"Kur'ân'da Çocuk Eğitimi" derken şüphesiz, sâdece "çocuk" kelimesinin geçtiği âyetlerin incelenmesi kastedilmez. Mes'elenin böyle kavranması, mevzûyu bir hayli daraltma olur. Esasen dilimizdeki "çocuk" kelimesinin Arapçadaki karşılığı olan sabiyy ve tıfl kelimelerinin Kur'ân'da geçtiği yerler sayıca azdır ve çocuk meselelerini dile getiren diğer tâbirlerle kıyaslanınca gerçekten cüz'î kalırlar. Zira münhasıran, bulûğa ermemiş kimseler için kullanılan bu iki tâbirden birincisi sâdece iki yerde geçerken, ikincisi de dört yerde geçer.
Buna karşılık diğer mânâları yanında "çocuk" mânâsına da gelen ve Kur'ân'da, diğer mânâlarında kullanılmış olmaktan başka "çocuk" mânâsında da kullanılmış bulunan veya kullanıldığı yer ve üslûb itibariyle bulûğa ermeyen çocuğun kastedildiği, başkaca kelimeler de var. Bunların sayısı miktarca fazla olduğu gibi, bâzılarının tekerrürleri de dikkat çekecek kadar çoktur. Şimdi bunları açıklamaya çalışalım:
1.İbn: Bu kelime "oğul" mânâsına gelir. Ebeveyne nisbetle evlâdı ifâde eder. İbn'le ifâde edilen evlâd, henüz bulûğa ermemiş "çocuk" olabileceği gibi, bulûğ çağını aşmış, yaşlı da olabilir. Bu kelime, bâzan cemi (çoğul), bâzan müfred, bâzan yalın halde, bâzan da zamir almış olarak Kur'ân'da 172 yerde geçer.
2. Veled: Bu kelime de dilimizde aynı kökten olmak üzere daha ziyâde "evlâd" kelimesinin karşılığıdır. Ebeveynin kız olsun, erkek olsun her iki cins çocuklarını ifâde eder.[2] Veledle kastedilenler de bulûğa ermiş veya ermemiş olabilir. Yine ilâve edelim ki veled kelimesinin cemi, müfred, zamirli, zamirsiz -isim olarak çeşitli kullanışlarından başka aynı kökten türeyen vâlid, valide, vâlideyn, mevlüd gibi başka isimler ve bunların muhtelif kullanış şekilleri bulunduğu gibi, -doğurdu, doğurur, doğurdular gibi- değişik mânâlarda fiil olarak da kullanılışı var. Şu hâlde, bu kökten olmak üzere yekûn 112 ayrı kelimenin Kur'ân'da kullanıldığını görmekteyiz.
3. Zürriyet: Diğer mânâları yanında "çocuk" mânâsına da kullanılan bu kelime değişik şekilleriyle Kur'ân'da 32 yerde tekerrür eder.
4. Yetim: Münhasıran çocukla ilgili meselelerin ele alındığı bu kelime, Kur'ân'da, 23 yerde geçer.
5. Gulam: Aslî mânâsı, "bıyığı çıkmaya başlamış, . henüz bulûğa ermemiş çocuk" olan bu kelime, hizmetçi
mânâsına da gelir ve Kur'ân'da 13 yerde geçer.
6. Zeker: Bitki, hayvan ve insan her çeşit canlılar için, dilimizde olduğu gibi, "erkek cins" mânâsına gelen bu kelime, 19 yerde geçer. Bunlardan 6 tanesi "erkek çocuk" mânâsını da taşır.
7.Ünsa: Zeker'in zıddı olarak "dişi" mânâsına gelen bu kelime de 30 yerde geçer ve 16 kadarında "kız çocuk"
mânâsı da mevcuttur.
8. Sağır: "Küçük çocuk" mânâsında kullanılan bu kelime 1 yerde geçer.
9. Hafede: Torun mânâsına gelen hafîd'in cemi olan bu kelime de 1 yerde geçer.
10. Ecinne: Anne karnındaki çocuğu ifâde eden cenîn'in cemi olan bu kelime 1 yerde geçer. Ancak cenîn'i ifâde etmek üzere kullanılan "mâ fibatnî (karnımdaki)" tâbiri 4 yerde geçer. Yine cenîn'i ifâde zımnında kullanılan hami (yük) kelimesi de 9 yerde geçer. Şu halde cenîn'le alâkalı ifâdeler 14 adedi bulmaktadır.
11. Ehl: Bu kelime yekûn olarak 127 yerde geçerse de çocuğu da tazammun eden "aile" mânâsındaki kullanılışı 15 yerdedir.
12. Âl: Aile mânâsında kullanılan bu ikinci kelime de Kur'ân'da 26 yerde geçer.
13. Mehd: Çocukla ilgili mühim bir malzeme olan "beşik" mânâsına gelen bu kelime de 5 yerde geçer.
14. Rada': Çocuğu emzirmek mânâsına olan rada' (dilimizde raza' diye de telâffuz edilir) kökünden gelen muhtelif kelimelerin sayısı ll'dir.
15. Ed'iyâ: Evlâtlık mânâsına gelen "da'î"hin cemi olan bu kelime 2 yerde geçer.
16. Rebâib: Üvey kız mânâsına gelen bu kelime 1 yerde geçer.
17. Ebb: Evlâdı hatıra getiren bu kelime, cemi, müfred muhtelif kullanışlarıyla 143 yerde geçer, "baba" demektir.
18.Üram: Keza baba (ebb) kelimesinde olduğu gibi, evlâdı hatırlatan bir diğer mühim kelime olan "anne" mânâsmdaki ümm kelimesi de -bu mânâda olmak üzere- 29 yerde geçer.
19. Rabb: Çocuklarla alâkalı en mühim fiillerden biri olan "terbiye" fiilini hatırlatan bu kelime ile alâkalı kelimeler Kur'ân'da 979 kere tekerrür eder.
Bu tâdâddan sonra, şunu ifâde edebiliriz: Kur'ân-ı Kerîm, çocukla alâkalı meselelere genişçe yer vermiştir. Ancak bunu yaparken her seferinde, mevzûya doğrudan girmemiş, çoğunluk itibariyle, dolaylı olarak ele almıştır. Sözkonusu durumu, bu maksatla kullanılan tabirlerin arzettiği çeşitlilikte görmek mümkündür.
Mes'elenin niçin böyle ele alınmış olabileceği sorusuna gelince, bu hususta şöyle bir mülâhaza yürütmek mümkündür: Çocukla ilgili meseleler çok yönlüdür. Kur'ân-ı Kerim bâzan ebeveynin çocuğa karşı vazifelerini, bâzan evlâdın ebeveyne karşı vazifelerini, bâzan çocuk sebebiyle ortaya çıkan hukukî durumları, çocuğun himayesini, terbiyesini, hayata hazırlanmasını, çocuk sebebiyle ortaya çıkan ferdî, ailevî, içtimaî problemleri vs. vs. ele almaktadır. Çocuk mes'elesinin medâr-ı bahs edilen yönüne göre, yaklaşım farklı olmakta, kullanılan tâbirler farklı olmaktadır.
Her halükârda şunu kesinlikle söyleyebiliriz ki, Kur'ân-ı Kerîmin ilk sayfasından son sayfasina kadar, her tarafında muvazeneli bir şekilde bu mes'eleye yer verilmiş, her an çocuk ve çocukla alâkalı meseleler zihinde canlı tutulmak istenmiştir. Bu durum aşağıdaki şemada daha iyi görülebilecektir.[3]
Çocukla alâkalı bahislerin Kur'ân-ı Kerimde dağılım şeklini göstermek için aşağıdaki şemayı hazırladık. Şemanın anlaşılması için şu hususlar bilinmelidir:
1. Münhasıran bu çalışmanın dipnotlarında atıfta bulunulmuş olan ilgili âyetler şemada gösterilmiştir.
2. Kur'ân-ı Kerîm 600 sayfa üzerinden, altmış parçaya bölünmüştür. Şemada görülen her çizgi 10 sayfaya tekabül eder ki bir bakıma yarım cüz demektir.
3. Alttaki rakamlar sayfayı gösterir.
4.Üstteki noktalar, çocuk mes'elesine temas eden âyetleri gösterir. Her nokta bir âyete delâlet eder.
5. Sadece iki yerde, yani 210-220 sayfaları arasına tekabül eden çizgi ile 510-520 sayfaları arasına tekabül eden çizgide âyet gözükmemektedir.[4]
Çocuk deyince ilk akla gelen hususlardan biri, şüphesiz ailedir. Zira çocuğun doğup büyüdüğü, hayata hazırlandığı, iyi ve kötü istikametlerde şekillendiği yer ailedir. Yâni aile, çocuğun en mühim meselesi olan hayata hazırlanmasında -ki bir başka ifâde ile terbiye denmiştir- en müessir rolü icra eden müessesedir. Çocukla alâkalı bütün meseleler burada düğümlenir ve burada çözüme kavuşur. Çocuk üzerine yapılan araştırmalar arttıkça, onun her yönüyle mükemmel ve dengeli bir gelişmeye mazhar olabilmesi için aileye olan ihtiyacı iyice anlaşılmaktadır.
Ailenin, çocuk açısından taşıdığı ehemmiyet sebebiyle, "Kur'ân'da Çocuk Eğitimi" konusunu incelerken biz de öncelikle Kur'ân'da, âile ile alâkalı olan meseleleri belirtmeyi uygun bulduk.[5]
İnsan hayatında cemiyetin yeri ne ise, cemiyet hayatında da ailenin yeri odur. Aile olmaksızın ne cemiyet, ne de insanlığın varlığı tasavvur edilemez. Aile, insanlığın varlığı ve devamı için zarurî olduğu gibi, dünyevî sulh ve saadeti için de zaruridir. Aile yapıları sağlamsulh ve saadeti için de zaruridir. Aile yapıları sağlam cemiyetler sıhhatli; aileleri huzurlu, fertleri mes'ûd ve bahtiyardır. Öyle ise insanlara, uhrevî hayatları kadar dünyevî hayatları için de sulh ve saadet yollarını gösteren İslâmiyetin, dünya saadetinde mühim bir yer işgal eden aile ile meşgul olması, onun birçok meselelerine el atıp rehberlik etmesi kadar tabiî ne olabilir? Evet İslâm, öncelikle âhiret hayatını nazar-ı dikkatlerimize arz eder. Ancak, onun kazanılması dünya hayatına bağlı olduğu için bunu da ihmal etmez, birinci ile ikinci arasındaki irtibat nisbetinde birinciye de yer verir.
Bu sebeple Kur'ân-ı Kerimde kuruluşundan dağılmaya, yâni, nikâhtan boşanmaya kadar, aile ile alâkalı pek çok mes'eleye yer verildiği, ehemmiyetli noktalarda teferruata bile inildiği görülür. Mevzûmuzla alâkası sebebiyle bunları kısaca belirteceğiz:[6]
Hemen kaydedelim ki, Kur'ân-ı Kerim, evlenmede, "şahsî heveslere" değil, "terbiye şartlarına" uygun bir ailenin kurulmasını emreder. Bu maksadla "hoşa giden", "mü'min kadınlar'la "ailelerinin izniyle" nikâhlanmayı tavsiye eder:[7]
Bir başka ifâde ile nikâh edilecek kadın mutlaka mü'min olmalıdır. Güzellik, zenginlik, asalet gibi hoşa gidecek vasıfları sebebiyle gayr-i müslim kadınla evlenilmemelidir. Bu mühim husus şu âyette dile getirilir:
"(Ey mü'minler!) Müşrik kadınlarla, onlar imana gelinceye kadar evlenmeyin. İman eden bir câriye, -hoşunuza gitse de- putperest bir kadından daha iyidir. İnanmalarına kadar, puta tapan erkeklerle mü'min kadınları evlendirmeyin.
"İnanan bir köle, -hoşunuza gitmiş olsa da- puta tapan bir erkekten daha iyidir. İşte onlar ateşe çağırırlar. Allah ise, izniyle Cennete ve mağfirete çağırır ve insanlara, ibret alsınlar diye âyetlerini açıklar”[8]
Bir başka âyette, bu yasağın terbiyeye müteallik olan sebebi de beyan edilir: "Müşrik kadın kendisi gibi müşrik olanı doğurur!"
"Nuh şöyle demişti: 'Ey Rabbim, kâfirlerden hiç kimseyi yeryüzünde bırakma. Çünkü Sen onları bırakırsan, Senin kullarını sapıtırlar ve ancak bir nankör fâcir doğururlar"[9]
Hz. Peygamber de (a.s.m.), ısrarla dindar kadınla evlenmeyi tavsiye etmiş5, ahlâksız muhitten yetişen güzel kadını "çöplükte yetişen kırmızı gül"e teşbih ederek, böyleleriyle evlenmekten kaçınılmasını istemiştir.[10]
Ahlâksız muhitten gelen, ahlâksız kadınlarla evlenmemelidir, zira, "kadınlar, babaları, amcaları ve kardeşlerinin mislini doğururlar"[11]
Müşriklerin ancak müşriklerle evlenebileceğini ifâde eden Kur'ân, ayrıca, zâni ve ahlâksız olanlarla da .evlenmemeyi emreder.[12]
Evlenme imkânı olmayanlara da iffetli olmak emredilmiştir:
Meâlen: "Evlenemeyenler, Allah kendilerini lütfü ile zenginleştirene kadar iffetli davransınlar."[13]
Hz. Peygamber (a.s.m.), iffetli davranmada orucun yardımcı olacağını belirtir: "Ey gençler, sizden nikâha gücü yetenler evlensinler. Gücü yetmeyenler, oruç tutsunlar. Zira, oruç nefsânî arzuları kırar".[14]
Hz. Peygamber'in (a.s.m.) evlenmeye teşvik sadedinde, bekârlığı zemmedici bir diğer hadisini de burada kaydediyoruz: Resûlullah, Akkâf İbnu Vedâ'e'nin, maddî durumu ve sıhhati yerinde olduğu halde bekâr kaldığını öğrenince, kendisine, Benî İsrail'den Kürsüf adında bir âbidin 300 yıl geceleri zikretmek, gündüzleri de oruç tutmak suretiyle Allah'a ibâdet ettiği halde, sonunda, âşık olduğu bir kadın yüzünden küfre düşerek ibâdeti terkettiğini anlatarak şunları söyler:zili de bekâr ölenlerdir). Şeytan dininizle oynar. (Dinle oynamakta şeytanla işbirliği yapmayın). Şeytanın sâlihlere karşı en müessir silâhı kadındır. Bunu evlilere kullanamaz. Evliler teiniz ve kötü sözlerden de beridirler... Ey Akkâf! Evlen, aksi takdirde ateşe düşenlerden olursun".[15]
Aile ile alâkalı meseleler ailenin kuruluşu ile bitmez, bilakis başlamış olur. Erkek ve kadının ister maddî-mânevî terakkilerinde, ister huzur ve saadetlerinde ailenin mühim bir âmil olabilmesi, yeni bir kısım esasların tatbike konmasıyla mümkündür. Bunlar bilinip göz önüne alınmadığı takdirde, evlilik en ideal şartlar çerçevesinde yapılmış olsa bile, ondan beklenen huzur ve saadet temîn edilemez. Ailenin devamı sağlanamaz.
Öyle ise bu safhada en mühim husus, aile efradı arasındaki, hususen karı ile koca arasındaki karşılıklı hak ve vazifelerdir.
Kur'ân-ı Kerim, taşıdığı ehemmiyete paralel olarak, baba olarak erkeğin, anne olarak kadının vazifeleri mes'elesine müstesna bir yer ayırarak birçok teferruata yer verir, tatbikatını ister. İhmâl edenlere ağır müeyyideler hatırlatır. Mühimlerini kaydedeceğiz:[16]
Herkesçe malûm ve müsellem olduğu üzere, herbir hey'et-i içtimâiyede nizâm, ahenk ve huzur, hey'eti teşkîl eden ferdler arasındaki silsile-i merâtib ve otoriteye bağlıdır. En küçük içtimaî hey'et olan aile de bu kaidenin dışında değildir. İslâm, ailevî silsilenin başına, normal durumlarda, babayı koyar. Yâni ailenin reisi babadır. Aile, kemâl seviyede terbiyeye uygun bir ortam olabilmek için babanın sağlayacağı otorite ve âhenge muhtaçtır. O da, bu yetkiye beşer vicdanında fetva verdirecek vazife ve mükellefiyet altına sokulmuştur. Yâni, babanın reislik hakkını ilân eden âyet, bu hakka istihkakını meşru kılan vazifesini de bildirir:
Meâlen: "Allah'ın kimini kimine üstün kılmasından ötürü ve erkeklerin, mallarından sarfetmelerinden dolayı, erkekler kadınlar üzerine hâkimdirler."[17]
Burada erkeğin ailedeki hâkimiyeti iki sebebe dayandırılmaktadır:
1. Erkeğe fıtraten verilen bâzı üstünlükler (bedenen daha güçlü, daha kuvvetli olması, his ve heyecanına kadına nazaran daha hâkim olması gibi),
2. Kadının nafakasını te'mîn etmesi. İktisâdı açıdan daha çok imkân ve sorumluluğa sahip olanın daha çok söz sahibi olması tabiîdir.
Su halde, yukarıdaki âyette geçtiği üzere,nazm-ı celîli, ailenin nafaka külfetini erkeğe yüklemektedir. Ailede reis olma hasebiyle, ilerde belirtileceği uzere, aile efradının dünyevî ve uhrevî vazifelerinin tâlim ve terbiyesinden de sorumlu tutulmaktadır.[18]
İslâm, ailede ne kendisinin, ne de bir başkasının nafakasını te'mînle mükellef tutmadığı kadına, daha ziyâde, küçük yaştaki çocuklarının terbiye vazifesini verir. İleride daha teferruatlı olarak açıklayacağımız üzere, çocuğun, istiğna yaşı denen 7-8 yaşlarına kadarki terbiyesinden anne sorumludur ve bu safhada çocuğa bakma hakkı anneye aittir. Erkekle kadın arasında, yaratılıştan mevcut olan, inkârı gayr-ı kabil, bir kısım farklılıklar da kadını, küçük çocukların terbiyesinde birinci sorumlu ve merkez kılmaya yöneliktir. Onlardaki ruhî hassasiyet, sınırsız şefkat ve merhamet duyguları küçüklerin en az ekmek, su ve hattâ "temiz hava”[19] kadar muhtaç oldukları sevgi ve alâkayı temîn etmektedir. İslâm, çocuğun hayatında annenin yerini, kadın dâhil, başka hiçbir maddî konforla telâfi edilemiyeceğini Hz. Ebû Bekir'in, bir ihtilâfı kadı sıfatıyla çözmek üzere, Hz. Ömer'e söylediği şu cümlede ifâdeye döküp formüle etmiştir: "Ey Ömer, bırak onu, annesinin tükrüğü, ona, senin yanındaki şekerden ve baldan daha hayırlıdır".[20]
Fıtrat, kadınları, hem ruhen ve hem de bedenen, çocuk terbiyesi gibi hassas ve mühim bir vazifeye uygun olarak teçhiz etmiştir. Gerek Kur'ân'da[21] ve gerek hadîslerde[22] gelen nasslar[23] kadınlara, bu vazifeyi hakkıyla yapmalarına imkân tanıyacak içtimaî sorumluluklar yüklemiştir. Sözgelimi, esasta yasaklamayıp, kendine has şartlar tahtında çalışmasına izin vermesine rağmen, ailenin nafakasını te'mîn ve ev hâricinde çalışma mükellefiyetini, İslâm'ın kadına yüklememiş olması, birinci derecede, bu fıtri vazifesini hakkıyla îfa edebilmesi içindir.
Çocukların, küçükken, ancak annelerinden görebileceği ivazsız sevgi, sıcak şefkat ve samîmi merhamet duygularıyla renklenen, tatlanan bir atmosfer içerisinde yetişmemeleri, mânevi doyuma ermemeleri halinde, bu eksikliğin cezasını ömrü boyunca ferdler ve oferdlerle birlikte cemiyet çekmektedir.[24] Yeni araştırmalar, çocuğuna bakamayan annenin de ruhî bunalımlara uğradığını ortaya çıkarmıştır.
Asıl mevzûmuz olmamakla beraber, üzerinde durduğumuz mes'eleyi açıklayıcı ve tamamlayıcı olması hasebiyle, temas ettiğimiz son husus üzerine bir başka çalışmamızda yer vermiş bulunduğumuz bir tahlili aynen iktibas edeceğiz:[25]
"Gerek, çocukları annelerinin terbiye etmeleri hususunda İslâmın ısrardaki haklılığını ve gerekse Batının bu mes'elede, yukarıdan beri temas ettiğimiz tezadını te'yîd eden, bizzat Batılılarca hazırlanan bir raporun muhtevasını burada hatırlatmada fayda var. Rapor, Fransız Millî Nüfus Araştırmaları Enstitüsü (L'Institut National d'Etudes Demographiques) tarafından, Fransa'da nüfus gerilemesine karşı ilgililerin dikkatini çekip, alınması gereken tedbirler hususunda ışık tutmak üzere, 1975 yılında parlamentoya sunulmuştur. Rapora göre, Fransa'da doğumun azalmasına sebep olan âmillerin başında mütenâkız (birbirine zıt) iki arzunun fiilen mevcut oluşu gelmektedir. İlgili haberi aslından takip edelim:
'.... Birinci arzuya göre, kadınlar, gitgide daha yaygın bir şekilde, meslekî bir faaliyet icra etme arzularını ortaya koymaktadır ve her bir fırsatı fiilen değerlendirmek suretiyle bunu fiiliyata dökmektedirler.
"Söz konusu Enstitü'nün araştırmalarıyla ortaya çıkan, buna zıt ikinci arzu ise, kadınların, yavrularım en az iki yaşına kadar, bizzat büyütme istekleridir. Bu istek, basit bir temenni olmayıp şiddetli ve samîmi birarzudur. Öte yandan birçok doktorlar, bu arzularını gerçekleştiremeyen aile annelerinin ruhen hastalandıklarını, suçluluk duygusuna kapıldıklarını tesbît etmişlerdir. Keza, umumiyetle çocuk mütehassısları da. bebeklerin normal gelişmesi için en lüzumlu ve en muvafık şart olarak, küçük yaşlarda annenin çocuğun yanında olmasına hükmetmişlerdir.
"Bu iki arzunun birleştirilip te'lîf edilmesi en az iki hususun beraberce gerçekleştirilmesine bağlıdır:
"Birincisi, kadınlara, gelirlerine tâbi olarak değişebilecek bir annelik ücreti tahsis etmek, bu ücreti de öyle bir miktar ve seviyede tutmak ki, en mütevazi ve fakat en velûd ailelerin bile, iki yıl boyunca kadının meslekî gelirinden mahrum kalmamasına imkân verebilsin.
"Gerçekleşmesi gereken ve fakat tatbik mevkiine konulması daha zor olan ikinci şart da, kadına tanınan bu iki yıllık iznin kadının işiyle olan alâkasını kesmemesidir. Tâ ki, çocuğunu büyütmek üzere işini terkeden kadın, bu iki yıl sonunda, eski işine, aynı vasıf ve kıdem haklarıyla tekrar girebilsin."[26]
Bu rapor üzerine Fransa'da bir kısım tedbîrlere tevessül edilmiş, yeni kanunî düzenlemelere gidilmiştir, ancak onlardan burada bahsetmek bizi asıl mevzûmuzdan uzaklaştırır.[27] Yalnız şu kadarını ilâve edebiliriz: Yukarıda sözünü ettiğimiz rapor, kadının ve hususan çocuklu kadınların hâriçte çalışmasından hâsıl olan ferdî ve içtimaî mahzurların, artık Avrupalılar tarafından açıktan açığa farkedildiğini ve bunu önlemek için ciddî tedbirler almaya başladıklarını göstermektedir. "Kilise taassubu"nun yerini alan "inkılâb taassubumun da, içtimâi ve beşeri (antropolojik) araştırmaların gelişmesiyle kırılarak, hümanizm, laisizm, ferdiyetçilik, feminizm gibi bir kısım peşin hükümlerle feda edilen beşeri değerlere ve fıtrat kanunlarına uygun gelen sağlıklı düzenlemelere, yakın geleceğin Batı'sında ve oraya bağlı olarak diğer dünya milletlerinde daha ciddî adımlarla dönüleceğini ümîd edebiliriz.
Ekonomik gelişmeler neticesinde sosyal güvenin artması, bilhassa otomasyonla iş hayatında insan unsuruna olan ihtiyacın azalması, cemiyetin refah ve terakkisinde terbiyenin anlaşılması gibi son gelişmeler, muzdarib medenî âlemi, kadının içtimâi hayattaki rolünü yeni baştan, sağ duyu ve akl-ı selimle ele almaya sevkedecektir. Musibetlerin de şevkiyle bu yeni gelişmelerin ışığında insanlığın gelmiş bulunacağı o safhada problemin halli için, İslâmin daha açık olarak söyleyeceği sözü ve şaşmaz rehberliği olacaktır.[28]
Ailenin iki asıl unsuru olan anne ve babanın aile içerisindeki yeri ve pozisyonlarım ana hatlarıyla Kur'ân'a göre tesbîtten sonra, gerek bâzı teferruata geçmek ve gerekse diğer ferdlerin durumlarını da belirtmek gerekecektir. Ancak, buna geçmezden önce, Kur'ân'ın ehemmiyet vererek, âyetlerinde yer verdiği bir hususa nazar-ı dikkatleri çekmemiz gerekecektir: "Hükmî ve hakikî akrabalık'lar. Yâni bizzat kana dayanan "hakikî akrabalık" bağı. Her iki bağa da her cemiyette, her devirde fiilen rastlanmaktadır. Acaba Kur'ân'm bu mes'eledeki tavrı nedir?
İslâm dini, insanlar arasında içtimaî bağları arttırıp kuvvetlendirmek maksadıyla vazedilmiş olan bir kısım sun'î ve hükmî akrabalık müesseselerine temelde karşı çıkmaz. Bilâkis taraftar olur. Bu sebeple İslâm beldelerinde, hâlen, kan bağına dayanmayan çok farklı akrabalık bağlarına, yakınlık telâkkilerine rastlanır: kirvelik, sağdıçlık, hısımlık, âhiret kardeşliği gibi.
Kan bağına dayanmayan akrabalık müesseselerine câhiliyye devri Araplarında da rastlanmaktadır. Evlât edinme, ataka, müvâlât, civar[29] gibi müesseseler bunlardandır.
Bu müesseseleri bidayette aynen benimseyen Hz. Peygamber (a.s.m.) İslâm'ın kuvvetlenmesinde bunlardan istifâde cihetine de gitmiştir. Nitekim, hicreti müteakip vazedilen muâhât (kardeşleşme) müessesesi bunun en güzel örneğidir.
Hz. Peygamber (a.s.m.) bilhassa Mekke'den hicret eden muhacirler ile, Medineli ensâr arasında kardeşleşme te'sis ederek her Mekkeliye bir Medineliyi kardeş ilân etmişti. Bu kardeşlik bağına o kadar fazla ehemmiyet ve ciddiyet kazandırmıştı ki, ölüm hâlinde birbirlerine vâris olabiliyorlardı.[30]
Kur'ân-ı Kerîmdeki:"înananlar kardeştir” hükmü de inananlar arasında te'sis edilmiş bulunan bir hükmî akrabalıktan başka bir şey değildir.
İşte gerek câhiliyye devrinden intikal eden, gerek Hz. Peygamber'in (a.s.m.) te'sîs ettiği ve gerekse vahiy yolüyla te'sîs edilmiş olan "hükmî akrabalıkların Kur'ân-ı Kerimde tanzîm edilerek bâzı esaslara bağlandığına, mîras, evlenme gibi mühim mevzularda "kan"a ve "akîde"ye dayanan bağların te'sîs ettiği "hakikî" yakınlıklarla, insanların telâkki ve kararlarına dayanan bağların te'sîs ettiği "hükmî" yakınlıkların tefrik edildiğine şahit olmaktayız:
"(Kan sebebiyle} akraba olanlar, miras hususunda, Allah'ın Kitabı'nda birbirlerine, mü'minler ve muhacirlerden daha yakındırlar"[31] mealindeki âyet, bu mevzûdaki vahiylerden biridir.
Kur'ân-ı Kerîmde ehemmiyetlerine binâen "usûl"e giren yakınların "hakikî" olanlarının bizzat tavsîf edilerek "hükmî" olanlardan tefrik edildiğini görürüz:[32]
Bir çocuk için en mühim unsur ve yakın "anne" olduğuna göre, bununla alâkalı açıklama ile mevzûya girebiliriz: sosyolojik açıdan bakınca, cemiyetten cemiyete farklı sebep ve şartlara müstenid, değişik "anne"lere rastlamak mümkündür. Kur'ân-ı Kerimin bir kısım mühim emirlere ve teşriâta menşe kıldığı "hakiki anne" ile "örfen anne" tesmiye edilen kadınınbelirtilmesi kaçınılmaz bir zarurettir. Kur'ân'a göre, bu "hakikî anne" çocuğu bizzat doğuran kadındır. Bu husus, Kur'ân'da, her ikisi de zıhâr'la ilgili olan iki ayrı âyette ele alınmıştır: "İçinizde kadınlarını zıhâr yapanlar (annelerine benzeterek haram sayanlar) bilsinler ki, karıları anneleri değildir. Anneleri, ancak, onları doğuranlardır"[33]
Aynen anne gibi, baba da pek çok, ciddî ve mühim Kur'ânî hükümlerin sebebidir. Keza muhtelif cemiyetlerde mevcut olan "hükmî baba"larla "hakikî baba"ların tefrik edilmesi bu hükümler açısından ehemmiyet kazanmaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm, bu mevzûyu bizzat Hz. Peygamber'le (a.s.m.) alâkalı olarak ele almış ve vuzuha kavuşturmuştur: Hadîs, tefsir, siyer gibi her çeşit İslâmî kaynaklarda görüldüğü üzere Hz. Peygamber (a.s.m.), kölesi Zeyd İbnu Hârise'yi: "Şahit olun, Zeyd benim oğlumdur, bana vâris olacak, ben de ona vâris olacağım" diyerek azad etmiş ve evlâdlık edinmişti. Bu vak'adan sonra Zeyd hep "Zeyd İbnu Muhammed" yâni Muhammed'in oğlu Zeyd diye çağrılır olmuştu.[34] Teferruatı, bizim mevzûmuz açısından fazla ehemmiyet taşımayan bâzı hâdiseler ve bunları takip eden yanlış anlamalar üzerine, Cenâb-ı Hak inzal buyurduğu bir âyetle durumu tavzih edip, yanlışlıkları önlemiştir:
"Muhammedİçinizden harhangi bir erkeğin babası değildir."[35]
Bu âyet, daha vazıh bir şekilde, Zeyd'le Hz. Peygamber (a.s.m.) arasında mevcut hükmî karabet sebebiyle Zeyd'in ve halkın Hz. Peygamber'e "baba" tâbirini izafe etmelerinin, kan bağından gelen hakikî "baba-evlâd" bağını te'sîs etmediğini açıklamış oldu.[36]
Zira Hz. Peygamberin (a.s.m.) kendisine "baba" diye hitap edecek yaşta erkek çocuğu olmamıştır. Erkek olarak sâdece Zeyd "baba" diye hitapetmiş, bu âyetle onun da "hükmî" babalıktan öte geçmediği belirtilmiştir. Bu kanunun başka vahiylerle daha da açıklığa kavuşturulacağını göreceğiz:[37]
Yukardaki bahsi tamamlayan bir husus da "hakikî evlâd'la "hükmî evlâd" arasının tefrik edilmesiyle alâkalı vahiydir.[38] Kur'ân bu meseleye Ahzâb sûresinde temas ederek: "(Allah) evlâtlıklarınızı da öz oğullarınız gibi saymanızı meşru kılmamıştır. Bunlar sizin dillerinize doladığınız boş sözlerinizdir. Allah gerçeği söylemiştir, doğru yola O eriştirir. Evlâtlıkları babalarına nisbet ederek çağırın, bu Allah katında daha doğrudur. Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, otakdirde onları dinde kardeşleriniz ve dostlarınız(mevâliniz) kabul edin"[39] buyurmuştur.
Rivayetler, bu âyet gelinceye kadar Zeyd İbnu Hârise'ye Ashâb'ın (radıyallahü anhüm} "Zeyd İbnu Muhammed" diye hitap ettiğini, bundan sonra, o tesmiyeden vazgeçildiğini belirtir.[40] Âyet-i kerimenin nüzul sebebi olarak da bu tesmiye kaydedilir.[41] Ebû Huzeyfe'nin mevlâsı Salim de aynen Zeyd'in (radıyallahü anhümâ) durumunda idi, Salim İbnu Ebî Huzeyfe diye çağrılıyor ve hakikî evlâd muamelesi görüyordu. Yukardaki âyet inince, aile içerisine ihtilâtı problem olmuş ve Ebû Huzeyfe'nin hanımı Sehle, Hz. Peygamber'e (a.s.m.) başvurmuştur.[42]
Görüldüğü üzere, vahiy evlâtlıkların öz evlât yerine tutulmalarını yasaklamakla kalmaz, onların nasıl isimlendirileceklerini de tesbît eder ki vahiyde yer alan bu ve diğer teferruat mevzunun taşıdığı ehemmiyeti ifâde eder.
Aile ve akrabaların tarif ve ta'yîni mes'elesinde anne, baba ve evlâd'ım kimler olduğu açıklık kazandıktan sonra bunlara bağlı olan diğerleri kendiliğinden anlaşılır.[43]
Akrabalık meselesinde Kur'ân'ın nazar-i dikkate arzettiği bir hususu daha belirtmede fayda var. Kur'ân-i Kerim'e göre, akrabalık bağının kemâl mânâda gerçekleşmesi iman birliğine bağlıdır. Bu olmadığı takdirde arada gerçek akrabalık ve dostluk bağı teessüs etmez, mü'min kimse mü'min olmayan hakkında oğlu veya babası bile olsa Allah'tan mağfiret bile dileyemez.
Bu mevzuda Kur'ân'da yer alan pek çok âyetten Hz. Nûh ve oğlu, Hz. İbrahim ve babası ile alâkalı olarak gelen birkaç âyeti hatırlatmak yeterlidir:
Hz. Nûh, oğlunun gemiye binmeyerek boğulanlar arasında kalması üzerine, karaya indikten sonra:
"Ey Rabbim! Oğlum da benim âilemdendir. Senin va'din haktır" diyerek mağfiretini taleb eder. Ancak Cennb-ı Hak:Meâlen: "O senin ehlinden sayılmaz, çünkü kötü bir iş işlemiştir, öyleyse bilmediğin şeyi benden isteme" cevâbını verir.[44]
Keza babası için istiğfarda bulunan Hz. İbrahim de babasının "Allah'ın düşmanı olduğunu anlayınca ondan yüz çevirir."[45]
Şu âyet, mü'minlere mutlak bir şekilde kâfirlerden dost edinmemeyi emrederken:
Meâlen: "Ey iman edenler! Mü'minleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyin. Allah'ın aleyhinize apaçık bir ferman vermesini mi istiyorsunuz?"[46]
Şu gelecek âyet, kan yönüyle en yakın olanın bile "dost edinmeyin" yasağına girdiğini sarîh olarak ifâde eder:
Meâlen: "Ey iman edenler! Babalarınızı, kardeşlerinizi, -Küfrü imana tercih ediyorlarsa- dost edinmeyin. Sizden, onları kim dost edinirse onlar zâlimlerin ta kendileridir."[47]
Demek oluyor ki, inançlar ve dinî yaşayışlar birbirine zıt olunca kan yakınlığı fazla bir mânâ taşımıyor. Hz. Nuh'un inanmayan öz oğlunun onun ehlinden olmadığını ilân eden âyet-i kerîmeye, hiçbir kan bağı olmayan Selmân-ı Fârisî'yi Ehl-i Beyt-i Nebevî'den sayan hadîs-i şerifi ilâve edebiliriz.[48] Gerçek akrabalığın teşekkülü için kan bağının yetersizliği sebebiyle, İslâm dini, -hısım ve akrabalık derecesi ne olursa olsun-farklı dine mensub olanların birbirlerine vâris olmalarını yasaklamıştır.[49] İslâm'da akrabalık telâkkisinin, sosyolojik yönden kavranabilmesi için, yukarda kaydettiğimiz durumların ve mirasla ilgili bu kaydın bilinmesi gerekir.
Mü'min olmayanlara "mağfiret dileğinde" bulunmanın bile yasaklanması ile alâkalı örneği bizzat Hz. Peygamberle ilgili olarak gelen âyetlerden kaydedeceğiz: Hz. Peygamber (a.s.m.) meşhur münafık Abdullah İbnu Übey ölünce, çok samimî bir Müslüman olan oğlunun ricası üzerine, Hz. Ömer'in itirazına rağmen, gömleğini kefen olarak verip namazını kıldırmış ve Münâfikün sûresinin altıncı âyetine atıfta bulunarak "Allah onlar hakkında istiğfar edip etmemekle beni serbest bıraktı" diyerek istiğfar etmeye devam edeceğini ifâde etmişti.
Arkadan gelen vahiy: "Onlardan ölen kimsenin namazını sakın kılma, mezarının başında da durma"[50] diyerek Hz. Peygamber’i (a.s.rn.) şiddetle bundan menetti.[51]
Yeri gelmişken kaydedelim ki, fukahâ, ehl-i zimmenin (gayr-i müslim vatandaşların) meskenlerinin, Müslümanların meskenlerinden, ilk bakışta tefrik edici bir alâmet taşıması şartını koşarken gerekçe olarak: "Dilenciler gelip, yanlışlıkla kapılarında durup mağfiret duasında bulunmasınlar" demişlerdir.[52]
Çocuk için ailenin taşıdığı ehemmiyet nisbetinde, Kur'ân-ı Kerîm, aile ve aile ile alâkalı meselelere fazla yer verir. Bu meseleler, bâzan âl ve bâzan ehl kelimeleriyle işlenmektedir. Âilesiz insanlığın olamayacağı hükmü bu âyetlerden netîce olarak çıkarılabilir. Bir âyette, daha önce gönderilen peygamberlere "eşler ve çocuklar'verildiği ifâde edilir.[53] Diğer pek çok âyette de peygamberlerden bahsedilirken onların ailelerinden söz edilir. Peygamberimiz Hz. Muhammed başta olmak üzere, Hz. Musa, Hz. Harun, Hz. İbrahim, Hz. İmrân, Hz. Ya'kûb, Hz. Lût, Hz. Dâvud, Hz. Salih, Hz. Nûh, Hz. İsmail ve Hz. Eyyûb gibi peygamberlerin (salâvatullahi aleyhim ecmaîn) ailelerinden tekrar betekrar söz edilir.
Bu ailelerden bilhassa Hz. Lût, Hz. Nûh, Hz. Musa ve Hz. Ya'küb'un aileleri diğerlerine nazaran daha çok medâr-ı bahs edilir. Kur'ân'da sayı olarak en ziyâde zikri geçen aile ise Firavun âilesidir.[54]
Hz. İbrahim ve Hz. İmrân'ın aileleri -Allah'ın rahmet ve bereketine mazhariyetleri zikredilmek suretiyle- her bakımdan ideal aileler olarak nazara verilirken[55]; Hz. Nûh, Hz. Lût ve bunlara ilâveten Firavun'un aileleri "tipik" birer örnek olarak nazar-ı dikkate arzedilir, ,
Şöyle ki Hz. Nuh'un ailesinden bir oğlu ile hanımı, Hz. Nuh'un bütün gayretlerine rağmen imâna gelmemişler ve Nûh kavminin diğer ferdleriyle birlikte Tufan esnasında sulara garkolmuşlardır.[56] Keza Lût ailesinden de Hz. Lût'un karısı azgınlardan biri olarak Lût kavminin diğer ferdleriyle birlikte helak olmuştur.[57] Bunlar, peygamber olan kocalarına rağmen hidâyete erememişler, hak yolda gidememişlerdir.
Firavun'un ailesinden olan karısı, öbür iki kadının aksine, kocasının küfrüne rağmen Allah'a iman etmiş, Cennetteki en efdâl kadınlar arasında yerini almıştır.[58]
Medâr-ı bahs ettiğimiz son üç aile hanımlarının zikrine Kur'ân-i Kerim, müstakil bir bahis tahsis ederek, burada onların ibretâmiz durumlarına hususî şekilde dikkat çeker:
"Allah kâfirlere Nuh'un karısı ile Lût'un karısını misâl gösterir: Onlar, kullarımızdan iki iyi kulun nikâhı altında iken onlara karşı hainlik edip inkârlarını gizlemişlerdi de iki peygamber Allah'tan gelen azabı onlardan savamamışlardı. O iki kadına: 'Cehenneme girenlerle beraber siz de girin' dendi. Allah inananlara Firavun'un karısını misâl gösterir. O 'Rabbirn! Katından bana Cennette bir ev yap, beni Firavun'dan ve onun işlediklerinden kurtar; beni zâlim milletten kurtar' demişti."[59]
Kur'ân-ı Kerîmde aile efradının birbirlerine karşı alâkalarına, iyi ve kötü duygu ve davranışlarına da yer verildiği görülür. Sözgelimi, ebeveynin çocukları karşısındaki şefkat ve hassasiyetleri, kardeşlerin birbirlerine karşı hissiyat ve tavırları, aile reisinin bütün aile ferdleri karşısındaki sorumlulukları vs. muhtelif âyetlerde, çeşitli vesilelerle dile getirilir. Bu fıtri ve mecburi durumların menfî tezahürlerine de dikkat çekilirken, bunların müsbet yönleri ve bu yönlere tevcih yollan gösterilir. Bunları da belirtmeye çalışalım:[60]
Kur'ân'da, insanlarda fıtrî olan aile sevgisi ve ailenin meseleleri karşısında duyulan kaygıyı dile getiren bir kısım âyetler mevcuttur. Geçmiş peygamberlere"eşler ve çocuklar verildiği" bildirildiği gibi,[61] bu peygamberlerden bir kısmının[62] ailelerinin kurtuluş ve salâhları için Cenâb-ı Hakka yaptıkları duaları ve bu duaları Cenâb-ı Hakkın onları memnun edici müsbet cevaplan -inanmamış olanlar her seferinde istisna tutularak kaydedilir. Bunlardan biri Hz. Lût'tur. Cenâb-ı Hakk'a:
"Rabbim, beni ve ailemi bunların yapabildiği kötülükten kurtar" diye dua eder. Cenâb-ı Hak, bu duanın kabul edildiğini, geride, azgınların yanında kalan yaşlı bir kadın dışında onu ve ailesinin tamamını kurtaracağını bildirir.[63]
Bir diğer dua sahibi, Hz. Nûh'dur. O da ailesi için dua etmiş, Cenâb-ı Hak onun da duasını kabul ederek onu ye ailesini kurtarmıştır.[64]
Hz. İbrahim'in duasını ise burada aynen kaydediyoruz:
Meâlen: "Rabbim! Beni ve zürriyetimi namaz kılanlardan eyle. Rabbimiz! Duamı kabul buyur. Rabbimiz! Hesab görülecek günde, beni, annemi, babamı ve inananları bağışla."[65]
Kur'ân-ı Kerimde aile endişesinden başka, bu endişe ve alâkayı tamamlayan evlâd sevgisine de müstesna bir yer ayrılır. Biraz da ondan bahsedelim.[66]
Kur'ân-ı Kerîm, anne ve babaların evlâtlarına karşı fıtrî, derûnî bir sevgi ve şefkat beslediklerini ifâde eder. Bu durum bâzan, bir kısım âyetlerde "çocuk" kelimesi yerine "göz bebeği" mânâsına gelen "kurretu a'yun" kelimesi kullanılarak ifâde edilir.[67] Sûre-i Yûsufta, Hz. Ya'kûb'un oğlu Yûsufa karşı duyduğu asıl şefkat ve onun kaybolması karşısında gözlerinin kör olmasına müncer olan ağlama ve ızdırapları çok dokunaklı bir şekilde hikâye edilir.
Nü Nehri'ne atılan "bebek Musa" karşısında annesinin durumuyla alâkalı bahislerde de annenin, çocuğuna karşı duyduğu kalbi sevgi ve şefkatin Kur'ân'da te'yîdini görürüz.[68]
Hz. Musa'nın annesiyle alâkalı âyet şöyle: "Musa'nın annesi, yüreği bomboş olarak (evlâdından başka bir şey düşünmeksizin} sabahladı. Eğer Allah'ın va'dine iyice inanması için kalbini pekiştirmeseydik, neredeyse saraya alınan çocuğun kendi oğlu olduğunu açığa vuracaktı. Musa'nın ablasına: 'Onu tâkibet' dedi"[69]
Çocuk sevgisinin bu fıtrîliği sebebiyle olacak ki, dünyada hoşa giden her çeşit güzelliklerin mecmâı olan âhiret ve cennet hayatında da mü'minler bundan mahrûm edilmeyecekler, "çocuk sevme" nimetiyle nimetlendirileceklerdir. Kur'ân-ı Kerîm, üç ayrı sûrede tekrarla, "saçılmış inciler"e teşbih edilen Cennet çocuklarından bahseder:
Meâlen: "(Cennetliklerin) etrafında dâima taze kalan çocuklar dolaşır ki, sen onları gördüğün zaman saçılmış birer inci sanırsın."[70]
Kur'ân'da geçen vildân kelimesi velîd kelimesinin cem'idir ve yeni doğan çocuk mânâsına geldiği gibi köle mânâsına da gelir. Âyetin Türkçe tercümeleri bu sebeple farklılıklar arzedef: "Ölümsüz gençler"[71] "her dem taze çocuklar"[72]"muhalled evlâdlar."[73]
Bir kısım müfessirler, buradaki vildân'dan muradın, cennet ehline hizmet edecek çok sayıdaki hizmetçiler olduğunu[74], bunları da bulûğa ermeden ölen kâfir çocuklarının teşkil edeceğini söylemişler ise de Fahreddin Râzî bu görüşlere katılmak istemez, bundan Cennette hizmet ve güzellik yönleriyle hep aynı kalacak "küçük"lerin anlaşılması gerektiğini tebarüz ettirir.[75] Bediüzzaman da onlarla, "mü'minlerin kablel-bülûğ vefat eden evlâtlan"nın kastedildiğini ve "Cennete lâyık bir surette daimî çocuk kalacaklarım" ifâde eder.[76]
İslâm açısından nikâhtan maksad tenasüldür, yâni neslin devamını sağlamaktır. Gerçi bu her canlının tabiî bir insiyakıdır. Ancak, insan, duygularına bir had konmadığı için, çeşitli mülâhazalarla fıtrî meyline iradesiyle değişik istikametler kazandırabilecek durumdadır. İşte, evlenmenin bu aslî gayeden uzaklaştı-rılmaması için, İslâm dini, gerek Kur'ân'm ve gerekse hadîslerin diliyle mü'minleri uyarır. Bakara sûresi 223. âyette şöyle buyrulur:
Meâlen: "Kadınlarınız sizin tarlanızdır. Tarlaya istediğiniz gibi gelin. Kendiniz için önden (iyi ameller) gönderin."
Bir kısım âlimler, âyetin bidayetini göz önüne alarak, önden gönderilmesi emredilen şeyden muradın "çocuk" olduğunu anlamışlardır.[77] Bu mevzuda Hz. Peygamber'in (a.s.m.) meşhur hadîsi şudur: "Evlenin, çoğalın, kıyamet günü, sizin çokluğunuzla diğer ümmetlere karşı iftihar edeceğim."[78]
Çocuk ve nesil talebi esas olmakla beraber, sâlih ve hayırlı bir neslin taleb edilmesi gerekmektedir. Kur'ân-ı Kerimde çocuk talebiyle ilgili gelen âyetlerde bu noktaya her seferinde ayrı bir ehemmiyet verildiği görülür. Hemen belirtmek isteriz ki, daha hamilelik vâki olmadan başlayıp, hamilelik ve doğumu takip eden safhalarda çocukla alâkalı yapılan dualarda "sâlih çocuk" taleb etmek fikrinin zihinlerde canlı tutulmak istenmesinin pratik ve amelî neticeleri vardır.[79]
İslâmın kader anlayışı, taleb edilen şeyleri "kavli taleb" hâlinde bırakmayı emretmez. Kavlî talebleri, gücümüz dahilindeki fiilî tedbîrler tâkib etmelidir. Şu halde, talebterimiz, dualarımız, yapacağımız işi, işin istikamet ve mâhiyetini açık seçik ve belirgin bir hâle, tam bir şuur hâline getirmektedir. Bu şuurlu durumdan sonra amelî tedbîrlere baş vurma safhası gelecektir. Öyle ise Kur'ân'da gelen, nesil talebiyle ilgili duaların, zımni olarak böyle bir maksad taşıdığını bileceğiz. Dualarda dile getirilen "ideal nesF'in tahakkuku için her muhatap kendi imkânlarını devrin şartlan içinde seferber edecektir, etmelidir.
Şu halde gerek geçmiş peygamberlerin duası olarak kaydedilen dualarda ve gerekse diğer dualarda tasvir edilen ideal neslin ana vasıflarını tesbît etmeye çalınacağız. Kur'ân, bu ideal nesle ulaşabilmek için "temel eğitim"de neler öğretilmesi gereğini de haber verir, ancak bu müfredatı terbiye ile alâkalı bahiste belirtmeye çalışacağız.[80]
Furkân Sûresinde gerek çocuk talebine ve gerekse taleb edilen çocukta aranan vasfa örnek teşkil edecek bir âyet yer alır. Orada, ideal bir Müslümanın belli başh vasıflarını ard arda zikreden bir pasajda kaydedilen on beş kadar vasıfdan biri de çocuk talebiyle alâkalıdır:
Meâlen: "Onlar ki: 'Ey Rabbimiz! Bize, zevcelerimizden ve nesillerimizden gözlerimizin bebeği olacak (sâlih insanlar) ihsan et, bizi takva sahiplerine rehber kıl' derler."[81]
Âyette geçen "göz bebeği gibi kıymetli" vasfı mutlak bir vasıftır. Arzularımıza uygun, ideallerimizi gerçekleştirecek bir nesil böyle değerli bir nesil olabilir. İstenmesi gereken neslin ana vasıfları başka âyetlerde kaydedilmiştir. Müteakiben kaydedeceğimiz dualarda bu vasıfları bulmak mümkündür.[82]
Kur'ân-ı Kerîmde verilen örneklerden, doğacak çocuğun öncelikle "temiz"olmasını taleb etmek gerektiği anlaşılmaktadır. Bu maksadla âyetlerde bir kısım peygamberlerin ve büyüklerin yaptıkları dualar kaydedildiği gibi, yapılması gereken dua örnekleri de verilir: Hz. Zekeriya'mn duası şöyle:
Meâlen: "Ya Rabbi! Bana kendi katından temiz bir soy bahşet, doğrusu Sen duayı işitirsin."[83]
Kur'ân'da kaydedilen Hz. İbrahim'in duası ideal nesil hakkında mühim bir vasıf beyan eder: "Müslüman olmak" yâni Allah'ın emirlerine teslim olan, Allah'ın istediği yol üzere giden bir nesil. Hz. İbrahim Allah'ın emri ile Kâ'be'nin temellerini Hz. İsmail ile birlikte yükseltince yaptıkları bu hayır amelden sonra, bir nevi bunun mükâfatını taleb makamında şu duayı yaparlar:
"Ey Rabbimiz! İkimizi de Sana teslimiyette sabit kıl. Soyumuzdan da (yalnız sana boyun eğen) Müslüman bir ümmet (yetiştir)."[84]
Elde edilecek çocuk ve arkadan gelen nesille alâkalı olarak yapılması gereken duayı öğretici mâhiyette bir âyet neslin "sâlih" olmasına dikkat çeker. Ahkâf sûresinde gelen ve kırk yaşına basan kimsenin yapması gereken dualar meyâmnda şöyle demesi deemredilir. Meâlen: "Bana verdiğin gibi soyuma da salâh ver.'"[85]
Bu talebdeki salâh'dan iyi amel üzere olan hayırlı nesil anlaşılacağı gibi, yaratılış yönünden tam, yâni sakat olmayan mânâsı da anlaşılabilir. Nitekim A'raf sûresinde Hz. Âdem'le Havva'nın, hamilelik hissedildiği sırada yaptıkları duada taleb etmiş bulundukları salâhatten muradın öncelikle "yaratılış düzgünlüğü" olduğu kabul edilmiştir.[86] "(Âdem) eşine yaklaşınca, eşi hafif bir yük yüklendi ve bu halde bir müddet taşıdı. Hamileliği ağırlaşmca, karı koca Rableri olanAllah'a:
"Bize sâlih(bedence kusursuz) bir çocuk verirsen, and olsun ki, şükredenlerden oluruz" dediler."[87]
Hz. Âişe'ye, ailelerinden bir doğum haberi ulaşınca kız mı, erkek mi diye hiç sormayıp, "yaratılışı tam mı?" diye sorduğu, "evet" cevâbını alınca da: "Âlemlerin Rabbine hamdolsun" diye dua ettiği belirtilir.[88]
Yine daha hamilelik sırasında, çocuğun istikbaldeki terbiye ve tevcihine müessir olacak şuurlu fikri hazırlıklara verilen bir diğer örnek "İmrân'm karısı" ile alâkalı: O, çocuğunu Allah'a adamaktadır:
Meâlen: "Ya Rabbi! Karnımda olanı sadece sana hizmet etmek üzere adadım, benden kabul buyur, doğrusu işiten ve bilen ancak Sensin' demişti."[89]
Bâzı âyetlerde, insanların mal ve evlâdına "iştirak" etmesi hususunda şeytana tanındığı haber verilen ruhsat[90] sebebiyle, insanlar, çocukları için şeytana karşı istiâzede bulunmak zorundadırlar. Hz. Peygamber (a.s.m.), daha cinsî temas sırasında böyle bîr istiâzede bulunulmasını emreder.[91] Bunun Kur'ânî örneği de vardır. Hz. Meryem doğduğu zaman annesinin (İmrân'ın karısı) yaptığı dua, hem doğum sırasında yapılması gereken dua, hem de çocuklar için yapılacak belli başlı duaların mahiyeti hakkında bir fikir vermektedir.
Meâlen: "Onu doğurduğu-Allah onun ne doğurduğunu bilirken- 'Ya Rabbi! Kız doğurdum. Erkek, kız gibi değildir, ben ona Meryem adını verdim, ben onu dasoyunu da, kovulmuş şeytandan Sana sığındırırım' dedi."[92]
Bu âyette, ayrıca, daha doğar doğmaz çocuğa isim verilmesi, erkek ve kız çocuklarının terbiyesinde -doğduğu anda sarılacak kundak bezinden başlamak üzere- çeşitli terbiye safhalarında göz önüne alınacak tefrik ve husûsî dikkat ve ihtimamlara varıncaya kadar hadîslerde gelmiş bulunan[93] pek çok inceliklere dikkat çekildiğini görmektiyiz. Zira "Erkek, kız gibi değildir" buyurulmaktadır.[94]
Kur'ân-ı Kerîmde kaydedilen dualarda bir nevi faaliyet esaslarının, tebliğ ve irşad programının tesbît edildiği -yukarıda belirtildiği üzere- anlaşıldıktan sonra, terbiyevî sorumlulukları kalmamış bulunan bulûğ çağının ötesine aşmış evlâtlar için de irşad ve uyarıda bulunma vazife ve selâhiyetinin babalar üzerinde devam ettiğini ifâde eden duaların mevcudiyetine dikkat çekebiliriz:
Bunlardan biri Hz. İbrahim'in duasıdır:Meâlen: "Rabbim! Bu şehri güvenli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut."[95]
Bir diğer örnek Hz, Lût'un duasıdır:"Rabbim! Beni ve ailemi bunların yapageldiği kötülüklerden kurtar"[96]
Çocuk edinmede, Kur'ân-ı Kerîme göre, gerek erkek ve gerek kadın için kesin bir yaş haddi konamaz. Hattâ bâzı âyetlerde, örfen çocuktan kesilmiş olunduğu veya kısırlaşıldığı kabul edilen yaşlarda bile -istisnaî de ols- çocuk sahibi olunabileceği ifâde edilmektedir. Bu hususta iki misâl kaydedilmektedir:
1. Hz. Zekeriya örneği: Melekler Hz. Zekeriya'ya seslenerek Hz. Yahya'yı müjdeleyince, Zekeriya'nm cevabı şu olur: "Ya Rabbi! Ben artık iyice kocamış, karım da kısırken nasıl oğlum olabilir?" Buna mukabil Cenâb-ı Hak: "Böyledir, Allah dilediğini yapar" cevabını verir.[97]
2. Hz. İbrahim örneği: Aynı şekilde, Hz. İbrahim'e uğrayan melek elçiler -ki Lût kavmini cezalandırmak üzere gönderilmişlerdi- Hz.İshâk ve Hz. Ya'kûb'u müjdeleyince, Hz. İbrahim'in zevcesi hayrete düşerek: "Vay başıma gelenler! Ben bir kocakarı, kocam da ihtiyar olmuşken nasıl doğurabilirim? Doğrusu bu şaşılacakbir şey" der. Ona da verilen cevap aynı: "Ey evin hanımı! Allah'ın rahmeti ve bereketleri üzerinize olmuşken nasıl Allah'ın işine şaşarsın!"[98] .
Burada, ileri yaşa rağmen elde edilen çocuk örneklerinde geçen Hz. Yahya ve Hz. İsmail'in Kur'ân'da, mümtaz vasıflarla zikredilmiş olmaları dikkat çekicidir. Zira Hz. İsmail "gulâmun alîm" yâni bilgin bir oğul[99], Hz. Yahya da küçük yaşında büyük hikmete mazhariyetine telmîhan hikmet verilen çocuk[100] olarak tavsif edilmektedir. Bunlara, on iki kardeşi arasında on birinci sırada yer alan[101] Hz. Yûsuf da ilâve edilebilir. Çünkü kardeşlerine nazaran iki en küçükten biri olunca, o da, ailesinin yaşlılığına rastlamış olmaktadır. Yûsuf sûresinde Allah'ın husûsi "içtibâ"sma yâni seçmesine[102], rüyaların te'vîli dâhil muhtelif "ilim ve hükm"e[103] mazhariyeti haber verilen Hz. Yûsuf da Kur'ân'da ismi geçen peygamberler arasında mümtaz bir yer işgal etmektedir.[104]
Kur'ân-ı Kerîmde çocuk ve evlâd, birçok âyetlerde sahip olunan maddî servetlerle yanyana zikredilir. Aynen emval gibi evlâdın da güç ve kuvvet kaynağı olduğu, bu sebeple de övünme ve hattâ aldanma vesilesi yapıldığı ısrarla beyan edilir. Âyetlerin sarih olan beyanlarına göre bu durum sâdece kâfir veya fâsıklara, has bir vasıf olmayıp bütün insanlığın vasfıdır, müşterek zaafıdır:
"Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir, oysa gidilecek yerin güzeli Allahkatındadır."[105]
Şu âyet, dünya hayatını, bu zikredilen "nimetlerle bir oyalanma ve övünme olarak tavsif ve tarif eder:
Meâlen: "Bilin ki, dünya hayatı oyun, oyalanma, süslenme, aranızda övünme ve daha çok mal ve çocuk sahibi olmaktan ibarettir..."[106]
Diğer bir kısım âyetler, küfür ehlinin mal ve evlâdla nasıl övündüklerine canlı misâller verir. Kehf Sûresinde fakirlere karşı mal ve evladıyla övünen kimsenin fecî akıbetini göstermek için karşılıklı konuşmaları kaydedilen iki kişiden zengin olanı öbürüne;
"Ben malca senden zengin, nüfusça da senden dahaitibarlıyım"der.[107]
İnsanlardaki mal ve evlâda olan güven, onların hidâyetleri için mücâdele veren peygamberlerin davetlerine icabet etmemelerinde ve bir kısım felâketleri hakettirecek kadar direnmelerinde mühim bir rol oynamıştır, işte âyet-i kerime ve meali:
"Doğrusu, uyarıcı gönderdiğimiz her kasabanın varlıklı kimseleri onlara: 'Biz sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz' diye gelmişlerdir. "Malları ve çocukları en çok olan bizleriz, azaba uğratılacak da değiliz."[108]
Bu âyette tebarüz ettirilen mühim bir husus, "her peygambere" bu itirazın yapılmış olmasıdır. Nitekim Mekkeli zenginlerin de, Hz. Peygamber'e (a.s.m.), aynı şekilde itirazlarda bulunarak, âhiret hayatı olsa bile, mal ve evlâdları sayesinde ondan kurtulacakları iddiasını ileri sürdüklerine şahit olmaktayız.[109] Leheb Sûresi, bu iddiada bulunanlardan Ebû Leheb'i tekzîb için nazil olmuştur.[110]
Şunu da kaydedelim ki, başkasında görülen ne mal, ne de evlât çokluğu imrenme vesilesi olmamalıdır. Zira bunlar hiçbir zaman Allah'ın onlardan memnuniyeti ve rızasının delili değildir:
Meâlen: "Kendilerine mal ve oğullar vermekle, iyiliklerde onlar için acele ettiğimizi mi zannederler? Hayır, farkında değiller."[111]
Bizzat Hz. Peygamber'e (a.s.m.) hemen hemen aynı kelimelerle gelen iki ayrı hitapta şu uyarıda bulunulur: "Malları ve çocukları seni hayrete düşürmesin. Allah bunlarla onlara dünyada azâb etmek ve canlarının inkarcı olarak çıkmasını ister."[112]
Hz. Peygamber'e (a.s.m.) karşı gelen münafıkların mal ve evlâtça ne kadar zengin olsalar da sonlarının hüsran olduğu, zira daha önce gelip geçenler arasında malca ve evlâtça bunlardan daha zengin olanların da aynı kötü akıbete uğradıkları belirtilir.[113]
Öyle ise, mühim bir kısmını evlâdlarım teşkil ettiği çeşitli nimetleri veren Allah'a isyan etmemeli, O'na karşı muttaki olunmalıdır:
"Bildiğiniz şeyleri size verenden sakının. Davarları, oğulları, bahçeleri ve akarsulan, size O yermiştir."[114]
Yukarıda, görüldüğü üzere, bir kısım âyetlerde mal ve evlâdın bir kuvvet ve övünme kaynağı, dünya hayatını tezyin edip süsleyen bir nimet olduğu ifâde edilirken, diğer bir kısım âyetlerde de mal ve evlâdın Allah'a yaklaşmada yardımcı olmadığı, aksine "bir fitne" ve-bâzan da daha açık bir ifâde ile- "düşman" olduğubelirtilir:
Meâlen: "Ey iman edenler! Sizi bana yaklaştıracak olan ne mallarınız, ne de çocuklarınızdır. Yalnız iman edip sâlih amelde bulunanların yaptıklarına karşılık mükâfatları kat kat artırılır."[115]
Bu mevzu şu âyette daha sarih olarak ifâde edilir:
Meâlen: "Ey iman edenler! Allah'a ve Peygambere karşı hainlik etmeyin, size emânet edilen şeylere bile bile ihanet etmiş olursunuz. Mallarınızın ve çocuklarınızın aslında bir fitne olduğunu ve büyük ecrin Allah katında bulunduğunu bilin."[116]
Fitne kelimesinin Kur'ân-ı Kerîmde umumiyetle "imtihan" mânâsına kullanıldığını göz önüne alacak olursak mal ve evlâdın dünya hayatındaki gerçek yeri daha iyi anlaşılmış olur. İslâmın hayat telâkkisine göre, gerek hayat, gerek ölüm, "kimin daha iyi ameledeceğini" denemek üzere yaratılmıştır. İnsana maldan, evlâddan, makamdan, sağlık vs.den verilen nimetler, imkânlar, bunların azaltılıp çoğaltılması veya tamamen geri alınması söz konusu imtihanın zarurî şartlarındandır."[117]
Daha önce kaydettiğimiz âyet nokta-i nazarından ise, bunlar, imtihan edilmesi için insana tevdi edilen emânetler durumundadır. Bunları dinin derpiş ettiği şekilde kullanmadığı takdirde insan, bir nevi ihanette bulunarak imtihanı kaybetme durumuna düşecektir. Ebedî hayatini kazanmak için yaratılan insanı, bu gayesinden alıkoyan her şey, gerçek mânâda onun düşmanıdır. Bir imtihan vâsıtası olan mal ve evlâd, kişiyi, şu veya bu şekilde, Allah'a karşı vazifelerini yapmaktan alıkoymak suretiyle hedefinden saptırmış ise ona düşmanlıktan başka ne yapmıştır?
Meâlen: "Ey iman edenler! Eşlerinizin, evlâdlarınızın içinde hakikaten size düşman (olanlar) da vardır. O halde onlardan sakının."[118]
Mal ve evlâdın düşmanlık durumu, İsrâ Sûresinde, Allah'ın emrine isyan eden şeytana tanınan imkânlar arasında kendisine uyan insanların "mallarına ve çocuklarına ortak olması"[119] şeklinde beyan edilir.
İster şeytanın ortaklığı, ister düşmanlık şeklinde ifâde edilsin mal ve evlâdın hangi durumda düşman rolü oynayacağını öğrenmek istersek yine bizzat Kur'ân-ı Kerîmin, bu mes'eleyi de aydınlattığını görürüz, meseleyi üç mühim açıdan açıklayacağız:
1. Gurur ve istiğna vermesi: Yukarıda kaydedilen âyetlerin bir kısmı insanın mal ve evlâd sebebiyle kendini güçlü hissederek boş bir gurur ve istiğnaya düştüğünü ifâde etmektedir. Yine Kur'ân'm ifadesiyle, insan kendini müstağni hissetti mi Allah'a karşı isyan ve azgınlığa düşmektedir.[120]
2. Zikirden alıkoyması: Bâzı âyetler, mal ve evlâdın kişiyi Allah'ı zikirden alıkoyduğunu ifâde eder. Bu, bâzan meşru görünüm taşır:çocukların rızkını te'mîn meşgalesi, onların meselelerini halletmek üzere boğulma derecesine varan meşguliyetler gibi. Bâzan da hiçbir meşru yönü olmaz. Çeşitli âyetler, Allah'ı zikirden alıkoyan bütün durumları reddeder ve gayr-i meşru ilân eder:
"Ey îman edenler! Sizi ne malınız, ne evlâdlarmız Allah'ı zikirden alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir."[121]
3.İslâmî terbiyenin verilmemesi: Kur'ân-ı Kerîm, evlâdın İslâmî terbiye üzerine yetiştirilme sorumluluğunu, başta baba olmak üzere ebeveyne tevdi etmektedir. Onların bu vazifeyi ihmalleri, yine Kur'ân'ın ifadesiyle, dünyada da, âhirette de düşman olmalarına sebep olmaktadır. Bu mühim hususu, terbiye ile alâkalı bahiste inceleyeceğimiz için burada bu kadar işaretle yetiniyoruz.[122]
Evlâdın ebeveyn için, nasıl bir fitne olduğunu açıklayan bir başka Kur'ânî misâli ayrıca kaydedeceğiz: Hz. Musa - Hz. Hızır kıssasında, Hızır zahirde suçsuz olan bir çocuğu öldürür. Hz. Musa'nın suâli üzerine öldürüş sebebini açıklar: "Oğlana gelince, onun anne-babası inanmış kimselerdi. Çocuğun onları azdırmasından ve inkâra sürüklemesinden korkmuştuk" der.[123]
Büyük müfessir Râzî, bir kısım kötü fiilleri ve zulmü irtikab eden evlâdın ebeveyninin, sevgi ve şefkat duygularının şevkiyle, onu himaye etmeye kalkıp, çocuğa isnad edilen suçları red ve inkâra yeltenerek gerçekten fısk'a ve hattâ küfre düşebileceklerini söyler.[124]
Âyete ne şekilde izah getirilmiş olursa olsun, gerçek şu kî, Kur'ân-ı Kerîm, kötü evlâdın mü'min ebeveyni tuğyana ve hattâ küfre atabileceğinden haber vermekte ve bu tehlikeye karşı uyarmaktadır.[125]
Kur'ân-ı Kerîmde yer eden ve mevzûmuza giren meselelerden biri de ebeveynin çocuklara karşı eşit davranmasıyla ilgilidir. Yâni ebeveyn, Kur'ân'ın kendilerine yüklediği vecîbeleri çocuklarına karşı yerine getirirken, onlar arasında bir ayırım yapmadan, Allah'ın tâyin ettiği hudud çerçevesinde hareket etmelidir. Bu meselede iki ayrı eşitlik söz konusudur: Kızlarla erkeklerin eşitliği ve erkek-kız, büyük-küçük vs. bütün çocukların eşitliği:
1. Kız-erkek eşitliği: Burada, câhiliyye Araplarının, kız çocukları hakkında taşıdıkları yanlış bir düşünceyi reddetme gayreti vardır. Bu maksadla câhiliyye Araplarımn kız çocukları karşısında besledikleri istiskal edici telâkki ve davranışı tesbît eden ve bunları reddeden âyetlere fazla yer verilir:
"Beğendikleri erkek çocukları kendilerine, kızları da Allah'a mal ediyorlar. O bundan münezzehtir. Aralarından birine bir kızı olduğu müjdelendigi zaman öfkesinden yüzü simsiyah kesilir. Kendisine verilen kötü haber yüzünden halktan gizlenmeye çalışır; onu utana utana tutsun mu, yoksa toprağa mı gömsün? Ne kötü hükmediyorlar!"[126]
Şu âyette, bu düşüncedeki tezad ve zavallılığa daha sarih olarak dikkat çekilir.
"Demek O, yarattıkları arasından kızları kendisine alıp da oğullan size verdi öyle mi? Ama Rahman olan Allah'a isnâd ettiği kız evlâd kendilerinden birine müjdelenince, o kimsenin içi gayzla dolarak yüzü simsiyah kesilir. Onlar süs içinde yetiştirilmekte olup da kendini mücâdelede hüccetini açıklayamayan kişiyi mi (Allah'a nisbet ediyorlar)?"[127]
Bir başka âyette istifhâm-ı inkârı suretinde "Allah kızları oğullara tercih mi etmiş? Ne oluyorsunuz? Nebiçim hükmediyorsunuz, hiç düşünmez misiniz?" buyurulur.[128]
Bâzı âyetler, her şeyin, erkek ve dişi çiftler hâlinde Allah tarafından yaratıldığını tesbît ederken diğer bâzı âyetler de Allah'ın dilediğine kız, dilediğine de erkek yerdiğini beyân eder:
"İbret alasınız diye, her şeyi çift çift yaratmışızdır."[129]
"Sizi çift çift yarattık."[130]
"Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır. Dilediğini yaratır. Dilediğine kız çocuk, dilediğine de erkek çocuk verir. Yahut hem kız, hem erkek çocuk verir. Dilediğini de kısır kılar. O, alimdir, her şeye kadirdir"[132]
2. Evlâtların eşitliği: Yukarıda belirtildiği üzere Kur'ân-ı Kerîm, alelıtlak kızla erkeğin cinsiyetlerinden gelen bir üstünlük veya mâdunluğa sahip olmadıklarını belirttikten başka, bir babanın evlâdları veya bir evlâdın da ebeveyni arasında hukuk açısından, Allah'ın tesbiti dışında bir tefrik yapmaması gerektiğine dikkat çeker:
Meâlen: "Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin menfaatçe size daha yakın olduğunu bilemezsiniz?"[133]
Bu Kur'ânî uyarının, erkek-kız evlâdların babadan, anne-babanm evlâddan tevarüs edecekleri miras paylarını tâdâd eden âyette gelmiş olması ayrıca dikkat çekicidir. Zira burada taleb edilen adalet ve adem-i tefrik miras haklarında, yâni maddî muamelâttadır. Nitekim yukarıda kaydettiğimiz ifâde:
Meâlen: "Bunlar Allah tarafından tesbit edilmiştir. (Siz kendinize göre değiştirerek zulme düşmeyin.-) Doğrusu Allah alimdir, hakimdir" diyerek sona erer.
Burada, muhataplardan hissi alâkalarda da eşitlik taleb edilmemiş olduğu açıktır. Zira bizzat Kur'ân: "Allah insanın içine iki kalb koymamıştır" buyurmaktadır.[134] Binâenaleyh, bir babanın daha muttaki,'daha saygılı, daha faziletli evlâdını, böyle olmayana nisbetle daha çok sevip takdir etmesi normaldir. Bu davranışı için herhangi bir sorumluluk mevzûbahs değildir. Ancak bu hissî tefriki, . meşru' ve mâkul bir sebep olmadıkça maddî vecîbelerin ifâsına aks ettirmiy e çektir, bu noktada Allah'ın ölçüsünü, hükmünü değiştirmeyecektir. Tefriki meşru kılan sebep, "fısk"dır. Masiyette yardımcı olmamak için, fâsık evlâda, babanın, zarurî gıdasından fazla vermesinin caiz olmayacağı söylenmiştir.[135]
Evlâdlar arasında eşit davranmaya daha fazla açıklık getirmiş bulunan hadîsleri de göz önüne alan İslâm âlimleri, uyulması kesinlikle farz olan miras meselelerinde değil, hediye, ihsan, ikram maddî ihtiyaçlarına harcama gibi ihtiyarî işlerde ve hattâ "tek öpücüğe varıncaya kadar zahire akseden her bir şeyde" bu eşitlik ve âdem-i tefrik prensibine uymanın şart olduğunu dile getirmişlerdir.[136]
Bâzı âlimler, yukarıda kaydedilen "Allah dilediğine kız çocuk, dilediğine de erkek çocuk verir" mealindeki âyette kızın önce zikredilmiş olmasına dayanarak, kız evlâdın daha hayırlı olduğu hükmünü çıkarmış, bir kısım günlük davranışlarda "hilkatten gelen hassasiyetlerine binâen" kızlara öncelik hakkı verilmesi gerektiğini söylemişler ve bunu te'yîd eden hadîsler de kaydetmişlerdir.[137]
Aile ferdleri arasındaki münâsebetlerden bahsederken kardeşler arası münâsebetlerden de kısaca bahsetmek gerekmektedir. Zira Kur'ân-ı Kerîm'in bu mes'eleye de manidar bir şekilde yer verdiğini görmekteyiz. Manidar diyoruz, zira, burada münâsebetlere müessir olan hisler, her seferinde ebeveyn evlâd arasında mevcut olan ailevî şefkat ve hürmet hisleri değildir. Ailevî ulvi hislerin yanıbaşında, en ileri kötülükleri bile yaptıracak menfî hislere de dikkat çekilmektedir:
Hased:Şu âyette, Hz. Âdem'in evlâdları arasında başlayan ve yeryüzünde işlenen ilk cinayet ve akıtılan ilk kan'ın sebebi olarak gösterilen "hased"in kardeşler arası münâsebette ehemmiyetine dikkat çekilmiş olmaktadır:
"Ey Muhammedi Onlara, Âdem'in iki oğlunun kıssasını doğru olarak anlat: İkisi birer kurban sunmuşlar, birininki kabul edilmiş, diğerininki edilmemişti. Kabul edilmeyen, 'And olsun seni öldüreceğim' deyince, kardeşi: "Allah ancak muttakîlerin takdîmesini kabul eder' demişti. 'Beni öldürmek üzere elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için sana elimi uzatmam, çünkü ben, Âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım."[138]
Kardeşler arasında bu hissin hâkimiyeti, Sûre-i Yûsufta tekrar ele alınarak te'yîd edilir. Buradaki te'yîd, meşhur kıssanın bidayetlerinde iki ayrı tema ile işlenir:
1. Hz. Yûsufun rü'yâsı üzerine, babası Hz. Ya'kûb'un duyduğu endişe: Yûsufun mazhar olacağı nimetler kardeşleri tarafından bilindiği takdirde onu kıskanıp aleyhinde tuzak kurma tehlikesi.
Meâlen: "Oğulcuğum, rü'yânı kardeşlerine anlatma, yoksa sana tuzak kurarlar."[139]
2. Az. Ya'kûb'un, Hz. Yûsufu diğer oğullarına nazaran daha çok sevmesi sebebiyle kardeşlerinin duyduğu kıskançlık ve hased:
"Kardeşleri: 'Biz birbirimize bağlı bir topluluk olduğumuz halde, babamız, Yûsufu ve kardeşini daha çok seviyor. Doğrusu babamız apaçık bir yanılma içindedir. Yûsufu öldürün veya onu ıssız bir yere bırakıverin ki babanız size kalsın; ondan sonra da iyi kimseler olursunuz' dediler."[140]
Ahsenü'l-Kasas olarak bilinen, Hz. Yûsufla alâkalı bu Kur'ânî kıssada, bizzat Cenâb-ı Hakkın dikkatlerimize arzettiği üzere[141], araştırıp "soracaklar için nice ibretler vardır."
Bu ibretler meyânında, mevzûmuzu yakînen ilgilendirenlerden olmak üzere, Hz. Yusuf un kardeşlerini affetmesi ve hiçbir vak'a olmamış gibi aralarında gerçek sulhun teessüs etmesi; kardeşlerinin tevbe etmeleri, tövbelerinin kabulü, tevbeleri kabul edildikten sonra onların da peygamberlik gibi en yüksek mertebelere yükselmeleri vs. hatırlatilabilir.
Teferruata girmeden şu kadarını kaydedeceğiz ki, Hz. Peygamber (a.s.m.), daha önce belirttiğimiz evlâdlar arasında eşit davranma emrine uymamanın uzak neticelerini bir başka hadîslerinde, söz konusu âyet-i kerîmeyi de tefsir edercesine açıklamaktadır:
"Çocuğunun kendisine iyi davranmasında ona yardımcı olan babaya Allah rahmetini bol kılsın."[142] Yâni, baba evlâdlarına eşit muamelede bulunmak sûretiyle, onların da kendisine karşı iyi davranmalarını sağlayarak, en mühim vazifede -ki bu, babasına karşı iyi davranmaktır- ona yardım etmiş olacaktır.
Mevzûmuzu kısmen uzatma pahasına da olsa, evlâdlar arasında eşit davranmanın "vâcib" olduğu görüşüne zâhib olan âlimlerden iki kısa iktibasta bulunacağız: İbnu Hâcer'in kaydına göre, "Eşit muamele vacibin mukaddimesidir. Çünkü kardeşliğin kopması ve ebeveyn hukukuna riayetsizlik (kat'u'r-rahm vel-ukuk) dînen haram kılman iki husustur. Öyle ise bu iki harama müeddi olan vâsıtalar da haramdır. Çocuklardan birini öbürüne karşı kayırmak ise bu iki harama müeddi olur." Münâvî'nin açıklaması da şöyle: "Dünya ve âhiretin intizâmı adalete bağlıdır. Aralarında farklı muamele, (kardeşler arasında) karşılıklı kin, buğz ve adavete, ebeveyne ve kardeşlere karşı haksızlıklar neş’et eder."[143]
Güven: Firavun'a karşı tebliğ emrini aldığı zaman, bu vazifeyi ifada kendini çok zayıf hisseden Hz. Musa'nın, ihtiyacını duyduğu bir yardımcı olarak, öncelikle kardeşi Harun'u taleb etme örneği de kardeş arasında duyulacak güven hissine örnek olmaktadır:
Meâlen: "Musa: 'Rabbim! Göğsümü genişlet, işimi kolaylaştır, dilimin düğümünü çöz ki sözümü iyi anlasınlar. Ailemden kardeşim Harun'u bana vezir yap, beni onunla destekle. Onu görevimde ortak kıl ki, Sana daha çok tesbîh edelim ve çokça analım. Şüphesiz Sen bizi görmektesin' dedi."[144]
Gerçekten, müteakip gelişmeler, Hz. Harun'u talepte Hz. Musa'nın haklılığını gösterecek, Hz. Harun, Hz. Musa karşısında en kritik durumlarda bile edeb ve say-gısmı bozmama örneği verecektir: Tûr-i Sînâ'da Cenâb-ı Hakkın vahyine mazhar olduktan sonra, ellerinde Tevrat levhaları olduğu halde donen Hz. Musa kavmine geldiğinde, Yahudilerin, Sâmirî adında bir kuyumcu tarafından dökülen altın buzağı heykeline tapmakta olduklarını görünce, elindeki Tevrat levhalarını bile fırlatıp atacak kadar gazaba gelir ve hesaba çekmek üzere, Hz. Harun'un bu davranış karşısında ağabeyisinin merhametini tahrik edecek bir üslûbla "Ey annemoğlu" diyerek söze başlar ve durumu yalvarma ve rica havası içinde izah eder.
Kur'ân-ı Kerîmde iki ayrı yerde tafsilâtlı olarak anlatılan vak'ayı bizzat âyetten takip edelim:
"Musa milletine kızgın ve üzgün olarak dönünce: 'Benim arkamdan ne kötü olmuşsunuz! Rabbinizin emrinin çabucak gelmesini mi istiyorsunuz?' dedi, levhaları attı ve kardeşinin başından tutup kendine doğruçekti. Harun: 'Ey annemoğlu! Bu millet beni küçümsedi; az kalsın öldürüyorlardı. Bana düşmanları sevindirecek şekilde davranma, beni bu zâlim milletle bir sayma' dedi."[145]
İslâm dini, çocuğun anne ve baba üzerindeki haklarını beyân ederken, anne-babanın evlâd üzerindeki haklarını da ihmal etmez. Evlât ve ebeveyn arasında karşılıklı hak ve vazifeler mevcuttur. Kur'ân ve hadîs, her ikisine de muvazeneli şekilde yer verirler.
Ebeveynin evlâd üzerindeki hakkı, Allah'ın kul üzerindeki hakkı gibi ehemmiyetlidir. Bu hususu Kur'ân-ı Kerim, bir kısım âyetlerde Allah'a karşı olan vazifelerin hemen ardından ebeveyne karşı olan vazifelerin hemen ardından ebeveyne karşı olan vazifeyi, keza affı kabil olmayan en büyük günah ilân edilen şirkin arkasından ebeveyne olan itaatsizliği zikrederek tesbît eder:
"Rabbin, 'Kendinden başkasına kulluk etmeyin, ana-babaya iyi muamele edin' diye hükmetti. Eğer onlardan biri veya her ikisi senin nezdinde ihtiyarlığa ererlerse, onlara 'öf bile deme. Onları azarlama. Onlara güzel (ve tatlı) söz söyle. Onlara acıyarak tevazu kanadını ger ve 'Yâ Rabbi! Onlar beni çocukken nasıl terbiye ettilerse, Sen de kendilerini öyle esirge' de."[146]
Bir başka âyette Benî İsrail'den alman mîsâkda (meşhur On Emir'de) yer eden şeyler arasında ebeveynhukukunun da -yine ikinci sırada olmak üzere- yer aldığı belirtilir:
"Hani İsrâiloğullarından 'Allah'tan başkasına ibâdet etmeyin, anaya-babaya, hısımlara, yetimlere, yoksullara iyilik yapın..." diye emretmiş, te'minatlı söz almıştık."[147]
Şu âyette haramların mühimleri sayılırken, şirkten sonra-yâni ehemmiyetçe yine ikinci sırada olmak üzere- anne-baba hakkı (nın ihlâli)» kaydedilmektedir:
"De ki: Gelin, üzerinize Rabbinizin neleri haram ettiğini ben okuyayım: Ona hiçbir şeyi ortak yapmayın, anaya-babaya iyilik edin. Fakirlik endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. Sizin de, onların da rızkını biz vereceğiz. Kötülüklerin açığına da, gizlisine de yaklaşmayın. (Kısas ve zina gibi şeylerden dolayı meşru) bir hak olmadıkça. Allah'ın haram ettiği cana kıymayın. İşte (Allah), size aklınızı başınıza alasınız diye bunları emretti..."[148]
Anne ve babaya yapılacak iyiliğin Allah'a ibâdet, mukabilinin de Allah'a şirk gibi olduğu ve keza -her ne olurlarsa olsunlar- onların diğer akraba, komşu ve arkadaşa takdim edilmesi gerektiği Nisa Sûresinde de tekrar edilmektedir.[149]
Anne-babaya dua: Kur'ân-ı Kerim, evlâdın ebeveynine karşı âdâb ve vazifelerini sayarken, bilhassa tebarüz ettirilmesi gereken, bir hususa daha yer verir: -evlâdın onlar için hayır duası. Bu mes'ele de Kur'ân'dabirkaç kere ele alınır. Yanında ihtiyarlayan ebeveyn için "öf bile demeyi men eden âyette, evlâda ebeveyni için:
"Ey Rabbim, küçükken beni terbiye ettikleri gibi, sen de onlara merhamet et' de" diye emredilerek dua öğretildiğini kaydetmiştik.Ahkâf Sûresinde ise erginlik çağma erip kırk yaşına basan bir evlâdın şöyle demesi emredilmektedir:
Meâlen: "Rabbim! Bana ve anne-babama verdiğin nimete şükretmemi ve benim, hoşnud olacağım sâlih bir ameli yapmamı sağla. Zürriyetim hakkında da benim için salah nasîb et!"[150]
Diğer bir kısım sûrelerde '"Anne-babaya iyilik" emri tekrar edilir[151] ve iki ayrı yerde de anneye iyilik borcunun sebeplerinden en mühimine temas edilir: "Biz insana, anne ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Zira annesi onu karnında zorluğa uğrayarak taşımış, onu güçlükle doğurmuştur."[152] Şu halde yarattığı için Allah'ın şükre olduğu gibi, "varlığımızın sebebi olan"[153] ve vücûda gelmemiz içinbinbir zahmete katlanan ebeveynin de teşekküre hakkı vardır.[154]
Anne-babaya karşı iyi davranma mes'elesinde Kur'ân geçmiş peygamberlerden de örnekler kaydeder: Hz. Yahya'nın, "annesine ve babasına iyi davranan" bir kimse olduğu, âsi bir zorba olmadığı[155] belirtilirken Hz. İsa'nın da kendisini Allah'ın "annesine ihsankâr kılıp azgın bir zorba kılmadığını" ifâde ettiğine şahit olmaktayız.[156]
Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Süleyman'ın bu mealdeki duasını Nemi Sûresinde kaydeder.[157]
Son olarak, Kur'ân-ı Kerimde Hz. İbrahim'in dualarından biri olarak zikredilen ve mü'minlere ebeveynleri hakkında yapacakları en cami ve en vecîz dua örneğini teşkil eden şu âyeti kaydedelim:
Meâlen: "Ey Rabbimiz, hesap görülecek günde, beni, anamı, babamı ve inananları bağışla!"[158]
Kaydedilen örneklerden, evlâdların ebeveynleri için daha ziyâde "rahmet" talep etmeye sevkedildikleri görülür. Halbuki, daha önce de belirttiğimiz gibi, ebeveyn evlâdları hakkında "sâlih, temiz..." olmalarını talep etmeye teşvik edilmektedirler.
Maddî sorumluluk: Kur'ân-ı Kerîm, evlâdı, anne ve babasının maddî ihtiyaçlarım tatminde sorumlu tutar. Evlâdın bu mes'ûliyeti, vâcib nevinden olsun, nafile nevinden olsun her çeşit harcamalarında öncelikle ebeveynini düşünmeyi gerektirmektedir. İşte âyet:
"Ey Muhammedi Sana ne sarfedeceklerini sorarlar, de ki: 'Sarfedeceğiniz mal, ana, baba, yakınlar, yetimler, düşkünler, yolcular içindir. Yaptığınız her iyiliği Allah şüphesiz bilir."[159]
Vasiyetle alâkalı âyette de vasiyet yapılacak ilk kalemi ebeveynin teşkil etmiş olması mevzûmuz açısından işaret etmeye değer:
"Birinize ölüm geldiği zaman, eğer mal bırakıyorsa ana-babaya, yakınlara, uygun bir tarzda vasiyet etmesi Allah'a karşı sakınanlar için size farz kılındı."[160]
Çocuk deyince akla öncelikle terbiye ve terbiye ile alâkalı mes'eleler gelir. Binâenaleyh Kur'ân'da bu mevzûyla ilgili birçok bahsin yer etmesi pek tabiîdir. Daha önce de temas ettiğimiz gibi, Cenâb-i Hak kendisini çeşitli isim ve sıfatlarıyla nazara verirken "Rab" ismiyle de çokça vermektedir.
Rab[161] ismi terbiye masdarından gelmektedir. Masdar'ın "mürebbî" mânâsında kullanılması mübalâğa içindir. İşte bu mübalâğa mânâsından dolayı "Rab" kelimesi "mürebbî" kelimesinin basit bir müteradifi (eşanlamlısı) olmakta "aynı terbiye gibi olan ve binâenaleyh istilâ, istilâ, inayet, tedbîr ve tasarruf,telkin ve irşad, teklif, emir, nehiy, terğîb, terhîb, taltif, tekdir gibi terbiyenin bütün levâzımâtına (gereklerine) mâlik kuvvetli ve ekmel bir mürebbi demek olur ve bu münâsebetle sahip ve mâlik mânâsına dahi gelir...
Binâenaleyh alelıtlak (yalnız olarak) "Rab" denildiği zaman sâde mâlik veya sâde terbiye mefhumları değil, ikisine de bütün levazımı ile sahip bir Kadîr-i Kayyum anlaşılır."[162]
Durum böyle olunca, Kur'ân-ı Kerîm'de Cenâb-ı Hakkın daha çok Rab olarak zikri, Onun terbiyeci yönünü hatırlatmak, terbiyeye giren faaliyetleri ve bunların ehemmiyetini nazara vermek içindir. Cenâb-ı Hakkın "Rab" vasfıyla Kur'ân'da zikri gerçekten çoktur. Daha ilk sûre olan Fâtiha'da "Rabbü'l-Âlemin" (âlemlerin Rabbi) olarak tezahür ettiği gibi en son sûre olan Nâs sûresinde de "Rabbü'n-Nas" yâni insanların sahibi, idarecisi, terbiyecisi olarak tezahür etmektedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, okuyucuya, terbiyeyi hatırlatacak mâhiyette "rab" kökünden kullanılan kelimelerin sayısı 979'dur.
Bu kısa açıklamadan sonra terbiyeyi ilgilendiren bir kısım mes'elelere geçebiliriz.[163]
Kur'ân-ı Kerim, birçok meselede çocukla alâkalı sorumluluk ve mesuliyeti aile reisine bırakır. Bilhassa terbiye mes'elesinde birinci sorumlu aile ve dolayısıyla aile reisidir, babadır. Binâenaleyh bir kısım âyetlerde mü'min ikaz edilirken sâdece kendisinin kurtuluşu değil; ailesinin kurtuluşu da hatırlatılarak "hem kendisini, hem de ailesini ateşten koruması" emredilir:
Meâlen: "Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyun."[164]
Bu âyetten, Allah'ın emirlerin şahsen yapmak ve nehiylerinden kaçmak suretiyle kişinin kendi nefsini kurtarması ve keza kendisine emredilenleri aile efradına aynen yaptırmak suretiyle de onları kurtarması gerektiğini anlamakta âlimler ittifak ederler.[165] Râzî bu âyetin "âile halkını te'dîb edin, ta'lîm edin" şeklinde anlaşıldığım da kaydeder.[166]
Mukaatil ve Dahhâk'tan kaydedilen bir açıklamada şöyle denir: "Kişinin yakınlarına -akraba, köle, câriye vs.- Allah'ın kendilerine farz kıldığı ve yasakladığı şeyleri öğretmesi hakkıdır." İbnu Kesîr, Hz. Peygamber'in (a.s.m.) Tirmizî, Ebû Dâvud ve Ahmet İbnu Hanbel tarafından tahrîç edilen: "Yedi yaşma ulaşınca çocuklarınıza namazı emredin, on yaşına basınca kılmadıkları takdirde dövün" hadîsini kaydettikten sonra, fukahânın, "Çocuğu alıştırmak maksadıyla oruç ve diğer emirler için de aynı şekilde hareket etmek gerekir, böylece ibâdet ve taatte bulunmaya, ğünahlardan kaçıp münkerleri terketmeye ahşmış olarak bulûğ çağma girer" dediğini ilâve eder.
Zemahşerî'nin kaydına göre, İslâm âlimleri aile reisini, aile efradının terbiyesinden tamamen sorumlu tutmakta ve bu mükellefiyetini yerine getirmeyen sorumsuzların kıyamet günü en şiddetti azaba mâruz kalacağı hükmünde birleşmektedirler.[167]
Âlimleri bu şekilde kesin bir hükme gitmeye şevkeden deliller Kur'ân-ı Kerîmde fazlasıyla mevcuttur. Zira iki ayrı âyette tarifi yapılan "gerçek hüsran sahibi" sâdece kendisinin değil, ailesinin de kıyamet günü, hüsranına sebep olan kimsedir.[168]
"De ki: Gerçek hüsran sahipleri, kıyamet günü, kendilerini de, mensuplarını da hüsrana uğratanlardır. Dikkat et ki bu, apaçık hüsranın tâ kendisidir. Onların üstlerinde ateşten tabakalar, altlarında ateşten tabakalar vardır. İşte Allah, kullarım bununla korkutuyor. Ey kullarım! Benden korkun!"[169]
Âyete dikkat edilince, görülür ki, sorumsuzların mâruz kalacağı hüsran, veciz olarak ifâde edilip geçilmemiş, çeşitli tahşîdâtla yâni bunun ehemmiyetini ifâde eden başka unsurlarla takviye edilmiştir.[170]
Kur'ân-ı Kerim aile reislerinin, aile efradından mes 'ûl bulunduklarını ilân etmekle kalmaz, mes'ûliyet sahasına giren belli başlı mes'eleleri de beyan eder. Şimdiden hatırlatmak gerekirse, hem nafakayı yâni mesken, yiyecek ve giyeceği içine alan bütün maddî ihtiyaçları, hem dinî-ahlâkî terbiyeleri ve hem de bir meslek öğretimi bu sorumluluğun içine girer. Bir başka ifâde ile, bir gencin, tek başına, hayata atılabilmesi için gerekli olan dini, dünyevî her çeşit bilgilerin verilmesinden aile sorumludur.[171]
Şimdi bunların açıklamasına geçelim:[172]
Nafaka mes'elesi, Kur'ân-ı Kerimin ehemmiyetle üzerinde durduğu mes'elelerden biridir. Normalde ailenin bütün ferdlerinin nafaka mükellefiyeti baba üzerine bir vecîbe olmakla beraber, bâzı husûsî durumlarda çocuğun mühmel kalmaması, anne veya çocuk arada sahipsiz, hamisiz kalmaması için, bu husûsî durumlar üzerinde ayrıca durulmuş, açıklamalar getirilmiştir.
1. Bütün durumlarda çocuk hamisiz kalmamalıdır: Talâk sûresinde gelen bir âyet boşanmış kadının karnındaki çocuğun nafakasından babayı sorumlu tutar: Meâlen:"....(Boşadığmız kadınlar) hâmile iseler doğurmalarına kadar nafakalarını verin. Çocuğu sizin için emzirirlerse, onlara ücretlerini Ödeyin; aranızda uygun bir şekilde anlaşın, eğer güçlükle karşılaşırsanız çocuğu başka bir kadın emzirebilir."[173]
Çocuğun sahipsiz kalmaması mes'elesi, Bakara Sûresinin 233. âyetinde tekrar ele alınarak, babanın yokluğu -veya varlığına rağmen hastalık, düşkünlük gibi fizikî zaaflara inzimam eden aşırı fakirlik- hâlinde, çocuğa mirasçıların bakması gereğine işaret edilmiştir. Bu hükmü mutazammm olan Kur'ânî metin,
Meâlen: "Mirasçıya da aynı şeyiyapmak borçtur" hükmünü ifâde eder.
Bu ifâdeyi değerlendiren âlimler, babası sakat ve fakir olan çocuğun nafakasının baba cihetinden gelen -ve indelhâce babanın nafakası kendisine vâcib olacak- akrabaya düşeceği, böyle bir akraba yoksa, anne cihetinden gelen akrabaya düşeceği hükmünü çıkarmışlardır.[174]
Kimsesiz olduğu takdirde, nafakadan devletin sorumlu olacağını, yetimlerle alâkalı bahiste tafsilâtlı olarak açıklayacağız.
2. Nafaka miktarı maddî güç nisbetinde olmalı: Çocuğun nafakasıyla alâkalı olarak Kur'ân-ı Kerîm'in vuzuh getirdiği ikinci nokta ödenecek nafakanın miktarıdır. Bu mes'ele, nafakayı verecek kimseleri beyaneden aynı âyette, yâni Bakara Sûresinin 233. âyetinde ele alınmaktadır.
"Anneler çocuklarını emzirmeyi tamamlatmak isteyen baba için, tam iki yıl emzirirler. Anaların yiyecek ve giyeceğini uygun bir şekilde sağlamak çocuk kendisinin olana (babaya) borçtur. Herkese ancak gücü nisbetinde teklifte bulunulur. Ana çocuğundan, çocuk kendisinin olan (baba) da çocuğundan dolayı zarara sokulmasın. Mirasçıya da aynı şeyi yapmak borçtur. Ana-baba aralarında danışarak ve anlaşarak sütten kesmek isterlerse, ikisine de sorumluluk yoktur. Çocuklarınızı sütanneye emzirtmek isterseniz, vereceğinizi örfe uygun bir şekilde öderseniz, size sorumluluk yoktur. Allah'tan sakının, yaptıklarınızı gördüğünü bilin."
Âyette yer eden "mirasçıya da aynı şeyi yapmak borçtur" ibaresinin önceki ifâdelerin hepsine atfedilmiş olması sebebiyle evvelinde zikri geçen "çocuk kendisinin olan (baba)" ile alâkalı olarak beyân edilen hükümler mirasçı hakkında da câri kılınmış oluyor, yâni yiyecek ve giyecekle ilgili hükümler, çocuğun ve ananın birbiri sebebiyle zarara sokulmamasını tesbît eden hükümler aynen nafaka terettüp edecek akraba hakkında da câri kılınmış olmaktadır.[175]
Kur'ân-ı Kerimde en ziyâde üzerinde durulan ailevî sorumluluk aile halkının dinî terbiyesidir. İkamet edip yaşamak üzere yer seçiminden, namaz, oruç gibi ibâdetlerin öğretilip tatbikatına nezâret etmeye, dinî yaşayışa elverişsiz hâle gelen mekândan hicret etmeye ve ettirmeye varıncaya kadar, dinî hassasiyet gösterilmesi gereken pek çok mes'ele Kur'ân-ı Kerîm'de yer eder. Bunları birer birer belirtmeye çalışacağız:
Dikkatlerin öncelikle dine çekilmesi: Hemen şunu kaydedelim ki, ailenin sorumlusu, idaresi altındaki her ferde, öncelikle, bir bütün olarak "din"i tavsiye etmeli, nazar-ı dikkatine "din"i arzetmeli, hayatını ona göre, onun esaslarına uygun olarak, onu tatbik edip yaşamasına imkân verecek şekilde tanzim etmesini duyurmalıdır. Kur'ân'da bu hususa örnek olarak Hz. İbrahim ve Hz. Ya'kûb zikredilir:
"Rabbi ona; '[Kendini Hakk'a) teslim et' dediği zaman o; 'Âlemlerin Rabbine teslim oldum' demişti. İbrahim bunu oğullarına da tavsiye etti. (Torunu) Ya'kûb da (öyle yaptı); 'Ey oğullarım, Allah sizin için (İslâm) dinini beğenip seçti. O halde siz de ancak Müslümanlar olarak can verin' dedi."[176]
Kur'ân-ı Kerimde çocuk kaydı olmaksızın, dini tavsiye eden, "dine karşı mü'minlerin dikkatini çeken, en mühim mes'elelerinin "din" olmasını emreden âyetler pek çoktıir[177], mevzûmuzu tamamlayacağı için burada onlardan birkaçını kaydedeceğiz.
"Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini, doğruluk rehberi Kur'ân ve hak din ile gönderen O'dur. Şâhid olarak Allah yeter."[178]
"Puta tapanlar hoşlanmasa da dinini bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini doğru yol ve hak dinle gönderen Allah'tır."[179]
"Fitne kalmayıp, yalnız Allah'ın dini kalana kadar onlarla savaşın. Eğer vaz geçerlerse bilsinler ki, Allah onların işlediklerini şüphesiz görür. Eğer yüz çevirirlerse, Allah'ın sizin dostunuz olduğunu bilin. O ne güzel dost, ne güzel yardımcıdır!"[180]
"Allah katında din, şüphesiz İslâmiyettir... Allah'ın âyetlerini kim İnkâr ederse bilsin ki, Allah hesabı çabuk görür."[181]
"Kim İslâmiyetten başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir. O, âhirette de kaybedenlerdendir. İnandıktan, Peygamberin hak olduğuna şehâdet ettikten, kendilerine belgeler geldikten sonra inkâr eden bir milleti Allah nasıl doğru yola eriştirir? Allah zâlimleri doğru yola eriştirmez."[182]
Hz. Peygamber de şöyle buyurur:
"Üzerinize, Habeşli burnu kesik bir köle de emir tâyin edilse onu dinleyin ve itaat edin. Sizden biri dinini terk ile boynunun vurulması arasında muhayyer bırakılmadıkça itaate devam etsin. İslâmı terk ile boynu vurulması arasında muhayyer bırakılacak olursa boynunu uzatsın. Anasız kalasıcalar, din gittikten sonra ne dünyanız, ne de âhiretiniz kalır."[183]
Yaşanacak muhitin seçimi: Muhitin insan üzerindeki -müsbet veya menfî te'sîri- eski devirlerdenberi bilinen bir husustur. İbnu Haldun bu keyfiyeti "İnsan, tabiatının ve mizacının değil, kendisini saran muhitin ye bu muhitten kazandığı alışkanlıkların çocuğudur" diye ifâde etmiştir.[184] Şu halde, ailesinin terbiyesinden sorumlu bir aile reisinin, yaşanacak yer olarak, dini tatbik edebileceği bir muhît seçmesi gerekecektir. Bunun Kur'ânî örneğini Hz. İbrahim verir: Hz. İbrahim, Kabe'nin inşasını tamamladıktan sonra, oğlu İsmail'i "ziraate elverişsiz", olmasına rağmen, dinî mülâhazalarla Mekke'ye yerleştirdiğini ifâde eder:
"Ey Rabbimiz.! Ben evlâtlarımdan kimini, namaz kı-labilmeleri için Senin mukaddes olan evinin yanında ziraate elverişsiz bir vadiye yerleştirdim. Artık, Sen, insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir. Şükretmeleri için bâzı meyvelerle nzıklandır"[185]
Hz. Peygamber (a.s.m.) bâzı hadîslerinde, çocuğun babası üzerindeki haklarını beyan ederken "ismini, ahlâkını güzel yapması", "temiz rızıkla beslemesi", "okuma-yazma", "yüzme" ve "atma" öğretmesi, "bulûğa erince evlendirmesi" gibi hususlarla birlikte "yerini güzel yapması"nı da sayar.[186] Âlimler haklı olarak bundan, ikamet edeceği yerin kurrâ ve âlimlerinin çokluğuyla, Kur'ân ve ilim tahsiline imkân verecek bir yer olmasını anlarlar.[187]
Bu. noktada tahlili daha da ileri götüren fakîhler, şehirde doğan bir çocuğu, ölüm veya boşanma hâlindeannenin, terbiyevî muhît yönüyle şehirden dûn (uzak) olması sebebiyle köye götüremeyeceği hükmünüverirler.[188]
Akidenin öğretilmesi: Aile halkına, hususan yeni yetişen çocuklara her şeyden önce öğretilmesi gereken şey, iman esasları ve bilhassa "tevhîd" inancıdır. Yâni Allah'ın bir olduğu, hiçbir surette ortağı, yardımcısı bulunmadığı inancıdır. Yaş ve idrâk yönüyle bir şeyler öğrenme durumuna gelen her çocuğa öncelikle bu inanç kazandırılmalıdır. Nitekim bir kısım rivayetler Hz. Peygamberin (a.s.m.), kendi yakınlarından bir çocuk konuşmaya başlar başlamaz, çocuğa tevhîd öğrettiğini, bu maksadlaâyetini yedi sefer okutarak ezberlettiğini haber vermektedir.[189]
Tevhîdle birlikte bunun zıddı olan şirkin kötülüğü, bâtıllığı, şirke düşmenin ne büyük bir zulüm ve cinayet olduğu da öncelikle öğretilmesi gereken dinî bilgiler olmaktadır. Bu mes'elede Kur'ân'ın kaydettiği en güzel örnek Hz. Lokmân'dır:
Meâlen: "Hani Lokman oğluna -ona öğüt verirken- şöyle demişti: 'Oğulcuğum, Allah'a ortak koşma. Çünkü şirk mutlaka büyük bir zulümdür."[190]
Çocuğa akidenin öğretilmesi deyince bundan, sâdece Allah'ın varlığını ve birliğini öğretmek anlaşılmamalıdır. Kâmil mânâda Allah inancı, kalblerde Allah'ı bütün isim ve sıfatlarıyla tanımakla teşekkül eder. Kur'ân-ı Kerim Allah'ın "güzel isimleri" (el-esmâu'l-hüsnâ) olduğunu mükerrer âyetlerde haber verir.[191] Hz. Peygamber el-esmâu'1-hüsnâ'nın doksan dokuz adet olduğunu söyler ve bunların neler olduğunu sayar.[192] Şu halde, Allah'ı en azından sübûtî ve zatî sıfatlarıyla[193] tanıtarak çocuklara öğretmek gerekecektir. İslâm akidesine uygun Allah inancı bu şekilde ortaya çıkar. Bu hususa riâyet edilmeden verilecek Allah inancı nakıs, hattâ gayr-i İslâmî bile olabilir. Nitekim Hıristiyanlar, Yahudiler ve hattâ müşrikler de ulûhiyete inanırlar. Son araştırmalar, yeryüzünde inançsız insanın olmadığını göstermiştir. Her insan kendine has bir ulûhiyet tasavvur etmektedir. Şu halde bunları birbirinden ayıran husus, ulûhiyete izafe edilen isim ve sıfatlardır. İslâmî Allah inancının çocuklara tam olarak verilebilmesi Kur'ân ve hadîslerde gelen isim ve sıfatlar çerçevesinde öğretilmeye bağlıdır.
Diğer taraftan, yine Kur'ân-ı Kerim, peygamber inancı olmadan Allah'a inanmanın hiçbir kıymet ifâde etmediğini, Allah'a inananların behemahal peygamberlere de inanmaları gerektiğini bildirir: "Allah'ı ve peygamberini inkâr eden, Allah'la peygamberleri arasını ayırmak isteyen, 'Bir kısmına inanır, bir kısmını inkâr ederiz' diyerek ikisi arasında bir yol tutmak isteyenler, işte onlar gerçekten kâfir olanlardır. Kâfirlere ağır bir azâb hazırlamışızdır. Allah'a ve peygamberlerine inanıp, onlardan hiçbirini ayırmayanlara, işte onlara Allah ecrini verecektir. O, bağışlar ve merhamet eder."[194]
Peygamber inancı, kaçınılmaz bir şekilde kitap ve melek inancını da beraberinde getirecektir. Şu halde, bir olan Allah inancını, çocuklara öğretmeyi mükerrer âyetlerde ele alan Kur'ân-ı Kerim, dolayısıyla imanın bütün rükünlerinin çocuklara öğretilmesini emretmiş olmaktadır. Nitekim Hz. Peygamberin ehemmiyetine ısrarla dikkatlerimizi çekerek her gün okunmasını tavsiye ettiği ve Arş'ın altındaki bir hazîneden alınmış olarak, sâdece bu ümmete verilmiş olduğunu belirttiği Kur'ânî bir pasajda mü'minin inanması gereken bütün esaslar tâdâd edilir: "Peygamber, Rabbinden ne indirildi ise ona iman getirdi, mü'minler de. Her biri: Allah ve melâikesine ve kitaplarına ve peygamberlerine, peygamberlerinden hiçbirinin arasını ayırmayız diyeiman getirdiler ve şöyle dediler: İşittik, itaat ettik, Rabbimiz afvını dileriz, dönüş Sanadır."[195]
İbâdetlerin öğretilmesi: Yukarıdaki âyet-i kerime, katlanılacak bir kısım maddî fedâkârlıklar pahasına dini yaşayabildiğimiz bir yer seçimini ifâde etmekle kalmaz, Hz. İbrahim'in duası suretinde mü'minlere namaz mes'elesinin dinî terbiyede alması gereken ehemmiyeti de vurgular.
Namaz mevzuunda Hz'. İbrahim'in bir diğer duasını da burada kaydetmemiz münâsibtir:
"Rabbim! Beni ve çocuklarımı namaz kılanlardan eyle. Rabbimiz, duamı kabul buyur."[196]
Namaz mes'elesi, çocuklarla alâkalı olarak, daha başka âyetlerde de ele alınmakta, ehemmiyeti zihinlerde, bu açıdan da tesbit edilmektedir. Kur'ân-ı Kerîm, âdeta hadîslerde "dinin direği"[197] olarak ifâde edilmiş bulunan namazın din terbiyesinde de direk yâni ana mes'elelerden biri yapılmasını istemektedir. Öyle ki, hiçbir şey hattâ maddî ihtiyaçlarının karşılanması mes'elesi bile namaza ve namazla ilgili öğretim ve tatbikata bahane ve engel teşkil etmemelidir:
Meâlen: "Ehline namazı emret. Kendin de ona sebat ile devam eyle. Biz senden bir rızık istemiyoruz. Seni biz rızıklandırırız."[198]
Aile halkına namazın emredilmesiyle ilgili örnekler meyânında Hz. Lokman da karşımıza çıkar. Zira, o da çocuğuna diğer emirleri meyâmnda "Oğulcuğum namazını kıl" diye emretmiştir.[199]
Kur'ân'da, Allah'ın rızasını kazanmış bulunduğu belirtilen Hz, İsmail'in de "ailesine namaz ve zekatı emrettiği" ifâde edilir.[200]
Hz. Peygamberin de (a.s.m.) çocuklara yedi yaşında namazın emre dilmesini, kılmadıkları takdirde on yaşında namaz için dövülmesini tebliğ ettiğini daha önce başka vesileyle kaydetmiştik. Hz. Peygamberin çocuklar hakkında dayağa ruhsatı namazla ilgili olarak vermesi, namazla alâkalı ta'lim ve tatbikatın ehemmiyetini te'yîd eder. Bâzı âlimler, bu hadîse dayanarak, farz olmayan umur dışında çocuğun tekâsül ve ihmali sebebiyle dövülüp dövülmeyeceğim münâkaşa etmiştir.[201]
Âlimler, yedi yaşından itibaren "çocuğa namaz emredilmesi" hadîsinden, namazla ilgili her çeşit bilginin öğretilmesi gereğini anlamışlardır: Namaz vakitleri, farzları, vâcibleri, sünnetleri, namazda okunacak sûreler, dualar, tesbihât, abdest ve temizlikle ilgili teferruat, vs.
Oruca başlatma yaşı olarak namazdaki gibi rakam yoktur. Ancak, "açlığa takat getirme" ölçüsü konmuştur.[202] Bu ölçüye "çocuk üst üste üç gün oruç tutabilirse ramazan orucu ona gerekli olur" hadîsiyle açıklık getirilmiştir.[203] Bizzat Ashâb devrinde küçük çocuklara oruç tutturulduğunu gösteren sahîh rivayetler mevcuttur.[204]
Hülâsa, babanın çocuklarına öğretmekten sorumlu olduğu farz-ı ayn ilimler -ki temel eğitim müfredatı diyoruz- arasında, ibâdetlerle ilgili olarak namaz» oruç, zekât, hacc ve bunlarla ilgili zarurî temel bilgileri zikrederler.[205] Kur'ân-ı Kerîm'in namaz üzerinde sarîh ve ısrarlı şekilde durmuş olması, namaz öğretmenin daha mühim olduğunu ifâde eder. Fakat öbürlerinin ihmalini tazammun etmez.
Ahlâk ve âdab öğretimi: Ev halkı ve bu meyânda çocukların dini terbiyesinde namaz, oruç gibi farzların dışında bir kısım ahlâkî prensiplerin, içtimâi değerlerin de öğretilmesi gerektiğini belirten âyetler de mevcuttur. Bunlardan Hz. Lokman'ın oğluna nasihatleri şeklinde Kur'ân'da zikredilen ta'limâtı aynen kaydedeceğiz:
"Lokman: 'Ey oğulcuğum! İşlediğin şey, bir hardal tanesi ağırlığınca olsa da, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa, Allah onu getirip meydana kor. Doğrusu Allah latiftir, haberdârdır. Ey oğulcuğum! Namazı kıl, ma'rûfu (iyi bilineni) emret, münkerden (kötü bilinenden) de nehyet, başına gelene sabret; doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir. İnsanları küçümseyip yüz çevirme, yeryüzünde böbürlenerek yürüme; Allah, kendini beğenip övünen hiç kimseyi şüphesiz ki sevmez. Yürüyüşünde tabiî ol; sesini kıs. Seslerin en çirkini şüphesiz merkeblerin sesidir."[206]
İslâm âlimlerinin, ahlâkî bilgilerin de farz-ı ayn ilimlerin bir parçası olarak, çocuklara teferruatlı şekilde öğretilmesi gereğindeki ısrarlarını göstermek için meşhur Hanefî fakîhî İbnu Âbidîn'den şu kısa iktibası yapıyoruz: "... Beş farzla ilgili bilgileri öğrenmek farz olduğu gibi, ihlâsla ilgili bilgileri öğrenmek de farzdır. Zira amelin sıhhati buna bağlıdır. Keza helâl ve haram olanları bilmek gerektiği gibi, riya ile ilgili bilgileri de öğrenmesi farzdır. Zira kul, riya ile yaptığı amelin sevabından mahrum kalır. Hased ve ucûbla ilgili bilgiler de böyle. Zira bunlar, ateşin odunu yakıp bitirdiği gibi, ameli yiyip tüketirler. Keza, alış veriş nikâh ve talâkla ilgili bilgiler de, bu mes'elelerle iştigal etmek isteyen kimselere farzdır. Keza haram olan ve küfrü gerektiren sözleri de bilmek farzdır..."[207]
Dinî irşadda hiyerarşi: Aile içerisinde dinî irşadın ehemmiyetini zihinlerde tesbît eden Kur'ânî mühim bir örnek, burada üzerinde durmamızı gerektirmektedir. Vereceğimiz örneğe göre, normal olarak,ailenin irşadından aile reisi sorumlu tutulmuş iken, aile reisinin ihmali veya gaflet ve dalâleti hâlinde, bu hizmetin, aile içerisinde ehliyetli bir kimse tarafından yürütülerek ihmalden kurtarılması gereği ortaya çıkmaktadır.
Sözkonusu örnek Hz. İbrahim'le alâkalıdır. Hz. İbrahim, ailevî hiyerarşiyi düşünmeden müşrik olan babası Âzer'i irşada çalışmış, gittiği yolun bâtıllığım söylemiştir:
"Kitapta İbrahim'i de an. Çünkü o, sıdkı bütün bir peygamberdi. Bir vakit o, babasına (şöyle) demişti: 'Ey babacığım! İşitmez, görmez, sana hiçbir fâidesi olmaz şeylere niye tapıyorsun? Ey babacığım! Bana muhakkak ki, sana gelmeyen bir ilim gelmiştir, o hâlde bana uy da seni doğru yola çıkarayım. Ey babacığım! Şeytana tapma. Çünkü şeytan rahman olan Allah'a âsi olmuştur. Ey babacığım! Doğrusu sana Rahman katından bir azabın gelmesinden korkuyorum ki böylece şeytanın dostu olarak kalırsın."[208]
Bu âyetlerin devamında, ailevî irşadda uyulması gereken nezâket örneği de verilmektedir. Zira, Hz. İbrahim, irşadını kabul etmeyen, üstelik taşlama tehdidinde de bulunarak, uzun müddet gözden kaybolmasını söyleyen babasına: "Sana selâm olsun, senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim, çünkü bana karşı lütufkârdır. Sizi, Allah'tan başka taptıklarınızla bırakıp çekilir, Rabbime yalvarırım" der.[209]
İtaatin sınırı: Dini terbiye bahsini kaparken, dinî terbiyenin ehemmiyetini tebarüz ettiren bir noktaya daha temasda fayda var: Kur'ân-ı Kerîm anne ve babaya "öf bile demeyi yasaklayacak derecede onlara karşı büyük bir hürmet ve itaat emrederken, dinî yaşayışla alâkalı emirler mevzuunda mühim bir kayıt getirir. Bu kayda göre, ebeveyn, yâni anne ve baba dine aykırı bir emirde bulunacak olurlarsa, bu emre asla itaat edilmeyecektir. Âyet-i Kerîme aynen şöyle:
Meâlerî: "Biz insana, anne ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye ettik. (Ancak) eğer anne-baba, seni bir şeyi, körü körüne Bana ortak koşman için zorlarlarsa, o zaman onlara itaat etme. Dönüşünüz Banadır. Yaptıklarınızı size bildiririm."[210]
Kur'ân-ı Kerîm, aynı mes'eleyi, ehemmiyetine binâen, Lokman sûresinde tekrar ele alır: "(Ey insanoğlu!) Annen, baban, seni körü körüne Bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme, dünya işlerinde onlarla güzel geçin. Bana yönelen kimsenin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz Banadır. Yaptıklarınızı size bildiririm."[211]
Yukarıda kaydettiğimiz açıklamalarda görüldüğü üzere, Kur'ân-ı Kerîm, hayata hazırlama safhasında, çocukların dinî terbiyeleri üzerinde hassasiyetle durmakta, bu mes'elenin ehemmiyetini kavramada hiçbir tereddüt ve muğlaklığa yer bırakmamak için oldukça teferruat mes'elelere temas edip açıklık getirmekte, bir kısım tekrarlarla da mes'eleyi iyice te'kîd etmektedir.
Hayata hazırlık safhasının diğer mühim bir meselesi olan "meslekî formasyon" mes'elesinde ise, aynı açıklık ve ısrar görülmez. Buradaki teenni ve ibhâma (yâni mübhemliğe) bakarak, Kur'ân-ı Kerîm'in meslek öğretimi işine ehemmiyet atfetmeyip ihmal ettiği neticesini çıkarmak çok acele verilmiş bir hüküm olur. Böyle bir hüküm bizi, dinimiz hakkında yanlış ve insafsız bir kanaate sevkeder.
Evet Kur'ân-ı Kerîm, çocukların meslekî formasyonlarım da ihmal etmez. Onların dünyevî istikballerinin de yeterince düşünülüp, bu maksatla bir kısım tedbîrler alınmasının, çocuğa bu mes'elede de önderlik ve rehberlik edilmesinin gereğine irşad eden müteaddid âyetler mevcuttur. Ancak bunlar, dinî terbiye mes'elesinde olduğu kadar açık ve ısrarlı görülmezler, kısmen dolaylı ve mübhemdirler.
Meslek öğretimi mes'elesinin, dolaylı da olsa, hangi âyetlerde ele alındığı noktasına geçmeden önce, bu mevzûya niçin dolaylı ve mübhem olarak yer verildiğini belirtmemiz gerekiyor:
Önce, şu husus bilinmeli ki, Kur'ân-ı Kerîm, bizi ilgilendiren her şeye ehemmiyeti nisbetinde yer vermektedir. Bir kısım mes'elelere dolaylı bir işaretle, bir başkasına açık bir âyetle temas edip geçmişken diğer bir kısım mes'elelere tekrarla ısrarla yer vermiş, nazar-ı dikkatleri fazlaca çekmiş bulunmaktadır.
Burada akla şöyle bir sual gelebilir: "Ehemmiyetin ölçüsü nedir? Bu herkese göre değişir, birisi için mühim olan, bir başkası için değildir!" Bu soruya şöyle cevap verebiliriz:
Ehemmiyetin ölçüsü elbette insanın, hususah günümüz insanının hevâsı ve bencil hükmü değildir. Burada ölçü, İlâhî'dir. Yâni, insanın yaratılışında Cenâb-ı Hakkın güttüğü maksadlardır. Kur"ân bu ilâhî maksad ve gayelerde rehber kitaptır.
Bu açıdan bakarsak, Kur'ân-ı Kerîm'in iki büyük dâirenin mühim mes'elelerini açıkladığını görürüz:
1. Rubûbiyet dâiresi: Yâni Cenâb-ı Hakrk'a âit olan dâire. İnsanlarca meçhul olan o dâireyi Kur'-ân'dan ve Hz. Peygamber'den (a.s.m.) başka tanıtacak bir marifet ve ilim kaynağı mevcut değildir.O dâirenin, insanlarca bilinmesi gereken bir kısım mes'eleleri, şuunâtı vardır. Cenâb-ı Hakkın isimleri, mebde ve meâd (yâni başlangıcımız ve sonumuz), yaratılış, ceza, mükâfat, cennet, cehennem, hesap, kitap, melâike gibi. Kur'ân bunlara yer verirken her birinin insanın yaratılış gayesi açısından arzettiği ehemiyet nisbetinde farklı sayılarda tekrar eder, açıklık getirir.
2. Ubudiyet dâiresi: Bu dâire, kulluk dâiresidir. İnsanların Allah'a karşı vazifelerini, birbirleriyle olan münâsebetlerini ilgilendiren dâire. Bu dâirenin de pek çok mes'eleleri vardır. Bu mes'elelerden bâzısı bâzısına nazaran daha çok ehemmiyet taşımaktadır. Keza, bir kısmının ehemmiyeti açık olduğu, herkesçe görüldüğü halde, bâzılarının ehemmiyeti görülmez ve kolay kolayanlaşılmaz. Hattâ öyle mes'eleler vardır ki, insanın yaratılış gayesi açısından birinci derecede ehemmiyet arzetmesine rağmen, kendi kendine bunu idrâk etmesi mümkün değildir.
Şu halde Kur'ân-ı Kerîm, kulluk dâiresinin mes'ele ve vazifelerine temas ederken, İlâhî zaviyeden ehemmiyetli olanlara, insanlar tarafından ehemmiyeti kavranamayacak, ihmal edilecek durumda olanlara, daha çok yer vermeli, tekrarla üzerinde durmalıdır. Aksine ehemmiyetini kavramada zorluk çekilmeyecek olan veya ister istemez idrak edilip anlaşılacak olan rnes'elelere şöyle bir temas edip, bir işarette bulunupgeçmelidir.
Bu noktada hemen şunu söyleyebiliriz: Ubudiyet dâiresinin vazifelerinden olan namaz, oruç, zekât, hac gibi ibâdetler İlâhî zaviyeden, insanın yaratılış gayeleri açısından birinci derecede ehemmiyet taşıdığı halde, insanlarca kavranıp gereğince takdîr edilmesi mümkün değildir. Öyle ise Kur'ân burada ısrar etmeli, tekrarla üzerinde durmalıdır. Nitekim öyle olduğunugördük.
Halbuki, yine ubudiyet dâiresinin mes'elelerinden biri olan meslekî formasyon, yâni, dünyevî istikbâlin kazanılması, yeni nesillerin bu maksadla hazırlanması mes'elesi, bizzat insanlarca ehemmiyeti takdîr edilen, öncelikle düşünülen bir husustur. İnsan, aklıyla, tecrübesiyle, maddî hayatın tabiî nizam ve akışıyla o mes'eleyi düşünür, anlar ve tedbîrini alır. Binâenaleyh bu mevzuun Kur'ân'da ana dâvalardan biri olarak değerlendirilip doğrudan ele alınmasına gerek yoktur. Tebeî bir nazarla, tâli bir mes'ele olarak elealıp dolaylı şekilde yer vermek, temas edip geçmek yeterlidir ve gerçekten de öyle yapılmıştır.[212]
Yukarıdaki "kısa açıklamadan sonra şunu söyleyebiliriz: Meslek öğretimi mes'elesini sarih olarak ele almamış olan Kur'ân-ı Kerîm buna ihzâriyeler tarzında yer vermiştir. Yâni meslekî öğretim ve formasyonu netîce verecek birçok hazırlayıcı (ihzari) unsurlar, dini emirler olarak Kur'ânî mesaja dercedilmiştir. Bunlar ferdî ve içtimaî hayatın gereği olarak herkesin ister istemez karşılaşacağı bâzı maddî emrivakilerin yönlendirilmesi ile sağlanmıştır.
Bir başka ifâde ile Kur'ân, maddi hayatın vazgeçilmez bir kısım mes'elelerine, dinî bir yaklaşımla temas ederek bunların helâl olan cihetim, Allah nezdinde makbul ve güzel olan tarz ve istikametini taleb etmiştir. Bu taleblerin hakkıyla yerine getirilmesi, mü'min ister istemez bir maksada hazırlayacak ve bir hedefe sevkedecektir. "Meslekî Formasyon" olarak tebellür ve tezahür eden bu "hedefe, ferdi, dolaylı olarak hazırladığı için Kur'ân'da yer verilmiş olan bu tedbîri unsurlardan her birine -günlük lisanımıza kısmen yabancı da düşse- "ihzariye" veya "dispozisyon" diyebiliriz. .
Şimdi, ifası, mü'mini bir meslek sahibi olmaya ve bir meslek icra etmeye ve çocuğunu bir meslek üzere yetiştirmeye sevk ve mecbur eden bu Kur'ânî "ihzâriye"lerin mühim olanlarından birkaçını belirtmeye çalışacağız.[213]
Mümin bir kimse her şeyden önce helâl ve temiz olan şeyleri istihlâk etmek zorundadır. Yediği veya kullandığı şeylerde maddî veya manevî bir kir bulunduğu takdirde yaptığıibâdetlerin kabul edilmiyeceğini Hz. Peygamber haber veriyor.[214] Esasen Kur'ân'ın ifâdesine göre,tâ Hz. Âdem'den beri bütün peygamberlere -ve dolayısıyla insanlara- helâl ve temiz şeylerin yenmesini emredilmiştir.
"Ey peygamberler! Temiz şeylerden yiyin, faydalı iş işleyin. Doğrusu Ben, yaptığınızı bilirim."[215]
Bir diğer âyette de şöyle buyurulur:
"Ey imân edenler! Sizi rızıklandırdığımızın temizlerinden yiyin. Yalnız Allah'a kulluk ediyorsanız, O'na şükredin"[216]
Kur'ân-ı Kerîm, yukarıda kaydettiğimiz misâllerde olduğu üzere, bir kısım âyetlerinde "Helâl" ve "Temiz" rızık yemeyi emrederken, diğer bâzı âyetlerinde helâl rızkın "ferdî emekle" elde edileceğini ifâde etmiştir.
Meâlen: "Insan için çalıştığından başkası yoktur."'[217]
Bütün peygamberlerin (aleyhimüsselâm) ellerinin emekleriyle geçindiğini ifâde eden Hz. Peygamber de (a.s.m.) yukarıda kaydettiğimiz âyetleri açıklar mâhiyette olmak üzere şöyle buyurur:
"Kişi, elinin emeğinden daha hayırlı bir şey asla yememiştir."[218] Hz. Peygamber (a.s.m.) ayrıca, helâl rızık için çalışmayı, her Müslümanın "vâcib'lerinden biri olarak ifâde etmiştir:
Diğer taraftan, İslâm âlimleri, "İlim taleb etmek her Müslümana farzdır"[219] hadîsinde ifâde edilen "ilin”den muradın "haram-helâl ilmi" olduğunu söyleyerek helâl kazancın ve buna imkân veren meslek bilgisinin ehemmiyetini dile getirmişlerdir.[220]
İnsanları diğer canlılardan ayıran hususiyetlerden biri de hemcinsine olan ihtiyâcıdır. Hayvanlar da şüphesiz hemcinslerine ihtiyaç duyarlar, ama bu, insanlarınki kadar çok yönlü ve zarurî değildir. Tabiatı icâbı medenî bir hayat yaşamak zorunda olan insanın ihtiyaçları çoktur ve bunların hepsini tek başına kendisi karşılayamaz.
Başkalarına olan ihtiyâç, iktisadî hayatta, rızıkların farklılığı şeklinde kendini ortaya koyar. Çalışmanın ve iktisâdi gelişmenin, binnetîce medenî ve teknik terakkinin de sebep ve zenbereği olan bu ekonomik farklılık ve ihtiyâç durumudur ki, cemiyette iş bölümünü ortaya çıkarmakta kimini terzi, kimini ayakkabıcı, dülger, bakkal, taksici, pilot, âmir, me'mûr, patron, işçi, asker, komutan vs. yapmaktadır. Bakkal dükkânını işleten bakkal, mesleğini icra için müşterilerine hizmet ederken kazandığı parayla ayakkabıcı,terzi, taksici gibi pek çok meslek sahibini çalıştırmakta, istihdam etmektedir. Hz. Peygamber'in, 'İnsanların efendisi insanlara hizmet sunandır"[221] sözünün ışığında değerlendirecek olursak herkesin fevkinde yer alan devlet reisliği bile "herkese hizmet" sunan bir vazife olarak değerlendirilebilir.
Medenî hayatın devamı bu iş bölümü olmaksızın düşünülemeyeceğinden, bâzı mütefekkirler, çok haklı olarak, insanlık için, en büyük felâketin, ferdler arasındaki her çeşit farklılığın kaldırılıp mutlak eşitliğin sağlanacağı günde geleceğini söylemişlerdir.[222]
Kur'ân-ı Kerim, mevzûmuz açısından son derece ehemmiyetli olan bir âyette bu karşılıklı ihtiyaç durumuna parmak basarak, rızıkların farklı kılınma-smdaki hikmeti belirtir: "İş bölümü ile birbirleri içincalışmak." .
Meâlen: "Rabbinin rahmetini onlar mı taksim edip paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimlerini aralarında biz taksim ettik. Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini kimine derecelerle üstün kıldık."[223]
Âyette geçen "iş gördürme" tâbiri, asıl mevzûmuz olan "meslekî formasyon" mes'elesi açısından büyükehemmiyet taşır. Zira, gördürülen işler belli bir mesleği ilgilendirir. İnsanların, birbirlerinin işini görebilmesi için o işlerde yetişmesi gerekir. Her işi bilen veya hiçbir işi bilmeyen insanlardan müteşekkil bir cemiyet düşünülemez. Vasıflı mahareti en az isteyen "amelelik" ve "hamallık" bile belli bir tecrübe ve formasyon ister.
Şu halde, birbirlerine iş gördürme esâsına dayandırılan helâl rızık te'mini için, yeni yetişen nesillerin "iş görebilir" vasıfta olması şarttır. Bu da meslekî formasyonu gerektirir.[224]
İslâm dinini diğer pek çok din ve sistemlerden ayıran bir husus, dünya ve âhi-ret, madde ve mânâ, ruh ve beden muvâzenesidir. Bunlardan biri, diğeri için feda edilmez. Her ne kadar âhiret düşüncesini zihinlerde daima canlı tutmak isterse de dünyanın ihmal edilmesini taleb etmez. Bilâkis dünyanın da unutulmaması, ihmal edilmemesi tenbîh edilir. Kur'ân-ı Kerim bazı âyetlerinde gerçekten âhireti hiç düşünmeden sâdece dünyayı taleb edenleri kınarken, diğer bâzı âyetlerinde de hem dünya ve hem de âhireti taleb edenleri takdir eder veayrıca"dünyadaki nasibini unutma"[225] der.
Dünya ve âhireti beraberce taleb etmeyi emreden âyetlerden biri de şudur:
"İnsanlardan: 'Rabbimiz! Bize dünyada ver' diyenler vardır. Öylesine âhirette bir pay yoktur. “Rabbimiz!Bize dünyada iyiyi, âhirette de iyiyi ver, ateşin azabından koru' diyenler vardır. İşte onlara kazançlarından ötürü karşılık vardır..."[226] (Bunu tamamlayan) bir diğer âyet de meâlen şöyle:
"Dünyayı isteyene -istediğimiz kimseye dilediğimiz miktarda- hemen veririz. Sonra ona cehennemi hazırlarız, yerilmiş ve kovulmuş olarak oraya girer. Âhireti isteyip, inanmış olarak onun için gerekli çalışmada bulunan kimselerin, işte onların çalışmaları meşkûr (makbul) olur. Her birine, onlara da, bunlara da Rabbinin vergisinden birbiri ardınca veririz. Rabbinin vergisi kimseden men edilmiş değildir."[227]
Meslekî formasyon mes'elesini aydınlatan ve garantileyen bir husus da budur. Kur'ân bu mevzûyu, yarınlarını samimî olarak düşünüp tedbir alacak hamiden mahrum olan yetimlerin ihmal ve istismarını önlemek
maksadıyla, yetimlerle ilgili olarak teşri etmiştir. Biz de bu kadarcık bir işaretle yetinip, mes'eleyi yetimlerle alâkalı bahiste ele alacağız.[228]
Çocuğun maddî istikbali mes'elesinde dikkatimizi çeken Kur'ânî bir orjinalite, meslek hususunda yüksek idealler vermiş olmasıdır. Daha önce de söylediğimiz gibi, Kur'ân-ı Kerîm'de çocuğun meslekî formasyonuyla doğrudan alâkalı âyetlere, emirlere rastlanmaz iken, bu konuyla zımnen de olsa ilgi kurabileceğimiz bir kısım âyetlerde yüksek ideallerin söz konusu edildiğini görmekteyiz.
Bu âyetlerden biri, daha önce de temas ettiğimiz, ideal bir Müslümanın onbeş kadar vasfının zikredildiği bir pasajda geçer. İşte burada kaydedilen ve bir mü'minde bulunması gereken ideal vasıflardan biri, arkadan gelecek zürriyetinin istikbâli için Cenâb-ı Hak'tan talebte bulunmaktır:
"Onlar: 'Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve çocuklarımızdan gözümüzün aydınlığı olacak insanlar ihsan et, bizi müttakilere önder yap' derler."[229] .
Yine bu mes'eleyle irtibat kurabileceğimiz, eski peygamberlerle alâkalı bir kısım dualarda da aynı mânâyı bulmaktayız. Hz. İbrahim ve Hz. İsmail Kabe'nin temellerini yükseltince şu duayı yaparlar:
Meâlen: "Rabbimiz! Yaptığımızı kabul buyur, şüphesiz ki, sen, hem işitir, hem bilirsin. Rabbimiz! İkimizi sana teslîm olanlardan kıl, soyumuzdan da sana teslim olanlardan bir ümmet yetiştir. Bize ibâdet yollarımızıgöster... Rabbimiz! içlerinden onlara senin âyetlerini okuyan, kitabı ve hikmeti öğreten, onları her kötülükten arıtan bir peygamber gönder. Doğrusu güçlü ve hakîm olan ancak sensin."[230]
Yine Hz. İbrahim, Cenab-ı Hakkın; "Seni insanlara önder kılacağım" hitabına karşı: "Soyumdan da"[231] talebinde bulunur.
Hz. İbrahim'in çocukları için yaptığı dua ile, yeni nesillere verilecek formasyon mes'elesi arasında kurulan irtibatın oldukça zayıf olacağına dair yapılacak bir itiraza hak vermekle birlikte hemen kaydetmek isteriz ki, İslâm fakîhleri, çocukların meslekî tevcih ve formasyonu mes'elesinde, âyet-i kerîmelerde ifâde edilen espiriye uygun bir esas getirmişlerdir.
Yâni çocuğa öğretilecek meslek, çocuğun babasının icra etmekte olduğu -halkın telâkkisi açısından- meslekten şerefçe daha düşük olmamalıdır. Söz gelimi, mesleği sarraflık olan bir kimse çocuğunu, itibarca daha dûn olan terziliğe vermemelidir. Şafiî fakîhlerinden Mâverdî (v. 450/1058), mevkii yüksek bir babanın çocuğuna, şu veya bu nokta-i nazardan zarar ve aşağılanma getirecek bir mesleğe vermemesi gerektiğini söyler.[232] Hanefî fakîhlerinden Üsrûşenîde (v. 632/1230), çocuğu, babasının mesleğinden daha düşük bir mesleğe vermemek gerektiğini ifâde eder.[233]
Burada belirtilmek istenen husus, halkın örfünde ve efkâr-ı umûmiyede mevcut olan değerlendirmelerin nazar-ı itibara alınması gereğidir. Mücerred din açısından şu veya bu mesleğin diğer bir mesleğe nazaran daha şerefli olduğunu söylemek mümkün değildir. Üstelik şu mesleğin şerefli, öbürünün şerefçe dûn olması gibi değerlendirmeler zamana, zemîne, içtimaî muhite göre değişen izafî hükümlerdir.
Hanbelî âlimlerden olan İbnu Kayyim (v. 751/1350), daha değişik bir görüşle, çocuğun göstereceği istîdâda göre, meslek veya mektebe verilmesini teklif eder: "Eğer baba, çocukta iyi bir anlayış, sıhhatli bir idrak, kuvvetli bir hafıza ve yeterli bir kavrama keşfederse onu ilme teşvik etmelidir. Zira bu vasıflar, ilmi kolayca kabul için çocukta fıtrî bir kabiliyetin varlığına delildir... Bunun aksine, çocukta meslek-lerden birine müteveccih bir heves ve kaabiliyet görürse ve bu meslek de mubah ve insanlar için faydalı bir meslek ise, çocuğu o sahada yetiştirmesi gerekir."[234]
Hülâsa, bütün İslâm mezhepleri, bulûğ çağından önce, çocuklara meslek öğretilmesinin lüzumunda ittifak etmekle kalmayıp, bu mesleğin çocuğun kabiliyet ve ailesinin içtimaî mevkiine uygun olmasını ve insanlara faydalı bulunmasını da şart koşarlar. Bu hükümlere giderken âlimlerin, bir kısmını yukarıda kaydettiğimiz, Kur'âhî nâslardan istifade ettiği muhakkaktır. İslâm dini, ayrıca, çocuğa, bulûğdan önce meslek öğretme vecibesinin nazariyatta kalmayıp, fiilen gerçekleşmesini sağlamak için, başkaca prensipler koymuş, mümkün mertebe bu hususu te'minat altına almaya çalışmıştır. Ancak konunun teferruatına girmek bizi asıl maksadımızdan uzaklaştıracaktır.[235]
Kur'ân-ı Kerîm'de çocukların cinslerine göre terbiyeleriyle ilgili teferruata rastlanmaz. Ancak yine de bu mevzûyla ilgisini kurabileceğimiz bir kısım âyetler vardır:
1. Tesettür âyeti: Kadınların tesettürü yâni süslerini (süs mahallerini) kimlere karşı açabilecekleri birer birer sayılırken, ilgili âyette, sonuncu kalem olarak:
Meâlen: "Kadınların mahrem yerlerini henüz anlamayan çocuklar"[236] denmektedir.
Âyette "bulûğ" kelimesi kullanılmadığı gibi, buna delâlet eden bir tâbire de yer verilmemektedir. Bu duruma göre, cinsî terbiye hususunda bir kısım fiilî tedbirler daha erken yaşlarda başlatılacak demektir. İbnu Kesîr'e göre, küçük çocuklar, kadınların sözlerindeki yumuşaklık, yürüyüş,' duruş ve diğer hareketlerindeki kadınlığa has incelikleri anlayamazlar. Bu durumdaki küçüklerin kadınların yanlarına girmelerinde bir beis yoktur. Ancak mürâhık olmuş ise, veya mürâhık olma yaşına yaklaşmış ise-ki bu da kaydedilen hususları anlaması, çirkinle güzelin arasını tefrik edebilmesiyle ortaya çıkar- kadınların yanına girmesi caiz değildir.[237]
Râzi'nin kaydettiği iki açıklamadan birine göre, bu âyette kastedilen, kadınların avretlerini, küçüklüğü sebebiyle tasavvur edemiyen ve ne olduğunu anlamayan çocuk, diğerine göre de, kadınlara temas etme gücüne henüz ulaşmamış bulunan çocuktur.[238]
2. İsti'zân âyeti: Günün üç vaktinde, büyüklerin yanma girerken, çocuklar için izin isteme (isti'zân) kaidesini getiren âyet bu mevzuda bir başka delîl olmaktadır:
"Ey iman edenler, ellerinizin altında olan köle ve cariyeler ve sizden henüz bulûğa ermemiş olanlar, sabah namazından önce, öğle sıcağında ve yatsı namazından sonra yanınıza gireceklerinde üç defa izin istesinler. Bunlar sizin açık bulunabileceğiniz üç vakittir. Bu vakitlerin dışında birbirinizin yanına girip çıkmakta size de, onlara da bir sorumluluk yoktur. Allah size âyetlerini böylece açıklar. Allah bilendir, hakimdir."[239]
Burada Kur'ân-ı Kerim, doğrudan doğruya çocuklara hitab etmeksizin, çocuklarla ilgili bir emir vermektedir. Doğrudan çocuklara hitab edilmeyişi, onların henüz mükellef, teklife mahal olmayı şiarından dır. Her çeşit âdabı ve hattâ farzları onlara büyükleri öğretecektir. Dinî terbiyeleri ile alâkalı olarak daha önce kaydettiğimiz âyetlerde de çocuklar doğrudan muhatab değillerdir. Meselâ namaz vs. bir kısım umur Hz. Lokman'm çocuğuna yaptığı nasihatler meyânında kaydedilmiş veya, ehline namaz emreden bâzı peygamberlerden bahislerde bulunulmuştur.
Âyette dikkat çeken diğer bir husus şudur: Oradaki hitap anneye veya babaya değil "büyüklere"dir. Binâenaleyh çocuk sâdece ebeveynin değil, diğer büyüklerin de, bu üç vakitte, huzurlarına girerken izin isteyecektir. Müfessirler burada, "ey iman edenler" tabiriyle erkek ve kadın her iki cinsin de kastedildiğini belirtirler. Keza, çocuklar için de, kız ve erkek her ikisi maksûddur.
Âyetten anlaşılan sarih mânâlardan bir diğeri, Müslüman bir ailenin yaşayacağı meskenin plân ve tanzîmiyle ilgilidir. Müslüman "aile" tek odalı bir meskende yaşayamayacağı gibi, oda sayısı, evde yaşayanların sayısına uygun olarak farklı olacaktır. Bulûğa ermeyenler için, bulûğa ermiş olanlar için, ebeveyn için ve hattâ ayrı cinsten büyükler için -en azından yukarıda beyân edilen üç vakitte- kalacakları üç ve hattâ dört ayrı odaya ihtiyaç vardır. Aksi takdirde âyette emredilen "birbirlerine izinle girme" emri yerine gelmez.
Bu âyeti tamamlamak üzere, Hz. Peygamber'in (a.s.m.), on yaşma basan çocukların yataklarının ayrılmasına dâir emride[240] göz önüne alınacak olursa, gerek mesken plân ve tanzimi nokta-i nazarından ve gerekse çocukların cinsî terbiyeleri nokta-i nazarından "ayırım" mes'elesinin ehemmiyeti daha da ciddiyet kazanır.
Ama ne var ki, Müslümanlar, bu âyeti, tâ bidayetten beri tam olarak tatbik sahasına koymuş değillerdir. Rivayetler, Ashâb'ın büyüklerinden olan İbnu Abbâs'm bu âyeti, insanların tatbik dışı bıraktığı üç âyetten biri olarak görerek yakındığını kaydeder.[241]
Bu âyetten şu mânâ da çıkmaktadır: Çocuklar, bu üç vakit dışında, evin odalarını normal şartlarda dolaşmak hususunda serbest olmalıdır, bu hususta onlar kayıtlanmamalıdır. Bu üç vakitte izin şartı, "açık bulunabilme ve binâenaleyh avretlere ıttıla" sebebine bağlandığına göre, bu vakitler dışında da avretlere ıttıla ihtimali izni gerektireceği gibi, "bu vakitlerin dışında birbirinizin yanma girip çıkmakta size de, onlara da bir sorumluluk yoktur" ifâdesine göre, bu vakitler dışında, normalde, küçüklerin girip çıkmasına imkân verecek örtülü kıyafette bulunmak gerekmektedir.
Kur'ân-ı Kerîm bu isti'zân âyetiyle, dolaylı olarak, hâne halkının, mesken dâhilinde taşımaları gereken kıyafet ve dahilî hayatın tanzimiyle ilgili esasları da latîf bir üslûbla vermiş olmaktadır.
3. Büyüklerin isti'zâni: Kur'ân-ı Kerîm, yukarıda kaydettiğimiz, çocuklarla ilgili âyetin hemen ardından, büyüklerle alâkalı kaideyi kaydeder:
"Çocuklarınız bulûğa erdiklerinde, büyüklerinin izin istediği gibi, onlar da her defasında izin istesinler. Allah size âyetlerini böylece açıklar. Allah alîmdir, hakimdir."[242]
Bu âyet doğrudan çocuklarla alâkadar görünmese de, mevzûmuzu tamamlayıcıdır. Zira, görüldüğü üzere, burada, büyük çocukların ebeveyn veya diğer büyüklerinin yanlarına girmede izin isteme gereği, küçüklerde olduğu gibi, üç vakitle kayıtlanmıyor, "her defasında" olmak üzere şümullendiriliyor. Yine Nür Sûresinde, daha önce mutlak bir şekilde beyân edildiği üzere, "büyük, küçük, mahrem, yabancı kim olursa olsun, hangi vakitte bulunursa bulunsun[243], bir başkasının evine girerken" izin istemek gerekmektedir:
"Ey iman edenler! Evlerinizden başka evlere, izin almadan seslenip sahiplerine selâm vermeden girmeyiniz. Eğer düşünürseniz bu, sizin için daha iyidir."[244]
Râzî, isti'zân emrinin sebebi, avrete ıttıla değil de içeridekinin başkasının ıttılaını istemediği bir işle
meşguliyeti ise, kişinin zevce ve cariyesinin bile izinsiz giremiyeceğini beyân eder.[245]