İdrak sahibi her Müslüman geçip-giden ve
bir daha gelmeyecek olan kısa dünya ömrünün daima muhasebesini yapmalıdır.
Ayet-i Kerime ve Hadis-i Şerifler, bizleri
bu muhasebeye davet eder.
Haşr suresinin 18.ayetinde mealen şöyle buyrulur:”Ey iman edenler; Allah’tan korkun ve herkes, yarın için, yani ahiret hayatı için, önceden ne (gibi ameller) göndermiş olduğuna bir baksın. Hem Allah’tan korkup kötülüklerden sakının; çünkü Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.”
Hadis-i Şerifte ise sevgili peygamberimiz
(sas) şöyle buyuruyor:“Akıllı kimse, kendisini hesaba çeken ve ölümden
sonrası için hazırlayan kimsedir. Aciz kimse ise, nefsinin isteklerine tabi
olan ve Allah’tan olmadık şeyler isteyen kimsedir.” (Tirmizi, Kıyame 25)
Yüce İslam dini bizler için hem dünya hem
de ahiret saadetini vaat ediyor.
Bunun için de Hz. Allah’ın nimetlerinden
istifade ederken, nimetin sahibini unutmamamız, nankörlük etmememiz ve bizlere
olan emir ve yasaklarına uymamız yeterli olmaktadır.
Cenab-ı Hakka karşı kulluk görevlerimizin
başında İman gelir. Bu nimetle şereflenen kimseleri Cenab-ı Hak, Cennetine
davet etmektedir.
Bunun için de evvela farzları yerine
getirmek, haramlardan sakınmak, Peygamberimiz (sas)in sünnetine uymak gerekir.
Bütün bu güzelliklerin yanında; bizi Hz.
Allah katında en çok sıkıntıya sokacak ve bütün iyiliklerimizi yok edebilecek
olan tehlikelerden de sakınmak gerekir. Bunların başında kul hakları gelir.
İslam dini kul hakkına o kadar önem
vermiştir ki; ancak ödenerek veya o kul tarafından helal edilerek kul hakkından
kurtulacağı beyan edilmiştir.
Onun için kul hakkı Allahımızın hakkından
daha zorludur. Çünkü Cenab-ı Hak zengindir, kendi hakkını affedebilir; ama
kullar ihtiyaçlıdır. Haklarını almak isterler.
Ahirete inanıyorsanız adaletin sizi beklediğini bilin derim.
Bizi bekleyen adalet “Kul Hakkı”dır. Neden mi? İzah edeyim ama önce Ehl-i
Sünnetin itikat kitaplarında kul hakkının neden yer aldığını açıklayalım…
Kul hakkı meselesi, Kul hakkı konusunda diğer günahlar gibi
Allahü teala dilerse affeder diyemiyoruz. Bir kimse namaz kılmasa, içki içse
yine günah kazanmış olur ama biz bu günahlarından dolayı bu kişinin ebedî azap
göreceğini söyleyemeyiz. Oysa kul hakkı böyle değildir, dünyada onun tekfir
edip dinden çıkarmayız ama ahirette bu kişinin durumu konusunda açıkça onun
zarar göreceğini söyleyebiliriz…
Bir diğer sebebi de akaid ilkelerinin, onun etrafında oluşan bir
milletin kurucu ilkeleri olmasıdır. İslam ümmeti veya İslam milleti dediğimiz o
büyük millet bu akaid ilkeleri etrafında bir araya gelir. Peki, İslam
milletinin en önemli vasfı nedir? Adalettir. Kur’ân’da Allah “İşte
böylece, siz insanlara şahit olasınız, peygamber de size şahit olsun diye sizi
vasat (örnek) bir ümmet yaptık” buyurmaktadır. “Vasat” ile
kastedilen adil olmaktır. “Ümmeten vasaten”, ümmeten adilen demektir,
çünkü o yüzden Allah Müslümanları insanlığa şahit kılmıştır. Ancak adil olanlar
insanlığa şahitlik yapabilirler. Adaletin sağlanması ise hakların
gözetilmesine, hakkı olana hakkını teslim etmeye, kimseye zulüm edilmemesine
bağlıdır. Bu yüzden de akaid metinlerinde açıkça bu ilkeye yer
verilmiştir.
“Her kim ki, dünyada mü'min olarak ölen bir hasmı
olur ve onu razı etmezse, o kişinin kıyamet gününde Allah'ın onun
iyiliklerinden hasmına vereceğini bilmesi gerekir. Bunun aksini düşünen ve
‘Allah iyiliklerimi hasmıma vermez’ diyen kimse bid’atçi durumuna düşer.” Burada
“hasım” ile kastedilen borçlu demektir. Borçlu illa maddi olarak birine borç
veren değildir, bir kimsenin hakkını gasbeden, onu haksız biçimde ele geçiren
kimse de o hakkın sahibine karşı borçludur. Bu ifadeler bize Peygamber’in
(aleyhisselam) müflis hadisini hatırlatmaktadır.
2603- Ebû
Hüreyre (radıyallahü anh)’den rivâyete göre, Rasûlüllah (sallallahü
aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “İflas eden kimdir? Biliyor musunuz?” Ashab: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bize
göre, müflis parası ve malı olmayan kimsedir” dediler. Bunun üzerine Rasûlüllah (sallallahü
aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Ümmetimin müflisi o kimsedir ki kıyamet günü
kıldığı namazıyla tuttuğu orucuyla ve verdiği Zekâtıyla getirilecek aynı
zamanda işlediği günahlardan; sövdüğü zina isnadında bulunduğu, haksız yere mal
yediği ve haksız yere kan akıttığı ve ona buna vurduğu şerlerde ortaya
konacaktır. ve böylece o kişi yaptıklarının hesabını vermeye oturacak ve
yaptığı kötülüklere karşılık iyilikleri takas edilecektir. İyilikleri bitince
takas işlemi onun günahlarının buna verilmesi bunun sevaplarının da ona
verilmesiyle devam edilecektir. Sonucunda da cezasını ateşle çekmek üzere
Cehenneme atılacaktır. İşte müflis budur.” (Müslim, Birr ve Sıla: 74)
Bu hadis-i şerifte
Peygamber'in "Müflis kimdir" şeklindeki
sorusundaki gaye, muhataplarına toplum tarafından algılandığı gibi parası ve
malı bulunmayan anlamını öğretmek değil, ahiret hayatıyla ilgili olan gerçek
anlamına dikkat çekmektir. Hiçbir akçenin geçmeyeceği o günde geçerli akçenin,
insanın ibadet, hayır, hasenat gibi Allah rızasını elde edebileceği işler
olduğunu öğretmektir. Tabi ki insanoğlu böyle değerli bir akçeyi yitirmek
istemeyecektir. Çünkü dünyada malını mülkünü kaybeden onları tekrar
kazanabilir. Fakat ahirette kaybettikleri için ikinci bir kazanma fırsatı
olmayacaktır.
İflas durumunda olan bir insanın
psikolojik olarak da iflası söz konusudur. O psikolojiyi Efendimiz bizzat
yaşatarak, o duruma düşmemeleri noktasında ashabını, daha işin başında
uyarmaktadır. Böylece ibadet ve taatlerin ne anlam ifade ettiğini daha iyi
kavratmış olmaktadır.
Görülüyor ki, kul hakkına dikkat
etmeyenleri amelleri kurtaramıyor.
Bu hususta bütün insanlar eşittir. Hatta
Müslüman olmayanların hakları Müslümanların hakkından daha tehlikelidir.
Onlarla ahirette helalleşmek mümkün olmayacağı için haklarını sonuna kadar
isterler. Onun için İslam âlimleri, gayrimüslimlerin haklarına daha fazla
hassasiyet göstermişlerdir.
Ayrıca sadece insanların değil;
büyük-küçük hayvanatın, bitkilerin bile hakları olduğunu unutmamalıyız.
Peygamber efendimiz (sav)in, ”Nehirde bile abdest alıyor olsan, suyu fazla
kullanman israftır.” buyurması yaşadığımız çevreye karşı
mesuliyetimizi gösterir.
Elbette başıboş değiliz ve hepimiz bu
hayatın hesabını vereceğiz. Zerre kader iyilik de kötülük de İlahi terazide
görülecektir. Onun için; hızla akıp giden kısa dünya ömrümüzde, kulluk
vazifelerimize dikkatle beraber, bizleri sıkıntıya sokacak hallerden daima
sakınmalı, bir hata ettiysek hemen onu telafiye çalışmalıyız.
Sevgili Peygamberimiz (sav)bizleri ikaz
ederek buyuruyorlar ki: “Nerede olursan ol Allah-ü Teâlâ’dan kork, yaptığın
bir hatadan sonra hemen onu telafi edecek bir iyilik yap, İnsanlara da rıfk
ile, yumuşaklıkla muamele et”
2604- Ebû
Hüreyre (radıyallahü anh)’den rivâyete göre, Rasûlüllah (sallallahü
aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Mal ve namus meselesinde bir kulun bir
kardeşinde bir hakkı bulunur da bu dünya hayatında onunla helalleşirse Allah o
kuluna rahmet etsin. Çünkü kıyamette ne dinar nede dirhem bulunmayacaktır. Eğer
o kimsenin iyilik ve sevapları varsa onlar alınıp haksızlık edilen kimseye
verilecektir. Şayet sevapları yoksa haksızlık yapılan kimsenin günahları buna
verilmek suretiyle hesaplaşma tamamlanacaktır.” (Tirmizî rivâyet
etmiştir.)
Müflis hadisinin anlamına çok yakın olan bu hadis, hem zulüm ile
kul hakkı kavramının nasıl birbiriyle ilişkili olduğunu hem de helalleşmenin
bağışlanmayı getireceğini gösteriyor. Nasıl ki iman etmek, şirki ortadan
kaldırıyorsa; hak sahibine hakkını iade edip adaletin tesis edilmesi de zulmün
ve kul hakkının affına vesile olabiliyor.
2605- Ebû
Hüreyre (radıyallahü anh)’den rivâyete göre, Rasûlüllah (sallallahü
aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Kıyamet gününde tüm haklar sahiplerine
verilecektir. Hatta boynuzsuz hayvanın bile boynuzludan hakkı alınacaktır.” (Müslim, Birr ve Sıla:
79)
2606- Rasûlüllah (sallallahü
aleyhi ve sellem)’in arkadaşlarından Mıkdad (radıyallahü anh)’den rivâyete
göre, şöyle demiştir: Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in
şöyle buyurduğunu işittim: “Kıyamet günü güneş kulların üzerine bir
mil veya iki mil mesafeye kadar yaklaştırılacaktır.” Süleym diyor ki: Rasûlüllah (sallallahü
aleyhi ve sellem)’in milden neyi kastettiğini bilemiyorum ya uzunluk ölçüsü
olan mil veya göze sürme çekilen mil. Rasûlüllah (sallallahü
aleyhi ve sellem) şöyle devam etti: “Güneş onları adeta eritecek ve herkes
yaptığı amelleri oranınca sıkıntıdan ter içinde kalacaktır. Kimi topuğuna kadar
kimi diz kapaklarına kadar kimi de beline kadar kimi de ağzına kadar ter içinde
kalacaktır.” Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sözü söylerken ağzına işaret
ediyor ve; “Ağzına gem vuracak kadar” diyordu. (Müslim,
Cennet: 15)
2607- İbn
Ömer (radıyallahü anh)’den rivâyete göre, (Hammad bu hadis merfu
hükmündedir) dedi. Mutaffifin sûresi 6. ayeti: “O gün insanlar alemlerin
rabbi huzurunda kalkıp dikilecekler” şöyle demiştir: Kulakların yarısına
kadar ter içinde kalacaklardır. (Müslim, Cennet: 15; İbn Mâce, Zühd: 68)
Kişi kul hakkından dolayı bir ceza ile karşılaşmak istemiyorsa
yapması gereken iki şey vardır. Birincisi helalleşecek. Bu helalleşme nasıl
olur? Ya karşıdaki bunu helal eder ya da öder karşılığını verir. Bir de üzerine
tövbe edecek, dolayısı ile tövbenin de buna eklenmesi gerektiğini anlıyoruz ki,
bu günahtan kurtulsun. Kişi bireysel hakları bireye, kamu haklarını ise
beytülmale ödemek zorundadır. Birey şahıslarla helalleşebilir ama kamuyla
helalleşme şansı yoktur. Şimdi Hazreti Ömer’in (radıyallahü anh) neden kamu
görevini ateşten gömlek olarak gördüğünü anladınız sanırım.
Kul hakkı, toplumsal refah ve adaletin sağlanması için oldukça
önemli bir ilkedir. Birey ya da kamudan üzerimize haksız yere geçecek bir hakkı
ödemeden cennete giremeyeceğimizi bilmek bireyin öz-denetim mekanizmalarını
güçlendirecektir. Hatta bireyden üzerimize geçen hakları bazen ödemeden de
kişiye helal ettirmek mümkün iken kamudan üzerimize geçen hakları geri misliyle
ödemeden asla affettiremeyiz. İşte Hazreti Ömer’in, kendi özel
işini yaparken kendi mumunu, kamu hizmeti görürken devletin mumunu yakmasındaki
hassasiyeti sağlayan bilinç bu itikattır…
Kul hakkını yiyen bir kimse hakkını yediği kimse ile
helalleşmedikçe ona hakkını ödemedikçe cennete gidemez, ilkesini cuma
hutbelerinde, Tüm sohbetlerde, her birey ailesine öğretsek, etkisi olmaz mı?
Ehl-i Sünnetin önemsediğini bugün biz önemsemez olduk!
Kur’an’da ve Sünnette yer
alan pek çok hüküm, insanlar arası ilişkileri düzenleyen kurallardır.
O halde din sadece
zihinlerde ve gönüllerde yer alan ve hayata yansımadığı için de ne olduğu
anlaşılamayan soyut bir kavram değildir. Öyle olsaydı Hz. Peygamber,
başkalarına yapılan haksızlıkları, cehenneme götüren davranışlar ola rak
nitelendirmezdi.
Çok iyi bilindiği gibi
sevgili Peygamberimiz ömrünü, imanlı, ahlâklı ve erdemli bir toplum oluşturmak
yolunda harcamıştır.
Çektiği sıkıntılar, maruz
kaldığı zulüm ve haksızlıklar bunun içindir. Risa- letten önce
"hılfu’l-fudûl" cemiyetine katılırken de, Medine döneminde,
"şimdi de böyle bir cemiyet olsa seve seve iştirak ederdim" derken
de, hakkın ikamesi, zulüm ve haksızlıkların ortadan kaldırılması idealini
gerçekleştirmek için çalışmıştır.
İslâm, toplum içinde
yaşanan bir din olduğu, Müslümanlar da "insanlığa örnek olacak hayırlı bir
ümmet" (Âl-i imran, 110) oluşturmak durumunda oldukları için, toplumdan
uzaklaşıp dünyaya sırt çevirerek yaşanan bir hayat dinimizce makbul
sayılmamıştır. Çünkü bu, bir nevi sorumluluklardan kaçıştır. Kişinin, ailesine,
yakınlarına ve çevresine karşı yükümlü olduğu görevlerinden uzaklaşmasıdır. O
toplumdan uzaklaşmasına yol açan olumsuzluklara bîgâne kalarak, geride
kalanlara yapabileceği katkıları göz ardı edip bencilce davranmasıdır.
Onun için sevgili
Peygamberimiz, toplumsal sorumluluğun önemini ve nemlazımcılığın tehlikeli
sonucunu şu güzel örnekle insanlara anlatmıştır: "Allah Teala’nın çizdiği
sınırlara riayet etmeyen kimse(ler), bir gemiyi altlı üstlü paylaşan şu
topluluğa benzerler: Altta olanlar, su almak istedikleri zaman, üsttekilerin
yanına çıkıp, "biz kendi yerimizi delerek su alsak da sizi (üsttekileri)
rahatsız etmesek" deseler, onlar da bunları kendi hallerine bırakıp
müdahale etmeseler, hepsi birlikte helak olurlar. Eğer mani olurlarsa, onlar da
kendileri de hep birlikte kurtulmuş olurlar." (Buhari, Şerike, 6)
Hadis-i
şeririn işaret. ettiği gibi, aslında, iadece milletler olarak değil, bütün bir
insanlık olarak da aynı geminin içindeyiz. Bu gemide ister birbirimize, isterse
gemiye zarar verelim, nihayet kendimize zarar vermiş olacağız.
Bütün bu ve benzeri uhrevi olumsuzluklarla karşılaşmamak için daha hayatta
iken yapılan uyarıları dikkate alıp insanlara (özellikle müslümanlara) zarar
vermekten kaçınmak gerekmektedir. “Müslüman, eliyle ve diliyle diğer
Müslümanlara zarar vermeyendir.”
Zaten kişi, var olan yeteneklerini ve imkanlarını İslam davası uğrunda
sarfederse Allah’ın kullarını rahatsız etme fırsatı bulamayacaktır. En büyük
emeli ve gayesi Allah’ın rızası ve İslam kelimesinin yüceltilmesi olan
birisinin uğraşları da farklı olacaktır. Nefis, şeytan ve kötülüklerle mücadele
etme ruhu kişide var oldukça dünya ve ahiret saadetini kazanmak hiç de zor
olmayacaktır.
Diğer taraftan bilerek veya bilmeyerek yapılan kul hakkı ihlalleri
karşısında helalleşme yoluna gitmek en uygun bir davranış olacaktır. Asr-ı
Saadet devri Müslümanlarının kul hakkı konusundaki titizliği elbette örnek
alınmalıdır. Bu konuda şu örneği zikretmek bile yeterli olacaktır:
“Ömer (r.a.) vefatından birkaç gün önce yakınlarını toplayıp sorar: ‘Bende
hanginizin hakkı varsa, söyleyin de ödeyeyim!..’ Herkes şaşırır ve der ki; ‘Ne
hakkımız olabilir ki?’ Fakat Hz. Ömer’in kölesi Muğire(r.a.) ortaya çıkıp;
‘Benim var efendim! Bir zamanlar hiçbir kabahatim yok iken, kulağımı
çekmiştiniz’ der. Hz. Ömer (ra); ‘Haydi gel, sen de benim kulağımı çek!..’
deyince orada bulunanlar itirazda bulunurlar. Fakat Hz. Ömer derhal mani olur;
‘Gel, gel çek kulağımı’ deyip kulağını uzatır. Muğire, kulağını okşar gibi
çekip bırakır. O zaman Hz. Ömer merakla sorar: ‘Neden daha kuvvetli çekmedin ey
Muğire?’ Oda şöyle cevap verir: ‘Korkuyorum ki ben daha fazla çekersem, bu
sefer de ben sana borçlu olurum.’
Demek ki kul hakkı ihmale gelmeyen bir haktır. Bu hakkı ahirete ertelemeden
dünyada iken hal çareleri düşünmek zorundayız. Ahiretteki ziyanla karşılaşmamak
ve müflislerden olmamak için de bulunduğumuz mübarek günleri de fırsat bilip
Müslüman kardeşlerimizle, komşularımızla, iş arkadaşlarımızla ve yakınlarımızla
helalleşelim.
Gıybet, kötü zan, hakaret gibi kul hakkına taalluk eden günahlardan arınmak
için Allah’a tevbe ve istiğfarda bulunduktan sonra, hak sahibinden helallik
alınmalı ve hak sahibi razı edilmelidir. Şayet hak sahibi ölmüş veya ona ulaşma
imkanı yoksa onun hakkında dua ve istiğfar etmeli ve onun namına iyilikte
(infakta) bulunulmalıdır.
Allahım bizleri kul hakkına gereği gibi riayet edenlerden; kardeşlik
hukukunu koruyanlardan ve Ahirette müflis olmayanlardan eyle.