Bu Blog içinde Ara

6 Haziran 2012 Çarşamba

DİNDE ÖLÇÜLÜ OLMAK

DİNDE ÖLÇÜLÜ OLMAK


"And olsun ki, biz peygamberlerimizi açık hükümlerle gönderdik ve insanların ölçülü hareket etmeleri için beraberlerinde kitap ve mizanı indirdik." Hadid: 57/25
Bilinmiş olsun ki, İslâmiyet hüdâ'dır, hevâ değil­dir. O, vahiydir, düşünce değildir. Bu sebeple, onu he­vâ ve düşünceye göre tasavvur etmek veya bunların ölçülerine uydurmak yanlıştır. Doğru ve gerekli olan, İslâmiyet'i kendi semavî ölçüleri içinde kabul etmek ve yine bu ölçülerle yaşamaktır. Lâkin insanların bir kısmı bu doğru ve gerekli olana yanaşmazlar. Onlar, İslâmiyet'i kendi hevâ ve düşüncelerine uydurmaya çalışırlar. Kendileri bu işe şu veya bu şekilde Müslü­manlık deseler bile, yaptıkları iş hakikatte İslâmi­yet'i tahrif etmek ve bozmaktır. Bu ve benzeri yakla­şımların sahipleri hakkında Cenâb-ı Hâk şöyle bu­yurmuştur:
"Onlara, yeryüzünde bozgunculuk yap­mayın! Denildiği zaman, kendileri, "Biz ancak ıslâh edicileriz", derler. Haberiniz olsun, onlar bozguncu­lardır; fakat kendileri bunun farkında değildirler." Bakara: 2/12
Bunun farkında olmamalarının sebebi ise, bozguncu­luk ve ıslâhı kendi heves ve düşüncelerinin ölçüleri­ne göre belirlemeye kalkmaları ve bu yüzden bunları karıştırmaları ve hatta yerlerini değiştirmeleridir.
İslâm'ın ölçüleri Kur'ân-ı Kerim ve Allah Resûlü'nün sünnetidir. Bir şeyin İslâm olup olmadığı ve­ya ona uyup uymadığı bu ölçülere göre tayin edilir. Bu tayini yapabilmek için de Kur'ân ve Sünneti çok iyi bilmek lâzımdır. Bunlar bilinmeden veya bilindik­leri halde başka ölçülere göre İslâmiyet'i anlamaya ve anlatmaya kalkmak, dediğimiz gibi, onu bozmaktır. İslâmiyet'i bozmak ise ilk bakışta ancak ona inan­mayan düşmanlarının yapabileceği bir şey gibi görül­se bile, bu düşman işine bazen onun dostluğunu kim­seye kaptırmayan ve hatta kimseyle paylaşmayan bazı müslümanlar da tevessül edebilirler. Nitekim daha önceleri Yahudiler Tevrat'ta tahrifat yaparken, Hıristiyanlar İsa'yı (as) ilâhlaştırırken, hatta Araplar kendi kendilerine bazı hayvanları haram sayar ve putlara taparken, elbetteki kendi dinlerinin düşman­ları değil onun dostlarıydılar. Ama bozmak bozmaktır Onu, düşmanın veya dostun yapmış olması işin mâhiyetini değiştirmez. İslâm'da da vaktiyle bu tür­lü sapmaları gösterenlerin bir kısmı görünürde onun dostlarıydılar. Hatta taassup derecesinde ona bağlıy­dılar. Örneğin; Hâriciler Allah'ın diniyle hükmetmemeyi ve O'na karşı günah işlemeyi küfür sayarken, herhalde bunu Allah'a düşmanlıklarından değil, bağ­lılık ve sevgilerinden dolayı yapmışlardır. Fakat bu bağlılık ve sevgi, Hüdâ ölçülerine göre değil, hevâ öl­çülerine göre olduğu ve bu sebeple dini bozduğu ve onun adına aşırılıklara yol açtığı için, Allah tarafın­dan kabul edilmemiş ve Hâriciler, buna rağmen, Al­lah Resûlü'nün tespitiyle dinden çıkmış bir taife ola­rak ilân edilmişlerdir. Müslim'in rivayetine göre Al­lah Resulü (as) şöyle buyurmuştur: "Benden sonra ümmetimden bir taife olacak. Bunlar Kur'ân okuya­caklar; fakat okudukları, onların gırtlaklarını geçme­yecek. Onlar, okun avı delip geçmesi gibi dini delip geçecek ve ondan (öylece) ayrılacaklardır."
Ebu Davut'un rivayetine göre de, Allah Resulü (as) şöyle buyurmuştur:
"Ümmetimde ihtilâf ve ayrıl­ma olacak ve bundan bir taife doğacaktır. Bu taife, güzel söz söyleyecek, fakat kötü amel yapacaktır. Bunlar, Kur'ân okuyacaklar; fakat okudukları onla­rın gırtlaklarını geçmeyecek. Onlar, okun avı delip geçmesi gibi dini delip (yaralayıp) geçecek ve ondan ayrılacaklardır... Bunlar, insanları Allah'ın kitabına davet edecekler; fakat kendilerinin bu kitapla ilişki­leri yoktur. Onlar, yaratılmışların en şerlisi ve kötüsüdürler...”
Müslim ve Ebu Davud'un müşterek rivayetleri­ne göre, Hâriciler, Hz. Ali'ye karşı ayaklanıp "Hüküm ancak Allah'ındır" dediklerinde, Hz. Ali (r.a.) şunları söylemiştir:
"Bu söz haktır; fakat onu söyleyenlerin niyetleri hak değildir. Allah Resulü (as), bazı insanla­rı vasıfları ile haber vermişti. Ben, o vasıfları bu kim­selerde görüyorum. Bunlar Hakkı söylerler; fakat söyledikleri gırtlaklarını geçmez. Bunlar, Allah'ın en çok buğuz ettiği yaratıklarındandır."
Müslim'in rivayetine göre, Hz. Ali (r.a.) bir ko­nuşmasında şunları söyledi; "Ey insanlar! Ben, Allah Resûlü'nden şu sözü dinledim:
Ümmetimden bir ta­ife çıkacak. Onların Kur'ân okuması yanında siz ken­di okumanızı küçümseyeceksiniz; onların namazları yanında siz kendi namazınızı küçümseyeceksiniz; onların oruçları yanında siz kendi orucunuzu küçüm­seyeceksiniz. Bunlar, okudukları Kur’ân'ın kendi leh­lerinde olduğunu zannedecekler; halbuki o, aleyhlerindedir. Namazları (namazlarındaki kıraat, zikr ve duâ) da gırtlaklarını aşmayacak. Onlar, okun avı de­lip geçmesi gibi, İslâm'ı delip geçeceklerdir..."
Ben, bu taifenin Hâriciler olduğunu zannediyorum. Çün­kü bunlar haram olan müslüman kanını akıtıyorlar, mal ve hayvanlarını yağmalıyorlar." Tâc 5/314-316.
Burada, Hâricilerin kimler olduğu ve dindeki aşırılıklarının neler olduğu hakkında kısa bir bilgi vermekte yarar vardır. Çünkü bunlar bilinirse, günü­müzde onlan tekrarlamak veya benzerlerine vucud vermek (varlık kazandırmak) tehlikesinden sakın­mak daha kolay olacaktır.
Hz. Ali (r.a.) ile Hz. Muâviye orduları Sıffin'de savaşıyorlardı. Hz. Muaviye, galibiyetin Hz. Ali (r.a.) tarafına geçtiğini görünce, ondan (Hz. Ali'den) savaşı durdurup tartışma konusu olan hilâfet'in kime âit ol­ması gerektiği hususunda karar vermek üzere ha­kem tayin edilmesini teklif etti. Hz. Ali (r.a.) daha fazla müslüman kanının dökülmemesi için bu teklifi kabul etti ve savaşı durdurdu. Hz. Ali bu davranışı ile Cenâb-ı Hakk'ın "Karşı taraf barışırsa sen de ba­rış" Enfâl: 8/61 emrine uymuş oluyordu. Fakat onun ordusundaki bir grup, hakeme müracaat teklifini ve bu tekli­fi kabul etmeyi yanlış buldular ve şöyle dediler:
"Hü­küm ancak Allah'ındır. Hakem de sadece Allah'tır." Ondan sonra da Hz. Ali (r.a.)'nin ordusundan ayrıldı­lar. Bu insanlara göre, hakem meselesinden dolayı Hz. Ali de, Hz. Muaviye de kâfir olmuşlardı. Bunlar, on iki bin kişilik bir kalabalık halinde Nehrevân'a doğru giderken bir aile ile karşılaştılar. Aile reisine kim olduğunu sordular. Kendisi sahabi Habbâb'ın oğ­lu Abdullah olduğunu söyledi. Ondan, babasının Al­lah Resûlü'nden duyduğu bir hadisi rivayet etmesini istediler. Abdullah, babasının Allah Resûlü'nden duy­duğu şu hadisi rivayet etti:
"Bir fitne olacak; o fitne zamanında, oturan kimse ayakta olandan hayırlıdır. Ayakta duran kimse yürüyenden hayırlıdır. Yürüyen kimse koşandan hayırlıdır. O fitnede (müslümanlar arası kavgada) maktul olabilen kimse katil olmasın!"
Hariciler bu sözü duyunca Abdullah'a "öyleyse; sen de maktul ol!" deyip kendisini öldürdüler, arkasın­dan da onun oğlu ile eşini katlettiler. Hz. Ali (r.a.) bunların bu yaptıklarını duyunca kızdı ve ordusuyla onların üzerine yürüdü. Yolda Hz. Ali (r.a.)'nin yanın­da bulunan sahâbi Adiy bin Hatim şu mısraları söy­lemiştir:
Bazı kimseler şehirlerde oturup kalsalar da biz Nefislerini şerre adamış en kötü kavm üstüne Kartal kanadı gibi çırpınan bayraklarla yürürüz Bunlar insanların ilahına, doğu-batı Rabhine düşman olmuş, haddi aşmış, körleşmiş, hidâyet­ten kopmuş
Doğru gibi konuşurlar, fakat hepsi de yalancıdır Bizdeyse Ali var; yüce faziletlerin sahibidir. Onun kumandasında parlayan kılıçlarla gideriz.
Hz. Ali (r.a.), ordusuyla bu Hâricilere yaklaşınca haber gönderip Habbâb'ın oğlu Abdullah'ın katilini teslim etmelerini istedi. Onlar:
Onu hepimiz öldürdük; fırsat bulursak seni de öldürürüz, dediler. Hz. Ali (r.a.):
Beni niye öldürürsünüz? diye sordu. Onlar:
Çünkü sen hakem tayinine razı oldun ve bunun­la küfre girdin, dediler. Hz. Ali (r.a.):
Fakat Allah Resulü (as) da Beni Kureyza Yahudileri'nin cezasını belirlemek için Sa'd bin Muâz'ı ha­kem tayin etmişti, dedi.
Bunun üzerine, Hâricilerden sekiz bin kişi hata­larını anlayıp Hz. Ali (r.a.)'ye geri döndüler. Dört bin kişi ise görüşlerinde ısrar ettiler ve Hz. Ali (r.a.) ile savaşmaya başladılar. Hz. Ali (r.a.), Nehravân Sava­şı denilen bu savaşta onların çoğunu öldürdü. Fakat onlar da aynı sene Küfe camiinde kendisini şehit et­tiler. Hâriciler, Hz. Ali (r.a.)'yi bu suretle şehit edin­ce, kendilerinden birisi müşterek sevinç ve inançları­nı şu mısralarla dile getirdi:
Allah'a dönmüş bir kulun  vuruşu ne güzel vu­ruştu
O vuruşla Arş sahibinin rızasını dilemişti Bu kulu hatırladıkça, inanırım ki o amelle Terazisi Allah yanında sevaplarla doldu, taştı.
Hâriciler buradan başlayarak, Emevî ve Abbasî dönemleri boyunca, 'Allah'ın diniyle hükmetmiyorlar' diyerek yönetimlere karşı çıkmışlar ve kâfir saydık­ları müslümanların kanını dökmüşlerdir. Bunlar za­man içinde yirmi fırkaya ayrılmışlar ve bu fırkalar birbirini de tekfir etmişler, hatta birbirleriyle savaş­mışlardır. Bu fırkalardan bir kaç tanesi şöyledir:
Tahkimciler: Bunlar müslümanlar arasında doğan ihtilafları çözmek için hakem görevlendirmeyi küfür sayarlardı. Halbuki Cenâb-ı Hak, Nisa 35. âyette hakem görevlendirmeyi bizzat emretmektedir. Bu o demektir ki, bu insanlar Allah'ın dinine karşı samimi değillerdi. Çünkü Allah'ın adına O'nun em­rettiği bir işi haram ve hatta küfür saymanın başka türlü bir izahı yoktur. Bu ilk Hâriciler Hz. Ali, Hz. Osman, Hz. Aişe, Talha, Zübeyr ve Abdullah İbni Abbas'ı tekfir ederlerdi. Onlara göre, bir günah işleyen kimse de kâfir olurdu. Gerek hakem. konusunda ve gerekse günah konusunda onlar gibi düşünmeyen bütün müslümanlar da onlara göre kâfirdiler.
Ezrâkçılar: Bunların görüşleri şöyleydi:
Kendi­lerine muhalefet edenler, müşriktirler. Kendilerine muhalefet etmeseler de evini yurdunu bırakıp onla­rın toplandığı yere hicret etmeyenler de müşriktirler. Bu müşrikleri öldürmek gerektiği gibi, onların ka­dınlarını ve çocuklarını öldürmek de caizdir. Halbuki, Allah Resulü (as), puta tapanların üzerine gönderdi­ği ashabına, bu insanların kadınlarını, çocuklarını ve savaşa iştirak etmeyenleri öldürmemelerini ısrarla emrederdi. Buna göre, Hâriciler, ya Allah Resûlü'nün bu sünnetini ve emrini hiçe sayıyorlar ya da müslümanları putperestlerden daha çok cezaya ve azaba müstehâk görüyorlardı!..
Bu Ha­ricilere göre müşrik olan müslümanlarla birlikte na­maz kılmak, onların kestikleri hayvan etini yemek, onlarla evlenmek helâl değildir. Bu müşriklerle ken­di aralarında miras da alıp verilmez. Çünkü bunlar puta tapanlar gibidirler. Bu itibarla ya kendi görüş­lerini kabul edip müslüman olurlar ya da onlarla sa­vaşmak vacip olur.
Nectedciler: Bu fırkaya göre, dinin iki temel unsuru vardır. Biri, Allah ve Resûlü'nü tanımak, di­ğeri de İslâm'ın hak olduğunu kabul etmektir. Bu iki temel unsur bulunduktan sonra, cehalet veya ictihâd sebebiyle haram olan bir şeyi helâl saymak ya da bunun aksini düşünmek kişiye zarar vermez. Bunu böy­le kabul etmeyenler kâfir olurlar. Bu fıkra'ya göre muhalifleri küçük bir günah bile işleseler kâfir olur­lar. Fakat kendi görüşlerinde olanlar, ısrar etmemek şartıyla zina etseler, hırsızlık yapsalar, içki de içseler Müslüman'dırlar. Cehenneme de kendileri değil mu­halifleri gideceklerdir. Bu Hâriciler, Allah Resûlü'nün hatırını da saymadıkları için Medine'ye saldırmışlar ve bu şehrin müslüman olan halkını öldürüp malları­nı ve kadınlarını ganimet olarak almışlardır.
Hamzacılar: Bu fırkaya göre kendi saflarında muhalifleriyle savaşmayanlar kâfirdirler. Bunlar, bir müslüman toplulukla savaşıp onu yendikleri zaman o topluluğa ait evleri ve ağaçları yakar ve hayvanla­rı öldürürlerdi. Abbasi Halifesi Me'mûn bunların üzerine kumandan Tâhir İbni Hüseyin'i gönderdi ve iki taraf arasında cereyan eden savaşlarda otuz-bin'den fazla insan öldürüldü. Fakat bundan sonra da Hâriciler inatlarını ve yıkıcılıklarını sürdürdüler.
Hâzımcılar: Bu Hârici fırkasına göre, Allah'ı bütün isim ve sıfatlarıyla birlikte bilmeyen kimse O'nu tanımış olmaz. O'nu tanımayan ise kâfirdir. (Hâricilerin diğer görüşleri gibi, bu görüşleri de gü­nümüzde tekrar gündeme sokulmuştur.)
Meymûnîler: Bu fırkaya göre de, sultanla ve onun yönetimine rıza gösteren ve boyun eğenlerle sa­vaşmak farzdır.
Ahnesîler: Bunlar şöyle demişlerdir: Kıble ehli olanlarla hemen savaşılmaz. Bunlar önce kendi fikri­mize davet edilirler. Kabul ederlerse hakikaten mümin oldukları ortaya çıkar ve onlara dostça davran­mamız vacip olur. Reddederlerse kâfir oldukları anla­şılır ve onlarla bizim aramızda İslam kardeşliği mü­nasebeti ortadan kalkar. O zaman da onlarla savaşılır.
Mükremîler: Bunlar şöyle demişlerdir:
Namazı terkeden kimse kâfir olur. Ancak bu, namazı terkettiğinden dolayı değil, Allah'ı tanımamış olmasından dolayıdır.
Dine İnanmamak; Dine inanmadıkları halde onunla ilgilenenler, elbetteki onun ölçülerine bağlı ve sâdık kalma ihtiyacını duymazlar. Bunların asıl maksadı çıkar, şöhret vs. temini olduğu için, dini bu maksatlarını gerçekleştirebilecek şekil ve kalıba sok­maya çalışırlar. Bu uğurda onun ölçülerini aşmak ve onu budayıp yolmak onların ruhlarına ağır gelmez. Tecrübelerle de tespit edildiği gibi, bu kabil insanlar, aşırılık ve yanlışlıklarına karşı ispat ve delillerle uyarıldıkları zaman da hiç duymamış gibi davranır­lar; üzerlerine gidildiği takdirde de kızarlar. Cenâb-ı Hak böyleleri için şöyle buyurmuştur:
"Ona Al­lah'tan kork! denildiği zaman, günahkârlık damarı kabarır ve kızar. Cehennem ona kâfidir! Cehennem ne kötü yerdir!" Bakara: 2/206
Dini Bilmemek: Dine musallat olan musibet­lerden birisi, onu bilmeden onun adına ahkâm kes­mektir. Böyle bir davranışın doğru sonuçlar vermeye­ceği ise gayet açıktır. Bundan dolayıdır ki, Cenâb-ı Hak, din hakkında yeterli bilgisi olmayanlara önce­likle iki görev vermiştir:
a- Bilmedikleri işe karışmamak. Ayette şöyle buyurulur:
"Hakkında bilgi sahibi olmadığın işi kurca­lama.” İsrâ: 17/36
b- Bilenlere sormak: Ayet şöyledir; "Kendiniz bil­miyorsanız bilenlere sorun!" Enbiyâ: 21/ 7
Din, câhillerin elinde kaldığı zaman, oturup onun bahtına ağlamak lazım­dır. Allah Resulü (as):
"İş, ehil olmayanlara bırakıldı­ğı zaman, kıyameti bekle!" buyurmuştur. Buhari/İlim.
Hiç şüphe yok ki, din bu türlü işlerin en mühimlerindendir. Allah Resulü (as) bir hadiste de şöyle bu­yurmuştur:
Allah (c.c) ilmi çekip koparmak suretiyle kulla­rından almaz; onu âlimleri almak suretiyle alır. Alim kalmayınca da, insanlar cahillerin peşine düşerler, onları kendilerine rehber ve önder yaparak dini on­lardan öğrenmeye kalkarlar. Onlar ise, câhil oldukla­rı için yanlış bilgiler verir, yanlış hükümler çıkarır ve yanlış fetvalar uydururlar. Bu suretle, kendileri sap­mışken, başkalarını da sapıtırlar. Buharı, Müslim,
Aslına bakılırsa, günümüzde İslâm ilmi azalmı­yor, artıyor ve adeta altın çağını yaşıyor. Bu son as­rın sağladığı teknik imkânlarla, kütüphanelerde ka­palı duran İslâmi eserler tâb' edilerek dünyanın her tarafındaki âlimlerin istifadesine sunulmuş ve bu su­retle onların ilim dağarcığı olabildiğine genişletilmiş­tir. Lâkin bu böyle iken, beri tarafta bazı karanlık merkezler âlimlere karşı beğenmezlik, güvensizlik ve hatta itham bulutlarını ifraz ederek bir takım müslümanlarla âlimler arasındaki diyalogu kesmekte ve bu müslümanları zifiri bir karanlığın ve cehaletin içi­ne sürüklemektedirler. İşte bu yüzden bazı müslümanlar bütün samimiyetlerine rağmen dini eksik ve hatta yanlış anlamakta ve onu böyle eksik ve yanlış anlayanlara uymaktadırlar. Zaman zaman, bunların içinde bilgiçlik taslayanların yazılarına rastlarım. Bu yazılar, samimiyete işaret sayılabilecek izler içer­melerine rağmen, dayandıkları fikir bakımından yanlışlarla doludurlar. Ben şahsen bu yazıları gör­dükçe derin bir elem duyarım ve içimde sıkıntı dağ­lar gibi kabarıp yükselir. Hani, derim, bu insanlar bu kadar kendilerine güvenmeseler de âlimlerin nasihat ve görüşlerine kulak verseler ne kaybederler?!
Yanlış Görgü. Görgü, âdet ve gelenekler, sebep­leri araştırılmadan ve doğruluk dereceleri bilinme­den özellikle aile çevresinde görüldüğü gibi alınan ve aynı şekilde tatbik edilen şeylerdir. Dar ve geniş an­lamlarıyla bir aile muhiti içinde yanlışlık ve aşırılık içeren görgü ve âdetler varsa bunlar büyükten küçü­ğe bir miras gibi intikâl eder ve varlığım nesilden nesile sürdürürler. Bu bakımdan, bu türlü hatalı sap­lantıları bulunan ailelere mensup kişilerde aşırılık otomatik olarak görülür.
Yanlış Eğitim. Çocuklar ve gençler yıllar süren resmi ve gayr-i resmi bir eğitimden geçerler. Bu uzun süren eğitim, yanlışlıklar ve aşırılıklar ihtiva ederse, bunların tamamı veya bir kısmı o eğitime tâbi tutu­lan nesillere intikâl eder. Ve bu nesillerin muhakeme ve irâdesini aşırılık üzerine şartlandırır.
Yanlış Telkin. İnsan telkinlerden etkilenen bir yaradılışa sahiptir. Onun için çok iyi bildiği bir konu­da bile ters istikâmette yapılan sürekli telkin onu şüpheye, ondan sonra da fikir değiştirmeye sevk eder. Telkinler genellikle arkadaş çevrelerinden, klüp, grup ve cemaatlerden gelir. Bu bakımdan arkadaş seçer­ken veya bir topluluğa girmek isterken, yanlış bir se­çim yapmadığına tam kanaat getirinceye kadar sorup soruşturmak lâzımdır. Kıyamet günü cehenneme atı­lanlar şöyle feryat ederler:
"Yazık ettim kendime! Keşke falanı dost edinmeseydim! Bana geldikten son­ra beni Kur'ân'dan ve hakikatten saptırdı.” Furkân: 25/28-29.
Psikolojik Bozukluk. Bütün insanların ne fizi­ki bünye, ne de psikolojik yapı itibarıyla sağlam ol­madıkları bilinen bir gerçektir. Onun için, psikolojik bozukluk ve rahatsızlığı olan insanlar kural ve pren­siplere uymayı sıkıcı bulurlar. Bu insanlar dindar ol­dukları zaman da dinin emrettiği denge ve itidali ko­ruyamazlar.
Haksızlığa Uğramak. Haksızlığa uğrayan in­sanda intikam hisleri uyanır. Bu karanlık ve sıcak hisler ilmin aydınlığını ve aklın serin kanlılığını bas­tırırlar. Bu sebeple, bu duruma gelen insanlardan her türlü aşırılık, taşkınlık ve hatta haksızlık bekle­nebilir. İslâm'ın haksızlığa uğrayanlara üç önerisi vardır:
a- Sabretmek; âyette şöyle buyurulur:
 "Sabreder­seniz, sabır, sabredebilenler için daha hayırlıdır." Nahl: 16/126
b- Sabredilmediği taktirde, kendi hakkı ölçüsün de intikam almak ve kesinlikle bu ölçüyü aşmamak! Âyette şöyle buyurulur:
"İntikam alırsanız size yapı­lan kadar intikam alın." Nahl: 16/126
c- Sucun kişiselliği prensibine riâyet etmek; âyette şöyle buyurulur:
"Kimse kimsenin günahını yüklenmez; herkese ancak kendi yaptığı vardır." Necm: 53/38-39
Kavramları Karıştırmak. Kavramlar karıştı­rıldığı takdirde, farkında bile olunmadan yanlışlıklar ve aşırılıklar yapılır. Örneğin, bir müslüman Allah'ın şiddetle haram ettiği öldürme (kati) fiilini işlemez. Fakat katli cihad ile karıştırırsa, o takdirde, büyük bir sevap kazanmak umuduyla kati günahını işler ve cehennemin elemli azabına müstahak hâle gelir. Bu­nun için insanları bilgileri dışında yanlış işlere sür­mek isteyenler kavramları karıştırır ve kavram kargaşası meydana getirirler. Cenâb-ı Hak bu türlü al­datıcıları şöyle uyarıyor:
 "Bile bile hakkı bâtıl ile ka­rıştırmayın! (Bu suretle) hakkı gizlemeyin!" Bakara: 2/42
Sevmek. Sevgi aşırılığa müsait bir histir. Hıris­tiyanların İsâ (as)'yı Allah'ın oğlu yapmaları, Şia'nın Hz. Ali (r.a.)'yi peygamber derecesine çıkarmaları sevgi coşkunluğunun bir sonucudur. Din ve İslâm sevgisi, şeriatın hâkimiyeti özlemi de aşırılıklara ve ölçüsüzlüklere itebilir. Onun için sevgi hissini ilim ile terbiye etmek ve bu suretle onu taşan bir sel olmak yerine, akan bir nehir hâline getirmek lazımdır. Cenâb-ı Hak kendisine ve dinine karşı duyulan sevgiyi Peygamberin getirdiği ölçüye bağlı kalınmak şartıy­la kabul edeceğini bildirmiştir:
"De ki, eğer Allah'ı se­viyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin..." Al-i İmrân: 3/31
Buğzetmek. Buğuz da sevgi gibi ve hatta ondan daha ateşli ve yıkıcı bir histir. Bu hissi taşıyan insan, ölçüyü korumakta zorluk çeker. Bu bakımdan, İslâm dini buğza teslim olmamayı önermiş ve "buğuzlarım yutanları" övmüştür. Al-i İmran: 3/134 Allah Resulü (as) da, gerçek pehlivanın başka insanları yere vuran değil, kendi kızgınlık ve hiddetini yutan kimse olduğunu bildir­miştir. Müslümana üç günden fazla dargın durma­nın caiz görülmemesi, buğuzu uyandırabilen işlerden ve hatta sû-i zanlardan sakınmanın emredilmesi  de bundan dolayıdır. Allah için sevmenin ve O'nun için buğuz etmenin dinden olduğu malûm­dur. Ancak bunlardan herbirinin Kur'ân ve Sünnet­te açıklanan pek çok kayıt ve ölçüleri vardır. Bu ka­yıt ve ölçülere riâyet edilmedikçe, bu hisler, kendi sahiplerini tatmin etmeye yönelik bencil, nefsânî ve şeytanî birer duygu olmaktan öteye geçemezler.
Dikkat Çekmek. Bazı insanlar dikkatleri ken­di üzerlerine çekmek için ölçüsüzlüğe, kanunsuzlu­ğa ve aşırılığa baş vururlar. Hâlbuki İslâm'da asıl olan kendini ve amelini gizlemektir; Allah Resulü (as) kıyamet gününde Allah'ın gölgesi altında tutu­lacak olan kimseleri anlatırken, "Bir de o kimse ki, sağ eliyle verdiği sadakadan (ve yaptığı hayırdan) sol elini haberdar etmez" buyurmuştur. Buhari, Allah yo­lunda savaşanları anlatırken de, "Kendisini göster­mek için savaşanların Allah yolunda olmadıklarını" bildirmiştir. Buhari,
Güçlü Görünmek. Güçlü veya cesur oldukları­nı kanıtlamak isteyen bazı hasta tipler, nizâm ve dü­zene ters hareket etmeye, ölçüsüzlük ve aşırılık yap­maya baş vururlar. Bu ise, İslâm'ın haram saydığı ve cehennem ehlinin sıfatlarından olduğunu bildirdiği kibirdir. Bir âyette şöyle duyurulur:
"Kibirliler için cehennemde yer mi yoktur?" Zümer: 39/60 Hadis de şöyledir:
"Kalbinde zerre miktarı kibir bulunan bir kimse cen­nete girmez." Buhari,
Acelecilik: İstedikleri sonuca kısa zamanda varmak hevesine kapılanlar, işlerin tabiî ve şer’î dü­zenini bozmaya kalkarlar. Merdiven basamaklarını birer birer çıkmayı geç bulanlar, ikişer, üçer atlama­ya çalışırlar. Fakat, önlerini görmez veya güçleri yet­mezse düşüp yuvarlanırlar. Allah Resulü (as) şöyle buyurmuştur:
"Allah aceleci değildir ve acele edilme­sini sevmez. O, acele edilmediği zaman verdiği şeyi (başarıyı, hayrı, kârı) acele edilmesi durumunda vermez." Buhari,
Düzene Alternatif Arama. Cenâb-ı Hak, eşya ve hâdiselerin oluşumu için bir düzen koymuş ve "Al­lah'ın sünnetinin değiştiğini göremezsin" Feth: 48/23 buyura­rak bunun değiştirilemeyeceğini bildirmiştir. Fakat, bazı insanlar, bu sünnetullah'ın dışında bir yol ara­ma hevesine kapılırlar. Ve bu yol vakum gibi onları yutup götürür.
Yıkmak. Düzensizliğin ve aşırılığın en çok kor­kulan sebebi yıkmak arzusudur. Bazı hasta tipler, yıkmaktan hoşlanırlar ve ondan zevk alırlar. Bu in­sanlar dindar oldukları taktirde de aynı huyu sürdü­rürler ve dinin koyduğu ölçü, sınır ve düzeni yıkarlar.
Dini, vahyin ölçüleri içinde muhafaza etmenin ve o ölçüler içinde yaşamanın adı istikamettir. Kur'ân-ı Kerim'de peygamberimize hitaben, "Emrolunduğun gibi istikamet üzere ol! Sana uyanlar da is­tikamet üzere olsunlar!" Hud: 11/112 buyurulmuştur. Peygam­berin diliyle, "Rabbim istikamet yolu üzerindedir" Hud: 11/56 buyurularak Allah rızasının ancak bu yolda buluna­bileceği bildirilmiştir. Fatiha sûresinde de, istikamet üzerinde olmak duâ şeklinde ifâde edilmiş ve bütün müslümanların hedefinin istikamet üzere yürümek olması gerektiği belirtilmiştir. Bu sûredeki ilgili âyetlerde, istikamet üzerinde olmanın bir ilâhi nimet olduğu ve ondan ayrılanların dalâlete düşecekleri ve Allah'ın gazabına uğrayacakları bildirilmiştir.
İstikâmetin Kur'ân'daki bir adı da adalettir. Ce­nâb-ı Hak, istikameti adalet ismiyle şöyle zikretmiş­tir:
"De ki Rabbim adaleti emretmiştir" A'râf: 7/29,
"Adaleti gö­zetin! Allah, adaleti gözetenleri sever" Hucurat: 49/9,
"Allah, ada­let üzere iman eden ve sâlih amel işleyenleri mükâfatlandıracaktır" Yunus: 10/4,
"İnsanlar adalet üzerinde dursun­lar diye Allah, peygamberlere kitap ve mizan (ölçü, kural) indirdi" Hadid: 57/25,
"Kıyamet gününde adaleti terazi ya­pıp (amelleri onunla ölçmek için) ortaya koyarız" Enbiyâ: 21/47
Bu son âyet-i kerime gösteriyor ki, iman ve amallerde istikâmet ve adalet yoksa, onların hiç bir ağırlık ve değeri yoktur ve onlar ahiret terazisinde yer alama­yacaklardır.
İstikâmet ve adaletin karşıtı olan aşırılık ve öl­çüsüzlük ise şeriat dilinde bir kaç isimle ifade edil­miştir. Bu isimler şöyledir:
Tuğyan: Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
"Tuğyan edip aşırı gitmeyin! Allah yaptıklarınızı görendir" Hud: 11/112,
"Tuğyan edip aşırı gitmeyin! Sonra sizi gazabım çar­par. Gazabım kimi çarparsa o yıkılıp gider" Tâhâ: 20/81,
"Allah göğü yükseltti ve mizan'ı (ölçü, kural) koydu. Sakın mizam bozmayın!" Rahman: 55/7, 8,
"Bu böyle. Tuğyan edenlere ise kötü bir akıbet vardır." Sâd: 38/55
İfrat: Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
"Kalbini bi­zi anmaktan gâfîl ettiğimiz, nevasına uyan ve işi ifrat (aşırılık) olan kimseye itaat etme (boyun eğme)" Kehf: 18/28,
"Kendileri için hoşlanmadıkları işleri Allah'a yakıştı­rıyorlar ve yalancı bir dille en güzel akıbetin de ken­dilerinin olacağını söylüyorlar. Hiç şüphesiz, bunlar için sadece ateş vardır. Onlar ifratçı kimselerdir." Nahl: 16/62
İfsad: Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
"İsrâfçıların dediklerine uymayın! Bunlar yer yüzünde (işleri) iş- edip düzeltmeye değil, ifsâd edip bozmaya çalışırlar." Şuara: 26/152
Allah'ın Hudud'unu (Koymuş Olduğu Sınırı) Aşmak: Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
"Allah yolun­da sizinle savaşanlarla savaşın, fakat aşırı gitmeyin (sının aşmayın)! Hiç şüphesiz Allah (sınırı) aşanları sevmez" Bakara: 2/190.,
"Mescid-i Haram'a girmenizi önledikleri için bir topluma karşı duyduğunuz kızgınlık, sizi sı­nırı aşmaya sevk etmesin!" Maide: 5/2.,
"Bunlar Allah'ın hudutlarıdır, onları aşmayın! Kim Allah'ın hududlarını aşarsa onlar zâlimlerdir." Bakara: 2/229
Ve Cenâb-ı Hak kurtuluş ehli olan müslümanları şöyle tarif ediyor:
"Tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, oruç tutanlar, rükû ve secde edenler (namaz kılanlar) iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve Allah'ın hududunu ko­ruyanlar (gerçek) müminlerdir. Onları müjdele!" Tevbe: 9/112
Gülûvv (Aşırılık): Cenâb-ı Hak, dinlerinde aşırılığa sapan ehl-i kitaba şöyle sesleniyor:
"Ey ehl-i kitap! Dininizde aşırılığa gitmeyin ve Allah hakkın­da doğru ve gerçek olmayan şeyler söylemeyin!" Nisa: 4/171 "De ki, ey ehl-i kitap! Dininizde haksız yere haddi aşmayın!" Mâide: 5/77.