için yapmaya çağırmamasıdır.
Kabilesini ve grubunu yüceltmeye çağırmamasıdır. Allah; peygamberi Muhammed’e,
insanlara şöyle söylemesini emreder: (De ki: "Ben size yanımda
Allah’ın hazineleri vardır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size şüphesiz ben
bir meleğim de demiyorum. Ben ancak bana vahyolunana uyarım.")[139]
6.
İnsanlardan, çağrısına karşılık dünyalık bir çıkar talep etmemesidir. Allah
Teâlâ, peygamberleri Nuh, Hud, Salih, Lut ve Şuayb (Allah’ın selamı onların
üzerine olsun) hakkında haber vererek, kavimlerine şöyle söylediklerini
bildirir: (“Ben sizden bunun için herhangi bir ücret de istemiyorum. Benim mükafatım
ancak alemlerin Rabbine aittir.”)[140] Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem de kavmine şöyle dedi: (De ki: "Buna
karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum ve ben kendiliğinden bir şeyler
uyduranlardan da değilim.")[141]
Niteliklerinden
ve peygamberliklerinin delillerinden bir bölüm zikrettiğim bu rasuller ve
nebiler çoktur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Andolsun ki Biz her ümmete:
“Allah’a ibadet edin, tağuttan kaçının” diye bir peygamber göndermişizdir.)[142] İnsanlık onlarla mutluluğu
bulmuştur. Tarih, onların haberleriyle doludur. Dinlerinin kuralları, nesilden
nesle nakledilmiştir ve bu kurallar, hak ve adalettir. Yine Nuh kavminin
tufanla yok olması, Firavun’un suda boğulması, Lût kavminin
başına gelen azap, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in düşmanları karşısındaki
zaferi ve dininin yayılması gibi Allah’ın onlara yardımı ve düşmanlarını helak
etmesi de nesilden nesle aktarılmıştır.
Bunu bilen;
onların iyilik ve hidayet getirdiğini, insanları kendilerine fayda veren
şeylere yönelttiğini ve zarar veren şeylerden sakındırdığını kesin olarak bilir. Onların ilki Nuh aleyhisselam ve
sonuncusu Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’dir.
İnsanların Peygamberlere İhtiyacı
Peygamberler,
Allah’ın kullarına gönderdiği elçilerdir. Onlara, Allah’ın emirlerini iletirler.
O’nun emirlerine itaat etmeleri durumunda Allah’ın onlar için hazırladığı
nimetleri müjdelerler. O’nun yasaklarına uymazlarsa uğrayacakları kalıcı
azaptan sakındırırlar. Onlara geçmiş ümmetlerin haberlerini, Rablerinin emrine
karşı gelmeleri nedeniyle dünyada başlarına gelen azap ve cezayı anlatırlar. Bu
emirleri ve yasakları, akılların tek başına bilmesi mümkün değildir. Bu nedenle
Allah; insana değer vererek, onları şereflendirerek ve onların çıkarlarını
koruyarak kurallar belirlemiş, emirler ve yasaklar koymuştur.
Çünkü
insanlar, şehvetlerinin peşine takılıp haramları çiğneyebilir. İnsanlara
saldırıp haklarını ellerinden alabilirler. Allah’ın onların arasına zaman zaman
elçiler göndermesi derin hikmetindendir. Onlara Allah’ın emirlerini hatırlatırlar.
O’na isyan etmekten sakındırırlar. Onlara öğüt verirler ve geçmiştekilerin
haberlerini bildirirler. Şüphesiz; şaşırtıcı haberler kulaklara gelince ve
ilginç düşünceler zihinleri uyandırınca akıllar bundan yararlanır. Bilgisi
artar ve anlayışı düzelir. Çok dinleyen insanın hatırası çok olur. Hatırası çok
olanın düşüncesi çok olur. Düşüncesi çok olanın bilgisi çok olur.
Peygamberlerin gönderilmesinden başka bir yol ve hak düzeninde onların bir
alternatifi yoktur.[143]
Şeyhülislam
İbni Teymiyye[144]
rahimehullah şöyle der: Peygamberlik, kulun dünyasının ve ahiretinin ıslahı
için kaçınılmazdır. Ahiretinin ıslahı ancak peygamberin getirdiğine uymaktadır.
Aynı şekilde yaşamının ve dünyasının ıslahı da ancak peygamberin getirdiğine
uymaktadır. İnsan, şeriata kaçınılmaz olarak ihtiyaç duyar. Çünkü o, iki hareket
arasındadır: Kendisine fayda veren şeyi edinme hareketi ve kendisine zarar
veren şeyi uzaklaştırma hareketi. Şeriat; insana fayda veren şeyi ve zarar
veren şeyi açıklayan ışıktır. Allah’ın yeryüzündeki nuru ve kulları arasındaki
adaletidir. İçerisine girenin güvenlikte olduğu kalesidir.
Şeriat ile
istenen, faydalı ve zararlı şeylerin duyu
ile ayırt edilmesi değildir. Çünkü bu, hayvanlar için geçerlidir. Eşek ve deve,
arpa ile toprağı birbirinden ayırıp seçebilir. Bilakis şeriat ile istenen;
sahibine dünyasında ve ahiretinde zarar veren filler ile, fayda veren filleri
ayırmaktır. İmanın, tevhidin, adaletin, iyilik ve ihsanın, güvenilirliğin,
iffetin, cesaretin, ilmin, sabrın, iyiliği emretmenin ve kötülükten sakındırmanın,
akrabalık bağını gözetmenin, anne-babaya iyi davranmanın, komşulara iyilik
etmenin, hakları yerine getirmenin, ibadeti Allah’a has kılmanın, Allah’a
tevekkül etmenin ve O’ndan yardım dilemenin, kaderine razı olmanın, hükmüne
boyun eğmenin, Allah’ı ve rasullerini bildirdikleri her şeyde doğrulamanın ve
benzerinin faydası gibi, kulun dünyası ve ahireti için yararlı davranışları
bilmesidir. Bunun tersinde ise kulun mutsuzluğu, dünyasında ve ahiretinde
zararı vardır.
Peygamberlik
olmasaydı; akıl, hayattaki yararlı ve zararlı şeylerin ayrıntısını bilemezdi.
Allah’ın kullarına olan nimetlerinin en büyüğü ve onlara lütfunun en değerlisi,
onlara elçiler göndermesidir. Onlara kitaplar indirmesi ve doğru yolu
açıklamasıdır. Şayet bu böyle olmasaydı onlar hayvanlar seviyesinde ve
hayvanlardan daha kötü bir halde olurdu. Allah’ın mesajını kabul eden ve onun
üzerinde dosdoğru yürüyen, insanların en iyilerindendir. Kim de reddederse ve
onun dışına çıkarsa insanların, en kötülerindendir. Köpekten ve domuzdan daha
kötü bir durumdadır. Her değersiz şeyden daha değersizdir. Yeryüzü ehli için
kalıcılık ancak içlerinde bulunan peygamberliğin izleri iledir. Peygamberlerin
izleri yeryüzünden tamamen yok olup, hidayet yollarının işaretleri silinince;
Allah, ulvi ve süfli alemleri yıkar ve kıyameti koparır.
Yeryüzü
ehlinin peygambere ihtiyacı; güneşe ve aya, rüzgara ve yağmura olan ihtiyacı
gibi değildir. İnsanın, hayatına ihtiyacı gibi değildir. Gözün ışığa, bedenin
yiyecek ve içeceğe ihtiyacı gibi de değildir. Bilakis bunlardan daha büyüktür.
Tahmin edilen ve akla gelen her şeye ihtiyaçtan daha şiddetlidir. Peygamberler
(Allah’ın salat ve selamı onların üzerine olsun), Allah Teâlâ ile kulları
arasında emrini ve yasağını iletmede aracıdırlar. Onlar, Allah ile kulları
arasında elçidirler. Onların sonuncusu ve efendisi, Rabbi katında en değerli
olanı, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’dir. Allah O’nu, alemlere rahmet ve
bütün yaratılmışlara hüccet olarak göndermiştir. O’na itaat etmeyi ve O’nu
sevmeyi, O’na saygı duymayı ve O’nu desteklemeyi, O’nun haklarını yerine
getirmeyi kulları üzerine farz kılmıştır. Bütün nebiler ve rasullerden,
kendisine ulaşmaları halinde O’na iman etmeleri ve uymaları üzerine ahit ve söz
almış, kendilerine uyan mü’minlerden de bu konuda söz almalarını onlara
emretmiştir. Allah O’nu, kıyametin hemen öncesinde, müjdeci ve uyarıcı, izniyle
Allah’a çağıran ve aydınlatan bir ışık kaynağı olarak göndermiştir. O’nunla peygamberliği
sona erdirmiştir. O’nunla sapıklıktan hidayete yöneltmiş ve cehaletten çıkararak
bilgilendirmiştir. O’nun peygamberliği ile kör gözleri, sağır kulakları ve
kapalı kalpleri açmıştır. Yeryüzü, karanlıktan sonra O’nun peygamberliği ile
aydınlanmış ve dağınıklıktan sonra kalpler birbirine ısınmıştır. Allah O’nunla
eğri milleti düzeltmiş ve aydınlık yolu açıklamıştır. O’nun göğsünü
ferahlatmış, yükünü hafifletmiş ve zikrini yükseltmiştir. Zilleti ve aşağılığı,
O’na muhalefet edenlerin üzerine kılmıştır. O’nu peygamberlerin gelmediği ve
yok olduğu, sözlerin çarpıtılıp şeriatların değiştirildiği, her kavmin kendi
görüşünün zulmüne dayandığı, bozuk görüşleri ve hevaları ile kulları arasında
Allah hakkında hüküm verdikleri bir dönemde göndermiştir. Allah, O’nunla
insanları hidayete erdirmiş ve yolları açıklamıştır. O’nunla insanları karanlıklardan aydınlığa
çıkarmıştır. Kurtuluş ehli ile günah ehlini O’nunla ayırmıştır. O’nun yolunda
ilerleyen hidayeti bulmuştur. O’nun yolundan çıkan da sapıtmış ve haddini
aşmıştır. Allah O’na, diğer rasullere ve nebilere salat ve selam eylesin.[145]
İnsanın,
peygambere ihtiyacını şu şekilde özetleyebiliriz:
1- O,
yaratılmış ve yetiştirilmiş bir insandır. Mutlaka yaratıcısını tanıması, ondan
ne istediğini ve niçin yaratıldığını bilmesi gerekir. İnsan tek başına bunu
bilemez. Bunun için, nebileri ve rasulleri bilmesinin ve onların getirdiği hidayet
ve nuru bilmesinin dışında bir yol yoktur.
2- İnsan,
beden ve ruhtan oluşmuştur. Bedenin gıdası, bulabildiği yiyecek ve içecektir.
Ruhun gıdasını ise, yaratıcısı belirlemiştir. Bu da, doğru din ve salih
ameldir. Nebiler ve rasuller doğru dini getirmiş ve salih amele yönlendirmiştir.
3- İnsan,
fıtratı gereği dine ihtiyaç duyar. mutlaka uyacağı bir dini olmalıdır. Bu din
de, mutlaka doğru olmalıdır. Nebilere ve rasullere inanmanın, onların
getirdiğine iman etmenin dışında doğru dine götürecek bir yol yoktur.
4- İnsan;
dünyada Allah’ın rızasına, ahirette de cennetine ve nimetine ulaştıracak yolu
bilmeye muhtaçtır. Ancak nebiler ve rasuller bu yola yöneltir ve yönlendirir.
5- İnsanın
kendisi zayıftır. Ve bir çok düşman onu gözetlemektedir. Şeytan onu yoldan
çıkarmak ister. Kötü arkadaşlar ona çirkini güzel gösterir. Kötülüğü emreden
bir nefis vardır. Bu nedenle o, kendisini düşmanlarının tuzağından koruyacak
bir şeye muhtaçtır. Nebiler ve rasuller, buna yöneltir ve bunu ona en güzel
şekilde açıklar.
6- İnsan,
yaratılışı gereği medenidir. İnsanlarla bir arada bulunmasının ve onlarla
birlikte yaşamasının mutlaka bir takım kuralları olmalıdır ki insanlar adaleti
ve hakkı gözetsinler. Değilse hayatları, orman hayatı gibi olur. Bu kurallar
aşırıya kaçmadan ve ihmal etmeden her hak sahibinin hakkını korumalıdır. Bu kapsamlı kuralları da ancak nebiler ve rasuller
getirir.
7- İnsan;
nefsi açıdan huzur ve güvenliği sağlayacak gerçek mutluluk faktörlerine onu
yönlendirecek şeyleri bilmeye muhtaçtır. İşte bu, nebilerin ve rasullerin yönlendirdiği
şeydir.
İnsanların,
nebilere ve rasullere ihtiyacını açıkladıktan sonra ahireti zikretmemiz ahirete
işaret eden delilleri ve kanıtları
açıklamamız uygun olacaktır.
Ahiret
Her insan,
kaçınılmaz olarak öleceğini kesinlikle bilir. Fakat ölümden sonraki hali ne olacaktır?
Mutlu mu yoksa mutsuz mu olacaktır? Milletlerin ve halkların bir çoğu, öldükten
sonra yeniden diriltileceklerine, yaptıkları üzerine hesaba çekileceklerine ve
yaptıkları hayırsa hayır, şerse şer bulacaklarına inanır.[146] Bu olayı, yani yeniden
dirilmeyi ve hesaba çekilmeyi, sağlıklı akıllar onaylar ve ilahi şeriatlar
destekler. Bu inanç şu üç temel üzerine kurulmuştur:
1- Allah Subhanehu’nun
ilminin, kusursuz olduğunu onaylama.
2- Allah Subhanehu’nun
kudretinin kusursuz olduğunu onaylama.
3- Allah Subhanehu’nun
hikmetinin kusursuz olduğunu onaylama.[147]
Öldükten sonra yeniden dirilmeyi
ispat etmede nakli ve akli deliller birbirini desteklemektedir. Bu delillerden
bazıları şu şekildedir.
1- Göklerin ve yerin yaratılışını
ölüleri diriltmeye delil olarak getirmek. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Peki, göklerle yeri yaratmış ve
onları yaratmaktan dolayı yorulmamış olan Allah’ın, ölüleri diriltmeye de kadir
olduğunu görmezler mi? Evet, muhakkak ki O, her şeye gücü yetendir.)[148] Ve şöyle
buyurur: (Göklerle
yeri yaratan, onlar gibisini yaratmaya kadir değil midir? Evet. Ve O, biricik
yaratandır, her şeyi en iyi bilendir.)[149]
2- Allah’ın; mahlukâtı, daha önce
bir benzeri olmadan yaratmasındaki kudretini tekrar bir kez daha yaratma
kudretine delil olarak getirmek. Yoktan var etmeye gücü yetenin tekrar
yaratmaya daha çok gücü yeter. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Yaratıkları ilkin yoktan var eden
sonra da onu tekrar iade eden O’dur. Ve bu O’na göre daha kolaydır.)[150] Ve şöyle
buyurur: (Kendi
yaratılışını unutarak Bize bir misal getirip dedi ki: "Çürümüş kemikleri
kim diriltecektir?" De ki: "O, her türlü yaratmayı en iyi bilendir.")[151]
3- İnsanın, bu eksiksiz şekliyle;
organlarıyla ve gücüyle; etten ve kemikten, damarlardan ve sinirlerden, açıklıklardan
ve aletlerden, bilgilerden ve iradelerden, üretimlerden oluşan nitelikleriyle
en güzel biçimde yaratılması, Allah’ın ölüleri diriltme kudretine en büyük
delil teşkil eder.
4- Dünya hayatında ölüleri diriltmeyi
Allah Subhanehu’nun ahirette ölüleri diriltme kudretine delil getirmek. Allah’ın,
peygamberlerine indirdiği ilahi kitaplarda bununla ilgili haberler gelmiştir.
Ölülerin –Allah’ın izniyle- İbrahim aleyhisselam ve İsa aleyhisselam tarafından
diriltilmesi ve benzeri bir çok haber bunlardandır.
5- Allah’ın yeniden diriltmeye ve
bir araya toplamaya benzeyen olaylardaki kudretini, ölüleri diriltme kudretine
delil getirmek. Bu olaylardan bazıları şöyledir:
a- Allah’ın ihsanı bedenin her
bölgesinde dağılmış durumda bulunan bir damla meniden yaratması. Bu nedenle
bütün organlar cinsel ilişkinin zevkine ortak olur. Allah bu meni damlasını
bedenin her köşesinden toplayarak bir araya getirir. Sonra o damla çıkar ve
rahme yerleşir. Allah ondan insanı yaratır. Bu parçalar ayrı iken onları bir
araya toplayan ve ondan da o şahsı oluşturanın, bu parçalar ölüm ile tekrar
ayrılınca onları yeniden toplayıp bir araya getirmesi nasıl imkansız olabilir?
Allah azze ve celle şöyle buyurur: (Söyleyin öyleyse döktüğünüz meni nedir? Onu siz mi yaratıyorsunuz yoksa
yaratan biz miyiz?)[152]
b- Her çeşidiyle bitki tohumları
ıslak toprağa düşünce ve üzerini toprak ve su kaplayınca, akli bakışa göre çürümesi
ve bozulması gerekir. Çünkü su ve topraktan biri çürümenin gerçekleşmesi için yeterlidir.
İkisi birlikte olunca çürümenin olması daha evladır. Fakat o tohum bozulmaz.
Bilakis korunmuş olarak kalır. Sonra rutubet artınca tohum yarılır ve ondan
bitki çıkar. Peki bu, kusursuz bir kudrete ve kapsamlı bir hikmete işaret etmez
mi? Bu kudret ve hikmet sahibi ilah, parçaları birleştirmekten ve organları
yerleştirmekten nasıl aciz olur? Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Şimdi bana ektiğinizi haber verin.
Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz?)[153] Bunun bir
benzeri de Allah Teâlâ’nın şu ayetidir: (Sen yeryüzünü kupkuru ve ölü bir halde görürsün.
Fakat biz, üzerine yağmur indirdiğimizde o, kıpırdanır, kabarır ve her çeşitten
iç açıcı bitkiler verir.)[154]
6- Her şeyi bilen, kudret ve hikmet
sahibi yaratıcı, mahlukatı boş yere yaratmaktan ve başı boş bırakmaktan
münezzehtir. Allah celle celaluhu şöyle buyurur: (Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri biz boş yere
yaratmadık. Bu, inkar edenlerin zannıdır. Vay o inkar edenlerin ateşteki
haline!)[155] Bilakis onları
büyük bir hikmet ve yüce bir amaç için yaratmıştır. Şöyle buyurur: (Ben cinleri ve insanları ancak, bana kulluk etsinler diye yarattım.)[156] Bu ilahın
katında kendisine itaat edenle kendisine isyan edenin eşit olması O’na
yakışmaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Yoksa biz, iman edip de iyi işler yapanları,
yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Veya korkanları yoldan
çıkanlar gibi mi sayacağız?)[157] Bu nedenle,
hikmetinin kusursuzluğu ve karşı konulmaz gücünün büyüklüğü gereği; her insana
amelinin karşılığını vermek; iyilik yapanı sevaplandırmak, kötülük yapana azap
etmek için Kıyamet günü insanları yeniden diriltir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Allah’ın gerçek bir va’di olarak
hepinizin dönüşü ancak O’nadır. Çünkü O, mahlukatı önce yaratır, sonra da iman
edip iyi işler yapanlara adaletle mükafat vermek için (huzuruna) geri çevirir.
Kafir olanlara gelince, inkar etmekte oldukları şeylerden ötürü onlar için
kaynar sudan bir içki ve elem verici bir azap vardır.)[158]
Ahiret gününe ve öldükten sonra
yeniden dirilmeye inanmanın, fert ve toplum üzerinde bir çok etkisi vardır. Bu
etkilerden bazıları şu şekildedir:
1- İnsanın bu günün mükafatını
arzulayarak, Allah’a itaate gayret etmesi ve bu günün cezasından korkarak O’na
isyandan uzak durmasıdır.
2- Ahiret gününe imanda; mü’min,
ahiret nimetlerini ve mükafatını umarak kaçırdığı dünya nimetleri ve dünya malı
için teselli bulur.
3- İnsan, ahiret gününe inanmakla, ölümden sonra ne
olacağını bilir. Amelinin karşılığını; iyi ise iyi, kötü ise kötü bulacağını,
hesaba çekilmek için durdurulacağını, kendisine zulmedenden hakkının
alınacağını, kendisinden de zulmettiği ve haklarını çiğnediği kişilerin
haklarının alınacağını bilir.
4- Allah’a ve ahiret gününe iman, insanlık için güvenliğin
azaldığı ve savaşların hiç bitmediği bir zamanda barış ve güvenlik sağlar. Çünkü
Allah’a ve ahiret gününe inanmak; insanı, gizli ve aşikar hallerinde kötülüğünü
başkalarından geri tutmaya zorlar. Hatta, kalbinde gizlediğine işleyerek –şayet
varsa- kötü niyeti doğmadan yok eder.
5- Ahiret gününe inanmak; insanı başkalarına zulmetmekten
ve haklarını çiğnemekten alıkoyar. İnsanlar ahiret gününe inanınca birbirlerine
zulmetmekten uzak olurlar ve hakları korunur.
6- Ahiret gününe inanmak; insanın dünyaya, hayatın tümü
olarak değil, bilakis hayatın aşamalarından biri olarak bakmasını sağlar.
Bu bölümün sonunda kilisede çalışırken Müslüman olan ve
ahiret gününe imanın meyvesini gören Amerikalı Hıristiyan Win Bet'in şu sözünü
şahit olarak zikretmemiz uygun olacaktır. Şöyle der: “Şimdi ben, hayatımı
meşgul eden şu dört sorunun cevabını biliyorum: Ben kimim? Ne istiyorum? Niçin
geldim? Nereye gidiyorum?”[159]
Peygamberlerin
Davetinin
Asılları
Bütün nebiler ve rasuller, genel asıllara davette
birleşmiştir.[160]
Bu asıllardan bazıları şu şekildedir: Allah’a, meleklerine, kitaplarına,
peygamberlerine, ahiret gününe, hayır ve şerri ile kadere iman. Tek ve ortağı
olmayan Allah’a ibadeti, O’nun yoluna uymayı ve aykırı yollara uymamayı
emretmek; dört şeyi; gizli ve aşikar kötülükleri, günahı, haksız yere zulmetmeyi,
Allah’a ortak koşmayı ve putlara ibadet etmeyi haram kılmak... Eşi ve çocuğu,
ortağı, dengi ve benzeri olmaktan Allah'ı tenzih etmek; Allah hakkında gerçeğin
dışında konuşmayı yasaklamak; çocukları öldürmeyi haram kılmak, haksız yere
cana kıymayı haram kılmak, faizi ve yetim malı yemeyi yasaklamak, anlaşmalarda,
ölçü ve tartıda güvenilirliği; anne-babaya iyiliği, insanlar arasında adaleti,
sözde ve davranışta doğruluğu emretmek, israfı, büyüklenmeyi ve insanların
malını haksız yere yemeyi yasaklamak.
İbnu’l Kayyım[161] rahimehullah şöyle der:
“Aralarında farklılıklar olsa da şeriatların hepsi asıllarda birleşir ve
güzelliği akıllara yerleşir. Gerçekte olduğundan başka şekilde olsaydı hikmet,
maslahat ve rahmetin dışına çıkardı. Daha da ötesi, getirdiğinin tersine bir
şekilde olması imkansızdır. (Eğer hak, onların
kötü istek ve arzularına uysaydı, mutlaka gökler ve yer ile bunlarda bulunanlar
bozulur giderdi.)[162] Hakimler Hakimi’nin şeriatının onda var
olanın aksi ile reddedilmesini akıl sahibi nasıl olur da mümkün görebilir?”[163]
Bu nedenle, peygamberlerin dini bir idi. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: (Ey peygamber! Temiz olan şeylerden
yeyin ve salih amel işleyin. Ben sizin yaptıklarınızı hakkıyla bilmekteyim.
Şüphesiz bu insanlar bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin
Rabbinizim. Öyle ise benden sakının.)[164] Ve şöyle buyurur: (“Dini ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin” diye Nuh’a
tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya tavsiye
ettiğimizi Allah size de din kıldı.)[165]
Daha da ötesi din ile amaçlanan; kulların, kendisi için
yaratıldıkları, tek ve ortağı olmayan Rablerine ibadete ulaşmalarıdır.[166] Onlar için, yerine
getirmeleri gereken haklar koyar ve görevler belirler. Onları, bu amaca ulaştıracak
araçlarla destekler.
Kulu paramparça yapmayan; kulun kişiliğine; fıtratı, ruhu
ve çevresindeki kainat arasında çatışmaya götürecek bir şizofreni hastalığı
isabet ettirmeyen ilahi bir metoda uygun olarak dünya ve ahiret mutluluğunu ve
Allah rızasının gerçekleşmesini sağlar. Bütün peygamberler ilahi dine çağırır.
Bu din, insanlığa iman edeceği bir inanç esası ve hayatı boyunca üzerinde
yürüyeceği bir şeriat sunar. Bu nedenle Tevrat, inançtan ve şeriattan
oluşuyordu. Mensupları, onun hükmüne başvurmakla sorumlu tutulmuştu. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: (Biz, içinde doğruya
rehberlik ve nur olduğu halde Tevrat’ı indirdik. Kendilerini (Allah’a) vermiş
peygamberler onunla Yahudilere hükmederlerdi. Allah’ın kitabını korumaları
kendilerinden istendiği için Rablerine teslim olmuş zahitler ve bilginler
de...)[167] Sonra; içinde hidayet ve nur olan,
kendinden önceki Tevrat’ı tasdik eden İncil ile birlikte İsa aleyhisselam
geldi. Allah celle ve alâ şöyle buyurur: (Kendinden
önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı olarak peygamberlerin izleri üzerine, Meryem
oğlu İsa’yı ardından gönderdik. Biz O’na içinde hidayet ve nur olan İncil’i
verdik.)[168] Daha sonra, Muhammed sallallahu aleyhi
ve sellem, kendinden önceki şeriatlara egemen olan ve onların hükmünü ortadan
kaldıran son şeriatı ve eksiksiz dini getirdi. Allah O’na, kendinden önceki
kitapları tasdik eden Kur’ân’ı verdi. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Biz sana da Kitabı hak ile, kendinden önce indirilen
kitapları doğrulayıcı ve onlara karşı bir şahit olmak üzere indirdik. O halde
aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet. Sana gelen hakkı bırakıp onların heveslerine
uyma!)[169] Ve Allah Subhanehu ve Teâlâ; Muhammed
sallallahu aleyhi ve sellem ve beraberlerindeki mü’minlerin geçmiş nebilerin ve
rasullerin iman ettiği gibi O’na iman ettiğini açıkladı. Allah celle ve alâ
şöyle buyurur: (O peygamber, kendisine Rabbinden indirilene iman etti. Mü’minler de.
Onların her biri, Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine inandı.
“Allah’ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat
ettik. Ey Rabbimiz affına sığındık!
Dönüş sanadır” dediler. )[170]
Ölümsüz
Çağrı·
Yahudilik, Hıristiyanlık,
Mecusilik, Zerdüştlük ve çeşitli putperestlikler gibi dinlerin durumunu
sunduğumuz geçmiş bölümler; insanlığın, miladi altıncı yüzyıldaki halini
açıklamaktadır.[171] Din bozulmuş; siyasi,
toplumsal ve ekonomik durumlar bozulmuş... Kanlı savaşlar yayılmış, baskı
ortaya çıkmış... İnsanlık tam bir zifiri karanlığın içinde yaşamakta... Küfür
ve cehalet nedeniyle kalpler kararmış, ahlak kirlenmiş, namuslar lekelenmiş ve
haklar çiğnenmiş, karada ve denizde bozgunculuk baş göstermiş... Öyle ki akıllı
bir kimse düşünse; Allah, insanlığın yolunu aydınlatmak ve onları doğru yola
yönlendirmek için peygamberlik ve hidayet meşalesini taşıyan yüce bir reformcu
ile imdadına yetişmezse o dönemde insanlığın ölmek üzere olduğunun ve çöküş alametlerinin
görüldüğünün farkına varır. İşte o zaman, Yüce Beyt’in bulunduğu Mekke-i
Mükerreme’den ebedi peygamberlik nurunun doğmasına izin verdi. Mekke ortamı;
şirk, cehalet, zulüm ve baskı bakımından diğer insanlık çevrelerinin bir
benzeri idi. Bununla birlikte diğer çevrelerden birçok yönüyle ayrılmaktaydı.
Bunlardan bazıları şu şekildedir:
1. Yunan, Roma ve Hint
felsefelerinin şüphelerinden etkilenmemiş saf bir çevre idi. Fertlerini
ağırbaşlılık, parlak zihin ve yaratıcı kişilikle donatıyordu.
2. Dünyanın tam ortasında
bulunmaktadır. Avrupa, Asya ve Afrika’nın ortasında bir yerdedir. Bu, ebedi
çağrının kısa zamanda bu kıtalara ulaşmasında ve hızla yayılmasında önemli bir
etken olmuştur.
3. Güvenli bir beldedir. Ebrehe
işgal etmek istediği zaman Allah onu korumuştur. Fars ve Rum gibi komşu imparatorluklar
onu yönetimi altına alamamıştır. Bilakis, kuzeye ve güneye ticareti dahi
güvende olmuştur. Bütün bunlar, bu şerefli peygamberin gönderişine hazırlık
idi. Allah, Mekke ehline bu nimeti hatırlatarak şöyle buyurmuştur: (Biz onları, kendi katımızdan bir
rızık olarak her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği, güvenli, dokunulmaz
bir yere (Mekke-i Mükerreme’ye) yerleştirmedik mi?)[172]
4. Çöl çevresi idi. Bu da;
cömertlik, komşuyu koruma, namusuna duyarlılık ve benzeri övgüye layık
niteliklerden bir çoğunu korumuştu. Bu özellikler onu, ebedi çağrı için en
uygun yer olmaya layık kılmıştı. Allah; bu yüce mekandan; güzel konuşması,
belâğâtı ve güzel ahlakı ile ünlenen şeref ve üstünlük sahibi Kureyş kabilesinden; nebilerin ve rasüllerin
sonuncusu olmak üzere peygamberi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i seçti.
Miladi altıncı yüzyılda, yaklaşık 570 yılında dünyaya geldi. Yetim olarak
büyüdü. Sonra annesi ve dedesi öldü. O zaman altı yaşındaydı. Amcası Ebu Talip
bakımını üstlendi. Yetim olarak büyüdü. Üzerinde üstünlük alametleri
görülüyordu. Alışkanlıkları, ahlakı ve özellikleri kavminin adetlerinden farklı
idi. Konuşmasında yalan söylemez, kimseye eziyet etmezdi. Doğruluk, iffet ve
güvenilirlikle tanındı. Öyle ki; kendi kavmine mensup bir çok kişi değerli
mallarını O'na emanet ediyor, O'na bırakıyordu. O da, kendi malını ve canını
korur gibi onları koruyordu. Bu, onların kendisini “el-emin/ güvenilir insan”
olarak adlandırmalarına yol açtı. Hâyâ sahibi idi. Buluğa erdiğinden beri
kimseye bedenini çıplak olarak göstermemişti. Temiz ve takvâlı idi. Kavminde
gördüğü putlara ibadet, içki içme, kan dökme gibi durumlar ona acı veriyordu.
Kavminin işlerinden razı olduğuna onlarla birlikte katılıyordu. Arsızlık ve günahkarlık
hallerinde onlardan uzaklaşıyordu. Yetimlere ve dullara yardım ediyor, açları
doyuruyordu... Yaşı kırka yaklaştığında
çevresindeki kötülüğe tahammülü kalmamıştı. Bütün vaktini Rabbine
ibadete vermeye ve O’ndan, kendisini doğru yola iletmesini istemeye başladı. O,
bu hal üzere iken, meleklerden bir melek Rabbinden kendisine vahiy getirdi. Bu
dini insanlara iletmesini, Rablerine ibadete ve O’nun dışındaki şeylere ibadeti
terk etmeye çağırmasını emretti. Bu çağrı günden güne, yıldan yıla sürdü.
Sonunda Allah, insanlık için bu dini
kemale erdirdi ve üzerlerine nimeti bütünüyle tamamladı. Rolü tamamlanınca
Allah O’nu vefat ettirdi. Ölümü anında altmış üç yaşındaydı. Kırk yıl
peygamberlikten önce, yirmi üç yıl da nebi ve rasul olarak yaşamıştı. Peygamberlerin hallerini inceleyen
ve tarihlerini okuyan kesin olarak şunu bilir ki; peygamberlerden her birinin
peygamberliğinin sabit olduğu yolla Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in
peygamberliğinin de sabit olması daha evladır. Musa ve İsa aleyhisselam’ın peygamberliklerinin
nasıl nakledildiğini araştırınca, tevatür yoluyla nakledildiğini bilirsin.
Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in peygamberliğinin nakledildiği tevatür
yolu; daha büyük ve daha sağlam, zaman bakımından daha yakındır.
Yine mucizelerinin ve delillerinin
nakledildiği tevatür şekli de aynıdır. Bilakis bu, Muhammed sallallahu aleyhi
ve sellem’e gelince daha büyüktür. Çünkü O’nun mucizeleri daha çoktur.
Mucizelerinin en büyüğü de yazılı ve sesli olarak tevatür yoluyla hâlâ
nakledilmekte olan bu Yüce Kur’ân’dır.
Musa aleyhisselam ve İsa
aleyhisselam’ın getirdikleri ile Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in
getirdiği doğru inancı, sağlam hükümleri ve faydalı ilimleri karşılaştıran
onların hepsinin bir kaynaktan, peygamberlik kaynağından çıktığını anlar.
Peygamberlere uyanların halleri ile
Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e uyanların hallerini karşılaştıran
onların insanlar için en hayırlı insanlar olduğunu bilir. Daha da ötesi onlar,
peygamberlere uyanlar arasında kendilerinden sonrakilere etki bakımından en
büyüktürler. Tevhidi ve adaleti yaymışlardır. Güçsüzlere ve fakirlere rahmet
idiler.[173]
Muhammed sallallahu aleyhi ve
sellem’in peygamberliğine delil olarak getirilebilecek daha çok şey istiyorsan
sana Ali b. Rabban et-Taberi’nin Hıristiyanken bulduğu ve Müslüman olmasına
sebep olan delilleri ve alametleri aktarayım. Bu deliller şunlardır:
1- Bütün peygamberlerin yaptığına
uygun olarak yalnızca Allah’a ibadete ve O’nun dışındakilere ibadeti terk etmeye
çağırmıştır.
2- Ancak Allah’ın peygamberlerinin
getirebileceği apaçık mucizeler göstermiştir.
3- Gelecekte olacak olaylar
bildirmiş ve bu olaylar bildirdiği gibi olmuştur.
4- Dünya ve dünya devletleri ile
ilgili bir çok olay bildirmiş ve bunlar bildirdiği gibi gerçekleşmiştir.
5- Muhammed sallallahu aleyhi ve
sellem’in getirdiği kitap –Kur’ân- peygamberlik mucizelerinden biridir. Çünkü
o, en beliğ kitaptır. Allah onu okumayan ve yazmayan ümmi bir kişiye indirmiş
ve bir benzerini ya da ondan bir surenin bir benzerini getirmeleri konusunda en
düzgün konuşan insanlara meydan okumuştur. Ve çünkü Allah; onun korunmasını
üstlenmiş, onunla doğru inancı korumuştur. En kusursuz şeriatı onun içine
yerleştirmiş ve onunla en üstün ümmeti kurmuştur.
6- O, peygamberlerin sonuncusudur.
Şayet gönderilmemiş olsaydı, O’nun gönderileceğini müjdeleyen peygamberlerin
peygamberlikleri batıl olurdu.
7- Peygamberler; ortaya çıkmasından
çok uzun süre önce O’nu haber vermişlerdir. Peygamber olarak gönderilişini,
beldesini, milletlerin ve kralların O’na ve ümmetine boyun eğeceğini
tanımlamışlar ve dininin yayılacağını belirtmişlerdir.
8- O’nunla savaşan milletlere karşı
zafer kazanması peygamberliğin işaretlerinden biridir. Çünkü yalancı bir
şahsın, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu öne sürmesi ve sonra
da Allah’ın O’nu zafer ve hükümranlıkla, düşmanlarına karşı üstünlükle,
davetinin yayılması ve taraftarlarının çoğalmasıyla desteklemesi kesinlikle
imkansızdır. Çünkü bu, ancak doğruyu söyleyen bir peygamberin eliyle gerçekleşebilir.
9- İbadet hayatı, iffeti,
doğruluğu, övgüye layık yaşantısı, sünnetleri ve şeriatı; bütün bunlar ancak
bir peygamberde toplanabilir.
Doğru yolu bulan bu insan, bu
delilleri saydıktan sonra şöyle der: “Bunlar, parlak nitelikler ve yeterli
delillerdir. Bunları taşıyanın peygamberliği kesindir. O’nu doğrulamak
vaciptir. Bunları reddedenin ve inkar edenin çabası boşa gitmiştir, dünya ve
ahiretini zarara uğratmıştır.”[174]
Bu bölümün sonunda sana iki
şahitlik sunacağım. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ile aynı çağda yaşamış
olan geçmişteki Rum kralının şahitliği ve bu çağda yaşayan İngiliz misyoner
John Sent'in şahitliği...
Birinci şahitlik: Herakl’ın
şahitliği. Buhari rahimehullah, Ebu Süfyan b. Harb’in Rum Kralı kendisini
çağırdığındaki kıssasını zikrederek şöyle buyurur: “Ebu’l Yemân el-Hakem b.
Nâfi’; kendisine Şuayb’ın Zühri’den bildirdiğini, ona da Ubeydullah b. Abdullah
b. Utbe b. Mes’ud’un Abdullah b. Abbas’tan şunu haber verdiğini bildirir: Ebu
Süfyan b. Harb, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in Ebu Süfyan ve Kureyş
kafirleri ile sulhta[175] olduğu dönemde, Kureyş’ten
bir grup ile Şam’da ticaret için bulunurlarken Herakliyus’un kendisine haber
gönderdiğini anlatır. İlye’delerken[176] onlara haber gelir.
Herakliyus onları meclisine çağırır. Etrafında Rum büyükleri vardır. Onları
çağırır ve sonra tercümanını getirtir. Şöyle der: “Peygamber olduğunu
zanneden şu adama nesep bakımından hanginiz daha yakın?” Ebu Süfyan der ki:
“Onların nesep bakımından en yakını benim” dedim. Dedi ki: “Onu bana iyice
yaklaştırın, arkadaşlarını da onun arkasında kalacak şekilde yakına getirin.”
Sonra tercümanına dedi ki: “Onlara söyle, ben şuna, o peygamber olduğunu
zanneden kimse hakkında soracağım. Eğer cevaplarında bana yalan söylemeye kalkarsa,
onu yalanlasınlar!” Ebu Süfyan der ki: “Allah'a yemin olsun ki, eğer beni yalancılığa
nispet ederler korkusu olmasaydı, cevaplarım sırasında yalan söylerdim. Sonra
bana sorduğu ilk soru şuydu: “Onun aranızdaki nesebi nasıldır?” dedi. Ben; “O, aramızda asil bir nesebe sahiptir” dedim. “Bu sözü ondan önce hiç
sizden biri söyledi mi?” dedi. “Hayır” dedim. “Onun ecdadı arasında kral var
mıydı?” dedi. “Hayır” dedim. “Ona insanların eşraf takımı mı tabi oluyor yoksa
zayıflar takımı mı?” dedi. “Bilakis, zayıflar takımı” dedim. “Artıyorlar mı
yoksa eksiliyorlar mı?” dedi. “Bilakis, artıyorlar” dedim. “Dine girdikten
sonra hoşnutsuzlukla dininden vazgeçen (irtidad eden) oldu mu?” dedi. “Hayır”
dedim. “O söylediğini (peygamber olduğunu) söylemeden önce onu yalancılıkla
suçluyor muydunuz?” dedi. “Hayır” dedim. “Anlaşmasına aykırı davranıyor mu?”
dedi. “Hayır; ancak, aramızda bir sulh var, bu esnada ne yapacak bilmiyoruz!”
dedim ve Allah'a yemin olsun o konuşmamız esnasında, (aleyhte) bundan başka bir
şey söyleme imkanı bulamadım. “Onunla savaştınız mı?” dedi. “Evet” dedim.
“Onunla savaşınız nasıldı?” dedi. “Savaş bizimle onun arasında münavebelidir; o
bize hasar verir, biz ona hasar veririz” dedim. “Size neyi emrediyor?” dedi. “Yalnızca
Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, atalarınızın söylediği
şeyi terk edin, diyor. Bize namazı, sadakayı, iffeti ve sıla-i rahmi emrediyor”
dedim. Sonra tercümanı aracılığıyla dedi ki: “Sana onun nesebini sordum. Onun
aranızda asil bir nesebe sahip olduğunu söyledin. İşte peygamberler de
böyledir, kavimleri içerisinde nesepliler arasından gönderilir. Sana, “Sizden
hiç kimse bu sözü söyledi mi?” diye sordum. Söylemediğini belirttin. Ben de
derim ki: ”Şayet ondan önce biri bu sözü söyleseydi, “kendisinden önce söylenen
bir sözü örnek alan bir adam” derdim.” Sana ecdadı arasında kral olup
olmadığını sordum. Olmadığını belirttin. Derim ki: “Eğer ecdadı arasında bir
kral olsaydı, “ecdadının kraliyetini arayan bir adam” derdim.” Sana, “Söylediğini
(peygamber olduğunu) söylemeden önce onu yalanla suçlar mıydınız?” diye sordum.
Suçlamadığınızı belirttin. Böylece anladım ki o, insanlar adına yalan söylemeyi
bırakıp Allah adına yalan söyleyecek biri değildir. “İnsanların eşraf takımı mı
ona uyuyor yoksa zayıf takımı mı?” diye sordum. Onların zayıf takımının ona
uyduğunu belirttin. İşte onlar peygamberlere uyanlardır. “Artıyorlar mı yoksa eksiliyorlar
mı?” diye sordum. Onların arttığını belirttin. Tamamlanıncaya kadar iman işi işte
böyledir. “Dine girdikten sonra hoşnut olmayarak dininden dönen oldu mu?” diye
sordum. Olmadığını söyledin. İmanın sevinci kalplere karışınca işte böyle olur.
“Anlaşmasına aykırı davranıyor mu?” diye sordum. “Hayır” dedin. İşte
peygamberler de böyledir, anlaşmalarına aykırı davranmazlar. Size neyi
emrettiğini sordum. Size; Allah’a ibadet etmenizi ve O’na hiçbir şeyi ortak
koşmamanızı emrettiğini, putlara ibadetten sizi sakındırdığını; namazı,
sadakayı ve iffeti emrettiğini söyledin. Şayet söylediğin gerçekse, mülkü bu
ayaklarımın bulunduğu yere kadar ulaşacak. Onun çıkacağını biliyordum ama sizden
olacağını zannetmiyordum. Eğer, ona kavuşabileceğimden emin olsam karşılaşmayı
çok isterdim. Yanında olsaydım, ayaklarını yıkardım.” Sonra, Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem’in Dıhyetu’l Kelbi ile Basra hakimine gönderdiği
mektubu getirtti ve onu okuttu. Mektupta şöyle diyordu: “Rahman ve Rahim olan
Allah’ın adıyla. Allah'ın elçisi Muhammed'den Rum'un büyüğü Herakliyus'a. Selam
hidayete tabi olanlara olsun. Bundan sonra… Seni İslam'a çağırıyorum. İslam'a
gir, selameti bul! Allah da ecrini iki kat versin. Yüz çevirirsen, bütün tebeanın
günahı üzerine olsun. “Ey Ehl-i Kitap! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir
söze gelin: “Allah'tan başkasına ibadet etmeyelim. Ona hiçbir şeyi ortak
koşmayalım, Allah'ı bırakıp da birbirimizi Rabb edinmeyelim.” Eğer onlar yüz
çevirirse siz, "Şahit olun, biz Müslümanlarız” deyin.”[177]
İkinci şahitlik: Bu çağda yaşayan
İngiliz misyoner John Sent’in şahitliği... Şöyle der: "İslam’ın fert ve
topluma hizmetteki ilkelerinin ayrıntılarını, toplumu eşitlik ve birlik
temelleri üzerine kurmadaki adaletini uzun bir süre inceledikten sonra kendimi,
bütün aklım ve ruhumla hızla İslam’a doğru gidiyor buldum. O gün, Allah Subhanehu’ya
İslam’a çağıran, her yerde İslam’ın hidayetini müjdeleyen biri olacağıma dair
söz verdim." O, bu kesin inanca Hıristiyanlığı okuduktan ve onda iyice
derinleştikten sonra ulaştı. Hıristiyanlığın; insanların yaşantısında dolaşan
bir çok soruya cevap vermediğini gördü.
Aklına şüpheler gelmeye başladı. Sonra Komünizm'i ve Budizm’i inceledi.
Onlarda da aradığını bulamadı. Sonra İslam’ı inceledi ve onda derinleşti.
İslam’a inandı ve ona çağırdı.[178]
Peygamberliğin
Sona
Erdirilmesi
Peygamberliğin gerçeği, ölçütleri
ve işaretleri, peygamberimiz Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in peygamberliğinin
delilleri geçen bölümlerde açıklandı. Peygamberliğin sona erdirilmesini
konuşmadan önce, Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın aşağıdaki sebeplerden biri
dışında elçi göndermediğini mutlaka bilmelisin:
1- Peygamberin mesajının bir kavme
has olması ve o elçinin, mesajını komşu milletlere iletmekle emrolunmaması. Bu
nedenle Allah, diğer bir ümmete özel bir mesaj ile başka bir elçi gönderir.
2- Önceki peygamberin mesajının
silinmiş olması. Böylece Allah, insanlara dinlerini yenileyecek bir peygamber
gönderir.
3- Önceki peygamberin şeriatının
kendi zamanı için geçerli olması ve daha sonra gelecek zamanlar için uygun
olmaması. Bunun üzerine Allah, zamana ve mekana uyan bir şeriat ve mesaj
gönderir. Allah Subhanehu hikmeti gereği, Muhammed sallallahu aleyhi ve
sellem’i yeryüzü ehli için genel, her zamana ve her mekana uygun bir mesajla
göndermiştir. İnsanların yaşadığı canlı bir mesaj olarak ve değişiklik ve
tahrif şüphelerinden arınmış olarak kalması için bu mesajı değiştirilmeye ve
bozulmaya uğramaktan korumuştur. Bu nedenle; Allah onu, çağrıların/ risaletlerin en sonuncusu
yapmıştır.[179]
Allah’ın, Muhammed sallallahu
aleyhi ve sellem’e verdiği ayrıcalıklardan biri de O’nun, peygamberlerin sonuncusu
olmasıdır ve O’ndan sonra peygamber yoktur. Çünkü Allah, O’nunla çağrılarını
tamamlamıştır. Şeriatları sonlandırmış ve binayı tamamlamıştır. O’nun peygamber
olarak gelmesiyle İsa aleyhisselam’ın müjdesi gerçekleşmiş oldu. Şöyle demişti:
“Bina yapanların kabul etmediği ve sonunda köşe başı olan taşı kitaplarda hiç
okumadınız mı?”[180]
Rahip İbrahim Halil – ki sonradan
müslüman olmuştur- bu metni Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in kendi
hakkındaki şu sözüne uygun bulur: “Benim örneğim ve benden önceki
peygamberlerin örneği bir ev inşa eden, (bir köşede bir tuğla yeri hariç) onu
en iyi ve en güzel şekilde yapan kişinin örneği gibidir. İnsanlar evi dolaşmaya
başlar, onu beğenirler ve “Bu tuğlayı da koysaydın ya” derler. Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur: “Ben o tuğlayım; ben peygamberlerin
en sonuncusuyum.”[181]
Bu nedenle Allah Subhanehu,
Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in getirdiği kitabı geçmiş kitaplara hükümran
ve onların hükmünü ortadan kaldırır kılmıştır. Aynı şekilde O’nun şeriatını,
bütün geçmiş şeriatların hükmünü ortadan kaldırır kılmıştır. Allah, O’nun
çağrısını korumayı üzerine almıştır. Bu nedenle mütevatir olarak
nakledilmiştir. Kur’ân-ı Kerim, ses ve yazı olarak tevatür yoluyla
nakledilmiştir. Yine O’nun sözlü ve fiili sünneti, tevatür yoluyla nakledilmiştir.
Bu dinin şeriatının, ibadetlerinin ve sünnetlerinin, hükümlerinin fiili
uygulaması da mütevatir olarak nakledilmiştir.
Siyer ve hadis kitaplarını
inceleyen, sahabilerin (Allah onlardan razı olsun) Rasulullah sallallahu aleyhi
ve sellem’in her halini, bütün sözlerini ve davranışlarını insanlık için
koruduğunu görür. Rabbine ibadetini, cihadını, Allah Subhanehu’yu zikredişini
ve O’ndan bağışlanma dileyişini cömertliğini ve cesaretini, sahabileriyle ve
kendisine gelen heyetlerle ilişkilerini nakletmişlerdir. Aynı şekilde sevincini
ve üzüntüsünü, yolculuğunu ve ikametini; yeme, içme ve giyinme şeklini; uyanık
ve uyku halini nakletmişlerdir. Bunu hissedersen, bu dinin, Allah’ın koruması
ile korunduğunu kesin olarak anlarsın. İşte o zaman; O’nun, nebilerin ve
rasullerin sonuncusu olduğunu bilirsin. Çünkü Allah Subhanehu, bizlere bu
peygamberin, peygamberlerin sonuncusu olduğunu haber vermiştir. Şöyle buyurur: (Muhammed, sizin erkeklerinizden
hiç birinin babası değildir. Fakat O, Allah’ın Rasulü ve peygamberlerin
sonuncusudur.)[182] Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem de kendisi hakkında şöyle buyurur: “Bütün insanlara
gönderildim ve benimle peygamberler sona erdirildi.”[183]
Ve şimdi; İslam’ı tanıma; gerçeğini
ve kaynaklarını, esaslarını ve derecelerini açıklama zamanı geldi.
İslam
Kelimesinin Anlamı
Sözlüklere müracaat edersen,
“İslam” kelimesinin anlamının “itaat etme ve boyun eğme, teslim olma, emredenin
emrine ve yasaklamasına itiraz etmeden uyma” olduğunu görürsün. Allah, hak dini
“İslam” olarak adlandırmıştır. Çünkü o, Allah’a itaat ve itirazsız emrine boyun
eğmektir. İbadeti, Allah Subhanehu’ya has kılmak, haber verdiğini doğrulamak ve
inanmaktır. İslam ismi, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in getirdiği dinin
özel ismi olmuştur.
İslam’ın Tanıtımı·
Din niçin “İslam” olarak
adlandırılmıştır? Şüphesiz yeryüzünde bulunan çeşitli bütün dinler, kendi
adlarıyla adlandırılmıştır. Ya özel bir kişinin veya belirli bir ümmetin adına
nisbet edilmiştir. Hıristiyanlık (Nasraniyye) adını “en-Nasara” kelimesinden almıştır. Budizm, kurucusu
“Buda”nın adıyla adlandırılmıştır. Zerdüştlük, bu isimle tanınmıştır, çünkü onu
kuran ve yayan kişi “Zerdüşt” tür. Aynı şekilde Yahudilik de, “Yahuda” adıyla
tanınan bir kabilenin arasında ortaya çıkmış ve Yahudilik olarak
adlandırılmıştır. İslam hariç, bu hep böyledir. Çünkü İslam; ismini özel bir
kişiden veya belirli bir ümmetten almaz. Onun ismi yalnızca İslam kelimesinin
içerdiği özel niteliğe delalet eder. Bu isimden ortaya çıkan şudur: Bu dinin
varlığı ve kuruluşu ile bir insan kasdedilmemiştir ve diğer ümmetlerin dışında
belirli bir ümmete de has değildir. Gayesi yalnızca bütün yeryüzü halkını
İslam’ın niteliği ile donatmaktır. Bu sıfatla nitelenen geçmişteki ve şimdiki
herkes, Müslüman’dır. Gelecekte onunla donanacak herkes de müslüman olacaktır.
İslam
Gerçeği
Bu kainattaki her şeyin belli bir
kaideye ve sabit bir yola uyduğu bilinen bir gerçektir. Güneş, ay, yıldızlar ve
yeryüzü genel bir kaidenin yönetimi altındadır. Kıl kadar dahi onun dışında
hareket edemez ve dışına çıkamazlar. Hatta; bizzat insanın yapısını inceleyince,
onun da Allah’ın kurallarına tamamen boyun eğdiğini görürsün. Yaşamını
düzenleyen ilahi takdirin dışında nefes alamaz; suya ve gıdaya, ışığa ve ısıya
ihtiyacını hissedemez. Bu takdire, bütün organları boyun eğer. Bu organlar
yerine getirdikleri görevleri ancak Allah’ın onlar için takdir ettiği şekliyle
yerine getirirler. Gökyüzündeki en büyük yıldızdan yeryüzündeki en küçük kum
zerresine kadar bu kainatta bulunan her şeyin O’na boyun eğmekten ayrılamadığı
ve kendisine teslim olduğu bu kapsamlı takdir; her şeye gücü yeten, yüce,
hükümran bir ilahın takdiridir. Göklerde, yerde ve o ikisinin arasında bulunan
her şey bu takdire boyun eğdiğine göre bütün alem, kendisini yaratan, her şeye
gücü yeten bu hükümdara itaat ediyor ve emrine uyuyor demektir. Bu bakışla şu
ortaya çıkar: İslam, bütün bir kainatın dinidir. Çünkü İslam, az önce
öğrendiğin gibi, emredenin emrine ve yasağına itiraz etmeden uyarak ona boyun
eğmektir. Güneş, ay ve yeryüzü teslim olmuştur. Hava, su, ısı, ışık ve karanlık
teslim olmuştur. Ağaçlar, taşlar ve hayvanlar teslim olmuştur. Hatta; Rabbini
tanımayan ve varlığını inkar eden, ayetlerini reddeden veya başkasına ibadet
eden ve başkasını O’na ortak koşan insan dahi fıtrat gereği teslim olmuştur.
Bunu anlamışsan; gel, bir de insan
olayına bakalım; iki şeyin onu çektiğini göreceksin.
Birincisi: Allah’ın insanı yaratırken ona verdiği fıtrat. Allah’a
teslimiyet, O’na ibadeti ve O’na yaklaşmayı sevmek; Allah’ın sevdiği hakkı,
hayır ve doğruluğu sevmek; Allah’ın hoşlanmadığı batıldan, kötülük, baskı ve zulümden
hoşlanmamak fıtrattandır. Malı, aileyi ve çocuğu sevmek; yemeye, içmeye ve
evlenmeye rağbet etmek; bunların gerektirdiği görevleri organların yerine
getirmesi de fıtrata tabi nedenlerdir.
İkincisi: İnsanın dilemesi ve seçmesidir. Hak ile batılı, hidayet
ile sapıklığı, hayır ile şerri birbirinden ayırsın diye Allah insana elçiler
göndermiş ve kitaplar indirmiştir. Seçiminde basiretli olsun diye onu akıl ve
anlayış ile desteklemiştir. Dilerse iyilik yoluna koyulur ve bu onu hakka ve
hidayete götürür. Dilerse de kötülük yollarına koyulur ve bunlar onu kötülüğe
ve kötülük de helak olmaya götürür.
İnsana birinci olay açısından
bakınca onun teslimiyet üzere yaratıldığını ve fıtratında kaçınılmaz bir
şekilde buna bağlılık olduğunu, insanın durumunun da diğer mahlukatın durumu
gibi olduğunu görürsün.
İnsana ikinci olay açısından
bakınca ise; onu dilediğini tercih eden seçici biri görürsün. Ya Müslüman olur,
ya da kafir olur: (İster
şükredici olsun, ister nankör.)[184] Bu nedenle
insanların iki çeşit olduğunu görürsün. Yaratıcısını bilen bir insan... Rabb
olarak, mutlak hükümdar ve ilah olarak O’na iman eder. Yalnızca O’na ibadet
eder. Takdirine uyup, kaçınılmaz olarak Rabbine teslim olmak üzere yaratıldığı
gibi seçici olduğu yaşamında O’nun şeriatına uyar. İşte bu, teslimiyetini
tamamlamış kusursuz Müslüman’dır. Bilgisi doğru olmuştur. Çünkü o;
yaratıcısını, kendisini yoktan var eden, kendisine elçiler gönderen, ilim ve
öğrenme gücü veren Allah’ı tanımıştır. Aklı düzgün, görüşü doğru olmuştur.
Çünkü o, düşüncesini çalıştırmış ve sonra, kendisine işleri görme ve anlama
melekesi bağışlayan Allah’tan başkasına ibadet etmemeye karar vermiştir. Dili,
doğru ve hakkı söyler olmuştur. Çünkü o, şimdi yalnızca bir rabbi
onaylamaktadır. O da, kendisine konuşma ve söz söyleme gücü veren Allah
Teâlâ’dır. Ve sanki hayatında doğruluktan başka bir şey kalmamıştır. Çünkü o,
seçme gücü bulunan işlerde Allah’ın şeriatına uymaktadır. Onunla kainattaki
diğer yaratılmışlar arasında tanışma ve
yakınlaşma bağı kurulmuştur. Çünkü o, ancak bütün yaratılmışların takdirine
uyduğu, emrine boyun eğdiği ve kendisine ibadet ettiği, ilim ve hikmet sahibi
Allah’a ibadet etmektedir. Ey insan! Allah bütün bu mahlukatı da senin
hizmetine sunmuştur.
Küfür
Gerçeği
Bunun karşısında diğer insan...
Teslimiyet içinde doğmuş ve teslimiyetini hissetmeden ya da farkına varmadan
hayatı boyunca teslimiyet içinde yaşamıştır. Rabbini tanımaz ve şeriatına
inanmaz. Peygamberlerine uymaz. Allah’ın bağışladığı ilmi ve aklı kendisini
yaratanı, gözünü ve kulağını açanı bilmek için kullanmaz. O’nun varlığını inkar
eder ve büyüklenip O’na ibadetten kaçınır. Yaşantısıyla ilgili, seçim ve
serbest davranma gücü verilen işlerde Allah’ın şeriatına boyun eğmez veya O’na
ortak koşar. Birliğine işaret eden mucizelere inanmayı reddeder. İşte bu
kafirdir. Çünkü küfrün anlamı; gizlemek, örtmek ve üstünü kapatmaktır. Kişi elbisesiyle
zırhını örtünce ve elbiseyi zırhının üzerine giyince “kefera dır’ahu bi sevbihi
/ zırhını elbisesiyle gizledi” denir. Bu gibi kişilere “kafir” denir. Çünkü o;
fıtratını gizlemiş, cahillik ve arsızlık örtüsüyle üzerini örtmüştür. Oysa
onun, İslam fıtratı üzere doğduğunu, vücut organlarının İslam fıtratına uygun
hareket ettiğini öğrenmiştik. Çevresindeki dünya bütünüyle ancak teslimiyet
kurallarına uygun olarak hareket eder. Fakat o, cahillik ve arsızlık örtüsüyle
bu gerçeğin üzerini örtmüştür. Dünyanın yapısı ve kendi fıtratı basiretinden
uzak kalmıştır. Düşünce ve bilgi gücünü ancak fıtratına ters düşen şeylerde
kullandığını görürsün. Sadece fıtratını bozan şeyleri görür ve onu işlevsiz
duruma getiren şeylere gayret eder.
Şimdi kafirin yozlaşarak içine
düştüğü apaçık aşırılığı ve derin sapıklığı kendi kendine değerlendirebilirsin.[185]
İşte bu da senden zor bir emri
değil, bilakis Allah’ın kolaylaştırdığı kimse için kolay olanı isteyen İslam...
İslam; bu kainatın tümünün üzerinde yürüdüğüdür: (Göklerde ve yerdekiler ister istemez O’na
teslim olmuştur.)[186] Allah Teâlâ’nın
(Allah katında hak din
İslam’dır)[187] buyurduğu, Allah’ın Dini’dir. O, yüzünü Allah’a
teslim etmektir. Allah celle ve alâ
şöyle buyurur: (Eğer
seninle tartışmaya girerlerse de ki: “Bana uyanlarla birlikte ben kendimi Allah’a
teslim ettim.”)[188] Nebi sallallahu
aleyhi ve sellem , İslam’ın anlamını açıklayarak şöyle buyurur: “Kalbini Allah’a
teslim etmen, yüzünü Allah’a çevirmen ve farz kılınan zekatı vermendir.”[189] Bir adam, Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem’e “İslam nedir?” diye sorar. Şöyle buyurur:
“Kalbinin Allah’a teslim olması, Müslümanların senin elinden ve dilinden emin
olmasıdır.” Adam “İslam’ın hangisi daha üstündür?” der. “İman” diye cevap verir.
Adam “İman nedir?” der. Şöyle buyurur: “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve öldükten
sonra yeniden dirilmeye inanmandır.”[190] Yine, Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur: “İslam; Allah’tan başka ilah
olmadığına ve Muhammed’in, Allah’ın rasulü olduğuna şehadet etmen, namazı
kılman, zekatı vermen, Ramazan orucunu tutman ve oraya bir yol bulabilirsen
Beyt-i (Kabe’yi) haccetmendir.”[191] Ve şöyle buyurur: “Müslüman,
Müslümanların kendisinin elinden ve dilinden emin olduğu kişidir.”[192]
Bu din; İslam Dini; Allah’ın, daha
önceki insanlardan da, sonradan gelecek insanlardan da, kendisinden başka din
kabul etmeyeceği dindir. Çünkü bütün peygamberler, İslam Dini üzeredir. Allah
Teâlâ, Nuh aleyhisselam hakkında şöyle buyurur: (Onlara Nuh’un haberini oku. Hani O kavmine demişti
ki: “Ey kavmim! Eğer benim (aranızda) durmam ve Allah’ın ayetlerini hatırlatmam
size ağır geldiyse ben yalnız Allah’a güvenip dayanırım.)[193] Ve ayetin
sonunda şöyle buyurur: (Bana Müslümanlardan olmam emrolundu.)[194] Allah celle ve
alâ, İbrahim aleyhisselam hakkında şöyle buyurur: (Çünkü Rabbi O’na: “Müslüman ol” demiş,
O da; “Alemlerin Rabbine boyun eğdim” demişti.)[195] Ve Musa
aleyhisselam hakkında şöyle buyurur: (Musa dedi ki: “Ey kavmim! Eğer Allah’a inandıysanız
ve O’na teslim olduysanız sadece O’na güvenip dayanın.)[196] İsa
aleyhisselam hakkında da şöyle buyurur: (Hani havarilere, “Bana ve peygamberime iman edin”
diye ilham etmiştim. Onlar da, “İman ettik, bizim Allah’a teslim olmuş kimseler
olduğumuza sen de şahit ol” demişlerdi.)[197] Bu din; yani
İslam; kurallarını, inanç esaslarını ve hükümlerini ilahi vahiyden –Kur’ân ve
Sünnet’ten- almaktadır. Şimdi bunlar hakkında sana özet bir bilgi sunacağım.
İslam'ın Asılları ve
Kaynakları
Hükmü kaldırılmış dinlerin ve insanlar tarafından konulmuş
inançların mensupları kendilerine atalarından miras kalan, eski zamanlarda
yazılmış kitapları kutsamayı alışkanlık edinmiştir. Hatta; gerçekte bu kitapları
kimin yazdığı, kimin tercüme ettiği bilinmez. Her bir beşer için geçerli olan
zayıflık ve eksiklik, nefsine uyma ve unutkanlık gibi durumlar kendileri için
de geçerli olan bir takım insanlar tarafından yazılmıştır.
İslam ise, başkalarından
farklıdır. İlahi vahiy olan Kur'an ve Sünnet'e, hak kaynağa dayanır. Şimdi bu
iki kaynak hakkında öz bir bilgi verelim:
A- Kur'an-ı
Kerim: Geçtiğimiz bölümlerde İslam'ın, Allah'ın dini olduğunu öğrendin. Bu
nedenle Allah; takva sahiplerine bir hidayet, Müslümanlara bir düstur,
Allah'ın kendileri için şifa istediği gönüllere bir şifa ve Allah'ın kendileri
için kurtuluş ve aydınlık istediği kimseler için bir ışık olmak üzere Rasulü
Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'e Kur'an'ı indirmiştir. Kur'an; Allah'ın
peygamberleri gönderme nedeni olan asılları içerir.[198] Nasıl ki Muhammed
sallallahu aleyhi ve sellem ilk gönderilen peygamber değilse, Kur'an da ilk
gönderilen kitap değildir. Allah; İbrahim aleyhisselam'a sahifeler indirmiş,
Musa aleyhisselam'ı Tevrat ile şereflendirmiştir. İsa aleyhisselam ise İncil'i
getirmiştir. Bu kitaplar; Allah'ın bir vahyidir. Nebilerine ve rasullerine
vahiy olarak göndermiştir. Fakat bu geçmiş kitapların bir çoğu kaybolmuş,
büyük bir bölümü silinip gitmiş, bu kitaplarda tahrifat ve değişiklikler
yapılmıştır.
Kur'an-ı Kerim'e gelince, O'nun
korunmasını Allah üstlenmiştir. O'nu, kendinden önce gelen kitaplara hükümran
ve onların hükmünü ortadan kaldıran bir kitap kılmıştır. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: (Sana da,
daha önceki kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere hak olarak Kitab’ı
gönderdik.)[199] Allah celle
ve alâ O'nu, her şey için bir açıklama olarak tanımlamıştır. Şöyle buyurur: (Bu Kitab’ı sana her şey için
bir açıklama olarak indirdik.)[200] O'nun, bir
hidayet ve rahmet kaynağı olduğunu bildirerek şöyle buyurur: (İşte size de Rabbinizden açık
bir delil, hidayet ve rahmet geldi.)[201] Ve O'nun en
doğru yola ilettiğini belirterek şöyle buyurur: (Şüphesiz ki bu Kur’ân en doğru yola iletir.)[202] O, hayatının
bütün işlerinde beşeriyeti, en doğru yola iletir. Kur'an'ın nasıl indirildiğini
ve nasıl ezberlendiğini şöyle bir aklına getiren Kur'an'ın değerini bilir ve
niyetini Allah'a has kılar. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Muhakkak ki bu (Kur’ân)
Alemlerin Rabbinin indirmesidir. O’nu Ruhu’l Emin senin kalbine indirdi.
Uyarıcılardan olasın diye.)[203]
Kur'an'ı indiren Alemlerin Rabbi
Allah'dır.
O'nu getiren, Ruhu'l Emin
Cebrail aleyhisselam'dır.
Kalbine indiği kişi ise Nebi
sallallahu aleyhi ve sellem'dir.
Bu Kur'an, Kıyamet'e kadar
kalacak mucizeler içerisinde, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in kalıcı
bir mucizesidir. Geçmiş peygamberlerin ayetleri ve mucizeleri, hayatlarının
bitmesi ile birlikte sona ererdi. Oysa bu Kur'an'ı Allah, kalıcı bir delil kılmıştır.
O; apaçık bir delil, parlak bir
mucizedir. Allah insanlardan; O'nun bir benzerini, O'nun benzeri on sure ya
da O'nun surelerinden birini getirmelerini isteyerek onlara meydan okumuştur.
Harflerden ve kelimelerden oluşmasına ve üzerine indiği ümmet düzgün
konuşmasıyla ve belağatıyla tanınmasına rağmen, onlar buna güç yetirememiştir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Yoksa O’nu (Kur’ân’ı) (Muhammed) uydurdu mu diyorlar. De ki: Eğer
sizler doğru iseniz; Allah’tan başka, gücünüzün yettiklerini çağırın da O’nun
benzeri bir sure getirin.)[204]
Bu Kur'an'ın Allah katından
vahiy olduğuna şehadet eden bir şey de, geçmiş ümmetler hakkında bir çok haber
içermesidir. Gelecekte olacak bir takım olaylarla ilgili bilgi vermesi ve
bunların, haber verdiği şekilde gerçekleşmesidir. Bilim adamlarının bazılarına
ancak bu çağda ulaşabildiği bir çok bilimsel kanıt zikretmesidir. Bu
Kur'an'ın Allah katından bir vahiy olduğuna şehadet eden bir başka şey de,
Kur'an'ın kendisine indiği peygamberden, Kur'an'ın inişinden önce O'nun ne bir
benzeri duyulmuş ne de O'na yakın bir şey nakledilmiştir. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: (De ki:
“Allah dileseydi onu size okumazdım, Allah da onu size bildirmezdi. Ben bundan
önce bir ömür boyu içinizde durmuştum. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?)[205] Daha da
ötesi O, okumayan ve yazmayan bir ümmi idi. Hiçbir hocaya gitmemiş ve hiçbir
öğretmenin yanında oturmamıştır. Bununla birlikte dili en düzgün ve en güzel
şekilde konuşanlara, bir benzerini getirmeleri üzere meydan okur. (Sen bundan önce ne bir yazı okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle
olsaydı, batıla uyanlar kuşku duyarlardı.)[206] İncil'de ve
Tevrat'ta okuma ve yazma bilmeyen ümmi biri olarak tanımlanan bu kişiye,
ellerinde Tevrat'tan ve İncil'den kalıntılar bulunan Yahudi ve Hıristiyan din
adamları gelerek, anlaşmazlığa düştükleri şeyleri sorarlar. Tartıştıkları
konularda O'nun hükmüne başvururlar. Allah Teâlâ, Tevrat'ta ve İncil'deki
O'nunla ilgili haberi açıklayarak şöyle buyurur: (Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı
buldukları o elçiye, o ümmi peygambere uyanlar, işte o peygamber onlara iyiliği
emreder, onları kötülükten men eder, onlara temiz şeyleri helal, pis şeyleri
haram kılar.)[207] Yahudi ve
Hıristiyanların, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'e soru sorduklarını
bildirerek şöyle buyurur: (Ehl-i kitap senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar.)[208] Ve şöyle
buyurur: (Sana ruh
hakkında sorarlar.)[209] (Sana Zülkarneyn hakkında sorarlar.)[210] Yine şöyle
buyurur: (Doğrusu bu Kur’ân, İsrailoğullarına,
hakkında ihtilaf edegeldikleri şeylerin pek çoğunu anlatmaktadır.)[211]
Rahip İbrahim Philips, doktara
çalışmasında Kur'an'a leke sürmeye çalışır. Fakat buna gücü yetmez. Kur'an;
hüccetleri, kanıtları ve delilleri ile onu alteder. Sonunda aciz kaldığını
itiraf eder, yaratıcısına teslim olur ve müslüman olduğunu ilan eder.[212]
Müslümanlardan biri Amerikalı
doktor Jeffrey Lang'a bir Kur'an-ı Kerim meâli hediye ettiğinde, Amerikalı
doktor Kur'an'ın kendine hitap ettiğini, sorularına cevap verdiğini ve nefsi
ile arasındaki engelleri ortadan kaldırdığını görür. Hatta şöyle der:
"Kur'an'ı indiren sanki, benim kendimi tanıdığımdan daha çok beni
tanıyor."[213] Nasıl tanımasın?.
Kur'an'ı indiren, insanı yaratanın ta kendisi olan Allah Subhânehu'dur. (Hiç yaratan bilmez mi? O, en
ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.)[214] Daha sonra
Kur'an-ı Kerim meâli okuması onun müslüman olmasına ve sözünü naklettiğim kitabını
yazmasına sebep olur.
Kur'an-ı Kerim, insanoğlunun
ihtiyaç duyduğu her şeyi kapsar. Kuralları, inanç esaslarını, hükümleri, ikili
ilişkileri ve âdâbı içinde bulundurur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Biz o Kitap’ta hiçbir şeyi
eksik bırakmadık.)[215] İçinde;
Allah'ı birlemeye çağrı vardır. Allah'ın isimleri, sıfatları ve fiilleri zikredilir.
Nebilerin ve rasullerin getirdiğini doğrulamaya çağırır. Ahireti, ceza ve hesabı
onaylar. Bununla ilgili deliller ve kanıtlar sunar. Geçmiş ümmetlerin haberlerini,
dünyada başlarına gelen ibret verici olayları, ahirette onları bekleyen azap
ve cezayı zikreder.
Kur'an-ı Kerim'de, bilim
adamlarını dehşete düşüren bir çok mucize, delil ve kanıt vardır. O, her çağa
uygundur. Bilginler ve araştırmacılar, aradıklarını O'nda bulur. Şimdi sana,
bunu ortaya koyan sadece üç örnek sunacağım. Bu örnekler şunlardır:
1- Allah Teâlâ şöyle buyurur:
(Birinin suyu tatlı
ve susuzluğu giderici, diğerininki tuzlu ve acı iki denizi salıveren ve
aralarına bir engel, aşılmaz bir sınır koyan O’dur.)[216] Ve şöyle
buyurur: (Yahut
(onların amelleri) derin bir denizdeki karanlıklar gibidir. Onu bir dalga
örter; onu da üstünden başka bir dalga kaplar. Onların üzerlerinde ise bulutlar
vardır. Birbiri üstünde karanlıklar... Elini çıkarsa neredeyse onu dahi göremeyecektir.
Allah kime nur vermemişse onun nuru olmaz.)[217]
Şu bilinen bir gerçektir ki;
Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem hiç gemiye binmemiştir. O'nun çağında, denizin
derinliklerini keşfetmeye olanak tanıyacak maddi imkanlar da yoktu. Öyleyse bu
bilgileri, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'e Allah'dan başka kim verdi?!.
2- Allah Teâlâ şöyle buyurur:
(Andolsun ki biz
insanı süzülmüş bir çamurdan yarattık. Sonra onu, sağlam bir karargahta
yerleşen bir nutfe kıldık. Sonra o nutfeyi alaka kıldık. Sonra o alakayı bir
parça et ve o bir parça eti kemik yaptık; kemiğe de et giydirdik. Sonra onu
bambaşka bir hilkat olarak var ettik. Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şanı
ne yücedir!)[218] Bilim adamları,
ceninin yaratılışındaki aşamaları bu kadar ince ayrıntısıyla ancak bu çağda
keşfedebilmişlerdir.
3- Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Gaybın
anahtarları O’nun yanındadır. Ondan başkası bunları bilmez. Karada ve denizde
ne varsa O bilir. Bir yaprak düşmeye görsün, mutlaka onu bilir. Yeryüzünün
karanlıklarında tek bir tane yaş-kuru müstesna olmamak üzere hepsi apaçık bir
kitaptadır.)[219] İnsanlar, bu kadar kapsamlı düşünmeye
alışkın değildir. Gücü yetmesi bir tarafa bunu düşünmez. Daha da ötesi; bilim
adamlarından bir grup, bir bitkiyi ya da bir böceği gözlemleyip onun hakkında
öğrendiklerini kaydettiklerinde bu yaptıklarına hayranlık duyarız.
Bilinmelidir ki; o bitki ya da böcek hakkında kendilerine gizli kalan, onlarla
ilgili gözlemlediklerinden daha çoktur.
Fransız bilim adamı Maurice Bucaile; Tevrat, İncil ve
Kur’ân ile göklerin, yerlerin ve insanların yaratılışı ile ilgili son
keşiflerin ulaştığı bilgileri karşılaştırmış ve çağımızda ulaşılan bulguların
Kur’ân’da gelen bilgilerle uyum içinde olduğunu görmüştür. Bugünkü İncil ve
Tevrat’ın ise göklerin ve yerin, insanın ve hayvanın yaradılışı ile ilgili bir
çok yanlış bilgi içerdiğini görür.[220]
B-
Nebevi Sünnet: Allah;
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e Kur’ân-ı Kerim’i indirmiş ve O’nun bir
benzerini de vahyetmiştir. Bu da; Kur’ân’ı açıklayan ve şerheden nebevi
sünnettir. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur: “Dikkat edin!
Şüphesiz bana Kur’ân ve O’nunla birlikte bir benzeri verildi.”[221] O’na; Kur’ân’daki genel,
özel ve bütün olarak belirtilenleri açıklama izni verilmiştir. Allah Teâlâ
şöyle buyurur: (İnsanlara, kendilerine indirileni
açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur’ân’ı indirdik.)[222]
Sünnet, İslam kaynaklarının ikincisidir. Sünnet; Nebi
sallallahu aleyhi ve sellem’den –sahih ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellem’e kadar birbirine bağlı bir senetle – rivayet edilen söz ve fiil,
onaylama ve tanımlamadır.
Sünnet; Allah’tan, Rasulü Muhammed sallallahu aleyhi ve
sellem’e bir vahiydir. Çünkü Nebi sallallahu aleyhi ve sellem hevasından
konuşmaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (O
arzusuna göre konuşmaz. O, ancak vahyedileni konuşur. O’na çetin güçler sahibi
öğretti.)[223] İnsanlara ancak kendisine emredileni
iletir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Ben sadece
bana vahyedilene uyarım. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.)[224]
Sünnet-i Mutahhara; ahkam, akide, ibadet, muamelât ve âdâp
bakımından İslam’ın fiili uygulamasıdır. Nebi sallallahu aleyhi ve sellem,
kendisine emredileni yerine getiriyor ve onu, insanlara açıklıyordu. Onlara,
tıpkı kendisinin yaptığı gibi yapmalarını emrediyordu. Örneğin şöyle buyurur:
“Benim namaz kıldığımı gördüğünüz gibi namaz kılın.”[225] Allah mü’minlere;
imanlarının eksiksiz olarak tamamlanması için, O’nu davranışlarında ve
sözlerinde örnek almalarını emretmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Andolsun ki sizin için, Allah’ı ve ahiret gününü ümit eden
ve Allah’ı çokça anan kimseler için, Rasulullah’ta güzel bir örnek vardır.)[226] Sahabe-i Kiram, Nebi sallallahu aleyhi
ve sellem’in sözlerini ve davranışlarını kendilerinden sonrakilere nakletmiş,
onlar da bunu kendilerinden sonrakilere nakletmiştir. Sonra bunlar, Sünnet
kitaplarında toplanmıştır. Sünneti nakledenler, kendilerinden naklettikleri
kişiler hakkında titiz davranırlardı. Senedin, rivayet eden kişiden Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem’e kadar birbirine bağlı olması için kendisinden
naklettikleri kişinin, bu bilgiyi aldığı kişiyle çağdaş olmasını; senetteki
bütün ravilerin güvenilir, adil, doğru sözlü ve emin olmasını ararlardı.[227]
Sünnet; İslam’ın fiili uygulaması olduğu gibi, Kur’ân’ın da
açıklamasıdır. Ayetlerini şerheder ve Kur’ân’da genel olarak belirtilen
hükümlerin ayrıntısını verir. Nebi sallallahu aleyhi ve sellem, kendisine
indirileni bazen sözlü, bazen fiili ve bazen de her ikisiyle birlikte
açıklardı. Sünnet; Kur’ân’da belirtilmeyen bazı hükümleri ve kuralları da
açıklayabilir. Kur’ân ve Sünnet’in, İslam dininin iki ana kaynağı olduğuna
mutlaka inanmak gerekir. O ikisine uymak, onlara başvurmak, emirlerine uymak ve
yasaklarından kaçınmak, verdikleri haberleri doğrulamak; onlarda geçen Allah’ın
isimlerine, sıfatlarına ve fiillerine, Allah’ın dostları mü’minler için
hazırladıklarına ve düşmanları kafirleri tehdit ettiği şeylere iman etmek
gerekir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Hayır!
Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp
sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın onu tam manasıyla
kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.)[228] Ve şöyle buyurur: (Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa
ondan da sakının.)[229]
Bu dinin kaynaklarını tanıttıktan sonra, onun derecelerini
belirtmemiz uygun olacaktır. Bunlar; İslam, iman ve ihsan şeklindedir. Bu
derecelerin temel prensiplerini özet olarak ele alacağız.
Birinci Derece: İslam·
İslam'ın rükünleri beş tanedir: Kelime-i şehadet, namaz,
zekat, oruç ve hac.
Birincisi:
Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın rasulü olduğuna şehadet
etmek
“La ilahe illallah / Allah’tan başka ilah yoktur”un anlamı
şudur: Yerde ve gökte, yalnız Allah’tan başka ibadete layık bir ibadet edilen /
ma’bud yoktur. O, gerçek ilah’tır. O’nun dışındaki bütün ilahlar batıldır.[230] Bu şehadet, ibadeti
yalnızca Allah’a has kılmayı ve O’nun dışında hiçbir şeye ibadet etmemeyi gerektirir.
Bu şehadette şu iki olay gerçekleşmezse onun söyleyenine bir faydası yoktur.
Birincisi: “La ilahe
illallah / Allah’tan başka ilah yoktur” sözünü inanarak, bilerek, şüphe
duymayarak doğrulayarak ve severek söylemek.
İkincisi: Allah’tan başka kendisine ibadet edilenleri inkar
etmek. Kim bu şehadeti söyler de, Allah’tan başka kendisine ibadet edilenleri
inkar etmezse, bu söz ona fayda vermez.[231]
Muhammed’in Allah’ın rasulü olduğuna şehadet etmenin anlamı
ise emrettiğinde O’na itaat etmek, haber verdiğinde O’nu doğrulamak,
yasakladığı ve men ettiğinden kaçınmak ve Allah’a ancak O’nun belirlediği
şekilde ibadet etmektir. Muhammed’in; Allah’ın bütün insanlara gönderdiği
elçisi olduğunu bilmek ve buna inanmaktır. O, kendisine ibadet edilmeyen bir
kul, yalanlanmaması gereken bir elçidir. Bilakis O’na itaat edilmesi ve
uyulması gerekir. O’na itaat eden cennete girer, O’na karşı gelen ise cehenneme
girer. İnanç alanında ya da Allah’ın emretmiş olduğu ibadetlerde, yönetme ve
kanun koyma düzeninde, ahlak alanında, aile kurma alanında ya da helal ve haram
belirleme alanında kurallar ancak bu şerefli elçi, Muhammed sallallahu aleyhi
ve sellem kanalıyla alınmalıdır. Çünkü O, Allah’ın şeriatını ileten elçisidir.[232]
İkincisi:
Namaz·
Bu, İslam’ın rükünlerinden ikincisidir. Hatta İslam’ın
direğidir. Çünkü namaz kul ile Rabbi arasında bir bağdır, her gün beş kez onu
tekrar eder. Onunla imanını yeniler ve nefsini, günahların pisliklerinden
arındırır. Onunla günahların ve kötülüklerin arasına girer. Kul; sabahleyin
uykusundan uyanınca, dünya işleriyle meşgul olmadan önce Rabbinin huzurunda
temiz ve arınmış bir şekilde kıyama durur. Sonra Rabbini tekbir eder. Kulluğunu
kabullenir; O’ndan yardım ve hidayet diler. Secde ederek, kıyamda durarak ve
rüku ederek, Rabbi ile arasındaki itaat ve kulluk anlaşmasını yeniler. Bunu her
gün beş kez tekrar eder. Bu namazı eda etmek için kalbinin, bedeninin,
elbisesinin ve namaz kılacağı yerin temiz olması gerekir. Mümkünse Müslüman'ın,
namazı Müslüman kardeşleriyle birlikte, kalpleriyle Rablerine yönelmiş,
yüzlerini Allah’ın Evi Kabe-i Müşerrefe’ye çevirmiş olarak cemaatle kılması
gerekir. Namaz; kullarının, Allah Tebarake ve Teâlâ’ya ibadet ettikleri şekillerin en mükemmeli ve
en güzeli üzerine kurulmuştur. Çeşitli organların Allah’ı yüceltmesini; dilin
telaffuzunu; ellerin, ayakların, başın, duyu organlarının ve bedenin diğer
kısımlarının fiilini içerir. Her biri, bu yüce ibadetten nasibini alır.
Duyu organları ve diğer âzâlar ondan nasibini alır. Kalp
ondan nasibini alır. Namaz; övgüyü, hamdetmeyi, yüceltmeyi, tesbih ve tekbiri,
hakka şahitlik etmeyi, Kur’ân-ı Kerim okumayı; Rabbin önünde, aciz bir kulun ve
her şeyi idare eden Rabbin karşısında boyun eğen birinin duruşuyla ayakta
durmayı içerir. Sonra bu makamda O’nun önünde alçalır, boyun eğer ve O’na
yaklaşır. Daha sonra Allah’ın izzeti karşısında küçülerek ve büyüklüğü
karşısında boyun eğerek, huşu ve teslimiyet ile rüku eder, secde eder ve
oturur. Kalbi yumuşamış, bedeni Allah’a itaat etmiş ve organları O’na boyun
eğmiştir. Sonra namazını Allah’a övgü ve Nebisi Muhammed sallallahu aleyhi ve
sellem’e salât ve selam ile tamamlar. Sonra Rabbinden, dünya ve ahiret
hayırlarını diler.[233]
Üçüncüsü:
Zekat·
Zekat; İslam’ın rükünlerinden üçüncüsüdür. Zengin Müslüman’a,
malının zekatını vermesi farzdır. Zekat; fakirlere, miskinlere ve zekat
vermenin caiz olduğu diğer kimselere verilen az bir miktardır.
Müslüman’ın; zekatı vermesi uygun olan kimseye bunu gönül
rahatlığı ile vermesi gerekir. Zekat verdiği kimselerin başına bunu kakmamalı
ve onlara bu nedenle eziyet etmemelidir. Müslüman’ın, Allah rızasını arzu
ederek zekatını vermesi gerekir. Bununla, insanlardan hiçbir karşılık ve
teşekkür beklememelidir. Bilakis; riya ve gösteriş yapmadan yalnızca Allah
rızası için zekatını vermelidir.
Zekat vermek bereket getirir. Fakirlerin, miskinlerin ve
ihtiyaç sahiplerinin gönüllerini hoş tutar. Onları, el açarak küçülmekten
kurtarır. Zekat onlar için bir rahmettir. Zekat vermek; kişiye cömertlik ve
kerem, özveri, fedakarlık ve merhametli olma sıfatları kazandırır. Cimrilik ve
aşağılık sıfatlarından arındırır. Zekat
ile, Müslümanlar dayanışma içinde olur. Zenginleri fakirlerine acır. Bu ibadet
tam anlamıyla uygulansa, toplumda hiçbir şeyi olmayan fakir, borç yükü altında
kalmış insan ve yolda kalmış bir yolcu kalmaz.
Dördüncüsü:
Oruç·
Yani, Ramazan ayı orucunu tutmaktır. Fecrin doğuşundan
güneşin batışına kadar oruçlu kimse, yemeyi, içmeyi, cinsel ilişkiye girmeyi ve
bu hükümde olan şeyleri Allah Subhanehu ve Teâlâ’ya ibadet niyetiyle terk eder.
Nefsini, şehvetlerinden alıkoyar. Allah; hastaya ve yolcuya; hamile ve çocuk
emziren kadına; hayızlı ve nifaslı kadına oruç tutma konusunda kolaylık
sağlamıştır. Bunlardan her birinin kendine uygun hükmü vardır.
Bu ayda; Müslüman, nefsini şehvetlerinden alıkoyar. Nefsi
bu ibadetle, hayvanlara benzeme seviyesinden Allah’a yaklaştırılmış meleklere
benzeme seviyesine çıkar. Öyle ki oruç tutan kimse, dünyada Allah rızasını elde
etmekten başka bir arzusu olmayan varlık suretine bürünür.
Oruç, kalbi diriltir. Dünyaya rağbeti azaltır. Allah
katında olana teşvik eder. Zenginlere, fakirleri ve onların durumunu
hatırlatır. Kalplerini onlara karşı yumuşatır. İçinde bulundukları, Allah’ın
nimetlerini bilirler ve şükürleri artar. Oruç, nefsi arındırır ve Allah’tan
hakkıyla korkma üzere bina eder. Ferdi ve toplumu, gizli ve aşikar hallerinde,
sevinç ve sıkıntı anında, Allah’ın üzerlerindeki gözetimini hisseder hale
getirir. Çünkü toplum, tam bir ay boyunca bu ibadet ile Rabbini gözeterek
yaşar. Allah Teâlâ’dan korkması, Allah’a ve ahiret gününe iman etmesi, Allah’ın
gizli-saklı her şeyi bildiğini ve kişinin bir gün mutlaka Rabbinin önünde durup
küçük-büyük bütün amellerinden sorulacağını kesin olarak bilmesi onu böyle
davranmaya sevk eder.[234]
Beşincisi:
Hacc·
Mekke-i Mükerreme’deki Beytullahi’l-Haram’ı haccetmek her
baliğ, akıllı ve gücü yeten; Beytullah’a götürecek araca ya da ücretine ve
bakmakla yükümlü olduğu kişilerin nafakasının dışında gidiş-dönüş masraflarına
yetecek miktarda paraya sahip olan, yolda can güvenliği olan ve yokluğunda
ailesinin güvenliğinden emin olan her Müslüman’a farzdır.
Hac yapmak isteyen kimsenin, nefsini günahların kirinden
temizlemesi için Allah’a tevbe etmesi gerekir. Mekke-i Mükerreme’ye ve hac
ibadetinin yapıldığı kutsal mekanlara ulaştığında, Allah’a kulluğunu ifade
ederek ve O’nu yücelterek hac ibadetlerini yerine getirir. Allah’ın dışında;
Kabe’ye ve hac ibadetlerinin yapıldığı diğer yerlere ibadet edilmeyeceğini,
onların fayda ve zarar vermeyeceğini bilir. Şayet Allah oralara gidip hac
yapmasını emretmeseydi Müslüman’ın o mekanlara gidip hac yapması doğru olmazdı.
Hacda, hac yapan kişi izar ve rida olarak iki beyaz
kumaştan oluşan ihram elbisesini giyer. Yeryüzünün bütün bölgelerinden Müslümanlar
bir yerde toplanır. Tek bir elbise giyerler ve bir Rabbe ibadet ederler.
Yöneten ve yönetilen, zengin ve fakir, siyah ve beyaz arasında fark yoktur.
Herkes Allah’ın yarattığıdır ve O’nun kuludur. Müslüman’ın, Müslüman karşısında
takva ve salih amelden başka üstünlüğü yoktur. Müslümanlar birbirleriyle tanışır
ve yardımlaşır. Allah’ın onları hep birlikte yeniden dirilteceği ve hesap için
bir alanda toplayacağı günü hatırlarlar. Böylece, Allah Teâlâ’ya itaat ederek
ölüm sonrası için hazırlanırlar.[235]
İslam’da İbadet·
İslam’da ibadet, maddi ve manevi olarak Allah’a kulluk
etmektir. Allah yaratıcıdır, sen ise yaratılmış. Sen kulsun ve Allah senin
efendindir. Bu böyle olunca, kişi bu dünyada mutlaka, şeriatına uyarak ve
peygamberlerinin izini takip ederek Allah’ın dosdoğru yolunda yürümelidir.
Allah; kullarına, Alemlerin Rabbi’ni tevhid ile birlemeleri, namaz, zekat, oruç
ve hac gibi yüce ibadetler belirlemiştir. İslam’daki ibadet anlayışı daha
kapsamlıdır. Allah’ın sevdiği ve razı olduğu gizli ve aşikar yapılan bütün
ameller ve sözler ibadettir. Daha da ötesi Allah’a yaklaşma niyetiyle yaptığın
her güzel adet ibadettir. Annenle ve babanla, eşinle ve çocuklarınla,
komşularınla güzel geçinmen bununla Allah rızasını elde etmeyi kasdedersen bir
ibadettir. Evde, çarşıda ve iş yerinde insanlara güzel davranman Allah’ın
rızasını dileyerek yaparsan bir ibadettir. Emaneti yerine getirmek, doğruluk ve
adalete bağlı kalmak, eziyet vermemek, güçsüze yardım etmek, helal kazanç
sağlamak, aileye ve çocuklara harcamak, düşkünü teselli etmek, hastayı ziyaret
etmek, aç olanı doyurmak ve zulme uğrayana yardım etmek; bütün bunlar Allah
rızası gözetilerek yapılırsa birer ibadettir. Allah’ın rızasını kasdederek
kendin için, ailen için, toplumun ve ülken için yaptığın her iş bir ibadettir.
Allah’ın sana mubah kıldığı ölçüler içinde nefsinin şehvetlerini gidermen salih
bir niyetle birlikte olursa ibadet olur. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem
şöyle buyurur: “Sizden birinin cinsel ilişkiye girmesinde dahi bir sadaka
vardır.” Derler ki: “Ey Allah’ın Rasulü! Bizden biri şehvetini gidermeye gelir
de ona ecir mi olur?” Şöyle buyurur: “Ne dersiniz; onu haramda giderseydi
üzerine bir günah olur muydu? Aynı şekilde onu helalde giderince onun için bir
ecir olur.”[236]
Yine Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:
“Her Müslüman’ın üzerine bir sadaka vardır.” Denilir ki: “Ne dersin, şayet
bulamazsa?” şöyle buyurur: “Elleriyle çalışır; kendine faydalı olur ve sadaka
verir.” Denilir ki: “Ne dersin, şayet güç yetiremezse?” Şöyle buyurur: “Kederli
ihtiyaç sahibine yardım eder.” Denilir ki: “Ne dersin, şayet güç yetiremezse?”
Şöyle buyurur: “İyiliği ya da hayrı emreder.” Denilir ki: “Ne dersin, (ya bunu
da) yapmazsa?” Şöyle buyurur: “Kötülükten kendini alıkoyar. Şüphesiz bu bir
sadakadır.”[237]
İkinci Derece: İman·
İmanın rükünleri altıdır: Allah’a, meleklerine,
kitaplarına, rasullerine, ahiret gününe iman ve kadere iman.
Birincisi:
Allah’a iman
Allah Teâlâ’nın rububiyetine; yani O’nun her şeyin Rabbi,
yaratıcısı ve hükümranı; bütün işlerin idare edicisi olduğuna ve O’nun
dışındaki her mabudun/ ibadet edilen şey ya da kişinin batıl olduğuna iman
etmen ve O’nun isim ve sıfatlarına; yani O’nun en güzel isimlere, kâmil ve yüce
sıfatlara sahip olduğuna iman etmendir.
Bütün bunlarda Allah’ın birliğine; rububiyetinde, uluhiyetinde, isimlerinde ve
sıfatlarında ortağı olmadığına iman etmendir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ((O) Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidir. Şu
halde O’na kulluk et; O’na kulluk etmek için sabırlı ve metanetli ol. O’nun
adıyla anılan bir kimse biliyor musun?)[238]
O’nu hiçbir uyku ve uyuklamanın almadığına, O’nun görünen
ve görünmeyeni bildiğine, göklerin ve yerin mülkünün O’nun olduğuna iman
etmendir: (Gaybın anahtarları O’nun
yanındadır. O'ndan başkası bunları bilmez. Karada ve denizde ne varsa O bilir.
Bir yaprak düşmeye görsün, mutlaka onu bilir. Yeryüzünün karanlıklarında tek
bir tane yaş-kuru müstesna olmamak üzere hepsi apaçık bir kitaptadır.)[239] Allah Teâlâ’nın yaratıklarından yüce ve
arşının üzerinde olduğuna, aynı anda ilmi ile onlarla birlikte olduğuna;
onların hallerini bildiğine, sözlerini işittiğine, yerlerini gördüğüne,
işlerini yönettiğine, fakire rızık verdiğine, kırılanı onardığına, dilediğine
mülk verdiğine ve dilediğinden de mülkü çekip aldığına, O’nun her şeye gücü
yettiğine inanmandır.[240]
Allah’a imanın meyvelerinden bazıları, şunlardır:
1- Kula, Allah’ı sevme ve O’nu yüceltme kazandırır.
Bunlarda, O’nun emrini yerine getirmeyi ve yasakladığından uzak durmayı
gerektirir. Kul bunu yerine getirince, dünya ve ahirette korkusuz mutluluğa ulaşır.
2- Allah’a iman etmek, nefiste izzet oluşturur. Çünkü o,
kainattaki her şeyin gerçek sahibinin Allah olduğunu, O’ndan başka zarar veren
ve fayda veren olmadığını bilir. Bu bilgi onu, Allah’tan başkasına ihtiyaç
duymaz hale getirir. O’ndan başkasının korkusunu kalbinden söküp alır. Sonuçta
ancak Allah’tan umar ve O’dan başkasından korkmaz.
3- Allah’a iman, nefsinde alçak gönüllülük oluşturur. Çünkü
o, sahip olduğu nimetin Allah’tan olduğunu bilir. Şeytan onu aldatamaz.
Kibirlenip büyüklenmez. Kuvveti ve malıyla övünmez.
4- Allah’a iman eden kesin olarak bilir ki, Allah’ın razı
olduğu salih amelden başka kurtuluşa giden bir yol yoktur. Oysa başkası batıl
inançlara sahiptir. Örneğin; insanların suçlarına keffâret olması için
Allah’ın, oğlunun asılmasını emrettiğine inanır. Ya da bir takım ilahlara iman
eder. Onların, isteğini yerine getirdiğine inanır. Oysa gerçekte onlar, fayda
ya da zarar vermezler. Ve yahut ateist olur ve hiçbir yaratıcının varlığına
iman etmez... Bütün bunlar birer kuruntudur. Öyle ki; Kıyamet günü Allah’ın
huzuruna varınca ve gerçekleri kendi gözleriyle görünce apaçık bir sapıklık
içerisinde olduklarının farkına varacaklar.
5- Allah’a iman etmek; Allah’ın rızasını dileyerek, dünyada
yüce görevler üstlendiği zaman, insana kararlılık ve sabır, sebat ve tevekkül
noktasında büyük bir güç kazandırır. Göklerin ve yerin hükümdarına dayandığına,
O’nun kendisini desteklediğine ve yardım ettiğine kesin olarak inanır.
Sabrında, sebatında ve tevekkülünde dağlar gibi sağlam olur.[241]
İkincisi:
Meleklere iman
Allah’ın onları, kendisine itaat etmeleri için yarattığına
inanmaktır. Allah onları şu şekilde tanımlar: (Onlar
mükerrem kullardır. Sözleri ile O’nun önüne geçmezler; onlar O’nun emri
gereğince iş görürler. Onların önündekini de arkalarındakini de bilir. O’nun
razı olduğu kimselerden başkasına şefaat etmezler. Onlar O’nun korkusundan
titrerler.)[242] (O’nun huzurunda bulunanlar, O’na ibadet hususunda
kibirlenmezler ve yorulmazlar. Onlar, bıkıp usanmadan gece ve gündüz (Allah’ı)
tesbih ederler.)[243] Allah onları bizim için görünmez kılmıştır.
Bu nedenle onları göremeyiz. Onlardan bir kısmını bazı nebilerine ve
rasullerine göstermiştir.
Meleklerin yüklendikleri bir takım ameller vardır. Bu
meleklerden vahiyle görevli melek olan Cibril, vahyi Allah katından, kulları arasından
O’nun dilediğine indirir. Ruhları almakla görevli melek de bunlardandır.
Rahimlerdeki ceninler ile görevli melek vardır. Ademoğullarını korumakla
görevli melekler vardır. Amellerin yazılmasıyla görevli melekler vardır. Herkesin iki meleği vardır: (Sağda ve solda otururlar. İnsan hiçbir söz söylemez ki,
yanında gözetleyen, yazmaya hazır bir melek bulunmasın.)[244]
Meleklere imanın meyvelerinden bazıları şunlardır:
1- Müslüman’ın akidesi, şirkin şüphelerinden ve pisliğinden
arınır. Çünkü Müslüman; Allah’ın, bu büyük görevleri yüklediği meleklerin
varlığına iman edince, kainatın seyrine katkıda bulunan hayali varlıkların
varlığına inanmaktan kurtulur.
2- Müslüman, meleklerin fayda ve zarar vermediğini, onların
sadece Allah’ın kendilerine ikram edilmiş kulları olduğunu onlara emrettiği
şeylerde, Allah’a isyan etmediklerini ve kendilerine emredilenleri yaptıklarını
bilir. Bu nedenle onlara ibadet etmez. Onlara yönelmez ve onlara bağlanmaz.
Üçüncüsü:
Kitaplara iman
Allah’ın, nebilerine ve rasullerine hakkı açıklamak ve ona
davet etmek için kitaplar indirdiğine iman etmektir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
(Andolsun ki Biz peygamberlerimizi apaçık
delillerle gönderdik. Onlarla birlikte insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye
Kitabı ve mizanı indirdik.)[245] Bu kitaplar çoktur. İbrahim
aleyhisselam’a verilen sahifeler, Musa aleyhisselam’a verilen Tevrat, Davud
aleyhisselam’a gönderilen Zebur ve İsa aleyhisselam’ın getirdiği İncil bunlardandır.
Geçmişteki bu kitaplara iman; Allah’ın onları elçilerine
indirdiğine ve o kitapların, o dönemde Allah’ın insanlara iletmesini istediği
şeriatı içerdiğine inanmakla gerçekleşir.
Allah’ın bizlere bildirdiği bu kitaplar ortadan
kaybolmuştur. İbrahim aleyhisselam’a gönderilen sahifelerden hiçbiri dünyada
yoktur. Tevrat, İncil ve Zebur’a gelince; Yahudiler ve Hıristiyanların yanında
isimleri ile bulunsalar da tahrif edilmiş ve değiştirilmişlerdir. Çoğu
kaybolmuş ve onlardan olmayan şeyler onlara sokulmuştur. Daha da ötesi, sahiplerinden
başkasına nispet edilirler. Eski Ahit’te
kırktan fazla sifr (kitap, kutsal metin) var ve sadece beşi Musa aleyhisselam’a
nispet edilmektedir. Bugün mevcut olan İncil’den ise bir tanesi bile İsa
aleyhisselam’a nispet edilmemektedir.
Allah katından indirilen kitapların sonuncusu ise Muhammed
sallallahu aleyhi ve sellem’e indirilen Yüce Kur’ân’dır. Kur’an, Allah'ın
koruması ile korunmaktadır. Harflerinde,
kelimelerinde, harekelerinde veya manalarında hiçbir değişikliğe ya da tahrife
uğramamıştır. Kur’ân-ı Kerim ile geçmişteki kitaplar arasındaki fark çok
yönlüdür. Bunlardan bazıları şu şekildedir:
1- Geçmişteki bu kitaplar ortadan kaybolmuş, onlara tahrif
ve değişiklik sokulmuştur. Sahiplerinden başkalarına nispet edilmiş; şerhler,
açıklamalar ve tefsirler eklenmiştir. İlahi vahye, akla ve fıtrata ters düşen
bir çok şey içermektedir.
Kur’ân-ı Kerim ise; Allah’ın koruması ile korunmaya devam
etmektedir. Allah’ın, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e indirdiği aynı
kelimeler ve harfler ile korunmaktadır. Tahrife uğramamış ve hiçbir ilave
yapılmamıştır. Çünkü Müslümanlar, Kur’ân-ı Kerim’in her türlü şüpheden uzak
kalmasına gayret göstermiş ve O’nu; Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in
siyeri, sahabilerin hayat hikayeleri, Kur’ân-ı Kerim’in tefsiri, ibadet ve
muamelat hükümleri ile karıştırmamıştır.
2- Eski kitapların bugün tarihsel bir senedi
bilinmemektedir. Daha da ötesi, kime indiği ve hangi dilde yazıldığı dahi
bilinmemektedir. Bir kısmı, kendisine gönderilen kimseden başkasına nispet
edilmiştir. Kur’ân’ı ise Müslümanlar, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’den
yazılı ve sözlü olarak tevatür yoluyla nakletmişlerdir. Her çağda ve her
mekanda, Müslümanların bu kitabı ezbere bilen binlerce hafızları ve bu kitaptan
yazılı binlerce nüsha vardır. Sözlü olarak ezberlenen ile yazılı olarak bulunan
nüshalar uyuşmaz ise farklı olan nüshalar kabul edilmez. Ezbere bilinenlerle
yazılı olanlar mutlaka birbirine uymalıdır.
Bunun da ötesinde; Kur’ân, sözlü olarak nakledilmiştir ki
dünyada başka hiçbir kitaba bu nasip olmamıştır.
Hatta bu şekilde nakil sadece Muhammed sallallahu aleyhi ve
sellem’in ümmetinde vardır. Bu nakil şu şekilde gerçekleşir: Öğrenci; Kur’ân’ı
hocasından dinleyerek ezberler. Hocası da, kendi hocasından bu şekilde
ezberlemiştir. Sonra hoca öğrencisine “icazet” denilen diplomayı verir. Hoca bu
diplomada, hocaları yanında okuduğunu öğrencisine okuttuğuna şahitlik eder.
Senet, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e ulaşıncaya kadar her biri hocasını
adıyla zikreder. Bu şekilde sözlü senet; öğrenciden, Rasulullah sallallahu
aleyhi ve sellem’e kadar zincir şeklinde devam eder.
Kur’ân-ı Kerim’den her surenin ve her ayetin nerede ve ne
zaman Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e indiğini bildiren kuvvetli
deliller ve tarihsel kanıtlar da aynı şekilde senet ile yoğun olarak
nakledilmiştir.
3- Geçmişteki kitapların indirildiği diller, uzun zaman
önce silinip yok olmuştur. Bu çağda o dilleri konuşan hiç kimse yoktur ve
anlayanlar çok azdır. Kur’ân’ın indiği dil ise; bugün milyonlarca kişinin konuştuğu,
yaşayan bir dildir. Yeryüzünün her bölgesinde okutulup öğretilmektedir. Onu
öğrenmeyen de her yerde Kur’ân-ı Kerim’in anlamını kendisine anlatacak birini
bulur.
4- Geçmişteki kitaplar belirli bir dönem içindi. İnsanların tümüne değil, özellikle bir
millete yönelikti. Bu nedenle onlar o millet ve o döneme özgü hükümler
içermiştir. Böyle olunca da bütün insanlara hitap etmesi uygun olmaz.
Kur’ân-ı Kerim ise her zamanı kapsayan ve her mekana uygun
olan bir kitaptır. Her millete ve her çağa uyan hükümler, ahlak ve ilişki
kuralları içerir. Çünkü Kur’ân’ın hitabı, bütün insanlara yöneliktir.
Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki; asıl nüshaları
bulunmayan ve yeryüzünde ilk yazıldıkları dilde konuşan hiç kimse kalmayan
kitaplarla Allah’ın insanlara hüccetinin gerçekleşmesi mümkün değildir.
Allah’ın, kulları üzerine hücceti ancak; fazlalıktan, eksiklikten ve tahriften
uzak ve korunmuş, nüshaları her yerde yaygın, milyonlarca insanın okuduğu ve
onunla insanlara Allah’ın çağrısını ilettiği canlı bir dilde yazılmış bir
kitapla gerçekleşir. İşte bu kitap Allah’ın, Muhammed sallallahu aleyhi ve
sellem’e indirdiği Yüce Kur’ân’dır. O, geçmiş kitapların hükmünü ortadan kaldırmıştır.
Onların, tahrife uğramadan önceki hallerini doğrular ve onlara şahitlik eder.
Kendilerine bir nur ve şifa, hidayet ve rahmet olması için; bütün insanlığın
uyması gereken kitaptır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (İşte bu (Kur’ân), bizim indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.
Bana uyun ve Allah’tan korkun ki size merhamet edilsin.)[246] Ve şöyle buyurur: (De ki: Ey insanlar! Ben size, hepinize gönderilmiş,
Allah’ın elçisiyim.)[247]
Dördüncüsü:
Peygamberlere iman
Allah’ın yarattıklarına, Allah’a iman edip gönderilen
elçileri doğrulamaları halinde kavuşacakları nimetleri müjdeleyen ve isyan
ettikleri zaman uğrayacakları azaptan sakındıran elçiler gönderdiğine iman
etmektir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Andolsun ki Biz her ümmete:
“Allah’a ibadet edin, tağuttan kaçının” diye bir peygamber göndermişizdir.)[248] Ve şöyle buyurur: (Müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberler gönderdik ki
insanların peygamberlerden sonra Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın!)[249]
Bu elçiler çoktur. Onların ilki, Nuh aleyhisselam ve
sonuncusu Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’dir. İbrahim, Musa, İsa, Davud,
Yahya, Zekeriyya ve Salih aleyhisselam gibi, bazılarını Allah bize bildirmiş,
bazılarını da bildirmemiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Bir kısım peygamberleri sana daha önce anlattık, bir
kısmını ise sana anlatmadık.)[250]
Bu elçilerin hepsi, Allah’ın yarattığı birer beşerdir. Rabblık
ve ilahlık özellikleri yoktur. Bu nedenle hiçbir ibadet onlar için yapılmaz.
Kendileri için dahi, fayda ya da zarar verme gücüne sahip değillerdir. Allah
Teâlâ, rasullerin ilki olan Nuh aleyhisselam’ın kavmine şöyle dediğini
bildirir: (Ben size: “Allah’ın hazineleri
benim yanımdadır” demiyorum, gaybı da bilmem. “Ben bir meleğim” de demiyorum.)[251] Onların sonuncusu olan Muhammed
sallallahu aleyhi ve sellem’e de şöyle demesini emreder: (Ben size: “Allah’ın hazineleri benim yanımdadır”
demiyorum, gaybı da bilmem. “Ben size bir meleğim” de demiyorum.)[252] Ve şöyle demesini emreder: (Ben Allah’ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda
ya da zarar verecek güce sahip değilim.)[253]
Peygamberlerin hepsi; Allah’ın seçip çağrısını iletmekle
şereflendirdiği ve kul olmakla nitelendirdiği değerli kullardır. Dinleri;
Allah’ın kendisinden başka din kabul etmediği İslam’dır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
(Allah katında hak din İslam’dır.)[254] Çağrıları temelde birdir ve şeriatları
farklı farklıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Her
birinize bir şeriat ve bir yol verdik.)[255] Bu şeriatların en sonuncusu, Muhammed
sallallahu aleyhi ve sellem’in şeriatıdır. O’nun şeriatı, kendinden önceki
bütün şeriatların hükmünü ortadan kaldırmıştır. O’nun çağrısı, çağrıların en sonuncusudur
ve O, elçilerin en sonuncusudur.
Bir peygambere iman edenin, onların hepsine iman etmesi
gerekir. Bir peygamberi yalanlayan da, onların hepsini yalanlamıştır. Çünkü
bütün peygamberler Allah’a, meleklerine, kitaplarına, rasullerine, ve ahiret
gününe imana çağırır. Dinleri birdir. Onların bir kısmını ayıran veya bir
kısmına iman edip bir kısmını inkar eden, onların hepsini birden inkar etmiş
olur. Çünkü onların her biri bütün nebilere ve rasullere iman etmeye çağırır.[256] Allah Teâlâ şöyle
buyurur: (Peygamber, Rabbi tarafından
kendisine indirilene iman etti, mü’minlerde (iman ettiler). Her biri Allah’a,
meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. “Allah’ın
peygamberlerinden hiç biri arasında ayırım yapmayız” (dediler).)[257] Ve şöyle buyurur: (Allah’ı ve peygamberlerini inkar edenler ve (inanma hususunda)
Allah ile peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyip “Bir kısmına iman ederiz
ama bir kısmına inanmayız” diyenler ve bunlar (iman ile küfür arasında) bir yol
tutmak isteyenler yok mu? İşte gerçekten kafirler bunlardır. Ve biz kafirlere
alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.)[258]
Beşincisi:
Ahiret gününe iman
Bütün yaratılmışların dünyadaki sonu ölümdür! Peki ya
insanın ölümden sonraki hali nedir? Dünyada işkence görmekten kurtulan
zalimlerin hali ne olacak? Zulümlerinin cezasını çekmekten kurtulacaklar mı?
Dünyada, yaptıkları iyiliklerin karşılığını göremeyen iyilik sahiplerinin
ecirleri boşa mı gidecek?
Bütün beşeriyet nesil nesil peş peşe ölüme gitmektedir. Bu
durum; Allah, dünyanın sona ermesine izin verinceye ve dünya üzerindeki her
yaratılmış ölünceye kadar devam eder. Sonra Allah, Kıyamet günü bütün
yaratılmışları yeniden diriltir. Öncekileri ve sonrakileri bir araya toplar.
Sonra; dünyada kazandıkları hayır ya da şer amellere göre kulları hesaba çeker.
Mü’minler cennete götürülür. Kafirler ise cehenneme sürülür.
Cennet; Allah’ın, mü’min kulları için hazırladığı nimettir.
İçinde, kimsenin tanımlayamayacağı nimet çeşitleri vardır. Cennette yüz derece
vardır. Her bir derecede, Allah’a imanlarına ve O’na itaatlerine göre kalanlar
vardır. Cennet ehlinin derece bakımından en aşağıda olanına, dünyadaki bir
kralın mülkünün benzeri ve onun on katı daha verilir.
Cehennem ise; Allah’ın, kendisini inkar eden için
hazırladığı azaptır. Cehennemde, bahsedilmesi bile korkutan çeşitli azaplar
vardır. Şayet Allah; ahirette bir kimsenin ölmesine izin verseydi, cehennem
ehli sadece onu görmekle ölürdü.
Allah ilmiyle, her insanın hayır ya da şer, gizli ya da
aşikar ne yapacağını bilmiştir. Sonra her insan için iki melek
görevlendirmiştir. Onlardan biri iyilikleri yazar; diğeri ise kötülükleri
yazar. Hiçbir şeyi kaçırmazlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen yazmaya
hazır bir melek bulunmasın.)[259] Bu ameller, Kıyamet günü insana
verilecek bir kitaba kaydedilir: (Kitap ortaya
konmuştur: Suçluların, onda yazılı olanlardan korkmuş olduklarını görürsün.
“Vay halimize! Derler, bu nasıl kitapmış! Küçük-büyük hiçbir şey bırakmaksızın
hepsini sayıp dökmüş!” Böylece yaptıklarını karşılarında bulmuşlardır. Senin
Rabbin hiç kimseye zulmetmez.)[260] İnsan, kitabını okur ve hiçbir şeyi
inkar edemez. Amellerinden bir şeyi inkar edenin ise Allah; gözüne ve kulağına,
ellerine ve ayaklarına ve cildine bütün yaptığını anlattırır. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: (Derilerine, "Niçin aleyhimize
şahitlik ettiniz?" derler. Onlar da, "Her şeyi konuşturan Allah, bizi
de konuşturdu. İlk defa sizi O yaratmıştır. Yine O’na döndürülüyorsunuz"
derler. Siz ne kulaklarınızın, ne gözlerinizin, ne derilerinizin aleyhinize
şahitlik etmesinden sakınmıyordunuz, yaptıklarınızdan çoğunu Allah’ın bilmeyeceğini
sanıyordunuz.)[261]
Ahiret gününe; Kıyamet ve yeniden diriliş gününe iman
etmeye bütün nebiler ve rasuller çağırmıştır.·
Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Senin yeryüzünü
kupkuru görmen de Allah’ın ayetlerindendir. Biz onun üzerine suyu indirdiğimiz
zaman, harekete geçip kabarır. Ona can veren elbette ölüleri de diriltir. O,
her şeye kadirdir.)[262] Ve şöyle buyurur: (Gökleri ve yeri yaratan, bunları yaratmakla yorulmayan
Allah’ın, ölüleri diriltmeye de gücünün yeteceğini düşünmezler mi? Evet O, her
şeye kadirdir.)[263] Bu, ilahi hikmetin gereğidir. Çünkü
Allah, yarattıklarını boş yere yaratmamış ve onları başıboş bırakmamıştır.
İnsanların akıl yönünden en zayıfı dahi, gayesiz bir şekilde önemli bir iş
yapmaz. İnsanın böyle bir iş yapması düşünülemez ise nasıl olur da insan,
Rabbinin yarattıklarını boş yere yarattığını ve onları başıboş bırakacağını
zannedebilir? Allah, onların söylediklerinden oldukça yücedir. Allah Teâlâ
şöyle buyurur: (Sizi sadece boş yere
yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi
sandınız?)[264] Ve şöyle buyurur: (Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri biz boş yere
yaratmadık. Bu, inkar edenlerin zannıdır. Vay o inkar edenlerin ateşteki
haline!)[265]
Ahiret gününe imana, bütün akıl sahibi insanlar şahitlik
eder. Çünkü bu aklın gereğidir. Bozulmamış fıtrat ona teslim olur. Çünkü insan;
Kıyamet gününe iman edince, Allah’ın katında olanı umarak, terkettiğini niçin
terkettiğini ve yaptığını niçin yaptığını bilir. Yine; insanlara zulmedenin
mutlaka cezasını göreceğini, Kıyamet günü insanların ondan hakkını alacağını,
hayır ise hayır, şer ise şer; insanın mutlak yaptığının karşılığını alacağını
ve ilahi adaletin gerçekleşeceğini bilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre
miktarı şer yapmışsa onu görür.)[266]
Kıyamet gününün ne zaman geleceğini, yaratılmışlardan hiç
kimse bilmez. O, gönderilmiş hiçbir peygamberin ve Allah’a yaklaştırılmış
meleğin dahi bilmediği bir gündür. Allah, onun bilgisini yalnızca kendine has
kılmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Sana
kıyameti, ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki: Onun ilmi ancak Rabbimin
katındadır. Onun vaktini O’ndan başkası açıklayamaz.)[267] Ve şöyle buyurur: (Kıyamet hakkındaki bilgi ancak Allah’ın katındadır.)[268]
Altıncısı:
Kaza ve kadere iman
Allah’ın, olmuş ve olacak her şeyi; kulların durumlarını ve
amellerini, ecellerini ve rızıklarını bildiğine iman etmektir. Allah Teâlâ
şöyle buyurur: (Şüphesiz Allah her şeyi
hakkıyla bilendir.)[269] Ve şöyle buyurur: (Gaybın anahtarları O’nun yanındadır. Ondan başkası bunları
bilmez. Karada ve denizde ne varsa O bilir. Bir yaprak düşmeye görsün, mutlaka
onu bilir. Yeryüzünün karanlıklarında tek bir tane yaş-kuru müstesna olmamak
üzere hepsi apaçık bir kitaptadır.)[270] Bütün bunları, kendi katında bir kitaba
yazmıştır. Şöyle buyurur: (Biz, her şeyi apaçık
bir kitapta sayıp yazmışızdır.)[271] Ve şöyle buyurur: (Bilmez misin ki, Allah, yerde ve gökte ne varsa bilir? Bu
bir kitapta mevcuttur. Bu Allah için çok kolaydır.)[272] Allah bir şey dilediğinde ona “Ol!” der
ve olur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Bir şeyi
yaratmak istediği zaman O’nun yaptığı “Ol!” demekten ibarettir. Hemen
oluverir.)[273] Allah Subhanehu; her şeyi takdir ettiği
gibi, her şeyin de yaratıcısıdır. Şöyle buyurur: (Biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık.)[274] Ve şöyle buyurur: (Allah her şeyin yaratıcısıdır.)[275] Kulları, kendisine itaat etsinler diye
yaratmış, itaati onlara açıklamış ve itaat etmelerini emretmiştir. Kendisine
isyan etmeyi onlara yasaklamış ve isyanı onlara açıklamıştır. Kudret ve dileme
özelliği vermiştir. Bu kudret ve dileme özelliği ile Allah’ın emirlerini yerine
getirirlerse sevap kazanırlar; O’na isyan ederlerse azabı hak ederler.
İnsan, kaza ve kadere iman ederse kendisi için şunlar
gerçekleşir:
1- Sebepleri yerine getirirken Allah’a itimat eder. Çünkü
O; sebebin de, sonucun da Allah’ın kazası ve kaderi ile olduğunu bilir.
2- Nefsi rahat ve kalbi huzurlu olur. Çünkü o; bunun,
Allah’ın kazası ve kaderi ile olduğunu; hoşuna gitmeyen ve takdir edilmiş olan
bir şeyin kaçınılmaz olarak gerçekleşeceğini bilir. Gönlü rahat eder ve
Allah’ın kazasına razı olur. Kadere iman edenden daha huzurlu, gönlü rahat ve
yaşantısı iyi kimse yoktur.
3- İsteğinin gerçekleşmesi halinde kendini beğenmekten uzak
olur. Bilir ki onun gerçekleşmesi Allah’ın bir nimetidir, Allah hayır ve başarı
sebeplerini takdir etmiştir. Bu nedenle, Allah’a şükreder.
4- İsteğinin gerçekleşmemesi ya da istemediği bir şeyin
olması halinde endişe ve kaygıya kapılmaz. Bilir ki bu, Allah’ın takdiridir.
Allah’ın emrini geri çevirecek ve hükmünü bozacak kimse yoktur. O mutlaka
gerçekleşir. Bu nedenle sabreder ve karşılığını Allah’tan bekler: (Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir
musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın.
Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır. (Allah bunu) elinizden çıkana üzülmeyesiniz
ve Allah’ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız diye açıklamaktadır. Çünkü
Allah, kendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez.)[276]
5- Tamamen, Allah Subhanehu’ya tevekkül eder. Çünkü Müslüman,
fayda ve zarar vermenin yalnızca Allah’ın elinde olduğunu bilir. Gücünden
dolayı hiçbir güçlüden korkmaz ve insanlardan birinin korkusuyla hayır işlemeyi
terk etmez. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, İbni Abbas radıyallahu
anhuma’ya şöyle buyurur: “Bil ki, ümmet sana fayda vermek için bir araya gelse,
Allah’ın senin için yazdığından başka bir şeyle sana fayda veremezler. Ve sana
zarar vermek için bir araya gelseler, Allah’ın senin için yazdığından başka bir
şeyle zarar veremezler.”[277]
Üçüncü Derece: İhsan
İhsan, sadece bir rükündür. Allah’a, O’nu görürcesine
ibadet etmendir. Çünkü sen O’nu görmesen de şüphesiz O seni görmektedir. İnsan,
Rabbine bu şekilde ibadet etmelidir. O’na yakın olduğunu ve huzurunda
bulunduğunu hissetmelidir. Bu durum; huşûyu, korkuyu ve saygıyı gerektirir.
İbadetin eda edilmesinde samimiyeti, ibadetin daha güzel ve tam olarak yerine
getirilmesi için çaba sarfetmeyi gerektirir. Kul, ibadet ederken Rabbini
gözetir. O’nu görürcesine kendini O’na yakın olarak düşünür. Şayet başaramazsa;
Allah’ın kendisini gördüğüne; gizli ve aşikarını, içini ve dışını bildiğine,
hiçbir işinin Allah’a gizli kalmadığına imanı yardımıyla bunu gerçekleştirmeye
çalışır.[278]
Bu dereceye ulaşan kul, Rabbine samimi olarak ibadet eder.
O’ndan başka hiç kimseye yönelmez. İnsanların övgüsünü beklemez ve
kötülemelerden de korkmaz. Çünkü ona; Rabbinin ondan razı olması ve Mevlâsı’nın
onu övmesi yeterlidir.
O, gizlisi ve aşikarı eşit olan bir insandır. Yalnızken ve
insanlar arasındayken, Rabbine ibadet eder. Allah’ın, kalbinde gizli olanı ve
nefsinin vesvesesini bildiğine kesin olarak inanır. İman kalbine hakim
olmuştur. Kalbi, Rabbinin gözetimini hisseder. Âzâları, yaratıcısına teslim
olmuştur. Onlarla ancak, Allah’ın sevdiği ve razı olduğu amelleri yapar.
Kalbinin, Rabbine bağlandığı yerde, Allah’tan başkasına
ihtiyaç duymadığı için yaratılmıştan yardım dilemez. Hiçbir insana şikayetini
dile getirmez. Çünkü ihtiyacını Allah Subhanehu’ya iletmiştir ve yardımcı
olarak O yeter! Hiçbir yerde yalnızlık hissetmez ve hiç kimseden korkmaz.
Çünkü, her halükarda Allah’ın kendisiyle olduğunu bilir. O, kendisine yeter. O
ne güzel yardımcıdır! Allah’ın emrettiği hiçbir işi terk etmez ve Allah’a isyan
olan hiçbir şey işlemez. Çünkü o, Allah’tan utanır. Allah’ın emrettiği yerde
onu bulamamasından ve yasakladığı yerde onu bulmasından hoşlanmaz. Aşırı
gitmez, insanlara zulmetmez ve haklarını yemez. Çünkü Allah’ın kendisini
gördüğünü ve yaptıkları ile onu hesaba çekeceğini bilir.
Yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaz. Çünkü; yeryüzündeki
hayırların Allah Teâlâ’nın mülkü olduğunu ve Allah’ın onları, kulların
hizmetine sunduğunu bilir. Ondan ihtiyacı kadarını alır ve Rabbine şükreder.
******
Bu kitapta zikrettiğim ve ortaya koyduğum sadece önemli
konular ve İslam’ın büyük rükünleridir. Bu rükünler, kulun onlara iman etmesi
ve onlarla amel etmesi durumunda Müslüman olacağı rükünlerdir. Değilse İslam
–daha önce de bahsettiğim gibi- din ve dünyadır, ibadet ve yaşam biçimidir.
Kapsamlı ve eksiksiz, ilahi bir nizamdır. Kuralları hayatın bütün alanlarında;
itikadi, siyasi, ekonomik, sosyal ve güvenlik alanlarında fert ve toplumun
ihtiyaç duyduğu her şeyi içerir. İnsan İslam’da; barışı ve savaşı, gözetilmesi
gereken hakları düzenleyen; insanın, hayvanın ve çevrenin değerini koruyan;
insanın, hayatın ve ölümün, öldükten sonra yeniden dirilişin gerçek yönünü
açıklayan usuller, kaideler ve hükümler bulur. Yine İslam’da, çevresindeki
insanlarla ilişkisi için en uygun metodu bulur. Örneğin, Allah Teâlâ şöyle
buyurur: (İnsanlara güzel söz söyleyin.)[279] Ve şöyle buyurur: ((O takva sahipleri) insanları affederler.)[280] Yine, şöyle buyurur: (Bir kavme duyduğunuz kin sizi adaletsizliğe sevk etmesin.
Adaletli olun. Bu takvâya (Allah korkusuna) daha uygundur.)[281]
Bu dinin derecelerini ve her derecenin rükünlerini
sunmuşken, onun güzelliklerinden bir parça bahsetmemiz güzel olur.
İslam’ın Güzel Yönleri·
Kalem, İslam’ın güzelliklerini her yönüyle anlatmakta aciz
kalır. Kelimeler, bu dinin üstünlüklerini hakkıyla ifade etmekte yetersiz
kalır. Çünkü bu din, Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın dinidir. Nasıl ki göz Allah’ı
tam olarak idrak edemez ve beşer, O’nu bütünüyle bilemezse; şeriatı da aynıdır,
kalem onu her yönüyle vasfedemez. İbnü’l Kayyım rahimehullah şöyle demiştir: “Bu
dosdoğru dindeki ve hanif inancındaki; hiçbir ifadenin mükemmelliğine ulaşamayacağı,
hiçbir anlatımın güzelliğine erişemeyeceği ve akıl sahibi insanların
akıllarının –onların en mükemmeli üzerinde toplansa bile- daha üstününü
öneremeyeceği Şeriat-ı Muhammediyye’deki göz alıcı hikmeti düşününce, erdem sahibi
ve kusursuz akıllara düşen onun güzelliğini anlamak ve üstünlüğünü
onaylamaktır. Dünyaya daha mükemmel, daha büyük ve daha yüce bir şeriatın
gelmediğine şahitlik etmektir. Peygamber onun için hiçbir delil getirmese bile,
bizzat kendisi Allah katından olduğuna delil ve şahit olarak yeter. Tamamı,
ilmin ve hikmetin mükemmelliğine; rahmetin, iyiliğin ve ihsanın genişliğine;
görüneni ve görünmeyeni kuşatmasına, başlangıç noktalarını ve sonuçlarını
bilmesine; Allah’ın, kullarına bağışladığı en büyük nimetlerden biri olduğuna
şahittir. Kullarına; kendilerini ona yönlendirmekten, kendilerini onun ehlinden
ve onun için seçtiği kimselerden kılmasından daha büyük bir nimet bağışlamamıştır.
Bu nedenle, kullarına kendilerini ona yönlendirmesini nimet olarak hatırlatır. Şöyle
buyurur: (Andolsun ki Allah, müminlere
kendilerinden, onlara kendi âyetlerini okuyan, onları arındıran ve onlara kitap
ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur.
Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içindeydiler.)[282] Kendilerine bağışladığı nimetin
büyüklüğünü kullarına bildirerek ve hatırlatarak, kendilerini onun ehlinden
kılmasına şükretmelerini isteyerek şöyle buyurur: (Bugün dininizi kemale erdirdim)[283] Bu dinin güzelliklerinden bir kısmını
zikretmek, Allah’a şükür görevimizin bir gereğidir:
1.
Allah’ın dinidir:
Allah’ın kendisi için razı olduğu, peygamberlerini onunla
gönderdiği; kullarına, onun çerçevesinde kendisine ibadet etme izni verdiği
dindir. Nasıl ki Yaratıcı, yaratılmışa benzemezse; aynı şekilde O’nun dini olan
İslam da insanların kanunlarına ve dinlerine benzemez. Allah Subhanehu’nun
mutlak mükemmellik sıfatına sahip olması gibi O’nun dini de insanların
dünyasını ve ahiretini düzenleyen kuralları kapsamada; Allah Subhanehu’nun
haklarını ve kulların O’na karşı görevlerini, kulların birbirleri üzerindeki
hakları ve birbirlerine karşı görevlerini kuşatmada mutlak mükemmelliğe
sahiptir.
2.
Kapsamlıdır:
Bu dinin en belirgin güzelliklerinden biri de, her şeyi
kapsamasıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Biz
kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır.)[284] Bu din; Allah’ın isimleri, sıfatları ve
hakları gibi Yaratıcı ile ilgili tüm konuları; kurallar ve yükümlülükler, ahlak
ve davranış gibi yaratılmışlarla ilgili tüm konuları içerir. Bu din;
öncekilerin ve sonrakilerin, meleklerin, nebilerin ve rasullerin haberlerini
içerir. Gökyüzü ve yeryüzü, gezegenler ve yıldızlar, denizler, ağaçlar ve
kainat hakkında konuşmuştur. Yaratılışın sebebini, gayesini ve sonunu
bildirmiştir. Cenneti ve iman edenlerin sonunu, cehennemi ve kafirlerin sonunu
bildirmiştir.
3.
Yaratılmışı Yaratıcı’ya
bağlar:
Her batıl din ve inanç, insanı kendisi gibi ölüme ve
güçsüzlüğe, acizliğe ve hastalığa açık bir insana bağlama özelliğine sahiptir.
Hatta bazen, yüzlerce yıl önce ölmüş ve kemikleri toprak olmuş bir insana
bağlar. İslam Dini’nin özelliği ise insanı doğrudan Yaratıcısı’na bağlamasıdır.
Ne bir papaza, ne bir azize ve ne de bir kutsal sırra bağlar. Bilakis Yaratıcı
ile yaratılan arasında direk bağlantıdır. Aklı, Rabbi’ne bağlar ve böylece akıl
aydınlanır ve olgunlaşır. Yücelir ve yükselir. Mükemmelliği arar. Değersiz ve
küçük şeylere tenezzül etmez. Yaratıcısı ile bağ kurmayan her kalp hayvandan
daha aşağıdır.
İslam dini, Yaratıcı ile yaratılmış arasındaki bağdır.
Yaratılmış insan; İslam dini aracılığıyla, Allah’ın kendisinden istediğini
öğrenir ve böylece bilinçli bir şekilde O’na ibadet eder. O’nun razı olduğu
yerleri öğrenir ve onlara yönelir. Kızdığı yerleri öğrenir ve onlardan uzak
durur.
İslam Dini, Yüce Yaratıcı ile güçsüz ve mutsuz yaratılmış
arasındaki bağdır. Böylece O’ndan destek, yardım ve başarı talep eder.
Hilekarların hilesinden ve şeytanların oyunundan kendisini korumasını O’ndan
ister.
4.
Dünya ve ahiret
yararlarını gözetir:
İslam Şeriatı, dünya ve ahiret yararlarını gözetme ve güzel
ahlakı tamamlama üzerine kurulmuştur.
Ahiret yararları şu şekilde açıklanabilir: Bu şeriat,
ahiretin bütün yönlerini açıklamış, hiç bir şeyi ihmal etmemiştir. Bilakis
onları bilinmeyen hiçbir şey kalmaması için yorumlamış ve açıklamıştır. Ahiret
nimetini vaat etmiş ve azabı ile tehdit etmiştir.
Dünyevi yararlar ise şu şekilde açıklanabilir: Allah; bu
dinde; insanın dinini, canını, malını, nesebini, namusunu ve aklını koruyan
kurallar belirlemiştir.
Güzel ahlakın açıklaması ise şu şekilde yapılabilir: Bu
din, gizli ve açık hallerde güzel ahlaklı olmayı emretmiş, ahlakın çirkinini ve
değersizini yasaklamıştır. Gözle görülen güzel davranışlardan biri de temizlik
ve taharet, kirlerden ve pisliklerden arınmadır. Güzel koku sürünmeye ve
görünüşü güzelleştirmeye teşvik etmiştir. Zina yapmak, içki içmek; leş, kan,
domuz eti yeme gibi pis şeyleri haram kılmıştır. Temiz yiyeceklerin yenmesini
emretmiş, israfı ve gerekenden fazla harcamayı yasaklamıştır.
İç temizliği ise çirkin huyları terk etmek, güzel ve övgüye
layık huylarla donanmaktır. Çirkin huylar; yalan, sefahat, öfke, haset,
cimrilik, aşağılık, makam sevgisi, dünya sevgisi, kibir, kendini beğenme ve
riya benzeri huylardır. Övgüye layık huylar ise; güzel ahlak, insanlarla güzel
geçinmek, onlara iyilik etmek, adalet, alçak gönüllülük, doğruluk, cömertlik,
Allah’a tevekkül, ihlas, Allah’tan korkmak, sabır ve şükür benzeri huylardır.[285]
5.
Kolaydır:
Bu dini üstün ve ayrıcalıklı kılan niteliklerden biri de
kolay olmasıdır. Kurallarının her birinde ve her bir ibadetinde kolaylık
vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Allah
dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır.)[286] Bu kolaylıkların ilki şudur: Bu dine
girmek isteyen kimsenin beşeri bir aracıya ya da geçmişi itirafa ihtiyacı
yoktur. Bilakis ona düşen; temizlenmesi ve arınması; Allah’tan başka ilah
olmadığına ve Muhammed’in, Allah’ın Rasulü olduğuna şehadet etmesi; bunların
anlamına inanması ve gereğini yerine getirmesidir.
Sonra; insan yolculuğa çıkınca veya hastalanınca kolaylık
ve hafifletme olan her ibadet için ikamet halinde ve sağlıklı iken yaptığı
ibadetin sevabının aynısı yazılır. Daha da ötesi, Müslüman’ın hayatı, kolay ve
huzurlu olur. Kafirin hayatı ise bunun tersine, zor ve sıkıntılı olur. Aynı
şekilde iman edenin ölümü de kolay olur. Ruhu, kaptan bir damla çıkar gibi
çıkar. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Takva
sahipleri o kimselerdir ki, melekler, canlarını hoş ve rahat halde alırlar.
"Selam size, yapmış olduğunuz güzel işlerin mükafatı olarak girin cennete"
derler.)[287] Kafire ise; ölümü anında güçlü ve
şiddetli melekler gelir ve ona kırbaçlarla vururlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
(O zalimlerin halini ölüm şiddeti içindeyken
bir görsen! Melekler onlara ellerini uzatırlar ve "Ruhunuzu teslim edin.
Bugün, Allah'a karşı haksız şeyler söylediğinizden ve O'nun âyetlerine karşı
böbürlenmenizden dolayı alçaltıcı bir azapla cezalandırılacaksınız"
derler.)[288] Ve şöyle buyurur: (Melekler, o kâfirlerin yüzlerine ve sırtlarına vura vura
ve "Tadın bakalım cehennem azabını!" diye diye canlarını alırken
hallerini bir görmeliydin.)[289]
6.
Adaletlidir:
İslam’ın kurallarını belirleyen yalnızca Allah’tır. O,
beyazı-siyahı, erkeği-kadını ile bütün insanların yaratıcısıdır. Onlar; hükmü,
adaleti ve rahmeti karşısında eşittirler. Erkek ve kadından her biri için
kendisine uygun kurallar belirlemiştir. Bu nedenle şeriatın, kadının aleyhine
erkeği kayırması ya da kadını üstün tutup erkeğe zulmetmesi, beyaz insana
ayrıcalık tanıması ve siyah insanı onlardan mahrum etmesi söz konusu değildir.
Herkes, Allah’ın şeriatı önünde eşittir. Takvalı olmaktan başka aralarında
hiçbir fark yoktur.
7.
İyiliği emreder ve
kötülükten alıkoyar:
Bu şeriat, değerli bir meziyet ve yüce bir nitelik içerir
ki, o da iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymaktır. Büluğa ermiş, akıllı ve
gücü yeten her Müslüman’ın gücü yettiğince emretmesi ve yasaklaması gerekir.
Emretme ve yasaklama aşamalarına göre; eliyle emretmesi ve yasaklaması, gücü
yetmezse diliyle ve yine gücü yetmezse kalbiyle bunu yapması gerekir. Böylece
ümmetin hepsi, ümmet üzerinde gözlemci olur. Her ferdin, yöneten veya yönetilen
olsun, gücü yettiğince ve bu konuyu düzenleyen şeriat kurallarına uygun olarak,
iyiliği ihmal eden veya kötülük işleyene iyiliği emretmesi ve kötülüğü
yasaklaması gerekir. Bu olay, görüldüğü gibi, her ferdin üzerine gücü
yettiğince vaciptir. Oysa çağdaş siyasi düzenlerden bir çoğu, muhalefet
partilerine hükümetin çalışmasını ve resmi kurumların işleyişini gözlemleme
fırsatı vermekle övünmektedir.
Bunlar İslam dininin güzelliklerinden bazılarıdır. Bu
konuyu daha da uzatmak istersek taşıdığı derin hikmeti ve sağlam yasamayı,
sonsuz güzelliği ve benzersiz mükemmelliği açıklamak için her bir kuralın ve
farzın, her emrin ve yasaklamanın üzerinde durmamız gerekecektir.
Bu dinin kurallarını inceleyen; onun Allah katından
olduğunu, içerisinde şüphe bulunmayan gerçek ve hiçbir sapma bulunmayan hidayet
yolu olduğunu kesin olarak anlar.
Allah’a yönelmek ve şeriatına uymak, nebilerin ve
rasullerin izinden gitmek istiyorsan önünde tevbe kapısı açıktır. Rabbin; çokça
bağışlayan ve çokça merhamet edendir, bağışlamak için seni çağırmaktadır.
Tevbe
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur: “Her
ademoğlu günah işler. Günah işleyenlerin en hayırlısı tevbe edenlerdir.”[290] İnsanın nefsi zayıftır,
iradesi ve kararlılığı zayıftır. Günahının ve hatasının getirisine katlanamaz.
Bu nedenle Allah; insana acıyarak yükünü hafifletmiş, onun için tevbe kuralını
koymuştur. Tevbenin aslı; Allah’tan korkarak ve Allah’ın kulları için
hazırladığı ödülleri umarak, çirkinliği nedeniyle günahı terk etmek, o günahı işlediğine
pişman olmak ve ona geri dönmemeye kesin karar vermek, ömrün geri kalan kısmını
salih amellerle değerlendirmektir.[291] Görüldüğü gibi tevbe, yalnızca kalple
yapılan ve Allah ile kul arasında olan bir ameldir. Hiçbir zorluğu ve meşakkati
yoktur. Ağır fiillerde sarfedilen gücü de gerektirmez. Bilakis yalnızca kalbin
eylemidir. Günahı terk etmek ve ona dönmemektir. Bir şeyden kaçınmakta onu terk
etmek ve rahatlamak vardır.[292]
Durumunu açığa vuracak, sırrını açıklayacak ve güçsüzlüğünü
fırsat bilecek bir insanın önünde tevbe etmene gerek yoktur. Tevbe, yalnızca
seninle Rabbin arasındaki bir yakarıştır. O’ndan bağışlanma ve hidayet
dilersin, O da senin tevbeni kabul eder. İslam’da; atalardan miras kalan bir
günah da yoktur, bu günahtan kurtarması gereken bir insan da yoktur. Bilakis
Avusturyalı bir Yahudi iken hidayete ererek Müslüman olan Muhammed Esed’in
gördüğü gibidir. Şöyle der: “Kur’ân’ın hiçbir yerinde Hıristiyanlıkta olduğu
gibi fidyeye ihtiyaç olduğuna dair hiçbir şey bulamadım. İslam’da fertle sonu
arasında duran, geçmişten miras kalmış ilk günah yoktur. Çünkü (Doğrusu insana çalışmasından başka bir şey yoktur.)[293] İnsandan, kendisine tevbe kapılarının
açılması ve günahtan kurtulması için bir kurban sunmasını ya da canına kıymasını
talep etmez.”[294]
Bilakis Allah Teâlâ’nın buyurduğu gibi (Hiçbir
günahkâr başkasının günah yükünü yüklenmez.)[295]
Tevbenin büyük etkileri ve sonuçları vardır. Bunlardan
bazılarını şu şekilde zikredebiliriz:
1. Kulun; Allah’ın, onun hatasını örtmedeki lütfunu ve
keremini bilmesidir. Şayet Allah dileseydi, günahının cezasını hemen verir,
kulları arasında onu rezil ederdi. Böylece o, onlarla birlikte rahat bir yaşam
süremezdi. Oysa Allah, hatasını örterek onu yüceltmiş ve şefkati ile
kuşatmıştır. Ona güç ve kuvvet, rızk ve yiyecek vermiştir.
2. Nefsinin gerçek yüzünü, kötülüğü çokça emreden bir nefis
olduğunu bilmesidir. Kendisinden kaynaklanan hata, günah ve kusurun nefsinin
zayıflığına ve haram kılınan şehvetlere sabredememesine işaret ettiğini;
nefsini arındırmak ve doğru yola yönlendirmek için göz açıp kapayıncaya kadar
dahi olsa Allah’tan müstağni olamayacağını bilmesidir.
3. Allah Subhanehu tevbeyi, kulun mutluluğunu sağlayan en
büyük faktörün kendisiyle elde edilmesi için belirlemiştir. Bu faktör, Allah’a
sığınma ve O’ndan yardım dilemedir. Yine onunla; dua ve yakarış, sevgi, korku
ve ümit çeşitleri elde edilir. Böylece nefis, tevbe ve Allah’a sığınma olmadan
gerçekleşmeyen özel bir yakınlaşma ile yaratıcısına yaklaşır.
4. Allah’ın, onun geçmiş günahlarını bağışlamasıdır. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: (O kâfirlere de ki: Eğer bu işe son
verirlerse daha önce yaptıkları bağışlanacak.)[296]
5. İnsanın kötülüklerinin, iyiliklere çevrilmesidir. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: (Ancak, tevbe ve iman edip iyi davranışlarda
bulunanlar başka; Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok
bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.)[297]
6. İnsanın, kendi türünden olan insanlara, kendilerine
yaptıkları kötülüklerde ve hatalarında; yaptığı kötülüklerde, hatalarda ve
günahlarda Allah’ın kendisine davranmasını istediği gibi davranmasıdır. Çünkü
karşılık fiil türündendir. İnsanlara bu güzel davranışla davranınca Rabb
Teâlâ’dan aynısını görür. İnsanların kötülüğüne iyilikle karşılık verdiği gibi,
Allah Subhanehu da onun kötülük ve günahlarına ihsanı ile karşılık verir.
7. Nefsinin bir çok hatası ve ayıbının olduğunu bilmesidir.
Bu da onun, insanların ayıplarını araştırmaktan geri durmasını, başkalarının
ayıplarını düşünmek yerine kendi nefsini ıslah ile meşgul olmasını gerektirir.[298]
Bu bölümü Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’e gelerek, “Ey
Allah’ın Rasulü! Hiçbir günah bırakmadan işledim” diyen bir adamın haberiyle
noktalamak istiyorum. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ona üç kere
“Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in, Allah’ın rasulü olduğuna
şehadet ediyor musun?” diye sorar. Adam, “Evet” deyince, “Bu ona karşılık
gelir” buyurur. Başka bir rivayette de, “Bu, onların hepsine karşılık gelir”
buyurur. [299]
Diğer bir rivayette ise, Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellem’e gelerek “Bütün günahları işleyen ama Allah’a hiç bir şeyi ortak
koşmayan; bu şekilde hiç günah bırakmadan işleyen bir adam için tevbe var
mıdır?” der. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, ona “Müslüman oldun mu?”
buyurur. Adam; “Bana gelince; Allah’tan başka ilah olmadığına, O’nun tek
olduğuna ve ortağı bulunmadığına ve senin, Allah’ın rasulü olduğuna şehadet
ediyorum” der. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur: “Evet
(Onun için tevbe vardır). İyilikleri yapar ve kötülükleri terk eder. Böylece
Allah onları senin için tümüyle iyiliklere dönüştürür.” Adam der ki: “İhanetlerimi
ve ahlaksızlıklarımı da mı?” Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem; “Evet”
deyince, “Allahu ekber / Allah en büyüktür!” der ve gözden kayboluncaya kadar
tekbir getirmeye devam eder.[300]
İslam’a Girmeyenin Sonu
Bu kitapta sana açıklandığı gibi, İslam Allah’ın dinidir.
Hak dindir. Bütün nebilerin ve rasullerin getirdiği dindir. Allah; ona inanana
dünya ve ahirette büyük mükafat ayarlamış, onu inkar edeni şiddetli azapla
tehdit etmiştir.
Allah yaratıcı ve bu kainatta dilediği gibi tasarrufta
bulunan mutlak hükümran olduğuna göre ve sen de ey insan, O’nun
yarattıklarından bir yaratık olduğuna göre; kainattaki her şeyi senin hizmetine
sunduğu, senin için kurallar belirlediği ve onlara uymanı istediğine göre; iman
edersen, sana emrettiğine itaat eder ve sana yasakladığını terk edersen;
Allah’ın ahirette sana vaat ettiği kalıcı nimeti kazanırsın. Dünyada da sana
bağışladığı çeşitli nimetlerle mutlu olursun. Yaratılmışların akıl bakımından
en mükemmel ve nefis yönünden en arınmış olanlarına; nebilere, rasullere, salihlere
ve Allah’a yaklaştırılmış meleklere benzersin.
Şayet inkar eder ve Rabbine isyan edersen, dünyanı ve
ahiretini ziyana uğratırsın. Dünyada ve ahirette, Allah’ın nefretine ve azabına
uğrarsın. Yaratılmışların en çirkinlerine, akıl bakımından en eksik ve nefis
yönünden en düşük olanlarına; şeytanlara, zalimlere, bozgunculara ve tağutlara
benzersin ki bu, inkarının genel sonucudur.
Şimdi de sana, inkar etmenin diğer bazı sonuçlarını ayrıntılı
olarak açıklayacağım:
1-
Korku ve güvensizlik:
Allah, kendine iman edip elçilerine tabi olanlara dünya
hayatında ve ahiret hayatında tam güvenlik vaat etmiştir. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: (İman edenler ve imanlarını zulüm ile
karıştırmayanlar... İşte güven onlarındır ve doğru yolu bulanlar da onlardır.)[301] Allah, mutlak anlamda güvende kılan ve
kainatı düzenleyip gözetendir. Kainatta bulunan her şeyin sahibidir. İmanı
nedeniyle bir kulu sevince ona güvenlik, huzur ve sükunet bağışlar. Kişi O’nu
inkar edince ise huzur ve güvenliği ondan çekip alır. Böylece onun; ahiretteki
sonundan korktuğunu, felaketlere ve hastalıklara maruz kalmaktan korktuğunu,
dünyadaki geleceği için korku duyduğunu görürsün. İşte bu nedenle canlar ve
mallar için güvenlik sigortaları kurulmuştur. Çünkü güvenlik yoktur. Çünkü
Allah’a tevekkül yoktur.
2-
Sıkıntılı yaşam:
Allah insanı yaratmış ve kainattaki her şeyi onun hizmetine
sunmuştur. Her yaratılmışın rızktan ve ömürden nasibini ayırmıştır. Kuşun
rızkını bulmak için yuvasından uçtuğunu ve onu aldığını, daldan dala konduğunu
ve en tatlı nağmelerle şakıdığını görürsün. İnsan da, rızkı ve ömrü ayrılan bu
yaratılmışlardan biridir. Rabbine iman eder ve O’nun koyduğu kurallar
doğrultusunda dosdoğru yürürse Rabbi ona mutluluk ve istikrar bağışlar. En
düşük geçim vasıtalarına dahi sahip olmasa bile onun işini kolaylaştırır. Şayet
Rabbini inkar eder ve büyüklenip O’na ibadetten yüz çevirirse, Rabbi onun
yaşamını sıkıntılı kılar. Bütün rahatlık vasıtalarına ve her türlü varlığa
sahip olsalar bile üzüntü ve kederleri başına toplar. Fertler için bütün refah
araçlarını garanti eden devletlerde intihar edenlerin çokluğunu görmüyor musun?
Yaşamdan zevk almak için çıkılan çeşitli yolculukları ve eşya türlerindeki
israfı görmüyor musun? Bu konuda israfa sevk eden kalbin imandan yoksun
oluşudur. Darlık ve sıkıntı hissetmedir. Bu endişeyi, yeni ve değişik bir takım
araçlarla giderme çabasıdır. Allah, şöyle buyururken ne doğru söylemiştir: (Her kim de benim zikrimden (Kur'ân'dan) yüz çevirirse,
(bilsin ki) ona dar bir geçim vardır ve onu Kıyamet günü kör olarak haşrederiz.)[302]
3.
Kendisiyle ve çevresindeki kainatla çatışma içinde yaşar:
Çünkü nefis tevhid üzere yaratılmıştır. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ((O halde yüzünü), Allah'ı bir
tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına (doğrult).)[303] Vücudu, yaratıcısına teslim olmuş ve
O’nun düzenine uygun hareket etmek istemektedir. Kafir ise onun yaratılışını
bozmaktan başkasını kabul etmez. Kendi seçimine bırakılan işlerde Rabbinin emrine
aykırı yaşar. Vücudu teslim olsa da, onun seçimi vücudunun teslimiyetine
aykırıdır. O, çevresindeki kainat ile de çatışma içindedir. Çünkü en büyük
gezegeninden en küçük haşeresine kadar bu kainatın tamamı, Rabbinin kendisi
için belirlediği kader üzere hareket eder. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi. Ona ve
yerküreye: "İsteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin." dedi. Her
ikisi de: "İsteyerek geldik" dediler.)[304] Daha da ötesi bu kainat, Allah’a
teslimiyetinde kendisine uyanı sever ve bu konuda kendine ters düşenden
hoşlanmaz. Kafir, Rabbine muhalif ve O’na karşı bir konuma oturmuştur. Bu
nedenle; göklerin, yerin ve diğer yaratılmışların ondan nefret etmeleri,
küfründen ve inkarından nefret etmeleri hak olur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ((Yahudilerle Hıristiyanlar) "Rahmân, çocuk
edindi" dediler. Yemin olsun ki, siz çok çirkin bir şey söylediniz. Az kalsın,
söyledikleri sözden gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar parçalanıp dağılacaktı,
O Rahmân'a çocuk isnat ettiler diye... Halbuki Rahmân'a çocuk edinmek yaraşmaz.
Göklerde ve yerde bulunan hiçbir kimse yoktur ki (Kıyamet günü) Rahmân'ın
huzuruna kul olarak çıkmasın.)[305] Allah Subhanehu, Firavun ve askerleri
hakkında şöyle buyurur: (Gök ve yer onların
üzerine ağlamadı. Onlara mühlet de verilmedi.)[306]
4.
Cahil olarak yaşar:
Çünkü küfür cahilliktir. Daha da ötesi, cehaletin en
büyüğüdür. Çünkü kafir, Rabbini bilmez. Rabbinin yarattığı ve eşsiz bir şekilde
yoktan var ettiği bu kainatı seyreder, kendi üzerindeki büyük sanatı ve yüce
yaratılışı görür, sonra da bu kainatı yaratanı ve kendisini bir araya getireni
tanımaz. Bu cahilliğin en büyüğü değil midir?
5.
Kendi nefsine ve etrafındakilere zulmederek yaşar:
Çünkü kendisini, yaratıldığı şeyin dışında bir amacın
hizmetine sunmuştur. Rabbine ibadet etmemiş, hatta başkasına ibadet etmiştir.
Zulüm, bir şeyi bulunması gereken yere koymamaktır. Hangi zulüm; ibadeti,
ibadete layık olmayana yöneltmekten daha büyük olabilir? Lokman el-Hakim, şirk
koşmanın çirkinliğini açıklayarak şöyle demiştir: Hani bir zaman Lokman, oğluna
öğüt vererek demişti ki: ("Yavrucuğum!
Allah'a ortak koşma, çünkü Allah'a ortak koşmak (şirk), elbette büyük bir
zulümdür.")[307] O, etrafındaki insanlara ve diğer
yaratıklara da zulmetmiştir. Çünkü, hak sahibine hakkını vermez. Kıyamet günü
gelince de, zulmettiği her insan veya hayvan, hakkını ondan almasını talep
eder.
6.
Kendini dünyada, Allah’ın öfkesine ve nefretine maruz bırakır:
Geciktirilmeden verilmiş bir ceza olarak felaketlerin ve
musibetlerin inmesine hedef olur. Allah celle celâluhu şöyle buyurur: (Sinsice kötü tuzaklar kuranlar, Allah'ın kendilerini yerin
dibine geçiremeyeceğinden, yahut bilemeyecekleri bir yerden azabın gelmeyeceğinden
emin mi oldular? Yahut (rızk için) dolaşıp dururlarken (Allah'ın azabının)
kendilerini yakalayıvermesinden emin mi oldular? Üstelik onlar, azabı
engelleyici de değillerdir. Yahut da kendilerini azar azar yakalayıp helak
etmesinden emin mi oldular? Şüphesiz Rabbiniz çok şefkatlidir, çok
merhametlidir.)[308] Ve şöyle buyurur: (O küfürde direnenlerin kendi sanatlarıyla başlarına musibet
inip duracak, ya da yurtlarının yakınına konacak. Nihayet Allah'ın vaadi
gelecek. Muhakkak ki, Allah vaat ettiği zamanı şaşırmaz.)[309] Ve yine şöyle buyurur: (Yoksa o ülkelerin halkı, kuşluk vakti eğlenirlerken onlara
azabımızın gelmeyeceğinden emin mi idiler?)[310] Bu Allah’ın zikrinden yüz çeviren
herkesin durumudur. Allah Teâlâ geçmişte yaşayan ve Allah’ı inkar eden
milletlerin uğradıkları cezaları bildirerek şöyle buyurur: (Nitekim onlardan her birini günahları sebebiyle suç üstü
yakaladık. Kiminin üzerine taşlar savuran rüzgarlar gönderdik, kimini korkunç
bir ses yakaladı, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah
onlara zulmetmiyor, asıl onlar kendilerine yazık ediyorlardı.)[311] Ayrıca etrafında, Allah’ın cezasına
uğramış insanların başına gelen musibetleri görürsün.
7.
Onun için başarısızlık ve hüsran yazılması:
İşlediği zulüm nedeniyle, kalplerin ve ruhların
yararlandığı en büyük nimeti kaybetmiştir. Bu; Allah’ı tanımak, O’na yakararak
yalnızlığını gidermek ve O’nunla huzur bulmaktır. Dünyayı kaybetmiştir, çünkü
orada dert ve şaşkınlık dolu bir yaşam sürer. Kendisi için topladığı nefsini
kaybeder, çünkü onu yaratıldığı amaca uygun kullanmamıştır. Dünyada onunla
mutlu olmamıştır. Çünkü bedbaht olarak yaşamış, bedbaht olarak can vermiştir ve
bedbahtlarla birlikte yeniden diriltilecektir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Kimin (sevap) tartıları hafif gelirse, işte onlar da
âyetlerimize haksızlık etmelerinden ötürü kendilerini ziyana sokanlardır.)[312] Ailesini kaybetmiştir; çünkü onlarla
birlikte Allah’ı inkar üzere yaşamıştır. Onlar da kendisi gibi aynı
bedbahtlığın ve sıkıntının içindedir ve sonunda da gidecekleri yer cehennemdir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Asıl hüsrana
düşenler, Kıyamet günü kendilerine ve mensuplarına ziyan edenlerdir.)[313] Kıyamet günü cehenneme sürülürler ve bu
ne kötü bir sondur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Toplayın
mahşere o zulmedenleri, eşlerini ve Allah'tan başka taptıkları şeyleri.
Toplayın da götürün onları sırata (cehennem köprüsüne) doğru.)[314]
8.
Rabbini inkar ederek ve O’nun nimetlerine karşı nankörlük ederek yaşar:
Allah onu yoktan var etmiş, üzerine bütün nimetleri
yağdırmıştır. Bu nedenle, nasıl olur da başkasına ibadet eder, başkasını dost
edinir ve başkasına şükreder. Hangi inkar bundan daha büyüktür? Hangi nankörlük
bundan daha çirkindir?
9. Gerçek
hayattan mahrum kalır:
Çünkü gerçek hayata layık olan insan, Rabbine iman edendir.
Gayesini bilen, nereye gittiği belli olan, yeniden dirileceğine kesin olarak inanan
ve bu nedenle her hak sahibine hakkını veren, hiç hak yemeyen ve hiçbir
yaratılmışa eziyet vermeyendir. Mutluluk içerisinde yaşar; dünyada ve ahirette,
iyi hayata ulaşır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Erkek
olsun, kadın olsun, mümin olarak kim iyi amel işlerse muhakkak onu güzel bir
hayat ile yaşatacağız ve yapmakta oldukları amellerin daha güzeliyle
mükafatlarını elbette vereceğiz.)[315] Ahirette ise, (Adn cennetlerinde hoş yerlere koyar. İşte büyük kurtuluş budur.)[316]
Bu dünyada hayvanların yaşadığı gibi yaşayan; Rabbini
tanımayan, gayesini ve nereye gittiğini bilmeyen, daha da ötesi bütün amacı
yeme, içme ve uyuma olana gelince, onunla hayvanlar arasında ne fark vardır? Hatta
o, onlardan daha da değersizdir. Allah celle ve alâ şöyle buyurur: (Andolsun ki, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem
için yarattık. Onların kalpleri vardır, fakat onunla gerçeği anlamazlar.
Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla
işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. Bunlar
da gafillerin ta kendileridir.)[317] Ve şöyle buyurur: (Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten söz dinleyeceğini
yahut akıllanacağını mı sanıyorsun? Gerçekte onlar hayvanlar gibidir, hatta
gidişçe daha sapıktırlar.)[318]
10.
Ebedi olarak azapta kalır:
Çünkü kafir bir azaptan diğerine dolaşır. Eziyetlerini ve
musibetlerini tatmış olarak dünyadan ahirete göçer. Ölüm meleklerinin kendisine
uğradığı ilk anda azap melekleri ona hak ettiği azabı tattırmak için ölüm
meleklerinin önüne geçer. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Melekler, o kâfirlerin yüzlerine ve sırtlarına vura vura
canlarını alırken hallerini bir görmeliydin.)[319] Sonra ruhu çıkıp kabre konulunca daha
şiddetli bir azapla karşılaşır. Allah
Teâlâ, Firavun ailesinin halini bildirerek şöyle buyurur: (Onlar, sabah akşam ateşe arz olunurlar. Kıyamet kopacağı
gün de: "Firavun hanedanını azabın en şiddetlisine tıkın!" (denilecektir).)[320] Sonra da; Kıyamet günü gelip yaratılmışlar
yeniden diriltilince, ameller ortaya konulunca ve kafir, yaptığı bütün
amellerin Allah azze ve celle’nin (O gün
herkesin amel defteri ortaya konulmuştur. Günahkârların, amel defterlerinden
korkarak: "Eyvah bize! Bu nasıl deftermiş ki, büyük küçük hiçbir şey
bırakmadan hepsini saymış dökmüş" dediklerini görürsün.)[321] buyurarak haber verdiği kitapta
toplandığını görünce; işte orada kafir toprak olmayı dileyecektir. (O gün kişi ellerinin ne takdim ettiğine bakacak ve kâfir
diyecek ki: "Ah ne olaydı, ben bir toprak olaydım.")[322]
Bulunduğu konumun korkusunun şiddetinden insan yeryüzünde
bulunan her şeye sahip olsa, o günün azabından kurtulmak için feda etmek
isteyecek. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Eğer
bütün yeryüzündekiler ve bir o kadarı da beraber o zulmedenlerin olsaydı, Kıyamet
günü azabın kötülüğünden kurtulmak için onu mutlaka feda ederlerdi.)[323] Ve şöyle buyurur: (Birbirlerine gösterilirler. Suçlu o günün azabından
kurtulmak için fidye vermek ister; oğullarını, eşini ve kardeşini, kendisini
barındıran, içinde yetiştiği tüm ailesini, ve yeryüzünde bulunanların hepsini
ki, tek kendini kurtarabilsin.)[324]
Çünkü o yurt; temenni etme yurdu değil, yapılanın
karşılığını alma yurdudur. İnsan mutlaka yaptığının karşılığını; iyi ise iyi,
kötü ise kötü alacaktır. Kafirin ahirette karşılaşacağı en kötü şey cehennem
azabıdır. Allah, yaptıkları işlerin vebalini tatmaları için cehennem ehline
çeşitli azaplar belirlemiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (İşte bu, suçluların yalanladığı cehennemdir. Onunla kaynar
su arasında dolaşırlar.)[325] Ve cehennem ehlinin içeceğini ve giyeceğini
bildirerek şöyle buyurur: (İnkar edenler için
ateşten elbiseleri biçilmiştir. Başlarının üstünden kaynar su dökülür. Bununla
karınlarındaki ve derileri eritilir. Bir de bunlara demirden kamçılar vardır.)[326]
Sonsöz
Ey insan! Tamamen bir hiçtin. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (O insan, daha önce hiçbir şey değilken kendisini yoktan
var ettiğimizi hatırlamaz mı?)[327] Sonra Allah seni bir damladan yarattı.
Seni işitir ve görür yaptı. Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Gerçekten insan üzerine zamandan öyle bir müddet geldi ki
o zaman o, anılmaya değer bir şey değildi. Doğrusu biz insanı, imtihan etmek
için karışık bir nutfeden (erkek ve kadın sularından) yarattık da onu işitici,
görücü yaptık.)[328] Sonra güçsüzlükten adım adım güçlülüğe
geçtin.
Sonunda yine bir başka güçsüzlüğe döndürüleceksin. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: (Allah O'dur ki, sizi
güçsüz olarak yaratır, sonra güçsüzlüğün arkasından kuvvet verir. Sonra
kuvvetin arkasından yine güçsüzlüğe ve ihtiyarlığa getirir. O dilediğini
yaratır. Ve O, her şeyi bilir, her şeye gücü yeter.)[329] Ve şüphesiz son ise ölümdür. Sen bu
aşamalarda bir güçsüzlükten diğerine geçerken güç, kuvvet ve besin gibi
Allah’ın verdiği nimetlerden yardım almadan ne kendinden zararı
uzaklaştırabilirsin, ne de kendine fayda sağlayabilirsin. Sen, yaratılışın
gereği fakir ve muhtaçsın. Hayatının devamı için ihtiyacın olan ve elinin
altında bulunmayan ne çok şey var! Bazen ona ulaşırsın, bazen de ulaşamazsın.
Sana yarar sağlayan ve sahip olmak istediğin bir çok şey var ki; bazen elde
edersin, bazen de edemezsin.
Sana zarar veren, ümitlerini yıkan, çabalarını boşa
çıkaran, sana sıkıntılar ve felaketler getiren ve kendinden uzaklaştırmak
istediğin bir çok şey var ki, bazen uzaklaştırırsın, bazen de
uzaklaştıramazsın… Allah Teâlâ, (Ey insanlar! Siz Allah'a muhtaçsınız. Allah ise zengin ve
her hamde lâyıktır.)[330] buyururken Allah’a ihtiyacını ve yoksulluğunu
hissetmiyor musun? Çıplak gözle görülmeyen küçücük bir virüs sana musallat olur
da seni hasta düşürür. Onu kendinden uzaklaştıramazsın ve seni tedavi etmesi
için, kendin gibi güçsüz bir insana gidersin. Bazen verilen ilaç doğru olur.
Bazen de doktor çaresiz kalır; hasta da, doktor da ne yapacağını bilemez.
Ne kadar da güçsüzsün, ey ademoğlu! Sinek bile senden bir
şey alsa, onu tekrar ondan geri alamazsın. Allah ne doğru buyurur: (Ey insanlar! Bir misal verilmektedir, şimdi ona iyi kulak
verin: Sizin Allah'ı bırakıp taptıklarınız bir araya gelseler, bir sinek bile
yaratamayacaklardır. Sinek onlardan bir şey kapsa onu kurtaramazlar. İsteyen
de, istenen de âcizdir.)[331] Sineğin aldığını dahi kurtaramazken,
kendi işinden neye sahipsin? “Yönetimin, Allah'ın elinde ve nefsin O’nun
elindedir. Kalbin, Rahman’ın parmaklarından iki parmağın arasındadır, dilediği
gibi onu çevirir. Hayatın ve ölümün O’nun elindedir. Mutluluğun ve mutsuzluğun
O’nun elindedir. Hareketin, sükunetin ve sözlerin Allah’ın izni ve
dilemesiyledir. Ancak O’nun izniyle hareket eder ve ancak O’nun dilemesiyle
yaparsın. Seni kendi nefsine bıraksa acizliğe, güçsüzlüğe, ihmale, günaha ve
hataya bırakmış olur. Senin için, göz açıp kapayıncaya kadar O’ndan müstağni
olmak yoktur. Bilakis sen, nefes alıp verdikçe, gizli ve aşikar hallerinde O’na
muhtaçsın. Üzerine, nimetler yağdırır ve sen O’na, her yönden şiddetle ihtiyaç
duyduğun halde, günahlar ve küfürle kötü karşılık verirsin. O’na döndürüleceğin
ve O’nun önünde duracağın halde O’nu tamamen unuttun!”[332]
Ey insan!.. Güçsüzlüğüne ve günahlarının sonucuna
katlanmaktan aciz oluşuna bakarak (Allah,
(ağır yükümlülükleri) sizden hafifletmek istiyor. Çünkü insan sabır ve tahammül
bakımından zayıf yaratılmıştır.)[333] Allah; rasuller gönderdi, kitaplar
indirdi ve kurallar belirledi. Doğru yolu önüne koydu. Açıklamalar ve
hüccetler, şahitler ve deliller koydu. Hatta her şeyde senin için; birliğine,
rabliğine ve ilahlığına işaret eden bir ayet yarattı. Sen ise hakkı batılla
uzaklaştırıyorsun. Allah’ın dışında şeytanı dost ediniyorsun ve haksız yere
tartışıyorsun. (İnsan, her şeyden çok
mücadelecidir.)[334] İçerisinde dönüp durduğun Allah’ın
nimetleri sana başlangıcını ve sonunu unutturdu! Bir damla sudan yaratıldığını,
sonunun bir çukur olacağını ve ölümden sonra cennete ya da cehenneme gideceğini
hatırlamıyor musun? Allah Teâlâ şöyle buyurur: (İnsan,
kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmedi mi de, şimdi apaçık bir hasım
kesildi? Yaratılışını unutarak bize bir de misal getirmeye kalkıştı: "Kim
diriltecekmiş o çürümüş kemikleri?" dedi. De ki: "Onları ilk defa
yaratan diriltecek ve o her yaratmayı bilir.")[335] Ve şöyle buyurur: (Ey insan! Seni yaratıp seni düzgün ve dengeli kılan, seni
istediği bir şekilde birleştiren, ihsanı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?)[336]
Ey insan!.. Fakirlikten kurtarıp zenginleştirmesi,
hastalıktan kurtarıp şifa vermesi, sıkıntını gidermesi, günahını bağışlaması,
darlıktan kurtarması, zulme uğradığında sana yardım etmesi, şaşkınlığa düştüğünde
ve saptığında seni doğruya yönlendirmesi, bilmediğini öğretmesi, korktuğunda
seni güvende kılması, güçsüz halinde sana acıması, düşmanlarını senden
uzaklaştırması ve sana rızkını vermesi için Allah’ın huzurunda durup
yalvarmanın lezzetinden niçin kendini mahrum ediyorsun?[337]
Ey insan! Din nimetinden sonra, Allah’ın insana bağışladığı
en büyük nimet akıl nimetidir. Öyle ki onunla kendisine yarar verecek ve
kendisine zarar verecek şeyleri ayırsın. Allah’ın emir ve yasaklarını anlasın.
En büyük gayeyi, bir tek olan ve ortağı bulunmayan Allah’a kulluğu bilsin.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Sizde nimet namına
ne varsa hep Allah'dandır. Sonra size sıkıntı dokununca Allah'a feryat
edersiniz. Sonra Allah bu sıkıntıyı sizden kaldırdığı zaman, bir de bakarsınız
ki, içinizden bir topluluk, hemen Rablerine ortak koşarlar.)[338]
Ey insan!.. Akıllı insan değerli işleri sever ve aşağılık
işlerden hoşlanmaz. Peygamberler ve salihler gibi her değerli ve salih insanı
rehber edinmek ister. Onlara katılmak için çaba gösterir. Bunun yolu, Allah
Subhanehu’nun şu kavliyle kendisine yönlendirdiği şeydir: (Gerçekten Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi
sevsin ve suçlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok esirgeyici ve bağışlayıcıdır.)[339] Bunu yerine getirince Allah Teâlâ şöyle
buyurur: (Kim Allah'a ve Peygambere itaat
ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle,
sıddıklarla, şehitlerle, iyilerle birliktedir. Bunlar ne güzel arkadaştır!)[340]
Ey insan!.. Sana, nefsinle baş başa kalmayı öğütlerim.
Sonra sana gelen hakkı incelersin. Delillerine bakar ve üzerinde düşünürsün.
Şayet onu hak bulursan ona tabi ol! Adet ve geleneklerin esiri olma! Bil ki;
nefsin senin için yaşıtlarından, arkadaşlarından ve dedelerinin mirasından daha
değerlidir. Allah, kafirlere bunu öğütlemiş ve onları buna teşvik etmiştir.
Allah Subhanehu şöyle buyurur: (Size sadece
bir tek nasihat edeceğim. Şöyle ki: Allah için ikişer, üçer ve teker teker
kalkarsınız, sonra da iyi düşünürsünüz." Arkadaşınızda (peygamberde)
delilikten eser yoktur. O, yalnız şiddetli bir azabın önünde, sizi sakındıracak
bir peygamberdir.)[341]
Ey insan!.. Müslüman olduğunda hiçbir şey kaybetmeyeceksin.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: (Bunlar, Allah'a ve
ahiret gününe iman etselerdi ve Allah'ın verdiği rızıktan gösterişsiz harcasalardı
kendilerine ne zarar gelirdi? Allah onların söz ve işlerini çok iyi bilendir.)[342] İbni Kesir rahimehullah şöyle der:
“Şayet Allah’a iman edip övülen yola koyulsalardı, güzel bir şekilde ibadet
eden için ahirette vaat edileni umarak Allah’a iman etselerdi, Allah’ın kendilerine
verdiği rızıktan bir kısmını, Allah’ın sevdiği ve razı olduğu yönlerde infak
etselerdi onlara ne zarar verirdi? O, onların düzgün ve bozuk niyetlerini
bilendir. Onların arasından başarıya layık olanları bilendir. Onu başarılı kılar
ve ona ilham eder. Ona, onunla kendisinden razı olacağı salih ameli nasip eder.
Yüce ve ilahi huzurundan kovulmayı ve terk edilmeyi hak edeni de bilendir.
O’nun kapısından kovulan dünya ve ahirette ziyana uğramış ve kaybetmiştir.”[343] Müslüman olman, Allah’ın
sana helal kıldığı hiçbir şeyi yapmana veya almana engel değildir. Bilakis
Allah, dünyanı düzelten ve malını, makamını ve şerefini artıran bir fiil bile olsa
Allah’ın rızasını dileyerek yaptığın her fiil için seni mükafatlandırır. Daha
da ötesi, Allah için haramı bırakıp helal ile yetinmeye niyet ettiğinde,
yaptığın mubah işlerde bile senin için bir mükafat vardır. Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur: “Sizden birinin cinsel ilişkiye
girmesinde dahi bir sadaka vardır.” Derler ki: “Ey Allah’ın Rasulü! Bizden biri
şehvetini gidermeye gelir de ona ecir mi olur?” Şöyle buyurur: “Ne dersiniz;
onu haramda giderseydi üzerine bir günah olur muydu? Aynı şekilde onu helalde
giderince onun için bir ecir olur.”[344]
Ey insan! Allah’ın elçileri hakkı getirdi ve Allah’ın
isteğini iletti. Bu hayatta basiret üzere yürümek ve ahirette kazananlardan
olmak için insanın, Allah’ın şeriatını bilmeye ihtiyacı vardır. Allah Teâlâ
şöyle buyurur: (Ey insanlar, Rasul size,
Rabbi'nizden hakkı (gerçeği) getirdi. Kendi yararınıza olarak ona inanın. Eğer
inkâr ederseniz, bilin ki göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır. Allah
bilendir, hikmet sahibidir.)[345] Ve
şöyle buyurur: (De ki: "Ey insanlar! İşte
size Rabbinizden hak geldi. Artık kim hidayeti kabul ederse kendi canı için
kabul etmiş olur. Kim sapıklık ederse kendi zararına sapıklık etmiş olur. Ve
ben sizin üzerinize vekil değilim.")[346]
Ey insan! Müslüman olursan, ancak
kendine fayda vereceksin. İnkar edersen de, ancak kendine zarar vereceksin. Şüphesiz Allah, kullarından müstağnidir.
İsyan edenlerin isyanı O’na zarar vermez. İtaat edenlerin itaati de O’na fayda
vermez. O’na ancak O’nun bilgisi dahilinde isyan edilir ve ancak izni ile ona
itaat edilir. Nebisi sallallahu aleyhi ve sellem’in bildirdiği gibi, Allah
Teâlâ şöyle buyurur: “Ey kullarım! Ben nefsime zulmü haram ettim, onu sizin
aranızda da haram kıldım. Öyleyse birbirinize zulmetmeyin. Ey kullarım! Hidayet
verdiklerim dışında hepiniz doğru yoldan sapmışlarsınız. Öyleyse benden hidayet
isteyin de size hidayet vereyim! Ey kullarım! Benim yedirdiklerim hariç,
hepiniz açlarsınız. Öyleyse benden yiyecek isteyin de size yiyecek vereyim! Ey
kullarım! Benim giydirdiklerim hariç hepiniz çıplaklarsınız! Öyleyse benden
giyinme talep edin de sizleri giydireyim! Ey kullarım! Sizler gece ve gündüz
hata işliyorsunuz. Ben ise bütün günahları affederim. Öyleyse benden bağışlanma
talep edin de sizleri bağışlayayım. Ey kullarım! Bana zarar verme mevkiine
ulaşamazsınız ki bana zarar veresiniz! Bana fayda sağlama mertebesine de ulaşamazsınız
ki bana menfaat sağlayasınız. Ey kullarım! Şayet sizlerin öncekileri,
sonrakileri; insi olanları, cinni olanları hepsi de sizden en muttaki bir
insanın kalbi üzere olsaydınız, bu benim mülkümde hiç bir şeyi zerre miktar
artırmazdı. Ey kullarım! Eğer sizin öncekileriniz ve sonrakileriniz, insi
olanlarınız, cinni olanlarınız sizden en facir bir kimsenin kalbi üzere
olsaydınız, bu benim mülkümden zerre kadar bir şey eksiltmezdi. Ey kullarım!
Eğer sizlerin öncekileri ve sonrakileri, insi olanları, cinni olanları bir
düzlükte toplanıp bana talepte bulunsaydınız, ben de her insana istediğini
verseydim bu, benim katımda olandan, iğnenin denize batırıldığı zaman denizde oluşturduğu
eksilme kadar bir noksanlık ancak meydana getirirdi. Ey kullarım! Bunlar sizin
amelleriniz, onları sizin için sayıyorum. Sonra bunların karşılığını size vereceğim.
Öyleyse sizden kim bir hayırla karşılaşırsa Allah'a hamd etsin. Kim de hayır
değil de başka bir şey bulursa, kendinden başkasını kınamasın.”[347]
Alemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun. Nebilerin ve rasullerin
en değerlisi, Nebimiz Muhammed’e; ailesine ve tüm ashabına salât ve selam
olsun.
İçindekiler
Önsöz
................................................................... 2
Bu Gidiş Nereye?
................................................... 7
Allah’ın Varlığı ve Birliği, Rubûbiyyeti ve
Ulûhiyyeti 8
Kainatın Yaratılışı
............................................... 23
Kainatın Yaratılışındaki Hikmet
.......................... 28
İnsanın Yaratılışı ve Şereflendirilmesi
................ 32
Kadının Konumu
................................................ 38
İnsanın Yaratılış Hikmeti
.................................... 43
İnsanların Dine İhtiyacı
....................................... 47
Hak Dinin Ölçütleri .............................................. 53
Dinlerin Kısımları
................................................ 60
Mevcut Dinlerin Durumu
..................................... 63
Peygamberlik Gerçeği
........................................ 72
Peygamberliğin Alametleri .................................. 77
İnsanların Peygamberlere İhtiyacı
...................... 80
Ahiret
.................................................................. 86
Peygamberlerin Davetinin Asılları
...................... 93
Ölümsüz Çağrı ................................................... 96
Peygamberliğin Sona Erdirilmesi
....................... 107
İslam Kelimesinin Anlamı
................................... 111
İslam Gerçeği
..................................................... 113
Küfür Gerçeği
..................................................... 116
İslam'ın Asılları Ve Kaynakları
........................... 120
İslam Dini'nin Dereceleri
.................................... 132
Birinci Derece: İslam
......................................... 132
İslam'da İbadet
.................................................. 139
İkinci Derece: İman
............................................ 141
Üçüncü Derece: İhsan
....................................... 160
İslam'ın Güzel Yönleri
........................................ 163
1-Allah'ın dinidir
................................................ 165
2-Kapsamlıdır
................................................... 165
3-Yaratılmışı Yaratıcı'ya bağlar
........................ 166
4-Dünya ve ahiret yararlarını gözetir
................ 167
5-Kolaydır
......................................................... 168
6-Adaletlidir
....................................................... 169
7-İyiliği emreder ve kötülükten alıkoyar
............. 170
Tevbe ................................................................ 171
İslam'a Girmeyenin Sonu
.................................. 176
1-Korku ve güvensizlik
...................................... 177
2-Sıkıntılı yaşam
............................................... 178
3-kendisiyle ve çevresindeki kainatla
çatışma
içinde yaşar
................................................................ 179
4-Cahil olarak yaşar
......................................... 180
5-Kendi nefsine ve etrafındakilere
zulmederek
yaşar ................................................................ 180
6-Kendini dünyada, Allah'ın öfkesine ve
nefretine maruz bırakır .................................................... 181
7-Onun için başarısızlık ve hüsran yazılması
... 183
8-Rabbini inkar ederek ve O'nun nimetlerine
karşı nankörlük ederek yaşar
.................................... 183
9-Gerçek hayattan mahrum kalır
...................... 184
10-Ebedi olarak azapta kalır
............................ 185
Sonsöz
........................................................... 187
[1] 33/el-Ahzab/40 Bu, Allah’ın Muhammed
sallallahu aleyhi ve sellem’e indirdiği Kur’an-ı Kerim’den bir ayettir. Bu
kitabımda, Kur’an-ı Kerim’den bir çok ayet yer almaktadır. Bunlar çoğunlukla,
“Allah Teâlâ şöyle buyurur” ifadesiyle belirtilmektedir. Bu kitabın ilerleyen sayfalarında Kur’an-ı Kerim ile ilgili kısa bir
tanıtım bulabilirsiniz.
[2] 15/el-Hicr/9
[3] 13/Yusuf/108
[4] 46/el-Ahkâf/35
[5] 3/Âl-i Imrân/200
[6] 3/Âl-i Imran/19
· Daha geniş bilgi için
bkz. El-Akidetu’s Sahiha ve ma Yudaadduha / Abdulaziz b. Bâz ve Akidetu Ehli’s
Süne ve’l Cemaa / Muhammed b. Salih el-Useymin
[7] 112/el-İhlas/1-4
[8] 7/el-A’raf/54
[9] 13/er-Ra’d/2-3, 8-9
[10] 13/er-Ra’d/16
[11] 41/Fussilet/37-39
[12] 30/er-Rûm/22-23
[13] 2/el-Bakara/255
[14] 40/Ğafir/el-Mü’min/ 3
[15] 59/el-Haşr/23
[16] 52/et-Tûr/35-36
[17] Bkz. Mecmûu’l Fetâvâ / İbni Teymiyye 1/47-49,
73
[18] 30/er-Rûm/30
[19]
Buhari; Kitabu’l Kader, Bâb no: 3 ve Müslim; Kitabu’l Kader, Hadis no: 2658
[20]
Hak din ve doğru inanç üzere olan. (Çev.)
[21]
Ahmed; Müsned (4/162) ve Müslim; Kitabu’l Cenne ve Sıfati Naîmiha ve Ehliha,
Hadis no: 2865
[22]
Bkz. Mecmûul Fetâva / İbni Teymiyye (14/380-383 ve 7/75)
[23]
29/el-Ankebut/61-63
[24]
43/ez-Zuhruf/9
[25]
39/ez-Zumer/8
[26]
10/Yunus/22-23
[27]
31/Lokman/32
· Daha geniş bilgi için
bkz. Kitabu’t Tevhid / Muhammed b. Abdulvahhâb
[28]
Bkz. Şerhu’l Akideti’t Tahaviyye (sf. 39)
[29]
23/el-Mu’minun/91
[30]
17/el-İsrâ/42
[31]
34/Sebe’/22-23
[32]
Bkz. Gurratu Uyûni’l Muvahhidîn / Abdurrahman b. Hasen (sf. 100)
[33]
21/el-Enbiya/22
[34]
Bkz. Fethu’l Kadir (3/403)
[35]
Bkz. Miftâhu Dâri’s Seâde (1/260)
[36]
21/el-Enbiya/25
[37]
11/Hûd/26
[38]
21/el-Enbiya/108
[39]
39/ez-Zümer/29
[40]
41/Fussilet/9-12
[41]
21/el-Enbiya/30-32, Ayrıca bkz. Ra’d Suresi ilk ayetleri
[42]
Bu bölüm, Miftâhu Dâri’s Seâde’nin çeşitli yerlerinden derlenmiştir.
(1/251-269)
[43]
45/Câsiye/13
[44]
14/İbrahim/32-34
[45]
Ayetler için bkz. 30/er-Rûm/22-25
[46]
29/el-Ankebût/64
[47]
30/er-Rûm/27
[48]
40/ Ğâfir/el-Mü’min /57
[49]
13/er-Ra’d/2
[50]
62/el-Cum’a/1
[51]
22/el-Hacc/18
[52]
24/en-Nûr/41
[53]
7/el-A’râf/11-25
[54]
23/el-Mü’minûn/14
[55]
Miftâhu Dâri’s Seâde (1/327-328), Ayetler: 14/İbrahim/32-34
[56]
17/el-İsrâ/70
[57]
4/en-Nisâ/7
[58]
2/el-Bakara/228
[59]
9/et-Tevbe/71
[60]
17/el-İsrâ/23-24
[61]
3/Âl-i Imrân/195
[62]
16/en-Nahl/97
[63]
4/en-Nisâ/124
[64]
Sifru’l Câmia, (7/25-26) Eski Ahit’i Yahudiler
de, Hıristiyanlar da kutsal kabul eder ve ona inanır.
[65]
Silsiletu Mukaareneti’l Edyân / Dr. Ahmed Çelebi (3/210-213)
[66]
9/et-Tevbe/71
[67]
2/el-Bakara/228
[68]
17/el-İsrâ/23-24
[69]
51/ez-Zâriyât/56
[70]
Bkz. Miftâhu Dâri’s Seâde (1/6-11)
[71]
Bkz. Et-Tedmûriyye / İbn Teymiyye (sf.213-214), Miftâhu Dâri’s Seâde (2/383)
[72]
Bkz. Ed-Din / Muhammed Abdullah Derrâz (sf.87)
[73]
a.g.e. (sf. 88)
[74]
Bkz. a.g.e. (sf. 84, 98)
[75]
Bkz. El-Fevaid (sf 18,19)
[76]
Bkz. Ed-Din (sf. 98,102)
[77] 4/en-Nisa/163
[78] 21/el-Enbiya/25
[79] 7/el-A’râf/73
[80] 21/el-Enbiya/25
[81] 6/el-En’âm/151
[82] 43/ez-Zuhruf/45
[83] 4/en-Nisa/82
[84] 7/el-A’raf/154
[85]
19/Meryem/21
[86]
11/Hûd/63
[87]
17/el-İsra/82
[88]
5/el-Maide/44
[89]
5/el-Maide/46
[90]
9/et-Tevbe/33
[91]
20/Tâ-Hâ/1-2
[92]
30/er-Rum/30
[93]
46/el-Ahkaf/30
[94]
20/Tâ-Hâ/1-2
[95]
4/en-Nisa/29
[96]
49/el-Hucurat/13
[97]
15/el-Hicr/9
[98] 87/el-A’lâ/1-3
[99] 20/Tâ-Hâ/50
[100] 26/eş-Şuara/78,
Bkz. El-Cevâbu’s Sahih limen Beddele Dine’l Mesih (4/97)
[101]
Bkz. Mecmûu’l Fetâvâ / Şeyhulislam İbni Teymiyye (4/210-211)
·
Daha geniş bilgi için bkz. “İfhâmu’l Yehûd” / Samuel bin Yahya el-Mağribi.
Yazar, Yahudiliği terkedip Müslümanlığı seçmiştir.
[102]
Jewish Encyclpaedia Vol. XLL (P.7) XLL. P. 568-69
[103]
Talmut kelimesi, Yahudi dinini ve âdâplarını öğreten kitap anlamındadır.
Talmut, çeşitli çağlardaki Yahudi alimlerinin “El-Mişna/Eş-Şeria” kitabına
yazdıkları haşiyelerden ve şerhlerden oluşmaktadır.
[104]
Daha çok ayrıntı için bkz. “El-Yehûd alâ Hasebi’t Telmûd” / Dr. Rohlange,
Fransızca’dan Arapça’ya çevrilmiştir. “El-Kenzu’l Marsûd fi Kavâidi’t Telmûd” /
Yusuf Hanna Nasrullah
·
Daha geniş bilgi için bkz. “El-Cevâbu’s Sahih limen Beddele Dine’l Mesih” / Şeyhulislam
İbni Teymiyye, “İzhâru’l Hakk” / Rahmetullah bin Halil El-Hindi, “Tuhfetu’l
Erîb fi’r Reddi alâ Ubbâdi’s Salîb” / Abdullah Et-Tercüman. Hıristiyanlığı terk
ederek İslam’ı seçmiştir.
[105]
Avrupalı meşhur yazar Draper’in “Es-Sıraa’ beyne’d Dîni ve’l İlim” isimli
eserine (sf. 40-41) bak.
[106]
Dâiratu’l Meârifi’l Katolikiyye el-Cedide’nin özeti, Mukaddes Teslis Makalesi
(14/295)
[107]
Rev. Jamecs Houstion Baxter in the History of Christionity in the Light of
Modern Knowledge Glasgow, 1929, P. 407.
[108]
Bkz. “İran fi Afdi’s Sasaniyyin” / Kopenhang Üniversitesi Doğu Dilleri Öğretim
Görevlisi ve İran Tarihi Uzmanı Prof. Arthur Kristensen, “Tarihu İran” / Şahin
Makareus El-Mecusi
[109]
İran fi Ahdi’s Sasaniyyin (sf. 155)
[110]
a.g.e. Bâbu’d Dini’z Zerdüşti Diyanetu’l Hukumeti (sf.183-233)
[111]
Bkz. "El-Hindu'l Kadime" / Haydarabat Üniversitesi Hint Uygarlığı
Tarihi Öğretim Görevlisi Aishura Toba, "İktişafu'l Hind; The Discovery of
India" / Hindistan eski Başbakanlarından Cevahir Lâl Nehru (sf. 201-202)
[112]
Bkz. "El-Hindu'l Kadime" / R. Dit, (3/276), "El-Hindukiyye
Es-Saaide" / L. S. S. O. Malley (sf. 6-7)
[113]
C. V. Vidya: History of Mediaval Hindu Vol I (Poone 1921)
[114]
Bkz. "Es-Siyretu'n Nebeviyye" / Ebu'l Hasen En-Nedvi (sf. 19-28)
[115] 20/Tâ-Hâ/124
[116] 6/el-En’am/82
[117] 11/Hûd/108
[118] 42/eş-Şûrâ/51
[119] 22/el-Hac/75
[120]
Tefsiru'l Kur'ani'l Azim / Ebu'l Fidâ İsmail bin Kesir El-Kureşi (3/64)
[121] 6/el-En’âm/8-9
[122] 25/el-Furkan/20
[123] 25/el-Furkan/21
[124] 16/en-Nahl/43
[125] 14/İbrahim/4
[126]
Bkz. "Levâmiu'l Envâr El-Behiyye" (2/265), "El-İslam" /
Ahmed Çelebi (sf. 114)
[127] 11/Hûd/62
[128] 11/Hûd/87
[129] 68/el-Kalem/4
[130] 6/el-En’am/124
[131] 3/Âl-i
İmran/33
[132] 39/ez-Zümer/30
[133] 13/er-Ra’d/38
[134] 8/el-Enfal/30
[135] 22/el-Hac/40
[136] 58/el-Mücadele/21
[137] 7/el-A’raf/158
[138]
Bkz. Mecmûu'l Fetâvâ / Şeyhulislam İbni Teymiyye (4/212-213)
[139] 6/el-En’âm/50
[140] 26/eş-Şuara/109,
127, 145, 164, 180
[141] 39/Sâd/86
[142] 16/en-Nahl/36
[143]
A'lâmu'n Nübüvve / Ali bin Muhammed El-Maverdi (sf. 33)
[144]
Ahmed bin Abdulhalim bin Abdusselam. İbni Teymiyye ismiyle meşhur. Hicri 661
yılında doğdu ve 728 yılında vefat etti. İslam alimlerinin büyüklerindendir.
Eşsiz bir çok eseri vardır.
[145]
Kâide fi Vücûbi'l İ'tisâm bi'r Risâle / Şeyhulislam İbni Teymiyye. Bkz.
Mecmûu'l Fetâvâ (19/99-102), Bkz. Levâmiu'l Envâr El-Behiyye (2/261-263)
[146]
Bkz. El-Cevâbu's Sahih (4/96)
[147]
Bkz. El-Fevâid / İbnu'l Kayyım (sf.6-7)
[148] 46/el-Ahkaf/33
[149] 36/Yâsin/81
[150] 30/er-Rum/27
[151] 36/Yasin/78-79
[152] 56/el-Vakıa/58-59
[153] 56/el-Vakıa/63-64
[154] 22/el-Hacc/5
[155] 38/S’ad/27
[156] 51/ez-Zariyat/56
[157] 38/Sâd/28
[158] 10/Yunus/4, Geçen konular
için bkz. “El-Fevâid” / İbnu'l Kayyım (sf. 6,9), “Et-Tefsiru'l Kebir” / Er-Râzi
(2/113-116)
[159]
Mecelletu'd Da'veti's Suudiyye, Sayı: 1722 Tarih: 19.09.1420 Hicri (sf. 37)
[160]
Şu surelerin belirtilen ayetlerinde, bu genel asıllara işaret edilmiştir:
2/el-Bakara/285,286; 6/el-En'am/151,153; 7/el-A'raf/33; 17/el-İsra/23,38
[161]
Muhammed b. Ebi Bekr b. Eyyub Ez-Zer'i. Hicri 691 yılında doğdu ve 751 yılında
vefat etti. İslam alimlerinin büyüklerindendir. Çok değerli eserleri vardır.
[162] 23/el-Mü’minun/71
[163]
Miftahu Dâri’s Seâde (2/383). Bkz. El-Cevâbu’s Sahih li Men Bedelde Dine’l
Mesih (4/322) ve Levâmiu’l Envâr; es-Sefârini (2/263)
[164] 23/el-Mü’minun/51-52
[165] 42/eş-Şura/13
[166]
Mecmûu'l Fetâvâ / Şeyhulislam İbni Teymiyye (2/6)
[167] 5/el-Maide/44
[168] 5/el-Maide/46
[169] 5/el-Maide/48
[170] 2/el-Bakara/285
·
Daha geniş bilgi için bkz. "Er-Rahiku'l Mahtûm" / Safiyyurrahman
El-Mubarekfûri
[171]
Bu kitaptaki, "Geçmiş Dinlerin Durumu" bölümüne bakınız.
[172] 28/el-Kasas/57
[173]
Bkz. "Mecmûu'l Fetâvâ" / Şeyhulislam İbni Teymiyye (4/201,211),
"İfhâmu'l Yehûd" / Samuel El-Mağribi (sf. 58,59)
[174]
Ed-Din ve’d Devle fi İsbâti Nübüvveti Nebiyyinâ Muhammed sallallahu aleyhi ve
sellem / Ali b. Rabben et-Taberi (sf. 47) Bkz. El-İ’lâm / el-Kurtubi (sf. 362
ve sonrası)
[175]
Yani Hudeybiye Sulhu döneminde ki, bu sulhun süresi on yıldır ve hicretin
altıncı yılında yapılmıştır. Bkz. Fethu’l Bâri (sf. 34)
[176]
Şam'da bir belde
[177]
Buhari; Kitabu Bed’il Vahy, Bâb no: 1
[178]
Ed-Dinu’l Fıtri el-Ebedi; Mübeşşir et-Tırâzi el-Hüseyni (2/319)
[179]
Geçen konular için bkz. "El-Akidetu't Tahaviyye" (sf. 156),
"Levâmiu'l Envâr El-Behiyye" (2/269,277), "Mebâdiu'l İslam"
(sf. 64)
[180]
Matta İncili (21:42)
[181]
Bkz. "Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem fi’t Tevrâti ve’l İncil" /
İbrahim Halil Ahmed (sf. 73). Hadisi ise; Buhari, Kitâbu’l Menâkıb’da, 18.
Bâb’da rivayet eder. Hadisin lafzı Buhari’den alınmadır. Müslim de, Kitâbu’l
Fedâil’de, (Hadis no: 2286), Ebu Hureyre radıyallahu anh’tan merfu olarak
rivayet eder. Hadis, İmam Ahmed’in Müsned’inde de rivayet edilir. (2/258,312)
[182] 33/el-Ahzab/40
[183]
İmam Ahmed; Müsned, (2/411,412), Müslim; Kitâbu'l Mesâcid, Hadis no: 523.
Hadisin lafzı, Müslim'deki rivayete aittir.
·
Daha geniş bilgi için bkz. "Mebâdiu'l İslam" / Hamûd bin Muhammed
El-Lâhim, "Delilun Muhtasarun li Fehmi'l İslam" / İbrahim Harb
[184] 76/el-İnsan/3
[185]
Mebâdiu'l İslam (sf. 3,4)
[186] 3/Âl-i İmram/83
[187] 3/Âl-i İmran/19
[188] 3/Al-i İmran/20
[189]
İmam Ahmed; Müsned, (5/3), İbni Hibban; Sahih (1/377)
[190]
İmam Ahmed; Müsned, (4/114), Heysemi, Mecmeu'z Zevâid'de (1/59) şöyle der:
"Ahmed ve benzerini Taberani el-Kebir'de rivayet eder. Ricali sika
(güvenilir)dir. Bkz. "Risâletu Fadli'l İslam" / Muhammed b.
Abdulvahhab (sf. 8)
[191]
Müslim; Kitâbu'l İman, Hadis no: 8
[192]
Buhari; Kitâbu'l İman, Bâb "El Müslimu men selime'l Müslimune min Lisanihi
ve Yedihi". Hadisin lafzı, Buhari'deki rivayete aittir. Müslim; Kitâbu'l
İman, Hadis no: 39
[193] 10/Yunus/71
[194] 10/Yunus/72
[195] 2/el-Bakara/131
[196] 10/Yunus/84
[197]
Et-Tedmuriyye (sf. 109-110), Ayet: 5/el-Maide/111
[198]
Es-Sünnetu ve Mekânetuha fi’t Teşri’ El-İslami / Mustafa Es-Sıbâi (sf. 376)
[199] 5/el-Maide/48
[200] 16/en-Nahl/89
[201] 6/el-En’am/157
[202] 17/el-İsra/9
[203] 26/eş-Şuara/192-194
[204] 10/Yunus/38
[205] 10/Yunus/16
[206] 29/el-Ankebut/48
[207] 7/A’raf/157
[208] 4/en-Nisa/153
[209] 17/el-İsra/85
[210] 18/el-Kehf/83
[211] 27/en-Neml/76
[212]
Bkz. “El-Müsteşrikûn ve’l Mubeşşirûn fi’l Âlemi’l Arabi ve’l İslami” / İbrahim
Halil Ahmed
[213]
Es-Sıraa’ min ecli’l İman / Dr. Jeffrey Lang, Çeviri: Dr. Münzir El-Absi,
Daru’l Fikr (sf.34)
[214] 67/el-Mülk/14
[215] 6/el-En’am/38
[216] 25/el-Furkan/53
[217] 24/en-Nur/40
[218] 23/el-Mü’minun/12-14
[219] 6/el-En’am/59
[220]
Bkz. “Et-Tevrâtu ve’l-İncilu ve’l Kur’ânu fi Dav’i’l Meârifi’l Hadise” /
Maurice Bucaile. Fransız bir doktor olan yazar, Hıristiyanlığı terk ederek
İslam’ı seçmiştir. (sf. 133- 283)
[221]
İmam Ahmed; Müsned, (4/131), Ebu Davud; Sünen, Kitâbu’s Sünne, Bâbu Luzûmi’s
Süne, Hadis no: 4604, (4/200)
[222] 16/en-Nahl/44
[223] 53/en-Necm/3-5
[224] 46/el-Ahkaf/9
[225]
Buhari; Kitâbu’l Ezân, Bâb no: 18
[226] 33/el-Ahzab/21
[227]
Bu eşsiz metot ve Sünnet-i Nebeviye nakletmedeki bu dikkat sonucu, Müslümanlar
arasında “Cerh ve Ta’dil” ve “Mustalahu’l Hadis” olarak bilinen ilim dalları
doğmuştur. Bu iki ilim dalı, İslam Ümmeti’ne has özelliklerdendir ve daha önce
kullanılmamıştır.
[228] 4/en-Nisa/65
[229] 59/el-Haşr/7
·
Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. "Kitâbu't Tevhid",
"El-usûlu's Selâse" ve "Âdâbu'l Meşyi ile's Salât" /
Muhammed b. Abdulvahhab, "Dinu'l Hak" / Abdurrahman El-Umer, "Mâ
lâbudde min Ma'rifetihi ani'l İslam" / Muhammed b. Ali El-Irfec,
"Erkânu'l İslam" / Abdullah b. Cârullah el-Cârullah, "Şerhu
Erkâni'l İslam ve'l İman" / Telif: Bir grup ilim öğrencisi, Gözden
geçirme: Abdullah El-Cibrin
[230]
Dinu'l Hak (sf. 38)
[231]
Kurratu Uyûni'l Muvahhidin (sf. 60)
[232]
Dinu'l Hak (sf. 51-52)
·
Daha geniş bilgi için bkz. "Keyfiyyetu Salâti'n Nebi sallallahu aleyhi ve
sellem" / Abdülaziz b. Bâz
[233]
Miftâhu Dâri's Seâde (2/384)
·
Daha geniş bilgi için bkz. "Risâletâni fi'z Zekâti ve's Sıyâm" /
Abdülaziz b. Bâz
·
Daha geniş bilgi için bkz. "Risâletâni fi'z Zekâti ve's Sıyâm" /
Abdülaziz b. Bâz
[234]
Bkz. Miftâhu Dâri's Seâde (2/384)
·
Daha geniş bilgi için bkz. "Delilu'l Hâc ve'l Mu'temir" / Telif: Bir
grup alim, "Et-Tahkik ve'l İzâh li Kesirin min Mesâili'l Hacci ve'l
Umra" / Abdülaziz b. Bâz
[235]
Bkz. a.g.e. (2/385), Dinu'l Hak (sf. 67)
·
Daha geniş bilgi için bkz. "El-Ubûdiyye" / Şeyhulislam İbni Teymiyye
[236]
Müslim; Kitabu’z Zekât, Hadis no: 1006
[237]
Buhari; Kitâbu'z Zekât, Bâb no: 29, Müslim; Kitâbu'z Zekât, Hadis no: 1108.
Hadisin lafzı Müslim'deki rivayete aittir.
·
Daha geniş bilgi için bkz. "Şerhu Usûli'l İman" / Muhammed b. Salih
el-Useymin, "El-İman" / Şeyhulislam İbni Teymiyye, "Akidetu
Ehli's Sunne ve'l Cemaa" / Muhammed b. Salih el-Useymin
[238] 19/Meryem/65
[239] 6/el-En’am/59
[240]
Bkz. Akidetu Ehli's Sunne ve'l Cemaa (sf. 7, 11)
[241]
Bkz. Akidetu Ehli's Sunne ve'l Cemaa (sf. 44), Mebâdiu'l İslam (sf. 80, 84)
[242] 21/el-Enbiya/26-28
[243] 21/el-Enbiya/19-20
[244]
50/Kâf/17-18. Bkz. Akidetu Ehli's Sunne ve'l Cemaa (sf.19)
[245] 57/el-Hadid/25
[246] 6/el-En’am/155
[247] 7/el-A’raf/158. Geçen konular için bkz. El-Akidetu's
Sahiha ve mâ Yudaadduha (sf. 17), Akidetu Ehli's Sünne ve'l Cemaa (sf. 22),
Mebâdiu'l İslam (sf. 89)
[248] 16/en-Nahl/36
[249] 4/en-Nisa/165
[250] 4/en-Nisa/164
[251] 11/Hud/31
[252] 6/el-En’am/50
[253] 7/el-A’raf/188
[254] 3/Al-i İmran/19
[255] 5/el-Maide/48
[256]
Bkz. El-Akidetu's Sahiha ve mâ Yudaadduha (sf. 17), Akidetu Ehli's Sünne ve'l
Cemaa (sf. 25)
[257] 3/el-Bakara/285
[258] 4/en-Nisa/150-151
[259] 50/Kâf/18
[260] 18/el-Kehf/49
[261] 41/el-Fussılet/21-22
·
Yeniden diriliş hakkında daha çok delil için bu kitaptaki "Ahiret"
bölümüne bakınız.
[262] 41/el-Fussılet/39
[263] 46/el-Ahkaf/33
[264] 23/el-Mü’minun/115
[265] 38/Sad/27
[266] 99/ez-Zilzal/7-8. Bkz. Dinu'l Hak (sf. 19)
[267] 7/el-A’raf/187
[268] 31/Lokman/34
[269] 29/el-Ankebut/62
[270] 6/el-En’am/59 Kur’an-ı Kerim’de yalnızca bu ayet olsaydı
bile, O’nun Allah katından olduğuna apaçık bir delil ve kesin hüccet olarak
yeterdi. Çünkü insanlık çağlar boyunca, bilimin yaygın hale geldiği ve
insanoğlunun büyüklendiği bu çağda dahi, bu kapsamlı bilgiyi -gücü yetmesinin
ötesinde- düşünememektedir. Bütün yaptığı, bir takım sırlarını keşfedebilmek
için bir ağacı ya da bir böceği belirli bir ortamda gözlemlemektir ve
bilmedikleri, bildiklerinden daha çoktur. Her açıdan kapsamlı bilgi ve düşünce
ise, insanlığın alışık olmadığı ve gücünün yetmeyeceği bir olaydır.
[271] 36/Yâsin/12
[272] 22/el-Hacc/70
[273] 36/Yâsin/82
[274] 54/el-Kamer/49
[275] 39/ez-Zümer/62
[276] 57/el-Hadid/22-23 Bkz. El-Akidetu’s Sahiha ve ma
Yudâdduha (sf. 19), Akidetu Ehli’s Süne ve’l Cemaa (sf.39), Dinu’l Hak (sf.18)
[277]
İmam Ahmed; Müsned, (1/293), Tirmizi; Sünen, Ebvâbu’l Kıyâme (4/76)
[278]
Bkz. Câmiu’l Ulûmi ve’l Hikem (sf.128)
[279] 2/el-Bakara/83
[280] 3/Al-i İmran/134
[281] 5/el-Maide/8
·
Bu konu ile ilgili daha geniş bilgi için bkz. “Ed-Durretu’l Muhtasara fi
Mehâsini’d Dini’l İslami” / Abdurrahman es-Sa’di, “Mehâsinu’l İslam” /
Abdulaziz es-Selman
[282]
3/Âl-i İmran/164
[283]
Miftahu Dâri’s Saâde (1/374-375), Ayet: 5/el-Maide/3
[284]
6/el-En’am/38
[285]
Bkz. “El-İ’lâm bima fi Dini’n Nasârâ mine’l Fesad ve’l Evham”; el-Kurtubi (sf.
442-445)
[286]
22/el-Hacc/78
[287]
16/en-Nahl/32
[288]
6/el-En’am/93
[289]
8/el-Enfal/50
[290]
İmam Ahmed; Müsned (3/198), Tirmizi; Sünen, Ebvâbu Sıfati’l Kıyâme (4/49), İbni
Mâce; Sünen, Kitâbu’z Zühd (4/491)
[291]
El-Mufredât fi Ğaribi’l Kur’ân (sf. 76) Az bir değişiklikle.
[292]
El-Fevâid / İbnu’l Kayyım (sf. 116)
[293]
53/en-Necm/39
[294] Et-Tarik
ile’l İslam / Muhammed Esed; sf 140, Az bir değişiklikle
[295]
53/en-Necm/38
[296] 8/el-Enfal/38
[297] 25/el-Furkan/70
[298]
Bkz. Miftahu Dâri’s Seâde (1/358,370)
[299]
Ebu Ya’la; Müsned (6/155), Taberâni; El-Mu’cemu’l Evsat (7/132) ve Es-Sağir
(2/201), Ziya; El-Muhtâra (5/151-152) İsnadının sahih olduğunu belirtir.
Heysemi, Mecmeu’z Zevâid’de der ki: "Ebu Ya’la, Bezzâr bir benzerini ve
Taberâni Es-Sağir ve El- Evsat’ta rivayet etti. Ricalleri sikadır."
[300]
İbni Ebi Âsım; El-Âhâd ve’l Mesâni (5/188), Taberâni; El-Kebir (7/53 ve 318).
Heysemi, Mecmeu’z Zevâid’de (1/32) der ki: “Taberâni ve Bezzâr bir benzerini
rivayet etti. Bezzâr’ın ricali, Muhammed b. Harun Ebi Neşit hariç, sahihin
ricalidir. O da, sikadır.
[301]
6/el-En’am/82
[302]
20/Tâ-Hâ/124
[303]
30/er-Rûm/30
[304]
41/el-Fussılet/11
[305]
19/Meryem/88-93
[306] 44/ed-Duhan/29
[307]
31/Lokman/13
[308]
16/en-Nahl/45-47
[309]
13/er-Ra’d/31
[310]
7/el-A’raf/98
[311]
29/el-Ankebut/40
[312]
7/el-A’raf/9
[313]
39/ez-Zümer/15 ve 42/eş-Şûrâ/45
[314]
37/es-Saffat/22-23
[315]
16/en-Nahl/97
[316] 61/es-Saff/12
[317] 7/el-A’raf/179
[318]
25/el-Furkan/44
[319]
8/el-Enfal/50
[320]
40/Ğafir/el-Mü’min/46
[321]
18/el-Kehf/49
[322]
78/en-Nebe/40
[323]
39/ez-Zümer/47
[324]
70/el-Meâric/11-14
[325]
55/er-Rahman/43-44
[326]
22/el-Hacc/19-21
[327]
19/Meryem/67
[328]
76/el-İnsan/1-2
[329]
30/er-Rum/54
[330]
35/el-Fatır/15
[331]
22/el-Hacc/73
[332] İbnu’l
Kayyım’ın, “el-Fevaid” isimli eserinden özetle. (sf.56)
[333]
4/en-Nisa/28
[334]
18/el-Kehf/54
[335]
36/Yâ-Sîn/77-79
[336]
82/el-İnfitar/6-8
[337]
Bkz. Miftahu Dâri’s Seâde (1/251)
[338]
16/en-Nahl/53-54
[339]
3/Âl-i İmran/31
[340]
4/en-Nisa/69
[341]
34/es-Sebe/46
[342]
4/en-Nisa/39
[343] Tefsiru’l
Kur’ân-i’l Azim (1/497) Az bir değişiklikle.
[344]
Müslim; Kitâbu’z Zekat, Hadis no:1006
[345]
4/en-Nisa/170
[346]
10/Yunus/108
[347]
Müslim; Kitâbu’l Birr ve’s Sıla, Bâbu Tahrimi’z Zulm, Hadis no: 2577