DİNDE ÖLÇÜLÜ OLMAK
"And olsun ki, biz peygamberlerimizi açık hükümlerle gönderdik ve insanların ölçülü hareket etmeleri için beraberlerinde kitap ve mizanı indirdik." Hadid: 57/25
Bilinmiş olsun ki, İslâmiyet hüdâ'dır, hevâ değildir. O, vahiydir, düşünce değildir. Bu sebeple, onu hevâ ve düşünceye göre tasavvur etmek veya bunların ölçülerine uydurmak yanlıştır. Doğru ve gerekli olan, İslâmiyet'i kendi semavî ölçüleri içinde kabul etmek ve yine bu ölçülerle yaşamaktır. Lâkin insanların bir kısmı bu doğru ve gerekli olana yanaşmazlar. Onlar, İslâmiyet'i kendi hevâ ve düşüncelerine uydurmaya çalışırlar. Kendileri bu işe şu veya bu şekilde Müslümanlık deseler bile, yaptıkları iş hakikatte İslâmiyet'i tahrif etmek ve bozmaktır. Bu ve benzeri yaklaşımların sahipleri hakkında Cenâb-ı Hâk şöyle buyurmuştur:
"Onlara, yeryüzünde bozgunculuk yapmayın! Denildiği zaman, kendileri, "Biz ancak ıslâh edicileriz", derler. Haberiniz olsun, onlar bozgunculardır; fakat kendileri bunun farkında değildirler." Bakara: 2/12
Bunun farkında olmamalarının sebebi ise, bozgunculuk ve ıslâhı kendi heves ve düşüncelerinin ölçülerine göre belirlemeye kalkmaları ve bu yüzden bunları karıştırmaları ve hatta yerlerini değiştirmeleridir.
İslâm'ın ölçüleri Kur'ân-ı Kerim ve Allah Resûlü'nün sünnetidir. Bir şeyin İslâm olup olmadığı veya ona uyup uymadığı bu ölçülere göre tayin edilir. Bu tayini yapabilmek için de Kur'ân ve Sünneti çok iyi bilmek lâzımdır. Bunlar bilinmeden veya bilindikleri halde başka ölçülere göre İslâmiyet'i anlamaya ve anlatmaya kalkmak, dediğimiz gibi, onu bozmaktır. İslâmiyet'i bozmak ise ilk bakışta ancak ona inanmayan düşmanlarının yapabileceği bir şey gibi görülse bile, bu düşman işine bazen onun dostluğunu kimseye kaptırmayan ve hatta kimseyle paylaşmayan bazı müslümanlar da tevessül edebilirler. Nitekim daha önceleri Yahudiler Tevrat'ta tahrifat yaparken, Hıristiyanlar İsa'yı (as) ilâhlaştırırken, hatta Araplar kendi kendilerine bazı hayvanları haram sayar ve putlara taparken, elbetteki kendi dinlerinin düşmanları değil onun dostlarıydılar. Ama bozmak bozmaktır Onu, düşmanın veya dostun yapmış olması işin mâhiyetini değiştirmez. İslâm'da da vaktiyle bu türlü sapmaları gösterenlerin bir kısmı görünürde onun dostlarıydılar. Hatta taassup derecesinde ona bağlıydılar. Örneğin; Hâriciler Allah'ın diniyle hükmetmemeyi ve O'na karşı günah işlemeyi küfür sayarken, herhalde bunu Allah'a düşmanlıklarından değil, bağlılık ve sevgilerinden dolayı yapmışlardır. Fakat bu bağlılık ve sevgi, Hüdâ ölçülerine göre değil, hevâ ölçülerine göre olduğu ve bu sebeple dini bozduğu ve onun adına aşırılıklara yol açtığı için, Allah tarafından kabul edilmemiş ve Hâriciler, buna rağmen, Allah Resûlü'nün tespitiyle dinden çıkmış bir taife olarak ilân edilmişlerdir. Müslim'in rivayetine göre Allah Resulü (as) şöyle buyurmuştur: "Benden sonra ümmetimden bir taife olacak. Bunlar Kur'ân okuyacaklar; fakat okudukları, onların gırtlaklarını geçmeyecek. Onlar, okun avı delip geçmesi gibi dini delip geçecek ve ondan (öylece) ayrılacaklardır."
Ebu Davut'un rivayetine göre de, Allah Resulü (as) şöyle buyurmuştur:
"Ümmetimde ihtilâf ve ayrılma olacak ve bundan bir taife doğacaktır. Bu taife, güzel söz söyleyecek, fakat kötü amel yapacaktır. Bunlar, Kur'ân okuyacaklar; fakat okudukları onların gırtlaklarını geçmeyecek. Onlar, okun avı delip geçmesi gibi dini delip (yaralayıp) geçecek ve ondan ayrılacaklardır... Bunlar, insanları Allah'ın kitabına davet edecekler; fakat kendilerinin bu kitapla ilişkileri yoktur. Onlar, yaratılmışların en şerlisi ve kötüsüdürler...”
Müslim ve Ebu Davud'un müşterek rivayetlerine göre, Hâriciler, Hz. Ali'ye karşı ayaklanıp "Hüküm ancak Allah'ındır" dediklerinde, Hz. Ali (r.a.) şunları söylemiştir:
"Bu söz haktır; fakat onu söyleyenlerin niyetleri hak değildir. Allah Resulü (as), bazı insanları vasıfları ile haber vermişti. Ben, o vasıfları bu kimselerde görüyorum. Bunlar Hakkı söylerler; fakat söyledikleri gırtlaklarını geçmez. Bunlar, Allah'ın en çok buğuz ettiği yaratıklarındandır."
Müslim'in rivayetine göre, Hz. Ali (r.a.) bir konuşmasında şunları söyledi; "Ey insanlar! Ben, Allah Resûlü'nden şu sözü dinledim:
“Ümmetimden bir taife çıkacak. Onların Kur'ân okuması yanında siz kendi okumanızı küçümseyeceksiniz; onların namazları yanında siz kendi namazınızı küçümseyeceksiniz; onların oruçları yanında siz kendi orucunuzu küçümseyeceksiniz. Bunlar, okudukları Kur’ân'ın kendi lehlerinde olduğunu zannedecekler; halbuki o, aleyhlerindedir. Namazları (namazlarındaki kıraat, zikr ve duâ) da gırtlaklarını aşmayacak. Onlar, okun avı delip geçmesi gibi, İslâm'ı delip geçeceklerdir..."
Ben, bu taifenin Hâriciler olduğunu zannediyorum. Çünkü bunlar haram olan müslüman kanını akıtıyorlar, mal ve hayvanlarını yağmalıyorlar." Tâc 5/314-316.
Burada, Hâricilerin kimler olduğu ve dindeki aşırılıklarının neler olduğu hakkında kısa bir bilgi vermekte yarar vardır. Çünkü bunlar bilinirse, günümüzde onlan tekrarlamak veya benzerlerine vucud vermek (varlık kazandırmak) tehlikesinden sakınmak daha kolay olacaktır.
Hz. Ali (r.a.) ile Hz. Muâviye orduları Sıffin'de savaşıyorlardı. Hz. Muaviye, galibiyetin Hz. Ali (r.a.) tarafına geçtiğini görünce, ondan (Hz. Ali'den) savaşı durdurup tartışma konusu olan hilâfet'in kime âit olması gerektiği hususunda karar vermek üzere hakem tayin edilmesini teklif etti. Hz. Ali (r.a.) daha fazla müslüman kanının dökülmemesi için bu teklifi kabul etti ve savaşı durdurdu. Hz. Ali bu davranışı ile Cenâb-ı Hakk'ın "Karşı taraf barışırsa sen de barış" Enfâl: 8/61 emrine uymuş oluyordu. Fakat onun ordusundaki bir grup, hakeme müracaat teklifini ve bu teklifi kabul etmeyi yanlış buldular ve şöyle dediler:
"Hüküm ancak Allah'ındır. Hakem de sadece Allah'tır." Ondan sonra da Hz. Ali (r.a.)'nin ordusundan ayrıldılar. Bu insanlara göre, hakem meselesinden dolayı Hz. Ali de, Hz. Muaviye de kâfir olmuşlardı. Bunlar, on iki bin kişilik bir kalabalık halinde Nehrevân'a doğru giderken bir aile ile karşılaştılar. Aile reisine kim olduğunu sordular. Kendisi sahabi Habbâb'ın oğlu Abdullah olduğunu söyledi. Ondan, babasının Allah Resûlü'nden duyduğu bir hadisi rivayet etmesini istediler. Abdullah, babasının Allah Resûlü'nden duyduğu şu hadisi rivayet etti:
"Bir fitne olacak; o fitne zamanında, oturan kimse ayakta olandan hayırlıdır. Ayakta duran kimse yürüyenden hayırlıdır. Yürüyen kimse koşandan hayırlıdır. O fitnede (müslümanlar arası kavgada) maktul olabilen kimse katil olmasın!"
Hariciler bu sözü duyunca Abdullah'a "öyleyse; sen de maktul ol!" deyip kendisini öldürdüler, arkasından da onun oğlu ile eşini katlettiler. Hz. Ali (r.a.) bunların bu yaptıklarını duyunca kızdı ve ordusuyla onların üzerine yürüdü. Yolda Hz. Ali (r.a.)'nin yanında bulunan sahâbi Adiy bin Hatim şu mısraları söylemiştir:
Bazı kimseler şehirlerde oturup kalsalar da biz Nefislerini şerre adamış en kötü kavm üstüne Kartal kanadı gibi çırpınan bayraklarla yürürüz Bunlar insanların ilahına, doğu-batı Rabhine düşman olmuş, haddi aşmış, körleşmiş, hidâyetten kopmuş
Doğru gibi konuşurlar, fakat hepsi de yalancıdır Bizdeyse Ali var; yüce faziletlerin sahibidir. Onun kumandasında parlayan kılıçlarla gideriz.
Hz. Ali (r.a.), ordusuyla bu Hâricilere yaklaşınca haber gönderip Habbâb'ın oğlu Abdullah'ın katilini teslim etmelerini istedi. Onlar:
Onu hepimiz öldürdük; fırsat bulursak seni de öldürürüz, dediler. Hz. Ali (r.a.):
Beni niye öldürürsünüz? diye sordu. Onlar:
Çünkü sen hakem tayinine razı oldun ve bununla küfre girdin, dediler. Hz. Ali (r.a.):
Fakat Allah Resulü (as) da Beni Kureyza Yahudileri'nin cezasını belirlemek için Sa'd bin Muâz'ı hakem tayin etmişti, dedi.
Bunun üzerine, Hâricilerden sekiz bin kişi hatalarını anlayıp Hz. Ali (r.a.)'ye geri döndüler. Dört bin kişi ise görüşlerinde ısrar ettiler ve Hz. Ali (r.a.) ile savaşmaya başladılar. Hz. Ali (r.a.), Nehravân Savaşı denilen bu savaşta onların çoğunu öldürdü. Fakat onlar da aynı sene Küfe camiinde kendisini şehit ettiler. Hâriciler, Hz. Ali (r.a.)'yi bu suretle şehit edince, kendilerinden birisi müşterek sevinç ve inançlarını şu mısralarla dile getirdi:
Allah'a dönmüş bir kulun vuruşu ne güzel vuruştu
O vuruşla Arş sahibinin rızasını dilemişti Bu kulu hatırladıkça, inanırım ki o amelle Terazisi Allah yanında sevaplarla doldu, taştı.
Hâriciler buradan başlayarak, Emevî ve Abbasî dönemleri boyunca, 'Allah'ın diniyle hükmetmiyorlar' diyerek yönetimlere karşı çıkmışlar ve kâfir saydıkları müslümanların kanını dökmüşlerdir. Bunlar zaman içinde yirmi fırkaya ayrılmışlar ve bu fırkalar birbirini de tekfir etmişler, hatta birbirleriyle savaşmışlardır. Bu fırkalardan bir kaç tanesi şöyledir:
Tahkimciler: Bunlar müslümanlar arasında doğan ihtilafları çözmek için hakem görevlendirmeyi küfür sayarlardı. Halbuki Cenâb-ı Hak, Nisa 35. âyette hakem görevlendirmeyi bizzat emretmektedir. Bu o demektir ki, bu insanlar Allah'ın dinine karşı samimi değillerdi. Çünkü Allah'ın adına O'nun emrettiği bir işi haram ve hatta küfür saymanın başka türlü bir izahı yoktur. Bu ilk Hâriciler Hz. Ali, Hz. Osman, Hz. Aişe, Talha, Zübeyr ve Abdullah İbni Abbas'ı tekfir ederlerdi. Onlara göre, bir günah işleyen kimse de kâfir olurdu. Gerek hakem. konusunda ve gerekse günah konusunda onlar gibi düşünmeyen bütün müslümanlar da onlara göre kâfirdiler.
Ezrâkçılar: Bunların görüşleri şöyleydi:
Kendilerine muhalefet edenler, müşriktirler. Kendilerine muhalefet etmeseler de evini yurdunu bırakıp onların toplandığı yere hicret etmeyenler de müşriktirler. Bu müşrikleri öldürmek gerektiği gibi, onların kadınlarını ve çocuklarını öldürmek de caizdir. Halbuki, Allah Resulü (as), puta tapanların üzerine gönderdiği ashabına, bu insanların kadınlarını, çocuklarını ve savaşa iştirak etmeyenleri öldürmemelerini ısrarla emrederdi. Buna göre, Hâriciler, ya Allah Resûlü'nün bu sünnetini ve emrini hiçe sayıyorlar ya da müslümanları putperestlerden daha çok cezaya ve azaba müstehâk görüyorlardı!..
Bu Haricilere göre müşrik olan müslümanlarla birlikte namaz kılmak, onların kestikleri hayvan etini yemek, onlarla evlenmek helâl değildir. Bu müşriklerle kendi aralarında miras da alıp verilmez. Çünkü bunlar puta tapanlar gibidirler. Bu itibarla ya kendi görüşlerini kabul edip müslüman olurlar ya da onlarla savaşmak vacip olur.
Nectedciler: Bu fırkaya göre, dinin iki temel unsuru vardır. Biri, Allah ve Resûlü'nü tanımak, diğeri de İslâm'ın hak olduğunu kabul etmektir. Bu iki temel unsur bulunduktan sonra, cehalet veya ictihâd sebebiyle haram olan bir şeyi helâl saymak ya da bunun aksini düşünmek kişiye zarar vermez. Bunu böyle kabul etmeyenler kâfir olurlar. Bu fıkra'ya göre muhalifleri küçük bir günah bile işleseler kâfir olurlar. Fakat kendi görüşlerinde olanlar, ısrar etmemek şartıyla zina etseler, hırsızlık yapsalar, içki de içseler Müslüman'dırlar. Cehenneme de kendileri değil muhalifleri gideceklerdir. Bu Hâriciler, Allah Resûlü'nün hatırını da saymadıkları için Medine'ye saldırmışlar ve bu şehrin müslüman olan halkını öldürüp mallarını ve kadınlarını ganimet olarak almışlardır.
Hamzacılar: Bu fırkaya göre kendi saflarında muhalifleriyle savaşmayanlar kâfirdirler. Bunlar, bir müslüman toplulukla savaşıp onu yendikleri zaman o topluluğa ait evleri ve ağaçları yakar ve hayvanları öldürürlerdi. Abbasi Halifesi Me'mûn bunların üzerine kumandan Tâhir İbni Hüseyin'i gönderdi ve iki taraf arasında cereyan eden savaşlarda otuz-bin'den fazla insan öldürüldü. Fakat bundan sonra da Hâriciler inatlarını ve yıkıcılıklarını sürdürdüler.
Hâzımcılar: Bu Hârici fırkasına göre, Allah'ı bütün isim ve sıfatlarıyla birlikte bilmeyen kimse O'nu tanımış olmaz. O'nu tanımayan ise kâfirdir. (Hâricilerin diğer görüşleri gibi, bu görüşleri de günümüzde tekrar gündeme sokulmuştur.)
Meymûnîler: Bu fırkaya göre de, sultanla ve onun yönetimine rıza gösteren ve boyun eğenlerle savaşmak farzdır.
Ahnesîler: Bunlar şöyle demişlerdir: Kıble ehli olanlarla hemen savaşılmaz. Bunlar önce kendi fikrimize davet edilirler. Kabul ederlerse hakikaten mümin oldukları ortaya çıkar ve onlara dostça davranmamız vacip olur. Reddederlerse kâfir oldukları anlaşılır ve onlarla bizim aramızda İslam kardeşliği münasebeti ortadan kalkar. O zaman da onlarla savaşılır.
Mükremîler: Bunlar şöyle demişlerdir:
Namazı terkeden kimse kâfir olur. Ancak bu, namazı terkettiğinden dolayı değil, Allah'ı tanımamış olmasından dolayıdır.
Dine İnanmamak; Dine inanmadıkları halde onunla ilgilenenler, elbetteki onun ölçülerine bağlı ve sâdık kalma ihtiyacını duymazlar. Bunların asıl maksadı çıkar, şöhret vs. temini olduğu için, dini bu maksatlarını gerçekleştirebilecek şekil ve kalıba sokmaya çalışırlar. Bu uğurda onun ölçülerini aşmak ve onu budayıp yolmak onların ruhlarına ağır gelmez. Tecrübelerle de tespit edildiği gibi, bu kabil insanlar, aşırılık ve yanlışlıklarına karşı ispat ve delillerle uyarıldıkları zaman da hiç duymamış gibi davranırlar; üzerlerine gidildiği takdirde de kızarlar. Cenâb-ı Hak böyleleri için şöyle buyurmuştur:
"Ona Allah'tan kork! denildiği zaman, günahkârlık damarı kabarır ve kızar. Cehennem ona kâfidir! Cehennem ne kötü yerdir!" Bakara: 2/206
Dini Bilmemek: Dine musallat olan musibetlerden birisi, onu bilmeden onun adına ahkâm kesmektir. Böyle bir davranışın doğru sonuçlar vermeyeceği ise gayet açıktır. Bundan dolayıdır ki, Cenâb-ı Hak, din hakkında yeterli bilgisi olmayanlara öncelikle iki görev vermiştir:
a- Bilmedikleri işe karışmamak. Ayette şöyle buyurulur:
"Hakkında bilgi sahibi olmadığın işi kurcalama.” İsrâ: 17/36
b- Bilenlere sormak: Ayet şöyledir; "Kendiniz bilmiyorsanız bilenlere sorun!" Enbiyâ: 21/ 7
Din, câhillerin elinde kaldığı zaman, oturup onun bahtına ağlamak lazımdır. Allah Resulü (as):
"İş, ehil olmayanlara bırakıldığı zaman, kıyameti bekle!" buyurmuştur. Buhari/İlim.
Hiç şüphe yok ki, din bu türlü işlerin en mühimlerindendir. Allah Resulü (as) bir hadiste de şöyle buyurmuştur:
Allah (c.c) ilmi çekip koparmak suretiyle kullarından almaz; onu âlimleri almak suretiyle alır. Alim kalmayınca da, insanlar cahillerin peşine düşerler, onları kendilerine rehber ve önder yaparak dini onlardan öğrenmeye kalkarlar. Onlar ise, câhil oldukları için yanlış bilgiler verir, yanlış hükümler çıkarır ve yanlış fetvalar uydururlar. Bu suretle, kendileri sapmışken, başkalarını da sapıtırlar. Buharı, Müslim,
Aslına bakılırsa, günümüzde İslâm ilmi azalmıyor, artıyor ve adeta altın çağını yaşıyor. Bu son asrın sağladığı teknik imkânlarla, kütüphanelerde kapalı duran İslâmi eserler tâb' edilerek dünyanın her tarafındaki âlimlerin istifadesine sunulmuş ve bu suretle onların ilim dağarcığı olabildiğine genişletilmiştir. Lâkin bu böyle iken, beri tarafta bazı karanlık merkezler âlimlere karşı beğenmezlik, güvensizlik ve hatta itham bulutlarını ifraz ederek bir takım müslümanlarla âlimler arasındaki diyalogu kesmekte ve bu müslümanları zifiri bir karanlığın ve cehaletin içine sürüklemektedirler. İşte bu yüzden bazı müslümanlar bütün samimiyetlerine rağmen dini eksik ve hatta yanlış anlamakta ve onu böyle eksik ve yanlış anlayanlara uymaktadırlar. Zaman zaman, bunların içinde bilgiçlik taslayanların yazılarına rastlarım. Bu yazılar, samimiyete işaret sayılabilecek izler içermelerine rağmen, dayandıkları fikir bakımından yanlışlarla doludurlar. Ben şahsen bu yazıları gördükçe derin bir elem duyarım ve içimde sıkıntı dağlar gibi kabarıp yükselir. Hani, derim, bu insanlar bu kadar kendilerine güvenmeseler de âlimlerin nasihat ve görüşlerine kulak verseler ne kaybederler?!
Yanlış Görgü. Görgü, âdet ve gelenekler, sebepleri araştırılmadan ve doğruluk dereceleri bilinmeden özellikle aile çevresinde görüldüğü gibi alınan ve aynı şekilde tatbik edilen şeylerdir. Dar ve geniş anlamlarıyla bir aile muhiti içinde yanlışlık ve aşırılık içeren görgü ve âdetler varsa bunlar büyükten küçüğe bir miras gibi intikâl eder ve varlığım nesilden nesile sürdürürler. Bu bakımdan, bu türlü hatalı saplantıları bulunan ailelere mensup kişilerde aşırılık otomatik olarak görülür.
Yanlış Eğitim. Çocuklar ve gençler yıllar süren resmi ve gayr-i resmi bir eğitimden geçerler. Bu uzun süren eğitim, yanlışlıklar ve aşırılıklar ihtiva ederse, bunların tamamı veya bir kısmı o eğitime tâbi tutulan nesillere intikâl eder. Ve bu nesillerin muhakeme ve irâdesini aşırılık üzerine şartlandırır.
Yanlış Telkin. İnsan telkinlerden etkilenen bir yaradılışa sahiptir. Onun için çok iyi bildiği bir konuda bile ters istikâmette yapılan sürekli telkin onu şüpheye, ondan sonra da fikir değiştirmeye sevk eder. Telkinler genellikle arkadaş çevrelerinden, klüp, grup ve cemaatlerden gelir. Bu bakımdan arkadaş seçerken veya bir topluluğa girmek isterken, yanlış bir seçim yapmadığına tam kanaat getirinceye kadar sorup soruşturmak lâzımdır. Kıyamet günü cehenneme atılanlar şöyle feryat ederler:
"Yazık ettim kendime! Keşke falanı dost edinmeseydim! Bana geldikten sonra beni Kur'ân'dan ve hakikatten saptırdı.” Furkân: 25/28-29.
Psikolojik Bozukluk. Bütün insanların ne fiziki bünye, ne de psikolojik yapı itibarıyla sağlam olmadıkları bilinen bir gerçektir. Onun için, psikolojik bozukluk ve rahatsızlığı olan insanlar kural ve prensiplere uymayı sıkıcı bulurlar. Bu insanlar dindar oldukları zaman da dinin emrettiği denge ve itidali koruyamazlar.
Haksızlığa Uğramak. Haksızlığa uğrayan insanda intikam hisleri uyanır. Bu karanlık ve sıcak hisler ilmin aydınlığını ve aklın serin kanlılığını bastırırlar. Bu sebeple, bu duruma gelen insanlardan her türlü aşırılık, taşkınlık ve hatta haksızlık beklenebilir. İslâm'ın haksızlığa uğrayanlara üç önerisi vardır:
a- Sabretmek; âyette şöyle buyurulur:
"Sabrederseniz, sabır, sabredebilenler için daha hayırlıdır." Nahl: 16/126
b- Sabredilmediği taktirde, kendi hakkı ölçüsün de intikam almak ve kesinlikle bu ölçüyü aşmamak! Âyette şöyle buyurulur:
"İntikam alırsanız size yapılan kadar intikam alın." Nahl: 16/126
c- Sucun kişiselliği prensibine riâyet etmek; âyette şöyle buyurulur:
"Kimse kimsenin günahını yüklenmez; herkese ancak kendi yaptığı vardır." Necm: 53/38-39
Kavramları Karıştırmak. Kavramlar karıştırıldığı takdirde, farkında bile olunmadan yanlışlıklar ve aşırılıklar yapılır. Örneğin, bir müslüman Allah'ın şiddetle haram ettiği öldürme (kati) fiilini işlemez. Fakat katli cihad ile karıştırırsa, o takdirde, büyük bir sevap kazanmak umuduyla kati günahını işler ve cehennemin elemli azabına müstahak hâle gelir. Bunun için insanları bilgileri dışında yanlış işlere sürmek isteyenler kavramları karıştırır ve kavram kargaşası meydana getirirler. Cenâb-ı Hak bu türlü aldatıcıları şöyle uyarıyor:
"Bile bile hakkı bâtıl ile karıştırmayın! (Bu suretle) hakkı gizlemeyin!" Bakara: 2/42
Sevmek. Sevgi aşırılığa müsait bir histir. Hıristiyanların İsâ (as)'yı Allah'ın oğlu yapmaları, Şia'nın Hz. Ali (r.a.)'yi peygamber derecesine çıkarmaları sevgi coşkunluğunun bir sonucudur. Din ve İslâm sevgisi, şeriatın hâkimiyeti özlemi de aşırılıklara ve ölçüsüzlüklere itebilir. Onun için sevgi hissini ilim ile terbiye etmek ve bu suretle onu taşan bir sel olmak yerine, akan bir nehir hâline getirmek lazımdır. Cenâb-ı Hak kendisine ve dinine karşı duyulan sevgiyi Peygamberin getirdiği ölçüye bağlı kalınmak şartıyla kabul edeceğini bildirmiştir:
"De ki, eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin..." Al-i İmrân: 3/31
Buğzetmek. Buğuz da sevgi gibi ve hatta ondan daha ateşli ve yıkıcı bir histir. Bu hissi taşıyan insan, ölçüyü korumakta zorluk çeker. Bu bakımdan, İslâm dini buğza teslim olmamayı önermiş ve "buğuzlarım yutanları" övmüştür. Al-i İmran: 3/134 Allah Resulü (as) da, gerçek pehlivanın başka insanları yere vuran değil, kendi kızgınlık ve hiddetini yutan kimse olduğunu bildirmiştir. Müslümana üç günden fazla dargın durmanın caiz görülmemesi, buğuzu uyandırabilen işlerden ve hatta sû-i zanlardan sakınmanın emredilmesi de bundan dolayıdır. Allah için sevmenin ve O'nun için buğuz etmenin dinden olduğu malûmdur. Ancak bunlardan herbirinin Kur'ân ve Sünnette açıklanan pek çok kayıt ve ölçüleri vardır. Bu kayıt ve ölçülere riâyet edilmedikçe, bu hisler, kendi sahiplerini tatmin etmeye yönelik bencil, nefsânî ve şeytanî birer duygu olmaktan öteye geçemezler.
Dikkat Çekmek. Bazı insanlar dikkatleri kendi üzerlerine çekmek için ölçüsüzlüğe, kanunsuzluğa ve aşırılığa baş vururlar. Hâlbuki İslâm'da asıl olan kendini ve amelini gizlemektir; Allah Resulü (as) kıyamet gününde Allah'ın gölgesi altında tutulacak olan kimseleri anlatırken, "Bir de o kimse ki, sağ eliyle verdiği sadakadan (ve yaptığı hayırdan) sol elini haberdar etmez" buyurmuştur. Buhari, Allah yolunda savaşanları anlatırken de, "Kendisini göstermek için savaşanların Allah yolunda olmadıklarını" bildirmiştir. Buhari,
Güçlü Görünmek. Güçlü veya cesur olduklarını kanıtlamak isteyen bazı hasta tipler, nizâm ve düzene ters hareket etmeye, ölçüsüzlük ve aşırılık yapmaya baş vururlar. Bu ise, İslâm'ın haram saydığı ve cehennem ehlinin sıfatlarından olduğunu bildirdiği kibirdir. Bir âyette şöyle duyurulur:
"Kibirliler için cehennemde yer mi yoktur?" Zümer: 39/60 Hadis de şöyledir:
"Kalbinde zerre miktarı kibir bulunan bir kimse cennete girmez." Buhari,
Acelecilik: İstedikleri sonuca kısa zamanda varmak hevesine kapılanlar, işlerin tabiî ve şer’î düzenini bozmaya kalkarlar. Merdiven basamaklarını birer birer çıkmayı geç bulanlar, ikişer, üçer atlamaya çalışırlar. Fakat, önlerini görmez veya güçleri yetmezse düşüp yuvarlanırlar. Allah Resulü (as) şöyle buyurmuştur:
"Allah aceleci değildir ve acele edilmesini sevmez. O, acele edilmediği zaman verdiği şeyi (başarıyı, hayrı, kârı) acele edilmesi durumunda vermez." Buhari,
Düzene Alternatif Arama. Cenâb-ı Hak, eşya ve hâdiselerin oluşumu için bir düzen koymuş ve "Allah'ın sünnetinin değiştiğini göremezsin" Feth: 48/23 buyurarak bunun değiştirilemeyeceğini bildirmiştir. Fakat, bazı insanlar, bu sünnetullah'ın dışında bir yol arama hevesine kapılırlar. Ve bu yol vakum gibi onları yutup götürür.
Yıkmak. Düzensizliğin ve aşırılığın en çok korkulan sebebi yıkmak arzusudur. Bazı hasta tipler, yıkmaktan hoşlanırlar ve ondan zevk alırlar. Bu insanlar dindar oldukları taktirde de aynı huyu sürdürürler ve dinin koyduğu ölçü, sınır ve düzeni yıkarlar.
Dini, vahyin ölçüleri içinde muhafaza etmenin ve o ölçüler içinde yaşamanın adı istikamettir. Kur'ân-ı Kerim'de peygamberimize hitaben, "Emrolunduğun gibi istikamet üzere ol! Sana uyanlar da istikamet üzere olsunlar!" Hud: 11/112 buyurulmuştur. Peygamberin diliyle, "Rabbim istikamet yolu üzerindedir" Hud: 11/56 buyurularak Allah rızasının ancak bu yolda bulunabileceği bildirilmiştir. Fatiha sûresinde de, istikamet üzerinde olmak duâ şeklinde ifâde edilmiş ve bütün müslümanların hedefinin istikamet üzere yürümek olması gerektiği belirtilmiştir. Bu sûredeki ilgili âyetlerde, istikamet üzerinde olmanın bir ilâhi nimet olduğu ve ondan ayrılanların dalâlete düşecekleri ve Allah'ın gazabına uğrayacakları bildirilmiştir.
İstikâmetin Kur'ân'daki bir adı da adalettir. Cenâb-ı Hak, istikameti adalet ismiyle şöyle zikretmiştir:
"De ki Rabbim adaleti emretmiştir" A'râf: 7/29,
"Adaleti gözetin! Allah, adaleti gözetenleri sever" Hucurat: 49/9,
"Allah, adalet üzere iman eden ve sâlih amel işleyenleri mükâfatlandıracaktır" Yunus: 10/4,
"İnsanlar adalet üzerinde dursunlar diye Allah, peygamberlere kitap ve mizan (ölçü, kural) indirdi" Hadid: 57/25,
"Kıyamet gününde adaleti terazi yapıp (amelleri onunla ölçmek için) ortaya koyarız" Enbiyâ: 21/47
Bu son âyet-i kerime gösteriyor ki, iman ve amallerde istikâmet ve adalet yoksa, onların hiç bir ağırlık ve değeri yoktur ve onlar ahiret terazisinde yer alamayacaklardır.
İstikâmet ve adaletin karşıtı olan aşırılık ve ölçüsüzlük ise şeriat dilinde bir kaç isimle ifade edilmiştir. Bu isimler şöyledir:
Tuğyan: Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
"Tuğyan edip aşırı gitmeyin! Allah yaptıklarınızı görendir" Hud: 11/112,
"Tuğyan edip aşırı gitmeyin! Sonra sizi gazabım çarpar. Gazabım kimi çarparsa o yıkılıp gider" Tâhâ: 20/81,
"Allah göğü yükseltti ve mizan'ı (ölçü, kural) koydu. Sakın mizam bozmayın!" Rahman: 55/7, 8,
"Bu böyle. Tuğyan edenlere ise kötü bir akıbet vardır." Sâd: 38/55
İfrat: Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
"Kalbini bizi anmaktan gâfîl ettiğimiz, nevasına uyan ve işi ifrat (aşırılık) olan kimseye itaat etme (boyun eğme)" Kehf: 18/28,
"Kendileri için hoşlanmadıkları işleri Allah'a yakıştırıyorlar ve yalancı bir dille en güzel akıbetin de kendilerinin olacağını söylüyorlar. Hiç şüphesiz, bunlar için sadece ateş vardır. Onlar ifratçı kimselerdir." Nahl: 16/62
İfsad: Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
"İsrâfçıların dediklerine uymayın! Bunlar yer yüzünde (işleri) iş- edip düzeltmeye değil, ifsâd edip bozmaya çalışırlar." Şuara: 26/152
Allah'ın Hudud'unu (Koymuş Olduğu Sınırı) Aşmak: Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
"Allah yolunda sizinle savaşanlarla savaşın, fakat aşırı gitmeyin (sının aşmayın)! Hiç şüphesiz Allah (sınırı) aşanları sevmez" Bakara: 2/190.,
"Mescid-i Haram'a girmenizi önledikleri için bir topluma karşı duyduğunuz kızgınlık, sizi sınırı aşmaya sevk etmesin!" Maide: 5/2.,
"Bunlar Allah'ın hudutlarıdır, onları aşmayın! Kim Allah'ın hududlarını aşarsa onlar zâlimlerdir." Bakara: 2/229
Ve Cenâb-ı Hak kurtuluş ehli olan müslümanları şöyle tarif ediyor:
"Tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, oruç tutanlar, rükû ve secde edenler (namaz kılanlar) iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve Allah'ın hududunu koruyanlar (gerçek) müminlerdir. Onları müjdele!" Tevbe: 9/112
Gülûvv (Aşırılık): Cenâb-ı Hak, dinlerinde aşırılığa sapan ehl-i kitaba şöyle sesleniyor:
"Ey ehl-i kitap! Dininizde aşırılığa gitmeyin ve Allah hakkında doğru ve gerçek olmayan şeyler söylemeyin!" Nisa: 4/171 "De ki, ey ehl-i kitap! Dininizde haksız yere haddi aşmayın!" Mâide: 5/77.