İnsanlık tarihinde yaşanan sapmalar, küfür, inkâr, şirk ve nifak konularına tarihi bakış:
aşağıdaki fasılları içermektedir:1. Fasıl: İnsanlık tarihinde yaşanan sapmalar.2. Fasıl: Şirkin tanımı ve çeşitleri.3. Fasıl: Küfrün tanımı ve çeşitleri.4. Fasıl: Nifâkın tanımı ve çeşitleri.5.Fasıl:Câhiliye,Fısk,Dalâlet ve Riddet terimlerinin hakikatinin açıklanması, Riddetin kısımları ve hükümleri.
1. Fasıl: İnsanlık
tarihinde yaşanan sapmalar:
Bütün varlıkları yalnızca kendisine ibâdet etsinler
diye yaratan Allah Teâlâ, bu ibâdeti yerine getirirken de yardımcı olsun diye
onlara rızıklar hazırlayıp bahşetmiştir.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:"Ben, cinleri ve insanları ancak bana
ibâdet etsinler diye yarattım.Onlardan ne bir rızık,ne de beni doyurmalarını
istiyorum. Şüphesiz (yarattıklarına) rızık veren, güç ve kuvvet sahibi (yalnızca) Allah’tır." Zâriyât Sûresi: 56-58
İnsan, fıtrat üzere bırakıldığı takdirde Allah
Teâlâ’nın yegâne ilâh olduğunu kabul edecek, O'na severek ibâdet edecek ve O'na
hiçbir şeyi şirk koşmayacaktır. Ancak ondaki bu fıtratı bozan ve onu bu yoldan
saptıran insan ve cin şeytanları, ona bâtıl şeyleri güzel ve süslü
göstererek onu aldatmak için birbirine yaldızlı sözler fısıldarlar.
Tevhîd inancı, insanın fıtratında yerleşik, şirk ise
ârızî olup sonradan meydana gelmiştir.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:"(Ey Nebi!) Allah'ın insanları fıtrat
üzere yarattığı dîne (İslâm'a)
yüzünü hanîf olarak çevir. Allah’ın
yarattığında hiçbir değişme yoktur (bulamazsın)."
Rûm Sûresi:30
Rasûlullah -sav- de bu konuda şöyle buyurmuştur:"Her yeni doğan çocuk, fıtrat (İslâm)
üzere doğar. Ancak anne ve babası, onu
ya yahûdî, ya hıristiyan, ya da mecûsî yapar." Buhârî
Âdemoğlunda aslolan, tevhîd inancıdır.
Âdem -aleyhisselâm- ile ondan sonra asırlar boyu
gelen nesillerin dîni, İslâm’dır.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:"İnsanlar, (tevhîd konusunda) tek bir ümmet idiler. (Sonra ayrılığa düştüler). Bunun üzerine Allah
müjdeleyici ve uyarıcı olsunlar diye nebiler gönderdi." Bakara :213
Şirk, ilk defa Nûh -aleyhisselâm-'ın kavminde
meydana gelmiş ve insanlar doğru inançtan sapmaya başlamışlardır. Bu sebeple,
Allah Teâlâ’nın insanlara gönderdiği ilk elçi, Nûh -aleyhisselâm- olmuştur.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:"(Ey Nebi!) Şüphesiz biz, Nûh’a ve
ondan sonraki nebilere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik." Nisâ :163
İbn-i Abbas -radıyallahu anhumâ- bu konuda şöyle
demiştir: "Âdem -aleyhisselâm- ile
Nûh -aleyhisselâm-'ın arası on asır idi. Hepsi de İslâm üzere idiler."
İbn-i Kayyim -rh- bu konuda şöyle demiştir:"Bu görüş, tartışmasız doğru olan tek
görüştür. Çünkü Ubeyy b. Ka’b’in Bakara Sûresi 213. âyetindeki şu kırâatı bu
görüşü doğrulamaktadır:"(Onlar dînlerinde) ayrılığa düştüler. Bunun
üzerine Allah nebiler gönderdi."
Yukarıdaki kırâatın anlamını pekiştiren başka bir
delil ise, Allah Teâlâ’nın şu sözüdür:"İnsanlar,
tek bir ümmet idiler. (Aynı dîn üzereydiler, o dîn de İslâm idi). Sonra ayrılığa düştüler." Yunus : 19
İbn-i Kayyim -rh- yukarıdaki sözüyle elçilerin
gönderiliş sebebinin, insanların üzerinde bulundukları doğru dîn hakkında
ayrılığa düşmeleri olduğunu belirtmek istemiştir.
Nitekim Amr b. Luhay el-Huzâ'î, Arap yarımadasına,
özellikle de Hicâz bölgesine put getirerek İbrahim -aleyhisselâm-’ın dînini
değiştirip Allah Teâlâ-'dan başkasına ibâdet edilmesine ve bu kutsal belde ile
diğer beldelerde şirkin yayılmasına sebep olmazdan önce Araplar, İbrahim
-aleyhisselâm-’ın dîni üzereydiler. Nihâyet Allah Teâlâ'nın, nebilerin
sonuncusu olan Muhammed -sav-’i göndermesiyle bu durum sona ermiş, O -sav- insanları tevhîd inancına ve İbrahim -aleyhisselâm-’ın dînine uymaya dâvet etmeye
başlamıştır.
Muhammed -sav-, tevhîd inancı ve
İbrahim-aleyhisselâm-’ın dîni Arap yarımadasına tekrar dönünceye, putlar yerle
bir edilinceye, onunla Allah dînini kemâle erdirinceye ve âlemlere nimetini
tamamlayıncaya kadar Allah yolunda hakkıyla mücâdele etmiştir.
Bu ümmetin en fazîletli üç döneminde yaşayan
sahâbe, tâbiîn ve onlara en güzel bir şekilde uyanlar, Muhammed -sav-’in
yolundan gittiler. Son asırlarda cehâlet yayılıp diğer dînlerden İslâm dînine
başka şeyler sızmaya başlayınca, dalâlet dâvetçileri ve kabirlerin üzerine binâ
yapılması sebebiyle ümmetin çoğuna şirk yeniden dönmüştür. Evliyâ ve sâlihleri
yüceltmek, onlara sevgi ve muhabbet beslemek iddiâsı ile kabirlerin üzerine
binâlar yapılmış, böylece kabirlerde yatanlara yalvarıp yakarmak, onlardan
yardım istemek, türbelerinde kurbanlar kesmek ve onlara adaklar adamak gibi,
yalnızca Allah'a yapılması gereken ibâdetler, O'ndan başkasına yapılarak Allah
ile birlikte ibadet edinilen putlar edinilmiş oldu. Bu kimseler, işledikleri bu
şirkin adına da tevessül dediler. Güyâ bunu yapmakla onlara sevgilerini
gösterdiklerini, onlara ibâdet etmediklerini ileri sürdüler. Oysa iddiâ
ettikleri bu şeyin, İslâm'dan önceki müşriklerin söyledikleri sözün aynısı
olduğunu unuttular.
Nitekim ilk müşrikler şöyle demişlerdi:"Biz, onlara (putlara) ancak bizi Allah’a iyice yaklaştırsınlar
diye ibâdet ediyoruz." Zümer :3
Geçmişte ve günümüzde meydana gelen şirke rağmen insanlığın
çoğu, Allah'ın yegâne yaratıcı olduğuna îmân etmekte, ancak ibâdette O'na ortak
koşmaktadırlar.
Nitekim
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:"Onların çoğu, ancak Allah’a (ibâdette
putları) ortak koşarak îmân
ederler."
Yûsuf :106
Firavun ve günümüzdeki inkârcı ateist ve komünist
kimseler gibi, pek az bir kesimin dışında, hiç kimse Allah'ın varlığını inkâr
etmemiştir. Bu kimselerin inkârları da, büyüklük taslamaları ve
kibirlenmelerinden dolayıdır. Yoksa onlar vicdanlarına ve kendi hallerine
bırakmış olsalar, O'nun varlığını kabul etmek zorunda kalacaklardır.
Nitekim Allah Teâlâ onlar hakkında şöyle buyurmuştur:"Kendileri de bunlara
kalpten inandıkları halde, zulûm ve kibirlerinden onları inkâr ettiler. (Ey Nebi! Allah'ın âyetlerini inkâr ederek yeryüzünde) bozgunculuk yapanların sonlarının nice olduğuna bir bak!" Neml :14
Yaratılan her şeyin bir yaratıcısı, kâinattaki her
şeyi var eden birisinin olması gerektiğini onlar da bilmektedirler.Kâinatın
ahenkli ve kusursuz düzenini idâre eden,hakîm, her şeye gücü yeten ve her şeyi
hakkıyla bilen birinin olması gerekir. Bunu inkâr eden, ya aklını yitirmiş ya
da kibrinden dolayı aklını iptal etmiş kendini bilmez bir kimsedir. Böyle
kimseye de zaten itibar edilmez.
2. Fasıl: Şirkin
tanımı ve çeşitleri:
Şirkin Tanımı:
Şirk: Rubûbiyet ve ulûhiyette Allah'a ortak koşmak demektir. Şirk, genel
olarak ulûhiyette vukû bulur. Örneğin Allah ile birlikte başkasına yalvarıp
yakarmak, O'ndan başkasına kurban kesmek ve adak adamak, O'ndan başkasından
korkmak, ümit etmek ve O'ndan başkasını sevmek gibi ibâdet çeşitlerinden
herhangi birini O'ndan başkasına yapmak şirktir.
Şirk, şu
sebeplerden dolayı günahların en büyüğüdür:
1. Şirk; ulûhiyete has meselelerde yaratılanı yaratana benzetmektir. Her
kim, birisini Allah'a ortak koşarsa, onu Allah'a benzetmiş olur ki, bu en büyük
zulûmdür.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:"Şüphesiz şirk, büyük
bir zulûmdür."
Lokman :13
Zulûm, anlam olarak bir şeyi olması gereken yere
koymamaktır. Kim, Allah'tan başkasına ibâdet ederse,ibâdeti yapılması gereken
yere yapmamış ve hak etmeyen birine yapmış olur ki bu, en büyük zulûmdür.
2. Allah Teâlâ, şirkten tevbe etmeyeni asla bağışlamayacağını haber
vermiştir.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:"Şüphesiz Allah, kendisine
ortak koşulmasını (ve küfrü)
asla bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları dilediğine bağışlar.Kim, Allah'a
ortak koşarsa, büyük bir günahla iftirâ etmiş olur." Nisâ :48
3. Allah Teâlâ, kendisine şirk koşana cenneti haram kılmıştır. Bu kimse
ebedi olarak cehennemde kalacaktır.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:"Şüphesiz kim Allah'a
ortak koşarsa, Allah ona cenneti haram kılmıştır. Onun barınağı ateştir.
Zâlimler için (ateşten kurtaracak) yardımcılar yoktur." Mâide : 72
4. Şirk, bütün amelleri boşa çıkarır.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:"(Ey Nebi!) Şüphesiz sana ve
senden önceki (elçi)lere şöyle
vahyolundu: ‘Şayet (Allah’a) ortak
koşarsan, amelin boşa çıkar ve mutlaka hüsrana uğrayanlardan olursun." Zümer :65
5. Allah Teâlâ'ya şirk koşanın kanı ve malı helâldir.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:"Müşrikleri nerede
bulursanız öldürün, (kaldıkları yerlerde) onları yakalayıp hapsedin ve her gözetleme yerinde onları
bekleyin."
Tevbe : 5
Nebi -sav- de bu konuda şöyle buyurmuştur:"Lâ ilâhe illallah deyinceye kadar,
insanlarla (müşriklerle) savaşmakla
emrolundum. Bu sözü söylerlerse, kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar.
İslâm’ın hakkı ile olması gereken bundan müstesnâdır." Buhârî
6. Şirk, büyük günahların en büyüğüdür.
Nitekim Nebi -sav- bu konuda şöyle
buyurmuştur:"Büyük günahların en büyüğünü size haber vereyim mi? (Sahâbe): -Evet, ey Allah’ın
elçisi, dedik.Buyurdu ki: -Allah’a ortak koşmak ve ana-babaya itaatsizlik
etmektir."
Buhârî
Büyük âlim İbn-i Kayyim -rh-
şöyle demiştir: "Allah Teâlâ,
yaratmak ve emretmekten kastının; isim ve sıfatlarının bilinmesi, sadece
kendisine ibâdet edilmesi, kendisine ortak koşulmaması ve insanların, göklerin
ve yerin yaratılış sebebi olan adâleti kendi aralarında uygulamaları olduğunu
haber vermektedir.
Nitekim Allah
Teâlâ şöyle buyurmuştur:"Şüphesiz biz, elçilerimizi apaçık delîllerle gönderdik ve insanlar
adâleti ayakta tutsunlar diye onlarla (elçilerle) birlikte Kitab’ı ve Mîzân’ı
indirdik."
Hadîd :25
Allah Teâlâ, bu âyet-i kerîmede adâleti ayakta
tutsunlar diye insanlara elçiler gönderip kitaplar indirdiğini haber
vermektedir. Bu sebeple tevhîd en büyük adâlettir. Çünkü tevhîd, adâletin başı
ve esası, şirk ise zulmûn tâ kendisidir. Nitekim şirk hakkında şöyle buyurmuştur:"Şüphesiz şirk, büyük
bir zulûmdür."
Lokman :13
Şirk;
zulûmlerin, tevhîd ise adâletlerin en büyüğüdür. Bu sebeple şirk, bu amaca en
aykırı olduğu için büyük günahların en büyüğü sayılmıştır."
İbn-i Kayyim -rh- devamla
şöyle demiştir:"Şirk, bu gâyeye
bizzât aykırı olunca tartışmasız en büyük günah sayılmıştır. Bu sebeple Allah
Teâla, ibâdette kendisine şirk koşanlara cenneti haram kılmış, canlarını,
mallarını, âilelerini ve kendisine ibâdet etmeyi terk ettikleri için onları
köleler edinmelerini tevhîd ehline helâl kılmıştır. Allah Teâlâ kendisine şirk
koşanın amelini kabul etmekten, ona şefaat edecek olandan, âhirette duâsını
kabul etmekten ve duâsının kabul edilmesi için ricâcı olandan yüz çevirmiştir.
Çünkü yarattığı şeylerden birini Allah Teâlâ'ya eş ve benzer kıldığından dolayı
müşrik kimse insanların câhilidir. Bu durum, zulüm olduğu gibi, cehâletin de en
büyüğüdür. Hakikatte müşrik, Rabbine zulmetmemiş, aksine kendine
zulmetmiştir."
7. Şirk, bir noksanlık ve kusurdur. Allah Teâlâ ise kendisini bundan
tenzîh etmiştir. Kim, Allah'a şirk koşarsa, Allah'ın kendisinden tenzîh ettiği
şeyi, O’na isnat etmiş olur ki bu, Allah Teâlâ'ya yapılan en büyük düşmanlık,
O’na başkaldırmak ve O'na en büyük karşı gelmedir.
Şirkin çeşitleri:
Şirk iki
çeşittir:
1.Büyük şirk:
İnsanı
dînden çıkaran, tevbe etmediği takdirde sahibinin ebedî olarak cehennemde
kalmasına sebep olan şirktir. Allah'tan başkasına yalvarıp yakarmak, kabirlerde
yatan ölülere veya cinlere ve şeytanlara yaklaşabilmek için onlara kurbanlar
kesmek ve adaklar adamak gibi, (sadece Allah'a yapılması gereken) ibâdetleri
O'ndan başkasına yapmak büyük şirktir. Ölüler, cinler ve şeytanların kendisine
zarar vermesinden veya kendisini hasta etmesinden korkmak, ihtiyaç ve
sıkıntıların giderilmesi için Allah'tan başkasının gücünün yetmediği şeyleri, O'ndan
başkasından beklemek de şirktir. Günümüzde evliyâ ve sâlihlerin kabirlerinin
üzerine yapılan türbelerin çevresinde bunların çoğu yapılmaktadır.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:"Onlar (müşrikler),Allah’ı bırakıp
kendilerine zarar ve fayda vermeyen şeylere ibâdet ediyor ve: ‘Bunlar, bizim
Allah katındaki şefaatçilerimizdir’ diyorlar." Yûnus :18
2. Küçük şirk:
İnsanı dînden çıkarmayan, ancak tevhîdi
noksanlaştıran şirktir ki, bu şirk, insanı büyük şirke götürebilir.
Küçük şirk iki
kısma ayrılır:
Birincisi: Söz ve fiillerdeki açık şirktir.
Sözlü şirke
örnek: Allah Teâlâ’dan başkası adına yemîn etmek gibi.
Nitekim Nebi -sav- şöyle
buyurmuştur:"Her kim, Allah’tan başkası adına yemîn ederse, kâfir veya müşrik
olur."
Tirmizî
Şu söz de sözlü şirke örnektir:"Allah ve sen
diledin (de bu iş oldu)."Bir adam Nebi -sav-’e: "Allah ve sen dilediniz (de bu iş oldu)" deyince, Nebi -sav- ona:"Beni
Allah’a eş ve benzer mi kıldın? Sadece Allah diledi, de." Nesâî buyurmuştur."Allah ve filanca olmasaydı, (bu iş olmazdı)"
gibi söz de sözlü şirke örnektir.Doğrusu: "Önce Allah, sonra da filanca
diledi (de bu iş oldu)" veya "Önce Allah, sonra da filanca olmasaydı
(bu iş olmazdı)" şeklinde söylenmesidir.
Çünkü ( ثُمَّ ) "sonra" lafzı, Allah'ın irâdesi ile kulun irâdesinin
aynı anda olmadığını, kulun irâdesinin, Allah'ın irâdesinden sonra geldiğini
gösteren bir edâttır. Nitekim
şu âyet de buna örnektir:
"Âlemlerin
Rabbi olan Allah dilemedikçe, siz (hiçbir şey) dileyemezsiniz." Tekvîr :29
( وَ )
"ve" bağlacı ise,Allah’ın irâdesi ile kulun irâdesinin birlikte olduğunu
gösteren bir atıf edâtıdır.Bu edât, o fiilin sıra ile gelmesini veya sonra
olmasını gerektirmez.
Şu iki söz de sözlerde yapılan şirke bir örnektir:
"Benim, Allah ve senden başka kimsem
yoktur."
"Bu (nimet), Allah ve senin
bereketindendir."
Fiilî şirke
örnek: Belâyı gidermek veya savmak için halka ve ip
bağlamak gibi.
Nazar değmesinden korktuğu için muska takmak da
bunun gibidir. Bu gibi şeylerin belâyı gideren veya savuşturan sebeplerden olduğuna
inanmak, küçük şirktir. Çünkü Allah Teâlâ, bu gibi şeyleri sebep kılmamıştır.
Bu sebeple belâyı gideren veya savuşturan şeyin bizzat muska olduğuna inanmak,
büyük şirktir. Çünkü bu durum, Allah Teâlâ'dan başkasına bağlanmak demektir.
Küçük şirkin
ikinci kısmı: Gizli şirktir ki bu şirk, riyâ ve şöhret gibi,
irâde ve niyetlerde olur. Buna örnek olarak şunları verebiliriz:
"İnsanlar kendisini övsünler diye Allah'a
yakınlaşmak için bir işi yapmak, namazını güzelleştirerek kılmak, insanlar
kendisini methetsinler diye sadaka vermek, sesli zikir çekmek veya insanlar
işitsin de kendisini methetsinler diye sesini güzelleştirerek Kur’an okumak
gibi."
Bir amele riyâ karıştığı zaman, riyâ o ameli boşa
çıkarır ve onu geçersiz kılar.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:"Her kim, (azabından korkarak ve sevabını ümit ederek) Rabbine kavuşmayı arzu ederse, sâlih amel işlesin ve ibâdette Rabbine
hiç kimseyi ortak koşmasın." Kehf :110
Nebi -sav- de küçük şirk hakkında şöyle
buyurmuştur: "Sizin için en çok
korktuğum şey, küçük şirktir. (Sahâbe):
- Ey Allah’ın elçisi! Küçük şirk nedir? dediler.Buyurdu ki:-Riyâdır." Ahmed
Yine, dünyalık menfaatler elde etmek için hac
yapan, müezzinlik veya insanlara imamlık yapan, dînî ilim öğrenen veya mal elde
etmek için cihâd eden kimselerin yaptıkları da küçük şirke örnektir.
Yine,-sav- şöyle buyurmuştur:"Dînara köle olan helâk olsun. Dirheme köle olan helak olsun. İpek
elbiseye köle olan helak olsun. Kadife elbiseye köle olan helak olsun.(Bu
kimse) kendisine istediği verildiğinde
râzı olur, verilmediğinde ise öfkelenir." Buhârî
İmam İbn-i Kayyim -rh- şöyle demiştir:"İrâde ve niyetlerde olan şirke
gelince, bu şirk sâhili olmayan okyanusa benzer ki, bundan çok az kimse
kurtulur. Kim, ameliyle Allah'ın rızâsından başka bir şeyi ister, O’na
yaklaşmanın yollarından başka bir şeye niyet eder ve karşılığını ondan isterse,
hiç şüphe yok ki niyet ve irâdesinde Allah'a şirk koşmuş olur. İhlâs; davranış
ve sözlerinde, irâde ve niyetinde, Allah Teâlâ için samimîyet göstermektir. Bu,
Allah Teâlâ'nın bütün kullarına uymalarını emrettiği ve ondan başka bir dîni
asla kabul etmeyeceği, İslâm dîninin hakîkati olan İbrahim -aleyhisselâm-’ın
hanîf dînidir.
Nitekim Allah
Teâlâ şöyle buyurmuştur:"Her kim,
İslâm’dan başka bir dîn ararsa, bilsin ki o dîn ondan aslâ kabul olunmayacak ve
o âhirette hüsrâna uğrayanlardan olacaktır." Âl-i İmrân :85
Âyette geçen İslâm, İbrahim
-aleyhisselâm-’ın dînidir ki, o dînden
ancak kendini bilmezler yüz çevirir."
Büyük şirk ile
küçük şirk arasındaki farkları şöyle özetlemek mümkündür:
1. Büyük şirk, insanı dînden çıkarır. Küçük şirk ise, dînden çıkarmaz.
2. Büyük şirk, sahibinin cehennemde ebedî olarak kalmasına sebep olur.
Küçük şirk ise, sahibi cehenneme girse bile, ebedî olarak orada kalmasına sebep
olmaz.
3.Büyük şirk, bütün salih amelleri boşa çıkarır. Küçük şirk ise, bütün
amelleri boşa çıkarmaz. Riyâ, dünyalık bir menfaat için yapılan amele
karışırsa, sadece o ameli boşa çıkarır.
4. Büyük şirk, kanı ve malı mübâh kılar. Küçük şirk ise, kanı ve malı
mübâh kılmaz.
Küfrün tanımı ve
çeşitleri:
Küfrün Tanımı:
Küfür, sözlük olarak, örtmek ve gizlemek demektir.
Terim olarak ise, îmânın zıddıdır. Çünkü küfür,
ister yalanlama ile olsun, isterse olmasın, Allah'a ve elçilerine îmân etmemek
demektir. Aksine şek ve şüphe duymak, yüz çevirmek, kibirlenmek veya risâlete
uyma konusunda alıkoyucu hevâya uymak da küfür sayılır.
Yine, elçilerin doğru olduklarına kalbiyle îmân
ettiği halde hasedinden dolayı onları yalanlayan da aynıdır.
Küfrün çeşitleri:
Küfür iki çeşittir.
1. Büyük küfür:
İnsanı dînden çıkaran küfürdür ki, bu küfür beş kısımdır:
Birincisi:
Yalanlama (tekzîb etme) küfrüdür.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:"Allah’a iftirâ eden
ya da kendisine hak geldiğinde onu yalanlayandan daha zâlim kim olabilir? Cehennemde kâfirlere barınak mı yok!" Ankebût :68
İkincisi: Kaçınma
ve büyüklük taslama küfrüdür.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:"Hani biz meleklere;
Âdem’e secde edin, dedik. İblis’in dışında bütün melekler hemen secde ettiler.
O secde etmekten kaçındı ve büyüklük tasladı. Böylece kâfirlerden oldu." Bakara :34
Üçüncüsü: Şüphe ve
zannetme küfrüdür.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:"(Yeniden dirilişi inkâr ederek kıyâmetin kopacağından şüphe edip) kendine zulmetmiş olarak bağına girdi ve
şöyle dedi: Bu bağın yok olacağını ebedîyyen zannetmem. Kıyâmetin kopacağını da
zannetmem. (Senin iddiâ ettiğin gibi kıyâmetin kopacağı ve) Rabbime döndürüleceğim (farz olunsa
bile), hiç şüphe yok ki onun yanında
bundan daha hayırlı bir âkıbet bulurum. (Mü’min olan) arkadaşı ona şöyle dedi: Seni topraktan, sonra bir damla sudan (spermden) yaratan, daha sonra da seni düzgün bir
adam biçimine sokan Allah'ı inkâr mı ettin? Fakat ben (derim ki) O Allah, Rabbimdir ve ben kimseyi Rabbime
ortak koşmam."
Kehf : 35-38
Dördüncüsü: Yüz
çevirme küfrüdür.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:"İnkâr edenler, (Kur’an tarafından) uyarıldıkları
şeylerden yüz çevirirler." Ahkâf :3
Beşincisi: Nifâk (ikiyüzlülük) küfrüdür.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:"Bu, şu sebeptendir:
Onlar (görünüşte)
îmân ettiler, sonra inkâr ettiler. Bu yüzden
onların kalpleri mühürlenmiştir. Artık onlar anlamazlar." Minâfikûn :3
2. Küçük küfür:
İnsanı dînden çıkarmayan amelî küfürdür. Bu, Kur’an
ve sünnette küfür diye adlandırılan günahlardır. Büyük küfür derecesine
ulaşmaz. Bu küfür, şu âyette olduğu gibi, nimete nankörlük etmek anlamındadır.
"Allah bir beldeyi (Mekke'yi) örnek verdi: Burası huzur ve güven
içerisindeydi. Ona her yerden bol bol rızık gelirdi. Derken onlar (Mekke
halkı) Allah’ın nimetlerine nankörlük
ettiler."
Nahl :112
Müslüman ile
savaşmak küçük küfürdür.
Nitekim Nebi -sallallahu
aleyhivesellem- şöyle
buyurmuştur:"Müslümana sövmek, fısk (Allah’a
itâatten çıkmak), onunla savaşmak ise, (amelî) küfürdür." Buhârî
"Benden
sonra kâfirlerin yaptıkları gibi birbirinizin boynunu vurmayın." Buhârî
Allah'tan başkası adına yemîn etmek küçük küfürdür.
Nitekim Nebi -sav- şöyle buyurmuştur:"Her kim, Allah’tan
başkası adına yemîn ederse, kâfir veya müşrik olur." Tirmizî
Nitekim Allah Teâlâ, büyük günah işleyeni mü’min sayarak şöyle buyurmuştur:"Ey îmân edenler!
Öldürülenler hakkında size kısâs (misilleme) farz kılındı." Bakara :178
Allah Teâlâ, öldüren
kimseyi, îmân edenlerin dışında tutmamış ve onu, öldürülenin kısâstaki velîsine
kardeş saymıştır.
Nitekim âyetin devamında
şöyle buyurmuştur:"Ancak kimin cezâsı, kardeşi (öldürülenin
velîsi) tarafından affedilir (ve
diyet almakla yetinir)se, her iki taraf
da hakkaniyete uysun, (öldüren) de
ona (öldürülenin velîsine) hakkını (diyetini) güzelce versin." Bakara :178
Âyette geçen kardeşlikten kastın, dîndeki kardeşlik
olduğunda şüphe yoktur.
Nitekim Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur:"(Ey mü’minler!) Şayet mü’minlerden iki grup birbiri ile
çarpışırsa, aralarını düzeltin. İkisinden birisi (bu dâvete uymayıp) diğer gruba saldırırsa, Allah'ın hükmüne
dönünceye kadar saldıran gruba karşı savaşın. Şayet dönerse, aralarını adâletle
düzeltin ve (verdiğiniz hükümde, Allah ve elçisinin hükmünü geçmeyecek
şekilde) adâletli davranın. Şüphesiz
Allah, (kulları arasında adâletle hüküm vererek) adâletli davrananları sever. Ancak mü’minler (dînde) kardeştirler. Şu halde (birbirleri ile
savaştıkları zaman) iki kardeşinizin
arasını düzeltin ve (her işinizde)
Allah’tan korkun ki merhamet olunasınız." Hucurât :9-10
Özetle büyük küfür
ile küçük küfür arasındaki farklar:
1. Büyük küfür, insanı dînden çıkarıp amelleri boşa çıkarır. Küçük küfür
ise, dînden çıkarmaz, amelleri de boşa çıkarmaz. Fakat miktarına göre amelleri
eksiltir, sahibini Allah'ın azabına maruz bırakabilir.
2. Büyük küfür, sahibinin ebedî olarak cehennemde kalmasına sebep olur. Ancak
küçük küfrün sahibi cehenneme girse bile ebedî olarak orada kalmaz. Ayrıca
Allah onu bağışlayıp cehenneme hiç de koymayabilir.
3. Büyük küfür, kanı ve malı mübâh kılar. Küçük küfür ise, kanı ve malı
mübâh kılmaz.
4. Büyük küfür, sahibi ile mü’minler arasında gerçek düşmanlığı gerektirir.
Müslümanın en yakını bile olsa kâfiri sevmesi ve ona dostluk beslemesi câiz
değildir. Küçük küfür ise, mutlak anlamda sahibine dostluk beslemeye engel
teşkil etmez. Aksine îmânı oranınca sevilir ve ona dostluk beslenir, isyan ve
günahı oranınca da ona buğzedilir ve düşmanlık beslenir.
Nifâkın tanımı ve
çeşitleri:
Nifâkın Tanımı:
Nifâk, sözlük olarak (نَافَقَ)"Nâfeka" kelimesinin mastarı olup (نَافِقَاءُ)
"Nâfikâ" kelimesinden gelmektedir. "Nâfikâ", çöl faresinin
girip-çıktığı iki delikten birisine denir. Çünkü çöl faresi bir delikten
yakalanmaya çalışıldığında diğer deliğe kaçar ve oradan dışarıya çıkar.
Nifâk, sözlük olarak (نَفَقٌ)"Nefâk" kelimesinden geldiği de söylenir
ki bu kelime, gizli yol ve tünel anlamına gelmektedir.
Nifâk, terim olarak müslüman olduğunu göstermek, küfrü ve şerri gizlemektir.
Böyle adlandırılması; dînen bir kapıdan girip, diğer bir kapıdan çıkması
sebebiyledir.
Nitekim Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur:"Şüphesiz münâfıklar, fâsıkların (dînden
çıkanların) ta kendileridir." Tevbe :67
Allah Teâlâ, münâfıkları kâfirlerden daha şerli
sayarak onlar hakkında
şöyle buyurmuştur:"Şüphesiz münâfıklar, (kıyâmet günü)
cehennemin en alt tabakasında
olacaklardır."
Nisâ :145
Başka bir âyette şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz münâfıklar, (müslüman
olduklarını gösterip kâfir olduklarını gizleyerek) Allah’ı aldatmaya çalışırlar,oysa O, onların hilelerine hile ile
karşılık verendir." Nisâ :142
Yine onlar hakkında şöyle buyurmuştur:"Onlar (müslüman olduklarını gösterip
kâfir olduklarını gizleyerek) Allah’ı ve
îmân edenleri aldatmaya çalışırlar. Oysa onlar, sadece kendilerini aldatırlar
da onlar bunun farkında bile olmazlar. Onların kalplerinde hastalık vardır. Bu sebeple Allah da onların
hastalığını arttırmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle onlar için
acıklı bir azap vardır." Bakara :9-10
Nifâkın çeşitleri:
Nifâk iki çeşittir:
1.İtikâdî nifâk:
Bu, büyük nifâktır ki sahibi kendisini müslüman
olarak gösterir, fakat kâfir olduğunu gizler. Bu nifâk, insanı dînden çıkarır.
Sahibi cehennemin en alt tabakasında olacaktır. Allah Teâlâ, büyük nifâkın
sahibini küfür, îmân etmemek, İslâm ve müslümanlarla alay ederek onlarla dalga
geçmek ve İslâm dinine düşmanlık hususunda din düşmanlarına meyledip, bu konuda
onlarla ortak davranmak gibi, bütün kötü sıfatlarla vasfetmiştir.
Münâfıklar her zaman vardır.Özellikle İslâm'ın
güçlü olduğu ve İslâm'a karşı açıktan koyamadıkları zamanda ortaya çıkarlar,
gizli olarak İslâm'a ve müslümanlara zarar vermek, onlarla beraber yaşamak,
kanları ve mallarından emîn olabilmek için İslâm’a girdiklerini gösterirler.
Münâfık, Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına, elçilerine ve âhiret gününe
îmân ettiğini gösteren, fakat kalbi bütün bunlardan sıyrılıp bunları yalanlayan
ve Allah'a îmân etmeyendir.
Nitekim Allah,izniyle insanları doğru yola iletmek
ve çetin azabı ile uyarıp korkutmak için elçisine indirdiği kelâmı ile
münâfıkları haber vermiştir. Allah, münâfıkların sır perdelerini ortadan
kaldırıp onların gizli taraflarını ortaya çıkarmış, kullarının nifâk ve
münâfıklara karşı dikkatli olmaları için onların hallerini mü’minlere
açıklamıştır.
Allah Teâlâ, Bakara sûresinin başında üç grup
insanı yâni mü’minleri, kâfirleri ve münâfıkları zikretmiş, müminlerde dört,
kâfirlerde iki, münâfıklarda ise on üç haslet olduğunu belirtmiştir. Bu,
münâfıkların çokluğu, genel olarak bütün belâların onlardan geldiği ve İslâm ve
müslümanların üzerinde kurdukları fitnelerin çok çetin olması sebebiyledir.
İslâma mensup olarak kabul edilip ona yardım ediyor ve onu seviyor
görünmelerine rağmen gerçekte onlar İslâm’a düşmandırlar. Câhil birisi,
münâfığı âlim ve ıslah edici zanneder, oysa münâfık en büyük câhil ve
bozguncudur.
Büyük nifâk altı çeşittir:
1. Rasûlullah -sav-’i yalanlamak.
2. Rasûlullah -sav-’in getirdiklerinin bir kısmını yalanlamak.
3. Rasûlullah -sav-’e buğzetmek, ona kin beslemek, ondan hoşlanmamak ve
ondan nefret etmek.
4. Rasûlullah -sav-’in getirdiklerinin bir kısmına buğzetmek, ondan
hoşlanmamak ve ondan nefret etmek.
5. Rasûlullah -sav-’in dînine uyanların azalmasına sevinmek ve bundan
hoşnut olmak.
6. Rasûlullah -sav-’in dîninin üstün gelmesini çirkin görmek ve bundan
hoşnut olmamak.
2. Amelî nifâk:
Bu nifâk, kalpte îmânın varlığıyla birlikte
münâfıkların amellerinden birisini işlemekle olur. Amelî nifâk insanı dînden
çıkarmaz, fakat büyük nifâka götürebilir. Amelî nifâkın sahibinde îmân ile
nifâk birlikte olabilir. Fakat bu ameller arttıkça, sahibi hâlis münâfık olur.
Nitekim Nebi -sav- bu konuda şöyle
buyurmuştur:"Dört haslet kimde bulunursa, o kimse hâlis bir münâfık olur. Kimde
de bu hasletlerden birisi bulunursa, onu terk edinceye kadar onda nifâk
hasletlerinden birisi bulunmuş olur.(Bunlar:
Kendisine bir şey) emânet edildiğinde
emânete ihânet eder, konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğinde sözünde durmaz, münakaşa
ettiğinde haktan meyledip bâtıl ve yalan söyler, küfreder ve çirkin şeylerle
suçlar."
Buhârî
Kimde bu dört haslet bir araya gelirse, o kimsede
şer toplanmış ve münâfıkların özellikleri tam olarak kendisinde gerçekleşmiş
olur. Kimde de bunlardan birisi bulunursa, o kimse de münâfıkların
hasletlerinden birisi gerçekleşmiş olur. Zirâ bir kulda hayır ve şer
hasletleri, îmân ve küfür veya nifâk hasletleri bir arada bulunabilir.
Kendisinde bu hasletler bulunan kimse, iyilik işlediği kadar sevap, şer
işlediği kadar da günah kazanır. Cemaatle namaz kılmakta tembellik göstermek,
münâfıkların hasletlerindendir. Bundan dolayı nifâk, kötü ve ciddî bir
tehlikedir. Rasûlullah -sav-'in ashâbı -Allah onlardan râzı olsun- nifâka
düşmekten çok korkarlardı.
Nitekim (tâbiînden) İbn-i Ebî Muleyke -Allah ona
rahmet etsin- şöyle der:"Rasûlullah -sav-'in ashâbından otuz kişiye kavuştum (aynı asırda yaşadım). Hepsi de nifâka düşmekten
korkarlardı."
Büyük nifâk ile
küçük nifâk arasındaki farklar:
1.Büyük nifâk insanı dînden çıkarır.Küçük nifâk ise,insanı dînden
çıkarmaz.
2. Büyük nifâk,itikat konusunda gizli hâlin,gözüken durumdan farklı olması
demektir. Küçük nifâkta ise, gizli ve açık hâl sadece amellerdedir, itikatta
değildir.
3. Büyük nifâk, mü’minden vukû bulmaz. Fakat küçük nifâk mü’minden vukû
bulabilir.
4.Büyük nifâkın sahibi genel olarak tevbe etmez.Tevbe etse bile, hâkimin
huzurunda tevbesinin kabulü konusunda âlimler arasında ihtilaf vardır. Fakat
küçük nifâk öyle değildir.Sahibi tevbe edebilir, tevbe ettiği takdirde Allah
Teâlâ tevbesini kabul edip onu bağışlayabilir.
Şeyhulislâm İbn-i Teymiyye -rh- şöyle der:"Çoğu
zaman nifâkın şubelerinden birisi mü’minin başına gelebilir. Allah Teâlâ sonra
onu bağışlar. Mü’minin kalbine nifâkı gerektiren haller gelebilir. Fakat Allah
Teâlâ bunu kulundan savabilir. Mü’min, şeytanın vesveseleri ve gönlünde olması
halinde sıkıntı hissedeceği küfrün vesveseleriyle imtihan olunur.
Nitekim sahâbe -radıyallahu anhum-:-Ey Allah’ın
elçisi! Bizden birisi, kendi içinde öyle (çirkin) şeyler hissetmektedir ki, ona
gökten yere düşüp, çakılmak, bu içinden geçen (çirkin) şeyleri dili ile açığa
vurmaktan daha sevimlidir.' Dediklerinde, Rasûlullah -sav-:-İşte o, katıksız
(gerçek) îmândır" Ahmed ve Müslim buyurdu.Başka bir rivâyette sahâbe -radıyallahu anhum-: "(Ey
Allah’ın elçisi! Bizden birisi) o çirkin şeyi konuşmayı, büyük (günah) olarak
görmektedir, deyince, Rasûlullah -sav-:
-Şeytanın hîlesini, vesveseye çeviren Allah'a hamd olsun." buyurdu.
Yani bu büyük çirkinliğe rağmen bu vesvesenin
olması ve bu vesvesenin kalpten kovulması, saf ve katıksız îmândandır.
Büyük nifâkın sahibine gelince, Allah Teâlâ onlar
hakkında şöyle buyurmuştur:"Onlar (hakkı işitmekten) sağır, (onu konuşmaktan)
dilsiz ve (hidâyet nûrunu görmekten) kördürler.
Bu sebeple onlar, (İslâm’a) geri
dönemezler."
Bakara :18
Başka bir âyette ise şöyle buyurmuştur:"Onlar (münâfıklar), her yıl bir veya
iki defa (Allah tarafından kıtlık ve gizledikleri nifâkın ortaya
çıkarılmasıyla) imtihan edildiklerini
görmüyorlar mı? Sonra onlar (bununla birlikte küfür ve nifâklarından) ne tevbe ediyorlar, ne de (gözleriyle
gördükleri Allah’ın âyetlerinden) ibret
alıyorlar."
Tevbe :126
Yine, Şeyhulislâm İbn-i Teymiyye -rh- şöyle der:"İslâm
âlimleri, münâfıkların görünüşte yaptıkları tevbenin hakikatte bilinememesi
sebebiyle kabul edilip- edilmemesi konusunda ihtilaf etmişlerdir. Zirâ
münafıklar, her zaman müslüman olduklarını gösterirler."
Câhiliyet,fısk,dalâlet
ve riddet terimlerinin hakikatinin açıklaması, riddetin kısımları ve hükümleri:
1. Câhiliyet:
Allah'ı, elçilerini ve dînin hükümlerini bilmemek,
soyuyla övünmek ve kibirlenmek gibi şeyler,İslâm'dan önceki Arapların içinde
bulundukları hallerdir.
Câhiliyet, bilgisizlik veya ilme uymamak anlamına gelen cehâlet kelimesine
nispettir.
Şeyhulislâm İbn-i Teymiyye -rh- şöyle der:"Hakkı
bilmeyen birisinin câhilliği, basit bir câhilliktir. Hakkı bildiği halde, onun
aksine inanan kimse ise, katmerli câhildir. Bu apaçık belli olduktan sonra,
Muhammed -sav-’in nebi olarak gönderilişinden önce insanlar câhiliyete nispet
edilen bir cehâlet içindeydiler. Üzerinde bulundukları söz ve davranışları
onlar için câhil birisi ortaya çıkarmıştı. Zaten bunları da ancak câhil birisi
yapardı.
Yine, yahûdîlik ve hıristiyanlık gibi nebilerin
getirmiş oldukları şeriatlara aykırı olan her şey cehâlettir. Bu cehâlet, genel
anlamdaki bir cehâlettir. Fakat Muhammed -sav-’in nebi olarak gönderilişinden
sonra bir memlekette cehâlet yaygın iken, başka bir memlekette olmayabilir.
Nitekim küfür diyarında da durum böyledir. Yine, bir kimsede cehâlet olabilir,
başka bir kimsede olmayabilir. Örneğin bir kimse, müslüman olmadıkça, İslâm
diyarında yaşamış olsa bile cehâlettedir. Fakat Muhammed -sav-’in nebi olarak
gönderilişinden sonra mutlak anlamda bir câhiliyet yoktur. Çünkü O'nun
ümmetinden bir grup, kıyâmete kadar hak üzere muzaffer olacaktır. Sınırlı
anlamda bir câhiliyet ise, bazı müslüman ülkelerle birçok müslümanda olabilir.
Nitekim Nebi -sav- bir hadiste şöyle buyurmuştur:"Ümmetimde dört
haslet, câhiliyet işlerindendir. (Ümmetim) bu hasletleri bırakmayacaktır. (Bu
hasletler:) Şerefiyle övünüp iftihar
etmek, (başkasının) soyunu
karalamak, yıldızlar aracılığıyla yağmur yağmasını istemek ve ölünün ardından
ağıt yakmaktır.
(Sonra) buyurdu
ki: Ölünün ardından ağıt yakan kadın, tevbe etmeden ölürse, kıyâmet günü
üzerinde katrandan bir elbise ve kor ateşten bir gömlek olduğu halde kıyama
durdurulacaktır." Müslim
Nebi -sav-
Bilâl'i, anası (siyahî bir köle olduğu)ndan dolayı ayıplayan Ebû Zer’e
-radıyallahu anh- şöyle demiştir: "(Yâ Ebâ Zer!) Şüphesiz sen, üzerinde câhiliyet ahlâkı olan bir kimsesin." Müslim
Ömer ve Âişe’den -radıyallahu anhumâ- bunun gibi
câhiliyet hakkında rivâyetler vardır.
Bu
saydıklarımızı şöyle özetleyebiliriz:
Câhiliyet, bilgisizlik anlamına gelen cehâlete
nispettir ki, bu câhiliyet iki kısımdır:
Birincisi: Muhammed -sav-’in elçi olarak gönderilişinden önceki genel câhiliyettir
ki, Muhammed -sav-’in elçi olarak gönderilişinden sonra bu durum sona ermiştir.
İkincisi: Bazı devletlere, milletlere ve şahıslara has olan câhiliyettir ki, bu
câhiliyet günümüze kadar kalmıştır. Böylelikle günümüz câhiliyetini "Bu yüzyılın câhiliyeti" veya
buna benzer şekilde genelleştirenin hata ettiği açıkça ortaya çıkmaktadır.
Doğrusu, "Bu yüzyıldaki bazı
insanların câhiliyeti" veya "Bu
yüzyıldaki birçok insanının câhiliyeti" şeklinde olmasıdır. Câhiliyeti
genelleştirmek câiz değildir. Zirâ Muhammed -sav-’in elçi olarak
gönderilişinden sonra genel anlamdaki câhiliyet ortadan kalkmıştır.
2. Fısk
(Fâsıklık):
Fısk kelimesi, sözlük olarak çıkmak demektir.
Terim olarak ise, Allah'a itaatten çıkmak demektir.
Fısk kelimesi, dînden tamamen çıkmayı içerdiği gibi tam olarak çıkmamayı da
içerir.
Nitekim kâfire "fâsık" denildiği gibi,
büyük günah işleyen mü’mine de "fâsık" denilmiştir.
Bu sebeple fısk
(fâsıklık) iki türlüdür:
Birincisi: Dînden çıkaran ve küfür anlamına gelen fısktır. Bu nedenle kâfire fâsık
denilmiştir.
Nitekim Allah Teâlâ İblis hakkında şöyle
buyurmuştur:"(İblis, kibir ve
hasedinden Âdem'e secde etmeyerek) Rabbinin
emrinden çıktı."
Kehf : 50
İblis'in Rabbinin emrinden çıkması ise, küfür idi.
Başka bir âyette şöyle buyurmuştur:"Fâsıklara (Allah'a itaatten çıkan
kâfirlere) gelince, onların barınağı
cehennemdir."
Secde : 20
Âyette geçen fâsıkların, kâfirler olduğuna âyetin
devamı delâlet etmektedir: "Onlar (kâfirler), cehennemden her çıkmak istediklerinde
geri çevrilirler ve onlara: (Dünyada)
yalanlamakta olduğunuz cehennem azabını tadın! denilir." Secde : 20
Günah işleyen müslüman, fâsık diye adlandırılır.
Fakat fâsık olması, onu İslâm'dan çıkarmaz.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:"İffetli kadınlara zinâ isnadında
bulunup, sonra (bunu ispat etmek için)
beraberinde dört (âdil) şâhit
getirmeyenlere, seksen kırbaç vurun ve onların şâhitliğini asla kabul etmeyin.
Onlar, fâsıkların (Allah'a itaatten çıkanların) ta kendileridir." Nûr :4
Başka bir âyette şöyle buyurmuştur:"Her kim, o aylarda (hac aylarında
ihrama girerek) hacca niyetlenirse, hac
sırasında cimâ etmek, günah işlemek (sûretiyle Allah'a itaatten çıkmak) ve (öfkeye götüren faydasız şeyleri) tartışmak yoktur." Bakara : 197
Tefsir âlimleri, âyette geçen
"Fusûk" kelimesinin
"günahlar" anlamında olduğunu belirtmişlerdir.
3. Dalâlet
(Sapıklık):
Sırât-ı Müstakîm'den sapmak demek olan dalâlet, hidâyetin zıddıdır.
Nitekim Allah Teâlâ'nın şu sözü buna örnektir:"Her kim, hidâyet yolunu seçerse,
sevâbı ancak kendisinedir. Her kim de hidâyetten saparsa, onun cezâsı ancak
kendisinedir."
İsrâ : 15
Dalâlet
kelimesi, birçok anlama gelmektedir:
1.Dalâlet kelimesi, bazen "küfür/inkâr" anlamına gelir.
Nitekim Allah Teâlâ'nın şu sözü buna örnektir:"Kim, Allah'ı, meleklerini,
kitaplarını, elçilerini ve âhiret gününü inkâr ederse, (dinden çıkmış ve
hak yoldan) büsbütün
uzaklaşmıştır."
Nisâ : 136
2. Dalâlet
kelimesi, bazen "şirk" anlamına gelir.
Nitekim Allah Teâlâ'nın şu sözü buna örnektir:"Kim, (ibâdette başkasını) Allah'a ortak koşarsa, (hak yoldan) büsbütün uzaklaşmıştır (şirke
düşmüştür)." Nisâ : 116
3. Dalâlet kelimesi, bazen küfür dışında olan, "aykırı/ muhâlif"
anlamına gelir.
Örneğin "Dalâlet Fırkaları" demek,
"Kur'an ve Sünnete Muhâlif Fırkalar" demektir.
4. Dalâlet kelimesi, bazen "hata" anlamına gelir.
Nitekim Musâ -Aleyhisselâm-'ın şu sözü buna
örnektir:"Musa (Firavun'a) dedi ki:Ben, o işi o anda (Allah bana
vahyetmeden ve beni nebi olarak göndermeden önce) hata ederek (kasıtsız olarak) yaptım." Şuarâ : 20
5. Dalâlet kelimesi, bazen "unutmak" anlamına gelir.
Nitekim Allah Teâlâ'nın şu sözü buna örnektir:"İki kadından biri unutursa, diğerinin ona
hatırlatması için..." Bakara : 282
6. Dalâlet kelimesi, bazen "kaybetmek" anlamına gelir.
Örneğin Arap dilinde "Dâlletul-İbil";
"Kayıp Deve" anlamına gelir.
Riddetin anlamı,
kısımları ve hükümleri:
Riddet kelimesi, sözlük olarak geri dönmek
demektir.
Nitekim Allah Teâlâ'nın şu sözü buna örnektir:"(Kâfirlerle savaşırken) arkanıza geri dönmeyin. Yoksa hüsrana
uğrayanlar olarak dönersiniz." Mâide : 21
Riddet kelimesi, terim olarak İslâm'dan
sonra küfre dönmek yani kâfir olmak demektir.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:"(Ey müslümanlar!) Sizden kim dîninden döner de kâfir olarak ölürse, işte onların hem
dünyada, hem de âhirette yapmış oldukları boşa gitmiştir.Onlar cehennemliktir
ve onlar orada ebedî kalıcıdırlar." Bakara : 217
Riddetin (dînden
dönmenin) kısımları:
Riddet, insanı dînden
çıkaran hususlardan birini işlemekle meydana gelebilir ki, bu hususlar pek
çoktur.
Bu hususlar dört
kısma ayrılmaktadır:
Birincisi: Söz
sebebiyle dînden dönmek.
Allah'a, O'nun elçilerine, meleklerine veya herhangi
bir elçisine küfretmek, gaybı bildiğini iddiâ etmek, peygamberlik iddiâsında
bulunmak, bu iddiâda bulunanı tasdik etmek, Allah'tan başkasına yalvarıp
yakarmak, O'ndan başka hiç kimsenin gücünün yetmeyeceği bir konuda O'ndan
başkasından yardım istemek veya O'ndan başkasına sığınmak için söylenen sözler,
insanı dînden çıkaran hususlardır.
İkincisi: Davranış
ve fiillerle dînden dönmek.
Puta,ağaca, taşa ve kabirlere secde etmek, kabirlerde
yatan ölülere (yakınlaşmak için) kurban kesmek, Kur'an-ı Kerîm'i pis yerlere
atmak, sihir yapmak, sihir öğrenmek ve öğretmek, helâl olduğuna inanarak
Allah'ın indirdiği hükümlerden başka hükümlerle hükmetmek gibi davranış ve
fiiller, dînden çıkaran hususlardır.
Üçüncüsü: İnanç
sebebiyle dînden dönmek.
Allah'ın bir ortağı bulunduğuna inanmak, zinâ, içki ve
fâizin helâl olduğuna, ekmeğin haram olduğuna veya namazın farz olmadığına
inanmak ve bunun gibi İslâm âlimlerinin helâl, haram veya farz olduğu konusunda
kesin görüş birliğine vardıkları ve herkesin bildiği hususlardan helâl olanın
haram, haram olanın da helâl veyahut farz olanın farz olmadığına inanmak,
dînden çıkaran hususlardır.
Dördüncüsü:
Yukarıda belirtilen hususların herhangi birisinde şüphe etmek sebebiyle dînden
dönmek.
Şirk, zinâ ve içkinin haram veya ekmeğin helâl olduğu
konusunda şüphe etmek, Muhammed -sav-'in veya Allah
tarafından gönderilen bir elçinin, elçiliği konusunda şüphe etmek veyahut da
onun elçiliğinde doğru olup olmadığı konusunda şüphe etmek ve İslâm'ın bu
devirde geçerli olup-olmadığı konusunda şüphe etmek gibi davranışlar, dînden
çıkaran hususlardır.
Riddet (dînden dönme) sâbit olduktan sonra ne yapılması gerekir?
1. Dînden dönen
kimseden tevbe etmesi istenir. Eğer üç gün içerisinde tevbe eder de İslâm'a
dönerse, tevbesi kabul edilir ve serbest bırakılır.
2. Tevbe etmeyi
kabul etmezse, Nebi -sav-'in şu emri gereği öldürülür:"Kim, dînini değiştirirse, onu öldürün." Buhârî
3. Tevbe etmesi
istendiği süre içerisinde malını kullanmasına engel olunur. Tevbe eder de
İslâm'a dönerse, malı kendisine geri verilir. Aksi takdirde dînden dönmüş
olarak öldürüldüğü veya öldüğü andan itibaren malı ganimet olarak devlet
hazinesine kalır. Bazı âlimler dînden dönen kimsenin malının, dînden döndüğü
andan itibaren müslümanların yararına olan yerlerde kullanılması gerektiği
görüşüne varmışlardır.
4. Dînden dönen kimse
ile akrabaları arasındaki verâset durumu ortadan kalkar. Zirâ ne o
akrabasından, ne de akrabası ondan miras alabilir.
5. Dînden dönen
kimse, bu hal üzere öldürülür veya ölürse, cenâzesi yıkanmaz, cenâze namazı
kılınmaz ve cenâzesi, müslümanların değil de kâfirlerin kabristanına defnedilir
veya müslümanların kabristanının dışında başka bir yerde toprakla üzeri
örtülür.
Tevhîde aykırı
olan veya Tevhîdi noksanlaştıran söz ve davranışlar:
Bu bölüm, şu fasıllardan meydana
gelmektedir:
1. Avuç içi ve
fincana okuyup yıldızlara ve başka şeylere bakarak gayptan haber verdiğini
iddiâ etmek.2. Sihirbazlık, kâhinlik
ve falcılık.3. Türbe ve mezarlara
kurbanlar kesmek, adaklar adamak, bu yerleri yüceltmek ve onlara tâzim
göstermek.4. Fasıl: Yontu, heykel ve
anıtlara tâzim göstermek.5. Fasıl:
Dînle alay etmek, dînin kutsal değerlerini hafife almak ve bu kutsal değerleri
küçümsemek.6. Fasıl: Allah Teâlâ'nın
indirdiği hükümlerden başka hükümlerle hükmetmek.7.Fasıl: Kanun koyma (yasama), helâl ve haram kılma hakkına sahip olduğunu
iddiâ etmek.8. Fasıl: İnkârcı
ideolojilere, doktrinlere ve câhilî ekollere üye olmak.9. Fasıl: Materyalistlerin açısından hayata bakmak.10. Fasıl: Nazarlık ve muskalar.11. Fasıl: Allah'tan başkası adına
yemîn etmek, Allah'tan başkasıyla tevessülde bulunmak ve O'ndan başkasından
yardım istemek.
Avuç içine veya
fincana okuyarak, yıldızlara ve başka şeylere bakarak gayptan haber verdiğini
iddiâ etmek:
Gayptan kasıt: İnsanlardan uzak
ve onların göremedikleri, geçmiş ve gelecekle ilgili şeylerdir. Gaybı bilmek,
yalnızca Allah Teâlâ'nın yetki ve tasarrufundadır.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:"(Ey Nebi! Onlara) De ki: Göklerde ve yerde, Allah'tan başka gaybı hiç kimse bilemez.
Onlar ne zaman (yeniden)
diriltileceklerini de bilemezler." Neml : 65
Gaybı, yalnızca Allah bilir. Fakat O, bazen bir hikmet
ve maslahat gereği, elçilerinden dilediğine gaybı haber verebilir.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:"Gaybı bilen, yalnızca O'dur. Hiç kimseyi
gaybından haberdar etmez. O'nun seçip râzı olduğu elçi bundan müstesnâdır. Onun
(elçinin) önünden ve arkasından, onu cinlerden
koruyup gözetlemesi için gözcüler (melek ve şihâb adlı gök taşlarını) gönderir." Cin : 26-27
Yani
Allah Teâlâ, elçilik görevini tebliğ etmesi için seçtiği ve dilediği kimseye
gaybın ancak bir kısmını gösterir. Zirâ bir elçi, elçi olduğunu ancak
mucizelerle ispatlayabilir. Gayptan haber vermek de, işte bu mucizelerden
biridir.Gaybı o elçiye gösteren de, yalnızca Allah Teâlâ'dır.
Allah
Teâlâ'nın gaybı haber verdiği elçi, bir insan olabileceği gibi, bir melek de
olabilir. Bunların dışında hiç kimseye gaybı haber vermez.
Kim,
avuç içine veya fincana okuyarak, kehânette bulunarak, sihir ve falcılık
yaparak veya başka hangi yolla olursa olsun, Allah Teâlâ'nın bildirdiği
elçilerin dışında gaybı bildiğini iddiâ ederse, o yalancı bir kâfirdir.
Bazı
hokkabaz,yalancı, şarlatan ve sahtekâr kimseler, kaybolan ve bulunamayan
eşyaların yerlerini haber vermek ve bazı hastalıkların sebeplerini bildirmek
gibi davranışlarda bulunurlar.
Bu
kimseler: "Falanca kimse, sana şunu şunu yaptı da o yüzden sen
hastalandın" derler. Oysa onlar, cinleri ve şeytanları kullanarak bunu
yaparlar ve hileyle bâtılı hak gösterip bunların kendileri tarafından olduğunu
insanlara gösterirler.
Şeyhulislâm
İbn-i Teymiyye -rh- bu konuda şöyle der:"Örneğin bir kâhinin,
şeytanlardan bir arkadaşı olur ve kulak hırsızlığı yaparak çaldığı pek çok
gaybî şeyleri ona haber verir. Kâhin de doğru olan bu habere, yalan
karıştırır." "Şeytan, kâhinlerden kimisine yiyecek, meyve, tatlı ve o
bölgede bulunmayan şeyleri getirir. Kimisini de Mekke veya Beytul-Makdis'e
(Kudüs'e) veyahut da başka bir yere uçurur."
Kâhinler,
yıldızlara bakarak falcılık yoluyla gayptan haber verebilirler. Rüzgârın ne
zaman eseceği, yağmurun ne zaman yağacağı, fiyatların ne zaman değişeceği ve
bunun gibi yıldızların yörüngelerinde hareket etmesi, bir araya gelmesi ve
birbirinden ayrılması gibi şeylerin bilinebileceğini iddiâ ederler.
Yine,
kâhinler şöyle derler: "Her kim şu şu burç zamanında evlenirse, onun için
şöyle şöyle şeyler olur.""Her kim, şu burç zamanında sefere çıkarsa,
onun için şöyle şöyle şeyler olur.""Her kim, şu burç zamanında
dünyaya gelirse, onun için şöyle mutluluk veya bahtsızlık olur."
Nitekim
bazı müstehcen ve ahlaksız dergilerde bu burçlar ve bu burçlarda cereyan eden
şanslar hakkında hurâfeler ilân edilmektedir.
Bazı
câhil ve îmânı zayıf kimseler, bu gibi falcılara giderek geleceğini, hayatta
kendisi ve evliliği hakkında neler cereyan edeceğini sorabilir. Her kim, gaybı
bildiğini iddiâ eder veya gaybı bildiğini iddiâ eden kimseyi tasdik ederse, o
müşrik ve kâfir olur. Çünkü o, Allah Teâlâ'nın özelliklerinden olan bir konuda
O'na ortak olduğunu iddiâ etmektedir. Yıldızlar, insanların hizmetine sunulan,
yaratılmış varlıklardır. Dolayısıyla yıldızların hiçbir işte etkileri yoktur.
Uğursuzluğa veya mutluluğa veya ölüme veyahut da yaşamaya delâlet edemezler.
Bütün bunlar, ancak kulak hırsızlığı yapan şeytanların işleridir.
Sihirbazlık,
kâhinlik ve falcılık:
Bütün bu ameller, akîdeyi bozan veya ona zıt ve haram
olan şeytânî şeylerdir. Çünkü bunlar, ancak Allah’a şirk koşularak meydana
gelen şeylerdir.
1. Sihir (büyü):
Görünmeyen ve sebebi çok gizli olan şeylerden
ibârettir. Böyle adlandırılması; gizli ve gözle görülemeyen şeylerde meydana
gelmesi sebebiyledir.
Sihir; muska, rukye
söylenip konuşulan bazı sözler, ilaç ve tütsü gibi şeylerde olur. Sihrin gerçek
olanı da vardır. Kimi sihir, kalplere ve bedenlere tesir eder ve sahibini hasta
edip öldürür. Kimisi karı ile kocanın arasını açar. Sihir,Allah Teâlâ'nın izni
ve kevnî kaderiyle tesirli olur.Sihir, şeytânî bir ameldir. Sihrin çoğu,
Allah'a şirk koşmak ve kötü ruhlara sevdiklerini yerine getirerek onlara
yakınlaşmakla elde edilir. Allah'a şirk koşmakla da kötü ruhlar, (kendisine
hizmette) kullanılır.
Bu sebeple Allah Teâlâ ve elçisi Muhammed -sav-sihri
şirkle birlikte zikretmiştir.
Nitekim Nebi -sav- bu konuda şöyle buyurmuştur:"İnsanı helâk eden yedi şeyden
kaçının.(Sahâbe):-Ey Allah'ın
elçisi! O yedi şey nedir? dediler.Buyurdu ki: -Allah'a şirk koşmak, sihir yapmak, Allah'ın haksız yere öldürmeyi haram
kıldığı cana kıymak, yetim malı yemek, fâiz yemek, savaşta cepheden kaçmak ve
iffetli gâfil mü'min kadınlara zinâ isnadında bulunmaktır." Buhârî
Sihir, iki yönden
şirk sayılır:
1.Sihir işinde
şeytanları kullanma, onlara bel bağlama ve hizmet adına sihirbaza sevdiği
şeyleri sunarak şeytanlara ibadet etmek vardır. Şeytanlar, bunun için sihri
öğretirler.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:"Fakat şeytanlar, insanlara sihri öğreterek kâfir
oldular." Bakara : 102
2. Sihir işinde
gaybı bildiğini iddiâ etme ve bu işte Allah Teâlâ'ya ortak olma vardır. Bu ise,
küfür ve dalâlettir.
Nitekim Allah Teâlâ âyet-i kerîmenin devâmında
şöyle buyurmuştur:"Onlar (yahûdiler), sihri satın alanın âhirette (hayırdan
yana) hiçbir nasibi olmadığını çok iyi
bilmektedirler." Bakara : 102
O
halde sihrin küfür, şirk ve akîdeye aykırı olduğu, sihir yapanın öldürülmesi
gerektiği konusunda hiç şüphe yoktur. Nitekim sahâbenin ileri gelenlerinden bir
kesim, sihir yapanları öldürmüşlerdir. Günümüzde insanlar, sihir ve
sihirbazları hafife almışlar, öyle ki iftihar edilen ve yapanlara ödüller
verilerek teşvik edilen bir sanat olarak kabul etmişler, sihirbazlar için
kulüplerde merasimler ve yarışmalar düzenlemişlerdir. Bu gibi yerlere binlerce
seyirci gelmekte ve bunu da "Sirk" olarak adlandırmaktadırlar.Bu
durum, İslâm'ı bilmemek, akîdeyi hafife almak ve boş şeylerle uğraşanları, söz
sahibi kılmak demektir.
2. Kâhinlik ve
falcılık:
Kâhinlik ve
falcılık;
gökteki haberleri çalan şeytanları kullanarak yeryüzünde nelerin meydana
geleceğini, neyin olacağını ve kaybolan şeyin nerede olduğunu haber vermek
gibi, gaybı bildiğini iddiâ etmek ve görünmeyen şeyleri haber vermektir.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:"(Ey insanlar!) Şeytanların kime ineceğini haber vereyim mi? Onlar, her yalancı ve çok
günah işleyen (kâhinler)e inerler.
Şeytanlar, (meleklere) kulak vererek
onlardan duyduklarını (kâhinlere)
bildirirler. Onların (kâhinlerin)
çoğu yalancıdırlar." Şuarâ : 221-223
Çünkü
şeytan, meleklerin konuşmalarına kulak verip bir sözü çalar ve onu kâhinin
kulağına fısıldar. Kâhin de doğru olan bu söze yüz yalan söz daha ilâve ederek
onu insanlara söyler. İnsanlar da şeytanın meleklerden işitip haber verdiği söz
nedeni ile onu tasdik ederler. Oysa gaybı yalnızca Allah Teâlâ bilir. Her kim,
kâhinlik veya benzeri yollarla gaybı bildiğini iddiâ ederek o işte Allah
Teâlâ'ya ortak olur veya gaybı bildiğini iddiâ eden kimseyi tasdik ederse,
Allah Teâlâ'nın husûsiyetlerinden olan bir konuda O'na şirk koşmuş olur.
Kâhinlik
şirkten uzak değildir.Zirâ kâhinlik,sevdikleri şeyleri şeytanlara sunarak
onlara ibâdet etmek demektir.
Kâhinlik,
şirktir. Çünkü ilim sıfatı hususunda Allah Teâlâ’ya ortak olunmayı iddiâ etmek
vardır.Bunu elde etmek için O'ndan başkasına ibâdet edilmesin-den dolayı da
ulûhiyette Allah Teâlâ'ya şirk koşmak vardır.
Nitekim
Ebû Hureyre'den -radıyallahu anh- rivâyet olunduğuna göre, Nebi -sav- şöyle
buyurmuştur:"Kim, hayızlı (eşi)
ile cinsel ilişkide bulunur veya
hanımına arkasından (anüsünden)
yaklaşır veyahut da bir kâhine gider de onun söylediği şeyi tasdik ederse,
Muhammed -sav-'e indirileni
inkâr etmiş olur." Ebû Dâvûd ve İbn-i Mâce
Bilinmesi
ve dikkat edilmesi gereken hususlardan birisi de sihirbaz, kâhin ve falcılar,
kendilerine doktor süsü vererek insanların inançlarıyla oynarlar.
Örneğin
onlar, hastalara Allah Teâlâ'dan başkası için belli özellikte olan bir koyun
veya tavuğu kurban olarak kesmelerini emrederler. Boncuk şeklinde şirk içeren
tılsımlar ve şeytânî muskalar yazıp onların boyunlarına asarlar veya bunu
onların sandıklarına veyahut da evlerine koyarlar.
Sihirbaz,
kâhin ve falcılardan kimisi de kendisine gayptan ve kayıp eşyaların yerlerinden
haber veren kimse süsü vererek kendisine gelen câhillere, kaybolan eşyalarını
haber verir veya kendisi için çalışan şeytanlar aracılığıyla o eşyaları
getirirler.
Kimisi
de kendisine olağanüstü hal ve kerâmetler olan velî görüntüsü verir.
Örneğin
ateşe girdiği halde ateşin kendisini yakmaması, kendisini silahla vurması,
kendisini arabanın altına atması ve üzerinden araba geçtiği halde arabanın
kendisini hiç etkilememesi veya buna benzer hokkabazlıklar,gerçekte şeytanın
amellerinden sihir olan bu davranış, imtihan için bu kimselerin ellerinde vukû
bulan hokkabazlık veya bu gibi şeyler gerçek olmayıp hayâlîdir. Aksine bunlar,
Firavun'un sihirbazlarının ip ve sopalarla yaptıkları şeyler gibi, insanların
gözleri önünde el çabukluğuyla yapılan hîlelerdir.
Şeyhulislâm
İbn-i Teymiyye -rh- Rufâî tarikatının bir kolu olan Betâihiye-i Ahmediye'ye
mensup sihirbazlarla yaptığı münâzarasını şöyle anlatır:"Betâihiyye
şeyhi sesini yükselterek şöyle dedi: -Bizim şöyle şöyle hallerimiz
(kerâmetlerimiz) vardır. Ateşe girmek ve buna benzer hârikulade haller gibi
şeylere sadece kendilerinin sahip olduklarını ve bu sebeple kendilerine teslim
olunmasını iddiâ etti."
"Bunun
üzerine ben sesimi yükseltim ve hiddetlenerek şöyle dedim: -Ben, yeryüzünün
doğu ve batısında bulunan her Ahmediye mensubuna sesleniyorum ve diyorum ki:
-Ateş konusunda ne yapmışlarsa, ben de sizin yaptığınızı yapacağım. Ateş kimi
yakarsa, o mağluptur.-Belki de ateş kimi yakarsa,Allah'ın lâneti onun üzerine
olsun, demişimdir-. Fakat vücutlarımızı sirke ve sıcak suyla yıkadıktan sonra
ateşe gireceğiz. Bunun üzerine yöneticiler ve halk, niçin bunu istediğimi sorunca,
ben de onlara şöyle dedim:-Çünkü onlar, ateşe girmeden önce bazı hileler
yaparlar ve ateş kendilerini yakmasın diye vücutlarına kurbağa yağı, turunç
kabuğu ve talk (sabun) taşı gibi şeyleri sürerler. İnsanlar bunu duyunca bir
gürültü kopardılar. Betâihiyye şeyhi gücünü göstermeye başladı ve şöyle
dedi:-Ben ve sen, vücudumuzu kükürtle sıvadıktan sonra bir elbiseyi kendimize
dolayacağız. Bunun üzerine ben: -O halde ayağa kalk, dedim ve sürekli ayağa
kalkmasını ona tekrarlamaya başladım. Elini uzattı ve gömleğini çıkarır gibi
yaptı.Ben ona: -Hayır, sıcak su ve sirke ile yıkanmadan olmaz, dedim. Bunun
üzerine her zamanki alışkanlıkları gibi aldatmaya başladı ve:-Kim emiri
seviyorsa, ağaç veya bir bağ odun getirsin, dedi.Bunun üzerine ben:-Bu, işi
uzatmaya ve toplanan halkı dağıtmaya yöneliktir ve bununla arzulanan şey hâsıl
olmaz, dedim. Aksine bir kandil yakılsın, ellerimizi yıkadıktan sonra ben ve
sen, parmaklarımızı yanan kandile sokacağız. Allah'ın lâneti, parmağı yananın
üzerine olsun veya parmağı yanan, mağluptur, dedim. Ben böyle deyince yüzü
değişti ve zelîl oldu."
Buradan
kasıt; bu yalancı sahtekârlar, böyle görünmeyen, gizli hîlelerle insanlara
yalan söylerler.
Türbe ve kabirlere
kurban kesmek, adak adamak, bu yerlere hediyeler sunmak ve buraları yüceltmek:
Şüphesiz Nebi -sav- şirke
götüren bütün yolları tıkamış ve ümmetini şirkten şiddetle sakındırmıştır.
İşte şirke götüren yollardan
birisi de kabirler meselesidir ki, Nebi -sav- kabirlere
ibâdet etmemek ve kabirlerde yatan ölüler konusunda aşırıya gitmemek için
şirkten korumak için bazı ölçüler koymuştur.
Bu koruyucu
ölçülerden bazıları şunlardır:
1.
Nebimiz -sav- evliyâ ve sâlihler hakkında aşırıya gitmekten şiddetle sakındırmıştır. Çünkü bu, onlara ibâdet etmeye kadar
götürür.
Nitekim Nebi -sav- bu konuda
şöyle buyurmuştur:"Dînde aşırılığa gitmekten sakının. Zirâ sizden önceki ümmetleri,
ancak dînde aşırıya gitmek helâk etmiştir." Tirmizî
Başka bir hadiste şöyle buyurmuştur:"Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı
aşırı bir şekilde övdükleri gibi beni de övmeyin. Ben ancak bir kulum ve (benim
için) Allah’ın kulu ve elçisidir,
deyin."
Müslim
2.Kabirlerin üzerine (kubbe gibi şeyler) yapmaktan şiddetle
sakındırmıştır.
Nitekim Ebul-Heyyâc el-Esedî -rh- der ki:"Ali b. Ebî Tâlib -radıyallahu
anh- bana şöyle dedi:"Rasûlullah -sav-'in beni onunla görevlendirip, gönderdiği şey için
seni de göndereyim mi? Yok edip ortadan kaldırmadığın hiçbir canlı resim ve yer
seviyesine getirip düzlemediğin yerden yükseltilmiş hiçbir mezar bırakma." Müslim
Nebi -sav- kabirleri kireçle
sıvayıp boyamayı ve kabirlerin üzerine binâ yapmayı yasaklamıştır.
Nitekim Câbir b. Abdullah'tan -radıyallahu anhumâ-
rivâyet olunduğuna göre şöyle der:"Rasûlullah -sav- kabri kireçle
sıvayıp boyamayı, kabrin üzerine oturmayı ve kabrin üzerine binâ yapmayı
yasakladı."
Müslim
3. Nebi -sav- kabirlerin
yanında namaz kılmayı yasaklamıştır.
Nitekim Âişe'den -radıyallahu anha- rivâyet olunduğuna
göre şöyle demiştir:"Rasûlullah -sav-’in vefâtı yaklaşınca, elbisesini
yüzüne örter, acıları artmaya başlayınca da yüzünü açardı. O, bu hal üzere iken
şöyle buyurdu:-Allah’ın lâneti, yahûdi ve hıristiyanların üzerine olsun. Zirâ
onlar, nebilerinin kabirlerini mescidler edindiler. Böylelikle o, yahûdi ve
hıristiyanların yaptıklarından (ümmetini) sakındırıyordu. Eğer böyle olmasaydı,onun kabri de yükseltilirdi. Fakat
o, kabrinin mescit edinilmesinden korkmuştu." Buhârî
Cündüb'den -radıyallahu anh- rivâyet olunduğuna göre,
Nebi -sav-'i şöyle derken işittim, dedi:"Dikkat edin. Sizden önceki (ümmet)ler, nebilerinin ve sâlih kimselerinin kabirlerini mescitler
edinirlerdi. Sakın ha! Siz de kabirleri mescitler edinmeyin. Ben onu size
yasaklıyorum." Müslim
Kabirleri mescitler edinmek; kabirlerin üzerine
mescitler yapılmış olmasa bile, kabirleri, yanında namaz kılınan yerler haline
getirmek demektir. Bu sebeple namaz için tahsis edilen her yer, mescit
edinilmiş demektir.
Nitekim Nebi -sav- şöyle buyurmuştur:"Yeryüzü bana mescit (namaz
kılınan yer) ve temiz kılındı."
Buhârî
Kabrin üzerine mescit yapıldığı takdirde, bunun durumu
daha çetin ve daha şiddetli olur.
Şüphesiz birçok insan, bu yasaklara aykırı hareket
edip Nebi -sav-'in yapmaktan şiddetle uyardığı şeyleri yaparak büyük
şirke düşmüşlerdir. Öyle ki kabirlerin üzerine mescit, türbe, kümbet ve
makamlar yaparak kabirlerin yanında kurbanlar kesmek, kabirlerde yatanlara
yalvarıp yakarmak, onlardan yardım istemek ve onlara adak adamak gibi her türlü
şirkin işlendiği yerler haline getirmişlerdir.
Büyük âlim İbn-i Kayyim -rh- şöyle der:"Rasûlullah -sav-'in
kabirler hakkındaki sünnetini, bu konudaki emir ve yasaklarını, ashâbının
üzerinde bulunduğu durum ile günümüzdeki insanların çoğunun üzerinde bulunduğu
durumu kıyaslayan biri, kesinlikle bir araya gelemeyecek şekilde birinin
diğerine zıt ve aykırı olduğunu görecektir. Nitekim Rasûlullah -sav- kabirlere
yönelerek namaz kılmayı yasaklamış, günümüzdeki bu kimseler ise kabirlerin
yanında namaz kılmaktadırlar.
Hâlbuki Rasûlullah -sav- kabirlerin
mescitler haline getirilmesini yasaklamış, bu kimseler ise kabirlerin üzerine
mescitler yapıp buralara türbeler adını vererek bu yerleri Allah'ın evleri
durumunda olan camilere benzetmişlerdir.
Rasûlullah -sav- kabirlerin
üzerinde kandiller yakılmasını yasaklamış, bu kimseler ise kabirlerin üzerinde
mum ve kandiller yakmak için kabirlerin yanında vakıflar kurmuşlardır.
Rasûlullah -sav- kabirlerin
sürekli ziyâret edilen yerler haline getirilmesini yasaklamış, bu kimseler ise
kabirleri ziyâretgâh ve ibâdet edilen yerler haline getirmiş, buralarda
bayramlarda olduğu gibi veya daha fazla toplanır hale gelmişlerdir.
Rasûlullah -sav- kabirlerin
yer seviyesine getirilmesini emretmiştir.
Nitekim Müslim, sahihinde şu hadisi
rivâyet eder:Ebul-Heyyâc el-Esedî -rh- dedi ki: "Ali b. Ebî Tâlib -radıyallahu anh- bana şöyle dedi:
Rasûlullah -sav-'in beni kendisiyle görevlendirip
gönderdiği şey için seni de göndereyim mi? Yok edip ortadan kaldırmadığın
hiçbir canlı resim ve yer seviyesine getirip düzlemediğin yerden yükseltilmiş
hiçbir mezar bırakma."
Yine Müslim, sahihinde şu hadisi rivâyet
eder:"Sümâme b. Şufeyy'den rivâyet
olunduğuna göre şöyle dedi: -Bizler, Fudâle b. Ubeyd ile birlikte Rûm diyarında
Ravdes denilen yerde iken arkadaşlarımızdan birisi vefât etti. Bunun üzerine
Fudâle, ölen arkadaşımızın kabrinin yer seviyesine getirilmesini emretti. Sonra:-Ben,
Rasûlullah -sav-'i kabrin yer
seviyesine getirilmesini -yani kabrin yükseltilmemesini- emrederken işittim' dedi."
Rasûlullah -sav- kabirlerin
yer seviyesine getirilmesini emretmiş, bunlar ise bu iki hadise aykırı davranıp
aşırıya giderek kabirlerin üzerini ev gibi yerden yükseltmekte, üzerine de
kubbeler yapmaktadırlar."
İbn-i Kayyim -rh- devamla şöyle der:"Rasûlullah -sav-'in
meşrû kıldığı ve kabirler hakkında yukarıda geçen şeyleri yasaklamaktan
kastettiği anlam ile bu kimselerin meşrû kıldıkları ve kastettikleri şeyler
arasındaki farkın ne kadar büyük olduğuna bakın. Şüphesiz bunun, bir insanın
sayamayacağı kadar zararları vardır."
-Sonra İbn-i
Kayyim -rh- bu zararları saymaya başlar ve devamla şöyle der:"Bu
zararlardan birisi de şudur; Nebi -sav-, kabir ziyaretini
meşru kılmış, bununla âhiretin hatırlanması, ölüye duâ etmek, ona rahmet
okumak, onun için Allah'tan istiğfarda bulunmak, ona âfiyet dilemek ve ihsanda
bulunmak kast edilmiştir. Böylelikle kabirleri ziyâret eden kimse, hem kendine,
hem de ölüye iyilikte bulunmuş olur ki günümüz müşrikleri, bu işi tersine
çevirerek dînî emirlerin aksine davranıp ziyâretin amacını, ölüye yalvarıp
yakarmak, onunla Allah'a tevessülde bulunmak, ondan ihtiyaçlarını gidermesini,
bereketler indirmesini ve düşmanlarına karşı onlara yardım etmesini istemek
gibi, Allah'a ortak koşmak kılmışlardır. Böylelikle onlar hem kendilerine, hem
de ölüye kötülükte bulunmuşlardır. Bu müşrikler, böyle davranarak, ölüye duâ
etmek, ona rahmet okumak ve onun için istiğfarda bulunmak gibi, Allah'ın meşrû
kıldığı şeylerden ölüyü mahrum bırakmışlardır."
Bütün bunlardan sonra türbe ve kabirlere adaklar
adamanın ve onlara kurbanlar kesmenin, büyük şirk olduğu açıkça ortaya çıkar.
Bunun sebebi ise; kabirlerin üzerine binâ yapmamak ve çevresini mescitler
edinmemek gibi, kabirlerin olması gereken halde değil de Nebi -sav-'in
sünnetine aykırı davranılmasından dolayıdır.Zirâ mezarların üzerine kubbeler,
çevresine mescitler ve türbeler yapıldığında câhil kimseler, buralarda
yatanların insanlara fayda veya zarar verebileceklerini, onlardan yardım
isteyenlere, yardım edeceklerini, onlara sığınanların ihtiyaçlarını
gidereceklerini zannederek türbelerde yatan ölülere adaklar adamış ve kurbanlar
kesmişlerdir. Öyle ki bu türbeler, Allah'ın dışında ibâdet edilen putlar haline
gelmiştir. Oysa Nebi -sav- şöyle buyurmuştur:
"Allahım!
Kabrimi ibâdet edilen bir put haline getirme. Nebilerinin kabirlerini mescitler
haline getiren kavme Allah'ın gazabı çok çetin olmuştur." İmam Mâlik ve
İmam Ahmed
Nebi -sav- kendi kabrinden başka kabirlerin yanında bunların vukû bulacağını
bildiği için böyle duâ etmiştir. Nitekim birçok İslâm ülkesinde bu olay vukû
bulmuştur. Onun kabrine gelince, onun duâsının bereketiyle Allah Teâlâ onu
bundan korumuştur. Mescid-i Nebevî'de câhil ve hurâfeci kimselerden bazı şeyler
vukû bulmuş, fakat onlar Nebi -sav-'in kabrine ulaşamamışlardır. Çünkü onun kabri, Mescid-i Nebevî'de değil
de evinin içinde olup, etrafı duvarlarla çevrilidir.
Heykel ve anıtları
yüceltmenin hükmü:
Temâsîl: Sözlük olarak
Arapçada timsâl kelimesinin çoğuludur ki insan, hayvan veya herhangi bir
canlının heykeline verilen isimdir.
Nusub: Nusub kelimesi,
asıl olarak müşriklerin, lider veya saygı gösterilen birisinin hatırasını
yaşatmak için suretleri üzerinde kurban kestikleri işâretler ve dikili
taşlardır.
Şüphesiz
Nebi -sav- canlı varlıkların, özellikle âlim, kral, âbid,
komutan ve devlet başkanı gibi, kendilerine saygı gösterilen insanların
resimlerini çizmeyi veya çekmeyi şiddetle yasaklamıştır. Bu resim çizme olayı,
ister bir tablonun, kâğıdın, duvarın veya elbisenin üzerine veyahut da
günümüzde fotoğraf makinası olarak bilinen cihaz aracılığıyla veyahut da büst
şeklinde bir taşın üzerine resim işlemek sûretiyle olsun hepsi aynı hükümdedir.
Nebi -sav-
duvar ve benzeri yerlere canlı resimleri asmayı şiddetle yasaklamıştır.
Yine,
Nebi -sav- heykel ve anıt gibi şeylerden şiddetle yasaklamıştır.
Çünkü bu, şirke götürür. Zirâ yeryüzünde ilk defa şirkin meydana gelmesi, resim
yapmak ve resimleri duvarlara asmakla olmuştur.
Nitekim
Nuh -aleyhisselâm-'ın kavminde sâlih insanlar vardı. Bu sâlih insanlar
ölünce,kavimleri onlara çok üzüldüler.Bunun üzerine şeytan, oturdukları
meclislere o sâlih insanların resim ve heykellerini yapıp asmalarını ve
yaptıkları bu resim ve heykelleri de onların isimleriyle isimlendirmelerini
telkin etti. Onlar da bunu yaptılar, fakat o resim ve heykellere ibâdet
etmediler. Onlar öldükten ve ilim unutulduktan sonra, o resim ve heykellere
ibâdet edilmeye başlandı. Buhârî
Nitekim
Allah Teâlâ, elçisi Nûh -aleyhisselâm-'ı gönderip asılı duran bu resim ve
heykeller sebebiyle meydana gelen şirkten onları yasaklamaya başlayınca kavmi,
Nûh-aleyhisselâm-'ın dâvetini kabul etmekten kaçınmış, asılı duran ve putlar
haline getirilen resimlere ibâdet etmekte ısrar ederek şöyle demişlerdi:"Onlar dediler ki: Sakın ilâhlarınıza (ibâdet
etmeyi) bırakmayın. Hele Ved'den,
Suvâ'dan, Yeğûs'tan,Ye'ûk'tan ve Nesr'den asla vazgeçmeyin." Nûh : 23
Bu
isimler, anılarını yaşatmak ve onları yüceltmek için kendi sûretlerinde resimleri
yapılan kimselerin isimleri idi. Bunlar, Nuh -aleyhisselâm-'ın kavminin,
Allah'ın dışında ibâdet ettikleri putların isimleri olup sâlih insanlardı.
Onlar ölünce şeytan, onların resimlerini gördüklerinde daha dinç bir şekilde
ibâdet edebilmeleri için bunların heykel ve resimlerini dikmelerini onlara
telkin etti.Onlar öldükten ve aradan uzun bir zaman geçtikten sonra şeytan
onların ardından gelen nesile, atalarının bu heykellere ibâdet ettiklerini ve
onlarla Allah'a teves-sülde bulunduklarını fısıldadı.Bunun üzerine onlar da bu
heykellere ibâdet etmeye başladılar. İşte heykelleri dikmenin ve kabirlerin
üzerine kubbe gibi şeyler binâ etmenin haram kılınmasının hikmeti budur.Çünkü
bu şeyler, zamanın ilerlemesiyle câhil kimseler için kendisine ibâdet edilen
ilâhlar haline gelir.
Allah'a
ortak koşmak ve nebilerine karşı direnip inat etmek, bu anıtlar yüzünden olay
sonunda nereye gelip dayandı, bir bakın. Öyle ki durum, kendileri tufan ile
helâk olmalarına ve Allah Teâlâ ile kullarının nefretine sebep olmuştur. Bu
ise, resim yapmanın ve resimleri duvarlara asmanın ne kadar tehlikeli olduğunu
gösterir. Bundan dolayı Nebi -sav- resim yapanlara lânet etmiş, kıyâmet günü
insanlar içerisinde en çetin azaba onların mâruz kalacağını haber vermiş ve
resimleri silip ortadan kaldırmayı emretmiştir.
Yine,
içinde resim bulunan eve meleklerin girmediğini haber vermiştir. Bütün bunlar,
İslâm ümmetinin inancına zarar ve tehlikelerinin şiddetli olmasından dolayıdır.
Zirâ yeryüzünde şirkin ilk defa vukû bulması, meclislerin duvarlarına resimler
asmanın sonucunda olmuştur ki meclislere, meydanlara, park ve bahçelere resim
ve heykeller dikmek, dînen haramdır. Çünkü bu durum, şirke götürür ve akîdenin
bozulmasına sebep olur. Günümüzde kâfirler bu işi yapıyorlarsa, onların muhafaza
ettikleri bir inançları olmadığından dolayıdır. Bundan dolayı müslümanların güç
ve saadet kaynağı durumundaki inançlarını korumaları için, kâfirlere benzemesi
ve bu işte onlara iştirak etmesi, câiz değildir.
Dîn ile alay
etmenin ve dînin mukaddes değerlerini hafife almanın hükmü:
Dîn
ile alay etmek; İslâm'dan dönmek ve dînden tamamen çıkmak demektir.
Nitekim
Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur:"(Ey
Nebi!) Eğer onlara (sen ve ashâbınla) niçin alay ettiklerini sorarsan, ‘Biz sadece lafa
dalmış, şakalaşıyorduk’ derler. De
ki: Siz, Allah ile O’nun âyetleri ile ve O’nun elçisi ile mi alay ediyordunuz? (Boşuna) özür dilemeyin. Çünkü siz, îmân ettikten
sonra (tekrar) kâfir
oldunuz. Sizden (tevbe eden) bir
grubu bağışlasak bile, başka bir gruba da suçlu olduklarından dolayı azap
edeceğiz."
Tevbe : 65-66
Bu âyet-i kerîme, Allah ile
elçisi -sav- ve Allah'ın âyetleri ile alay etmenin küfür olduğuna delâlet
etmektedir. Kim, bu sayılan şeylerden herhangi birisiyle alay ederse, hepsiyle
alay etmiş sayılır.
Yukarıdaki âyet-i kerîmenin
inmesine; münâfıkların, Rasûlullah -sav- ve onun ashâbıyla alay etmeleri sebep
olmuştur.Dolayısıyla bu sayılan şeylerle alay etmek,birbiriyle
bağlantılıdır.(Biriyle alay etmek, hepsi ile alay etmektir). Tevhîdi hafife
alan ve Allah'ın dışındaki ölülere yalvaranlar, kendilerine Allah'ı birlemeleri
ve şirki terk etmeleri emredildiği zaman onu hafife alırlar.
Nitekim Allah Teâlâ onlar
hakkında şöyle buyurmuştur:"(Ey Nebi!) Onlar seni gördüklerinde: 'Bu mu Allah'ın (kendisini
bize) elçi olarak gönderdiği(ni
iddiâ eden)? Diyerek seni alaya alırlar.
Şayet ilâhlarımıza (putlarımıza)
ibâdette sebât göstermeseydik, gerçekten neredeyse o (güçlü delili ve
beyânı ile) onlara ibâdetten bizi
saptıracaktı. Onlar azabı gördüklerinde kimin yolunun daha sapık olduğunu bileceklerdir." Furkân :
41-42
Rasûlullah -sav-,Allah Teâlâ'ya ortak koşmayı yasaklayınca,
müşrikler onu alaya aldılar. Elçiler, tevhîde dâvet ettikleri zaman müşrikler,
içlerinde şirke saygı gösterdikleri için elçileri ayıplamaya ve onları akılsızlık,
sapıklık ve delilikle itham etmeye devam ettiler.
Aynı
şekilde içerisinde şüphe olan, kendisini tevhîde dâvet eden birisini gördüğü
zaman, içerisinde bulunduğu şirkten dolayı dâvet eden kimseyi alaya aldığını
görürsün.
Nitekim
Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur:"İnsanlardan bazıları Allah’ı bırakıp birtakım
putları Allah’a denk tutar ve onları, Allah’ı sevdikleri gibi severler. Ama
îmân edenlerin Allah sevgisi, daha kuvvetlidir.(Allah’a ortak koşarak nefislerine)
zulmedenler, şayet (âhirette) azabı
gördükleri zaman, güç ve kuvvetin hepsinin Allah’a âit olduğunu ve Allah’ın
azabının çok çetin olduğunu önceden bilmiş olsalardı, (Allah’ı bırakıp da
putlara tapmazlardı.)" Bakara : 165
Kim, Allah Teâlâ'yı sever gibi yaratılanı severse, O'na şirk koşmuş olur.
Allah Teâlâ için sevmekle, Allah Teâlâ ile birlikte bir başkasını sevmenin
birbirinden ayırt edilmesi gerekir. Kabirleri putlar haline getirenleri,
Allah'ı birlemek ve yalnızca O'na ibâdet etmek gerektiği konusunda alay
ettiklerini ve Allah Teâlâ'nın dışında şefaatçiler edindikleri kimseleri
yücelttiklerini, hatta onlardan birisini, Allah adına kolaylıkla yalan yere
yemîn ettiğini, fakat şeyhinin adına yalan yere yemîn etmeye cesâret etmediğini
görürsün.
Yine, birçok fırkalara mensup olanlardan birisinin, şeyhinin kabrinin
yanında veya başka bir yerde şeyhinden medet ve imdat dilemenin, seher vaktinde
mescitte Allah Teâlâ'ya yalvarıp yakarmaktan daha faydalı bulduğunu ve izlediği
yoldan kendisini tevhîde döndürmeye çalışan kimseyle alay ettiğini görürsün.
Onlardan birçoğunu, Allah'ın evleri olan mescitleri tahrip edip türbe ve
kabirleri imar ettiklerini görürsün. Bütün bunlar, onların Allah'ı, O'nun
âyetlerini ve elçisini hafife aldıklarını ve şirki yücelttiklerini göstermiyor
mu?
Bu davranışlar günümüzde, türbelerde yatanlara yalvarıp yakaran ve onlardan
medet dileyen kimselerden daha çok vukû bulmaktadır.
Dîn ile alay etmek
iki türlüdür:
Birincisi: Dîn ile
açıkça alay etmek.
Örneğin Tevbe sûresinin 65. ve 66. âyetlerinin nâzil olmasına sebep olan
bir münâfığın olayıdır ki o münâfık, sahâbe hakkında şöyle demişti:"Bizim kurrâmızdan midesi daha iştahlı (obur), dili daha yalancı ve düşmanla
karşılaştıkları zaman onlardan daha korkak kimseler görmedik.
Mescitte bulunan
sahâbeden birisi ona:-Yalan söyledin, fakat sen münâfıksın, söylediklerini Rasûlullah -sav-'e mutlaka haber vereceğim, dedi.Bu
olay, Rasûlullah -sav-'e ulaşınca, âyetler nâzil oldu.
Abdullah b. Amr
der ki:-Ben, onu, Rasûlullah -sav-'in devesinin
yularına asılmış ve yerdeki çakılların ayaklarını yaralar bir halde şöyle
derken gördüm:-Ey Allah'ın elçisi! Biz, sadece lafa dalmış, şakalaşıyorduk, Rasûlullah -sav- ise şu âyetleri okuyordu: 'De ki: Siz, Allah ile O’nun âyetleri ile ve O’nun elçisi ile mi alay ediyordunuz? (Boşuna) özür dilemeyin. Çünkü siz, îmân ettikten
sonra (tekrar) kâfir
oldunuz. Sizden (tevbe eden) bir
grubu bağışlasak bile, başka bir gruba da suçlu olduklarından dolayı azap
edeceğiz."
Tevbe : 65-66
Bu ve buna benzer alaya
alanların söylediği sözler, açıkça alay etmeye örnektir.
Örneğin bazı kimselerin
söylediği şu sözler de bu kabildendir:"Sizin dîniniz, beşinci
dîndir.", "Dîniniz,
saçmalıklarla doludur."
"İyiliği emreden ve
kötülükten alıkoyanları gördüklerinde onlarla alay ederek: 'Size dîn ehli
geldi'
Bu ve buna benzer zor
sayılabilecek kadar çok olan ve haklarında âyet nâzil olanlardan daha büyük
olan açıkça alay ifâde eden sözler vardır.
İkincisi: Açıkça
değil de kinâyeli sözlerle alay etmek.
Dîn ile açıkça olmayan,
kinâyeli sözlere gelince bu, kıyısı olmayan okyanusa benzer.
Örneğin kaş göz işâreti
yapmak, dil çıkarmak, dudak bükmek, Allah'ın kitabı veya elçisi -sav-'in
sünneti okunurken veyahut da iyiliği emredip kötülükten alıkoyarken elle işâret
etmek, bu kabildendir.
Bazı kimselerin söyledikleri
şu söz de buna benzer:"İslâm, 21. asır için geçerli olamaz. İslâm, ancak
orta çağlar için geçerlidir.""İslâm, gerilemek ve geriye
dönüştür." "İslâm, katı ve acımasız olup, had ve tâzir cezâlarında
vahşidir.""İslâm, boşanmayı ve birden fazla evlenmeyi mübâh kılmak
sûretiyle kadına zulmetmiştir.""İnsanlar için beşerî kanunlarla
hükmetmek, İslâm ile hükmetmekten daha iyidir."
Bazı kimseler tevhîde dâvet
eden, türbe ve kabirlere ibâdet edenlere karşı çıkan kimse için şöyle
derler:"Bu kimse, radikâldir.""Müslümanların birliğini parçalamak
istiyor.""Bu kimse, vahhâbîdir.""Bu kimse, beşinci
mezheptendir."
Bu gibi sözler, İslâm'a ve
müslümanlara küfretmek ve doğru inançla alay etmek demektir.
Bu durumu Allah Teâlâ'ya
havâle ederiz.
Yine, Rasûlullah -sav-'in
sünnetine sımsıkı sarılan kimseyle alay edip, "Dîn, sakalda değildir"
diyerek sakal ile alay edenlerin sözleri ile buna benzer çirkin sözler, bu
kabildendir.
Allah Teâlâ'nın
indirdiği hükümlerden başka hükümlerle hükmetmek:
Allah Teâlâ'nın hükmüne boyun eğmek ve şeriatına râzı
olmak, söz, esas, çekişme ve anlaşmazlıklarda, kan ve mal gibi hukûkî konularda
ayrılığa düşüldüğünde Allah'ın kitabı ile elçisi Muhammed -sav-'in
sünnetine
dönmek, Allah'a îmân ve O'na ibâdet etmenin gereklerindendir. Çünkü hakem,
yalnızca Allah Teâlâ'dır ve hükümde yalnızca O'na başvurulur. Bu sebeple devlet
başkanlarının, O'nun indirdiğiyle hükmetmeleri, halkın da hakemlik konusunda
Allah Teâlâ'nın,kitabında indirdiğine ve elçisinin sünnetine başvurmaları
gerekir.
Nitekim Allah Teâlâ devlet başkanları hakkında şöyle
buyurmuştur: "Şüphesiz
Allah, emânetleri sahiplerine vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz
zaman adâletle hükmetmenizi emretmektedir.Allah'ın size verdiği öğüt (ve size
gösterdiği) şey, ne kadar güzeldir.
Şüphesiz Allah, hakkıyla işiten ve hakkıyla
görendir." Nisâ : 58
Allah Teâlâ, vatandaşlar hakkında ise şöyle
buyurmuştur:"Ey îmân edenler! Allah’a itaat edin. Elçiye
itaat edin Sizden olan idârecilere (Allah’a isyanı emretmedikçe) itaat
edin.Aranızda herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, gerçekten Allah’a ve
âhiret gününe inanıyorsanız, o konuda hüküm vermek için, onu Allah'(ın kitabı
Kur’an)a ve elçisi (Muhammed -sav-'in sünneti)ne götürün. Allah'(ın kitabı
Kur’an)a ve elçisi (Muhammed -sav-'in sünneti)’ ne götürmek; sizin için daha hayırlı,
sonuç bakımından da daha güzeldir." Nisâ : 59
Allah Teâlâ, daha sonra îmân ve hakemlik konusunda
indirdiği hükümlerden başka hükümlere başvurmanın birlikte olamayacağını
açıklayıp şöyle buyurmuştur:"(Ey
Nebi!) Sana ve senden önceki (elçi)lere indirilenlere îmân ettiklerini iddiâ edenleri (münâfıkları) görmedin mi? Tâğût'u inkâr etmekle
emrolundukları halde, kendi aralarında hüküm vermesi için, Tâğût'a (Allah'ın
indirdiğinden başkasına) başvurmak
isterler. Oysa şeytan onları hak yoldan tamamen saptırmak ister. Onlara: Gelin,
Allah'ın indirdiğine ve elçiye (sünnetine) başvuralım, denildiğinde münâfıkların senden tamamen yüz
çevirdiklerini görürsün. Onlar, elleriyle işledikleri yüzünden başlarına bir
belâ gelince, sonra sana gelip özür dilemeleri ve 'Biz (bu amelimizle) sadece iyilik etmek ve arayı bulmak
istedik' diyerek Allah'a yemîn ettiklerinde onların hâli nice olur? İşte onlar,
Allah'ın kalplerinde olanı (nifâkı)
bildiği kimselerdir. (Ey Nebi! Sen) onlara
aldırma, (bulundukları kötü durumdan dolayı) onları uyar ve onlara etkileyici söz söyle. Biz, her elçiyi Allah'ın
emriyle ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik. (Ey Nebi! Sen
hayatta iken) şayet onlar, (günah
işleyerek) nefislerine zulmettiklerinde
tevbe edip Allah'ın kendilerinin günahlarını bağışlamasını isteyip sana
gelseler ve elçi de onlar için istiğfarda bulunsaydı, mutlaka Allah'ı çok
affedici ve merhamet edici bulurlardı. Hayır! Rabbine yemîn olsun ki, onlar
kendi aralarında çıkan anlaşmazlıklarda (hayatta iken) seni, (vefatından sonra da sünnetini) hakem kılıp sonra da senin verdiğin hükme içlerinde hiçbir sıkıntı
duymadan ve ona tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça îmân etmiş
olmazlar." Nisâ : 60-65
Allah Teâlâ, elçisi Muhammed -sav-'in
hükmüne
başvurmayan ve onun hükmüne râzı olup ona teslim olmayanın îmânını kesin bir
şekilde yemîn edip kabul etmeyip reddetmiştir.
Allah Teâlâ, kendisinin indirdiğiyle hükmetmeyen
yöneticilerin de kâfirler, zâlimler ve fâsıklar olduklarına hükmederek şöyle
buyurmuştur: "Kim, Allah'ın
indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar, kâfirlerin tâ kendileridir."
Mâide : 44
"Kim, Allah'ın indirdiği hükümlerle
hükmetmezse, işte onlar, zâlimlerin tâ kendileridir." Mâide : 45
"Kim, Allah'ın indirdiği hükümlerle
hükmetmezse, işte onlar, fâsıkların tâ kendileridir." Mâide : 47
Âlimler
arasındaki içtihada dayalı görüşler, her anlaşmazlıklarda Allah'ın indirdiği
hükümlerle hükmedilmesi ve hüküm vermek için de Allah'ın indirdiğine
başvurulması gerekir. Herhangi bir mezhebe taassup etmeden ve hiçbir âlimin
taraftarı olmadan Kur'an ve sünnetin gösterdiği içtihatlar ancak kabul edilir.
İslâm'a nispet edilen bazı ülkelerde olduğu gibi, sadece kişiler hukuku ile
sınırlı kalmayıp muhâkeme ve anlaşmazlıklar gibi hukûkî konularda da Allah'ın
kitabı Kur'an'a ve elçisi Muhammed -sav-'in sünnetine
başvurulması gerekir. Çünkü İslâm dîni, bir bütündür, parçalara bölünemez.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:"Ey îmân edenler! Toptan İslâm'a girin.Sakın
şeytanın yollarına uymayın. Çünkü o, sizin apaçık düşmanınızdır." Bakara : 208
Başka bir âyette ise şöyle buyurmuştur:"Yoksa siz, Kitab (Kur'an)'ın bir kısmına îmân ediyor, bir kısmını da
inkâr mı ediyorsunuz? Sizden böyle yapanların cezası, dünya hayatında alçalmak
ve utanç bir duruma gelmek, kıyâmet gününde de en şiddetli azaba uğratılmaktır.
Allah sizin yapmakta olduklarınızdan habersiz değildir." Bakara : 85
Yine,
dört mezhebe mensup kimselerin, imamlarının söz ve görüşlerini, Kur'an ve
sünnete götürmeleri, özellikle de inançla ilgili konularda Kur'an ve sünnete
mutabık olanı almaları, aykırı olanları ise, körü körüne onlara bağlanmadan ve tarafgir davranmadan
reddetmeleri gerekir. Zirâ mezhep imamları bunu tavsiye etmişlerdir. Bu, mezhep
imamlarının izlediği yoldur. Buna aykırı hareket edenler, imamlara mensup
olsalar bile,onlara tâbi olmuş sayılmazlar. Onlar, Allah'ın haklarında
buyurduğu şu kimselerdendir: "(Yahûdiler) Allah'ı bırakıp hahamlarını ve (hıristiyanlar
da) rahiplerini (Allah'ın haram
kıldıklarını helal, helal kıldıklarını da haram kılmak sûretiyle hükümlerde onlara
itaat ederek onları) Rabler edindiler.
Meryem oğlu Mesîh'i (İsa'yı) da ilah
edinerek ona ibâdet ettiler. Oysa onlara tek ilah olan (Allah)a ibâdet etmeleri emrolunmuştu. O'ndan
başka hak ilah yoktur. O (Allah),
onların ortak koştuklarından münezzehtir." Tevbe : 31
Bu
âyet, sadece yahûdi ve hıristiyanlara has değildir. Aksine onların yaptıkları
şeyi yapan herkesi kapsar. Kim, Allah'ın indirdiği hükümlerden başka hükümlerle
insanlar arasında hükmetmek veya hevâsına uyarak bunu istemek gibi, Allah Teâlâ
ve elçisinin emrettiği şeylere aykırı hareket ederse, mü'min olduğunu iddiâ
etse bile o, boynundan İslâm ve îmân bağını çıkarmıştır. Çünkü Allah Teâlâ,
böyle isteyen kimseleri reddetmiş ve îmân ettiklerini iddiâ etmelerinde onları
yalanlayarak şöyle buyurmuştur:"(Ey
Nebi!) Sana ve senden önceki (elçi)lere indirilenlere îmân ettiklerini iddiâ
edenleri (münâfıkları) görmedin mi?
Tâğût'u inkâr etmekle emrolundukları halde, kendi aralarında hüküm vermesi
için, Tâğût'a başvurmak isterler. Oysa şeytan onları hak yoldan tamamen
saptırmak ister." Nisâ : 60
Nitekim
﴿ يَزۡعُمُونَ ﴾ "iddiâ ediyorlar" lafzı, onlarda
îmânın olmadığını (îmânı reddetmeyi) içerir. Çünkü "iddiâ ediyorlar" lafzı, bir şeyin gereğine aykırı olması
ve ona aykırı bir hareket edilmesinden dolayı genellikle bir şeyi iddiâ eden ve
o şeyde yalancı olan birisi için söylenir. Allah Teâlâ'nın âyetin devamındaki
sözü bunu doğrulamaktadır: "Tâğût'u inkâr etmekle emrolundukları
halde..." Nisâ : 60
Çünkü
Tâğût'u inkâr etmek, Bakara sûresinin 256. âyetinde olduğu gibi, tevhîdin bir
rüknüdür. Bu rükün olmazsa, muvahhid olunamaz.
Olduğu
takdirde her ameli geçerli kılan, olmadığında ise, her ameli ifsad eden îmânın
esası, tevhîddir.
Nitekim
bu durum, Allah Teâlâ'nın şu sözünde açıkça bellidir:"Kim, Tâğût'u inkâr eder ve Allah'a îmân ederse, kopmayan sağlam
kulpa sarılmıştır.Allah, (kullarının konuştuklarını) hakkıyla işiten ve (yaptıklarını) hakkıyla bilendir." Bakara : 256
Çünkü
kendi aralarında hüküm vermesi için Tâğût'a başvurmak, ona îmân etmek demektir.
Allah'ın
indirdiği hükümlerle hükmetmeyen kimseden îmânın reddedilmesi, Allah'ın şeriatı
ile hükmetmenin îmân, itikât ve ibadet olduğuna delildir.Müslüman kimsenin din
olarak bunu benimsemesi gerekir.
Sadece, insanlar için en iyisi ve emniyet bakımından
da en disiplinlisi olduğundan dolayı Allah'ın şeriatı ile hükmedilmemelidir.
Zirâ bazı kimseler, şeriatın sadece bu yönüne ağırlık verip birinci yönünü
unutmaktadırlar. Oysa kendisine ibâdet amacı olmaksızın sadece kendi menfaati
için Allah Teâlâ'nın şeriatı ile hükmeden kimseyi Allah Teâlâ kötüleyerek şöyle
buyurmuştur:
"Onlar aralarında (çıkan
anlaşmazlıklarda), hüküm vermesi için
Allah(ın kitabın)'a ve elçisi(nin
sünneti)ne dâvet edildikleri zaman, bir
bakarsın ki onların bir kısmı (Allah ve elçisinin hükmünü kabul etmeyip) yüz çevirirler. Ama eğer hak kendi
menfaatlerine ise,(hak ile hükmedeceğini bildikleri için) onun (elçinin) hükmüne boyun eğerek gelirler." Nûr : 48-49
Onlar (münâfıklar), hevâlarına uyan şeylerle
ilgilenirler. Hevâlarına aykırı olan şeylerden yüz çevirirler. Çünkü onlar, Rasûlullah -sav-'in hükmüne başvurarak
Allah Teâlâ'ya ibâdet etmezler.
Allah Teâlâ'nın
indirdiği hükümlerden başka hükümlerle hükmeden kimsenin hükmü:
Allah Teâlâ
buyuruyor ki:"Kim, Allah'ın
indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar, kâfirlerin ta kendileridir."
Mâide : 44
Bu
âyet, Allah Teâlâ'nın indirdiği hükümlerden başka hükümlerle hükmetmenin küfür
olduğuna delâlet eder. Bu küfür, kimi zaman dînden çıkaran büyük küfür,kimi
zaman da dînden çıkarmayan küçük küfürdür.Bu ise,hükmeden kimsenin durumuna
bağlıdır.Zirâ bu kimse, Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmenin farz
olmadığına ve bu konuda hür olduğuna inanır veya Allah'ın hükmünü hafife alır,
beşerî kanun ve nizamların Allah'ın hükmünden daha iyi olduğuna ve Allah'ın
hükmünün bu zamanda geçerli olmadığına inanırsa veyahut da kâfirlerle
münâfıkları râzı etmek için Allah'ın indirdiği hükümlerden başka hükümlerle
hükmetmek isterse, bu davranış dînden çıkaran büyük küfür olur.
Azabı
hak edeceğini itiraf etmekle beraber, Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmenin
gerektiğine inanır ve bunun böyle olduğunu bilir de Allah’ın indirdiği
hükümlerle hükmetmezse, bu kimse günahkâr olur ve bu küfür, dînden çıkarmayan
küçük küfür diye adlandırılır.
Hükmü öğrenmek için gayret sarf edip bütün gücünü
harcamakla beraber, bu meselede Allah'ın hükmünü bilemeyip hata ederse, o kimse
hatalıdır. İçtihadından dolayı kendisine bir ecir vardır, hatası da
bağışlanmıştır.
Bu, özel dâvâ ile ilgili hükümdür. Genel dâvâlarla
ilgili hüküm ise farklıdır.
Şeyhulislâm İbn-i Teymiyye -rh- bu konuda şöyle der:"Eğer
hâkim (hükümdâr, yönetici, devlet başkanı), dîndâr olur da (bir dâvâda)
bilgisizce hüküm verirse, o cehennemliktir. Eğer bilgili olur da, hak olarak
bildiğinin zıddına hüküm verirse,o da cehennemliktir.Eğer adâletsizce ve
bilgisizce hüküm verirse, onun cehennemlik olması daha önce gelir.Bu, bir
şahsın dâvâsı hakkındaki hükümdür. Ancak hâkim, genel olarak müslümanların dîni
hakkında hüküm verir de hakkı bâtıl, bâtılı da hak, sünneti bid'at, bid'atı da
sünnet, mârufu münker, münkeri de mâruf kılar, Allah ve elçisinin
emrettiklerini yasaklar, yasakladıklarını da emrederse, işte bu küfrün başka
bir türüdür.
Dünya ve âhirette hamd kendisine âit olan
âlemlerin Rabbi, elçilerin ilahı, dîn gününün sahibi olan Allah Teâlâ, bu kimse
hakkında hükmünü verecektir.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:"Allah ile
birlikte başka bir ilaha ibâdet etme (yalvarıp yakarma). O'ndan başka hak ilah yoktur. O'nun vechinin dışında başka her şey
yok olacaktır. Hüküm, yalnızca O'nundur ve (yalnızca) O'na döndürüleceksiniz." Kasas : 88
Başka
bir âyette ise şöyle buyurmuştur:"Bütün
dînlere üstün kılmak için elçisini (Muhammed -sav-'i) hidâyet ve hak dîn ile gönderen O'dur.(Ey
Nebi! Sana yardım eden ve senin dînini bütün dînlere üstün kılan) Allah, sana şâhit olarak yeter."
Fetih : 28
Yine, Şeyhulislâm İbn-i Teymiyye -rh- bu konuda şöyle
der:"Allah Teâlâ'nın, elçisi -sav-'e indirdiğiyle
hükmetmenin farz olduğuna inanmayanın kâfir olduğunda şüphe yoktur. Kim, insanlar
arasında Allah'ın indirdiğine uymayıp da kendi arzusunun adâlet olarak
gördüğüyle hükmetmeyi helal sayarsa, o kâfirdir. Çünkü adâletle hükmetmeyi
emretmeyen hiçbir millet yoktur. O milletin dîninde ileri gelenlerin uygun
gördüğü şey, adâlet olabilir. Aksine İslâm'a mensup birçok millet, daha önce
kendilerine itaat edilen emirler gibi, Allah'ın indirmediği öncekilerin
gelenekleriyle hükmetmektedir.Bu emirler, Kur'an ve sünnetin dışında
hükmedilmesi gerekenin bu olduğunu uygun görüyorlardı. Bu davranış, küfürdür.
Çünkü insanların çoğu İslâm'a girmelerine rağmen, kendilerine itaat edilen,
ileri gelenlerin emirleri sebebiyle yürürlükteki uygulamalarla hükmederler.
Kur’an ve sünnetle değil, ancak bunlarla hükmetmenin gerekliliği
görüşündedirler. İşte bu, küfrün tâ kendisidir. İnsanların çoğu müslüman
olsalar dahi, toplumlarda kendilerine itaat edilen kimselerin emrettikleri
uygulamalarla hükmederler. Onlar, Allah'ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmenin
câiz olmadığını bildiklerinde bunu yerine getirmezler. Aksine Allah'ın
indirdiği hükümlerin tersine hükmetmeyi helal sayarlar. Bu sebeple onlar,
kâfirlerdir."
Değerli âlim Muhammed b. İbrahim -rh- der ki: "Hakkında:
Dînden çıkarmayan küfür denilen küfre gelince, bir kimse Allah'ın indirdiği
hükümlerden başkası ile hükmettiğinde günahkâr olacağına ve Allah'ın hükmünün
hak olduğuna inanmakla beraber O'nun indirdiği hükümlerden başkasıyla
hükmederse, bu kendisinden bir veya birkaç defa sâdır olan küfür sayılır. Fakat
düzene koymak ve boyun eğdirmek için kanunlar koyan kimseye gelince, hata
ettik, şeriatın hükmü daha âdildir, dese bile bu küfürdür ve bu küfür sahibini
dînden çıkarır."
Değerli âlim Muhammed b. İbrahim -rh- tekrarlanmayan
kısmî hükümle hükümlerin hepsinde veya çoğunda başvurulan merci konumundaki
genel hükmü birbirinden ayırmış ve bu küfrün, mutlak olarak insanı dînden
çıkaran küfür olduğuna karar vermiştir. Çünkü bir kimse, İslâm şeriatını bir
kenara bırakıp onu geçersiz kılar ve onun yerine beşerî bir kanun koyarsa, bu
kimse koyduğu kanunun şeriatten daha güzel ve daha uygun gördüğüne delil olur
ki bunun dînden çıkaran ve tevhîde zıt olan büyük küfür olduğunda şüphe yoktur.
Kanun koyma, helal
ve haram kılma hakkına sahip olduğunu iddiâ etmek:
İbâdetler, sosyal ilişkiler ve diğer alanlarda birbiri
ile olan anlaşmazlıkları gideren ve düşmanlıkları sona erdiren konular gibi,
insanların üzerinde gittikleri yol olan hükümleri koyma yetkisi, insanların
Rabbi ve yaratıcısı Allah'a aittir.
Nitekim Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur:"Biliniz ki yaratma ve emretme, yalnızca O'na
aittir. Âlemlerin Rabbi olan Allah, (her türlü noksanlıklardan) münezzehtir." A'râf : 54
Kullarının
yararına olan şeyi en iyi bilen ve onlara bunu meşrû kılan Allah Teâlâ'dır.
Allah Teâlâ onların Rabbi olduğu için bunu onlara meşrû kılmakta, onlar da O'na
ibâdet ettikleri için O'nun hükümlerini kabul ederler. Bu konuda fayda yine
kullarının lehine dönecektir.
Nitekim Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur: "Ey
îmân edenler! Allah’a itaat edin. Elçiye itaat edin Sizden olan idârecilere
(Allah’a isyanı emretmedikçe) itaat edin.Aranızda herhangi bir konuda
anlaşmazlığa düşerseniz, gerçekten Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız, o
konuda hüküm vermek için, onu Allah'(ın kitabı Kur’an)a ve elçisi (Muhammed -sav-'in
sünneti)ne götürün. Allah'(ın kitabı Kur’an)a ve elçisi (Muhammed-sav-'in
sünneti)’ ne götürmek; sizin için daha hayırlı, sonuç bakımından da daha
güzeldir."
Nisâ : 59
Başka bir âyette ise şöyle buyurmuştur:"(Ey
insanlar! Dîniniz konusunda) ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm
vermek, Allah’a âittir. İşte bu Allah, benim Rabbimdir. Ben (her işimde
yalnızca) O’na dayandım ve ben, (her işimde yalnızca) O’na dönerim." Şûrâ
: 10
Allah Teâlâ, kullarının kendisinden başkasını kanun
koyan ve meşrû kılan kimse edinmelerini kınayarak şöyle buyurmuştur:"Yoksa onların (müşriklerin) Allah'ın izin vermediği bir dîni meşrû
kılan ortakları mı var? Eğer Allah'ın süre tanıyarak onlara dünyada azap
etmeyeceğine dâir kazâ ve kaderi olmasaydı, onların aralarında azap etmek
sûretiyle derhal hüküm verilirdi. Şüphesiz zâlim (kâfir)ler için (kıyâmette) acıklı bir azap vardır." Şûrâ :
21
Kim, Allah
Teâlâ'nın kanun koyduğu ve meşrû kıldığından başkasının kanun koymasını ve
meşrû kılmasını kabul ederse, şüphesiz O'na şirk koşmuş olur. Allah Teâlâ ve
elçisinin ibâdetlerde meşrû kılmadığı şeyler, bid'attır. Her bid'at ise
dalâlettir.
Nitekim Rasûlullah -sav- bu konuda şöyle buyurmuştur:"Her kim, bu işimizde (dînimizde) onda olmayan bir şeyi ona ihdâs
ederse, o ihdâs ettiği şey,
reddolunmuştur (bâtıldır)."
Buhârî
Başka
bir rivâyette ise şöyle buyurmuştur:"Her
kim, işimiz (dînimiz) üzere olmayan bir amel işlerse, o işlediği
şey reddolunmuştur (bâtıldır ve ona itibar edilmez)." Buhârî
Siyâset
ve insanlar arasında hüküm vermede Allah Teâlâ ve elçisi Muhammed -sav-'in kanun
koymadığı ve meşrû kılmadığı her şey, Tâğût ve câhiliyetin hükmüdür.
Nitekim Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur:"Yoksa onlar (yahudiler, aralarında hüküm
vermesi için) câhiliye hükmünü mü
istiyorlar? (Allah'ın şeriatını akıl edip) îmân eden bir topluluk için, hüküm bakımından Allah'tan daha güzel kim
olabilir?" Mâide : 50
Yine
helal ve haram kılma yetkisi, Allah Teâlâ'ya aittir ve bu konuda hiç kimse O'na
ortak olamaz.
Nitekim Allah Teâlâ bu konuda
şöyle buyurmuştur:"(Ey müslümanlar!) Üzerine Allah'ın adı anılmadan kesilen
hayvanların etinden yemeyin. Şüphesiz (o
hayvanların etinden yemek), fısktır.
Şüphesiz şeytanlar, dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için (leş etini
yemenin haramlılığı konusunda şüphelerle)
telkinde bulunurlar. Eğer (leş etini helal kılma konusunda) onlara itaat ederseniz,siz de Allah'a ortak
koşanlar olursunuz." En'âm : 121
Allah'ın haram kıldığını, helal kılma konusunda
şeytanlara ve dostlarına itaat etmeyi, Allah Teâlâ kendisine ortak koşmak
olarak saymıştır. Aynı şekilde, Allah Teâlâ'nın helal kıldığını haram kılma
veya haram kıldığını helal kılma konusunda âlimlere ve emirlere itaat eden
kimse, onları Allah Teâlâ'nın dışında Rabler edinmiş olur.
Nitekim Allah Teâlâ bu konuda
şöyle buyurmuştur:"(Yahûdiler) Allah'ı bırakıp hahamlarını ve (hıristiyanlar
da) rahiplerini (Allah'ın haram
kıldıklarını helal, helal kıldıklarını da haram kılmak sûretiyle hükümlerde
onlara itaat ederek onları) Rabler
edindiler. Meryem oğlu Mesîh'i (İsa'yı)
da ilah edinerek ona ibâdet ettiler. Oysa onlara tek ilah olan (Allah)a ibâdet etmeleri emrolunmuştu. O'ndan
başka hak ilah yoktur. O (Allah),
onların ortak koştuklarından münezzehtir." Tevbe : 31
İmam
Tirmizî ve başkalarının rivâyet ettikleri hadiste, Nebi -sav-,
Tâi kabilesinden Adiyy b. Hâtim'e -radıyallahu anh- bu âyeti okuyunca, Adiyy:-Ey Allah'ın elçisi! Biz onlara ibâdet
etmiyoruz ki" dedi.Bunun
üzerine Nebi -sav- ona:-Onlar
size, Allah'ın haram kıldığını helal kıldığında siz de onu helal kılmıyor ve
Allah'ın helal kıldığını da haram kıldığında siz de onu haram kılmıyor
muydunuz? diye sordu. Adiyy b. Hâtim -radıyallahu anh-:-Evet, dedi.Bunun üzerine Nebi -sav-:-İşte bu, onlara yapılan ibâdettir"
Tirmizî, buyurdu.
Helal
ve haram kılma konusunda onlara itaat etmek; onlara ibâdet etmek ve Allah'a
ortak koşmak sayılmıştır. Bu şirk, kelime-i şehâdetin delâlet ettiği tevhîde
aykırı olan büyük şirktir. Çünkü kelime-i şehâdetin delâlet ettiği anlamlardan
birisi de helal ve haram kılma yetkisinin, sadece Allah Teâlâ'nın hakkı olmasıdır.
Allah
Teâlâ'nın şeriatına aykırı olarak verilmiş helal ve haram kılma meselelerinde
âlimlere ve âbid kimselere itaat eden kimsenin durumu böyledir. Zira bu âlim ve
âbid kimseler, ilme ve dîne daha yakın şahsiyetlerdir. Ayrıca âlimler bir
konuda içtihad ederek doğruyu bulamazlarsa, hatalarına karşılık bir ecir
alırlar. Bütün bunların yanında bir de kâfirlerin ve inkârcıların çıkardıkları
beşerî kanunları, İslâm ülkelerine getirip onlarla hükmedene itaat edenlerin
hükmü vardır ki, bu kimselerin hali gerçekten nicedir?
Bu
durumu, Allah Teâlâ'ya havâle ederiz.
Hiç
şüphe yok ki kâfirlerin ve inkârcıların çıkardıkları beşerî kanunları,İslâm
ülkelerine getirip bunlarla hükmeden kimse, kendisince hükümler koymak, haramı
helal kılmak ve insanlar arasında bu hükümlerle hükmetmekle, kâfirleri Allah
Teâlâ'nın dışında Rabler edinmiş olmaktadır.
İnkârcı ideoloji
ve hareketlere, câhilî partilere üye olmanın hükmü:
1. Küfrün ideolojilerinden olan komünizm,
laiklik ve kapitalizm gibi inkârcı ideolojilere üye olmak, İslâm dîninden
dönmektir. Bu ideolojilere üye olan kimse, müslüman olduğunu iddiâ ederse, bu
büyük nifaktır. Çünkü münâfıklar, içten kâfir olmalarına rağmen dış
görünüşleriyle İslâm'a bağlı olduklarını söylerler.
Nitekim Allah Teâlâ onlar hakkında şöyle buyurmuştur:"(Münâfıklar) îmân edenlerle karşılaştıklarında: 'Biz de (sizin gibi) îmân ettik' derler. Şeytanları ile baş başa
kaldıklarında ise: 'Biz sizinle beraberiz, biz sadece (onlarla) alay edicileriz!' derler." Bakara
: 14
Başka
bir âyette şöyle buyurmuştur:"(Ey
mü'minler!) Onlar (münâfıklar) sizi gözetlerler de eğer size Allah’tan
bir fetih gelse: 'Biz sizinle beraber değil miydik?' derler. Kâfirlerin nasibi
olursa da: 'Biz size galip gelemez miydik? Sizi mü’minlerden biz korumadık mı?'
derler. Artık Allah kıyâmet gününde aranızda hükmedecektir. Doğrusu Allah,
mü’minler aleyhine kâfirlere asla bir yol vermeyecektir." Nisâ : 141
Bu
hilekâr ve düzenbaz münâfıklardan her birinin iki yüzü vardır:
Mü'minlerle
karşılaştığı zaman bir yüzü, inkârcı kardeşlerine döndüğü zaman başka bir yüzü
vardır.
Yine bu münâfıklardan her birinin iki dili
vardır:
Birisi;
müslümanlar dış görünüşüyle onu müslüman kabul ederler. Diğeri ise, onun içinde
gizli olan sırrı açıklar.
Nitekim Allah Teâlâ onları şöyle açıklamaktadır:"(Münâfıklar) îmân edenlerle karşılaştıklarında: 'Biz de (sizin gibi) îmân ettik' derler. Şeytanları ile baş başa
kaldıklarında ise: 'Biz sizinle beraberiz, biz sadece (onlarla) alay edicileriz!' derler." Bakara
: 14
Münâfıklar, Kur'an ve sünnete bağlı müslümanlarla alay
ederek onları hakir görüp Kur'an ve sünnetten yüz çevirmişler, güyâ
kendilerindeki ilmin çokluğuyla böbürlenerek şer ve kibirleri sebebiyle Kur'an
ve sünnetin hükmüne boyun eğmeyi kabul etmemişlerdir. Vahyin de belirttiği
gibi, onları, alay etmekte kesinlikle kararlı olduklarını görürsün.
Nitekim Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur:"Allah da onlarla alay eder ve azgınlıkları
içerisinde bocalar bir halde onlara süre verir." Bakara : 15
Oysa Allah Teâlâ mü'minlere katılmayı, onlarla
birleşmeyi ve onlara mensup olmayı emretmektedir.
Nitekim Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur:"Ey îmân edenler! (O'na karşı
gelmeyi bırakıp) Allah'tan korkun ve
sâdıklarla birlikte olun."
Tevbe : 119
Bu
inkârcı ideoloji ve hareketler, birbirleri ile çatışan ideoloji ve hareketler
olup bâtıl üzere kurulmuşlardır.
Örneğin
komünizm, yaratıcı olan Allah
Teâlâ'nın varlığını inkâr eder ve bütün semâvî dînlere savaş açar. Hangi akıl
sahibi, inançsız yaşamaya ve herkesçe çok iyi bilinen şeyleri inkâr ederek
aklını yok saymaya râzı olur?
Laiklik, bütün dînleri inkâr eder, bu
dünya hayatında hayvan gibi yaşamaktan başka bir şeyi olmayan, onu yönlendiren
ve bir gâyesi olmayan maddî şeylere dayanır.
Kapitalizmin tek gâyesi ise,
helal ve haram olduğuna bakmaksızın, fakir ve düşkünlere iyilikte bulunmaksızın
ve onlara şefkat göstermeksizin hangi yoldan olursa olsun, mal biriktirmektir.
Kapitalizm
ekonomisinin temeli, Allah ve elçisine savaş açmak, devletleri ve fertleri
yıkmak, fakir toplumların kanlarını emmek olan fâiz üzerine kurulmuştur.
Kalbinde
zerre kadar îmân olan kimse bir tarafa, hayatını dîn, akıl ve doğru bir gâyeden yoksun yaşamayı kendine hedef
olarak seçen ve bu uğurda mücâdele eden, bu ideoloji ve hareketler üzere
yaşamaya hangi akıl sahibi râzı olur? Müslüman ülkelerin çoğunda gerçek İslâm
kaybolup müslümanlar kendi öz benliklerini kaybetmiş bir halde yetişerek
başkalarının himâyesi altında yaşamaya başlayınca, ancak o zaman bu bâtıl
ideoloji ve hareketler onlara üstün gelmiştir.
2. Milliyetçi ve ırkçı câhilî partilere üye
olmak, yine küfür ve İslâm'dan dönmektir. Çünkü İslâm, câhiliyet döneminin
taassup ve şovenizmini şiddetle reddeder.
Nitekim Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur:" Ey insanlar! Gerçekten biz, sizi bir erkek (Âdem) ve bir dişiden (Havvâ'dan) yarattık ve birbirinizle tanışmanız için
sizi (birçok) halklar ve kabileler
kıldık. Şüphesiz Allah katında sizin en üstün olanınız, O'ndan en çok
korkanınızdır (takvaca en ileride olanınızdır). Şüphesiz Allah, (takvâ sahiplerini) hakkıyla bilendir, (onlardan)
haberdârdır." Hucurât : 13
Nebi -sav- de
bu konuda şöyle buyurmuştur:"İnsanları
ırkçılığa çağıran bizden değildir. Irkçılık adına savaşan bizden değildir.
Irkçılık dâvâsı üzere ölen bizden değildir." Ebû Dâvûd
Başka
bir hadiste şöyle buyurmuştur:"Şüphesiz
Allah, câhiliyet döneminin kibirlenmesini, atalarla iftihar edilmesini sizden
gidermiş ve üzerinizden kaldırmıştır. İnsanlar iki türlüdür: Ya dîndâr ve
takvâlıdır ya da (kâfir ya da) fâcir
ve bedbahttır.Bütün insanlar, Âdem'in evlâtlarıdır.Âdem ise,topraktan
yaratılmıştır.Arabın, Arap olmayana
takvâdan başka hiçbir üstünlüğü yoktur." Tirmizî
Bu
partizanlıklar,müslümanları böler.Oysa Allah Teâlâ, toplanıp bir araya gelmeyi,
iyilik ve takvâda yardımlaşmayı emreder, parçalanıp ayrılığa düşmeyi yasaklar.
Nitekim Allah Teâlâ bu konuda
şöyle buyurmuştur:"(Ey mü'minler!) Hep birlikte Allah'ın ipine (Kur'an ve
sünnete) sarılın ve ayrılığa düşmeyin!
Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini de hatırlayın. Hani siz (İslâm'dan önce birbirinize) düşmanlar iken, Allah kalplerinizin arasını birleştirdi de O’nun
lütfuyla kardeşler oldunuz..." Âl-i İmrân : 103
Şüphesiz Allah Teâlâ, bizden tek bir grup ve hizip
olmamızı ister. O kurtuluşa eren de O'nun dostlarıdır.
"Avrupa, siyâsî ve kültürel yönden İslâm
dünyasına saldırdıktan sonra, İslâm dünyası milliyetçilik, ırkçılık ve
yurtseverlik gibi akımlara boyun eğmiş ve bunlara bilimsel, doğruluğu kabul
edilen ve kaçınılmaz gerçek bir dava gibi inanmaya başlamıştır. İslâm
dünyasının toplulukları da İslâm dîninin ortadan kaldırdığı bu ırkçılıkları
yeniden yaşatmak için hayret edilecek bir şekilde atağa geçmiş, bu ırkçılıkları
terennüm etmeye, sloganlarını yaşatmaya ve İslâm'dan önceki dönemleri ile
iftihar etmeye başlamıştır ki İslâm, bu döneme ısrarla câhiliyet adını
vermiştir.
Allah Teâlâ müslümanları, bu câhiliyet karanlığından
çıkmayı lütfedip bu nimete (İslâm nûruna çıkma nimetine) şükretmeye teşvik
etmiştir. Mü'minin, zamanı geçen veya geçmeye yakın olan câhiliyeti hatırlamak
istememesi, ondan nefret etmesi, onu çirkin görmesi, ondan hoşnut olmaması ve
ondan ürpermesi doğaldır.
Bir mahkûm, serbest bırakıldığında tutuklanıp işkence
gördüğü ve aşağılandığı günleri hatırladığında tüyleri ürperiyorsa, o günleri
hatırlamak ister mi?
Yine, şiddetli ve uzun süren bir hastalığa yakalanıp
ölümle burun buruna gelen kimse, hastalık günlerini hatırladığında hali
kötüleşip rengi değişiyorsa, hastalıktan iyileştikten sonra hastalandığı o
günleri hatırlamak ister mi?"
Bilinmesi gerekir ki bu partizanlıkların, Allah'ın
şeriatından yüz çeviren ve O'nun dînine kötülük edenlere, Allah Teâlâ'nın
gönderdiği bir azaptır.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "(Ey Nebi!) De ki: O, size üstünüzden (taş yağdırmak gibi) ya da ayaklarınızın altından (deprem veya yerin dibine geçirmek
gibi) azap göndermeye ya da sizi
birbirinize düşürüp kiminizin kiminizi öldürmesine ve kiminizin kiminize
hıncını tattırmasına gücü yeter. (Ey Nebi!) Bak! İyice anlamaları için âyetlerimizi nasıl açıklıyoruz!"
En'âm : 65
Nebi -sav-
de bu konuda şöyle buyurmuştur:"Ey Muhâcirler topluluğu! Beş şey vardır,
onlarla imtihan olunduğunuzda (o toplumda hiçbir hayır kalmamış demektir.) Siz
hayatta iken onların ortaya çıkmasından Allah'a sığınırım. (Bu beş şey
şunlardır:)
l. Zina: Bir toplumda zina ortaya
çıkar ve açıktan işlenecek bir hale gelirse, o toplumda mutlaka vebâ ve
onlardan önce gelmiş-geçmiş hiçbir millette görülmeyen hastalıklar yayılır.
2. Ölçü ve tartıda hile: Bir
toplum, ölçü ve tartıyı eksik yaparsa, o toplum mutlaka kıtlık, geçim sıkıntısı
ve sultanın (yöneticinin) zulmüne uğrar.
3. Zekât vermemek: Bir toplum,
mallarının zekâtını vermezse, mutlaka gökten yağmur kesilir. Şayet hayvanlar da
olmasaydı, tek damla yağmur bile yağmazdı.
4. Ahdin bozulması: Bir toplum,
Allah ve elçisinin ahdini bozarsa (düşmanla yaptığı anlaşmayı ihlal ederse), Allah
Teâlâ, kendilerinden olmayan bir düşmanı o topluma musallat eder ve ellerindeki
(servet)lerin bir kısmını onlar
alırlar.
5. Allah'ın kitabı Kur'an ile
hükmetmeyi terk etmek: Bir toplumun önderleri (yöneticileri), Allah'ın kitabı Kur'an ile hükmetmeyi terk edip Allah'ın indirdiği
hükümlerden işlerine gelenleri seçerlerse, Allah Teâlâ onları kendi aralarında
savaştırır (onları birbirine düşürür)." İbn-i Mâce
Bu
partizanlıklar için bağnaz davranmak, -yahûdiler gibi- başkalarında olan hakkı
reddetmeye sebep olur.
Nitekim
Allah Teâlâ onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Onlara (yahûdilere): Allah’ın
indirdiğine (Kur'an'a) îmân edin,
denildiğinde (onlar:) Biz (sadece)
biz(im nebilerimiz)e indirilenlere îmân ederiz, derler.
(Allah'ın) ondan sonra indirdiğini ise,
onlarla beraber tasdik edici olanı hak olduğu halde inkâr ederler. (Kendilerine
indirilen kitaplara gerçekten îmân etselerdi, o kitapları tasdik edici olan
Kur'an'a îmân ederlerdi. Ey Nebi! Onlara) De
ki: Eğer siz, (Allah'ın size indirdiğine) îmân ediyorsanız, daha önce Allah'ın nebilerini niçin
öldürdünüz?" Bakara : 91
Yine,
Rasûlullah -sav-'in hak olarak
getirdiği şeyi, atalarını üzerinde buldukları şeye bağnazlıkları sebebiyle
reddeden câhiliyet dönemi insanları da böyle yapmışlardır.
Nitekim
Allah Teâlâ onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Onlara: Allah’ın indirdiğine uyun, denildiğinde (onlar,
kendilerinden önceki müşrikleri taklit etmekte ısrar ederek şöyle dediler:
Sizin dîninize uymayız,) aksine biz,
atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız! derler. Onlar, (Allah
hakkında) hiçbir şey akıl etmeyen ve
doğru yolu idrâk edemeyen atalarına mı uyuyorlar?" Bakara : 170
Bu
partizancılar, Allah Teâlâ’nın insanlığa lütfettiği İslâm nimetinin yerine bu
partizanlıkları getirmek isterler.
Hayata maddî
açıdan bakış ve bu maddî bakışın zararları:
Hayat
için iki bakış açısı (teorisi) vardır:
Birincisi: Hayata maddî
açıdan bakış
İkincisi: Hayata doğru
açıdan bakış
Her
iki bakış açısının sonuçları vardır.
1. Hayata maddî açıdan bakışın tanımı:
İnsanın,sadece
zevk aldığı şeyleri hemen elde etmeye çalışma düşüncesi ve işinin de bu alanla
sınırlı kalmasından ibâret olan bir bakış açısıdır. Buna göre insanın
düşüncesi, bu hayatın sonunu düşünemez, bunun için çalışmaz, buna önem vermez
ve Allah Teâlâ'nın bu dünya hayatını âhiret için tarla kıldığını, dünyayı amel,
âhireti de amelin karşılığının alındığı bir mükâfat veya cezâ yurdu olduğunu
bilemez. Bu sebeple kim, güzel amellerde bulunarak dünyasını değerlendirirse,
hem dünya, hem de âhirette kazanmış olur. Kim de dünyasını kaybederse,
âhiretini de kaybetmiş olur.
Nitekim
Allah Teâlâ onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "İnsanlardan kimi Allah'a yalnız bir yönden ibâdet eder. Şöyle ki: Kendisine bir iyilik
dokunursa, buna pek memnun olur, bir de musibete uğrarsa çehresi değişir (dinden yüz çevirir). O, hem dünyasını, hem de ahiretini
kaybetmiştir. İşte bu, apaçık hüsrânın tâ kendisidir." Hac : 11
Allah
Teâlâ bu dünyayı boşuna yaratmamış, aksine büyük bir hikmet için yaratmıştır.
Nitekim
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:" (Ey
insanlar!) Hanginizin daha güzel (ve
daha ihlaslı) davranışta bulunacağını
imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratan O'dur. O, güçlüdür ve çok
bağışlayandır." Mülk : 2
Başka
bir âyette şöyle buyurmuştur:"Şüphesiz biz, insanların
hangisinin daha güzel davranışta bulunacağını imtihan edelim diye yeryüzündeki
her şeyi dünyaya bir ziynet (güzellik, dünya
ehline de bir fayda) kıldık." Kehf : 7
Bu
dünya hayatında geçici zevkleri, mal, evlât, makam, yetki ve Allah'tan başka
hiç kimsenin bilemediği diğer zevkler gibi görünen ziynetleri yoktan var eden
Allah Teâlâ'dır.
İnsanlardan
kimisinin dünyaya olan bakış açısı -ki bu kesim çoğunluktadır-, onun sadece dış
görünüşü ve aldatıcı güzellikleriyle sınırlıdır. Dünyada kendi arzusunu tatmin
eder, dünyanın yaratılışındaki sırrı düşünemez. Bu sebeple o, dünya hayatından
sonraki hayattan gâfil olarak dünya malını elde etmek, biriktirmek ve onunla
arzusunu tatmin etmekle meşgul olur. Aksine bu dünya hayatından başka bir
hayatın varlığını inkâr eder.
Nitekim
Allah Teâlâ onların ifâdesiyle şöyle buyurmuştur: "Onlar (ölümden sonraki dirilişi inkâr eden müşrikler): 'Hayat, şu yaşadığımız dünya hayatından
başka bir şey değildir. Biz öldükten sonra diriltilecek de değiliz'
dediler." En'âm : 29
Allah Teâlâ, hayata bu gözle bakanları tehdit ederek
şöyle buyurmuştur:"Şüphesiz bizimle
karşılaşmayı ümit etmeyen, (âhiret hayatının yerine) dünya hayatına râzı olan, bununla tatmin olan, (kevnî ve şer'î) âyetlerimizden habersiz olanlar var ya
işte onların, (dünyada) kazandıkları sebebiyle barınacakları yer,
cehennemdir." Yunus : 7-8
Başka
bir âyette şöyle buyurmuştur:"Her
kim, (ameliyle) dünya hayatını ve
onun çekiciliğini isterse, onlara amellerinin karşılığını orada tam olarak
öderiz ve onlar bunda hiçbir eksikliğe uğratılmazlar. İşte onlar için âhirette
ateşten başka bir şey yoktur. Onların dünyada yaptıkları (amelleri) boşa gitmiştir. Yapmakta oldukları şeyler
de zaten bâtıl idi." Hûd : 15-16
Bu
tehdit, hayata bu gözle bakanları kapsar. Bunlar, ister âhiret ameli işleyerek dünya
hayatını isteyen münâfıklar ve amelleriyle gösteriş yapan kimseler
olsunlar,isterse ölümden sonraki diriliş ve hesaba inanmayan câhiliyet dönemi
insanları ile kapitalizm, komünizm ve inkârcı lâiklik gibi yıkıcı ekollere
mensup kâfirler olsunlar, bu tehdit herkesi kapsar.Onlar, hayatın kıymetini
bilememişler ve hayata bakışları, hayvanların hayata bakışları kadar
olamamıştır. Hatta onlar, yol bakımından daha sapıktırlar. Zirâ onlar
akıllarını geçersiz kılmış, güçlerini, kendilerine kalmayacak ve kendileri de
ona kalmayacakları şeylerin hizmetine sunmuş ve vakitlerini boşa kaybetmiş,
onları bekleyen ve kaçınılmaz olan âkibetleri için çalışmamışlardır.
Hayvanları
bekleyen bir âkibet yoktur. Onların aksine, hayvanların, düşünebilen akılları
da yoktur. Bunun için Allah Teâlâ onlar (kâfirler) hakkında şöyle buyurmuştur: "(Ey Nebi!) Yoksa sen, onların pek çoğunun (Allah Teâlâ'nın âyetlerini
düşünüp) işittiklerini veya anladıklarını mı sanıyorsun? Onlar,
işittiklerinden istifâde etmeme konusunda ancak hayvanlar gibidirler. Hatta
onlar, (izledikleri) yol bakımından (hayvanlardan) daha sapıktırlar." Furkân : 44
Allah
Teâlâ, hayata böyle bakan kimseleri bilgisizlikle nitelendirerek şöyle
buyurmuştur:"(Bu), Allah'ın vaadidir. Allah asla
vaadinden dönmez; fakat insanların çoğu (Allah'ın vaadinin hak olduğunu) bilmezler. Onlar, dünya hayatının görünen
yüzünü (ve süsünü) bilirler.Onlar,
âhiret (ile ilgili kendilerine âhirette fayda verecek şeyler)den tamamen habersizdirler (âhireti
düşünmezler)." Rûm : 6-7
Kâfirler, buluşlar ve teknoloji gibi alanlarda tecrübeli olsalar bile,
onlar bilgisizlerdir ve bilimle nitelendirilmeyi hak etmezler. Çünkü onların
işleri, dünya hayatının görünen yüzünü geçmez.Bu, noksan bilgidir.Bu noksan
bilgiye sahip kimseler, bu şerefli vasfı ve kendilerine âlimler denilmesini hak
etmezler. Bu şerefli vasıf, ancak Allah Teâlâ'yı bilen ve O'ndan gereği gibi
korkan kimseler için kullanılır.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Kulları
içerisinde ancak âlimler, Allah'tan (gereği gibi) korkarlar." Fâtır : 28
Kârun'un
kıssasında Allah Teâlâ'nın kendisine verdiği hazineler, dünya hayatına maddî
açıdan bakışa başka bir örnektir.
Nitekim
Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur: "Derken
Kârun, (büyüklüğünü ve malının çokluğunu göstermek için) ihtişâm içinde kavminin karşısına çıktı.
Dünya hayatını(n süsünü)
arzulayanlar (onu bu hal üzere görünce):
Keşke Kârun'a verilenin (mal, ziynet ve makam gibi) bir benzeri bizim de olsaydı. Doğrusu o, (dünyada) büyük nasip sahibidir, dediler."
Kasas : 79
Kârun'un
kavmi, hayata maddî açıdan baktıkları için, Kârun'un sahip olduğu malın bir
benzerini temenni edip ona imrendiler ve onu büyük nasip sahibi olmakla
nitelendirdiler.
Nitekim
günümüzdeki kâfir devletler ve onların sahip oldukları endüstriyel ve ekonomik
ilerleme, işte bunun örneğidir. Bazı îmânı zayıf müslümanlar, üzerinde
bulundukları küfrü ve onları âhirette bekleyen kötü âkibete bakmaksızın onları
takdir etmekte ve onlara hayranlıkla bakarlar. Bu yanlış bakış açısı onları,
kâfirleri yüceltmeye, gönüllerinde onlara saygı duymaya, ahlâk ve kötü
âdetlerinde onlara benzemeye sevk etmektedir. Ne var ki müslümanlar, ciddî
olmak, güç ve kuvvet hazırlamak, buluşlar ve teknoloji gibi alanlarda kâfirleri
taklit etmemişlerdir.
2. Hayata doğru
olan ikinci açıdan bakış:
Bu
bakış açısına göre, insanın bu dünya hayatındaki mal, yetki ve maddî güç gibi
şeylerin, âhiret amelini yerine getirmede kendisinden yararlanılan birer vesile
olduğunu bilmesidir. Hakikatte dünyanın kendisi yerilmez. Övgü ve yerme, ancak
bir kulun dünyada işlediği şeylerde olur. Dünya, âhiret için bir geçit ve geçiş
yeridir. Yine, cennetin azığı dünyadır. Cennet halkının elde edeceği en iyi
yaşam, ancak dünyada ektiklerinden elde edilir. Bu sebeple dünya; cihad, namaz,
oruç, Allah yolunda harcama gibi ibâdetler ve hayırlı ameller için yarışılan
bir meydandır.
Nitekim
Allah Teâlâ cennet halkına hitâben şöyle buyurmuştur:"(Cennet ehline denir ki: Dünyada) geçen günlerde işlediklerinize karşılık, (her türlü eziyetten uzak
bir şekilde) âfiyetle yiyin ve
için." Hâkkâ : 24
Rukye ve nazarlık:
1.Rukye:Ateşli hastalık (humma),sara ve
buna benzer hastalıklara yakalanan kimsenin, hastalıktan kurtulmak için yaptığı
ve muska diye adlandırılan hastalıktan korunma şeklidir ki, bu rukye iki
çeşittir.
Birincisi:
İçerisinde şirk olmayan rukye
Buna
göre, hastanın üzerine Kur'an'dan bazı bölümlerin okunması ya da Allah'ın isim
ve sıfatları ile hastanın korunmasıdır ki, bu mübahtır. Çünkü Nebi -sav- rukye
yapmış, yapmayı emretmiş ve yapılmasına da izin vermiştir.
Nitekim
Avf b. Mâlik'ten -radıyallahu anh- rivâyet olunduğuna göre şöyle der:"Biz, câhiliyet döneminde rukye
yapardık. Ey Allah'ın elçisi! Bu konuda ne dersiniz? diye sorduk.Bunun üzerine
Rasûlullah -sav- buyurdu ki:-Rukyenizi bana arz edin (ona bakayım).İçerisinde şirk olmadıkça rukye yapmakta
bir sakınca yoktur." Müslim
İmam Suyûtî -rh- bu konuda şöyle der:"İslâm
âlimleri, üç şart bulunduğu takdirde rukyenin câiz olduğunda oybirliğine
varmışlardır. Bu üç şart şunlardır:
1.
Rukyenin Allah Teâlâ'nın kelâmı (Kur'an-ı Kerîm) veya O'nun isim ve sıfatları
ile olması.
2.
Rukyenin Arapça olması ve anlamı bilinen şeylerle yapılması.
3.
Rukyenin bizzat kendisinin etkili olmadığına, aksine Allah Teâlâ'nın takdiri
ile olduğuna inanması."
Rukyenin Yapılışı:
Hastanın
üstüne okuyup üflemek veya bir suya okuyup o suyu hastaya içirmekle olur.
Nitekim
Sâbit b. Kays'tan -rh- rivâyet olunan hadiste şöyle der:"Sonra Nebi -sav- Buthân'dan
toprak alarak bir kadehe koydu, üzerine su döküp üfledi ve ardından (suyla
karışan toprağı hastanın) üzerine döktü (serpti)." Ebû Dâvûd
İkincisi:
İçerisinde şirk olan rukye
Bu
rukye, Allah'tan başkasına yalvarmak, O'ndan başkasından yardım dilemek ve
O'ndan başkasına sığınmak gibi, Allah Teâlâ'dan başkasından yardım istenen
rukyedir.
Örneğin
cinlerin, meleklerin, nebilerin ve sâlih kimselerin isimleriyle yapılan
rukyeler, bu tür rukyelerdendir. Allah Teâlâ'dan başkasına yalvarmak olan bu
davranış, büyük şirktir veya rukyenin Arapça olmaması ve anlamı bilinmeyen
şeylerle yapılmasıdır. Böylelikle kişi küfür veya şirk rukyeye düşer de onun
bundan habersiz olmasından korkulur. Dolayısıyla bu tür rukye dînen yasaktır.
Nazarlık: Göz değmesin diye
çocukların boyunlarına asılan şeydir. Kadın olsun, erkek olsun, büyüklerin
boyunlarına da asılan bu nazarlıklar iki çeşittir:
Birinci çeşit nazarlık: Kur'an-ı
Kerîm'den bazı âyetleri veya Allah Teâlâ'nın bazı isim ve sıfatlarını yazıp
ondan şifâ dilemek için boyunlara asılan nazarlıklardır ki, bunları asmanın
hükmü konusunda âlimler iki görüştedirler:
Boyunlara nazarlık asmak haramdır.
Abdullah
b. Mes'ud ve Abdullah b. Abbas bu görüştedir ki, Huzeyfe,Ukbe b.Âmir ve İbn-i
Akîm'in -radıyallahu anhum- görüşleri bunu göstermektedir. İbn-i Mes'ud'un
tâbiînden bazı öğrencileri de da bu görüştedirler. İmam Ahmed'in ashabının
kendisinden rivayet ettiği başka bir görüşünde o da bunu yasak görmektedir.
Daha sonraki âlimler de bu görüşü te'yid etmiş ve İbn-i Mes'ud'dan -radıyallahu
anh- rivâyet edilen şu hadisi delil göstermişlerdir:"Rukyeler (tılsımlı
sözler), nazarlıklar ve (kadını
kocasına sevdiren) muhabbet muskaları
şirktir (bunların her biri, ya
açıktan ya da gizli olarak şirke götürür)." Ebû Dâvûd
Hadiste
geçen "Tivele" lafzı; kadını kocasına, kocasını da kadınına sevdirmek
için koydukları ve böyle olduğunu iddiâ ettikleri şeydir.
İkinci çeşit
nazarlık:
Kimi
insanların taktıkları, boncuk, kemik, midye kabuğu, iplik, ayakkabı, çivi,
şeytan ve cinlerin isimleri ile tılsımlı sözler gibi, içerisinde Kur'an
âyetleri olmayan nazarlıklar, kesin olarak haram ve şirktir. Bu hareket, Allah Teâlâ,
O'nun güzel isimleri, yüce sıfatları ve O'nun âyetlerinden başka şeylere bel
bağlanıp güvenmeyi ifade eder.
Nitekim
bir hadiste Nebi -sav- bu konuda şöyle buyurmuştur:"Muska, nazarlık ve buna benzer şey takan kimseyi, Allah Teâlâ o
taktığı şeyle baş başa bırakır." İmam Ahmed ve Tirmizî
Allah
Teâlâ'ya güvenen, O'na tevekkül eden, O'na sığınan ve işlerini O'na havâle
edene Allah Teâla yeter.Allah Teâla,ona uzak olan her şeyi yakın kılar,zor olan
her şeyi ona kolaylaştırır.Kim, yaratılanlarla,nazarlıklarla, ilaçlarla veya
kabirlerde yatan ölülerle Allah Teâlâ'dan başkasına güvenip bağlanırsa, Allah
Teâlâ onu, kendisine hiçbir fayda vermeyen ve kendisinden bir zararı
savuşturmaya veya kendisine bir fayda sağlamaya gücü yetmeyen o şeyle baş başa
bırakır. İnancını kaybeden ve Rabbi ile ilişkisi kesilen kimseyi, Allah Teâlâ
yüzüstü ve yardımsız bırakır.
Müslümanın,
inancını bozan veya ona zarar veren şeylere karşı inancını koruması gerekir.
Câiz olmayan ilaçları kullanmaması ve hastalıklardan tedâvi olmak için hurâfeci
ve hokkabazların yanına gitmemesi gerekir. Çünkü onlar hastanın kalbini ve
inancını hasta ederler. Allah Teâlâ'ya tevekkül eden kimseye, Allah Teâlâ
yeter.
Kimi
insan, kendisinde gözle görülen bir hastalığı olmadığı halde bu şeyleri asar.
Oysa onun hastalığı, ancak vehmî (kuruntu) olan bir hastalıktır. Bu durum, onun
nazar ve hasetten korkmasından ya da otomobiline, bineğine, evinin kapısına
veya dükkanına bu şeyleri asması, onun inancından ve Allah Teâlâ'ya
tevekkülünün zayıf oluşundan kaynaklanır. Tevhîdi ve doğru inancı öğrenmekle
tedâvi edilmesi gereken gerçek hastalık, işte budur.
Allah Teâlâ'dan
başkası adına yemîn etmenin, yaratılanla tevessülde bulunmanın ve ondan yardım
dilemenin hükmü:
a) Allah Teâlâ'dan
başkası adına yemîn etmek:
Yemîn: Azamet sahibini (Allah'ı) özel bir
şekilde anarak bir hükmü pekiştirmek demektir.
Tâzim: Allah Teâlâ'nın hakkıdır. O'ndan
başkası adına yemîn etmek, câiz değildir.Nitekim ilim ehli, yemînin ancak Allah
Teâlâ, O'nun güzel isim ve yüce sıfatları ile olacağı, O'ndan başkası adına
yemîn etmenin haram oluşunda görüş birliğine varmışlardır.
Allah
Teâlâ'dan başkası adına yemîn etmek, şirktir. Nitekim İbn-i Ömer'in
-radıyallahu anhuma- rivâyet ettiği hadiste, Rasûlullah -sav- şöyle
buyurmuştur:"Kim, Allah’tan başkası adına yemîn ederse, kâfir olur veya Allah’a
şirk koşmuş olur." Tirmizî
Allah
Teâlâ'dan başkası adına yemîn etmek, küçük şirktir. Fakat adına yemîn edilen,
yemîn eden tarafından yüceltilmiş ve kendisine ibâdet edilme noktasına
ulaşmışsa, bu büyük şirktir.
Nitekim
günümüzde kabirlerde yatanlara ibâdet edenlerin hâli buna örnektir.Zirâ
kabirlerde yatan ölülere ibâdet eden bu insanlar, tâzim gösterdik-leri bu
ölülerden, Allah Teâlâ'dan daha çok korkmakta ve onlara, Allah Teâlâ'dan daha
çok tâzim göstermektedirler. Öyle ki onların birisinden, kendisine tâzim
gösterdiği velînin adına yemîn etmesi istendiğinde, velînin adına yalan yere
yemîn etmez. Fakat Allah Teâlâ adına yemîn etmesi istendiğinde, yalan da olsa
Allah Teâlâ adına yemîn eder.
Yemîn,
adına yemîn edilene tâzim göstermektir ki, buna Allah Teâlâ'dan başka hiç kimse
lâyık değildir. Bu sebeple yemîne saygı göstermek ve çok yemîn etmemek gerekir.
Nitekim Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur:"(Ey Nebi!) Çokça yemîn eden, her (yalancı) aşağılık kimseye itaat etme." Kalem
Başka bir âyette şöyle buyurmuştur:"(Ey müslümanlar!) Yemînlerinizi koruyun." Mâide : 89
Yani
"ancak gerektiğinde, doğruluk ve iyilik hâlinde yemin edin" demektir.
Çünkü çok yemîn etmek veya yalan yere yemîn etmek, Allah Teâlâ'yı hafife almak
ve O'na tâzim göstermemektir. Bu ise, tevhîdin kemâline aykırıdır.
Nitekim
Rasûlullah -sav- bu konuda şöyle buyurmuştur:"Üç sınıf insan vardır ki, Allah Teâlâ kıyâmet günü onlarla (hoşlarına
gidecek bir sözle) konuşmayacak, onları (günahlarından) temizlemeyecek ve onlar için acıklı bir
azap olacaktır.(Bunlar): Saçı-başı
ağarmış yaşlı zinâkâr erkek, kibirli fakir ve satın alırken malının üzerine
yemîn ederek satın alan ve satarken de malının üzerine yemîn ederek satan
kimsedir." Taberânî
Nebi -sav-
bu hadiste, çok yemîn edeni tehdit etmesi, Allah Teâlâ'nın ismine saygı
duyulması ve O'na tâzim gösterilmesi gerektiği için çok yemîn etmenin haram
olduğuna delâlet eder.
Aynı
şekilde, Allah Teâlâ'nın adına yalan yere yemîn etmek de haramdır ki, buna
Yemîn-i Ğamûs denir. Nitekim Allah
Teâlâ münâfıkları, bilerek Allah Teâlâ'nın adına yalan yere yemîn etmekle
nitelendirmiştir.
Bu konuyu şöyle
özetlemek mümkündür:
1. Emânet veya Kâbe üzerine yemîn etmek veyahut da Nebi-sav- adına
yemîn etmek gibi, Allah Teâlâ'dan başkası adına yemîn etmek,
haramdır.
Bu yemîn, şirktir.
2. Allah Teâlâ adına bilerek ve kasten yalan
yere yemîn etmek, haramdır. Bu yemîn, Yemîn-i Ğamûs'tur.
3. Gerek duyulmadığı takdirde -doğru olsa
bile- Allah Teâlâ adına çok yemîn etmek, haramdır. Çünkü çok yemîn etmek, Allah
Teâlâ'yı hafife almak demektir.
4. Doğru olduğu ve gerek duyulduğu takdirde
Allah Teâlâ adına yemîn etmek, câizdir.
b) Yaratılanla
Allah Teâlâ'ya tevessülde bulunmak:
Tevessül: Bir şeye yakınlaşmak, onu elde etmek ve ona ulaşmaktır. Vesîle ise yakınlık, yakın olma
demektir.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:"Ey îmân edenler! Allah'tan korkun ve (itaat etmek ve
râzı olduğu şeylere uymak sûretiyle)
O'na yakınlaşmaya yol arayın. O'nun yolunda cihad edin ki (cennetini
kazanıp) kurtuluşa eresiniz."
Mâide : 35
Tevessül iki
kısımdır:
Birinci kısım:
Meşrû (câiz
olan) tevessül.
Bu tevessül,
altı türlüdür.
Birincisi: İsim ve
sıfatlarıyla Allah Teâlâ'ya tevessülde bulunmaktır.
Nitekim Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur:"En güzel isimler,
Allah’ındır. O halde o güzel isimlerle O’na duâ edin (O’ndan isteyin). O’nun isimleri
hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar (dünyada iken) yapmakta olduklarının cezâsını (âhirette) göreceklerdir." A’râf : 180
İkincisi:Îmân ile
tevessülde bulunan kimsenin yaptığı salih amellerle Allah Teâlâ'ya tevessülde
bulunmaktır.
Allah
Teâlâ îmân ehli hakkında şöyle buyurmuştur:"Ey
Rabbimiz! Gerçek şu ki biz, (insanları)
'Rabbinize îmân edin, diye îmâna çağıran bir dâvetçiyi (Muhammed -sav-'i) işittik, hemen îmân ettik. Ey Rabbimiz!
Artık günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve canımızı iyi kimselerle
birlikte al." Âl-i İmrân : 193
Yine, Buhârî ve Müslim’in sahihlerinde bulunan meşhur
"Mağara Arkadaşları Kıssası" olarak bilinen kıssada, sağanak
yağmurdan mağaraya sığınan üç arkadaş, dağdan yuvarlanan kayanın mağaranın
ağzını kapatma-sıyla dışarıya çıkamamışlardı. Bunun üzerine herkes sâlih
ameliyle Allah Teâlâ'ya tevessülde bulunmuş, Allah Teâlâ da onları bu
sıkıntıdan kurtararak kayayı mağaranın ağzından uzaklaştırmış ve dışarı çıkarak
gitmelerini sağlamıştı.
Üçüncüsü: Allah
Teâlâ'yı birlemekle O'na tevessülde bulunmaktır.
Yunus
-aleyhisselâm-, Allah Teâlâ'ya bu şekilde tevessülde bulunmuştu.
Nitekim
Allah Teâlâ, Yunus -aleyhisselâm-'ın şöyle tevessülde bulunduğunu haber
vermektedir:"(Ey Nebi!) Zünnûn (Yunus'un) kıssasını da hatırla. (Kavmi kendisine îmân etmeyince onların
arasından) öfkeli bir şekilde çekip
gitmişti. Bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı zannetmişti. (Denizde
balık onu yutup) karanlıklar içinde
kalınca, 'Senden başka hak ilah yoktur. Seni her türlü noksanlıklardan tenzih
ederim. Gerçekten ben, zâlimlerden oldum' diye niyaz etti." Enbiyâ :
87
Dördüncüsü:
Âcizliğini, ihtiyacını ve affına muhtaç olduğunu göstermek sûretiyle Allah
Teâlâ'ya tevessülde bulunmaktır.
Nitekim
Allah Teâlâ, Eyyüb -aleyhisselâm-'ın şöyle tevessülde bulunduğunu haber
vermektedir: "(Ey Nebi!
Kulumuz) Eyyub'u de hatırla. Hani o
Rabbine: 'Başıma bu dert geldi. Sen, merhametlilerin en merhametlisisin (benden
bu sıkıntıyı gider)' diye niyaz
etmişti." Enbiyâ : 83
Beşincisi: Hayatta
olan sâlih kimselerin duâsı ile Allah Teâlâ'ya tevessülde bulunmaktır.
Sahâbe
-radıyallahu anhum-, yağmur yağmayıp kuraklık olduğunda Nebi -sav-'den Allah
Teâlâ'ya kendileri için duâ edip yağmur yağdırmasını isterlerdi. Nebi -sav-
vefat edince, amcası Abbas'tan -radıyallahu anh- isterler, Abbas da onlar için
duâ ederdi. Buhârî
Altıncısı:
Günahları itiraf etmek sûretiyle Allah Teâlâ'ya tevessülde bulunmaktır:"(Musa)
Rabbim!Doğrusu ben, (öldürmemi emretmediğin cana kıyarak) kendime zulmettim.
Beni bağışla, dedi. Allah da onu bağışladı. Çünkü Allah, (kullarının
günahlarını) çok bağışlayıcıdır ve (onlara) merhametlidir." Kasas : 16
İkinci kısım:
Meşrû (câiz) olmayan tevessül
Bu
tevessül, ölülerden kendisi için duâ edip şefaat istemek veya Nebi -sav-'in
yüce makamı ile veya yaratılanın zâtı ile veyahut da hakkı ile tevessülde
bulunmaktır.
Bunun açıklaması şöyledir:
1. Ölülere
yalvarıp yakarmak câiz değildir:
Çünkü
hayatta iken gücü yettiği gibi, öldükten sonra ölünün duâ etmeye gücü yetmez.
Ölülerden şefaat istemek de câiz değildir. Çünkü Ömer b. Hattâb, Muâviye b. Ebî
Süfyan ve onlarla birlikte sahâbe -radıyallahu anhum- ve onlara en güzel bir
şekilde uyan tâbiîn, yağmur yağmadığında Abbas ve Yezîd b. Esved -radıyallahu
anhuma- gibi hayatta olanlardan, Allah Teâlâ'nın yağmur yağdırması için duâ
etmesini isteyerek onunla tevessülde bulunmuş ve ondan şefaatçi olmasını
istemişlerdir.
Onlar
ne Nebi -sav-'in, ne de başkasının kabrinin yanında tevessülde bulunmuşlar veya
şefaatçi olmasını istemişler veyahut Allah Teâlâ'nın yağmur yağdırması için duâ
etmesini istemişlerdir. Aksine onlar, Abbas ve Yezîd gibi hayatta olanlara
yönelmişlerdir.
Nitekim
Ömer -radıyallahu anh- şöyle demiştir:"Allahım!
Biz, (hayattayken yağmur yağdırman için) senin nebinle sana tevessülde bulunur, sen de bize yağmur yağdırırdın.
Artık nebimizin amcası Abbas ile sana (yağmur yağdırman için) tevessülde bulunuyoruz.Bize yağmur yağdır (Allahım!)."
Sahâbe
-radıyallahu anhum-, Nebi -sav- vefat ettikten sonra onunla meşrû tevessülde
bulunma imkânı ortadan kalkınca, onun yerine hayatta olan salih kimselerle
tevessülde bulunmaya başlamışlardır. Şayet vefâtından sonra Nebi -sav- ile
tevessülde bulunmak câiz olsaydı, sahâbe onun kabrine gelip onunla tevessülde
bulunabilirlerdi. Onların bu yola başvurmamaları, ölülerle tevessülde
bulunmanın câiz olmadığına delâlet eder. Sahâbe, vefatından sonra Nebi -sav-'den kendileri için duâ etmesi veya
şefaatçi olması için tevessülde bulunmamışlardır. Şayet hayatta iken olduğu
gibi ölümünden sonra da Nebi -sav-'den
duâ etmesini ve şefaatçi olmasını istemek câiz olsaydı, sahâbe ondan daha aşağı
derecede olan başka birisinden değil de Nebi -sav-'den isterlerdi.
2. Nebi -sav-'in
veya başka birisinin makamıyla tevessülde bulunmak, câiz değildir:"Allah'tan
bir şey istediğinizde, benim makamımla O'ndan isteyin.Çünkü Allah katındaki
makamım büyüktür."
Bu
hadis, uydurmadır. Zirâ İslâm âlimlerinin kaleme aldıkları muteber kitapların
hiçbirisinde bu hadisin aslı yoktur. İlim ehlinden hadis bilen hiç kimse de bu
hadisi zikretmemiştir. Bir meselede delil sahih olmadığına göre, onunla amel
etmek de câiz değildir. Çünkü ibâdetler, ancak sahih ve açık bir delille sâbit
olur.
3. Yaratılanın
zâtıyla tevessülde bulunmak câiz değildir:
Eğer
Arapçadaki "Bâ" harfi, kasem (yemîn) için olursa, o takdirde Allah
Teâlâ adına yemîn edilmiş olur. Yaratılanla yaratılanın üzerine yemîn etmek
olursa, bu câiz değildir. Çünkü hadiste de belirtildiği gibi bu şirktir. O
halde nasıl olur da yaratılanla Allah Teâlâ adına yemîn edilir.
Yok
eğer "Bâ" harfi, "sebebiye" için ise, Allah Teâlâ,
yaratılana yalvarıp yakarmayı, duâya icâbet etmek için sebep kılmamış ve
kullarına da bunu meşrû saymamıştır.
4. Yaratılanın
hakkıyla tevessülde bulunmak, iki sebepten dolayı câiz değildir:
Birincisi: Hiç kimsenin,
Allah Teâlâ'nın üzerinde hakkı yoktur. Aksine yaratılana lütuf ve ihsanda
bulunan O'dur.
Nitekim
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:"Mü’minlere yardım etmek, (lütuf ve ihsan
olmak üzere) üzerimize bir haktır. " Rûm : 47
İtaat edenin mükâfatı hak etmesi, onun lütuf ve
ikramı hak etmesidir. Yoksa onun bu mükâfatı hak etmesi, yaratılanın
yaratılandan bir şey karşılığında almış olduğu hak gibi değildir.
İkincisi: Allah Teâlâ'nın lütuf ve ihsanda bulunarak kuluna verdiği bu hak, O'na
has olan bir haktır ve buna hiç kimse karışamaz. Bir kimse Allah Teâlâ'ya hak
etmediği bir şeyle tevessülde bulunduğunda, kendisiyle hiçbir alakası olmayan
bir şeyle tevessülde bulunmuş olur ki bu, kendisine hiçbir fayda vermez.
"Kim, namaza
gitmek için evinden çıkarken: Allahım! Niyaz edenlerin senin üzerindeki hakkı
ve bu (câmiye) gidişimin hakkı ile tevessülde bulunarak
senden niyaz ediyorum. Zirâ ben, evimden iftihar etmek, kendimi beğenmek,
gösteriş ve şöhret amacı ile çıkmadım. Gazabından sakınmak ve rızâna nâil
olabilmek için (evimden) çıktım.
Senden, beni cehennem azabından korumanı ve günahlarımı bağışlamanı
diliyorum.Zirâ senden başka günahları bağışlayan yoktur' derse, Allah ona
yüzünü çevirir ve yetmiş bin melek ona istiğfarda bulunur."
Bu hadis, sâbit değildir. Zirâ hadisin isnadında
Atıyye el-Avfî adında bir râvi vardır ki bu şahıs, bazı hadisçilerin de dediği
gibi, zayıf olduğunda âlimler ittifak etmişlerdir. Böyle olunca da akâidle
ilgili konuda bu hadis delil olarak gösterilemez.
Sonra, yukarıdaki hadiste belirli bir şahsın hakkı
ile Allah Teâlâ'ya tevessülde bulunma diye bir şey söz konusu değildir.Aksine
genel olarak Allah Teâlâ'ya yalvarıp O'ndan isteyenlerin hakkı vardır. Allah
Teâlâ'ya yalvarıp O'ndan isteyenlerin hakkı ise, Allah Teâlâ'nın onlara
vadettiği gibi, duâlarına icâbet etmektir. Bu, hiç kimsenin Allah Teâlâ'ya farz
kılmadığı, bizzat O'nun onlar için kendine farz kıldığı bir haktır. Bu ise
yaratılanın hakkı ile değil de Allah Teâlâ'nın doğru vaadi ile tevessülde
bulunmaktır.
c)Yaratılandan
yardım ve imdat dilemenin hükmü:
İstiâne kelimesi, bir işte yardım ve destek istemek demektir.
İstiğâse kelimesi ise, sıkıntıyı gidermesini istemek, imdat dilemek demektir.
Yaratılandan
yardım ve imdat dilemek iki türlüdür:
Birincisi: Gücünün yettiği şeylerde yaratılandan yardım ve imdat dilemektir ki, bu
câizdir.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:"(Ey mü'minler! Kendi aranızda) iyilik ve takvâda birbirinizle yardımlaşın.
(Allah'a isyan ve haddi aşmak gibi)
günah ve düşmanlıkta birbirinizle yardımlaşmayın." Mâide : 2
Başka bir âyette şöyle buyurmuştur:"Kendi taraftarından (kavminden) olanı, düşmanına karşı ondan (Musa'dan) yardım etmesini istedi..." Kasas
: 15
İkincisi: Allah Teâlâ'dan
başkasının gücünün yetmediği şeylerde yaratılandan yardım ve imdat dilemektir.
Örneğin
ölülerden yardım istemek, hastalara şifâ vermek, sıkıntıları gidermek ve başına
gelen zararı savmak gibi, Allah Teâlâ'dan başka hiç kimsenin gücünün yetmediği
bir konuda hayatta olan birisinden yardım istemektir. Yaratılandan yardım ve
imdat dilemenin bu türü câiz değildir ve bu büyük şirktir.
Nitekim
Nebi -sav- zamanında münâfıklardan birisi mü'minlere eziyet veriyordu.
Ubâde
b. Sâmit'ten -radıyallahu anh- rivâyet olunduğuna göre o der ki: Ebû Bekir -radıyallahu
anh-:"Haydi, bu münâfığa karşı
Rasûlullah -sav-'den yardım
isteyelim", dedi. Bunun üzerine Rasûlullah -sav- şöyle buyurdu: -Şüphesiz benden yardım istenmez, yardım
ancak Allah -azze ve celle-'den
istenir." Taberânî
Rasûlullah
-sav-, hayatta iken gücünün yettiği şeylerden olmasına rağmen tevhîdi korumak,
şirke götüren yolları tıkamak, Rabbine karşı edepli ve mütevâzi olmak, ümmetini
şirke götüren söz ve fiillerden uyarmak adına kendisi hakkında bu sözün
kullanılmasını çirkin görmüştür.
Nebi -sav-
hayatta iken gücünün yettiği şeylerden olmasına rağmen ondan yardım
istenmediğine göre, peki vefâtından sonra Allah Teâlâ'dan başkasının gücünün
yetmediği şeylerde, o kimseden nasıl yardım istenebilir?
Bu
davranış, Nebi -sav- hakkında câiz olmadığına göre, onun dışındakiler hakkında
câiz olmaması daha evlâdır.
Rasûlullah
-sav-, O'nun âilesi ve ashâbı konusunda gerekenin açıklanması:
şu fasıllardan meydana gelmektedir:
1. Fasıl: Rasûlullah -sav-'i
sevmenin, O'na saygı göstermenin, O'nun hakkında aşırıya gitmekten ve O'nu
aşırı şekilde övmekten yasaklamanın gerektiği ve O'nun Allah Teâlâ katındaki
yüksek makamının açıklanması hakkındadır.2.
Fasıl: Rasûlullah -sav-'e itaat etmenin ve O'nu örnek almanın farz oluşu
hakkındadır.3. Fasıl: Rasûlullah-sav-'e
salât ve selâmda bulunmanın meşrûiyeti hakkındadır.4. Fasıl: Rasûlullah -sav-'in âile halkının fazîleti,onlardan
nefret etmeden ve aşırıya gitmeden onlar hakkında yapılması gereken şeyler
hakkındadır. 5. Fasıl:Sahâbenin fazîleti ve onlar hakkında inanılması gereken
şeyler, Ehl-i sünnet vel-cemaat müslümanlarının sahâbe arasında meydana gelen
olaylar konusunda izledikleri yol hakkındadır.6. Fasıl:Sahâbe ve hidâyet önderi imamlara sövmenin yasak oluşu
hakkındadır.
Rasûlullah -sav-'i
sevmenin, O'na saygı göstermenin, O'nun hakkında aşırıya gitmekten ve O'nu
aşırı şekilde övmekten yasaklamanın gerektiği ve O'nun Allah Teâlâ katındaki
yüksek makamının açıklanması:
1. Rasûlullah -sav-'i
sevmek ve O'na saygı göstermek farzdır:
Kulun, ilk önce Allah Teâlâ'yı sevmesi gerekir. Çünkü
bu, ibâdetlerin en büyüklerindendir.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:"İnsanlardan bazıları
Allah’ı bırakıp birtakım putları Allah’a denk tutar ve onları, Allah’ı
sevdikleri gibi severler. Ama îmân edenlerin Allah sevgisi, daha kuvvetlidir.(Allah’a ortak koşarak nefislerine)
zulmedenler,şayet (âhirette) azabı
gördükleri zaman, güç ve kuvvetin hepsinin Allah’a âit olduğunu ve Allah’ın
azabının çok çetin olduğunu önceden bilmiş olsalardı, (Allah’ı bırakıp da
putlara tapmazlardı.)" Bakara : 165
Çünkü kullarına, açık ve gizli her nimeti bol bol
ihsan eden Rab yalnızca O'dur.O'nun
sevgisinden sonra,elçisi Muhammed -sav-'in sevgisi gelir.Zirâ Allah
Teâlâ'nın dînine dâvet eden, onu haber veren, şeriatını tebliğ eden ve hükümlerini açıklayan,Muhammed -sav-'in
kendisidir. Dünya ve âhirette mü'minler için iyilik olarak bir şey hâsıl
olmuşsa, bu elçinin eliyle olmuştur. Hiç kimse O'na itaat etmeden ve O'na tâbi
olmadan cennete giremez.
Nitekim Nebi -sav- bu konuda şöyle buyurmuştur: "Şu üç haslet kimde bulunursa, o kimse
îmânın tadına varmıştır. (Bu üç haslet): Allah ve elçisini her şeyden daha çok sevmek, bir kimseyi ancak Allah
için sevmek ve Allah'ın kendisini küfürden kurtardıktan sonra küfre dönmeyi,
ateşe atılmayı çirkin gördüğü gibi çirkin görmektir." Buhârî
Rasûlullah -sav-'in sevgisi, Allah Teâlâ'nın sevgisine
bağlıdır ve O'nun sevgisinden ayrılamaz.Allah Teâlâ'nın sevgisinden sonra
ikinci derecede Rasûlullah -sav-'in sevgisi gelir.
Nitekim Rasûlullah -sav-'in sevgisi ve onun sevgisinin
-Allah Teâlâ'nın sevgisi hariç- herkesin sevgisinden daha önce gelmesi
gerektiği konusunda Rasûlullah -sav- şöyle buyurmuştur:"Ben sizden birinize çocuğundan, babasından ve
bütün insanlardan daha sevimli gelmedikçe, (tam anlamıyla) îmân etmiş sayılmaz." Buhârî
Hatta
bir mü'minin, Rasûlullah -sav-'i kendi nefsinden daha çok sevmesi gerekir.
Nitekim
Ömer -radıyallahu anh-, Nebi -sav-'e: "Ey Allah'ın elçisi! Andolsun ki sen, bana -nefsimden başka-, her şeyden daha sevimlisin" deyince, Rasûlullah -sav- şöyle buyurdu:-Nefsim
elinde olan Allah'a yemîn olsun ki, ben sana nefsinden daha sevimli olmadıkça,
bana tam îmân etmiş olmazsın" buyurdu.Bunun üzerine Ömer -radıyallahu
anh-:-Şüphesiz
sen, bana nefsimden de sevimlisin (ey Allah'ın elçisi!)" deyince, Rasûlullah -sav- şöyle buyurdu:-İşte şimdi oldu ey Ömer!"
Buhârî
Bu hadis, Rasûlullah -sav-'i sevmenin farz olduğuna ve
onun sevgisinin, -Allah Teâlâ'nın sevgisi hariç- her şeyin sevgisinden önce
geldiğine delâlet etmektedir.Çünkü Rasûlullah -sav-'in sevgisi, Allah'ın
sevgisine bağlı olup O'nun sevgisinden ayrı tutulamaz. Zirâ onun sevgisi, Allah
Teâlâ içindir.
Mü'minin kalbinde, Allah Teâlâ sevgisi arttıkça,
Rasûlullah -sav-'in sevgisi de artar, Allah Teâlâ sevgisi azaldıkça, onun
sevgisi de azalır. Allah Teâlâ'yı seven herkes, O'nu, ancak Allah Teâlâ ve
O'nun rızâsı için sever.
Rasûlullah -sav-'i sevmek, O'nu yüceltmeyi, O'na saygı
göstermeyi, O'na uymayı, O'nun sözünü herkesin sözünün üstünde tutmayı ve onun
sünnetini yüceltmeyi gerektirir.
Büyük âlim İbn-i Kayyim -rh- bu konuda şöyle der:"Beşere
duyulan her sevgi ve tâzim, Allah Teâlâ'ya duyulan sevgi ve tâzime bağlı olarak
ancak câiz olur. Örneğin Rasûlullah -sav-'i sevmek ve O'na saygı göstermek, O'nu gönderen Allah
Teâlâ'ya gösterilen tâzimin tamamındandır. Çünkü Allah Teâlâ Muhammed -sav-'i sevdiği için ümmeti de O'nu sevmekte, Allah
Teâlâ O'nu yücelttiği için ümmeti de O'nu yüceltmektedir. O'nu sevmek, Allah
Teâlâ'yı sevmenin gereklerindendir. Bundan kasıt; Allah Teâlâ, Nebi -sav-'e
bir heybet ve sevgi vermiştir. Bu sebeple sahâbenin -radıyallahu anhum-
gönüllerinde Muhammed -sav-'den daha sevimli,
daha heybetli ve yüce hiç kimse
olmamıştır."
Nitekim
Amr b. el-Âs -radıyallahu anh- müslüman olduktan sonra şöyle demiştir: "Şüphesiz bana, Muhammed -sav-'den daha sevimsiz hiç kimse yoktu. Ben müslüman olduktan sonra hiç kimse bana ondan daha sevimli gelmedi. Hiç
kimse, gözümde ondan daha kıymetli olmadı. O'nu size vasfetmem istenseydi, buna
güç yetiremezdim. Çünkü ben, O'na olan saygımdan dolayı O'na doyasıya
bakamazdım."
Buhârî
Urve
b. Mes'ud,Kureyşin ileri gelenlerine şöyle dedi:"Ey kavmim! Allah'a
yemîn olsun ki ben, İran hükümdârı Kisrâ'nın, Bizans imparatorunun ve daha nice
kralların huzuruna çıktım. Ancak Muhammed'in ashâbının, kendisine saygı gösterdikleri kadar hiçbir kralın
ashâbının, kralına saygı gösterdiklerini görmedim. Allah'a yemîn olsun ki
ashâbı, saygılarından dolayı Muhammed'e gözlerini dikip bakmıyorlardı.
Tükürdüğünde daha henüz tükürüğü yere düşmeden ashâbından birisi avucunu açar
ve onu yüzüne ve göğsüne sürerdi. Abdest aldığında abdest suyu üzerinde (onu
alabilmek için) neredeyse birbirleriyle kavga ediyorlardı." Buhârî
2. Muhammed -sav-'i övgüde aşırıya gitmek ve haddi aşmak haramdır:
"Ğuluv" kelimesi, haddi aşmak demektir.
Nitekim Allah Teâlâ bu konuda
şöyle buyurmuştur:"Ey kitap
ehli! Dîniniz konusunda (aşırıya giderek) haddi
aşmayın." Nisâ : 171
"İtrâ" kelimesi ise,
övgüde haddi aşmak ve övgüde yalan söylemek demektir.
Nebi -sav- hakkında
aşırıya gitmekten kasıt; O'nu kulluk ve elçilik mertebesinin üzerine çıkarmak
ve O'na ulûhiyet özelliklerinden bir şeyler vererek Allah Teâlâ tarafından
O'nun için takdir olunan sınırı aşmak demektir.
Örneğin
Allah Teâlâ'ya değil de, Nebi -sav-'e yalvarıp yakarmak,
ondan imdat ve yardım dilemek ve O'nun adına yemîn etmek gibi...
Nebi -sav- hakkında
övgüde haddi aşmaktan kasıt; O'nu olduğundan fazla övmektir.
Nitekim
Nebi -sav- kendisini aşırı bir şekilde övmekten
yasaklayarak şöyle buyurmuştur:"Beni,
Hıristiyanların Meryem oğlu İsa'yı aşırı bir şekilde övdükleri gibi övmeyin.
Ben ancak bir kulum. O halde benim için 'Allah'ın kulu ve elçisidir'
deyin." Buhârî
Bunun
anlamı; "Hıristiyanların Meryem oğlu İsa -aleyhisselâm- hakkında aşırıya giderek onun ilah
olduğunu iddiâ ettikleri gibi, beni bâtıl bir şekilde övmeyin ve beni överken
de haddi aşmayın. Beni, Rabbimin vasfettiği şekilde vasfedin. Benim için
Allah'ın kulu ve elçisidir, deyin" demektir.
Mutarrif'ten
rivâyet olunduğuna göre der ki: Babam dedi ki: "Âmir oğulları heyetiyle beraber Rasûlullah -sav-'e gitmek üzere yola çıktım. (Yanına
vardığımızda ona):-Sen bizim
seyyidimizsin (efendimizsin), dedik. Rasûlullah -sav-:-Seyyid, Allah Tebâreke ve Teâlâ'dır, buyurdu. Biz: -Sen, derece ve makam bakımından bizim en fazîletlimiz, güç ve
kudret bakımından da en büyüğümüzsün, dedik. Bunun üzerine o şöyle buyurdu:-Bu
sözünüzle veya bu iki sözden birisi ile yetinerek konuşun ve mübalağa etmeyin.
Şeytan sizi câiz olmayan şeyi konuşmaya cesâret ettirmesin (veya şeytan
sizi kendisine vekil kılıp kendi lisanı ile konuşturmasın)." Ebû Dâvûd
Enes
b.Mâlik'ten -radıyallahu anh- rivâyet olunduğuna göre, bir adam Nebi -sav-'e:"Ey bizim efendimiz, bizim efendimizin
oğlu, bizim en hayırlımız, bizim en hayırlımızın oğlu!" dedi.Bunun
üzerine Nebi -sav- şöyle buyurdu: -Ey insanlar! Kendi sözünüzle söyleyin. Şeytan sizi câiz olmayan şeyi
söylemeye cesâret ettirmesin (veya şeytan, sizi kendisine vekil kılıp kendi
diliyle konuşturmasın). Ben, Abdullah
oğlu Muhammed'im ve Allah'ın elçisiyim. Allah'a yemîn olsun ki ben, Allah
-azze ve celle-'nin beni yücelttiği
makamdan fazla yüceltmenizden hoşlanmıyorum." İmam Ahmed
Nebi -sav- tartışmasız
yaratılmışların en fazîletlisi ve en şereflisi olduğu halde: "Sen, bizim efendimizsin"
"Sen, bizim en hayırlımızsın", "Sen,bizim en
fazîletlimizsin","Sen,bizim en büyüğümüzsün" gibi sözlerle,
kendisini övmeyi ashâbına yasaklamıştır.Fakat Nebi -sav- ashâbını
aşırıya gitmekten ve kendisi hakkında haddi aşmaktan uzak tutmak ve tevhîdi
korumak adına bunu yasaklamıştır.Onları kulluk mertebelerinin en yüce makamı
olan,içerisinde aşırıya gitme olmayan ve akîdeye zarar vermeyen "Allah'ın
kulu" ve "Allah'ın elçisi"
diye iki vasıfla vasıflandırmaya yönlendirmiştir.
Nebi -sav-,
Allah Teâlâ'nın kendisini yücelterek uygun gördüğü makamdan daha yüksek makama
yüceltilmekten de hoşlanmamıştır.
Birçok
insan, Nebi -sav-'in bu yasağına aykırı davranarak O'na yalvarıp
yakarır, O'ndan imdat ve yardım diler, O'nun adına yemîn eder ve Allah
Teâlâ'dan başka hiç kimseden istenmeyen şeyleri O'ndan ister hale gelmiştir.
Nitekim mevlid, kaside ve ilahîlerde bu şeyler yapılmış ve Allah Teâlâ ile elçisi -sav-'in hakları
birbirinden ayırt edilemez hale gelmiştir.
3. Rasûlullah
-sav-'in Allah Teâlâ
katındaki yüksek makamının açıklanması:
Muhammed -sav-'i Allah Teâlâ'nın övdüğü gibi övüp O'nun yüksek makamını açıklamak, Allah Teâlâ'nın üstün kıldığı
makamını zikretmek ve buna inanmakta bir sakınca yoktur. Zirâ Allah Teâlâ'nın,
Muhammed -sav-'e verdiği bir yüksek makamı vardır.
Muhammed -sav-, Allah'ın kulu ve elçisi, tartışmasız
yaratılmışların en hayırlısı ve fazîletlisidir. Cinler ve insanların hepsine
birden gönderilen Allah Teâlâ'nın elçisidir.O, elçilerin en fazîletlisi ve
nebilerin sonuncusudur.Ondan sonra (kıyâmete kadar) başka bir nebi ve elçi
gelmeyecektir.
Allah
Teâlâ, elçisi Muhammed -sav-'in gönlünü açmış, adını yüceltmiş ve O'na
aykırı davrananları zelîl kılıp alçaltmıştır.
Muhammed -sav- (kıyâmet günü Allah Teâlâ'nın huzurunda
şefaat edeceği) Makam-ı Mahmûd'un sahibidir.
Nitekim
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:"(Ey Nebi! Kıyâmet günü insanlara şefaat etmen için) Rabbinin seni övülen makama göndereceğini
umabilirsin."
İsrâ : 79
Yani
Allah Teâlâ, Muhammed -sav-'e kıyâmet gününün o dehşetli sahnesinden
rahata kavuşturması için insanlara şefaat etme iznini vereceği
makam, Makam-ı Mahmûd'dur.
Bu
makam, Muhammed-sav-'e has olan ve O'ndan başka hiçbir nebi
ve elçiye verilmeyen makamdır. Çünkü O, yaratılmışların Allah Teâlâ'dan en çok
korkanıdır.
Nitekim
Allah Teâlâ, O'nun yanında seslerini yükseltmeyi mü'minlere yasaklamış ve
seslerini kısanları överek şöyle buyurmuştur:"Ey îmân edenler! (Ona hitap ederken) seslerinizi nebinin sesinin üzerine yükseltmeyin ve birbirinize
bağırdığınız gibi, ona yüksek sesle bağırmayın. Yoksa siz farkında olmadan
amelleriniz boşa gidiverir. Rasûlullah'ın huzurunda seslerini kısanlar var ya,
işte onlar, Allah'ın kalplerini takvâ ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlar
için bağışlanması ve büyük bir
mükâfat (cennet) vardır.(Ey
Nebi!) Seni odaların arkasından (yüksek
sesle) çağıranların çoğu, (sana
nasıl davranacaklarını) akıl etmeyen
kimselerdir. Şayet onlar, sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi, elbette
bu onlar için (Allah katında) daha
hayırlı olurdu.Allah (bilmedikleri için işledikleri günahları ve elçisine
saygısız davranmalarını) çok bağışlayıcı
ve (onları hemen cezalandırmayarak onlara) çok merhametlidir." Hucurât : 2-5
İmam
İbn-i Kesîr -rh- de bu konuda şöyle demiştir:"Allah Teâlâ, bu âyetlerde
Nebi -sav-'e saygı göstermek, O'na ihtiram duymak, hürmet etmek,
O'nu yüceltmek ve O'nun huzurunda seslerini onun sesinin üzerine yükseltmemek
gibi konularda mü'min kullarını eğitmiştir. Yine, Allah Teâlâ insanların
birbirlerini çağırdıkları gibi, Rasûlullah -sav-'i 'Ey Muhammed!'
diye çağırmayı, mü'min kullarına yasaklamıştır. Muhammed -sav- ancak risâlet ve
nübüvvet sıfatıyla çağırılır ve ona: 'Ey Allah'ın elçisi! Ey Allah'ın nebisi!'
diye seslenilir.
Nitekim
Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur:"(Ey
mü'minler!) Rasûlullah'ı, kendi aranızda
çağırır gibi, (ey Muhammed! diye) çağırmayın.
(Fakat O'nu ey Allah'ın nebisi! Ey
Allah'ın elçisi! diyerek şereflendirin)."
Nûr : 63
Yine
Allah Teâlâ, Muhammed -sav-'e "Ey
Nebi", "Ey Rasûl" diye seslenmiştir.
Allah
Teâlâ ve melekleri, Muhammed -sav-'e salât ve selâmda bulunmuş, kullarına da
kendisine salât ve selâmda bulunmalarını emretmiştir.
Nitekim
Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur:"Şüphesiz
Allah ve O'nun melekleri, Nebi'ye salât getirirler. Ey îmân edenler! Siz de ona
salât getirin ve ona (İslâm'ın selâmı ile) selâm verin." Ahzâb : 56
Fakat Kur'an ve sünnetten sahih bir delil getirmeden Muhammed -sav-'i övmek için, belirli bir
vakit veya belirli bir şekil tahsis edilemez. Doğum günü olduğunu iddiâ ederek
o günü O'na övgüye has kılıp Mevlid kandilini kutlayanların yaptıkları şey,
çirkin bid'attır.
Muhammed -sav-'in sünnetini yüceltmenin, O'nun
sünnetine göre hareket etmenin, ona göre hareket etmenin gerektiğine ve
sünnetin, Kur'an-ı Kerîm'den sonra ikinci derecede geldiğine inanmak da, O'na
olan saygıdandır.Çünkü Muhammed -sav-'in
sünneti, Allah Teâlâ'dan gelen bir vahiydir.
Nitekim Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur:"O (Muhammed -sav-) hevâsına göre konuşmaz. O (Kur'an ve
sünnet), vahyedilen vahiyden başka bir
şey değildir." Necm : 3-4
Sünnetten
şüphe duymak,onu küçümseyip hafife almak veya sünnetin rivâyet edilen yolları, senedleri
veya anlamlarının açıklanması hakkında bilgisizce ve ihtiyatsız konuşmak, câiz
değildir.
Nitekim
günümüzde câhiller, özellikle de eğitimin ilk merhalesindeki gençler, birkaç kitap okumalarının dışında ve
bilgisizce, Rasûlullah -sav-'in sünnetine
karşı pervasızca ve cüretkâr konuşmaya yeltenip hadisleri zayıf ve sahih,
râvilerinin de doğruluğu hakkında tartışmaya başlamışlardır. Bu davranış, hem
kendileri, hem de İslâm ümmeti için büyük bir tehlikedir. Bu kimselerin Allah
Teâlâ'dan korkmaları ve haddi aşmamaları gerekir.
Rasûlullah -sav-'e
itaat etmenin ve O'nu örnek almanın farz oluşu:
Emirlerini yerine getirip yasaklarını da terk etmek
sûretiyle Nebi -sav-'e itaat etmek, farzdır. Allah Teâlâ birçok âyette
O'na itaat etmeyi emretmiş ve bazen O'na itaat etmeyi, kendisine itaat etmekle
birlikte zikretmiştir.
Nitekim Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur:"Ey îmân edenler! Allah'a itaat edin. Nebi'ye de
itaat edin..."
Nisâ : 59
Bu âyet
gibi, daha birçok âyet vardır.
Allah
Teâlâ, bazen Rasûlullah -sav-'e itaati tek başına zikretmiştir.
Nitekim Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur:"Kim, elçiye itaat ederse, Allah'a itaat etmiş
olur. Kim de (Allah'a
ve elçisine itaat etmekten) yüz çevirirse,
(bil ki ey elçi!) Biz seni onların
üzerine bir gözetleyici olarak göndermedik." Nisâ : 80
Başka bir âyette şöyle buyurmuştur:"Namazı dosdoğru kılın, zekâtı (hak edene) verin ve elçiye itaat edin. Umulur ki
merhamet olunursunuz." Nûr : 56
Allah
Teâlâ, elçisine karşı gelenleri bazen (cehennem azabıyla) tehdit etmiştir.
Nitekim Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur:"O'nun (Rasûlullah -sav-'in) emrine aykırı hareket edenler, başlarına bir belânın gelmesinden veya
kendilerine acıklı bir azabın isabet etmesinden sakınsınlar." Nûr : 63
Allah
Teâlâ, elçisi Muhammed -sav-'e itaat ederek ona uymayı; kulunu sevmesi
ve onun günahlarını bağışlaması için bir vesile kılmıştır.
Nitekim Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur:"(Ey Nebi!) De ki: Allah'ı gerçekten seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi
sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah, çok bağışlayıcıdır, çok
merhametlidir." Âl-i İmrân : 31
Allah
Teâlâ, elçisi Muhammed-sav-'e itaat etmeyi; hidâyet, O'na
karşı gelmeyi ise, dalâlet saymıştır.
Nitekim Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur:"(Ey Nebi!) De ki: Allah'a itaat edin. Elçiye de itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse,
elçinin sorumluluğu kendisine yüklenen risâleti tebliğ etmek, sizin
sorumluluğunuz ise, size yüklenen (emrolunduğunuz görev)leri yerine getirmenizdir.Eğer ona itaat
ederseniz, doğru yolu bulursunuz. Elçiye düşen (görev), ancak (Rabbinden gelen risâleti) açık-seçik duyurmaktır." Nûr : 54
Başka bir âyette şöyle buyurmuştur:"(Ey Nebi!)Eğer sana (kitap getirmek sûretiyle) cevap vermezlerse, bil ki onlar, hevâlarına uymaktadırlar. Allah'tan
bir doğru yolu gösterici olmaksızın kendi hevâsına uyan kimseden daha sapık kim
olabilir? Şüphesiz Allah, (emrine aykırı hareket ederek haddi aşan) zâlimler topluluğunu asla doğru yola
iletmez." Kasas : 50
Allah
Teâlâ, ümmeti için O'nda alınması gereken güzel örnekler
olduğunu haber vermiştir.
Nitekim Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur:"(Ey mü'minler!) Andolsun ki sizin için, Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve
Allah'ı çokça ananlar için Allah'ın elçisinde (O'nun söz, fiil ve her
davranışında) güzel bir örnek
vardır." Ahzâb : 21
İbn-i
Kesîr -rh- bu konuda şöyle der:"Bu âyetler, söz, fiil ve her davranışında Rasûlullah -sav-'i örnek alıp O'nu takip etme konusunda büyük bir
esastır. Bu sebeple Allah Teâlâ insanlara,Nebi -sav-'in
Hendek savaşındaki sabrı, sabırdaki metâneti, düşmana karşı cephede yılmadan
duruşu, mücâhedesi ve Rabbinden sıkıntısını gidermesini beklemesi gibi
konularda O'nu örnek almayı emretmiştir. Allah'ın salât ve selâmı, kıyâmete
kadar dâimâ onun üzerine olsun."
Allah
Teâlâ, Kur'an'da yaklaşık olarak 40 âyette elçiye itaat etmeyi ve O'na uymayı
emretmiştir. İnsanlar, Muhammed -sav-'in getirdiği dîni tanıyıp O'na uymaya,
yeme ve içmeden daha muhtaçtırlar. Çünkü insan yemez ve içmezse, dünyada
ölür. Fakat Muhammed -sav-'e
itaat etmeyi ve O'na uymayı kaybederse, sürekli bir azaba ve bedbahtlığa maruz
kalır.
Rasûlullah -sav-, ibâdetlerin edâ edilmesi konusunda kendisinin örnek alınmasını ve
kendisinin edâ ettiği şekilde edâ edilmesini emrederek şöyle
buyurmuştur:"Beni namaz kılarken
gördüğünüz gibi, (öyle) namaz kılın (yani namazı benim kıldığım şekilde
kılın)." Buhârî
"Hac ile ilgili ibâdetlerinizi benden
alın (yani
benim yaptığım şekilde hac yapın)."
Müslim
"Her kim, işimiz (dînimiz) üzere olmayan bir amel işlerse, o işlediği
şey reddolunmuştur (bâtıldır ve sahibine iâde olunur)." Buhârî
"Her kim, benim sünnetimden yüz
çevirirse, benden değildir." Buhârî
Bunlardan
başka,Muhammed -sav-'i örnek almayı emreden ve O'na aykırı
hareket etmeyi yasaklayan daha nice âyet ve hadisler vardır.
Rasûlullah -sav-'e
salât ve selâm getirmenin meşrû oluşu:
Allah Teâlâ'nın, ümmetinin
üzerine Nebi için meşrû kıldığı haklardan birisi de, Muhammed -sav-'e salât ve
selâm getirmektir.
Nitekim
Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur:"Şüphesiz
Allah ve O'nun melekleri, Nebi'ye salât getirirler. Ey îmân edenler! Siz de ona
salât getirin ve onu (İslâm'ın selâmı ile) selâmlayın." Ahzâb : 56
"Salât" kelimesinin ne
anlama geldiği konusunda şu rivâyet edilmiştir:
Allah Teâlâ'nın kuluna salât etmesi; onu meleklerinin
yanında övmesidir.
Meleklerin salât etmesi; ona duâ etmesidir.
İnsanların salât etmesi ise; onun için Allah Teâlâ'dan
istiğfarda bulunmasıdır. Buhârî
Allah Teâlâ bu âyette, yüce katında yakın meleklerin
yanında kulu ve elçisinin makamını övdüğünü, meleklerin de O'na
istiğfarda bulunduğunu haber vermiştir. Sonra Allah Teâlâ aşağı âlem olan
yeryüzü sakinlerine O'na salât ve selâm getirmelerini emretmiştir. Böylelikle
hem göklerin, hem de yeryüzü sakinlerinin övgüleri birleşmiş olur.
Âyetin bu kısmı; "Yani
onu İslâm'ın selâmı ile selâmlayın" anlamındadır.
Bir müslüman, Nebi -sav-'e salât getirdiği
zaman, salât ve selâmı birlikte zikretmesi, sadece birisiyle yetinmemesi
gerekir. Örneğin sadece: "sallallahu aleyh" veya "aleyhisselâm" dememesi
gerekir. Çünkü Allah Teâlâ,her ikisini birlikte söylemeyi emretmiştir.
Muhammed -sav-'e salât ve
selâm getirmenin meşrû olduğu yerlerde, salât ve selâm getirmek, bazen farz,
bazen de müekked sünnettir.
salât ve selâm getirilen yer:
Birinci Yer: En önemlisi ve en müekkedi, namazın sonundaki son oturuşta olanıdır.Nitekim İslâm âlimleri, namazın
sonundaki son oturuşta salât ve selâm getirmenin meşrû olduğunda görüş
birliğine, farz olup olmadığı konusunda ise görüş ayrılığına varmışlardır.
Kunut duâsının
sonunda, Cuma ve bayram
namazları ile istiskâ namazı hutbelerinde, müezzin ezânı bitirdikten sonra, duâ
ederken, câmiye girerken, câmiden çıkarken ve Muhammed -sav-'in adı anıldığında
salât ve selâm getirmek meşrûdur.
Rasûlullah -sav-'in
âile halkının fazîleti, onlardan nefret etmeden ve onlar hakkında aşırıya
gitmeden yapılması gereken şeyler:
Ehl-i Beyt, kendilerine
sadaka verilmesi haram olan Nebi -sav-'in âilesidir ki
bunlar: Ali, Câfer, Akîl ile Abbas'ın -radıyallahu anhum- âileleri,
Abdulmuttalib oğlu Hâris oğulları, Nebi -sav-'in hanımları ve
kızlarıdır.
Nitekim Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur:"(Ey Nebi hanımları!) Evlerinizde oturun ( ve ihtiyaç dışında
evlerinizden dışarı çıkmayın).Eski
câhiliye kadınlarının açılıp-saçıldıkları gibi açılıp-saçılmayın. Namazı
dosdoğru kılın, zekâtı (Allah'ın farz kıldığı şekilde hak edene) verin, (emir ve yasaklarında) Allah'a ve elçisine itaat edin. Ey Ehl-i
Beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor." Ahzâb : 33
İbn-i Kesîr -rh- bu konuda şöyle der:"...Kur'an'ı
düşünerek okuyan kimse, Nebi -sav-'in hanımlarının
Allah Teâlâ'nın şu sözüne dâhil olduklarında şüphe etmez: "...Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz
yapmak istiyor."
Zirâ sözün gelişi, Nebi -sav-'in hanımlarından
bahsetmektedir.
Nitekim bütün bunlardan sonra Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur:"(Ey Nebi
hanımları!) Evlerinizde okunmakta olan
Allah'ın âyetlerini ve hikmeti (Rasûlullah
-sav-'in sünnetini) hatırlayın. Şüphesiz
Allah,(her şeyin içyüzünü) hakkıyla
bilendir, (her şeyden) haberdârdır."
Ahzâb : 34
Katâde ve başkaları âyetin bu kısmını şöyle açıklamışlardır:"Yani evlerinizde Allah
Tebâreke ve Teâlâ'nın, Kur'an ve sünnetten, elçisi -sav-'e
indirdiği şeyleri bilip öğrenin."
İnsanlar arasından sadece sizin sahip olduğunuz bu
nimeti hatırlayın: Vahiy, diğer insanlar arasından sadece sizin evlerinize
inmektedir. Ebû Bekir Sıddık'ın kızı Sıddıka Âişe -radıyallahu anhumâ- bu
nimete en lâyık ve bu umûmî rahmete en has olandır. Çünkü -Nebi -sav-'in de
belirttiği gibi- onun yatağından başka hiçbir hanımının yatağında vahiy
inmemiştir.
Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: "Çünkü Nebi -sav- onun
dışında bâkire bir kızla evlenmemiştir. Âişe'nin yatağında, Nebi -sav-'den
başkası uyumamıştır." (Yani Âişe, Nebi -sav-'den başkasıyla
evlenmemiştir).Bu sebeple bu meziyete sadece onun sahip olması ve bu yüce
makamın yalnızca ona âit olması daha yerinde olur. Fakat Nebi -sav-'in eşleri, kendi
âilesinden olduğuna göre onlar, bu isme yakın olmaya daha lâyıktırlar."
Ehl-i sünnet vel-cemaat, Rasûlullah -sav-'in âilesini sever, onlara dostluk besler ve Rasûlullah -sav-'in onlar hakkındaki vasiyetini
muhafaza ederler.
Nitekim Nebi -sav- Ğadîr Hûm denilen yerde bu konuda şöyle buyurmuştur:"Ehli beytim.
Ehli beytime iyi davranmanız konusunda size Allah’tan korkmanızı hatırlatırım.
Ehli beytime iyi davranmanız konusunda size Allah’tan korkmanızı hatırlatırım.
Ehli beytime iyi davranmanız konusunda size Allah’tan korkmanızı hatırlatırım." Müslim
Ehl-i sünnet vel-cemaat, Rasûlullah -sav-'in âilesini sever ve onlara kıymet verirler. Çünkü
onları sevmek ve onlara kıymet vermek, Nebi -sav-'i sevmek ve O'na kıymet
vermektir. Bu ise Abbas ve oğulları, Ali ve oğulları ile ilk
müslümanların izledikleri yol gibi, Ehli beytin sünnete uymaları ve İslâm üzere
olmaları şartını yerine getirmeleri gerekir. Ehl-i Beytten olsa bile, sünnete
aykırı hareket eden ve İslâm'a göre yaşamayana dostluk beslemek câiz değildir.
Ehl-i sünnet vel-cemaat, Ehl-i Beyte karşı itidalli ve
insaflı bir tavır takınırlar. Ehl-i sünnet vel-cemaat, dîndâr ve doğru yolda
olan kimselere dostluk besler, Ehli Beytten olsa bile, sünnete aykırı hareket
eden ve dînden sapanlardan uzak dururlar. Çünkü Ehl-i Beytten ve Rasûlullah -sav-'in akrabası olması,
Allah Teâlâ'nın dîni üzere olmadıkça kendisine hiçbir fayda sağlamaz.
Nitekim Ebû Hureyre'den -radıyallahu anh- rivâyet
olunan bir hadiste göre, şöyle demiştir:"(Ey
Nebi! Kendilerine azabımızın gelmezden önce) yakın akrabanı uyar. Şuarâ : 214' Âyeti nâzil olunca, Rasûlullah -sav- (kavmini topladı ve onlara) şöyle dedi:
-Ey Kureyş
topluluğu! -veya
buna benzer bir söz söyledi- kendinizi (Allah'ın
azabından) kurtarın (îmân edin,
Allah'ın azabından kurtulun). Ben,
Allah'tan gelecek hiçbir şeyi sizden savamam. Ey Abdi Menâf oğulları! Ben,
Allah-'tan gelecek hiçbir şeyi sizden savamam. Ey Abdulmuttalib oğlu Abbas!
Ben, Allah'tan gelecek hiçbir şeyi senden savamam. Ey Rasûlullah'ın halası
Safiyye! Ben, Allah'tan gelecek hiçbir şeyi senden savamam. Ey Muhammed'in kızı
Fâtıma! Malımdan dilediğini benden iste, sana vereyim. Fakat ben, Allah'tan
gelecek hiçbir şeyi senden savamam." Buhârî ve Müslim
Başka bir hadiste şöyle buyurmuştur:"Kimin ameli, kendisini (saadet mertebesine ulaşmaktan) geri bırakırsa, onun soyu kendisini öne
almaz (soy ve şerefi, onu Allah'a yaklaştırmaz. Ancak sâlih ameli onu
Allah'a yaklaştırır )." Müslim
Ehl-i sünnet vel-cemaat, Ehl-i Beytin bazıları
hakkında aşırıya giden ve mâsum olduklarını iddiâ eden Râfızîlerin, dîni
dosdoğru yaşayan Ehl-i Beyte düşmanlık eden, onları karalayan ve onlar hakkında
kötü konuşan Nâsıbîlerin, Ehl-i Beyt ile tevessülde bulunarak onları Allah
Teâlâ'nın dışında rabler edinen bid'atçılarla hurâfecilerin yolundan uzak
dururlar.
Ehl-i sünnet vel-cemaat, bu ve diğer konularda, Ehl-i
Beyt ve diğerleri hakkında ifrat ve tefrit, nefret ve aşırıya gitmenin
olmadığı, itidalli bir metod ve dosdoğru bir yol izlerler.
İslâm üzere dosdoğru yaşayan Ehl-i Beyt, kendileri
hakkında aşırıya gitmeyi reddeder ve aşırıya gidenlerden uzak dururlar.
Nitekim mü'minlerin emîri Ali -radıyallahu anh-
kendisi hakkında aşırıya gidenleri ateşle yakmıştır.Abdullah b. Abbas
-radıyallahu anh- onların öldürülmeleri gerektiği konusunda Ali'yi
desteklemişti. Fakat ateşle yakmak yerine kılıçla öldürülmeleri gerektiği
görüşündeydi. Ali -radıyallahu anh- aşırıya gidenlerin başı olan Abdullah b.
Sebe'yi öldürmeyi istemiş, fakat o kaçıp gizlenmişti.
Sahâbenin
fazîleti, onlar hakkında îmân edilmesi gereken şeyler ve Ehl-i sünnet
ve'l-cemaat müslümanlarının sahâbe arasında meydana gelen olaylar konusunda
izledikleri yol:
Sahâbeden kasıt nedir? Onlar hakkında nasıl îmân
edilmesi gerekir?
Sahâbe, sahâbî
kelimesinin çoğuludur. Sahâbî; mü'min olarak Nebi -sav- ile
karşılaşan ve bu hal üzere ölen kimsedir.
Sahâbe hakkında îmân edilmesi gereken şey; İslâm'a ilk
giren, Nebi -sav- ile birlikte yaşayan ve onunla beraber cihad eden
kimseler olmaları sebebiyle onlar, ümmetin en fazîletlileri ve dönemlerin en
hayırlısıdır.
Nitekim Allah Teâlâ Kur'an-ı
Kerîm'de onları överek şöyle buyurmuştur:"(Allah'a ve
elçisine îmân konusunda insanları) geçen
Muhâcirler ile Ensar ve onlara güzellikle tâbi olanlar var ya, işte Allah,
(Allah'a ve elçisine itaatlarından dolayı) onlardan
râzı olmuş, onlar da (itaat ve îmânlarına karşılık onlara bahşettiği büyük
mükâfattan dolayı) O’ndan râzı
olmuşlardır. Allah, içinde ebedî olarak kalmak üzere onlara altından ırmaklar
akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş budur." Tevbe : 100
Allah Teâlâ başka bir âyette şöyle buyurmuştur:"Muhammed, Allah’ın elçisidir.
Beraberinde olanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında
merhametlidirler. Onları, (namazlarında) rükûya varırken, secde ederken görürsün. Onlar, Allah’tan bir lütuf ve
hoşnutluk ümit ederler. (Allah'a itaatlerinin) belirtileri, yüzlerindeki secde izindendir. Onların Tevrat’taki
vasıfları budur. İncil’deki vasıfları da şöyledir: Onlar, filizini yarıp
çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş
bir ekine benzer ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah, böylelikle onları (mü'minleri) çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri
öfkelendirir. Allah, onlardan îmân edip salih amel işleyenlere bir mağfiret ve
büyük bir ecir (cennet)
vadetmiştir." Fetih : 29
Yine başka bir âyette şöyle buyurmuştur:"(Allah'ın verdiği bu ganimet
malları, Kureyş kâfirleri tarafından)
yurtları ve mallarından uzaklaştırılan, Allah’tan (dünyada) bir lütuf ve (âhirette ise) rızâ isteyen, (Allah yolunda cihad
ederek) Allah’ın dînine ve Rasûlüne
yardım eden, fakir muhacirleredir. İşte onlar, (söz ve fiillerinde)
doğru olanların tâ kendileridir. Bir de önceden Medine'yi kendilerine
yurt edinen ve (muhâcirlerin hicretinden önce) îmân eden kimseleredir.-Ki onlar kendilerine hicret edenleri sever ve
onlara verilen şeylerden (ganimet mallarından) dolayı içlerinde hiçbir çekememezlik duymazlar. Kendileri fakirlik
içinde bulunsalar dahi onları kendi nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin
cimriliğinden korunursa, işte onlar, kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir."
Haşr : 8-9
Allah Teâlâ, bu âyetlerde Muhâcirlerle Ensârı överek
onları her türlü hayırlı işlerde öne geçmekle nitelendirmiş, onlardan râzı
olduğunu haber vermiş ve onlara cennetleri hazırlamıştır.
Allah Teâlâ, onları kendi aralarında birbirlerine
merhametli ve kâfirlere karşı çetin olmakla nitelendirmiştir.
Allah Teâlâ, onları çokça rükûya varmak, çokça secde
etmek ve kalpleri düzgün olmakla nitelendirmiş, onların itaat ve îmân
simâlarıyla tanındıklarını belirtmiştir.
Allah Teâlâ, kâfirleri öfkelendirmek için onları
elçisi Muhammed -sav-'e arkadaş olarak seçmiştir.
Allah Teâlâ onları, dînine yardım etmek, O'nun lütûf
ve rızâsını istemek için vatanlarını ve mallarını terk etmek ve (söz ve
fiillerinde) doğru olmakla nitelendirmiştir.
Allah Teâlâ, Ensâr’ı hicret, yardım ve gerçek îmân
yurdunun sakinleri olmakla nitelendirmiştir.
Allah Teâlâ, Ensâr’ı hicret eden kardeşlerini sevmek
ve onları nefislerine tercih etmek, hicret eden kardeşlerini teselli etmek ve
cimrilikten uzak olmakla nitelendirmiş, böylece onların kurtuluşa erdiklerini
haber vermiştir. Bu sayılan şeyler,onların bazı genel fazîletleridir. Ayrıca
onların özel fazîletleriyle mertebeleri vardır ki onlardan kimisi bazı
hususlarda kimisinden daha üstündür. İslâm'a ilk girenler olmaları, Allah
yolunda cihad etmeleri ve O'nun için hicret etmeleri sebebiyle Allah Teâlâ
onlardan râzı olmuştur.
Buna göre sahâbenin en fazîletlileri, râşid halifeler
Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali -radıyallahu anhum-, sonra da cennetle müjdelenen
on sahâbîdir.
Cennetle
müjdelenen on sahâbî şunlardır:
İlk dört halife ile birlikte Talha, Zubeyr,
Abdurrahman b. Avf, Ebû Ubeyde el-Cerrâh, Sa'd b. Ebî Vakkâs ve Saîd b.
Zeyd'dir.
Muhâcirler, Ensâr, Bedir'de savaşanlar ve Rıdvân
Bey'atında bulunanlardan daha fazîletlidirler. Mekke'nin fethinden önce
müslüman olan ve Allah yolunda savaşan, Mekke'nin fethinden sonra müslüman olan
ve Allah yolunda savaşandan daha fazîletlidir.
Sahâbe arasında
meydana gelen olaylar ve fitne konusunda Ehl-i sünnet ve'l-cemaat
müslümanlarının izledikleri yol:
Fitnenin Sebebi; Yahûdilerin,
İslâm'a ve müslümanlara karşı çevirdiği entrika ve komplolardır. Yahûdiler,
kurnaz ve hîlekâr, şerli ve hâin olan, yalan ve iftirâlarla müslüman olduğunu
gösteren Yemen yahûdilerinden Abdullah b. Sebe'yi müslümanların arasına gizlice
sokuşturdular. Bu yahûdi, kin, garez ve zehirini, râşid halifelerin üçüncüsü
Osman -radıyallahu anh- aleyhine kusmaya ve onun aleyhine yalan ithamlarda
bulunmaya başladı. Aldatılan dar görüşlü, zayıf îmânlı ve fitneyi sevenler, bu
yahûdinin etrafında toplandılar. Nihâyet bu komplo, râşid halife Osman'ın
-radıyallahu anh- mazlûm olarak öldürülmesiyle son bulmuştur.
Osman'ın -radıyallahu anh- öldürülmesinin ardından
müslümanlar arasında ihtilaflar meydana gelmeye başladı. Bu yahûdi ve ona
uyanların teşvik etmeleriyle fitne patlak verip yayılmaya başlamış ve
içtihatlar sonucu sahâbe arasında savaşlar meydana gelmiştir.
"Tahâviye
Akîdesi"ni şerh eden yazar bu konuda şöyle der:
"Râfizîlerin kökü, zındık bir münâfığın çıkardığı
şeyden gelir. Onun kastı, âlimlerin de belirttikleri gibi, İslâm dînini ortadan
kaldırmak, Rasûlullah -sav-'i karalamak ve O'na iftirâ etmektir. Zirâ Abdullah b.
Sebe, -Pavlus’un hıristiyanlık dînine yaptığı gibi-, müslüman olduğunu
gösterince, hîle ve şerri ile İslâm dînini bozmayı istemiş, dîndâr olduğunu
göstererek iyiliği emretmiş ve kötülükten yasaklamış, son olarak bu durum,
Osman b. Affân olayına ve onun öldürülmesine kadar varmıştır. Abdullah b. Sebe
daha sonra Kûfe'ye gelmiş ve burada emellerine ulaşabilmek için Ali hakkında
aşırıya gitmeyi ve ona yardım etme gibi davranışlar göstermiştir. Bu durum Ali
b. Ebî Tâlib'e ulaşınca, Ali -radıyallahu anh- onun öldürülmesini istemiş,
bunun üzerine o kaçıp Kırkıs'a sığınmıştır. İslâm tarihinde bu şahıs ile ilgili
haber verilenler çok iyi bilinmektedir."
Şeyhulislâm İbn-i
Teymiyye de -rh- bu konuda şöyle der:"Osman b. Affân -radıyallahu
anh- öldürülünce, bir olan gönüllerin birlik ve bütünlüğü bozulup parçalandı,
acı ve kederler büyüdü, şerli insanlar ortaya çıktı, iyi insanlar zelîl oldu,
fitne çıkarmaktan âciz olanlar, fitne çıkardılar, iyilik ve doğruluğu ayakta
tutmayı sevenler, iyilik ve doğruluğu ayakta tutmaktan âciz kaldılar. (Osman
öldürülünce) müslümanlar, o vakitte hilâfete en lâyık ve kalanlar içerisinde en
fazîletlisi Ali b. Ebî Tâlib'e -radıyallahu anh- bey'at ettiler. Ancak kalpler
hâlâ bölük bölük, fitne ateşi yanmaya devam ediyordu. Sözbirliği sağlanamamış,
müslümanların cemaati düzenli hale gelememiş, halife ve ümmetin en hayırlısı,
onların her istedikleri iyiliği yerine getirmeyi başaramamış, nice topluluklar
ayrılık ve fitneye girmiş ve olanlar olmuştu."
Şeyhulislâm İbn-i
Teymiyye -rh- sahâbeden Ali ve Muâviye ile savaşanların mazeretini şöyle
açıklamaktadır:
"Muâviye -radıyallahu anh- hilâfet iddiâsında
bulunmamış, Ali ile savaştığı zaman, ona halife olarak hiç kimse bey'at
etmemiş, halife olduğu için onunla savaşmamış, kendisinin hilâfete daha lâyık
olduğunu da söylememiştir. Aksine kendisine bu konuda soru sorana Muâviye bu
şekilde cevap verirdi. Muâviye ve ashâbı, Ali ve ashâbına ilk önce kendileri
savaş açan olmak istememişlerdi. Aksine Ali -radıyallahu anh- ve ashâbı,
kendisine itaat edilmesi ve bey'at edilmesi gerektiğini -ki müslümanların
sadece bir halifesi olması gerekir-, Muâviye ve ashâbının, kendisine itaatten
dışarı çıktıklarını, kendileri güç ve kuvvet sahibi olmalarına rağmen Muâviye
ve ashâbının bu görevden kaçındıkları görüşünde idiler. Bu sebeple Ali, bu
görevi yerine getirinceye, itaat ve tek bir cemaat oluncaya kadar onlarla
savaşılması gerektiği görüşüne vardı. Muâviye ve ashâbı, bunun (Ali'ye bey'at
etmenin) farz olmadığını, bunun için Ali ve ashâbının kendilerine savaş
açtıkları takdirde kendilerinin zulme uğramış olacaklarını söylediler. Yine
şöyle dediler: Çünkü Osman, müslümanların ittifakı ile zulme uğramış olarak
öldürülmüştür.Osman'ı öldürenler, Ali'nin ordusu içerisinde çoğunlukta olup güç
ve kuvvet sahibi kimselerdir. Eğer bey’at edersek,onlar bize zulmeder ve
üzerimize saldırırlar. Ali'nin onları savması mümkün değildir.Nitekim Osman'ı
öldürmekten savamamıştır.Biz,ancak bize insaflı davranmaya gücü yetebilecek ve
bizim için insaflı olmaya çalışacak bir halifeye bey'at ederiz."
Ehl-i sünnet ve'l-cemaatin, meydana gelen ihtilaf ve
ardından sahâbe arasında savaşlar meydana gelen fitne konusundaki izlediği yol
iki şeyde özetlenmektedir:
Birincisi: Ehl-i sünnet
vel-cemaat, sahâbe arasında meydana gelen olaylar konusunda konuşmaz ve bunu
araştırmaktan uzak dururlar. Çünkü böyle bir konuda en güvenli yol, susmak ve
Allah Teâlâ'nın buyurduğu gibi, onlar hakkında şöyle duâ etmektir:"Ey Rabbimiz! Bizi ve îmânda bizi
geçen kardeşlerimizi bağışla. Kalplerimizde îmân edenlere karşı hiçbir kin (ve
haset) bırakma. Ey Rabbimiz! Şüphesiz
sen (kullarına) çok şefkatlisin, (onlara) çok merhametlisin." Haşr : 10
İkincisi: Sahâbenin kötü yönlerini rivâyet
eden eserlere şu
yönlerden cevap verilebilir:
1. Bu eserlerin
kimisi yalandır. Onların şânını karalamak isteyen düşmanları bu iftirâları
atmışlardır.
2. Bu eserlerin
kimisinde ilâveler, kimisinde eksiltmeler olmuş, gerçek halinden değiştirilmiş
ve böylece bu rivâyetlere yalan girmiştir. Tahrif edildiği için bunlara itibar
edilmemesi gerekir.
3. Bu eserlerin
doğru olanına gelince -ki bunlar pek azdır-, onlar bu konuda mâzur sayılırlar.
Çünkü sahâbe ya içtihadında doğruyu bulan, ya da içtihadında hata eden
müçtehidler konumundadırlar. Bu, içtihadında doğruyu bulursa iki ecir, hata
ederse bir ecir kazanan müçtehidin dayandığı içtihad esaslarındandır. Hataları,
Allah Teâlâ tarafından bağışlanmıştır.
Nitekim Rasûlullah -sav- şöyle buyurmuştur:"Hâkim, hüküm vermek istediğinde
içtihad eder, sonra da içtihadında doğruyu bulursa (Allah ve elçisinin
hükmüne uygun olursa), ona (içtihad
ve doğruyu bulma ecri olarak) iki ecir
vardır. Yine hüküm vermek istediğinde içtihad eder ve içtihadında hata ederse,
ona (içtihad ecri olarak) bir ecir
vardır."
Buhârî
Dördüncüsü: Sahâbe de
insandırlar. Onlardan birisi hata edebilir.Onlar, fert olarak günahtan masum
değillerdir. Fakat onlardan vukû bulan günahları affettiren birçok sebep vardır
ki bunların bazıları şunlardır:
1. Sahâbî, o
günahtan tevbe etmiş olabilir. Tevbe ise, günah ne kadar büyük olursa olsun,
onu siler. Nitekim bu konuda birçok delil gelmiştir.
2. İslâm'a ilk
girenler ve birçok fazîletlere sahip olmaları gibi, sahâbeden vukû bulan -vukû
bulmuş ise- günahları bağışlayan meziyetler vardır.
Nitekim Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur:"(Ey Nebi!) Gündüzün iki ucunda (sabah ve akşam), gecenin de ilk saatlerinde dosdoğru namaz kıl. Çünkü iyilikler,
kötülükleri (günahları) giderir. Bu,
öğüt almak isteyenler için bir öğüttür." Hûd : 114
Rasûlullah -sav- ile birlikte
olmaları ve O'nunla beraber cihad etmeleri, sahâbenin yaptıkları ferdî hataları
örter.
3. Sahâbenin
yaptıkları iyiliklere, başkalarından kat kat daha fazla ecir verilir. Hiç kimse
fazîlette onlara denk olamaz. Sahâbe, Rasûlullah -sav-'in sözüyle
çağların en hayırlılarıdır.
Nitekim Rasûlullah -sav- bu konuda şöyle
buyurmuştur:"Sizin en hayırlınız,
benim çağımda yaşayanlarınızdır. Sonra onlardan sonra gelenler (tâbiîn), sonra onlardan sonra gelenler (etbâut-tâbiîn)dir." Buhârî ve Müslim
Onlardan birisi bir müd kadar sadaka infak etse,
başkasının Uhud dağı kadar altın infak etmesinden, sevap bakımından daha
fazîletlidir. (Allah onlardan râzı olsun, yaptıkları amellerden dolayı da onları
râzı etsin).
Nitekim Rasûlullah -sav- şöyle buyurmuştur:"Ashâbıma küfretmeyin. Nefsim elinde
olan Allah'a yemîn ederim ki sizden biriniz Uhud dağı kadar altını (Allah
yolunda) infak etse (harcasa), yine de onlardan birisinin infak ettiği bir müd, hatta müddün yarısının sevabına bile
erişemez." Buhârî ve Müslim
Şeyhulislâm İbn-i Teymiyye -rh- şöyle der:"Ehl-i
sünnet ve'l-cemaat ile dîn imamlarının hepsi, sahâbeden hiç kimsenin,hatta ne
Ehl-i Beytin, ne de İslâm'a ilk giren hiçbir müslümanın mâsum olmadığına
inanırlar. Aksine Ehl-i sünnet ve'l-cemaate göre, onlar da günaha
düşebilirler.Allah tevbe ile onları bağışlar, derecelerini yükseltir, iyilikler
veya başka sebeplerle onların günahlarını siler, bağışlar.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:"(Söz ve fiilinde) doğruyu getiren ve onu tasdik edenler var
ya, işte onlar bütün takvâ hasletlerini bir arada toplayanlardır. Onlar için
Rableri katında diledikleri her şey vardır. İşte bu, (Rabbine gereği gibi
itaat ve ibâdet eden) iyilerin
mükâfatıdır. Allah onların (dünyada)
işledikleri en kötü amelleri affeder ve yaptıklarına karşılık olarak onları en
güzel bir şekilde mükâfatlandırır." Zümer : 33-35
Başka bir âyette şöyle buyurmuştur:"Biz insana, (hem hayatta, hem de
öldükten sonra) ana-babasına iyilikte
bulunmasını kesin bir şekilde emrettik. Annesi onu karnında (cenin iken) zahmet ve meşakkatle taşıdı ve (yine) onu zahmet ve meşakkatle doğurdu. Onu
taşıması ve sütten kesmesi, otuz aydır. Nihâyet insan, (akıl ve beden
olarak) güçlü çağına erişip kırk yaşına
geldiğinde (Rabbine yalvarıp şöyle)
der: Rabbim! Bana ve ana-babama verdiğin nimete şükretmemi bana ilham eyle ve (gelecekte)
râzı olacağın salih amel işlemeyi bana
nasip eyle. Benim için zürriyetimi ıslah eyle.Ben, (günahlarımdan) sana döndüm ve muhakkak ki ben,
müslümanlardanım. Kendilerinden (sâlih amellerden) yaptıklarının en iyisini kabul edeceğimiz ve günahlarını
bağışlayacağımız bu kimseler, cennetlikler arasındadırlar. Bu (verdiğimiz
söz), onda şüphe olmayan doğru (ve
hak) bir sözdür." Ahkâf : 15-16
Allah düşmanları, fitne zamanında sahâbe arasında
meydana gelen ihtilaf ve savaşları, onları çekiştirmeyi, onların arkasından
konuşmayı ve onların saygınlığına leke sürmeyi bir vesîle edinmişlerdir.
Nitekim bazı çağdaş yazarlar, bu çirkin plan dahilinde
hareket ederek bilmediklerini abartmış, kendilerini Nebi -sav-'in ashâbı arasında hakem kılıp hiçbir delile
dayanmaksızın, aksine bilgisizce ve hevâlarına uyarak kimisinin doğru,
kimisinin de yanlış ve hatalı olduğunu söylemişlerdir. Bu yazarlar, önyargılı,
oryantalist ve onların kuyrukları olan kimselerin tekrar edip durdukları
şeyleri tekrar etmeye başlamışlardır. Öyle ki bu yazarlar, İslâm ümmetinin asil
tarihi ve en fazîletli devri olan ilk müslümanlar hakkındaki kültürleri,
yüzeysel ve kıt olan yeni yetişen bazı müslümanları şüpheye
düşürmüşlerdir.Onlar, böylelikle İslâm'ı karalamaya, müslümanların birliğini
bozmaya ve Allah Teâlâ'nın: "Onların
(Ensâr ve Muhâcirlerin) arkasından
gelen (mü'min)ler, Ey Rabbimiz! Bizi
ve îmânda bizi geçen kardeşlerimizi bağışla. Kalplerimizde îmân edenlere karşı
hiçbir kin (ve haset) bırakma. Ey
Rabbimiz! Şüphesiz sen (kullarına)
çok şefkatlisin, (onlara) çok
merhametlisin, derler." Haşr : 10
Emri gereği, ilk müslümanları örnek almak yerine,
onlara kin ve nefret duymak için bu ümmetin son müslümanlarının kalplerine kin
ve nefret tohumları sokup emellerine ulaşmak istemişlerdir.
Sahâbe ve hidâyet
önderi imamlara sövmenin yasak oluşu:
1.Sahâbeye
sövmenin yasak oluşu:
Ehl-i sünnet ve'l-cemaat inancının esaslarından birisi
de, Rasûlullah -sav-'in ashâbına
dil uzatmamak, kalplerde kin ve haset beslememektir.
Nitekim Allah Teâlâ, Ehl-i sünnet ve'l-cemaati şöyle
nitelendirmektedir:"Onların (Ensâr
ve Muhâcirlerin) arkasından gelen (mü'min)ler, ey Rabbimiz! Bizi ve îmânda bizi geçen
kardeşlerimizi bağışla. Kalplerimizde îmân edenlere karşı hiçbir kin (ve
haset) bırakma. Ey Rabbimiz! Şüphesiz
sen (kullarına) çok şefkatlisin,
(onlara) çok merhametlisin,
derler." Haşr : 10
Sahâbeye sövmemek, onlara kin ve haset beslememek, Rasûlullah -sav-'e şu sözünde itaat etmektir:"Ashâbıma küfretmeyin. Nefsim elinde
olan Allah'a yemîn olsun ki, sizden biriniz Uhud dağı kadar altını (Allah
yolunda) harcasa, yine de onlardan birisinin harcadığı bir müd, hatta müddün
yarısının sevabına bile erişemez." Buhârî ve Müslim
Ehl-i sünnet müslümanları, sahâbeye söven, onlara
buğzeden, onların fazîletlerini inkâr eden ve onların çoğunu kâfir sayan
Râfızîler ve Hâricîlerin yolundan uzak dururlar.
Ehl-i sünnet müslümanları, sahâbenin Kur'an ve
sünnette haber verilen fazîletlerini kabul eder ve onların, dönemlerin en
hayırlısı olduklarına inanırlar.
Nitekim Nebi -sav- onların fazîleti hakkında şöyle
buyurmuştur:"Sizin en
hayırlınız, benim çağımda yaşayanlarınızdır. Sonra onlardan sonra gelenler (tâbiîn), sonra onlardan sonra gelenler (etbâut-tâbiîn)dir." Buhârî ve Müslim
Nebi -sav- ümmetinin yetmiş
üç fırkaya bölüneceğini ve biri dışında hepsinin cehenneme gireceğini haber
verdiğinde, sahâbe o kurtulan fırkayı (Fırka-i Nâciye) sorunca, Nebi -sav- :"Benim ve
ashâbımın bulunduğu yol üzere olanlardır." diye buyurmuştur.
İmam Müslim'in kıymetli hocası olan Ebû Zur'a -rh-
şöyle der:"Sahâbeden birinin
şânını eksilten birisini gördüğün zaman bil ki o zındıktır. Çünkü Kur'an
haktır. Rasûlullah -sav-
ve getirdiği şeyler haktır. Bütün bunları bize ancak
sahâbe ulaştırmıştır. Kim onları karalarsa, bununla Kur'an ve sünneti ortadan
kaldırmak istemiş demektir. O kimse karalanmaya daha lâyıktır. Onun zındık ve
dalâlette olduğuna hükmetmek, daha doğru ve daha yerinde olur."
Büyük âlim İbn-i Hamdân -rh- "Nihâyetul-Mübtediîn"
adlı kitabında şöyle der:"Kim,
sahâbeden birine sövmeyi helâl sayıp ona söverse, kâfir olur. Sövmeyi helâl
saymazsa, fâsık olur. -Mutlak olarak kâfir olur, dediği de rivâyet
edilmiştir.- Kim onları fâsık sayar veya
dînlerinde onları karalarsa veya onları kâfir sayarsa, kâfir olur."
2. Bu ümmetin
âlimlerinden olan hidâyet önderi imamlara sövmenin yasak oluşu:
Sahâbeden sonra fazîlet, saygınlık ve makam bakımından
dönemlerin en fazîletlisi olan tâbiîn, etbâut-tâbiîn ve onlardan sonra gelen ve
sahâbeye en güzel bir şekilde uyan, hidâyet önderi imamlardır.
Nitekim Allah Teâlâ onlar
hakkında şöyle buyurmuştur:"(Allah'a ve
elçisine îmân konusunda insanları) geçen
Muhâcirler ile Ensar ve onlara güzellikle tâbi olanlar var ya, işte Allah,
(Allah'a ve elçisine itaatlarından dolayı) onlardan
râzı olmuş, onlar da O’ndan râzı olmuşlardır. Allah, içinde ebedî olarak kalmak
üzere onlara altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük
kurtuluş budur." Tevbe : 100
Sahâbeyi ayıplamak ve onlara sövmek, asla câiz
değildir. Çünkü onlar, hidâyet işaretleridir."Kim, kendisine doğru yol (hak) belli olduktan sonra Rasûle aykırı davranır ve mü'minlerin yolundan
başka bir yolu izlerse, onu o yöneldiği şeyle baş başa bırakırız ve onu
cehenneme girdiririz. Orası, ne kötü bir dönüş yeridir." Nisâ : 115
"Tahâviye
Akîdesi"ni
şerh eden yazar bu konuda şöyle der:"Her
müslümanın, Kur'an-ı Kerîm'in de belirttiği gibi, Allah ve elçisinden sonra
mü'minleri dost edinmesi gerekir. Özellikle nebilerin vârisleri olan ve Allah
Teâlâ'nın, kara ve denizin karanlıklarında kendileriyle yol bulsunlar diye
yarattığı yıldızlar konumuna getirdiği âlimleri dost edinmesi gerekir.
Müslümanlar, onların (âlimlerin)
hidâyet ve anlayış üzere oldukları konusunda ittifak etmişlerdir. Âlimler,
ümmeti içerisinde Rasûlullah -sav-'in halifeleri ve ölmüş sünnetini yaşatanlardır.
Öğretmek ve yaşatmak sûretiyle Kur'an-ı Kerîm onlarla ayakta tutulmuş, onlar da
Kur'an-ı Kerîm ile yücelmiş ve ayakta kalmışlardır. Kur'an-ı Kerîm, onların
fazîleti hakkında konuşmuş, onlar da Kur'an-ı Kerîm ile hüküm vermişlerdir.
Onların hepsi, Rasûlullah -sav-'e uymanın farz olduğunda kesin olarak ittifak
etmişlerdir. Ancak âlimlerin birisinden, sahih hadise aykırı bir görüş
bulunursa, mazeretinden dolayı onun görüşünü terk etmek gerekir."
Âlimlerin (hadislere aykırı davranma)
mazeretlerini şu üç şekilde sınıflandırmak mümkündür:
Birincisi: Nebi -sav-'in bunu
söylediğine inanmamasıdır.
İkincisi:Bu sözle, o
meseleyi kastettiğine inanmasındandır.
Üçüncüsü:Hükmün
geçersiz kılındığına (ortadan kaldırıldığına) inanmasıdır. Her türlü
iyilikte önde olmaları, Rasûlullah -sav-'in
getirdiği bu dîni bize ulaştırmada ve bize kapalı gelen şeyleri açıklamada,
âlimlerin bizim üzerimizde fazîlet ve minnetleri vardır. Bu sebeple Allah Teâlâ
onlardan râzı olsun, yaptıklarından dolayı da onları râzı etsin.
Bize düşen, onlar hakkında Allah Teâlâ'nın şöyle
buyurduğu gibi duâ etmektir:"Ey
Rabbimiz! Bizi ve îmânda bizi geçen kardeşlerimizi bağışla. Kalplerimizde îmân
edenlere karşı hiçbir kin (ve haset)
bırakma. Ey Rabbimiz! Şüphesiz sen (kullarına) çok şefkâtlisin, (onlara)
çok merhametlisin." Haşr : 10
Bazı âlimin içtihadında hata etmesi sebebiyle
âlimlerin şânını düşürmek; bid'atçıların yolu ve İslâm'da şüphe uyandırmak, müslümanların
arasına düşmanlık sokmak, İslâm ümmetinin başı ile sonunu birbirinden ayırmak
isteyen, gençlerle âlimler arasında ayrılık tohumları yaymaya çalışan, İslâm
ümmetinin düşmanlarının plan ve oyunlarındandır. Nitekim günümüzde bunun sonucu
olarak gençlerle âlimler arasında ayrılık tohumları yayılmıştır. Fıkıh âlimleri
ile İslâm fıkhının şânını düşüren, İslâm fıkhını okumaktan,ondaki hak ve doğru
olanlardan faydalanmaktan geri duran, yeni yetişen bazı öğrencilerin buna
dikkat etmeleri, fıkıhlarına azimle sarılmaları, âlimlerine saygılı olmaları,
sapık ve aldatıcı propagandalara kanmamaları gerekir.
BİD'ATLAR
Bu
bölüm, aşağıdaki fasılları içermektedir:
1. Fasıl: Bid'atın tanımı,
çeşitleri ve hükümleri.2. Fasıl:
Bid'atların müslümanların hayatında ortaya çıkışı ve bu çıkışın sebepleri.3. Fasıl: İslâm ümmetinin bid’atçılara karşı tutumu ve ehli sünnet vel-cemaatin
bid’atçılara karşı izlediği yol.4.
Fasıl: Günümüzdeki bid'atlara örnekler.1.
Mevlid-i Nebevî’yi (Mevlid Kandilini) kutlamak.2. Bazı mekânlar, eserler, ölüler veya buna benzer şeylerden
bereket ummak (bunlarla teberrükte bulunmak).3. İbâdetler alanında yapılan bid’atlar ve bu bid’atlarla Allah’a
yakınlaşmaya çalışmak.
Bid'atın tanımı,
çeşitleri ve hükümleri:
Bid'atın tanımı:
Bid’at
kelimesi, Arapça’da "Bede’a"
kelimesinden olup daha önce benzeri olmayan bir şeyi meydana getirmek, yaratmak
anlamına gelir
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:"(Allah) gökleri ve yeri, daha önce benzeri
olmayan (benzersiz) bir şekilde yaratandır." Bakara : 117
Başka bir âyette şöyle buyurmuştur: "(Ey Nebi!) De ki: Ben, elçilerin ilki değilim. (Bilakis benden önce birçok
elçi gelmiştir)." Ahkâf : 9
"Falanca
bid’at çıkardı"
denildiği zaman, o kimsenin daha önce olmayan, yeni bir yolu ortaya çıkardığı
anlaşılır.
Bid'at iki
kısımdır:
Yeni buluşlar ortaya
çıkarmak gibi, günlük hayatta yeni şeyler icat etmek, dînimizce mübahtır. Zirâ
günlük hayatta yeni şeyler ortaya çıkarmakta aslolan, mübah oluşudur. Dînde
yeni şeyler ortaya çıkarmak ise, haramdır. Çünkü dînde aslolan, Kur’an ve
sünnetle sâbit olmasıdır.
Nitekim
Nebi -sav- bu konuda şöyle buyurmuştur:"Kim, bu işimizde (dînimizde) onda olmayan bir şeyi ona ihdâs eder (Kur'an ve sünnette aslı
olmayan bir şey getirir)se, o ihdâs
ettiği şey, reddolunmuştur (sahibine iâde olunur)." Buhârî ve Müslim
Başka
bir rivâyette ise şöyle buyurmuştur:"Kim,
işimiz (dînimiz) üzere olmayan bir
iş işlerse, o işlediği şey reddolunmuştur (bâtıldır ve ona itibar edilmez)." Buhârî
Bid'atın
çeşitleri:
Dîndeki
bid’atlar iki türlüdür:
Birincisi:
Cehmiyye, Mu’tezile, Rafizîler ve diğer sapık fırkaların söyledikleri sözler ve
inandıkları inançlar gibi, sözlü ve itikâdî olan bid’attır.
İkincisi:
Allah Teâlâ'ya, meşrû olmayan bir şekilde ibâdet etmek gibi, ibâdetlerde
yapılan bid’attır ki bu, dört kısma ayrılır:
1. İbâdetin
aslında yapılan bid’attır ki, bu, dînde aslı olmayan bir ibâdeti ihdâs etmek
yani ortaya çıkarmaktır.
Örneğin
dînen meşrû olmayan namaz,oruç veya doğum gününü kutlamak gibi yeni bayramlar
ihdâs etmek.
2. Dînen meşrû
olan bir ibâdetin özünde fazlalık yapmaktır.
Örneğin
öğle veya ikindi namazının farzına bir rekât ekleyip onu beş rekat olarak
kılmak gibi.
3. İbâdeti,
dînen meşrû olmayan bir şekilde edâ etmektir.
Örneğin
dînen meşrû olan duâ ve zikirleri, cemaat halinde tek bir ağızdan nağmelerle
yapmak.
Rasûlullah
-sav-’in sünnetinin dışına çıkacak şekilde ibâdetlerde aşırıya gitmek de bu
kabildendir.
4. Dînen
yapılması câiz olan bir ibâdeti, câiz olmayan bir vakitle sınırlandırmaktır.
Örneğin
Şaban ayının 15. gününün gecesini ibâdet etmekle, gündüzünü de oruç tutmakla
sınırlı tutmak. Zirâ oruç tutmak ve geceyi ibâdetle geçirmek, dînen meşrûdur.
Fakat bu ibâdetleri belirli bir vakitle sınırlandırmanın dîni bir delîle
dayanması gerekir.
Dînde yapılan
bid'atların hükmü:
Dînde
yapılan her türlü bid’at, haramdır, dalâlettir.
Nitekim
Nebi -sav- bu konuda şöyle buyurmuştur:"(Dîne
sonradan sokulan) yeniliklerden sakının.
Zirâ (dîne sonradan sokulan) her
yenilik, bid’attır. Her bid’at ise dalâlettir." Ebû Dâvûd
Başka bir hadiste
şöyle buyurmuştur:"Kim, bu
işimizde (dînimizde) onda olmayan bir şeyi ona ihdâs eder (Kur'an
ve sünnette aslı olmayan bir şey getirir)se,
o ihdâs ettiği şey, reddolunmuştur (sahibine iâde olunur)." Buhârî
Başka
bir rivâyette ise şöyle buyurmuştur: "Kim,
işimiz (dînimiz) üzere olmayan bir
iş işlerse, o işlediği şey reddolunmuştur (bâtıldır ve ona itibar edilmez)." Buhârî ve Müslim
Bu
iki hadis, dînde yapılan her yeniliğin bid’at, her bid’atın da dalâlet olduğunu
ve sahibine iâde olunacağını göstermektedir.
Bunun anlamı: İbâdet ve itikâtta yapılan bid’atlar, haramdır. Fakat bid’atların haram oluşu, çeşitlerine
göre farklılık arz eder. Kabirlerde yatan ölülere yakınlaşabilmek için
kabirlerin çevresinde tavaf etmek, kabirlerde yatanlara kurbanlar kesmek ve
adaklar adamak, onlara yalvarıp yakarmak ve onlardan yardım dilemek gibi
bid’atlar vardır. Bu bid'atlar, açık küfürdür. Cehmiyye’nin aşırı olanları ile
Mu’tezile’nin görüşleri de, bu tür bid’atlardandır.
Kabirlerin
üzerine kubbe gibi türbeler binâ etmek, kabirlere yönelip namaz kılmak ve
ölülere yalvarıp yakarmak gibi bid’atlar da insanı şirke götürür.
Hâricîler,
Kaderiyye ve Mürcie’nin şer’î delîllere aykırı olarak söyledikleri ve
inandıkları bid’atlar da itikâdî fısktır.
Kendini
sürekli ibâdete vermek, güneşin altında oruç tutmak ve şehveti kesmek amacıyla
hadım (iğdiş) olmak gibi bid’atlar da Allah’a ve elçisine isyandır.
UYARI:
Bid’at-ı
Hasene (güzel bid’at) ve Bid’at-ı Seyyie (çirkin bid’at) diye, bid’atları iki
kısma ayıran kimse, yanılgıya düşmüş ve:
Nebi -sav-’in: "Ve
her bid’at, dalâlettir" emrine aykırı hareket etmiştir. Çünkü
Rasûlullah -sav- bütün bid’atların
dalâlet olduğuna hükmetmiştir. Bid’atları iki kısma ayıran kimse, her bid’at
dalâlet değil, aksine güzel bid’at da vardır, demektedir.
Hâfız
İbn-i Receb, "Nevevî Kırk Hadis" şerhinde şöyle der:
"Nebi -sav-’in:"Ve
her bid’at dalâlettir", sözü Cevâmi’ul-Kelim'dendir. Hadiste
zikredilen hiçbir şey, Cevâmi’ul-Kelim ifâdesinin dışına çıkmaz. Bu hadis,
İslâm dîninin büyük esaslarındandır.
Bu, Nebi -sav-’in şu hadisine benzer:"Kim, bu
işimizde (dînimizde) onda olmayan bir şeyi ona ihdâs eder (Kur'an
ve sünnette aslı olmayan bir şey getirir)se,
o ihdâs ettiği şey, reddolunmuştur (sahibine iâde olunur)." Buhârî
"Yeni
şeyler ihdâs edip onu dîne mal eden her kim, ihdâs ettiği şeyin dînde bir
delili yoksa ihdâs ettiği şey kendisine döner. Onun bu hareketi dalâlettir ve
İslâm dîni bu ortaya atılan şeyden uzaktır. Bütün bunlar ister itikâdî, ister
amelî, isterse gizli ve açık sözlü meselelerde olsun, hepsi aynıdır."
Bid’at-ı
Hasene diye bir bid’atın var olduğunu iddiâ edenlerin, Ömer’in -radıyallahu
anh- terâvih namazı hakkında:"Bu,
ne güzel bir bid’attır" sözünden başka bir gerekçeleri yoktur.
Yine,
bu kimseler "Kur’an-ı Kerîm'in bir kitapta toplanması, hadislerin yazılıp
kitaplar haline getirilmesi gibi birçok şey ihdâs edilmesine rağmen, seleften
hiç kimse bu durumu çirkin görmemiştir" demektedirler.
Onlara
şöyle cevap verebiliriz:Bu amellerin
hepsinin dînde bir aslı vardır. Sonradan ihdâs edilmemiştir. Ömer’in -radıyallahu
anh- terâvih namazı hakkında:
"Bu ne güzel
bir bid’attır"
sözüne gelince,Ömer -radıyallahu anh- bununla bidatin sözlük anlamını kastetmiştir,
terim anlamını kastetmemiştir.Dînde aslı olan bir şeyin aslına dönülür.Bu
bid’attır,denilecek olursa, sözlük anlamındadır, terim anlamında değildir.
Çünkü bid’at, terim olarak, dînde kendisine müracaat edilecek aslı olmayan şey
demektir.
Kur’an’ın bir
kitapta toplanması, dînde aslı olan bir şeydir. Çünkü Nebi -sav- vahiy
kâtiplerine Kur’an’ı yazmalarını emrederdi. Fakat sahâbe -radıyallahu
anhum- ayrı ayrı yazılmış durumda olan Kur’an-ı Kerîm'i muhafaza etmek için bir mushafta toplamışlardır.
Nebi -sav- bazı geceler ashâbına terâvih namazını kıldırmış
ve onlara farz kılınmasından çekindiği için sonraki gecelerde geri kalmıştır. Sahâbe,Nebi -sav-’in hem hayatında, hem de vefâtından sonra gruplar halinde ayrı ayrı
terâvih namazını kılmaya devam etmişlerdir.
Nitekim Ömer -radıyallahu anh- sahâbeyi, Nebi -sav-’in arkasında kıldıkları gibi, bir imamın arkasında namaz kılmaları için bir
araya getirmiştir. Onun bu davranışı, dînde bid’at sayılmaz.
Yine,
hadislerin yazılmasının da dînde bir aslı vardır. Nitekim Nebi -sav- ashâbından
bazıları hadisleri yazmak istedikle-rinde, bazı hadisleri için onlara izin vermiştir.
Fakat belirli bir dönem hadislerini yazmaktan sakındırmasının sebebi; hadislerin
Kur’an âyetleriyle karıştırılma-sından endişe etmesinden dolayıdır. Nitekim Nebi -sav- vefât ettikten sonra bu sakıncalı durum ortadan kalkmıştır. Zirâ
Kur’an-ı Kerîm, Nebi -sav-’in vefâtından önce tamamlanmış ve muhafaza edilmiştir. Müslümanlar
daha sonra onun sünnetini kaybolup gitmekten korumak için kitaplar haline
getirmişlerdir.
Allah'ın kitabı ve elçisi Muhammed -sav-’in sünnetini
yok olup gitmekten ve onlarla oynamak isteyenlerden muhafaza ettikleri için
Allah Teâlâ, bizden ve müslümanlardan yana onlara en güzel şekilde
mükâfatlarını versin.
Müslümanların
hayatında bid'atların ortaya çıkışı ve bu çıkışın nedenleri:
1. Müslümanların
hayatında bid'atların ortaya çıkışı:
Bu konu, iki mesele altında toplanmaktadır:
Birincisi:
Bid'atların ortaya çıkış zamanı:
"Bilmen gerekir ki, bu ümmet içerisinde ilim ve
ibâdetlerle ilgili bid’atların geneli, bu ümmette râşid halîfelerin son
dönemlerinde ortaya çıkmıştır. Nitekim Nebi -sav- bunu şöyle
haber vermektedir:"Sizden kim,
benden sonra yaşarsa, (dînde) çok
ihtilaflar görecektir. Bu sebeple benim sünnetime ve benden sonraki doğru yolu
bulmuş râşid halîfelerimin sünnetine sarılın." Ebû Dâvûd
İlk
defa ortaya çıkan, Kader, İrcâ, Teşeyyu’ (Şiâlaşma) ve Hâricîlik bid’atlarıdır.
Osman
b. Afvân'ın -radıyallahu anh- öldürülmesin-den sonra ayrılıklar
meydana gelmiş ve ortaya Harûriyye/ Hâricîlik
bid’âti çıkmıştır. İbn-i Abbâs, İbn-i Ömer ve Cabir -radıyallahu anhum-
gibi sahâbenin yaşadığı son dönemde kaderi inkâr edenler ortaya çıkmıştır.
Mürcie de bu döneme yakın bir zamanda ortaya çıkmıştır. Cehmiyye ise, tâbiîn
döneminin sonlarına doğru Ömer b. Abdulaziz’in vefatının ardından ortaya
çıkmıştır.Ömer b. Abdulaziz’in onlar hakkında uyarılarda bulunduğu da rivâyet
olunmuştur. Cehm b. Safvan’ın Horasan’da ortaya çıkışı ise, Hişam b. Abdülmelik
dönemine denk gelir.
Bu
bid’atlar, sahâbenin olduğu bir zamanda 2. asırda ortaya çıkmıştır. Nitekim
sahâbe, bid’atçıları reddedip inkâr etmişlerdir.
Sonra
Mu’tezile bid’atı ortaya çıkmış, müslümanlar arasında fitneler meydana gelmiş,
görüş ayrılıkları, bid’atlara, hevâ ve hevese meyletme hastalığı ortaya
çıkmıştır.
Tasavvuf
bid’atı ile kabirlerin üzerine kubbe gibi türbeler binâ etme bid’atı da, dönemlerin
en hayırlısı olan sahâbe, tâbiîn ve etbâut-tâbiîn dönemlerinden sonra ortaya
çıkmış ve bu fazîletli üç dönemden uzaklaştıkça bid’atlar çoğalarak
yaygınlaşmıştır.
İkincisi:
Bid'atların ortaya çıktığı yerler:
Bid’atların ortaya çıkışı konusunda İslâm ülkeleri çok
çeşitlidir.
"Rasûlullah -sav-’in ashâbının oturduğu, ilim ve
îmânın çıktığı büyük şehirler beştir. Bunlar: Mekke, Medine, Bağdat, Kûfe ve
Şam’dır. Bu yerlerden Kur’an, hadis, fıkıh, ibâdet ve bunlara bağlı olarak
İslâm ile ilgili şeyler çıkmıştır. Medine dışındaki şehirlerde ise köklü
bid’atlar ortaya çıkmıştır. Kûfe’de Şiâ ve Mürcie bid’atları çıkmış ve diğer
şehirlere yayılmıştır. Basra’da Kaderiyye, Mu’tezile ve tasavvufçu bidâtlar
çıkmış ve diğer şehirlere kadar yayılmıştır. Şam’da Nevâsıb ve Kaderiyye
bid’atları vardı. Cehmiyye bid’atı ise Horasan’ın ücrâ kesimlerinde ortaya
çıkmış ve bid’atların en şerlisi olmuştur. Bid’atların ortaya çıkışı, Medîne’ye
uzak oluşuna göre farklılık arz etmiştir. Osman b. Affân -radıyallahu anh-
öldürüldükten sonra müslümanlar arasında ayrılıklar meydana gelince, Harûrîyye
bid’atı ortaya çıkmıştır. Medine, bu bid’atların ortaya çıkmasından uzak bir
şekilde emniyette idi. Medine’de Kaderiyye ve başka topluluklar, bid’atlarını
içlerinde gizlemelerine rağmen, Kûfe’deki Şiâ ve Mürcie bid’atları, Basra’daki
Mu’tezile ve tasavvuf bid’atları ve Şam’daki Nevâsıb bid’atının tersine bu
kimseler, Medine halkı tarafından alçalmış ve baskı altında bırakılmışlardı.
Nitekim Deccâl’in Medine’ye giremeyeceğine dâir Nebi -sav-’den
rivâyet olunan sahih bir hadis vardır. İlim ve îmân, Medine’de İmam Mâlik’in
hicrî 4. asırdaki ashâbının devrine kadar üstün bir durumdaydı."
Dönemlerin en hayırlısı
olan sahâbe, tâbiîn ve etbâut-tâbiîn dönemlerinde Medine’de kesinlikle gözle
görülen herhangi bir bid’at yoktu.
Yine,
diğer şehirlerde ortaya çıktığı gibi, Medine’de dînin esaslarında kesinlikle
bir bid’at ortaya çıkmamıştır.
2. Bid'atların
ortaya çıkış nedenleri:
Şüphesiz
Kur’an ve sünnete sarılmak, bid’atlara ve dalâlete düşmekten bir kurtuluştur.
Nitekim Allah Teâlâ bu konuda şöyle
buyurmuştur:"Şüphesiz
bu (İslâm), benim dosdoğru yolumdur. O halde o yola uyun, dalâlet yollarına
uymayın. Çünkü o yollar, sizi Allah’ın yolundan uzaklaştırır. Allah,
(emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından da kaçınmak sûretiyle azabından)
sakınmanız için bunları emretmiştir." En’am : 153
Nitekim
Abdullah b. Mes’ud -radıyallahu anh-'dan rivâyet
olunan hadiste, o şöyle der: "Rasûlullah -sav- yere bizim için
bir çizgi çizdi. Sonra o çizginin sağına ve soluna çizgiler çizdi. Sonra da
şöyle buyurdu:
-Bu yol, Allah’ın yoludur.Bu yollar ise, dalâlet
yollarıdır.Her yolun üzerinde o yola çağıran bir şeytan vardır. Ardından şu
âyeti okudu:
'Şüphesiz bu (İslâm), benim dosdoğru yolumdur. O halde o yola uyun, dalâlet yollarına
uymayın. Çünkü o yollar, sizi Allah’ın yolundan uzaklaştırır. Allah, (emirlerini
yerine getirmek ve yasaklarından da kaçınmak sûretiyle azabından) sakınmanız için bunları emretmiştir."
İmam Ahmed
Kim, Kur’an ve
sünnetten yüz çevirirse, dalâlet yolları ve sonradan ihdâs olunan bid’atlar
arasında bocalayıp durur.
Bid’atların ortaya çıkmasına neden olan
hususları şu şekilde özetlemek mümkündür:
İslâm dîninin
hükümlerini bilmemek, nefsin arzu ve isteklerine uymak, görüş ve şahıslara körü
körüne bağlanmak, kâfirlere benzemek ve onları taklit etmektir.
Şimdi bu nedenleri
detaylı olarak ele alalım:
1.İslâm dîninin
hükümlerini bilmemek:
Zaman uzadıkça ve
insanlar risâletin (elçinin) izinden uzaklaştıkça ilim azalır ve cehâlet
yaygınlaşır.
Nitekim
Nebi -sav- bunu şu sözü ile haber vermektedir:"Sizden kim benden sonra yaşarsa, (dînde) çok ihtilaflar görecektir. Bu sebeple
benim sünnetime ve benden sonra gelecek olan doğru yolu bulmuş râşid
halîfelerimin sünnetine sarılın." Ebû Dâvûd
Başka bir hadiste şöyle buyurmuştur:"Şüphesiz
Allah, kulları arasından ilmi çekip (kaldırıp) almayacaktır. İlmi âlimlerin
ruhlarını alarak ilmi kaldıracaktır. Taki yeryüzünde bir âlim bile
bırakmayacaktır. Böylece insanlar, câhil kimseleri önder edinecekler ve bu
âlimlere sorular soracaklar, onlar da bilgisizce fetvâ vereceklerdir.
Böylelikle hem kendileri, hem de (fetvâ verdikleri) insanlar
sapıtacaklardır." Buhârî ve Müslim
İlim ve âlimler olmadıkça,
bid’atlara karşı konulamaz. İlim ve âlimler yok olunca da bid’atların ortaya
çıkarak yaygınlaşmasına, bid’at ehlinin de etkin hale gelmesine fırsat tanınmış
olur.
2. Nefsin arzu ve
isteklerine uymak:
Kur’an
ve sünnetten yüz çeviren kimse, hevâsına uyar.
Nitekim Allah Teâlâ bu konuda şöyle
buyurmuştur:"(Ey Nebi!) Şayet onlar,
Başka bir âyette ise şöyle buyurmuştur: "(Ey Nebi!)
Hevâsını ilâh edinen ve kendisine bilgi erişip huccet ikâme edildiği halde,
öğüt dinlemeyip ibret almadığı için Allah’ın kendisini saptırdığı, kulağını ve
kalbini mühürlediği, gözünün üzerine de perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık
Allah’tan başka kim onu doğru yola iletebilir. Siz hâlâ düşünmüyor
musunuz?"
Câsiye : 23
Bid’atlar, ancak nefsin arzu ve isteklerine uymanın
sonucunda ortaya çıkar.
3. Şahısların görüş ve düşüncelerine körü körüne
bağlanmak:
Şahısların görüşlerine körü körüne bağlanmak, kişinin
delile uymasına ve hakkı öğrenmesine engel olur.
Nitekim Allah Teâlâ bu konuda şöyle
buyurmuştur:"Onlara: Allah’ın indirdiği şeye uyun,
denildiğinde onlar, ‘Hayır! Biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’
dediler.Onlar, (Allah hakkında) hiçbir şey anlamamış ve doğruyu da bulamamış
idiyseler, (hâlâ atalarının yoluna mı uyuyorlar?)" Bakara : 170
Bu davranış, günümüzdeki bazı mezhep mensuplarının,
tasavvufçuların ve türbelere ibâdet edenlerin hâlidir. Kur’an ve sünnete uymaya
dâvet edildikleri ve onlardan Kur’an ve sünnete aykırı şeyleri terk etmeleri
istendiğinde mezheplerini, şeyhlerini ve atalarını gerekçe gösterirler.
4. Kâfirlere
benzemek:
Kâfirlere benzemek, bid’atlara düşüren hususların en tehlikelisidir.
Nitekim Ebû Vâkid el-Leysî’den -radıyallahu anh- rivâyet olunan hadiste,
şöyle der:"Biz, daha yeni müslüman
olduğumuz bir halde, (savaşmak için) Rasûlullah
-sav- ile birlikte Huneyn’e çıktık. Müşriklerin, yanında konaklayıp tâzim
gösterdikleri ve bereket ummak amacıyla silahlarını astıkları Zât-u Envât
denilen Sidre ağacının yanından geçtik. Biz:-Ey Allah’ın elçisi! Onların Zât-u Envât ağacı gibi, bize de bir
Zât-u Envât ağacı yapsan’, dedik.Rasûlullah -sav- buyurdu ki:-Allahu Ekber! Sizden öncekilerin
izledikleri kötü yolu siz de izlediniz. Nefsim elinde olan Allah’a yemîn olsun
ki İsrâiloğullarının Musa’ya söylediklerinin aynısını siz de söylediniz. Onlar
Musa’ya:'(Ey Musa!)
Onların ilâhları olduğu gibi, sen de bizim için bir ilâh yap! Musa: Siz,
gerçekten câhil bir topluluksunuz, dedi.’ Muhakkak ki siz, sizden öncekilerin
izlemiş oldukları yola (adım adım)
uyacaksınız."
Tirmizî, hadis no:2181
Bu hadiste, İsrâiloğullarının kendi elçilerinden Allah Teâlâ'nın dışında
kendilerine ibâdet etmek ve onlardan bereket ummak için ilâhlar edinmesini
istedikleri gibi, onları böyle çirkin bir istekte bulunmalarına sevk eden
şeyin, kâfirlere benzemek olduğu anlaşılmaktadır ki, Muhammed -sav-’in (yeni müslüman olan) ashâbından bazılarını,
Allah Teâlâ'nın dışında birisinden bereket ummak için kendilerine bir ağaç
edinmesini istemelerine sevk eden şey de, kâfirlere benzemek olmuştur.
İşte bu, günümüzde olanların aynısıdır. Zirâ müslümanların çoğu, doğum
gününü kutlamak, özel günler ve haftalar düzenlemek, dînî münâsebet ve hâtıralarla
şenlikler düzenlemek, heykel ve anıtlar yaptırmak, yas törenleri düzenlemek,
cenâze bid’atları ve kabirlerin üzerine binâ yapmak gibi bid’at ve şirk olan
şeylerde kâfirleri taklit etmişlerdir.
İslâm ümmetinin
bid'atçılara karşı tutumu ve Ehl-i sünnet ve'l-cemaatin bid'atçılara karşı
izlediği yol:
İslâm ümmetinin
bid'atçılara karşı tutumu:
Ehli sünnet ve'l-cemaat, bid’atçılara karşı koymaya devam etmiş,
bid’atlarını kabul etmeyip onları inkâr etmiş ve onların bid’atlarını
sürdürmelerine her zaman engel olmaya çalışmışlardır.
İşte bunlardan bazıları:
1. Ümmü Derdâ’dan -radıyallahu anhâ- rivâyet olunduğuna göre, şöyle der:
"Ebû Derdâ, (bir gün) hiddetlenmiş bir halde eve girince, ona:
-Sana ne oldu? diye sordum.Bana:-Allah’a yemîn olsun ki, namaz kılmalarından
başka onlarda Muhammed’in dîninden hiçbir şey bilmiyorum (görmüyorum)." Buhârî dedi
2. Amr
b. Yahya’dan rivâyet olunduğuna göre, şöyle der:"Babamı, babasından şöyle
rivâyet ederken işittim: Biz, sabah namazından önce, Abdullah b. Mesud’un
evinin kapısının önünde oturur, onun dışarı çıkmasını beklerdik. Dışarı çıkınca
da onunla birlikte câmiye kadar yürürdük. Yanımıza Ebû Musa el-Eş’arî geldi ve:
-Abdurrahman'ın
babası! (Abdullah b. Mesud) hâlâ dışarı çıkmadı mı? diye sordu.Biz de: -Hayır, daha çıkmadı’
deyince, Abdullah b. Mesud dışarı çıkıncaya kadar yanımıza oturdu. Dışarı
çıkınca hep birlikte ona doğru ayağa kalktık.Ebû Musa ona:-Ey Abdurrahman'ın
babası! Ben, az önce camide bir olay gördüm ve bunu kabul etmeyip reddettim.
Ancak Allah’a hamd olsun ki hayırdan başka bir şey görmedim.Abdullah b. Mesud:
-Nedir o? diye sordu.Ebû Musa: -Yaşarsan onu görürsün', dedi. Daha sonra şöyle
dedi: -Mescitte namazı bekleyen halkalar halinde oturmuş bir topluluk gördüm.
Her halkanın ortasında bir adam, halkanın çevresinde de ellerinde taşlar olan
insanlar vardı. Adam: -Yüz defa Allahu Ekber' deyin, dedikten sonra halkanın
çevresindekiler yüz defa 'Allahu Ekber' diyorlar.Adam: -Yüz defa Lâ ilâhe
illallah' deyin, dedikten sonra halkanın çevresindekiler yüz defa ‘Lâ İlâhe
İllallah’ diyorlar.Adam: -Yüz defa Subhânallah' deyin, dedikten sonra halkanın
çevresindekiler yüz defa ‘Subhânallah’ diyorlar.Abdullah b. Mesud, Ebû
Musa’ya:-Onlara günahlarını saymalarını emredip sevapların-dan da bir şey
eksilmeyeceğini garanti edip söylemedin mi? diye sordu.Ardından o yürüdü,
biz de onunla beraber camideki halkalardan birine gelinceye dek yürüdük.
Halkanın başında durup onlara:-Yapmakta olduğunuzu gördüğüm şey nedir? diye
sordu.Onlar: -Ey Abdurrahman'ın babası! Bunlar, 'Allahu Ekber, Lâ ilâhe
illallah, Subhânallah ve Elhamdulillah' derken, dediklerimizi saymakta
kullandığımız taşlardır' dediler.Abdullah b. Mesud onlara:-O halde
günahlarınızı sayın. Çünkü ben, size sevaplarınızdan hiçbir şeyi
kaybetmeyeceğinizi garanti ederim. Yazıklar olsun size ey Muhammed
ümmeti! Ne kadar da erken helâk oldunuz! İşte bunlar, hayatta olan O’nun
ashâbıdır. İşte bu, O’nun henüz eskimemiş elbisesi, işte bu da kırılmamış
kaplarıdır. Nefsim elinde olan Allah’a yemîn olsun ki siz, ya Muhammed’in
dîninden daha doğru bir dîn üzeresiniz, ya da dalâlet kapısı açan
kimselersiniz!Onlar: -Ey Abdurrahman'ın babası! Allah’a yemîn olsun ki biz,
hayırdan başka bir şey arzu etmedik’ dediler. Abdullah b. Mesud onlara:-İyilik
arzuladığı halde, iyiliği bulamayan nice insan vardır’ dedi.Daha sonra şöyle
dedi.-Nebi
-sav-, Kur’an
okudukları halde, okudukları Kur’an’ın gırtlaklarından aşağıya inmediği bir
topluluğu bize haber verdi. Allah’a yemîn olsun ki o topluluğun çoğu herhalde
sizlersiniz’ deyip oradan ayrıldı. Amr b. Seleme
şöyle der:-Bu kimselerin çoğunu,
Nehravân savaşında Hâricîlerle birlikte bize karşı vuruşurken (savaşırken) gördük." Dârimî no:210
3. Adamın birisi,İmam Mâlik b.Enes’e -rh- gelerek şöyle der:
"İhrama nereden gireyim?"İmam Mâlik ona: -Rasûlullah -sav-’in mîkât olarak tayin edip ihrama girdiği yerden ihrama girersin' dedi.
Adam:-Daha uzaktan ihrama girsem olmaz
mı’ diye sordu. İmam Mâlik: -Daha
uzaktan ihrama girmeni uygun görmüyorum' deyince, adam: -Bunu kerih mi görüyorsun' diye sordu.
İmam Mâlik:-Fitneye düşmeni kerih
görüyorum' dedi. Adam:
-Fitne,iyiliğin (sevabın) fazla
olmasının neresindedir?' deyince, İmam Mâlik:
-Çünkü Allah Teâlâ buyuruyor ki:"O'nun
(Rasûlullah -sav-'in) emrine aykırı hareket edenler, başlarına bir belânın
gelmesinden veya kendilerine acıklı bir azabın isabet etmesinden
sakınsınlar." Nûr : 63
İmam Mâlik: -Rasûlullah -sav-’in tayin etmediği bir
şeyi, senin fazîlet olarak tayin etmenden daha büyük fitne mi olur?" dedi.
Bu saydıklarımız, birer örnektir. Allah’a hamd olsun her asırda İslâm
âlimleri, bid’atçıları inkâr edip reddetmişler ve hâlâ onları inkâr edip
reddetmektedirler.
Ehl-i sünnet ve'l-cemaatin bid'atçılara karşı izlediği
yol:
Ehli sünnet ve'l-cemaatin bid’atçılara karşı izlediği yol, iknâ edici ve
karşısındaki insanı cevap veremeyecek durumda bırakan Kur’an ve sünnet üzere
olan bir yoldur.
Ehli sünnet ve'l-cemaat, öncelikle bid’atçıların ileri sürdükleri
şüpheleri arz eder, sonra da bu şüpheleri geçersiz kılar. Bu konuda, sünnetlere
sıkı sıkıya sarılmanın, bid’atları ve dîne sokulan yenilikleri yasaklamak
gerektiğine dâir Kur’an ve sünnetten delil gösterir. Bu konuda birçok eser
yazarak akâidle ilgili kitaplarda Şiâ, Hâricîler, Cehmiyye, Mu’tezile ve
Eş’arîlerin îmân ve inanç esasları konusunda söyledikleri makalelere reddiyeler
verdi ve bununla ilgili kitaplar yazdı.
Nitekim İmam Ahmed -rh- "Cehmiyye'ye
Reddiye" diye bir kitap yazmıştır. Yine, İmam Ahmed’den başka, Osman
b. Saîd ed-Dârimî -rh- gibi imamlar da bu konuda kitaplar yazmışlardır.
Ayrıca Şeyhulislâm İbn-i Teymiyye, öğrencisi İbn-i Kayyim, Muhammed b.
Abdulvahhâb -rahimehumullah- ve diğer âlimler, kitaplarında bu bâtıl gruplara,
kabircilere ve tasavvufçulara reddiyeler vermişlerdir.
Bid’at ehline reddiyeler vermek için bu konuda
yazılmış özel kitaplara gelince, bunlar pek çoktur.
Bu konuda
eskiden yazılan kitaplar şunlardır:
1. Şâtibî’nin; "el-İ’tisâm" adlı kitabı.
2. Şeyhulislâm İbn-i Teymiyye’nin "İktidâus-Sırâtıl-Mustakîm"
adlı kitabı. Bu kitabın büyük bir bölümü, bid’atçılara reddiyeler vermekle
geçmiştir.
3. İbn-i Vaddâh’ın "İnkârul- Havâdisi vel-Bide’" adlı kitabı.
4. Tartûşî’nin "el-Havâdisu vel-Bide’" adlı kitabı.
5. Ebû Şâme’nin "el-Bâisu alâ İnkâril-Bide’i vel-Havâdis" adlı
kitabı.
Günümüzde bu konuda yazılan
kitaplar şunlardır:
1. Ali Mahfûz’un "el-İbda’u fî Medârril-İbtida’ " kitabı.
2. Muhammed b. Ahmed Şukayrî Havâmidî’nin "es-Sünen
vel-Mubtedeâtul-Muteallika bil-Ezkâri ves-Salavât" adlı kitabı.
3. Abdulaziz b. Baz’ın "et-Tehzîr
minel-Bide’" adlı risâlesi.
Allah Teâlâ'ya hamd olsun, günümüzde İslâm âlimleri, müslümanları
bilgilendirip aydınlatma, bid’atları ortadan kaldırma ve bid’atçıları da
kontrol altına alma konusunda büyük etkisi olan gazete, dergi, radyo, Cuma
hutbeleri, sempozyum ve konferanslar yoluyla bid’atları reddetmekte ve
bid’atçılara reddiyeler vermektedirler.
Günümüzdeki
bid'atlara örnekler:
Zamanın ilerlemesi, ilmin azalması, bid’atlara, dînin emir ve
yasaklarına aykırı olan şeylere çağıran dâvetçilerin çoğalması ve Nebi -sav-’in:"Muhakkak
ki siz, sizden öncekilerin izledikleri yola (adım adım) uyacaksınız." Tirmizî
Sözü gereği, geleneklerde ve dîni merasimlerde kâfirlere benzemenin
hızla yayılması sebebiyle günümüzde bid’atlar çoğalmıştır.
Günümüzdeki bazı
bid’atlara örnekler:
1. Mevlid-i Nebevî’yi (Mevlid Kandilini) kutlamak.
2. Bazı mekânlardan, eserlerden, ölülerden veya bunun gibi şeylerden
bereket ummak (bunlarla teberrükte bulunmak).
3. İbâdetler alanında yapılan bid’atlar ve bu bid’atlarla Allah Teâlâ'ya
yakınlaşmaya çalışmak.
1. Rebiül-Evvel
ayında Nebi -sav-’in doğum gününü (Mevlid Kandilini) kutlamak:
Bu davranış, İsa -aleyhisselâm-'ın doğum gününü kutlama merasimi olarak
bilinen hususta hıristiyanlara benzemektir. Câhil müslümanlar ya da sapıtmış
âlimler, her yıl Rebîul-Evvel ayında Muhammed -sav-’in doğumu münâsebetiyle O’nun doğum gününü kutlamaktadırlar.Kimi
müslümanlar, bu merâsimi câmilerde, kimisi evlerde, kimisi de bu iş için
hazırlanan yerlerde düzenlemektedirler. Bu merâsimlere ayak takımı ve birçok
câhil insan iştirak ederek hıristiyanların İsa -aleyhisselâm-’ın doğum gününü
kutladıkları gibi kutlayarak onlara benzemektedirler.
Genellikle bu kutlamalarda, Rasûlullah -sav- hakkında aşırıya gidilen kasîdeler okunan, Allah'a değil de Rasûlullah -sav-’e yalvaracak ve O’ndan yardım dileyecek dereceye
varacak şekilde şirke götüren ameller ve çirkin şeylerle doludur. Oysa Nebi -sav- aşırı bir şekilde övülmeyi yasaklaya-rak şöyle
buyurmuştur:"Beni, hıristiyanların
Meryem oğlu İsa’yı aşırı bir şekilde övdükleri gibi övmeyin.Ben, ancak bir
kulum ve (benim için) Allah’ın kulu
ve elçisidir, deyin." Buhârî
Mevlid-i Nebevî’yi kutlayanlar, kutlamalarında Nebi -sav-’in hazır bulunduğuna bile inanmaktadırlar.
Bu kutlamalarda çalgılar çalınıp topluca kasîdeler söylenmekte, defler
çalınmakta ve bid’atçı tasavvufçuların yaptığı zikirler gibi çirkin şeyler vukû
bulmaktadır.
Yine, (bazı ülkelerde) erkeklerle kadınlar bu kutlamalarda bir arada
gelmektedir ki, bu davranış, fitne ve hayâsızlığa kadar götürmektedir.
Bu
kutlamalarda, -iddiâ ettikleri gibi- bu sakıncalı durumlar olmasa ve sadece toplanmak,
yemek yemek ve sevinmek için bile olsa dîne sonradan sokulan bir yeniliktir.
Dîne sonradan sokulan her yenilik ise, bid’attır.
Nitekim
Nebi -sav- bu konuda şöyle buyurmuştur:
"(Dîne
sonradan sokulan) her yenilik,
bid’attır, her bid’at da dalâlettir."
Yine,
başka kutlamalarda yapılan çirkin şeyler, bu kutlamalarda da ileri gidilerek
aynı şeyler yapılabilir.
Mevlid-i
Nebevî’yi kutlamak, bid’attır, dedik. Çünkü bunun Kur’an ve sünnette hiçbir
delili yoktur. Sahâbe, tâbiîn, etbâut-tâbiîn ve selef-i sâlih’ten hiç kimse
bunu yapmamıştır. Mevlid-i Nebevî, hicrî 4. asırdan sonra kutlanmaya başlanmış
ve ilk defa ortaya çıkaranlar da şiânın bir kolu olan Fâtımîler olmuştur.
Bu
doğum gününü kutlamakla ilgili olarak Kur’an ve sünnetten ne bir delil, ne de
dînde bize örnek olan ve ilk müslümanların izledikleri şeylere sımsıkı sarılan
bu ümmetin âlimlerinden böyle bir şeyin nakledildiğini biliyorum. Aksine bu
kutlama, işsiz-güçsüz ve nefislerinin hevâsına uyan yiyicilerin ihdâs ettiği
şeylerdir."
"Bazı
insanların çıkardıkları bu şeyde, ya İsa-aleyhisselâm-’ın doğum gününü kutlayan
hıristiyanlara benzeme vardır ya da Nebi
-sav-’e sevgi duymak ve saygı
göstermek için yapılır. İnsanlar, doğum gününü kutlama konusunda farklı
olmalarına rağmen, her kim Nebi -sav-’in doğum gününü bayram edinirse, (bilsin ki) ilk
müslümanlardan hiç kimse bunu yapmamıştır. Bu işte hayır olsa veya bunu yapmak
tercihli bir görüş olsaydı, onlar Nebi -sav-’i bizden daha çok sever ve ona saygı duyarlardı. Zirâ
onlar, hayra bizden daha düşkün idiler. Nebi -sav-’i sevmek ve ona saygı göstermek,
ancak O'nun yaptığı gibi yapmak, O'na itaat etmek, O'nun emirlerine uymak,
gizli ve açık olarak sünnetini yaşatmak, gönderildiği bu dîni yaymaya çalışmak
ve bu uğurda kalp, el ve dil ile cihâd etmektedir. Çünkü bu yol,Muhâcir, Ensâr
ve onlara en güzel şekilde uyan ilk müslümanların yoludur."
Nebi
-sav-’in doğum gününü kutlama bid’atını reddetme konusunda
eskiden olduğu gibi, günümüzde de çeşitli risâle ve kitaplar yazılmıştır. Bunun
bid’at ve hıristiyanlara benzeme oluşunun yanında bu olay evliyâ, şeyh ve
liderlerin doğum günlerini kutlama gibi, başka doğum günlerini kutlamaya kadar
götürür ki bu, birçok şer kapısının açılmasına sebep olur.
2. Mekanlardan,
nebilerden ve salihlerden geriye kalan eserlerden, ölü veya hayatta olan
şahıslardan bereket ummak:
Dînde sonradan çıkarılan yeniliklerden birisi de, yaratılanlardan
bereket ummaktır ki bu hareket, putperestliğin başka bir şekli ve saf
insanların mallarını bu yolla avlayan kiralık insanlar şebekesidir.
Teberrük kelimesi, bereket istemek demektir ki bu, bir şeyde iyiliğin
sâbit olması ve ziyâdeleşmesidir. Bir şeyde iyiliğin sâbit olması ve
ziyâdeleşmesini istemek, ancak bu iyiliğe sahip olan ve ona güç yetiren
tarafından mümkündür ki o da Allah Teâlâ'dır. Bereketi indiren ve onu sâbit
kılan sadece O’dur. Yaratılan kimse bereket vermeye, onu yoktan var etmeye,
bereketin kalmasını sağlamaya veya onu sâbit kılmaya güç yetiremez.
Mekânlardan, nebilerden veya sâlihlerden geriye kalan eserlerden,sağ
veya ölü kimselerden bereket ummak, câiz değildir. Çünkü o şeyin bereket
verdiğine inanılırsa, bu şirktir. O mekânı ziyâret edip oraya el-yüz sürmekle,
Allah Teâlâ tarafından bereketin hâsıl olunacağına inanılırsa, bu da şirke
götüren bir yoldur.
Sahâbenin, Nebi -sav-’in saçı, tükürüğü ve bedeninden geriye kalan şeylerden bereket umulmasına gelince bu,
Nebi -sav- sağ ve sahâbe ile
birlikte iken kendisine has olan bir durumdu. Bunun en açık delili sahâbe,
Nebi -sav-’in vefâtından sonra ne O'nun odasından ve kabrinden bereket ummuş, ne onun
namaz kıldığı yerlere yönelmiş, ne de O'nun oturduğu yerlerden bereket
ummuşlardır. Onlar bunu yapmadıklarına göre, evliyânın makamından bereket
ummamak daha önce gelir. Onlar, Ebû Bekir ve Ömer gibi sahâbenin en
fazîletlileri olan sâlih kimselerden ne hayatta, ne de vefât ettikten sonra
bereket ummuşlardır.Sahabe, namaz kılmak veya duâ etmek için Hirâ mağarasına da
gitmemişlerdir.
Yine, namaz kılmak veya duâ etmek için Allah
Teâlâ’nın, Musa -aleyhisselâm-
ile konuştuğu Tûr dağına gitmemişlerdir. Bunun dışında evliyâ makamlarının
olduğu söylenen dağlara veya herhangi bir nebinin ayak izinin üzerine inşâ
edilen bir türbeye de gitmemişlerdir.
Aynı şekilde seleften hiç kimse, ne Mescid-i Nebevî, ne Mekke, ne de başka bir yerde Nebi -sav-’in devamlı olarak namaz kıldığı hiçbir yeri istilâm edip öpmemiştir.
Nebi
-sav-’in mübârek ayaklarını
bastığı ve namaz kıldığı yerlere el-yüz sürüp öpmek, ümmeti için câiz
olmadığına göre, Nebi
-sav-’den başkasının namaz kıldığı veya uyuduğu
yerin öpülüp oradan bereket umulacağı nasıl söylenebilir?
İslâm âlimleri, ayak basılan ve namaz kılınan
buralara el-yüz sürüp öpmenin, Nebi -sav-’in şeriatından olmadığını, bunun islâm dininde asla yerinin olmadığını
kesinlikle ifade etmişlerdir.
3. İbâdetler ve
Allah'a yakınlaşma alanında yapılan bid'atlar:
İbâdetler alanında günümüzde çıkarılan birçok bid’at
vardır. Zirâ ibâdetlerde aslolan, Kur’an ve sünnet ile sâbit olmasıdır. Kur’an
ve sünnetten uzak, delilsiz olarak yapılan bir ibâdet, câiz değildir. Delilsiz
yapılan her amel de bid’attır.
Çünkü Nebi -sav-: "Kim, işimiz (dînimiz) üzere olmayan bir iş işlerse, o işlediği şey reddolunmuştur (bâtıldır
ve kendisine itibar edilmez)."
Buhârî ve Müslim buyurmuştur.
Günümüzde yapılan ve hiçbir delîli olmayan ibâdetler pek
çoktur. Bunlardan bazıları şunlardır:
1. Namaz
kılarken açıktan niyet etmek.
Örneğin: "(Allah rızâsı için) falanca namazı kılmaya niyet ettim"
demek, bid’attır. Çünkü açıktan niyet etmek, Nebi -sav-’in sünnetinden değildir.
Oysa Allah
Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur:"(Ey Nebi! Onlara) de ki: Siz, dîninizi
(ve içinizde olanları) Allah’a mı öğretiyorsunuz (haber veriyorsunuz). Oysa
Allah, göklerde ve yerde olanları bilir. Allah, her şeyi hakkıyla
bilendir."
Hucurât : 16
2. Farz namazlardan sonra topluca tesbih çekmek. Çünkü bu hususta câiz
olan şey, vârid olan bu tesbihatı tek
başına herkesin kendisinin çekmesidir.
3.Bazı münâsebetlerde veya duâdan sonra veyahut da
ölünün ardından Fâtiha sûresinin okunmasını istemek (el-Fâtiha demek).
4. Ölünün arkasından yas töreni düzenlemek, yemek
yapmak, tâziye olduğunu veya bunun ölüye fayda verdiğini iddiâ edip ücret
karşılığında Kur’an okuyan kimseler kiralamak (Kurân okutmak), işte bütün
bunlar bid’attır. Dînde aslı olmayan ve Allah Teâlâ’nın hakkında hiçbir delil
indirmediği ağır şeyleri yüklenerek sorumluluk almak ve boyna zincir vurmaktır.
5. İsrâ ve Mîrâç gecesini, hicreti kutlamak gibi,
dînî günleri kutlamak. Bu günlerde kutlamalar yapmanın dînde hiçbir aslı
yoktur.
6. Receb ayında, bu aya has olmak üzere Recebiye
umresi, nâfile namaz ve oruç gibi ibâdetleri yerine getirmek. Umre yapmak, oruç
tutmak, namaz kılmak, ibâdet amacıyla kurban kesmek veya başka yönlerden bu
ayın diğer aylara göre hiçbir ayrı üstün özelliği yoktur.
7. Tasavvufçuların yaptıkları duâ ve zikirlerin her
türlüsü, bid’at ve dîne sonradan sokulan yeniliklerdir. Bu duâ ve zikirler,
câiz olan duâ ve zikirlerden, yapılış olarak, görünüş ve yapıldığı vakitler
olarak tamamen farklıdır.
8.Şaban ayının 15.gecesini ibâdete, gündüzünü ise
oruç tutmaya has kılmak. Oysa Nebi -sav-’den bu gün ve geceye has olan herhangi bir şey sâbit olmamıştır.
9. Kabirlerin üzerine kubbe gibi şeyler yapmak ve
buraları namaz kılınan mescitler haline getirmek, bereket ummak için buraları
ziyâret etmek, kabirlerde yatan ölülerle Allah Teâlâ'ya tevessülde bulunmak ve
şirke götürecek başka şeyler yapmak. Kadınların kabirleri ziyâret etmeleri de
böyledir. Rasûlullah -sav- kabirleri ziyâret eden
kadınlara, kabirleri namaz kılınan mescitler edinen ve kabirlerin üzerinde kandiller
yakan kimselere lânet etmiştir.
SONUÇ:
Sonuç
olarak diyebiliriz ki bid’atlar, küfre götüren ve Allah Teâlâ ile elçisi Muhammed
-sav-’in meşrû kılmadığı fazla bir dîndir.
Bid’at,
büyük günahtan daha şerlidir. Çünkü şeytan, bid’at işlenmesine, büyük günah
işlenmesinden daha çok sevinir. Zirâ günah işleyen kimse, günah işlerken onun
günah olduğunu bilir ve o günahı işledikten sonra tevbe edebilir. Ancak bid’at
işleyen kimse, işlediği bid’atın dîn olduğuna ve yaptığı şeyin kendisini
Allah'a yaklaştırdığına inandığı için o işten tevbe etmez. Bid’atlar,
Nebi -sav-’in sünnetlerini ortadan kaldırır, onları yaşamayı ve Ehl-i
sünneti bid’atçılara çirkin gösterir.
Bid’atlar, bir mü’mini Allah'tan
uzaklaştırır, O’nun gazabını, acıklı azabını
Bid'atçılara nasıl davranılması gerekir?
Nasihat
etmek ve yaptığı bid’atları reddetmenin yanında, bid’atçının ziyâret edilmesi
ve onunla oturulması haramdır. Çünkü bid’atçı ile bir arada bulunmak, onunla
bir arada bulunan kimseyi kötü yönde etkiler ve onun bu hastalığının başkasına
yayılmasına sebep olur.
Bid’atçıların,
bid’atları işlemelerine engel olmak ve onları bid’atlardan alıkoymak mümkün
olmadığı takdirde,onlardan ve onların şerrinden sakınılması gerekir.Böyle
yapılmazsa, müslüman âlimlerle yöneticilerin bid’atları yasakla-maları, bid’atçıları
engellemeleri ve şerlerini yaymalarına engel olmaları gerekir. Zirâ onların
İslâm dîni üzerindeki tehlikeleri çok büyüktür. Ayrıca bilinmesi gerekir ki,
kâfir devletler, bid’atlarını yaymaları için bid’atçıları teşvik edip onlara her
türlü yollarla yardım etmektedirler. Çünkü onlar, bu yolla İslâmı ortadan
kaldırmak ve onu çirkin göstermek istemektedirler.
Allah
Teâlâ’dan dînine yardım etmesini, sözünü yüceltmesini, düşmanlarını yardımsız
ve yüzüstü bırakmasını dileriz.