Velâ ve Berâ'nın beraberinde getirdiği sorumluluk bidatçılardan, heva ve isteklerine esir olanlardan uzak durmak ve bunları terketmektir.
Bunların sahip oldukları bozuk inanç ve
akidelerinden, bağlı oldukları batıl sistemlerinden ilgiyi kesmektir.Bu
meselede esas olan şudur:
Allah'ı
sevmek ve Allah'ın sevdiğini sevmektir.
Birde Allah'ın buğzettiklerine ve buğz edilecek şeyler yapana buğuzda
bulunmaktır.
Çünkü dinin fesada uğraması ve bozulması
bu iki yoldan biriyle veya her ikisiyle olmaktadır.
a-
Ya batıl bir itikad ve inanca düşmek,
bunu konuşup propagandasim yapmaktır ki buna "Havd" dalma denir.
b-
Ya da hak ve doğru olmayan bir ameli yapmaya girişmektir ki, bu da, boş ve yararsız şeylerden faydalanmaya
gitmektir.
Bunlardan
ilki bid'at adını alır. İkincisi ise,
heva ve arzuya tabi olmaktır. işte
bu ikisi de her türlü şerrin, kötülüğün, fitne
ve belânın aslıdırlar. Bu iki yoldan peygamberler yalanlandı, Allah'a isyan bu iki yoldan yapıldı.
Cehenneme bu iki yoldan girildi.
Cezalandırılmalar bu iki yol yüzünden
meydana geldi. İtikadda bozukluk, hep
şüphelerden meydana gelir. Amelde bozukluk ve fesad ise şehevi isteklerden
meydana gelir. Bunun içindir ki, selef şöyle söylerlerdi:
"İki
sınıf insandan uzak durun:
a- Birisi heva ve isteklerinin esiridir ki, heva ve
istekleri onu fitneye soktu.
b- Dünyaya bağlı olan kimse ki, dünya bu kişinin aklını
başından almıştır:”
Yine
bu zatlar derler ki: 'Tacir (kötü alimin) fitnesinden sakının, bir
de çok ibadet eden cahilin fitnesinden. Zira bu ikisinin fitnesi, herkesi
tuzağa düşürür.
Çünkü
birincisi, Allah'ın kendilerine
gazapta bulunduğu kimseye benzer, hakkı ve gerçeği bilirler ve fakat bu hakka
tabi olmazlar.
İkinciler
ise, dalâlette ve sapıklıkta
olanlara benzerler ki, hiçbir şey bilmeden körü körüne amelde
bulunurlar."
Bid'atın tehlikesi, şurada gizlidir.
Bid'at "Bir tek Allah'a teslim
olmada çelişkilidir." Nitekim seleften bazıları şöyle
söylemişlerdir: "İslâmın değeri ve
ölçüsü, ancak teslimiyet kantarında kanıtlanır."
Bu,
İmam Süfyan es-Sevrî'nin dediği gibidir. O der ki: "Bid'atçı olmak, şeytana, masiyet sahibi
olmaktan, yani asi olmaktan daha hoş gelir. Zira bid'atın tevbesi yoktur,
bundan dolayı tevbe kabul olunmaz. Halbuki masiyet öyle değildir.
Masiyet sebebiyle tevbe kabul edilebilir.
Bid'attan dolayı tevbenin olmayışı, bid'at
sahibinin Allah ve Rasûlü'nün meşru kılmadığı bir şeyi, insanlara bir din gibi
sunması, bunu bir din edinmesindendir.
Ona kötü ameli süslendirildi de o bunu
güzel gördü. İşte bu kimse bunu güzel bulduğu müddetçe tevbesi kabul olmaz.
Zira kişinin yaptığı işin kötülüğünü kabul
etmesi halinde tevbesinin kabulü mümkündür. Yaptığı fiil kötü olduğu halde,
bid'atçı onu güzel görmekte devam ettiği sürece, "tevbesi makbul değildir.
Gerçi tevbe, Allah'ın kendisini hidayette
kılması ve irşad etmesi suretiyle hak kendisine apaçık ortaya konunca,
mümkündür ve olabilir.
Nitekim Allah (c.c), kâfirlerden ve
münafıklardan, bid'atçılardan ve dalâlete düşmüşlerden birçoklarını hidayette
kılmıştır.
Bu da ancak, Allah'ın kendilerine
öğrettiği hakka tabi olmalarıyla gerçekleşecektir. Çünkü Rabbimiz şöyle
buyuruyor:
"Doğru yolu bulanlara gelince, Allah
onların hidayetlerini arttırır ve sakınmalarını sağlar." (Muhammed, 47/17)
İhsanlar arasında peygamberlerin sunmuş
olduğu dini bilmeme olayı ' yaygınlaşırsa, kalplerine ve nefislerine de
cahiliyet tohumu yerleşip yeşerme imkânını bulunca, artık bundan böyle
karakterler hızlı bir şekilde çözülüşe doğru kayar.
Çünkü tabilerinin ipleri çözülür. Zira
nefiste bir tür : kibir ve büyüklenme meydana gelir. Bu da imkân ve fırsat
buldukça kulluktan çıkmak ister.
Nitekim Seleften bir zat şöyle
söylüyor: "Herhangi bir sünneti terk eden kimsenin nefsinde mutlaka bin bu yüklük
(kibir) meydana gelir.”
Rahman olan Allah'ın velileri ile,
Şeytan'ın yandaşları arasında düşmanlık kesin olan bir ; durumdur. İşte burada
da düşmanlık, tabi olanla bid'atçı olan arasında aynı derecededir.
Bunun
içindir ki İmam Şevkânî şöyle diyor:
"Tabi olan ile bid'atçı arasındaki düşmanlık, güneşten daha açık bir şekilde ortadadır. Çünkü tabi olan kimse,
bid'atçıya bid'atı yüzünden düşmandır.
Bid'atçının da tabi olana düşmanlığı, sırf
onun tabi oluşu ve doğru yolda olması yüzündendir. Aksine bid'at erbabının
başkalarına karşı düşmanlığı, yani hakka tabi olanlara karşı düşmanlıkları,
yahudi ve hırisitiyanlara karşı olan düşmanlıklarından çok daha fazladır."
Biz bid'at ehlinden nasıl uzak
kalabiliriz, bunlardan uzak kalmanın ve
berî olmanın keyfiyetini, heva ve heveslerine uyanlardan uzak kalma keyfiyetini
öğrenmeye geçmeden önce, mutlaka insanlarla bir arada nasıl bulunulabileceği
konusuna basit bir tarzda değinmek isterim. Bu konuda İbn Kayyım merhumun güzel
bir sözünü gördüm. Bunu aşağıda görüldüğü gibi kısaca aktaracağım.
İbn
Kayyım, insanlarla bir arada bulunmayı dört kısımda ele almaktadır.
1- Kendileriyle bir arada bulunulması gıda
gibi ihtiyaç duyulanlar. Kişi gece veya gündüz olsun bunsuz yapamaz. İnsan
ihtiyacını, bir araya gelmek sebebiyle elde edince, gitmeyi bırakır. Tekrar
ihtiyaç duyulunca, yine bir araya gelmeye başlar.
İşte bu birinci tür, altundan da
değerlidir. Bu kısım insanlar, Allah'ı bilip tanıyanlar, emrini bilip takdir
edenler, düşmanının hile ve tuzaklarını anlayanlardır. Bunlar AUah için
nasihatta bulunurlar. Allah'ın kitabı ve Rasûlü için insanlara öğüt verirler.
İşte bu insanlarla bir araya gelmekte tamamen kâr ve kazanç vardır.
2- Kendileriyle bir arada bulunma durumu
bir ilâç gibi olanlar. Buna hastalık anında gerek duyulur. Sağlıklı kalındığı
sürece, buna gerek duyulmaz.
Bunlar maişet noktasında kendilerine
ihtiyaç duyulanlardır, belli muameleler ve hizmetler için bir arada bulunmayı
gerektiren hallerdir.
İşte bunlarla bir araya gelinerek,
ihtiyacın giderilmesi halinde, artık bunlara da gerek kalmaz. Bu defa üçüncü
kısım devreye girer.
3-
Bunlarla bir arada bulunmak, değişik seyirler ve durumlar, merhaleler
gösteren hastalıklara benzer. Hastalık kuvvetlilik ve zayıflık durumlarına
göre seyir değiştirir. Kimisi tıpkı müzmin ve tedavisi, teşhisi güç olan hastalık gibidir.
Ne dinine ne de dünyasına bir yararı vardır. Böylesi bir hasta hem dinini, hem
dünyasını veya bunlardan birini ziyan eder.
Kimi hasta da, sanki diş ağrısına ve
sızısına yakalanmış gibidir. Diş ağrısı sürdüğü müddetçe ızdır.ap çekersin,
fakat ağrı kaybolunca da sükûn ve huzur tekrar döner. Kimisi de ruh sıtmasına
tutulmuştur. Bu kimse pek öfkeli ve aynı zamanda başkalarına karşı aklen kinli
ve öfkelidir.
Bu kimse öyle bir hastadır ki, güzel bir
şekilde konuşmaz, dolayısıyla dinleyip yararlanamazsa, iyi bir şekilde
susmasını bilmez ki, sen ona yararlı olasın. Bu kimse konuştuğu zaman,
konuşması dinleyeni erce, sözlerine hayret ve şaşkınlıkla bakmalarına rağmen,
bir isyan ve hançer gibi saplanmış görünür.
Dinleyen sanır ki, o sözü bir misk
gibidir, meclise tatlı ve güzel bir hava teneffüs ettiriyor. Bu kimse bir de
susarsa artık çekilemez olur. Tıpkı bir değirmen taşı gibi, ne taşınmasına güç
yetirilebilir, ne de yerden çekmek suretiyle taşınabilir.
İşte hasta bu türden bir hasta ise, ona
iyilikle muamele et, ta ki Allah (cc), sana ondan bir kurtuluş ve çıkış yolu
göstersin. .
4-
Bunlarla bir arada bulunmak tamamen helak olmaktır. Bu da zehir yemek gibidir. Gerçi böyle bir zehirin
tedavi de uygun olacağına dair, bir panzehirde ittifak etseler de, durum
böyledir.
Zira panzehirin tedaviye cevap vermemesi
halinde, Allah (cc.) sonunu iyiliğe ve hayra çevirsin. Bu türlü insanlara halk
arasında ne kadar da çok rastlanmaktadır. Bunlar gerçekten bid'atçılarla, heva
ve isteklerine esir olanlardır.
Bu kimseler Allah Rasûlü'nün sünnetine
engel olurlar, sürekli aykırı ve muhalif şeylere davet ederler.
Bunlar öyle kimselerdir ki, Allah'a giden
yolda insanlara engel olurlar ve devamlı eğri yolu ararlar. Bid'atı sünnet
gibi sunarlar. Sünneti de bid'at, iyiliği kötülük, kötülüğü de iyilik diye
takdim ederler.
Eğer aralarında sadece tevhidi dile
getirmelerini söylersen, "Velileri ve salihleri' dışladın, bunların
değerini düşürdün" diye konuşurlar. Şayet sadece Rasûlüllah (s.a.v.)'a tabi
olunmak gerekir, diye büdirirsen, bu defa, "Peşinden gidilen imamların
değerini heder ettin" diye cevap verirler.
Eğer yüce Allah'ın kendi zatını vasfettiği
gibi vasfedersen veya Hz. Peygamber (s.a.v.)'in O'nu vasfettiği gibi vasfedecek
olup tanıtırsan, bu hususta herhangi bir aşırılığa ve eksikliğe meydan
bırakmadan gerekeni söylersen, bu defa "Sen Müşebbihe'densin" diye mukabele ederler.
Eğer kendilerine Allah ve Rasûlü'nün
emrettiği gibi iyiliği emreder, Allah ve Rasûlünün kötülükten nehyettiği gibi
yasaklar ve nehyedersen, bu defa da: "Şen fitnecilerdensin" derler.
Şayet sünnete uyar, buna aykırı şeylerden uzak durursan, "Sen bid'at
sahibi sapıklardansın" diye konuşurlar.
Eğer sen sırf Allah'a yönelir, onlarla
bir cîfe ve leş olan dünyalarından ilgiyi keser, önem vermezsen, bu defa "Sen tüm işleri birbirine katıp karıştıranın
birisin" diye söylenirler.
Eğer bu defa gittiğin yolu bırakır,
onların istekleri doğrultusunda hareket edecek olursan, bu durumda sen Allah
yanında hüsrana uğrayanlardan olursun, onların yanında münafık olarak yer
alırsın.
Sen yine de onlara gazab etmek suretiyle,
Allah ve Rasûlünün rızasını ara dur, onların yor-gunluğuyla veya seni yormak
istemeleriyle uğraşma. Onların seni kötülemelerine de aldırma. Onların sana
kızıp öfkelenmelerine de bakma.
Müslümanların
bid'atçılarla, heva ve arzularına düşkün olanlar karısındaki tutumları, onların
farklı durumları sebebiyle değişiktir.
Meselâ bid'atı küfür veya şirk durumunda
olan kimseden bütünüyle uzak durmak gerekir. Bunlarla kat'i surette alâka
kesilmelidir.
Kendileriyle herhangi bir şekilde dostluk
kurulmamalıdır. Bunlardan, tıpkı kâfirlerden ve müşriklerden uzak kalındığı
gibi uzak kalınıp ilginin kesilmesi gerekir.
Bu hususla ilgili örnekleri şöyle
gösterebiliriz; Meselâ adam, İslâm'da olmayan ve dinen reddedilen bir şeyi
icad eder veya bir bid'atçıyı barındırır, yardımcı olur.
Bununla
ilgili olarak Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:“Kim bir yenilik meydana getirirse veya bir yenilikçiye
yaltaklık ederse, Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların laneti onun üzerine
olsun." Ebû Davud, Diyât, 11
En
büyük ve fena bid'at, Allah'ın
kitabı ve Rasûlü'nün sünnetini geçersiz kılıp bu iki kaynağa aykırı olan
şeyleri ortaya çıkarmaktır. Bu gibi kimselere yardımda bulunmak, kendilerini
savunmak Allah'ın Kitabına, Rasûlüllah (s.a.v.)'ın sünnetine davet eden
kimselere düşmanlık göstermektir.
İyiliği emretmek ve kötülükten nehyetmek,
ancak basiretle ve tam bir bilgi ile sağlanabilir. Bazan insan, böyle bir şeyi
önleme imkânını bulamayabilir.
O zaman Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
buyurduğu gibi, sadece kendilerine bakacaklardır.
Rasûlüllah
(s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:"İtaat
olunan bir cimrilik, tabi olunan bir neva, tercih olunan bir dünya, her görüş
sahibinin kendi görüşünden başkasını tercih etmediğini gördüğün zaman, senin
görevin, kendine bakmandır (kendini kurtarmandır.)" Ebu Davud, Melahim
Müslüman
bir kimse, birini masiyet
işlerken gördüğünde, ona işlemekte olduğu şer ve kötülük sebebiyle buğzeder ve
yapmakta olduğu hayır sebebiyle de sever. Nitekim biz konunun başında, Ehl-i
Sünnet itikadında zikretmiştik.
Yoksa bir kimsenin işlemekte olduğu
kötülük ve şer sebebiyle, yapmakta olduğu hayra rağmen her halükârda ona
buğuzda bulunulacak anlamı çıkarılmamalıdır.
Aksine o kişiye karşı buğuzda bulunulması,
onu bu kötülüğünden menetmek içindir. Bu durum, kişiyi ve benzerlerini ıslaha
ve düzeltmeye çalışanlara bir geri çekilme anlamına gelmesin.
Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.), bu
gibilerden uzak durmuş, fakat sonuçta bu davranışın onları yola getireceğini
bildiği için, kendilerini terk etmiştir.
Ancak, kötülükte bulunan kimseyi,
uyarılmadan önce, bunun bir etkisi olmayacağını ileri sürerek terk etmek doğru
değildir.
Önce yapılması gereken yapılır, kişinin
durumunu ve gizli kalan sırlarını Allah'a havale eder. Bu arada, kişiyle ilgiyi
kesmenin kendisine fayda vermeyeceği bilinen insanın mazereti de kabul edilir,
durumu Allah'a bırakılır,"
Hangi halde olursa olsun, müslümanın
görevi, bid'atçılarla, facir ve masiyet sahibi kimselerle düşüp kalkmamasıdır.
Ancak onu Allah'ın azabından kurtarmak için irtibat kurmalıdır. Bunun da en
aşağı yolu, işlediği zulmü hoş görmemek, imkân nisbetinde karşı çıkıp tenkid
etmektir.
Nitekim
Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:'
'Sizden kim bir münker (kötülük) görürse onu eliyle (güç ve zor kullanarak)
önlesin, eğer buna gücü yetmezse, diliyle anlatarak önlesin, şayet buna da
gücü yetmezse, kalbiyle buğzederek önlesin. Bu üçüncüsü imanın en zayıf
derecesidir." Müslim, İman, H.49.
Şeriat
Açısından İlgiyi Kesmek İki Çeşittir
Birincisi: Münkerleri terk anlamında ilgiyi kesmek.
İkincisi: Bunu yapanlara ceza yoluyla engel olmaktır.
Birinci
durum, Rabbimizin şu âyetinde dile
getirilmiştir:"Ayetlerimiz hakkında ileri geri konuşmaya dalanları
gördüğünde onlar başka bir söze geçinceye kadar kendilerinden uzak dur."
(En'am, 6/68)
Yine Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:"O
(Allah), Kitap'ta size indirmiştir ki, Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini,
yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze
dalıncaya (konuya geçinceye) kadar kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de
onlar gibi olursunuz." (Nisa, 4/140)
Su
uzak durma şekli, tıpkı insanın kendisini fiilen münker olan şeylerden
menetmesidir. Nitekim Rasûlüllah
(s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:"Asıl muhacir, Allah'ın nehyedip yasakladığı
şeylerden uzak duran kimsedir." Buharı
İman, H.10
Nitekim küfür ve fasıklık ülkesinden
hicret edip, orayı terk etmek, İslâm ve iman ülkesine gitmek bu kabildendir.
Zira böyle bir hareket, kâfirler ve münafıklar arasında ikametten kaçıştır.
Çünkü buralarda Allahin emrettiği bir işi yapma imkânı yoktur.
Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: "Kötü şeyleri
terk et”(Müddessir, 74/5)
İkinci durum ise, tedip etmek ve kötülük
işleyen hakkında gereken işlemi yapmak suretiyle engel olmaktır. Bu, açık açık
kötülükleri yapan kimseler hakkında, o kimseler tevbe edip, yaptıklarından
vazgeçinceye kadar uygulanır.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) ve
müslümanlar, Tebük seferine katılmayan üç sahabi hakkında bu yola başvurdular.
Allah (c.c), tevbelerinin kabul edildiğine ilişkin hüküm bildirinceye kadar
devam etmişti.
Bu şekilde bir uygulama, kişilerin
kuvvetlerine ye zaaflarına göre değerlendirilir. Azlık ve çoklukları göz
önünde tutularak gereken yapılır. Çünkü burada istenen, hakkında bu anlamda
bir ceza uygulanan kimsenin yaptığı işten menedilmesi ve tedibidir. Halkın
böyle bir fiile dönmemesini sağlamaktır.
Eğer bu konuda maslahat, bunu
gerektiriyorsa, yani böyle bir yol ile şer ve kötülük azalacaksa, bu, meşru
olur. Şayet cezaya tabi tutulan ve başkaları, bu gibi şeylerle
engellenemiyorsa, aksine kötülük giderek artıyorsa, hacir yani cezayı
uygulayan zayıf kalıyorsa ve giderek ifsad söz konusu ise, o zaman, maslahata
göre gerekeni tercih eder, menetme cezasını uygulamaz.
Aksine, bazı insanlarla ülfet meydana
getirip durumu bu çerçevede ele almak, daha çok yararlı olmaktadır,
cezalandırmadan daha etkin rol oynamaktadır.
Hz.
Peygamber (s.a.v.) de, bir kavmin arasım bulurken, başka biriyle de ilgiyi
kesmiştir.
Bu durum anlaşılmış ise, artık şöyle
diyebiliriz. Hecr, yani ilgi ve alâkanın kesilmesi, Allah rızası gözetilerek,
samimi bir şekilde uygulanmalıdır, Allah'ın emrine uygun düşmelidir.
Çünkü kişinin kendi heva ve isteğine
uyarak ilgi kesme cezasını vermesi, veya emredilmeyen manada bir cezanın-uygulanması
gibi bir yola başvurması halinde, anlatılan çizgiyi ve temeli çiğnemiş olur. Ne
acıdır ki, kimi insanlar bu konuda kendi heva ve istekleri doğrultusunda
hareket ediyor, Allah'a itaat ettiğini sanıyor."
Bu konuda hecr yani terketmek ve ilgiyi
kesmek cezası, "Şer'î olan cezalar"
türündendir. Dolayısıyla Allah yolunda cihad gibidir.
Zira sadece Allah'ın kelimesi, nizamı ve
şeriatı yücelsin, din, bütünüyle Allah'ın olsun diye yapılmaktadır.
Müminin görevi Allah için düşmanlık göstermek
ve Allah için dostlukta bulunmaktır. Meselâ ortada bir mümin var. Bu mümin,
zalim de olsa, mazlum da olsa, İslama göre kendisine muvalâtta bulunmamız, dost
kabul etmemiz gerekir.
Çünkü zulüm imana bağlı olan dostluk ve
muvalâta engel değildir.
Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Eğer müminlerden iki grup
birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa,
Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse
artık aralarını adaletle düzeltin ve her işte adaletli davranın. Şüphe yok ki
Allah, adil davrananları sever. Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin
arasını düzeltin ve Allah'dan korkun ki esirgenesiniz." (Hucurât, 49/9-10)
Ayete dikkat edilecek olunursa, aralarında
savaş ve saldırı olmasına rağmen Allah (c.c.) onları kardeşler olarak
bildirmektedir."
Burada
ayrıca işaret etmemiz gereken bir nokta ise şurasidır: "Temel ve asıl olan şeyler konusunda bid'atçı
olan kimselerle ilgiyi kesmek, kendilerinden uzak bulunmak, onlara karşı
düşmanlık beslemek gerekmektedir.
Ancak alimler arasında fürûlarda yani
ikinci derecedeki meselelerde yapılan ihtilaf, rahmete vesile olan ihtilaf
türündendir. Allah (c.c), müminlere dinde zorluk ve güçlük dilememiştir. Bu
gibi meselelerde ilgi ve alâkanın kesilmesine gerek yoktur.
Nitekim bu gibi ihtilâflar Rasûlüllah
(s.a.v.)'ın ashabı arasında da cereyan etmiştir. Halbuki hepsi de birbirlerine
iyice ısınmış kardeşler, aralarında birbirlerine karşı çok merhametli
kimselerdi.
Kendilerinden sonra ilim erbabından
olanlar, bu sahabeden dilediklerinin görüşlerini benimsemişlerdir. Hepsi de
hakkı istemekteydiler ve hepsi de müştereken doğru yolu arıyorlardı.”
Hakka
Tabi Olmak Ve BiD'atçılıktan Uzak Durmakli İlgili Olarak Selefin Görüşleri
Bu ümmetin selefi -Allah kendilerine
rahmetiyle muamele buyursun-Allah'ın yüce Kitabım gereğince bilme ve Rasûlünün
sünnetini öğrenme meselesinde gerçekten pek titizdiler. Aynı zamanda bu iki
temel kaynaktan uzak kalanlara da buğzetmekteydiler. Bu zatların konuya
ilişkin bir hayli görüşleri bulunmaktadır. Ancak ben burada, kendilerine ait
bazı önemli görüşleri sunacağım ki, müslümanlardan hak üzere sebat etmekte
olanlar gereğince bu sebatlarını sürdürsünler.
İmam
Malik (rh) şu görüşlere yer veriyor:
"Bu ümmet arasında, daha önce, bu ümmetin geçmiş alimlerinin üzerinde
olmadıkları bir şeyi ortaya çıkarmaları halinde, bunu çıkaranlar adeta şöyle
bir iddia ile ortaya çıkmış olurlar:
Gerçekten Rasûlüllah (s.a.v.) dine ihanet
etmiştir.
Çünkü Allah (c.c.) şöyle
buyurmaktadır:"Bugün size dininizi ikmal ettim (Maide, 5/3)
O
gün dinden kabul edilmeyen bir şey, bugün de kabul edilmez."
İbn
Mesûd (r.a.) da der ki: "Sizi
Allah'ın Kitab'ına davet eden bir kavim (topluluk) göreceksiniz. Ki bunlar, o
kitabı arkalarına atıp terketmişlerdir.
Size ilim öğrenmenizi, bid'at yapmaktan
sakınmanızı, söz ve davranışlarınızda aşırılıktan uzak durmanızı, amellerde
şiddet gösterip ifrat ve tefrite sapmamanızı emrediyorum. Aynı zamanda size
eskiye (Kur'an'a) sarılmanızı emrederim."
Ebu'l-Aliye
er-Riyahî de der ki: "İslâmı
öğrenin. Onu öğrendiğinizde sakın yüz çevirmeyin. Size, sıratı müstakime
(dosdoğru yola) girmenizi emrediyorum. Çünkü sıratı müstakim: Bizzat İslâm'dır.
Sağdan ve soldan onu tahrif edip bozmayın. Aynı zamanda size peygamberinizin ve
ashabının sünnetine bağlanmanızı emir ve tavsiye ediyorum."
İmam
Şafiî (rh) de der ki: "Kulun
şirk dışında, tüm suçlardan günahlardan herhangi biriyle Allah ile
karşılaşması, heva istekleri sebebiyle karşılaşmasından çok daha
hayırlıdır."
Süfyan b. Uyeyne'ye sorulmuş: "Bu
heva.ve isteklerinin esiri olanların durumu ne ki, heva ve isteklerine pek
aşın bir şekilde düşkündürler, söyler misiniz?" O da cevap olarak:
"Sen-yüce Allah'ın şu âyetini unuttun mu:"Küfürleri sebebiyle
kalblerine buzağı sevgisi dolduruldu." (Bakara, 2/93) diye konuştu.
Bunun
içindir ki Ebû Kilabe şöyle söylemektedir: "Heva ve arzularının esiri olanlarla birlikte oturmayın. Çünkü
onların, sizi, sapıklıklarına daldırmamalarından veya bildiğiniz bazı şeyler
konusunda kafanızı allak-bullak etmeyeceklerinden emin değilim."
Abdullah
b. Mes'ûd (r.a.) da şöyle buyurmaktadır:"Tabi
olunuz ve fakat bid'atcı olmayınız. Size (Allah'ın kitabı) kifayet eder."
Abdullah b. Mes'ûd, doğru ve gerçek
söylemektedir. Bize Allah'ın, kitabı açık ve seçik olarak yeter, Rasûlünün de
sünneti açık ve mufassal olarak bizim için kafidir.
Çünkü Allah'ın kitabını açıklamaktadır.
Kaldı ki salih selefimizin hayatı bizce
bilinmektedir. Bizim görevimiz Kitap ve Sünnete tabi olmaktır.
Her türlü bid'atten ve İslama sonradan
sokuşturulmuş şeylerden de uzak durmaktır.
Eğer bunu yapacak olursak, bu takdirde
seçkin bir ümmet haline geliriz, bizim de bağımsız bir kişiliğimiz oluşur.
Öyle bir kişilik ki, heva ve arzularının
peşinde koşanların ve beşeriyetin eksik düşünce ve görüşlerinin, hiç birisine
ait durum ve düşünceleri burada cereyan etmez, yer almaz.
Bir ümmet ve millet ki, şayet her
seslenenin peşine düşecek olursa, bu takdirde cehalet çukurlarında yuvarlanır
giderler.
Halbuki Allah (c.c), mümin kulları için
nûr, salâh, felah, yani aydınlık, iyilik ve kurtuluş dilemektedir. Bütün
bunlar sadece İslâmda vardır.
Bunun dışında ise cahillik ve sapıklık yer
almaktadır. Allah (c.c.) bizi bunlardan korusun.