Bazıları işlemiş oldukları günahlara kaderi sebep göstererek kılıf bulmaya çalışırlar. Bu insanlar: "Şâyet Allahu Teâlâ daha beni ve hatta gökleri ve yeri yaratmadan önce benim kaderimi bu şekilde takdir etmişse, benim bu günahlardan kurtulmam mümkün değildir? Allah benim için takdir ettiği kötü kader nedeniyle bana neden azap etsin ki?!" şeklinde bazı iddialarda bulunarak günahlarına kılıf uydurmaya çalışırlar.
Kur'an-ı Kerim bu kişilerin bu iddialarını boşa
çıkarmış ve bu iddiaların bâtıl iddialar olduğunu ve bu iddiaların kıyâmet günü
o kişilere fayda vermeyeceğini belirtmiştir.
Böyle bir iddiada bulunan kişi aynı zamanda şu iddiada
da bulunması gerekir: Mademki sevap işleyenler bu sevapları kaderleri
olduğu için mecbûri olarak işliyorlar o halde nasıl olurda bu
yaptıklarından dolayı mükâfatlanmayı hak ederler?
Günah ve sevap işleme konusunda kaderi sebep
göstererek mantık yürütmek doğru ve adaletli bir davranış olamaz.
Allahu Teâlâ bu iddiayı Kur'anında, En'âm sûresinin
148. âyetinde şu şekilde boşa çıkararak bunu ilimsiz ve cahilce bir söz olarak
nitelendirmiştir:"Allah'a şirk koşanlar diyecekler ki: «Allah
dileseydi ne biz O'na ortak koşardık, ne de atalarımız. Hiç bir şeyi de
haram kılmazdık.» Onlardan öncekilerde aynı şekilde (peygamberler ve onların
getirdiklerini) yalanladılar, tâki azabımızı tadana kadar. De ki: Yanınızda
bize açıklayacağınız bir bilgi var mı? Siz zandan başka bir şeye uymuyorsunuz
ve siz sadece yalan söylüyorsunuz."
Bu âyette Allahu Teâla kaderi bahane ederek şirk
koşmalarının kendi ellerinde olmadığını iddia etmeye çalışan bu
müşriklerin atalarının da aynı yalanı söylediklerini, onların kendilerine azap
gelene kadar bu yalanlamayı sürdürdüklerini ifâde etmektedir. Şâyet onların
getirdikleri bu bâtıl deliller doğru olsaydı kendilerine azap isabet etmezdi.
Daha sonra Allahu Teâlâ, Peygamberine bu iddialarını ispat etmeleri için o
müşriklerden delil istemelerini emretmekte ve ardından onların aslında
iddialarını ispatlayacak hiçbir delile sahip olmadıklarını, onların zan
kurmaktan başka bir şey yapmadıklarını ifâde etmektedir.
Kader bir sırdır, o vuku bulana kadar onu Allah'tan
başka hiç bir kimse bilemez. Günahkâr insan, yapmak istediği o günahın
kendisine Allah tarafından yazıldığını nereden biliyor ki, hemen kalkıp o fiili
yapıyor!? Misal olarak söyleyelim: Böyle bir kişi Allah'ın kendisine isyan
yerine itaat yazmış olabileceğini düşünerek neden iyi amelde bulunmuyor!? O
insan, günah işlemek için kullandığı o gücü ve iradeyi, "Allah bana itaat
etmemi yazdı" diyerek, Allah'a itaat etmek için kullanamaz mı!? Neden,
özellikle nefsine söz geçiremeyip boğazına kadar günaha batanlar bu tür
iddialarda bulunurlar da itaat edenler "Biz ister istemez alnımıza yazılı
olduğu için itaat ediyoruz" diyerek bu tür bir iddiada bulunmazlar!?
Allahu Teâlâ insana akıl, fikir ve anlayış vererek onu
diğer mahluklardan üstün kılmış, ona peygamberler ve kitaplar göndermiş,
faydalı ve zararlı şeyleri onlara bildirmiş, ona hür bir irade ve güç vererek
iki yoldan birini seçme hürriyeti vermiştir. Bütün bunlara rağmen neden
bu günahkâr insan kendisine zararlı olacak yolu seçmektedir!?
Bir insan bir yere yolculuk etmek istediği zaman onun
için çeşitli yol seçenekleri vardır. Bu seçeneklerden bazıları kolay ve
emniyetli iken diğer bazıları da zor ve emniyetsizdir. Bu insan elbette bu
seçeneklerden uygun olanını seçme hürriyetine sahiptir. Akıllı insan elbette
kendisine Allah tarafından öyle takdir edildiği iddiasında bulunarak kötü ve
korkunç olan yolu tercih etmeyecek, aksine kendisi için emin ve güvenilir olan
yolu seçecektir. Şâyet kendi hür iradesi ile kendisi için zor ve tehlikeli olan
yolu seçse ve sonra da "Bunu bana Allah yazdı" dese onun bu hali,
insanlar tarafından saflık ve delilik olarak nitelendirilecektir.
Hiç şüphe yok ki, insan doğru yolu seçerken de,
eğri yolu seçerken de bunu kendi hür iradesi ile yapmaktadır. Hiç bir insanın
kendi hür iradesi ile, kendisi için uygun olan yolu seçtikten sonra "Bunu
bana Allah yazdı, ben de mecburen yapmak zorunda kaldım" demeye hakkı
yoktur. Böyle bir iddiada bulunsa bile hiç bir mantık bunu kabul edemez. Günlük
hayatta da görmekteyiz ki; bütün insanlar rızıklarını kazanabilmek için çaba
sarf etmektedirler. Hiç kimse evine kapanıp kaderi bahane ederek kendi rızkını
beklememektedir.
Dünyayı kazanmak için gayret göstermekle Allah'a
itaatte gayret göstermek arasındaki fark nedir? Neden bu iddialarda bulunan
insanlar Allah'a itaati terk ederken kaderi bahane ederler de, dünyayı kazanmak
için yapacak oldukları işlere var güçleri ile sarılırlarken kaderi bahane
ederek evlerinde oturup rızıklarını beklemezler!? Anlamak isteyen için bu konu
gâyet açıktır. Fakat hevâ ve hevese uymak kulakları sağır gözleri kör
etmektedir.
Hiç kimsenin
tamamen kendi seçimi ile yapmış olduğu günahlara kaderi bahane etmeye hakkı
yoktur. Zîrâ kişi bu yaptıklarını kendi hakkında neyin yazılı olduğunu
bilmeden, tamamen kendi hür iradesi ile yapmış ve hiç kimse veya güç kendisini
buna zorlamamıştır. Kaderin nasıl olduğunu Allah'tan başkası bilemez. Bu ancak
vuku bulduktan sonra ortaya çıkacaktır. Allahu Teâlâ lokman sûresinin 34.
âyetinde şöyle buyurur:"Hiç bir kimse yarın ne kazanacağını
bilmez"
Burada şunu da belirtelim insanlardan bazılarının
yıldızlara veya fala bakma yoluyla kaderi bildiğini iddia etmesi tamamen
safsatadan başka bir şey değildir. Bu durum bâtıl inançları kullanarak gâfil
insanların duyguları ile oynama ve onların ceplerinden para çalma
operasyonudur. Bu gibi şeylere inanmak akla, mantığa, ilim ve bilime tamamen
aykırıdır. Tabî ki bir müslüman kesinlikle böyle safsatalara inanamaz ve şâyet
nefsine uyup inanacak olursa bu inancıyla müslümanlık dairesinden çıkarak kâfir
olur.
İşin garip tarafı kendilerini akıldan ve bilimden yana
gören bazı dergi ve gazeteler fal ve burçlar ile ilgili uydurma safsatalarla
dolu bir takım köşeler düzenleyerek bu safsataları müslümanlara
benimsetmeye gayret göstermektedirler. Buna karşın aynı gazete ve
dergiler akla mantığa aykırı ve dogmatik olduğu iddiasıyla islam dininin
getirmiş olduğu birçok esasa saldırmaktadırlar.
Asıl konuya dönerek bu söz konusu iddialarda bulunan
insanlar için şöyle bir örnekle bu meseleyi biraz daha açalım: Şâyet size iki
iş sunulsa, bu işlerden biri diğerine göre hem daha kolay hem de yüksek maaşlı
olsa hiç şüphe yok ki, siz kolay ve maaşı yüksek olan işi seçersiniz. Öyleyse
nasıl olur da size âhirette sunulacak olan iki mekandan, hür iradenizle
kötüsünü seçip daha sonra suçu kendinizde değil de kaderde bulursunuz!?
İnsanoğlunun vücudunda bir hastalık meydana
gelse elindeki bütün imkânları kullanıp bu hastalığın çaresine bakacaktır.
Öyleyse nasıl olur da kalbinde meydana gelen ve sonuç itibari ile maddi
hastalıklardan daha tehlikeli olan bu tür mânevi bir hastalığın çaresine
bakmayıp suçu başka şeylerde arar!?
Hiç bir kötülük Allah'a intisap ettirilemez.
Zîrâ O'nun hikmeti ve rahmeti kâmildir ve eksiklik kabul etmez. Allah'ın Resûlü
(Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurur:"Şer fiiller sana ait
değildir"
Allah bizzat kötü bir fiilin bizzat kendisini dileyip
bunu takdir etmez. Zira kötü bir fiilin bizzat kendisinin Yüce Allah tarafından
murad olunabileceğini düşünmek O'nun mütekâmil olan hikmet ve rahmetine
aykırıdır. Örneğin; Yüce Allah'ın günahlarda aşırı giden kavimleri
cezâlandırmak kastıyla onlara gönderdiği cezâların bizzat kendisi murad
olunmayıp, gâye; söz konusu isyankârların kendi elleri ile kazanıp sebep
oldukları cezânın gerçekleşmesidir. İşte Allah'ın takdir etmiş olduğu olaylar
bu yönüyle cezalandırma fiillerini içermektedir. Bunun örneğini Peygamberimiz
(Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in torunu Hasan'a öğrettiği kunut dualarının
içinde geçen şu ibârede görmekteyiz:"Takdir edip uyguladığın
olayların cezalandırma içereninden beni koru"
Burada Allahu Teâlâ şerri, takdir ettiği olaya izafe
etmiştir. Bununla birlikte şer diye bilinen olaylar her yönüyle tamamen şer
değildir. Bilakis bu olaylar bir yönü ile şer olmakla beraber, başka bir
yönüyle hayır olabilmektedir. Örneğin, yeryüzünde meydana gelen kuraklıklar,
hastalıklar, fakirlik ve korkunç olaylar şerdir, fakat bu olaylara sabır
gösterildiği takdirde, âhirette bir çok hayrın kazanılmasına vesile
olabilecektir. Allahu Teâlâ Rûm sûresinin 41. âyetinde şöyle buyurmaktadır:"İnsanların
bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde bozulmalar meydana geldi,
ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın. Belki de onlar bu şekilde
(tuttukları yoldan) vazgeçerler"
Örneğin hırsızın elinin kesilmesi, zinâ edenin
taşlanması hırsız ve zinakâr için şerdir. Lâkin başka yönden bu olaylar onların
hayrınadır. Onların çektikleri bu cezâ yapmış oldukları bu günahlara kefâret
olacak ve onları âhiretin can yakıcı ve devamlı olan azabından koruyacaktır.
Ayrıca bunun başka bir faydası da toplumda mal, can, ırz ve nesep emniyetini
sağlamasıdır.