Allahım ölüm anında ayaklarımızı la ilahe illallah üzerine sabit kıl. Allahım bizi iman eden salih amel işleyen, hakkı ve sabrı tavsiye edenlerden eyle. Amin ya rabbel alemin.
Yani bu büyük insanların sağlığı için yasaklandı.
Dinimizde, eğer topluma daha fazla zararı olacaksa düşünmemiz gerekmiyor. Cumaya gelmenin daha doğru olabileceğini düşünmemiz gerekmiyor. O
yüzden bugünkü hutbenin konusundan bahsetmeden önce insanların daha İslamî
görüş olarak düşüneceği bir meseleyi söylemek istedim. Biri çıkıp “Hayır,
hayır. Sadece Allah’tan korkmanız gerekiyor! Korkmamanız lazım! Bunlar kafirlerin komplosu” diyebilir, tüm fikirler ortaya atılıyor çünkü
internet çılgın bir
yer. Sadece internet de değil, mescid de çılgın bir
yer olabilir.
Herkesin ne
yapılacağıyla ilgili kendi fikri var.
Korkmamakla,
endişelenmemekle ilgili. Çünkü eğer Allah bizi korursa bir şey olmaz. Bunların
hepsi doğru iken, yani evet Allah bizi korursa hiçbir şey
olmaz bize, Allah bize Kur’an’da bunu garantiledi.
'Allah size yardım ederse artık sizi yenecek
hiçbir kimse yoktur; eğer sizi yardımsız bırakırsa O’ndan sonra size kim yardım
edebilir? Müminler yalnız Allah’a güvensinler.' (Al-i İmran, 160)
Ama öte
yandan, Allah
bize önlem hakkında 1-2 şey de öğretiyor. Sağduyumuzu kullanmak zorunda
olduğumuz bir dünyada yaşıyoruz ve Rasulullah (sav) Mekke’den Medine’ye göç
ederken
“Allah beni koruyacak, ön taraftan geçip
Medine’ye gideceğim” demedi.
Düşmanın planından kaçmak için bir plan,
strateji, kaçış rotası, gizli yollar, zamanlamalar vardı.
Sonuç olarak dinimizde öğrendiğimiz şey,
elimizden gelen en iyisini yapıp her türlü tedbiri almak ve sonra sadece
Allah’tan korunmayı beklemek.
Kırmızı ışıkta tam gaz araba sürüp “Allah
beni koruyacak” diyemezsiniz. Kendiniz için önlem almalısınız, sonrasında evet
Allah sizi koruyacak.
Ve eğer Allah size zarar geleceğini takdir
etmiş ise, ne kadar trafik levhalarına dikkat ederseniz edin eğer gelecekse
gelecektir. Bundan kaçış yok. Ama dinimiz bu tarz bir sorumluluk öğretiyor
bize.
Başka bir şey de birinin “Umrumda değil
ben geliyorum, birleşmemiz lazım,” demesi.
Bu sadece seninle ilgili değil ki. Senin
endişen değil sadece. Bağışıklık sistemi zayıf olan birinin yanında oturuyor
olabilirsin. Belki de sen etkilenmezsin, virüsün sende olduğunu bilmiyorsundur
belki de.
Ve birkaç gün sonra sende tespit ediliyor
çünkü birkaç gün sonra kendini ancak gösteriyor. Ve esasen de bu kişinin
ailesine ve kendisine telafisi olanaksız bir zarar vermiş oluyorsun.
Yani bu sadece bizimle ilgili değil. Bu
daha geniş kapsamlı bir sorumluluk meselesi ve bu da tam da dinimizin bize
öğrettiği bir şey.
Bahsetmek istediğim bir şey de buydu. Bu
dünyada yüz binlerce insanı etkileyen bir musibet. İnsanların geçimini
etkiledi, sadece sağlık etkilenmiş değil, güvende hissetme algısı da etkilenmiş
olabilir erişebilecekleri kaynaklar etkilenmiş olabilir.
Birçok insan gelirleri ya da ailevi
sebeplerden dolayı seyahat etmek zorunda, seyahatler de etkilendi. Yani bu gibi
şeyler yüzünden hayat sekteye uğruyor. Ve bu çok zor bir imtihan. Eminim
olanlar sonucu birçok insan hayatında birçok ciddi değişiklik yapmak zorunda
kaldı. Bilirsiniz, sınırların kapatılması, resmî tatiller ve olan tüm şeyler.
Sonuç olarak, bir şeyi vurgulamak
istiyorum. Bugün hangi konu hakkında hutbe versem diyordum, Koronavirüsle
ilgili sohbet vermek istemiyorum.
Ama hakkında sohbet etmek istediğim şey
dünyanın insanların üstüne geldiğini hissettiği senaryolarda Allah’ın ne
buyurduğu. Ya da nereye gideceklerini bilmediklerinde.
Ya da kendilerini tamamen zayıf ve
dayanıksız hissettiklerinde. Sanırım tefekkür etmeye değer güzel bir paralel,
bu önemli, Musa (as)’nın denizi aştıktan sonraki süreci. Yani İsrailoğulları
firavundan kaçmıştı ve çöldelerdi bu sahneyi hayalinizde canlandırmanızı
istiyorum.
Binlerce insan kadın, erkek ve çocuk,
evlerini geride bıraktı belki uzun süre giyecekleri giysi ve günlerce yetecek
yiyecekleri yok. Çok yemekleri de yok yani.
Ve aralarında
yaşlı, hasta, çocuk, bebek olanlar da var. Her türlü insan var. Ve çölde
oldukları için Güneş’ten korunacakları bir sığınakları da yok. Yani kavurucu
güneşin altındalar, firavunun aniden gelebilecek olan ölümünden kaçtılar, ama
çölün kendisi de bir çeşit
ölüm gibi, değil mi? Ve binlerce kişi kendini burada buluyor.
Eğer biri bir yudum su içse 20 kişi ona çaresizce bakıyor. Böyle bir
senaryoyu Allah betimliyor ve onlar endişelenmeye başlıyor. Çünkü nasıl hayatta kalacaklar ki?
Ve Musa (as)’a dönüp “Suyumuz yok!” diyorlar.
Bu hemen yaşanacak bir vaka.
Bu günümüzden çok farklı, bugün siz ve ben seyahat etsek “Acıktık, yemek
yiyelim! desek!” “Tamam bir sonraki molada dururuz!” Biz yemeğe/içmeye
ulaşabilme kolaylığını hafife alıyoruz. Onlar için böyle değil. “Aa, ev’de en
sevdiğim meyve suyunu unutmuşum!” demiyorlardı. Öyle diyemezler. Geri
dönemezler, tamamen o şey yok oldu çünkü. Yani bu senaryoda, Musa (as)’ın hepsiyle konuşması gerekiyordu.
Çünkü sıkıntıları var ve kimse ne yapacağını
bilmiyor. Musa (as)’ın bu acil durumda bir hutbe vermesi gerekiyordu.
İbrahim Suresi'nde bu diyalog çok kısa veriliyor, ama gerçekten güzel. Çünkü bu sadece ne dediğiyle ilgili değil, Allah’ın bu diyaloğu zamansız
bir hale getirmesi.
Onların duyması gereken bir şeydi bu. Ve bu
insanlar o zamanın
müslümanları.
Allah Musa (as)’ın dilinden buyuruyor “Hani
Musa kavmine şöyle demişti: 'Allah'ın
üzerinizdeki nimetini hatırlayın; hani O sizi Firavun ailesinden kurtarmıştı,
onlar sizi en dayanılmaz işkencelere uğratıyor, kadınlarınızı sağ bırakıp erkek
çocuklarınızı boğazlıyorlardı. Bunda sizin için Rabbinizden büyük bir sınav
vardır.'” (İbrahim/6)
-belaa- iki anlama gelir. Hem musibet hem
de nimet demektir. Allah’ın kaçmanıza izin vermesi büyük bir nimetti çünkü firavundan kimse kaçamaz.
Birdenbire bir gün
“Artık köle değiliz buradan gidiyoruz!” diyemezsiniz.
Kimse böyle yapamaz. Firavunun ordusuyla baş edilemezken insanlar kölelikten
kurtuldular Çocuğunuzu öldürme gücü vardı.
Hiçbir şey
olmasa bile bir aile çocuğunu korumak için ölümü bile göze alır. Bir anne seyir halindeki bir arabaya koşabilir. Çocuğuna araba çarpmasın
diye.
Doğal bir
içgüdü bu. Videolarda görmüşsünüzdür, aslan küçük bir hayvana doğru ilerlerken
diğer hayvanlar birleşip küçüğü savunurlar, bu doğalarında vardır.
Bir kuşu
yumurtalarını
yiyen bir yılandan kendini korurken görürsünüz.
Firavunun
İsrailoğullarına karşı öyle bir gücü vardı ki çocuklarını gözlerinin önünde
öldürüyordu ve onlar tepki
bile veremiyordu. Bu derece baskı altındaydılar ve güçsüzlerdi.
Musa (as) o
yüzden “Allah
sizi tam olarak böyle bir durumdan kurtardı”
diyor. Kaçmayı bırakın, çocuğunuzu koruyacak güce bile sahip değildiniz. Kadınları
yaşatmanın ne demek olduğunu biliyorsunuz. Bunu durduracak
gücünüz yoktu. Ve Allah sizi bundan kurtardı, bu ne büyük bir nimet!
Burada problemi düşünüyorlar, yaşadıklarını. Kavurucu Güneş, su
eksikliği, ağlayan bebekler,
hastalar. Bunları düşünüyorlar. Musa (as) da konuşmasına
“Daha büyük bir
belayla karşı karşıyaydınız.
Ve bundan kaçılması imkansızdı.” diyerek başlıyor. Bu olumlu yönden bakın ve şükredin demek değil. Elbette şükür amacıyla
gerçekleşen bir konuşma,
ama bir diğer amaç da şu, eğer Allah sizi imkansız bir durumdan kurtarabiliyorsa,
neden birdenbire Allah’ın şu an sizi bıraktığı
fikrine nasıl
kapılıyorsunuz?
Nasıl böyle düşünebilirsiniz? Allah’ın size az önce yaptığına bir bakın!
Size
bunu yapmışken nasıl çölde sizi unutsun? Böyle mi
düşünüyorsunuz? Sizi bu
aşamada bırakmak için mi sizi kurtardı?
Allah
hakkında hüsn-ü zann edinin. Bunu edinmenin bir yolu Allah’ın sizi ve beni kurtardığı
tüm imkansız durumları düşünmek. Ne kadar imkansız görünse bile, en kötü
belaymış gibi görünse bile. Allah bizi kurtarmıştı.
Ve bize bunu
hatırlatıyor.
Musa (as) da bunu onlara hatırlatıyor. Sonra diyor ki...
Bu benim şükürle ilgili favori ayetlerimden biri. Kur’an’ın
şükür kavramına nasıl baktığına bakın.
Hani
rabbiniz, ‘Eğer şükrederseniz size (nimetimi) daha çok vereceğim, nankörlük
ederseniz hiç şüphesiz azabım pek şiddetlidir!’ diye bildirmişti."
(İbrahim, 7)
“Rabbimiz
size bir ahitte bulunmuştu.” “teezzene” kelimesi burada çok ilginç çünkü "Sözün
hayırlısı az olduğu halde maksûdu ifâde edendir."
Sadece “leyne
şekertüm la ziy denne küm” diyebilirdi.
“Allah böyle
dedi” de denebilirdi. “Eğer şükrederseniz, size nimetlerimi arttırırım.”
Basit. Ama “teezzene”
kelimesi Allah’ın mükemmel hikmeti ile
bu ayette var. Kelime “ezan”dan geliyor, namaza çağrı demek ayrıca. Bu bir
çağrıdır çünkü “kulak” kelimesinden geliyor. “teezzene” birinin kulağını bir şeye açıp onun
dışındakileri duymaması demektir. Sadece duyurulan şeye odaklanmak. Bilirsiniz,
eğer birçok sohbet esnasındaysanız bir ses hepsinden baskın gelir diğer tüm
sesleri bastırır. Bu ezandır. Tüm konuşulanlara baskın gelen sestir.
Duyuru
budur. “teezzene” kelimesi şunu çağrıştırıyor, aklımda birçok düşünce var.
Birçok kelime duyuyorum.
Kendimle
bile konuşuyorum. Ama Allah’ın kaderini ve bildirisini herkesin kulağını açıp
dinlemesi gerekiyor. Tüm diğer düşüncelerden sıyrılana ve sadece bunu duyana
kadar, denilenin farkında olmayacaksınız
Her şeyi
silip atabileceğiniz sade bir fikri gerektiriyor bu. “Rabbiniz size
bildirmişti.” Musa (as) konuşurken elbette Allah’ın adına konuştuklarını
biliyorlardı. Durmadan Allah bana bunları söylüyor,” demedi.
Ama yine de
“Rabbekum” diyor. Sanki şöyle demek isteniyor, biri konuştuğunda... Ben mesela
hep çocuklarla çalışıyorum. Eğer biri diğerinden
daha yüksek sesle konuşursa kimse dikkatini veremiyor. Ama eğer bağırıp “Hey herkes beni dinlesin!” dediğimde çoğu sesimi
duyup “Tamam, durup dinlemem lazım!” diyor. Çünkü bir otorite var mesela
sınıftaki bir öğretmen gibi.
Seslerini
yükselttiklerinde herkesin sesi biraz alçalıyor. Rabbinizin bir duyuru
yaptığını duyduğunuzda o zaman her şey bir kenara itiliyor. Rab kelimesi de
önemli burada çünkü Allah, Rabbimiz olarak bize
bakan, ilgilenen, rızıklandırandır.
Benim Rab kelimesini
çevirme tercihim “rızıklandıran Rab” şeklinde olur. Sadece size sahip
olan değil, ayrıca sizi besleyen, ilgilenen,
koruyan. Hepsi Rab kelimesine dahil.
Yani “Bizim
besinlerimiz korumamız nereden gelecek?” dedikleri bir durumdalar ve Allah da “Sizi koruyup rızıklandıranı dinleyin,” diyor. Ve size karşı otoritesi
olanı. Size ve bana olan otoritesi, bizim kendi vücudumuzda yok.
“leyne
şekertüm ” Bunu çevirmek zor ama biraz
daha İngilizce kelime ekleyerek çevireceğim.
“Eğer çok az
şükür etseniz bile,” “Eğer biraz bile şükrediyorsanız.” Allah bu ayette bizim
sürekli şükür halinde olmamızdan bahsetmiyor. Tüm hayatımız boyunca. Öyle olsa
geniş zamanda mudari olarak söylerdi.
Burada “leyne
şekertüm la ziy denne küm” var. “Bir saniyelik
bile olsa bana gerçek bir şükür ettiyseniz" Allah size her ne vermişse. Ve gidip
“Neden bana yardım etmiyorsun?” diye düşünmüyorsanız. “Benim için daha iyisini
yapabilirdin” ya da.
Eğer
şükredecek herhangi bir şey bulursanız yeterli. Burada bir soru geliyor akla. Bu insanlar çölde. Hala hava sıcak hala terliyorlar ve
Musa
(as) onlarla konuşuyor.
O yüzden
“Çok az şükretseniz bile,” dendiğinde onlar etrafına bakıp “Tamam da ne için?”
diyebilirler. “Ne için şükretmemi istiyorsun?”
Çünkü etrafa
baktığınızda tek gördüğünüz şikayet etmeniz gereken şeyler. Şükredilmemesi gereken şeyler yani. O zaman ne için şükretmeliyiz? Bir önceki size bahsettiğim
ayetin bu soruya cevabı var.
Eğer siz ve ben Allah’ın imkansız durumlarda bize yardımcı olabileceğini
düşünürsek, geçmişte yaşananlara şükredersiniz.
Ama her şeyden önce, sizin tarafınızda olan biri var diye şükredersiniz.
Sizi izleyen biri var, yaşamınızdaki onun varlığı sizin şükretmeniz gereken bir
şeydir.
Eğer etrafınızda hiçbir pozitif şey göremeseniz bile, gayb aleminden Allah’ın Rabbiniz olduğu gerçeği. Hep Rabbiniz olması ve hep sizi koruması, bu iman aslında şükredilmesi gereken ilk şey
olur. “O burada. Ben yalnız değilim. Güvensiz değilim. Alabildiğim tüm
önlemleri alacağım ama Allah halledecek.”
Böylece “Eğer bana en minimum şükrü gösterirseniz,” diyor. “Geçmişi düşünün ve Allah’ın yanınızda oluşu hakkında pozitif düşünün.”
Allah ne diyor? “la ziy denne küm” Bu Kur’an’daki en kapsamlı kısa kelimedir. “Kesinlikle, kesinlikle ama kesinlikle.”
Burada üç tane
kesinlikle var. “la” ve “nun" iki kat vurgu yapar. O yüzden çevirim biraz
elverişsiz bir İngilizceyle olacak. “Ben kesinlikle, elbette, her halükarda
size nimetlerimi arttıracağım.”
Bunu 3 kez vurgulamış oluyor yani. Ve geniş zamanda söylemesi bunun
sonsuza dek süreceğini anlatıyor. Yani bir zıtlık
var. Çok az şükrediyordunuz, bir anlık. Bir saniyelik şükrettiniz. Allah ise
size sürekli ve daimi bir
nimet ile cevap veriyor.
Daha ötesi, Allah tam olarak size neyi arttıracağını söylemiyor. Tam
olarak nitelendirmiyor.
Sizin hidayetinizi, sabrınızı, toleransınızı,
dayanıklığınızı, gücünüzü
arttıracağım demiyor. Neden? Çünkü bize, bize vereceklerinin nitelendirilemeyeceğini anlatıyor.
Tek bir şeyle sınırlayamazsınız. Paranızı, sağlığınızı, güvenliğinizi, korunmanızı, hidayetinizi, ilminizi, anlayışınızı, affınızı
arttırabilir. Yani arttırılmasına ihtiyacımız olan çok şey var ve Allah
insanların bunu sınırlamasını istemedi. “Fazlasıyla, durmadan vereceğim,”
buyurdu.
Son bir şey de şu, Arapça’da “ise ... o zaman” yani “Şunu yaparsan o zaman bunu yaparım” kalıbı var. Birazcık gramer dersi gibi olacak ama kolay
anlatacağım, gerçekten çok güzel.
“Eğer şükredersen, o zaman sana daha daha fazla vereceğim.” Daha basit.
“İse ... o zaman” var. Ama ayetin bir sonraki kısmına gelecek olursak,
“Eğer nankörlük ederseniz, Allah’ın nimetlerini yok sayarsanız,” Küfür
sadece Allah’a inanmamak değil. Küfür burada şükrün zıttı.
Eğer Allah’ın yaptığı bir şeye şükrederseniz bu nimete şükretmektir.
Nankörlük ederseniz nimete küfretmektir. Küfür sadece red değil yani, nankörlük
etmek anlamı da var. “Eğer şükrederseniz size daha daha fazla vereceğim,” diyor. “Ama eğer nankörlük ederseniz...”
Şöyle bir şey bekliyoruz, “Eğer
nankörlük ederseniz o zaman...” “O zaman” olmalı. Ama “o zaman” yok. "fe"
ile olurdu. Ama aslında ayet diyor. “Azabım elbette çetindir” Ama bunu
nankörlüğe direkt olarak bağlamadı. Sanki bizi rahatlatmak için. Azabımın çetin
olduğunu bilmelisiniz.
Ama bunu nankörlüğünüzle bağdaştırmıyorum. Şükretmeyi unutmanız ya da
nankörlük yapmanızın çetin azapla ilgili olması gerekmiyor. Ama şükrederseniz ve nankörlük etmeyi düşünürseniz azabımın çetin olduğunu bilin.
Sanki düğüm var. İkisinde de "la" var. İkisi
“ise ... o zaman” kalıbını oluşturuyor. Birbirine bağlılar. Allah’ın sana daha
fazla vermesini mi istiyorsun? Daha çok şükret.
Kural bu. Nankörsen ne olacak peki? O zaman cezalandırılacak mısın?
Hayır. Allah
eğer nankör olsan bile, sadece
cezalandırabileceğimi bil, azabım elimdir fakat eğer
nankörsen o zaman kesinlikle seni cezalandıracağım demek olmuyor.
Eğer nankörsen kendine bir bak ve bana şükrederek geri dön. Buna “ise
... o zaman” kalıbı kullanmadı.
Bu da şükredilecek başka bir şey. Allah böyle bir bağdaştırma yapmadı.
Çünkü siz ve
ben hayatımızın çoğu noktasında nankörüz. Asla
Allah’a karşı bize yaptıklarından dolayı hakkıyla şükredemeyiz. Şükrettiğimiz
anlar olabilir.
Kalbimizin Allah’ın yaptıklarını fark ettiği anlar olabilir. Samimi bir
şükürle secdeye kapanabiliriz.
Bilirsiniz insanlar
bana bazen “Neden namaz
kılmalıyım?” diye soruyor. “Kılmasam Allah beni cehenneme atacak diye mi sadece?” Aslına bakarsanız... Namaz neyle başlar? Allahu
Ekber
diyip namaza başlayınca ilk okuduğunuz sure
Fatiha’dır. Ve ilk ayeti Elhamdulillah’tır. Allah sana
namazın ne olduğunu söylüyor zaten. Şükredersen namaz kılarsın. Namaz aslında
Allah’ın sana verdiği nimetlerin farkında olduğunun göstergesidir.
Allah’ın nimetlerini ve şükrettiğini kabul etmendir. Namaz budur. Namaz zayıfladıkça, aslında hala tüm imanının parçaları duruyor, hala
Allah’a inanıyorsun.
Hala kıyamet gününe cennet ve cehenneme inanıyorsun.
Ama şükür algın zayıflayabilir. Bu zayıflayabilir. Bu zamanda bizim daha çok korunmaya ihtiyacımız var,
çocuklarımızın, ailemizin iyi olmasını istiyoruz.
Yaşlı
insanların daha fazla riski olduğu hakkındaki uyarıları düşünün. Ya da bazı hastalığı olan çocukları, bağışıklık sistemi zayıf olan insanları.
Risk altındalar. Ve
bu durumda olan sevdiğimiz insanlar var. O yüzden
onlar adına korkuyoruz, kendimiz ve ailemiz için
endişeliyiz. Bu Allah’tan daha daha fazla isteme zamanıdır.
Tüm
dinleyen aileler için söylüyorum, benimki de dahil,
Çocuklarımızla, ailemizle
oturuyoruz ve neye şükretmemiz gerektiğini konuşuyoruz. Allah
bizim için neler yaptı? Ve tekrar tekrar sayıyoruz. Sadece şu an gördüğümüz de
değil, geçmişe dönüp tefekkür ediyoruz. Allah’ın bize şunu ve şunu yaptığı
zamanlar ne zamandı?
Ve Allah
nasıl bir çözüm yarattı? Bu ayetlerde, size bahsetmedim bile, 6 ayetten sonrası... Şununla bitireceğim. 5. ayette Allah Musa (as) hakkında şöyle
diyor, “Andolsun ki Musa'yı, kavmini karanlıklardan nura çıkarsın diye
delillerimizle gönderdik.”
Kavmini
karanlıklardan aydınlığa çıkar. Bunun bir anlamı da onları nankörlükten
şükretmeye çıkarsın diye gönderdik’tir.
Bu temalardan biri. Nasıl bir insan karanlıklardan nura çıkar? Nankör biriyken şâkir birine
dönüşürse. Siz
ve ben Allah biz karanlıktayken nasıl bizi defalarca nura
çıkardığını tefekkür etmeliyiz.
Allah’ın
rızık ve muhafaza kapılarını açması için bunu yapmalıyız. Bize çok daha fazla
vermesi için. Allah hepimizi nimetiyle daha daha fazlasına layık kılsın ve Allah
kalbimizden gelen şükrümüzü ve nimetlerini fark ettiğimizi kabul etsin.
“Öyleyse rabbinin nimetleri hakkında konuş.” (Duha,
11) Allah “bunlar hakkında konuş,” buyuruyor.
Ailenle bunları konuş, tartış. Sadece öylesine oturup “Ölürsem ne
yapacaksınız?” demeyin.
Acil durumda
konuşursunuz. Çünkü sanki sohbetlerimiz geleceğimizi
güvenceye alacakmış gibi. Bunun hakkında dinî olarak konuşabilirsiniz, Salih
amel işlemeye devam edin.
'Yoksa
Ya‘kub son nefesini verirken siz orada mıydınız? O sırada Ya‘kub oğullarına,
“Benden sonra kime kulluk edeceksiniz?” demiş; onlar da “Senin, ataların
İbrâhim, İsmâil ve İshak’ın ilâhı olan tek ilaha kulluk edeceğiz; biz sadece
O’na teslim olduk” demişlerdi.' (Bakara, 133)
Geriye dönüp
tefekkür etmek ve Allah’ın bizim için neler yaptığı önemli. Bu güvencedir ve
Allah’tan gelen bir “arttırma”dır. Allah bizim için hayırlı olacak tüm
“arttırma”ları nasip
etsin.
Allah bizleri
Hakim olan Kuran'ı ile mübarek kılsın, ayetlerini ve hikmetli zikrinden
faydalanmayı nasip etsin.