Terbiyede Cinslerin Ayırımı:
Esas itibariyle Kur'ân-ı Kerîm'de, öğretim ve terbiye mes'eleleriyle ilgili olarak, kız ve erkek arasında herhangi bir ayırım emri sarîh olarak gelmiş değildir. Bu konuya giren âyetlerden çıkarılacak sarîh veya zımnî hükümler kız ve erkek her iki cinse de şâmildir. Ancak, hususan cinslerin terbiyesi ile alâkalı birkaç bahsin, kadın ve erkek her iki cinste de ayrı ayrı ele alınarak tebliğ edilmiş olması, âyetlerin sarîh olan ahkâmının yanıbaşmda, cinslerle alâkalı içerisinde verilmesi gereğini tefhim ettiği söylenebilir:
"Ey Muhammedi Mü'min erkeklere söyle, gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, mahrem yerlerini korusunlar. Bu, onların arınmasını daha iyi sağlar. Allah yaptıklarından şüphesiz haberdardır. Mü'min kadınlara da söyle, gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, iffetlerim korusunlar. Süslerini, kendiliğinden görünen kısım müstesna, açmasınlar. Baş örtülerini yakalarının üzerine salsınlar. Süslerini kocaları veya babaları veya kayınpederleri veya oğullan veya kocalarının oğullan veya kardeşleri veya erkek kardeşlerinin oğulları vaya kızk ar d eşlerinin oğulları veya Müslüman kadınları veya cariyeleri veya erkekliği kalmamış hizmetçiler, ya da kadınların mahrem yerlerini henüz anlamayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizledikleri süslerin bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar. Ey insanlar! Saadete ermeniz için hepiniz tevbe ederek Allah'ın hükmüne dönün."[246]
Münhasıran tesettürle alâkalı olması hasebiyle, sâdece kadınları ilgilendiren diğer bir âyetin, betahsis kadınlara hitaben gelmiş olması cinsî bilgilerin, cinslere ayrı ayrı verilmesi gereğini te'yîdden başka, bu çeşit bilgilerin cinslere verilmesinin ihmal edilmemesi gereğini de ifâde eder:
"Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına, dışarı çıkarken üstlerine örtü almalarım söyle. Bu onların hür ve namuslu bilinmelerini ve bundan dolayı incitilmemelerini daha iyi sağlar. Allah bağışlar ve merhamet eder."[247]
Terbiyede cinslerin ayırım mes'elesi hadîslerde daha sarih gelmiş, bunlara dayanan fakîhler, çocukların "temyiz yaşından itibaren" kızların ve erkeklerin cinsî terbiyelerinin daha şuurlu, daha sistemli olarak ayrı ayrı ele alınmalarını ifâde etmişlerdir. Onların terbiyelerini ayırma işi, verilecek husûsî bilgi ve kazandırılacak maharetlere şâmil olduğu gibi, onları yetiştirecek hocaya da şâmildir. Normalde, kızları kadın muallim, erkekleri de erkek muallim terbiye etmelidir.[248]
Ebeveynin sorumluluğuna giren terbiye müfredatının ana mes'elelerini gördükten sonra, bu bahsi, mühim bir hususla noktalamamız gerekmektedir. Dikkat çekeceğimiz hususa "mühim" diyoruz, zira terbiyevî faaliyetin itidalini koruması ve birçok durumlarda karşılaşılan başarısızlık karşı-smda fütura düşmeden terbiyevî gayretin devam ettirilmesi bunun anlaşılmasına bağlıdır.
Geçen bahislerde görüldüğü üzere, bir kısım âyet ve hadîsler, başta baba olmak üzere ebeveyni vesayetleri altında bulunan çocukların dinî terbiyesinden sorumlu tutarken, diğer bir kısım âyet ve hadîsler onların gayretine mutlak bir başarı vâdetmemekte ve hattâ başarısızlık örnekleri vermektedir. Bu hususa en muknî misâl Hz. Nûh ve onun oğlu ile alâkalı olanıdır: Kur'ân-ı Kerim'in belirttiği üzere, Hz. Nûh, kavmini "gizli ve açık"[249] her şekle baş vurarak "gece ve gündüz"[250] hiç durmadan Hakka çağırmış bulunduğu halde, kendi oğlu, bütün arzu ve gayretlerine rağmen "kâfirlerden" ayrılmamış ve "boğulanlardan" olmuştur.[251] Hiç kimse Hz. Nuh'un bu hummalı irşad işinde Ailesini ihmal ettiğini, aile efradı ve bu. meyânda oğlunun hidâyeti için uğraşmadığını söyleyemez. Evlâdına karşı bir babanın taşıdığı şefkati ifâde için müşahhas örneklerden biri olarak kaydedilen Hz. Nuh'un, kendi çocuklarını ebedî ateşten kurtarmak için başkalarına sarfettiği gayretten daha fazlasını sarfettiğini, bu işte daha çok fırsat sahibi bulunduğunu söyleyebiliriz. Öyle ise onun oğlu, bir peygamber babanın gösterebileceği,, en kesif, en muknî irşad faaliyetlerine rağmen sapık çevresine uyup, küfründe direnmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm, ebeveynin gayretine rağmen küfründe direnecek olanlara kıyamete kadar rastlanabileceğini ifâde zımnında, bir başka pasaja daha yer verir. Ebeveynin irşadına kulak tıkayıp, küfründe ısrar eden ve inadım, onlarla cedelleşmeye gidecek kadar ileri götüren evlâd örneğinin sunulduğu bu pasajda, şahıs muayyen değil, mutlaktır:
"Anesine, babasına; 'Öf ikinizden (sizden bıktım), benden Önce nice nesiller gelip geçmişken beni, tekrar diriltilmemle mi tehdîd ediyorsunuz?' diyen kimseye, anne babası, Allah'a sığınarak 'Sana yazıklar olsun! İnan, doğrusu Allah'ın sözü gerçektir' diye cevap verirler. İşte onlar kendilerinden önce cinlerden ve insanlardan gelip geçmiş ümmetler içinde Allah'ın azâb va'-dinin aleyhinde gerçekleştiği kimselerdir. Doğrusu onlar hüsranda olanlardır."[252]
Şu halde, Kur'ân-ı Kerîm, bu kaydedilenlerin ışığında şu dersi vermek istiyor: Anne ve babalar, her halükârda çocuklarının irşadı için çalışacaklar, ellerinden geleni yapacaklardır. Bu durumda, istenen gaye hâsıl olmasa bile, Allah nazarındaki sorumluluktan kendilerini kurtarmış olurlar.
Peygamberlik vazifesinin ifasında mühim bir esas olan ve bu sebeple birçok defalar[253]"Teblîğ edip netice beklememek" ve hattâ "icbar edici olmamak" düstûru ailevî terbiyede de mürşid ve rehber olacaktır:
Meâlen: "Eğer yüzçevirirlerse, (ey Muhammed),. sana düşenin sâdece açıkça tebliğ olduğunu bil."[254]
Meâlen: "(Ey Muhammed!) Sen duyur! Esasen sen sâdece bir duyurucusun. Sen onlara zor kullanacak değilsin."'[255]
Tebliğden netice hâsıl olmaması, tebliğ işine devanı hususunda fütur vermemeli, azmi kırmamalıdir. Zira hidâyeti veren Allahtır:
Meâlen: "(Ey Muhammed!) Sen sevdiğim doğru yola eriştiremezsin, ama Allah dilediğini doğru yola eriştirir. Doğru yola girecekleri en iyi O bilir."[256]
Bu durum, terbiye müfredatının en mühim kalemini teşkil eden dinî terbiyede böyle olduğu gibi, başta meslekî terbiye olmak üzere diğer kalemlerde de böyledir.
Dinî terbiye örneğinde temel prensip böylece tesbît edildikten sonra, aynı pransibin terbiye müfredatına giren diğer kalemler için tekrar açıklanmasına hacet kalmaz.[257]
Terbiye mevzuuna giren mes'eleler sâdece din ve meslek eğitimi müfredatı, eğlence vs. gibi yukarıda kaydettiğimiz konulara münhasır değildir. Herkesin bilmesi gereken daha pek çok mes'elesi vardır. Burada hepsini ele alarak teferruata girmeyeceğiz. Bununla beraber, Kur'ân-ı Kerîm'in yer verdiği, hattâ bâzılarında tekrar tekrar üzerinde durup teferruatlarını açıkladığı birkaç mes'eleye daha dikkat çekmemiz gerekmektedir. Bunlardan biri terbiye yaşı ve bununla, alâkalı bâzı mes'eleler, diğeri de süt devresi'dir. Bilhassa süt devresi üzerinde Kur'ân-ı Kerî defalarca durmuştur. Bu hal, terbiye açısından ehemmiyetini herkesin lâyıkıyla kavrayıp değerlendiremediği bu devrenin aslında büyük önem taşıdığını, o devreyi ilgilendiren -başka gıda rejimi olmak üzere- pek çok mes'elenin üzerinde hassasiyetle durmak gerektiğini ifâde eder. Biz de ehemmiyetine binâen, bu mes'eleyi açıklayarak bahsimize gireceğiz:[258]
Kur'ân-ı Kerime göre, çocuğun terbiye ve bakımında en mühim devrelerden biri süt devresidir. Zira zahiren ehemmiyetsiz ve kısa. olan bu devre ile alâkalı olarak muhtelif hükümler vazedilmiş, mes'ele farklı âyetlerde tekrarla ele alınmıştır:
2. Bu âyette mübhem kalan süt devresinin müddeti, Lokman Sûresinde iki yıl olarak tahdîd edilir.[260]
Bakara Sûresinde tekrar ele alman bu devre, babanın isteğine bağlı olarak "tam iki yıl" olarak kesin hükme bağlanır:
Meâlen: "Anneler çocuklarını, emzirmeyi tamamlatmak isteyen babalar için tam iki yıl emzirirler."[261]
Âyetin devamı, bu iki yılın vecîbe olmadığını, anne ve babanın mutabakatı ile daha önce de sütten kesilebileceğini ifâde eder:
Meâlen: "Anne-baba aralarında istişare ederek ve anlaşarak sütten kesmek isterlerse ikisine de sorumluluk yoktur."
3. Yukarıdaki âyette, çocuğun anne tarafından emzirilmesi esas kılınmış olmakla birlikte "süt anneye" verilmesi de tecvîz edilmiştir. Ancak, âyetten âlimler, iki yıllık devre içinde çocuğu emzirmeye annesinin ehakk olduğu, emzirmek istediği takdirde, babanın başka birsütanne arama hakkına sahip olmadığı, hükmünü çıkarmışlardır.[262] Ayrıca âyetin devamında, "Çocuklarınızı sütanneye emzirtmek isterseniz, vereceğinizi örfe uygun bir şekilde öderseniz, size sorumluluk yoktur" denmektedir.
4. Boşanan ailelerde, emzikli çocuğun emzirtil mesi mes'elesi ayrıca ele alınmakta ve bu durumda annesi emzirdiği takdirde annesine emzirme ücretinin verilmesi emredilmektedir. Annesine emzirtilmesi bâzı zorluklar çıkaracak ise, bir' sütanneye verilmesi de tavsiye edilmektedir.[263]
Mutlak mânâda alınınca fiilî terbiye, insanın bedenî, ruhî ve aklî kapasitelerini, dinî idealler çerçevesinde, herhangi bir sınırla kayıtlı olmayan sonsuz mertebeler içerisinde, âzami şekilde geliştirip yüceltmek maksadıyla, doğumdan ölüme bütün hayatını ihata eden mütemâdi bir faaliyettir. Ancak, bu faaliyetlerin en kesafetlisi ve velînin sorumluluğu altında bulunan safhası bulûğ çağma kadar olan terbiyedir. "Terbiye" denince nassen de, örfen de öncelikle bu anlaşılır.
Kur'ân-ı Kerîmde, yanında ebeveyninden biri veya her ikisi yaşlanmış olan kâhil (yâni olgun yaşta) bir kimsenin, bu yaşlı anne ve babasına karşı nasıl davranması gerektiğini tesbît ederken kâhil kimseye, ebeveyni için şöyle demesi emredilir:"Ey Rabbim, küçükkenbeni terbiye ettikleri gibi sen de onlara merhamet et! de."[264]
Burada ebeveynin evlâdlarmı, "küçükken terbiye" etmeleri gereği nazar-ı dikkate verilir.
Hz. Peygamber (a.s.m.) ebeveynin sorumluluğunda olan çocukluk çağındaki terbiyede kazandırılan bilgi, ahlâk, davranış gibi her çeşit aklî ve ruhî muktesebât, kişi şahsiyetinde silinmesi zor, derin ve ciddî izler bıraktığını birçok hadîsleriyle ifâde eder:
"İlmi gençken öğrenen sanki taş üzerine nakşetmiş gibidir, büyüdüğü zaman öğrenen ise sanki su yüzüne yazı yazmış gibidir."[265]
"Hayra alışın, zira hayır âdet {ve alışkanlık) ile kaimdir"[266] "sözüyle her çeşit iyi şeylerin öğrenilip kazanılarak alışkanlık hâline getirilmesinde en mühim devre olan çocukluk devresine, İslâm dininin müstesna bir ehemmiyet atfedeceği her çeşit izahtan' varestedir. Âyet ve hadîste gelen gerek işârî ve gerekse açık beyanlar "dal küçükken eğilir1 hükmünü tefhim ve te'yîd ederler.
Her çeşit terbiyevî faaliyetin mümkün mertebe erken başlatılması gereğine Hz. Peygamber'in (a.s.m.) sünnetinde fiilî örneklere çokça rastlarız: Yeni doğan çocuğun kulaklarına ezan ve ikamet okunması[267] -az ilerde açıklanacağı üzere- konuşmaya başlar başlamaz dinî mesâilin ezberletilmeye; sağını solundan tefrike,yirmiye kadar saymaya başlar başlamaz da namazkıldırmaya başlatılması gibi."[268]
Kur'ân-ı Kerim, normal olarak, doğuştan çocukların herhangi bir ilimle mücehhez olmadıklarını, hiçbir peşin ilim sahibi olmaksızın doğduklarım ifâde eder:
Meâlen: "Allah sizi annelerinizin karnından bir şey bilmez halde çıkarmıştı. Belki şükredersiniz diye size kulak, göz ve kalp vermiştir."[269]
Şu halde ilim, normalde, göz, kulak, kalb gibi organlar yaratılış gayelerinde kulanılarak, onların tâbi olduğu belli bir gelişme müddeti içerisinde kesbedilecektir. Nitekim Hz. Yûsufla ilgili âyette:
Meâlen: "Olgunluk çağına[270] erince ona hikmet ve ilim verdik. İyi davrananları böyle mükâfatlandırdık." buyurulmaktadır.[271]
İlmî terakkide insanların kahir ekseriyetinin tâbi olduğu normal vetire bu olmakla birlikte, yine Kur'ân-ı Kerîm'de bir kısım çocukların küçük yaşta "büyük hikmet" sahibi olabileceklerine işâreten, Hz. İsa ile Hz. Yahya örnekleri verilir. Hz. Yahya ile alâkalı âyet söyle:
Meâlen: Ey Yahya! Kitaba kuvvetle sarıl' deyip daha çocukken ona hüküm, katımızdan kalb yumuşaklığı ve safiyet verdik. O Allah'a karşı da takva sahibi idi."[272]
Âyette Hz. Yahya'ya, henüz çocukken verildiği ifâde edilen "hüküm"den muradın "hikmet, ilim ve nübüvvet"[273] ve bu yolda gösterdiği "ciddiyet, azim, hayraolan düşkünlüğü ve hayırdaki gayreti"[274] olduğu belirtilmiştir. Hz. Peygamber'den (a.s.m.) gelen açıklamalar Hz. Yahya'nın daha sekiz yaşlarında bir çocukken gerçekten hikmetli sözler söylediğini göstermektedir: "Kardeşim Yahya'ya Allah rahmetini bol kılsın, çocuklar onu oyun oynamaya çağırdıkları vakit, -daha (sekiz yaşlarında çocuk olmasına rağmen)- 'Oyun için mi yaratıldım?' demiştir. Henüz günahları yazılma yaşma ulaşmayan böyle derse, ulaşan ne demelidir?"[275] Keza Hz. İsa'nın da, bir mû'cize eseri olarak, daha beşikte iken konuştuğu belirtilir ve söylediği sözler kaydedilir.[276]
Kur'ân-ı Kerîmin muhtevasında yer eden her meseleden, mü'min muhatapların alacakları mutlaka bir ders-i ibret olduğuna göre, bu iki örnekten, -cüz'î bir azınlık da olsa- bir kısım çocukların, küçük yaşlarda ilim ve hikmetçe terakki edebilecekleri hükmü çıkarılabilir. Durum böyle olunca gerek ebeveyn, gerek cemiyet, bu çeşit kabiliyetlerin inkişâfına veya husûsî talîm ye terbiyelerine hem fikren ve hem de teçhizat ve imkânlarıyla her an hazır olmalıdır.[277]
Nitekim on dört asırlık uzun İslâm târihi içerisinde gerek ilmî, gerek askerî ve siyâsî sahalarda, günümüze kadar şöhretini devam ettirebilen büyüklerin pek çoğu, küçük yaşlarda tahsil ve terbiyelerini ikmal ederek yirmi yaşına varmadan kariyer yapmış kimselerdir. İmam Şafiî, İmam Buhârî, Süfyân İbnu Uyeyne, İbnuSina, Fâtih Sultan Mehmed bunlardan ilk akla gelenlerdir.[278]
Bir kısım âyetler, çocuğun hayata hazırlanma safhasında, büyüklerin, yâni terbiyecilerinin, hep ona emredici değil, onu da dinleyici, fikrini alıcı ve böylece ona değer verildiğini ihsas edici olmasını tefhim etmektedir.
Bu hususta kaydı gereken bir örnek Hz. Yûsuf la ilgilidir. Hz. Yûsuf henüz on iki yaşlarında bir çocuk iken[279] gördüğü rü'yâyı te'vîl ederek: "Oğulcuğum, rü'yâyı kardeşlerine anlatma, yoksa sana tuzak kurarlar" der.[280] Râzî'nin kaydettiği bir rivayete göre, Hz. Yûsuf, yedi yaşında iken gördüğü buna benzer bir rü'yâyı babasına anlatmış, babası daha o zaman da, Yûsufu ciddiyetle dinleyip, rü'yâsmı kardeşlerine anlatmamasını tenbîh etmiştir.
Mevzûmuz açısından daha da mühim olanı Hz. İsmail'le alâkalı olan âyettir. Hz. İbrahim, oğlu İsmail'in kurban edilmesi ile alâkalı rü'yâyı görünce durumu ona acar.
Meâlen: "Çocuk kendisinin yanısıra yürümeye başlayınca: 'Ey oğulcuğum! Doğrusu ben uykuda iken seni boğazladığımı görüyorum, bir düşün ne dersin?"[281]
Burada vazıh bir şekilde çocukla yapılan istişare görülmektedir. Bâzı rivayetlerde Hz. İsmail'in bu esnada on üç yaşlarında olduğu söylenmiştir.[282]
Şu halde, çocukların terbiyesinde, onların rü'yâlarını dinlemekten tut, tâ kendilerini ilgilendiren meselelerde fikirlerini almaya varıncaya kadar, pek çok mes'elede, onlara değer vererek şahsiyet tanımak Kur'âni terbiyenin esaslarından biri olmaktadır.[283]
Yeri gelmişken, dinî kitaplarımızda sıkça geçen ve "büyüğe hürmet", "büyüğün yanında susmak", "haddini bilmek" emredilen "küçük"ün kim olduğunu belirtmeye çalışalım,,
İslâm âlimleri, bir kısım hadîslerde geçen "küçük" tabiriyle her seferinde "yaşça küçüklüğü anlamamışlardır. Bir kısım hadîslerde şüphesiz büyüklük-küçük-lük ölçüsünden murad yaştır.
Ancak bâzı- durumlarda yaş değil, "ilim" ve "makam" büyüklük ölçüsüdür. Âlimlerimiz hakikî ilim sahibinin yaşı ne olursa olsun "büyük", câhil kimsenin de âlime nazaran, yaşça pîr-i fâni de olsa "küçük" olduğunu ifâde etmişlerdir.
Nitekim, "Küçükler nezdinde ilim aramak kıyamet alâmetlerindendir"[284] mealindeki hadîste istiskal edilen küçüğün yaşça küçük olmadığı, buradaki küçükten muradın "kendi re'yi ile fetva verenler", "dinî meselelerde selef âlimlerinin yolunda gitmeyenler", "başkalarının re'yini ashâb-ı kiramın re'yine tercih edenler", "ehl-i bid'a" vs. olduğu başta İbnu'l-Mübarek olmak üzere birçok âlimler tarafından ifâde edilmiştir.[285]
Bizzat İmam Buhârî, ilim alınacak hocanın yaşı hususunda tereddüdü reddederek; "Bir kimse (yaşça ve ilimce) kendi fevkinde, mislinde ve dûnunda (yâni aşağısında) olandan ilim almadıkça ilimde kemâle eremez" demiştir.[286]
Kur'ân-ı Kerîm, insan psikolojisini alâkadar eden unsurlar açısından tahlil edildikte, tesbit edilebilecek pekçok noktalardan iki tanesi mevzûmuzu ilgilendirir:
1. Bütün[287] peygamberlere karşı çıkıp küfürde direnenlerin ittifakla kullandığı[288] delillerden biri "Babalarımızı hangi din üzere buldu isek ondan ayrılmayız" sözünde ifâdesini bulan taklitçiliktir.
2. Bir cemiyetin saplanmış bulunduğu her çeşit sapıklıklarına karşı gelenler, öncelikle ve çoğunlukla
"gençlerdendir.
Kur'ân-ı Kerîm birinci hususla alâkalı pekçok âyet-i kerimeye yer verirken, ikinci hususu te'yîd eden birkaç örnek verir:
1. Ashâb-ı Kehf, gençlerden müteşekkil bir gruptur: Bizzat âyet-i kerîmede,
yâni "Şu bizimmilletimiz Allah'ı bırakıp Ondan başka tanrılar edindiler-"[289] diyerek içinde yaşadıkları cemiyeti terkettikleri belirtilen "Mağara Ashâbı"nın "birkaç genç"ten ibaret olduğu, "genç" kelimesi iki ayrı sefer tekrar edilerek bilhassa tebarüz ettirilir.[290]
2. Kavminin putperestliğine karşı gelerek putları kırmakla meşhur olan Hz. İbrahim'in de (a.s.) genç olduğu belirtilir. Âyet-i kerimeyi mealinden takip edelim: "(İbrahim, kavmine içinden) Allah'a yemin ederim ki, siz ayrıldıktan sonra putlarınıza bir tuzak kuracağım' dedi. (Münâsib bir anda da) hepsini paramparça edip, içlerinden büyüğünü, ona başvursunlar diye sağlam bıraktı. Milleti 'tanrılarımıza bunu kim yaptı? Doğrusu o; zâlimlerden biridir' dediler. Bâzıları, 'İbrahim denen bir gencin onları diline doladığını duymuştuk' dedi"[291]
Kur'ân-ı Kerim böylece, kültür değişmelerine ve her çeşit yeni fikirlerin benimsenme veya benimsetilmesine gençlerin daha açık olduğunu ifâde etmiş olmaktadır.[292]
Çocuk deyince en ziyâde hatıra gelen hususlardan biri oyundur. Kur'ân'da çocuklarla alâkalı olarak oyuna yer veren bir âyet mevcuttur: Hz. Yûsuf la ilgili kıssada, Hz. Yûsufun kardeşleri, Yûsufu bir kuyuya atmak üzere karar aldıktan sonra babalarına gelerek:
Meâlen: "Ey babamız! Biz Yûsuf a karşı hayırhah olduğumuz halde onu niçin bize emniyet etmiyorsun? Yarın onu bizimle beraber gönder de gezsin oynasın; Biz onu herhalde koruruz." dediler.
Peygamber olan babaları Hz. Ya'kûb, "oynamasına dâir teklifi" reddetmiyor, ancak endişesini dile getiriyor:
Meâlen:"Babaları: 'Onu götürmeniz beni üzüyor, siz farkına varmadan onu kurdun yemesinden korkarım' dedi"[293]
Âyet-i kerime, çocuğun gezinti ve oyuna salınmasının cevazını ifâde etmekten başka, bu sırada gelebilecek tehlikelerin düşünülüp tedbîr alınmasını da tazammun eder. Ayrıca burada, çocuk hakkındaki endişeyi "kurtla ifâdenin eskiliğine Kur'ânî bir şahit görülmektedir.[294]
Kur'ân-ı Kerîm'de "oyun" mânâsına gelen "Ia'ib" kelimesi ile bu kökten türeyen fiillerin kullanılışında büyük bir hassasiyet görülmektedir. Zira, yukarıda keydedilenin dışında bu kelime büyükler hakkında’da[295] veya "aldatıcı" olduğu belirtilen "dünya hayati"nın[296] tavsifi sadedinde, bir de "mahlûkatın bir "eğlence" olsun diye yaratılmadığını" beyan maksadıyla[297] kullanılır ve her defasında tezyifi (pejoratif) mânâdadır. Hiçbirinde "oyun"u te'yîd eden, tasvîb ve ona teşvîk eden müsbet mânâda görülmez.
Bu durum hadîslerde daha vazıh görülür. Hz. Peygamber "menedilen eğlenceden"[298] saymadığı "atma, binme, yüzme, yürüme ve hanımıyla eğlenme" gibifaydalı olanlar[299] dışında kalanları "oyun için yaratılmadık''[300] diyerek büyükler hakkında reddederken, "Çocuğu olan onunla çocuklaşsın"[301] diyerek çocuklar hakkında bunu tecviz etmiştir. Hz. Peygamberin (a.s.m.) çocukları bizzat eğlendirdiğine dâir rivayetler de çoktur.[302]
Çocuğun terbiyevî sorumluluğu ile alâkalı olarak Kur'ân-ı Kerim'den kaydettiğimiz nâslardan çıkan bir sonucu burada, husüsen belirtmede fayda var: Çocuğun her çeşit terbiyesinden öncelikle babası ve ailesi mesûldür.
Babanın normal şartlarla mevcudiyeti hâlinde, başka bir sorumlu merci kesinlikle mevzubahis değil. Devletin sorumluluğu da en sonunda söz konusu olmakta.
Bu durum, günümüzdeki tatbikata taban tabana zıd düşmekte ve mes'ele üzerinde değerlendirmeye gidildiği takdirde, hem İslâmî ruhtan büyük bir uzaklaşma görülmekte, hem de birçok ferdî, ailevî ve içtimaî ızdırap-larımızm hakikî sebepleri hakkında daha mâkul, daha gerçekçi bir teşhiste bulunulabilmektedir. Şöyle ki:
Dinimiz, çocuğun dinî, dünyevî her çeşit terbiyesini içine alan "temel eğitimden aileyi sorumlu tutarken,aileler bu işi "okul'a bırakmış durumdadırlar. Okullar ise, çocuğun tek başına hayata atılmasını gerçekleştirecek her çeşit zarurî bilgilerin verilmesi demek olan "temel eğitim" devresinde, bu hayatî bilgilerden, en başta meslek olmak üzere, pek çoğunu ihmal etmekte, faydalılık derecesi henüz yeterince araştırılıp münâkaşa edilmemiş olan okuma-yazma dışında ciddî, işe yarar bir şey vermemektedir.
Netice olarak, insan ömrünün bu en kıymetli devresi, afakî ve lüzumsuz şeylerin öğretimi suretinde bir nevi "oyalamaca" ile geçmekte, çocuk hiçbir hayatî hazırlığa sahip olmadan 18-20 yaşlarına, yâni müstakil ekonomik bir unsur olarak hayata atılma devresine gelmiş bulunmaktadır. Söz gelimi ilkokula 7 yaşlarında başlayan bir çocuk 5 yıl ilk, 6 yıl da orta tedrisâtta okuyarak 18 yaşlarında liseden me'zûn olunca hiçbir meslek sahibi olmamaktadır. Üniversiteye girme şansı ise, son yıllara kadar yüzde on olunca, girebilenler istisnayı teşkil etmektedir. Orayı bitirenlere de bir iş ve meslekî icraat garantisi yine de mevcut değildir. Öyle ise bunca zahmet ve bunca masraflar niye yapılmaktadır?
Sırf dünyevî terbiye açısından bakılsa bile, ortadaki sakatlık açık bir şekilde meydana çıkmakta ve gencin gerçek ihtiyâcı ile tezad arzetmektedir. Programlarda dinî ve millî değerlerin noksanlığından başka pratik çalışma zevkini kazandırma tedbîrlerinin yokluğu gibi eksiklikler de göz önüne alınacak olursa, günümüzdeki aylak, gayesiz, avare ve binnetîce anarşist gençliğin çıkış sebeplerine inilmiş, hâl-i hazır millî ızdırabımıza mâkul bir izah getirilmiş olur.
Şüphesiz burada "mekteb"e karşı olmak söz konusu değildir. Tâ bidayetlerden, Ashâb devrinden itibaren İslâm âlemi "küttâb" veya "sıbyân mektebi" gibi adlar taşıyan çeşitli tedrisât müesseselerine yer vermiştir. Bilâhare de "medreseler" kurulmuştur. İslâm-medeniyetinin, çeşitli isimler altında kurulup gelişen tedrisât müesseselerine dayandığı, inkârı gayr-ı kabil bir gerçektir.
Burada maksadımız, ebeveynin sorumluluk durumuna nazar-ı dikkati çekmektir. Dinimiz, çocuk, hocaya veya mektebe verilse, bile, neticede yine ebeveyni sorumlu tutmaktadır. Daha önce de kaydettiğimiz gibi, ebediyete kadar hükümverma olan Kur'ân-ı Kerîm, yeni yetişenlerin "ateşe düşmelerinden" aile reislerini sorumlu tutmakta ve ihmalkârları "gerçek hüsran sahibi" ilân etmektedir. Başarılarında da keza büyük payı ebeveyne ayırmakta ve Ölse bile hayır defteri açık kalacak birkaç kalem bahtiyarlar arasında "hayırlı evlât yetiştirenleri" zikretmektedir.[303]
Klâsik terbiye kitaplarımız[304] anne-babayı, bu hayat veren, başarı ve terakkinin de zenbereği olan "ebeveynlik mes'ûliyeti"nden azade etmemek ve çocuğun hocaya verilmesi hâlinde bile devamlı hoca-velî irtibatını zinde tutabilmek için, . Hz. Peygamber'den (a.s.m.) gelen rivayetlere dayanarak şu hükmü koymuştur: Hoca, te'dîb maksadıyla çocuğa üçten fazla vuramaz. Ancak, başarısına te'sîr edecek yaramazlığı sebebiyle daha fazla dövülmeyi hak ederse, bu fazlalık içinçocuğun velisinden izin ister. İzinsiz fazla vurması haramdır...
Gerçek bu iken, nasıl çıktı, kim çıkardı bilemiyoruz, çoğunlukla Müslüman velî, bu müsâadeyi asırlardan beri, peşinen vermiş, daha çocuğu hocaya teslim ederken, "benden izin talebine hacet kalmaksızın istediğin kadar döv" mânâsında: "Eti senin, kemiği benim" demiştir. Bu söz, hiç şüphe yok, her gün çocuğu murakabe gibi oldukça zor ve sıkıntılı bir mes'ûliyetten zahmetsiz bir kaçıştır. Çoğu kere, te'dibî olmaktan çıkıp, keyfî ve hissî olan dayağa ve hattâ, daha fenası, yeterli pedagojik formasyondan mahrum kişilerin, -günümüzde bile görüldüğü üzere- fıtrî ve tabiî yaramazlıkları karşısında şaha kalkan kaba beşerî öfkesini tatmine yönelen ezici, yıldırıcı, okumadan nefret ettirici falaka ve işkencelere verilen bu peşin izin, veliye, belki "gözünün nuru", "kalbinin sürürü", "ömrünün semeresi" bildiği evlâdı hakkında kahramanca bir fedâkârlıkta bulunmanın neşve ve hazzını da vermiştir.
Ne var ki, bu müsaade, evlâdının yetişme işini bir tesadüfe, sonu meçhul bir maceraya terketme olmuştur.
Bu, İslâm cemiyetine hayat bahşeden, terakki ve yükselmeye zenberek ve kamçı olan temel İslâmî prensiplerin birinden, belki de birincisinden ilk uzaklaşma olmuştur.
Bu, Kur'ân'ın, maveradan gelen o ilâhî sesin yükseldiği en mukaddes emânetten, bir diğer ifâde ile yeni yetişen neslin istikametini kontrol mes'ûliyetinden ebeveynin ilk kaçışıdır.
Bu, ferdî mes'ûlîyetler üzerine kurulup evc-i alaya yükselen bir medeniyetin yıkılışına atılan ilk adımdır.
Evet, velî, külfetten kurtulmuştur, ama rahmetten de mahrum kalmıştır: Kur'ânî mes'ûliyeti müdrik nesillerin ortaya koyduğu parlak bir medeniyet peyderpey elden çıkmış, hâkimiyetin yerini tezellül almıştır.
Bugün en dindar velîler bile, hâlâ bu aldatmacanın kurbanı olarak, çocuğunun hayata hazırlanma mesuliyetini "okul"a bırakmakta ve teslim ederken, sonu nereye vardığını hiç tartmadığı aynı cümleyi tekrar ederek: "Eti senin, kemiği benim" demekte ve mesuliyetten kurtulduğunu zannetmektedir.
Fakat bu bir şeytan oyunu ve nefis aldatmasıdır.
Başını kuma sokan devekuşunun, düşmanın nazarından kendini sakladığını zannetmesi nevinden bir aldatmaca ve aldanma.
Zira, âyet-i kerîme: "Ey imân edenler! kendinizi ve çoluk çocuğunuzu, yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyun" derken ne okula, ne de hocaya hitap etmektedir. Kıyamet günü de bir neslin ve ona bağlı olarak medeniyetin yıkılış hesabı yine o sorumsuz anne-babalara sorulacak. Hesabını veremeyenler, dünyada çektikleri zillete ilâveten emânete hıyanet cezası olarak cehennemle tecziye edileceklerdir.
Şu halde, ister reform, ister rönesans, isterse "tecdîd" veya "ıslâh" diyelim, hangi kelimeyle ifâde edersek' edelim, biz Müslümanların yeni bir kurtuluş, yeni bir hamle ve terakkî hareketi bu ferdî mes'üliyetimizi yeniden idrâk ve kabullenmeden geçecektir.
O zaman göreceğiz ki, kahve köşelerinde öldürecek, siyâsî gevezeliklerde heder edecek vaktimiz yoktur. Zarurî meşguliyetlerden arta kalan zaman bu mukaddes vazifenin ifasına ancak yeterlidir.[305]
Bu bölümde, çocukların, geniş mânâda himâyesi için İslâm'ın getirdiği tedbîrleri göreceğiz. Gerçi daha önce işlenen bâzı bahisler de "himaye" mânâsına belli bir ölçüde dâhil edilebilir. Ancak, gerek mes'elelerin himayeden uzaklığı ve gerekse taşıdıkları ehemmiyet sebebiyle o konuları ayrıca işledik. Burada ise, bihassa hâmisi olmayan "yetim"in maddî-mânevî koruması için Kur'ân-ı Kerîmin ihtiva ettiği âyetleri ve buna dayanarak İslâmın derpiş ettiği himaye mekanizmasını açıklayacağız.
Şurasını hemen belirtelim ki, az sonra açıklanacağı üzere, yetimle yetim olmayan çocuk, himaye hususunda aynı esaslara tâbidir. Himaye ile alâkalı esaslar, yetimlerin husûsî durumları sebebiyle onlarla ilgili olarak gelmiştir. Bu sebeple biz de mevzümuzun ana başlığı çocukların himâyesi olduğu halde, tâli başlıkları umumiyetle yetimlerle ilgi kurarak isimlendireceğiz.[306]
Yetim, lügat olarak, münferid yâni yalnız mânâsına gelir. Bu kök mânâdan hareketle anne ve babasınıkaybeden küçükle, kocasını kaybeden kadına "yetim" ve "yetime" denmiştir. Hayvanlardan hassaten annesini kaybeden yavruya da yetim denmiştir. Cessâs, yetim kelimesi mutlak kullanıldığı takdirde bununla her halükârda babasını kaybeden çocuğun anlaşıldığını, Kur'ân-ı Kerîmde geçen "yetim" kelimeleriyle her seferinde babasını kaybeden bulûğa ermemiş -kız veya erkek- çocuğun kastedildiğini tasrih eder.[307] Yetîm deyince öncelikle, babasını kaydeden çocuğun kastedilmesinde İslâm açısından şu incelik'de var: babasını kaybeden -bir çocuk, kısmen annesini de kaybetmiş durumdadır. Zira, kocasını kaybeden bir kadın, din açısından tekrar evlenme hakkına sahiptir. Bu hakkı kullandığı takdirde, yetim çocuğunu beraberinde bulundurma (hidâne) hakkına sahip olmadığı gibi, üzerinde ona bakma mükellefiyeti de kalmamaktadır. Yetim çocuğun himaye ve bakımı "zirahm-ı mahrem" (kabaca, nikâh düşmeyen akraba) denen ve fıkıh kitaplarında yakınlık derecelerine göre sıralanan akrabalarından birine terettüp eder. Bu vasıfta bir kimse şartı, çocuğun şefkate olan ihtiyâcına binâendir, zirahm-ı mahrem olanlarda çocuk, için fıtrî şefkatin daha ziyâde varlığı kabul edilir.[308]
Bütün çocuklar hayata hazırlanma safhalarında husûsî bir alâka ve himayeye muhtaçtır. Anne ve babalarında fıtraten mevcut olan şefkat onlara gerekli himayeyi sağlamaktadır. Babasını ve yukarıda belirttiğimiz şekilde dolayısıyla annesini de- kaybetmiş durumda olan bir çocuğun yâni yetimin himayesinin sağlanması, diğer çocuklar gibi âzami ölçüde normale yakın şartlar altında hayata hazırlanması içir/husûsî bir alâkaya muhtaçtır. Bu sebeple Kur'ân-ı Kerimde olsun, Hz. Peygamber'in (a.s.m.) hadîslerinde olsun, yetimin durumu müstakilen ele alınır. Her iki kaynakta yetimle alâkalı mühim mes'elelere temas edilerek, yetimin velîsi (akraba, vasi, devlet, cemiyet) uyarılır.
Nitekim, Ebû Bekr İbnu'l-Arabî, Nisa sûresinde geçen "Yetimleri evlenme çağma gelinceye kadar deneyin" emrinde diğer çocukların değil de husûsen yetimlerin zikredilmiş bulunmasını açıklama sadedinde şunları söyler:
"Kendisine ve işlerine bakmaktan âciz olan 'zayıf iki durumdan birine sahiptir: Ya kendisini koruyan bir babası vardır, yahut da babası yoktur. Babası var ise, onda çocuğa karşı mevcut olan fazla merhamet ve aşırı şefkat çocuğun şahsının himâyesi ve umurunun yürütülmesi için bir başkasını aramaktan onu müstağni kılar. Babası bulunmayan çocuk himayeden mahrum bulunduğu için gerek şahsının himâyesi ve gerekse işlerinin istikamet üzere yürütülmesi için onun husûsî şekilde durumu ele alınmış, durumuna dikkat çekilmiştir. Bu uyarı olsa da, olmasa da baba, zâten küçük veya zayıf çocukları için aynı şeyi yapacaktır. Fıtrî şefkatin gereği ve şevkiyle onu deneyecek ve ahvâlini değerlendirecektir."[309]
Yetim çocukların himayesine matuf olarak gerek mallarının korunması ve gerekse istikbâle hazırlanmalarının garanti altına alınması için konan tahdîdler, yasaklar, emirler diğer çocuklar hakkında da aynen vârid olunca, buradan çıkacak mantıkî neticeye göre, ailesinin aşırı fakirlik, yaşlılık, hastalık, sakatlık, gaybubet gibi sebeplerden bir sebeple çocuk, gerekli olan ailevî himaye ve bakımdan mahrum ise, bir nevi yetim durumundadır ve onun da, az sonra açıklayacağımız "çocuk himaye mekanizması"ndan istifâde etmesi gerekir. İslâm fıkhının hükmü de böyledir.[310]
İslâm fıkhına göre, hiçbir çocuk hamisiz değildir. Değil nesebi belli, uzak yakın herhangi bir akrabası bulunan bir yetim, cami avlusunda veya yol kenarında bulunmuş nesebi bilinmeyen bir çocuk dahi hamisiz değildir. Nitekim herhangi bir çocuğu bulan kimsenin, -eğer çocuk, başkasının görme ihtimali olmadığı için helak olacak durumda ise- onu alması farz-ı ayndır, almadığı takdirde günahkâr olur. Bulan, bakmak istemediği takdirde, bu çocuğa bakacak birisini bulmak Sultan'a (o bölgenin mülkî âmirine) terettüp eder. Yâni devlet, buna bakmakla mükelleftir.[311] Çok vazıh olmayan durumlarda, mes'eleyi mahkeme halleder. Hâkim, herhangi bir şahsı, nafaka ödemeye mahkûm ettiği gibi, devlet hazînesini de âcizin nafakasını ödemeye mahkûm edebilir.[312]
Gerek yetim, gerek gayrı, bütün çocukların himayesini garantileyen "Himaye Mekanizması"na gelince, İslâm âlimleri bu hususta şu kaide ve hükümleri getirmişlerdir:[313]
1.İstiğna yaşına kadar [314], kız olsun erkek olsun, çocuğun bakımı -ki bu safhadaki bakıma hidâne denir- anneye aittir.
2.İstiğna yaşından sonra erkeklerde bulûğ, kızlarda hayız yaşma kadarki terbiye ise, Hanelilere göre, çocuk erkekse babaya, kız ise anneye aittir. Şâfiîlere göre, muhayyerlik esastır, çocuk anne ve babadan hangisini tercîh ederse onun yanında kalır (Bu hüküm şüphesiz, boşanma hâlinde ortaya çıkan ihtilâfta mevzubahistir.)
3. Anne öldüğü veya yeniden evlendiği takdirde, ço-, cuğa, şu sıraya göre, anne veya baba tarafından bir kadın akrabası bakar:
a) Annenin annesi; bu da ölse veya evlense,
b) Babanın annesi; bu da ölse veya evlense,
c) Anne-baba bir kız kardeş; bu da ölse veya evlense,
d) Anne bir kızkardeş: bu da ölse veya evlense,
e} Anne-baba bir kız kardeşin kızı; bu da ölse veya evlense.
Bu kadınlar, çocuğa mahrem olan zirahm bir akraba ile evlenecek olsa, -meselâ çocuğun büyükannesi büyük baba ile evlenmesi veya annesinin, amcası ile evlenmesi gibi- kadın bu durumda hidâne hakkınıkaybetmez.[316]
Velâyetü'n-nefs, çocuğun hidâne ile başlayan terbiyesini, bulûğa kadar tamamlamayı ve gerekiyorsa bulûğdan sonra da devam ettirerek, çocuğun hıfz ve himâyesi ile kaasır olanların evlenme muamelesini yürütmeyi gaye edinir.
Velâyetü'1-mal ise, rüşdüne erinceye kadar çocuğun malını ziyandan korumayı gaye edinir. Çocuk kendi malında tasarruf sahibi değildir. Bu velayet kimin elinde ise, belli esaslar çerçevesinde, çocuk adına, çocuğun , malından tasarruf yetkisi ona aittir.
Velâyetü'n-nefs ve velâyetü'1-mal aynı şahısta bulunur. Bu velayete ehak olanlar sırayla şu kimselerdir:
a) Çocuğun babası; bu ölmüş ise,
b) Babanın tâyin ettiği vasî; öldü ise veya yoksa,
c) Cedd-i sahih (babanın babası); bu öldü ise,
d) Dedenin tâyin ettiği vasî; bu öldü ise veya yoksa,
e) Vasinin tâyin ettiği vasî; bu öldü ise veya yoksa,
f) Kadı,
Çocuk normalde, bu velî (veya vasilerden mahrum ise -ki lakît yâni buluntu böyledir- veya velîsi himaye ve bakımdan âciz ise, bu durumda onun muhatabı ve sorumlusu "veliyyü'l-evliya (bütün velîlerin velîsi) olan sultan'dır, ki o, velîsi olmayanların velîsidir, o veliler üzerinde velîdir."[318] Çocuğun gerek hidânesi ve gerekse diğer işlerinin yürütülmesi için uygun kimseleri bulmak ona terettüp eder.
Bu velî (veya vasî)ler selâhiyet yönünden aralarında az çok farklılıklar taşırlarsa da teferruat mevzûmuzun dışında kalır.[319]
Şu halde, İslâm hukukunda çocuğun terbiye ve himâyesi babadan başlayıp, Sultan'da (yâni devleti temsil eden mahallî mülkî âmirde);son bulan bir mekanizma ile kesinlikle garanti altına alınmıştır.[320]
Yukarda kaydettiğimiz umûmî açıklamadan sonra, Kur'ân'da yetimle alâkalı olarak gelen mes'elelerin tahliline geçebiliriz. Bunları beş kalemde ele alacağız:
1. Yetime iyi muamele ve maddî yardım.
2.İstikbalinin düşünülmesi.
3. Yetimin ıslâhı.
4. Malının korunması.
Kur'ân-ı Kerîm, Mekke'de nazil olmaya başladığı ilk yıllardan itibaren yetim mes'elesini ele almıştır. İlk vahiylerde -Hz. Peygamber'e (a.s.m.) kendisinin de yetim olduğu hatırlatılarak- yetimlere iyi muamele yapılması emredilir:
"Rabbin, bir yetim olduğunu bilip de seni barındırmadı mı?... O halde yetime gelince, ona sakın kahretme."[322]
Yine Mekkî olan el-Fecr sûresinde:
"Siz yetime iyilik etmezsiniz" diye bu davranış kötülenirken[323], Maun Sûresinde yetime yapılan kötü muamele bir nevi "dini inkâr" olarak tavsif edilir:
"Ey Muhammedi Dini yalan sayanı gördün mü? Yetimi itip kakan, yoksulu doyurmaya yanaşmayan kimse işte odur."[324]
Yetime iyilik hususunda ısrar eden Mekkî âyetlerden bir diğerinde yetime yardım "zor geçidi aşmak" gibi fevkalâde hayırlı bir amel olarak tavsif edilir:
"Biz insanoğlu için iki göz, bir dil ve iki dudak vermedik mi? Biz ona eğri ve doğru iki yolu da göstermedik mi? Ama o, zor geçidi aşmaya girişmedi. O zor geçidin ne olduğunu sen bilir misin? O geçit bir köle ve esir âzad etmek, yahut açlık gününde yakını olan bir yetimi, yahut toprağa serilmiş bir yoksulu doyurmaktır."[325]
Yardım fonları: Mekke'de daha ziyâde yetime iyi muameleye teşvik, kötü muameleden de nehyedici âyetler gelmesine mukabil, Medine'de yetimlerin himâyesi hususunda daha kesin emirler, daha müşahhas tedbîrler ihtiva eden âyetler gelmiştir. Bu âyetlerden bir kısmı, yetim için maddî yardım fonları zikreder. Bu âyetlerde doğrudan doğruya "beytü'1-mal" yâni devlet hazînesi mevzubahis edilmezse de, zikredilen fonlar umumiyetle devleti ilgilendirdiği için, hazînenin sarf mahallerinden (masraf) birinin yetimlere mahsus olduğunu söylememizde bir mübalağa yoktur:
1. Ganimetten pay: Şu âyet, savaşta elde edilen ganimetten, mücâhidlerin hissesinden arta kalan kısmın (humus denen beşte bir) nerelere harcanacağını belirler.
Meâlen: "Kulumuz Muhammed'e indirdiğimize inanıyorsanız bilin ki, ele geçirdiğiniz ganimetin beşte biri Allah'ın, Peygamber'in ve yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerin ve yolcularındır."[326]
2. Fethedilen yerlerden gelen pay: Şu âyette fethedilen yerlerden elde edilen verginin -ki devletin mühim gelir kaynaklarından biridir- sarf mahalleri gösterilir:
Meâlen: "Allah'ın fethedilen memleketler halkının mallarından Peygamberine verdikleri Allah, Peygamber, yakınlar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir; tâ ki içinizdeki zenginler arasında elden ele dolaşan bir devlet olmasın."[327]
3. Miras taksimlerinde pay: Şu âyet, yetimler için, arkası kesilmeyen bir başka fon göstermektedir: Miras
taksimleri:
Meâlen: "Miras taksiminde yakınlar, yetimler ve düşkünler bulunursa, ondan, onlara da verin, güzel sözler söyleyin."[328]
Âyetin emrini, bir kısım âlimler nedbe yâni bunun nafile bir amel olduğuna hükmederken, diğer bir kısmı da bunun mutlaka yapılması gereken bir vâcib olduğuna hükmetmiştir.[329]
4. Nafaka verilecekler: Hz. Peygamber'e ashaptan bâzıları "hangi şeyi nafaka olarak verelim?" diye sorarlar. Bu soru üzerine gelen bir vahiy nafaka olarak verilebilecek şeyleri değil, kimlere nafaka verileceğini tâdad eder:
Meâlen: "Onlar hangi şeyi nafaka olarak vereceklerini sana sorarlar. De ki: "Maldan vereceğiniz şey ananın, babanın, akrabanın, yetimlerin, yoksulların, yol oğlunun hakkıdır."[330]
Teşvik: Yetime yapılacak -infak, himaye, tatlı söz gibi- her çeşit iyi davranış şu âyette dince en muteber addedilen ameller meyânında zikredilir:
"Yüzlerinizi doğudan yana ve batıdan yana çevirmeniz iyi olmak demek değildir. Lâkin iyi olan, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, Kitab'a, Peygamberlere inanan, O'nun sevgisiyle yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yolculara, yoksullara ve köleler uğrunda mal veren, namaz kılan, zekât veren ve âhidleştiklerinde âhidlerine vefa gösterenler, zorda, darda ve savaş alanlarında sabredenlerdir."[331]
Aynı şekilde İsrâiloğullarından-uymaları için mîsak konusu yapılan birkaç kalem mühim emirler meyânında yetime yardımın da yer aldığı bildirilmektedir.
"İsrâiloğullarından 'Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, anne-babaya, yakınlara, yetimlere düşkünlere iyilik edin, insanlarla güzel güzel konuşun, namazı kılın, zekâtı verin' diye söz almıştık."[332]
Yetimlere iyi muamele, himaye, maddî yardım hususlarında Hz. Peygamber'den de (a.s.m.) pek çok hadîs vârid olmuştur. Bir iki tane de hadîs kaydedeceğiz:
"Ben ve yetime bakan kimse cennette şöyle (iki parmağıyla göstererek) yanyanayız."[333]
"Müslümanlar arasında en hayırlı ev, içerisinde yetim olan ve yetime de iyi muamele yapılan evdir. En kötü ev de, içinde yetim bulunup da ona kötü muamele yapılan evdir."[334]
"Kim Müslümanlar arasında bir yetimi evine alıp kendi yediğinden yedirir, kendi içtiğinden içirirse, afvı kabil olmayan bir günah (yâni şirk) işlemediği takdirde Allah onu mutlaka cennetine kor."[335]
Mevzûmuzun bu bahsini bitirirken, bir noktaya parmak basmak isteriz: 1400 sene önce, nazil olan Kur'ân, himayeye muhtaçların ve yetimlerin himayesini böylece, bizzat devlet vazifelerinden biri hâline getirip nzıklarını -indelhâce- devlet hazînesine yüklemiş olduğu halde, memleketimizde, bakıma muhtaç çocuklardan son derece cüz'î bir kısmının melce bulabildiği "çocuk yuvalan", "yetiştirme yurtlan" vs.nin bütçeleri, maalesef hâlâ devlet garantisinden mahrumdur ve bu müesseselerin idarecileri, ihtiyaçlarını karşılayabilmek, müesseselerden hizmetin devamını sağlayabilmek için binbir zahmet çekmektedirler.[336]
Yetimin istikbalinin düşünülmesi mes'elesi Kur'ân'da açık şekilde yer alır. Bu husus yetimin malının korunmasıyla alâkalı olarak derpiş edilen tedbîr ve emirlerde zımnen yer ettiği gibi, bunlar dışındaki bir kısım âyetlerde de zahir olarak ele alınmaktadır.
Bu âyetlerden biri, Hz. Musa ile Hızır'ın arkadaşlığını tasvir eden uzun kıssada geçer. Bilindiği üzere, Hz. Musa ile Hz. Hızır arkadaşlıkları esnasında bir kasabaya uğrarlar. Hz. Hızır, yıkılmaya yüz tutan bir duvarı, kasabalıların kendilerine uyguladıkları bed muameleye rağmen, doğrultarak yıkılmasını önler. Hz. Musa'nın bu davranış karşısındaki taaccüp ve suâli üzerine Hz. Hızır, mevzûmuz açısından ehemmiyet arzeden şu açıklamayı yapar:
Meâlen: "Duvar ise, şehirdeki iki yetim erkek çocuğa aitti. Duvarın altında onların bir hazînesi vardı. Babalan da iyi bir kimseydi. Rabbin onlann ergenlikçağına ulaşmasını ve Rabbinden bir rahmet olarak hazînelerini çıkarmalarını istedi..."[337]
Âyet-i kerime, yetimlere âit olan bu hazînenin babalan tarafından kasd-ı mahsûsla çocuklar için konduğunu sarih olarak ifâde etmiyor ise de "sâlih olduğu" belirtilen babanın bu maksadla koymadığına dâir de sarahat yok. Her halükârda Rabb Teâlânın, yetimlerin ergenlik çağına gelinceye kadar hazînenin muhafazasını irade ettiği açıklıkla ifâde edilmiştir.
Yetimlerin bulûğ çağma kadar istikbal için hazırlanmaları ile ilgili bir başka âyette şu emre rastlarız:
Meâlen: "Yetimleri evlenme çağına gelene kadar deneyin, onlarda rüşd (olgunlaşma) görürseniz, mallarını kendilerine verin."[338]
Aslında yetimler hakkında uzunca bir pasajdan bir parça alan yukarıdaki âyet, çocukların istikbale hazırlanması mevzuunda mühim bir açıklık ihtiva eder. Zira "deneyin" diye tercüme edilen Kur"ânî "vebtelû" emrinde geçen "ibtilâ etmenin" (yâni denemenin) mâhiyeti -Ebû Bekr ibnu'l-Arabî'nin açıkladığı üzere- şöyledir: "Velî, yetimin ahlâkını gözden geçirir, menfî temayüllerine kulak kabartır. Böylece karakteri ve kendi işlerini yürütmedeki gayret ve malını tutma veya ihmal etme durumları hakkında bilgi ve kanaat edinir. Bu denemeden iyi netice alır, çocuğun bu işleri, kendimenfaatleri istikametinde yürüteceği kanaatine varırsa, çocuğa, malından bir miktar vermesinde bir beis. yoktur. Ancak bu ilk verilen miktar az olmalıdır. Çocuğun bunda tasarrufu mubahtır. Eğer çocuk bunu arttırır ve verilen bu malı koruma işini becerirse, çocukta ihtiyar yâni işlerini bizzat yürütme kapasitesi gelişmiş demektir. Bu durumda veli malının tamamını kendisine teslim etmelidir. Ancak bu tecrübeden iyi sonuç alamamış, çocuğun kendisine teslim edilen mala iyi nezâret edemediğini tesbît etmiş ise, bu durumda velî, malını çocuğa vermez. Yanında tutmaya devam eder."[339]
Diğer âlimlerin açıklamalarından da anlaşılacağı üzere, âyette zikredilen ibtilâ'dan (denemeden) maksad, çocuğun ticâret işlerini yürütüp yürütemeyeceğini kontrolden ibaret değildir. Onun hayata hazırlanması, kendi kendini idare edecek hâle gelmesini sağlamaktır. Bu sebeple dinî, dünyevî her çeşit tâlim ve terbiye ibtilâya dâhildir: Ticâret, herhangi bir başka meslek, ilim vs. öğretimi, ahlâk ve edebinin verilmesi gibi her çeşit tâlim ve tedrîb.... Nitekim Elmalılı merhum âyeti şöyle açıklar: "Yetimleri de deneyiniz, tecrübe ile tâlim ve terbiye ediniz, hüsn-i idareye alıştırınız. Nihayet nikâh çağma geldikleri yâni baliğ oldukları vakit, kendilerinden rüşd hisseder, akıllarının ve terbiye-i diniyyelerinin tamam olduğunu ve kendilerini hüsn-i suretle idare edeceklerini yakından anlarsanız derhal mallarını kendilerine teslim ediniz."[340]
Rüşd: Yukarıdaki âyette geçen ve burada hususen durulup açıklanması gereken tâbirlerden biri rüşd tâbiridir. Âyet meâlen: "Yetimleri evlenme çağına gelenekadar deneyin. Onlarda 'Rüşd' görürseniz mallarım .kendilerine verin" şeklinde idi. Burada kastedilen rüşd, bulûğ değildir. Aklî kapasiteyle alâkalı bir olgunluk hâlidir. Daha teknik ifâdeyle "dine ve dünyaya zarar verip vermeyecek şejrleri bilmektir."[341]
Şu halde malını muhafaza hususunda dikkatli devranarak sefahat ve-israftan kaçınan kimseye "reşîd" denir. Keza işlerini güzelce idareye muktedir surette bulûğa eren kimse de "reşîd" namım alır.[342] Ancak, Şafiî hazretleri, "rüşd"ün sübûtu için, "diyanet"! de şart koşarak rüşdü: "Din ve dünyanın salâhı, Allah'a itaat ve malı muhafaza" diye tarif etmiştir. Bu telâkkide diyaneti nakıs olanın reşid sayılmaması sözkonusudur.
Şunuda kaydedelim ki, bir kimse bulûğa erdiği halde malını muhafaza ve işlerini yürütme hususlarında yetersiz olabilir. Bu durumda, henüz "reşîd" sayılmaz. Âyet-i kerîme bu takdirde, rüşd görülünceye kadar, yetime malının teslim edilmemesini emretmektedir. Şu halde malın teslimi iki şarta bağlı olmaktadır: 1.Bulûğ, 2.Rüşd.[343]
İmâm A'zam'a göre, âkil kimse en fazla 25 yaşına kadar beklenir. 25 yaşına gelen bir kimse "reşîd" olmasa da malı kendisine verilir. Zira bu yaş, insanın "dede olma"sı mümkün olan bir yaştır. Bu yaştan sonra hacr caiz değildir.[344] Müslim'de İbnu Abbâs'dan (radıyallahü anh) kaydedilen bir açıklamaya uygun olarak[345] yetimden yetimlik"in kaldırılması husûsunda, İmâm Mâlik ve İmâm Şafiî gibi bir kısım âlimler yaş haddini değil, "rüşd"ün görülmesini esas almışlardır.[346]
Fıkıh kitapları bulûğ ve rüşd'ün beraberce görüldüğü yaşa "büyüklük yaşı" (haddu'l-kiber) der. Bu sınırdan sonra ferd üzerinden "çocukluk" ahkâmı kalkar.[347]
Yetimin terbiye, bakım, himaye gibi, her çeşit mes'e-leşine temas eden mühim âyetlerden biri Bakara sûresinin 220. âyetidir;
Meâlen: "Sana yetimleri sorarlar, de ki: Onların işlerini düzeltmek hayırlıdır. Eğer onlarla bir arada yaşarsanız, artık onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah düzeltenden bozanı ayırdetmesini bilir. Allah dileseydi sizi zarara sokardı..." denmektedir.
Bu âyetin daha iyi anlaşılması için iniş sebebini bilmemiz gerekmektedir. Kaynakların ittifakla belirttiklerine göre, az ilerde metniyle birlikte kaydedeceğimiz: "Yetimlerin zulmen mallarını yiyenler muhakkak karınlarında sırf bir ateş yerler ve yarın çılgın ateşeyaslanırlar" mealindeki âyet nazil olduğu zaman, Müslümanlar yetimleri ailelerine dâhil etmekten korktular, mallarına bakmaktan sarf-ı nazar ettiler. Ortaya çıkan müşkilât üzerine Hz. Peygamber'e (aleyhis selam} durumu sordular ve bunun üzerine âyet-i kerîme nazil oldu.
Görüldüğü üzere, âyet, yetimler hakkında tatbike konulmuş bulunan "tefrik ve ayırma"yı te'yîd etmiyor; onlarla ilgili -gerek bedenlerine, gerekse mallarına müteallik- işlerin ıslâh edilmesinin esas alınması lüzumuna dikkat çekiyor ve onların aileye dâhil edilmesini tavsiye ediyor.
Burada "ıslâh" ve "muhâlâta (beraberlik)"den maksada nedir?
Islâh, dilimize de girmiş olan bu kelime "faydalı kılmak, düzeltmek" şeklinde anlaşılmaktadır. Bu durumda âyet "yetimlerle ilgili işlerin düzeltilmesi, faydalı hâle getirilmesi sizin için de, onlar için de hayırlıdır" mânâsını tazammun eder. İslâm âlimleri, ittifakla, düzeltilmesi gereken, yetimle alâkalı işleri başlıca iki grupta mütalâa ederler:
1. Yetimin nefsini yâni bizzat kendisini, bedenini ilgilendiren işler.
2. Yetimin malını ilgilendiren işler.
Ebû Bekr İbnu'l-Arabî, yetimin bu iki açıdan da korunmasının velîsine vecîbe olduğunu daha önce kaydettiğimiz "yetimleri deneyin" mealindeki âyetten çıkarır: "Vasî ve kefîl'ın çocuğu, bedeniyle de, malıyla da korumak vazifesidir. Zira, İbtilâ ancak böyle sıhhat kazanır. Mal, onu zabtetmekle, beden de terbiye etmekle muhafaza edilir" der.[348]
Muhâlâta, yâni yetimlerle beraberliğe gelince, Kur'ân'da tavsiye edilen beraberlik yetimin hem malına ve hem de bizzat kendisine şâmildir. Bu durumda mânâ şöyle olur: "Yetimleri ailelerinize alıp, mallarını mallarınıza karıştırıp kendi evlâtlarınızın mal ve nefislerine davrandığınız şekilde davranmanız, onları yeme, içme, mesken, hizmet vs. her hususta kendinize ortak kılmanız daha iyidir. Onlar sizin din kardeşlerinizdir."[349]
Âlimler, bu âyetle, yetimi yanma alan velîye, yetimin malı ve nefsi üzerinde -tasarruf hakkı tanındığını belirtirler. Gerek nefsine ve gerekse malına müteallik olsun, yetim için yapılacak her bir tasarrufu âyet-i kerîmenin "yetimin ıslâhı" yâni onun fayda ve menfa-atma olma şartına bağlamış bulunduğunu belirten Cessâs, velînin mal'daki tasarrufunu onun adına alım, satım, mudârebe olarak başkasına verme veya bizzat mudârib olarak işletme, çocuktan satmalma, çocuğa satma şeklinde sayar. Çocuktan şahsen satınalma ve çocuğa kendi malını satma ameliyelerinde "çocuğun menfaatine olma" kaydının nasıl gerçekleşeceğini de belirtirki ilerde misâl de vererek açıklayacağız-.[350]
Cessâs velînin, yetimin nefsi üzerindeki tasarruf selâhiyeti zımnında da onun te'dîb ve terbiyesini, yetimi evlendirmesini kaydederek ezcümle şöyle der:
"Âyet delâlet eder ki, velî, çocuğun salâhı için gerekli olan dini bilgilerini ve edebi de öğretme yetkisine sahiptir. Bu maksadla çocuğa ücretle muallim tutar, çocuğa san'at, ticâret ve benzeri şeyler öğretecek kimseler bulur. Zira bunların hepsi çocuğun ıslâhı (faydalı hâle getirilmesi, hayata hazırlanması) için gereklidir. Bu sebeple ashabımız (Hanefî imamlar) şunu söylemişlerdir: 'Her kimin vesayeti altında zi-rahm-ı mahrem bir yetim var ise, onu, meslek öğretmek üzere bir usta yanına koyabilir.' Ayrıca, İmam Muhammed, 'Bu maksadla çocuğun malından harcayabilir' diye ilâve etmiştir. Hepsi ittifakla: 'Yetime mal hibe edilecek olsa, terbiyesine bakan kimse (kanunî vasî'si değilse bile) onu kabzedebilir, zira bunda çocuk için ıslâh vardır' demişlerdir"[351]
Râzî, ıslâh zımnında saydığı "ilim ve edeb" öğretme işinin ticâret öğretmek suretiyle "hâlini" ıslâhtan daha mühim olduğunu, bunun çocuk üzerinde daha büyük müsbet te'sîr icra edeceğini ilâve eder.[352]
Velinin evlendirme yetkisiyle alâkalı açıklamaya geçmeden Cessâs tarafından âyetten istinbat edilen enteresan bir tesbîti kaydetmekte fayda var. Der ki: "Âyet-i kerimede, velînin çocukla ilgili olarak ortaya çıkan mes'e-lelerde içtihad yapabileceği, yâni aklını ve fikrini kullanarak karar verebileceğine dâir de delil vardır. Zira,âyetin tazammun ettiği 'ıslâhı içtihad yoluyla ve zann-ı gâlible bilinebilir."[353]
Yetimi ıslâh kimlerin hayrına? Son olarak şu noktayı da belirtelim ki, âyet-i kerime, yetimlerin ıslâhın-daki "hayr"a dikkat çekerken "çocuk için hayırlıdır" diye kayıtlamamış, mutlak'bırakmıştır. Bu ıtlakı değerlendiren âlimler "hem çocuk için, hem de kefil için hayırlıdır" mânâsını çıkarmışlardır.
Bu durumda kefil deyince, yetimi üzerine alan akraba veya vasî, veya bunların yokluğu hâlinde velîlerin velîsi (veliyyü'l-evliya) göz önüne alınacak olursa mânâ şöyle olur: "Yetimin ıslâhı, hem yetim ve hem de İslâm cemiyeti için daha hayırlıdır. Aksi halde, gelişigüzel yetişerek cemiyetin başına belâ olur ve hayat-ı iç-timâiyede büyük rahneler açar."[354]
Cemiyetin kültür ve terbiyesini almadan yâni dini, edebî, ahlâkî, meslekî formasyona sahip olmadan hayata atılacak bir zümrenin cemiyet için ne demek olduğu izah gerektirmeyecek kadar açıktır. Türk gençliğinin içine düştüğü anarşiyi, böylesi bir eğitimle izahtan daha isabetli yol yoktur.[355]
Âyet-i kerimede ifâde edilen, yetimin muhâlâtası yâni maddî-mânevî zarara duçar kılınmama şartıyla yetimin aile içerisine dâhil edilmesi tavsiyesi dikkatlerimizi bir başka noktaya çekmektedir: Çocukların aile içerisinde yetiştirilmesi meselesi. Kur'ân-ı Kerîmdeçocukların terbiye ve bakımlarıyla ilgili olarak, çocukların anne sütüyle beslenmeleri; süt devrelerinin miktarı gibi bir kısım teferruata yer verilmiş olmakla birlikte, çocukların ailevî atmosfer içerisinde yetiştirilmesi gereğini ifâde eden çok sarih emre rastlanmaz. Ancak yukarıdaki âyet bu emri bir vecîbe olarak değil, bir tavsiye olarak yapmaktadır. Yâni çocukların "salâh şartıyla" ailevî bir atmosfer içerisinde yetiştirilmesi daha hayırlıdır. Şayet ailede, istenen uygun atmosfer olmayacaksa bunda ısrar "çocuğun salâhına" olmayacaktır. Nitekim yukarıda kaydettiğimiz hadîste, Hz. Peygamber (aleyhisselâm) en kötü evin içerisinde yetim bulunan, fakat ona fena muamele yapılan ev olduğunu haber vermiştir.
Ancak şunu da yeri gelmişken ifâde etmek gerekir ki, günümüz medenî hayatında ortaya çıkan "yuva", "kreş", "ana okulu" gibi terbiye müesseseleri, âyet-i kerîme ve hadîs-i şeriflerin ışığı altında değerlendirilecek olursa, bunlara çok ağır kayıtlar altında cevaz verilebilir, belki de hiç verilmez. Zira, âyette vazıh bir şekilde çocuğun aileye entegre edilmesinin daha hayırlı olacağı dile getirilmekte, hele yetimlerin yetimhane denen müstakil müesseselerde bir araya toplanması hiç mevzûbahs ve imâ bile edilmemektedir.
Çocukların muvazeneli ve normal bir gelişme gösterebilmelerinde aile hayatının zaruretini ortaya koyan son ilmî araştırmalar açısından değerlendirecek olursak, son asırlarda ortaya çıkıp günümüzde iyice yaygınlaşmaya yüz tutan yukarda isimlerini kaydettiğimiz müesseselerin, medeniyetin insanlığa sunduğu bir mefhari değil, kaçınılması mümkün olmayan bir marazı,bugünkü medenî hayat anlayışının bir kamburu olarak görebiliriz.[356]
Çocuğun hayata hazırlanması mes'elesinde, İslâmın derpiş ettiği en mühim tedbîrlerden biri, çocuğun malının korunmasıyla alâkalı teşrîâtıdır. Kur'ân bu mevzûyu da yetimle alâkalı bahiste ele almıştır. Tefsirlerde teferruatlı olarak kaydedildiği üzere, İslâmdan önce Arab cemiyetinde yetimlerin mallarında velîleri istediği gibi tasarruf etmekte, gasbedercesine serbestçe istihlâk etmekteydiler. Kur'ân-ı Kerim yetimle alâkalı diğer birçok uyarılardan başka, onların mallarının korunması hususunu da mükerrer âyetlerde müstakilen ele almış, koruması, arttırılması ve belli bir disipline göre harcanması için direktifler vermiş, bunlara uymayanlar için ağır tehditlerde bulunmuştur:
Şu âyet, yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenleri şiddetle tehdîd eder:
Meâlen: "Yetimlerin zulmen mallarını yiyenler, muhakkak karınlarında sırf bir ateş yerler ve yarın çılgın ateşe yaslanırlar."[357]
İki ayrı yerde tekerrür eden şu âyet, yetim malının "en iyi şekilde" tasarruf edilmesini emreder:
Meâlen; "Yetimin malına, rüşdüne erinceye kadar, o en güzel olanından başka surette yaklaşmayın."[358]
Bu mes'eleyi açıklayan diğer âyetlerin de yardımıyla müfessirler, "en güzel yaklaşma" tabirinden şu üç temel esası anlarlar:[359]
1. Muhafaza
2. Artırma
3. Zamanında teslim.
Bu üç esası, en açık şekilde medâr-ı bahs eden âyet sûre-i Nisâ'da gelmiştir.
Bâzı hükümlerini daha önce açıkladığımız bu âyetin tam meali şöyledir:
"Yetimleri, nikâh çağına ermelerine kadar" gözetip deneyin. O vakit, kendilerinde bir rüşd hissettiniz mi, hemen mallarını kendilerine teslim edin. Büyüyecekler de ellerine alacaklar diye, o malları israfla yemeye kalkmayın. İhtiyacı olmayan (zengin olan) tenezzül etmesin, muhtaç (fakir) olan da meşru surette ber şey yesin, mallarını kendilerine teslim ettiğiniz zaman da karşılarında şâhid bulundurun. Hesabınızı doğru tutmak için Allah'ın harekâtınızı hesaba çekmekte olması yeter."[360]
Yetimin malının korunması mes'elesinin can alıcı noktası olması hasebiyle, bu üç esası kısaca açıklayacağız:
Muhafaza: Bundan maksad, yetim rüşdüne erip kendi işlerini kendisi görüp malını da istikamet üzeretasarruf edecek hâle gelinceye kadar her çeşit emvalinin çocuğun menfaatlerini haleldar edecek şekilde kullanmaktan (israf, ziyan, yağmalama, âtıl durdurma gibi) velinin korumasıdır.
Bu' mühim mes'ele ile alâkalı olarak Kur'ân-ı Kerimde şu âyet de yer eder:
Meâlen: "Allah'tan korkun da yetimlere mallarını verin ve temizi murdara (helâli harama) değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza katıp yemeyin. Çünkü o, büyük bir vebal bulunuyor."[361]
Hemen kaydedelim ki, âyette geçen "yetime malını vermek" hükmündeki "yetim" tâbiri kelimenin hakikî mânâsında "yetim"i ifâde etmez. Çünkü, yetime malı verilmez, üzerinden yetimlik kalktıktan sonra verilir. Bulûğa erip de rüşdünü isbat etmiş bulunan kimsenin de "yetim" olarak isimlendirilmesi "yetimlik"ten yeni çıkmış olması sebebiyledir.[362]
Âyet-i kerîmenin esbâb-ı nüzûlüyle alâkalı rivayetlerden[363] de anlaşılacağı üzere buradaki "veriniz" emri, "yetimin malına göz dikmeyiniz ve sırası gelince hiçmüşkilât çıkarmadan tamamen veriniz ve vermek için iyi muhafaza ediniz" demektir.[364]
Yetim malının veli tarafından nasıl muhafaza edileceği hususunun anlaşılması için âyette geçen bir iki tâbirle alâkalı olarak kaydedilen açıklamalara bir göz atalım:
1. "Temizin murdarla değiştirilmesi" tâbirinden özetle şunlar anlaşılmıştır:
a) Velinin aynı cinsten olan kendi âdi malını yetimin daha değerli, daha kıymetli 'olan malı ile değiştirmesi. Bu yasaklanmış oluyor.
b) Herkesin kendi malı temiz ve helâldir. Yetimin malı ise haramdır. Binâenaleyh bir velinin kendi helâl olan malını yetimin haram olan malı ile değiştirmesi yasaklanmıştır. Malın aynı cinsten veya başka cinsten malla veya nakdî' parayla değiştirilmesi de yasaktır. Fukaha bu noktadan hareketle velinin, velayeti altındaki çocukla normal şartlarla alış veriş yapmasını yasaklamıştır. Bu mes'eleyi aydınlatacak bir fetvayı Ahkâmu's-Sığâr'dan kaydediyoruz:
"el-Fetâvâ's-Suğra"da zikredildiğine göre, Vasi, yetimin malını kendi hesabına satın alacak olsa, bakılır, eğer bu, çocuğun hayrına bir satış ise caizdir. Hayırlı olmaktan maksadın ne olduğuna gelince, on dirhem değerinde olan bir şeyi on beş veya daha fazla dirheme satın almaktır. Veya on beş dirhem değerindeki kendi malını çocuğa on dirheme satmaktır. İşte bu, çocuk içinhayırlıdır. Değerinin fevkinde olursa hayırlı değildir. Fetva da bu vech üzeredir."[365]
"Muhâfaza"nın mâhiyetini açıklayıcı bir diğer fetvayı daha kaydedeceğiz. Fetva akar nevinden, yâni taşınmaz malların korunmasına râci:
"Vasi, yetimin akarını yabancıya normal değeriyle (mislü'l-kıyme) satarsa caizdir. Ve bu mes'ele herkesçe bilinir. Şemsü'l-Eimme el-Halvânî der ki: Bu, selefin cevâbıdır. Müteahhir âlimlerin cevâbına göre, bu satış, üç şarttan biri ile caizdir: Ya müşteri kıymetinin fazlasını vererek alır, ya küçüğün bunun değerine ihtiyacı vardır, ya ölenin ödenmeyen borcu vardır. Fetva da bu görüşe göredir."[366]
Demek oluyor ki, yetimin akar nevinden sabit emlâkinin satılması ciddî şartlara bağlanarak kolayca ve çabucak istihlâki önlenmiş olmaktadır.
e) "Temizin murdarla değiştirilmesi" tabirinden anlaşılan üçüncü mânâ "velinin kendi malına iyi bakıp yetimin malını kötü halde bırakmasıdır." Bu da yasaklanarak, yetimin malına en az kendi malı kadar, hattâ daha iyi bakılması emredilmiştir.
d) Dördüncü olarak "yetimin malını, tecâvüz edip almayınız ki elinizde güzel mallarınızın ona mukabil zayi olmasına sebep olup da felâkete düşmeyin" emri anlaşılmıştır.
e) Son olarak "kendi helâl rızkınıza intizar eyleyerek sabırsızlanıp yetimin malını yemek için pis boğaz-lığa kalkışmayınız" mânâsı anlaşılmıştır.
2. Daha önceki âyette geçen "zengin olan tenezzül etmesin, muhtaç olan da meşru surette bir şey yesin" ifâdesi de bir nebze üzerinde durmamızı gerektirmektedir:
Râzî'nin kaydına göre, bir kısım âlimler zengin de olsa, fakirde olsa "kayyinTin gördüğü bakım hizmetine mukabil yetimin malından ücre,t alabileceğini söylemiştir. Ancak ekseriyet, âyetten, zenginin almaması gerektiği, zira, yetime bakmanın "farz" bir vazife olduğu, "farz" olan vazifeye mukabil ücret alınamayacağı görüşünü benimsemiştir. Bunlara göre "kayyim", fakir ise, ihtiyacı karşılayacak asgarî miktarda alır, zengin olacak olursa bunu tekrar iade eder, zenginleşmezse, yetimle helâlleşir.[367]
Araştırma: Bundan maksad, velinin yetimin malını sabit durdurmamasıdır. Bu da onu, ya bizzat ya da başkası vasıtasıyla çalıştırmasıyla gerçekleşir. Eğer, nakit para ise mudârebe yoluyla ticârete verir. Ev ve hayvan ise kiraya verir. Tarla ise çeşitli usullerle eker, ektirir, fakat âtıl bırakmaz.
Zamanında teslim: Âyette zikredilen, yetim malına en güzel yaklaşmanın üçüncü şartı, zamanında teslimdir. Çocukta rüşd hâli görülmezden Önce, malın teslimi yasak olduğu gibi, rüşd hâli görüldükten sonra geciktirilmesi de yasaklanmıştır. Mezkûr âyetin ıtlâkından, bir kısım âlimler, rüşd hâli görüldükten sonra yetimin taleb etmesini beklemeden derhal malın verilmesinin vâcib olduğu hükmünü çıkarmışlardır.[368]
Âyet ayrıca, teslim işinin şahitler huzurunda yapılmasını emretmektedir. Bu emrin zımnında, velî veya vasilere, yetimlerin malları teslim edilirken şahitler huzurunda ve sayılarak yapılması emri de vardır. Zira "Şahit huzurunda emânet olarak alınan her malın zimmetinden, şahit huzurunda teslim suretiyle kurtulunur"[369]
Erken mes'ûliyet: Yetimin malının korunması zımnında kaydettiğimiz yukarıdaki açıklamalardan bir başka netîce daha çıkmaktadır: Kur'ân-ı Kerîm, çocukların, mümkün mertebe erken yaşlarda mes'ûliyet sahibi kılınmalarını istemektedir. Bu hedefe, onları, bulûğ çağından önce, ciddî ve disiplinli bir tâlim ve terbiyeye tâbi tutmakla ulaşılır. Nitekim âyet, "yetimleri deneyin" emrederek erken yaşlarda hayata hazırlanmalarını istemiş, "rüşd görür görmez teslim edin" emriyle de, teslimde yâni kendi idarelerini kendi ellerine vermekte gecikilmemesini emretmiş olmaktadır.
Bu âyet açısından -askerliğini yaptıktan sonra bile babasının vesayetinden kurtulamayan, daha açık ifadesiyle rüşdüne erdikten yıllar sonra bile, müstahsil değil müstehlik olarak kalıp ekonomik bakımdan aileye yük olmaya devam eden gençlerin çokluğunu gözönüne alarak- memleketimizi değerlendirecek olursak, İslâmî ruhtan sâdece namazı, orucu, zekâtı terk noktasındaki zayıflamamızla değil, daha nice noktalardan nasıl uzaklaşmış bulunduğumuzu anlarız.[370]
Âlimlerin, yukarıdaçıkardıklarıkaydettiğimiz hükümlerden biri deaynı âyetten evlendirme ilealâkalıdır. Âyette geçen"Onlarınişlerini düzeltmek hayırlıdır" tâbirinden, ayrıca, velînin yetimi evlendirme hakkı da bulunduğu ifâde edilmiştir.
Ancak, bu hak, yetimle arasında neseben bağ bulunan velîye tanınmıştır. Bu bağdan yoksun olan vasî, sırf "vasilik" sıfatıyla evlendirme yetkisine sahip olamaz. Sâdece kadı, âyetin zahirine göre, "salâh üzere" olmak kaydıyla evlendirme ve malından tasarruf yetkisine sahip görülmüştür.[371]
Aynı mânâ"eğer onlarlabir arada yaşarsanız" ibaresinden de çıkarılarak, velînin yetimi evlendirme selâhiyeti ve onun, bu mes'ele-siyle meşgul olma vazifesi te'kîd edilmiş olmaktadır. "Zira" denmektedir, oğlansa kızıyla, kızsa oğullarından biriyle evlendirmek suretiyle, velî, yetimi, kendisiyle ve ailesiyle beraber kılmış, yetim de onlara karışmış olur. Ancak ister velî, bizzat evlensin, isterse yakınıyla evlendirsin her halükârda bu muamele "yetimin
ıslâhı" şartıyla mukayyeddir.[372]
Bu mes'eleyi ehemmiyetine binâen, Nisa Sûresinde tekrar ele alan Kur'ân-ı Kerim, bilhassa velînin yetimle şahsen evlenmesi durumunda, yetimin bir haksızlığa uğratılmamasına dikkat çeker ve şöyle der: .
"Eğer velîsi olduğunuz mal sahibi yetim kızlarla evlenmekle onlara haksızlık yapmaktan korkarsanız onlarla değil, hoşunuza giden başka kadınlarla iki, üç ve dörde kadar evlenebilirsiniz."[373]
Kur'ân-ı Kerim, mağdur edilebilecek durumda olan güçsüzlerin mes'eleleri üzerinde fazlaca durur ve dikkatleri onlar üzerine çekerek mağduriyetlerini önleyici prensipler koyar. Bu maksadla, yetim kadın ve erkeklerin mağdur edilmemeleri için, yukarıda kaydedilen âyetlere[374] tekrar bir atıf daha yapılır:
"Senden kadınlar hakkında fetva isterler. De ki: Onlara dâir fetvayı size Allah veriyor: Bu fetva, kendilerine yazılan şeyi vermediğiniz ve kendileriyle evlenmeyi arzuladığınız yetim kadınlara ve bir de zavallı çocuklara ve yetimlere doğrulukla bakmanız hususunda Kitab'da size okunandır. Ne iyilik yaparsanız, şüphesiz Allah onu bilir."[375]
Erken evlendirme: Yukarıda kaydedilen âyetler, ister kadın, ister ekek olsun, yetimlerin bilhassa evlendirilmeleri ile alâkalanmakta ve bu mes'ele ile ilgili hükümler getirmektedir. Âyetler, ifâde ettikleri sarihfikhî hükümlerden başka, erkek ve kız, gençlerin erken evlendirilmelerine dâir cevazı, hattâ cevazın ötesinde tavsiye Ve teşviki de tazamraun etmektedir. Nitekim, bu mes'ele üzerinde Hz. Peygamber (a.s.m.) de sarih olarak ısrarla durur ve "mümkün mertebe erken evlendirme" prensibini vazeder:
"Kimin bir çocuğu olursa, güzel bir isim koysun ve en iyi şekilde terbiye etsin. Bulûğa erince de derhal evlendirsin. Bulûğa erdiği halde evlendirmez ve delikanlı da bir günah işleyecek olursa, bundan hâsıl olacak günah babaya da terettüp eder."[376]
Ashâb'tan mervî örneklerden başka, bizzat Kur'ân-ı Kerîm, sâdece oğlan tarafının değil, kız tarafının da münâsib aday arayıp, teklif etme prensibine yer verir: Bâzı müfessirlerce Şuayb (aleyhisselâm) olduğu ileri sürülmüş olan ve fakat Kur'ân'da ismi zikredilmeyen Medyenli kız babası, Hz. Musa'ya şu teklifi yapar:
"Bana sekiz yıl çalışmana karşılık bu iki kızımdan birini sana nikahlamak istiyorum.[377]
Cemiyetimizde örfleşmemiş bu Kur'ânî irşadın, en azından bilinmesinde fayda vardır.[378]
Daha önce işaret ettiğimiz üzere, malın korunması mes'elesinde yetim olanla yetim olmayan çocuk arasında fark olmadığını göstermek için burajra Ahkâmu's-Sığâr'dan bir iki fetva kaydedeceğiz.
Önce şunu belirtelim: Nasıl ki, bizzat Kur'ân-ı Kerim, yetim malının yenmesini kesin bir dille haram etmiş, ancak çok sınırlı ve açık şartlarla velîsinin yemesine ruhsat vermiş ise, İslâm âlimleri de aynı şekilde, bulûğa ermeyen çocuğun malının anne ve babasına haram olduğunu ifâde ettikten sonra, çok sınırlı kayıtlarla ana-babanın çocuklarının malından istifâde edebileceği hükmünü getirmişlerdir. Söz konusu kayıtlara uymadan yenen malın, "yetim malı gibi haram olduğunu açık bir ifâde ile belirtmişlerdir. Temel prensip şudur: "İnsan için sâdece kendi çalışması helâldir" mealindeki âyet[379] mucibince, çocuğun ameli yazılmaya başlamazdan (yâni bulûğa ermezden) önceki bütün hasenatı çocuğa aittir, ebeveyne âit değildir" Bu hükümde "bütün âlimlerimiz (Hanefî-fukaha) müttefiktir"[380]
1. Fetva: "el-Kaadı el-İmâm Zahîrüddîn'in Fetevâ'sımn Hibe bahsinde kaydedildiğine göre, baba, çocuğunun malına muhtaç olursa; bakılır, bu ihtiyaç meskûn mahalde-fakirlik ve yoksulluk sebebiyl- hâsıl olmuş ise, o malı herhangi bir müeyyide gerekmeksizin yer. Adam, dağ, çöl gibi (gayr-i meskûn) bir mahalde, -beraberinde yiyecek maddesinin bulunmaması sebebiyle- ihtiyâç hâsıl olmuş ise, çocuğun malından kıymetini ödeyerek yer. Zira Hz. Peygamber (aleyhisselâm) şöyle buyurmuştur: "Baba muhtaç olduğu takdirde çocuğun malından ma'rûf üzere yer." Ma'rûfa gelince: fakir ise, herhangi bir müeyyideye tâbi olmaksızın yemesidir. Servet sahibi ise, kıymetini ödeyerek yemesidir."[381]
2. Fetva: Reşîdüddin'in Fetâvâ'smda kaydedildiğine göre, anne, kendi malını, çocuğunun malıyla karıştırır, yiyecek alır ve küçükle birlikte yerse ve yediği kendi hissesini geçecek olursa, bu caiz olmaz. Zira, yetim yemiş olmaktadır."[382]
3. Fetva: "Baba, erkek çocuklan bir işe verse; onlar da para kazanacak olsalar, bunların kazançlarını baba alır, bundan kendileri için harcar, artan miktarı da, bulûğ ânında, diğer mallarıyla birlikte teslim etmek üzere onlar adına muhafaza eder.
"Eğer baba mübezzir (müsrif) ise ve bu mallar hususunda kendisine güvenilemezse, kadı onları babadan alır ve bir yed-i emine teslim eder. Bu hüküm, sâdece çocuğun kazancından artan paraya râci olmayıp, çocuğun bütün mallarına râcidir."[383]
4. Fetva: "... Küçük çocuğa meyve hediye edilmiş ve bununla ebeveyne ikramda bulunmak düşünülmüşse-bundan'yemek, onlara da helâldir. Fakat çocuğa, çocuksu bir hediye verilmiş ise, bundan anne ve babanın yemesi caiz değildir..."[384]
Çocuğa hibe, hediye vs. yollarla intikal eden yiyecek dışındaki diğer maddelerin ebeveyne haram olacağı açıktır. Zira bunlar çocuğun mülküne geçmiştir. Yukarıda belirtildiği üzere, çocuğun her çeşit emvali, bulûğdan önce, ebeveyne dahi haramdır.[385]
Terbiye nokta-i nazarından yetimle yetim olmayan çocuk arasında fark olmadığını ifâde eden bir hadîs-i şerifi Ebû Bekr İbnu'l-Arabfden naklen kaydediyoruz: Yanında yetim barındıran bir kimse, Hz. Peygamber'e (a.s.m.) çıkarak, yetimle ilgili bâzı şeyler sorar. Bu sorulardan biri, terbiye ile alâkalı ve cevap da konumuz açısından enteresan:
"Ey Allah'ın Resulü, yetimi dövebilir miyim? "Evet, çocuğunu dövdüğün kadar."[386]
Gördüğü üzere, Kur'ân-ı Kerimde yetimlerin her yönden "korunmasıyla alâkalı olarak gelen tehdîd ve tahd-îdler, diğer çocuklar için de aynen muteberdir. Şu kadar var ki, babanın evlâdına karşı aşırı şefkatinden emin olunduğu için, daha önce kaydettiğim-çocuğun malından satmalına ve kendi malından ona satma mes'elesinde olduğu üzere- vasî için konan bir kısım kayıtlar baba için konmamıştır. Baba ve diğer velîlerin, çocuğun malı ve nefsi üzerindeki tasarruf ve yetkileri bâzı teferruâtda farklı ise de temelde aynıdır.[387]
Çocukların korunması hususundaki Kur'ânî tahdîd ve tedbirlerden biri de çocuk öldürme yasağıdır. Eski çağlardan beri bütün dünyada[388], çeşitli şekillerdemevcut olan bu meş'um gelenek, câhiliyye devri Araplarında da yaygın şekilde mevcuttu. Kur'ân-ı Kerîm bu müessif tatbikata, birçok kereler temas eder.
Bir kısım âyetler, bu âdetin tarihen eskiliğine dikkat çekerek tâ Hz. Musa zamanında Firavun tarafından Yahudilere uygulandığını haber verir. Bu uygulamada yeni doğan erkek çocuklar öldürülüyor, kızlar sağ bırakılıyordu.[389]
Yahudilere tatbik edilmiş olan bu "erkek çocukları Öldürme" cinayeti düşmanca tavırdan, inananlar zümresini zayıflatmak ve güçsüz bırakmak düşüncesinden ileri geliyordu.
Kur'ân-ı Kerîm, câhiliyye devri Araplarında mevcut çocuk öldürme âdetine de âyetlerinde yer verir:
Meâlen: "Böylece putlara hizmet edenler, puta tapanların çoğunu helake sürüklemek, dinlerini karmakarışık etmek için çocuklarını öldürmelerini onlara iyi göstermişlerdir."[390]
Erkek ve kız her iki cinsten çocukları[391] "fakirlik" korkusuyla öldürtüp, kızları da "ar" düşüncesiyle diri diri toprağa gömdüren[392] bu geleneğin İslâm'ın bidayetlerine kadar canlı ve de yaygın bir şekilde geldiğini gösteren pek çok rivayet mevcuttur. Bunlardan biri İslâm'la şereflenmezden önce, kendi eliyle 12 kızını diri diri toprağa gömmüş bulunan Kays İbnu Âsım'la ilgilidir. Müslüman olduktan sonra suçunu itirafla Hz. Peygamber'den (a.s.m.) bu günahtan kurtulma çâresi olup olmadığını sormuştur.[393] Bir diğer durura Sa'sa'a İbnu Naciye'nin rivâyetiyle sergilenmektedir: Bu hayırsever zengin, Hz. Peygamber'e (a.s.m.) müracaat ederek, Müslüman olmazdan önce 360 tane çocuğu satın almak suretiyle ölümden kurtardığını, bu amelinin manevî mükâfatının ne olacağını sormuştur.[394]
Kur'ân-ı Kerîm, çeşitli bahane ve şekiller altında kıyamete kadar devam edecek olan bu tatbikatla, ciddî şekilde mücâdele eder. Bunu bir iki örnekle görelim:
1.Şu âyet-i kerîmede en büyük haramlar sayılırken, çocuk öldürme, üçüncü sırada gösterilmiştir: .
Meâlen: "De ki: 'Gelin size, Rabbinizin haram kıldığı şeyleri söyleyeyim: O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın, anaya-babaya iyilik yapın, yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin, -sizin ve onların rızkını veren Biziz- Gizli ve, açık kötülüklere yaklaşmayın, Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayın. Allah bunları size düşünesiniz diye buyurmaktadır."[395]
İsrâ Sûresinde de çocuk öldürme fiili "büyük hatâ" olarak tavsif edilmiştir.[396]
2.Çocuk öldürenlerin büyük hüsrana uğrayacakları haber verilir:
"Beyinsizlikleri yüzünden körükörüne çocuklarını öldürenler ve Allah'ın kendilerine verdiği nimetleri -Allah'a iftira ederek- haram sayanlar mahvolmuşlardır: Onlar sapılmışlardır. Zaten doğru yolda da değildirler."[397]
3. Kadın ve erkeklerle yapılan bey'at'larda çocuk öldürmeme şartı konur:
"Ey Peygamber! İnanmış kadınlar Allah'a hiçbir ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, başkasının çocuğunu sahiplenerek kocasına isnadda bulunmamak ve uygun olanı işlemekte sana karşı gelmemek şartıyla sana bey'at etmek üzere geldikleri zaman onları kabul et, onlara Allah'tan bağışlama dile..Doğrusu Allah bağışlayandır, acıyandır."[398].
4.Öldürme yasağını sıkça tekrar etmiştir: Gerek yukarıda kaydettiklerimiz ve gerekse "Kız çocuğun hangi suçtan ötürü öldürüldüğü kendisine sorulduğu zaman"mealindekiâyeti[399] ile iki ayrıyerde geçen ve:
"Fakirlik korkusu ile çocuklarınızı öldürmeyin, sizi de, onları da rızıklandıran Biziz"[400] mealindeki âyetleri Kur'ân-ı Kerimin her tarafına serpiştirilmiş olarak bu yasağı, sıkça hatırlatmaktadır.
Zamanımızda, bir kısmı dahilî, bir kısmı haricî sebeplerden hâsıl olan iktisadî sıkıntıları ve -tamamen muhayyel olan- müstakbel açlık tehlikelerini önlemek bahanesi dile getirilmek suretiyle Malthus'cu iddiaların rengine büründürülen ve aslında dıştan gelen siyâsî baskılardan kaynaklanan ve dünyanın her tarafında tatbikatı yaygınlaştırılmaya çalışılan ve nüfus plânlaması, aile plânlaması, doğum kontrolü gibi değişik adlarla munis gösterilmeye ve meşru kılınmaya çalışılan "modern çocuk öldürme metodları" Kur'ân-ı Kerimde ifâde edilen yasak sınırının dışına çıkmaz. Âyetlerde Firavunlarca "mü'minleri zayıf kılmak" için işlendiği bildirilen bu cinayetlerin "fakirlik korkusu" kılıfına büründürülmüş şekliyle mü'minler tarafından benimsenebileceğine işaret edilmekte ve bu tuzağa düşülmemesi için "fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin" emri tekrar edilmiş olmaktadır.[401]
Mevzümuz icabı temas etmemiz gereken bir âyet, Hz. Hızır'ın öldürdüğü bir oğlanla ilgili. Daha önce de temas ettiğimiz üzere, Hz. Hızır'la Hz. Musa (aleyhimesselâm) beraberce seyahat öderlerken bir oğlana rastlarlar ve Hz. Hızır hiçbir zahiri sebep yokken oğlanı öldürür:
"Yine gittiler; sonunda bir erkek çocuğa rastladılar. O hemen onu öldürdü. Musa: 'Bir cana karşılık (kısas) olmaksızın masum bir cana mı kıydın? Doğrusu pek kötü bir şey yaptın" dedi. O, 'Ben sana, yaptığım işlere dayanamazsın demedim mi?' dedi."[402]
Zahiren bizce de "kötü bir şey" olan bu öldürme vak-'asmın sebebini Hızır (a.s.) arkadaşlığının sonunda Hz. Musa'ya şöyle açıklar:
"Oğlana gelince, onun ana-babasi inanmış kimselerdi. Çocuğun onları azdırmasından ve inkâra sürüklemesinden korkmuştuk. Rablerinin o çocuktan daha temiz ve onlara daha çok merhamet eden birini vermesini istedik."[403]
Âyette geçen gulâm kelimesi, Arapçada, bulûğa ermemiş çocuk yâni sabi mânâsına da kullanılır. Türkçemizde "oğlan" kelimesi de aşağı yukarı.bu mânâdadır. "Oğlan çocuğu" demedikçe, bulûğa ermiş kimse de oğlan kelimesi ile kastedilir.
Âyette geçen gulâm'ı her iki mânâda da anlayan âlimler mevcuttur. Ancak, "cumhur" denen çoğunluk, âyetteki "gulâm"la "bulûğa ermemiş çocuk"un kastedildiği görüşüne zâhib olmuştur.
Buradaki gulâm, bulûğa ermiş bir kimse olduğu takdirde küfrü ve isyanı sebebiyle öldürülmüş olması problem çıkarmaz. Ancak, ekseriyetin anladığı üzere, gulâm'dan murad, bulûğa ermemiş biri ise, istikbalde işleyeceği cinayet sebebiyle öldürülmüş olması şer'î ahkâm bakımından son derece mahzurludur. Çünkü, çocuk, amden öldürme cinayetinde bulunsa bile, kendisine kısas yoluyla ölüm cezası vermek mümkün olmadığı gibi, ilerde işleyeceği, muhtemel ve muhayyel bir suç sebebiyle onu öldürmek hiç mümkün değildir.
Bu vak'anm izahı özetle şöyle yapılır: Şeriatın hakikati Allah'ın emridir. Hz. Hızır da, Hz. Musa'nın sorusu üzerine, bunu kendiliğinden değil, Allah'ın erriT riyle yaptığını söylemiştir. Nitekim, bu izah karşısında, ilm-i zahire tâbi insanların temsilci durumunda olan Hz. Musa ikna olduğu için sükût etmiş, itiraz etmemiştir.
Hz. Hızır (a.s.) ise, "ilm-i ledün", "ilm-i bâtın", "ilmül-gayb" gibi değişik isimlerle ifâde edilen, geçmiş ve geleceğe şâmil bir ilme sahiptir. Bu ilim, Hz. Musa gibi ilm-i zahir ehlince meçhuldür. Bu ilim, kesble elde edilemez, mevhibe-i ilâhîdir. Hızır (a.s.) bu ilme sahiptir. Kıssada kaydedilen diğer vak'alar da Hz. Hızır'ın hususiyetini göstermiştir.
Öyle ise, ilm-i zahire sahip, şeriat tebliğcisi Hz. Musa nazarında çirkin addedilen bir amel, ilm-i bâtına sahip Hızır nazarında çirkin değildir. Üstelik, öldürme vak'asını anlatan Hızır, "ben" zamirini kullanmıyor, "biz" diyor. Yâni şahsi bir tasarrufu değildir. Yapılan izahın Hz. Musa'yı ikna etmiş olması da bu iki şeriatın aslında birbirine muhalif olmadığını ifâde eder.[404]
Çocukların himaye ve kurtuluşunda Kur'ân-ı Kerîm, hassasiyeti, hicret mes'elesinde onların da düşünülmesini ve hattâ onların kurtarılması için cihad etmeyi emredecek kadar ileri götürür:
Şu âyet, İslâm'ın yaşanma imkânı kalmayan muhitlerden hicret ederken, Müslüman çocukların da düşünülerek hicrete dâhil edilmesi gereğini sarahate yakın bir üslûbla ifâde etmektedir:
Meâlen: "Kendilerine yazık edenlerin canlarını melekler aldıkları zaman onlara 'ne yaptınız bakalım' deyince, 'Biz yeryüzünde zavallı âcizlerdik' diyecekler. Melekler de: 'Allah'ın arzı geniş değil miydi? Hicret et-seydiniz ya!' cevabını verecekler. Orası ne kötü dönülecek yerdir. Çaresiz kalan, yol bulamayan zavallı erkek, kadın ve çocuklar müstesnadırlar."[405]
Yukarıda kaydedilen pasajda, önce, hicret etmeleri gerektiği halde hicret etmeyenlerin büyük bir sorumluluk içinde oldukları beyan edilirken arkadan, bu sorumluluktan kurtulacak olanlar sayılmakta ve bu me-yânda hicrete gücü yetmeyen çocuklar da zikredilmektedir. Normalde çocukları sorumlu tutmayan şer'î ölçü^ açısından, burada sorumlular meyânında çocuğun da zikri, sual konusudur: Nasıl olur da çocuk hicret etmemekten sorumlu tutulur? Bu müşkile müfessirler, "akıl ve idrâki tekemmül etmiş olan mürâhıkların kaste-dilmeleri de melhuzdur, bunlar ise teklife mahaldir" şeklinde açıklamada bulunmuşlardır.[406]
Âyet, sarih şekilde' emretmemiş olsa bile, zımnî olarak, savaşta her çeşit yakınlarını kaybetmiş ve kimsesiz kalmış Müslüman çocukların da düşünülerek kurtarılması gereğini ifâde etmektedir. Nitekim, şu kaydedeceğimiz âyet, onlar yolunda savaşa kadar varan birçok gayret ve fedâkârlıkların göze alınmasını açık bir dille emretmektedir:
Meâlen: "Size ne oluyor da: 'Rabbimiz! Bizi, halkı zâlim olan bu şehirden çıkar, katından bize bir sahip gönder, katından bize bir yardımcı lütfet' diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz?"[407] .
Daha önceki bahislerde, yer yer temas edilen, çocuklarla alâkalı mühim bir husus, bulûğ çağına ve hattâ rüşd hâline erinceye kadar, birçok mes'elede, çocuğa hukukî ehliyet tanınmamış olmasıdır. Sözgelimi yetimle alâkalı bahiste, yetimin veraset, hibe, şahsî kazanç gibi herhangi bir suretle mülküne geçen mallar üzerinde, şahsen tasarrufta bulunmadığını alım, satım, hibe gibi akitlerinin bâtıl olduğunu, bu gibi muamelelerin, "çocuğun lehine olmak" kaydı ile, velî (veya vasi) denen kanunen çocuktan sorumlu ve yetkili bir kimse tarafından yapılacağını belirtmiştik. Yine bu cümleden olarak, çocuklara müteveccih her çeşit Kur'ânî emre, bizzat çocukların değil, anne-babalarmın muhatab olduğunu kaydetmiş, bu hususa, isti'zânla alâkalı âyet-i kerîmenin en bariz örneği teşkil ettiğine dikkat çekmiştik.
Kur'ân-ı Kerimde, söylediğimiz şekilde, kısmen sarih, kısmen zımnî olarak ifâde edilmiş bulunan bumühim esas, Hz. Peygamber'in (a.s.m.) hadîslerinde veciz bir şekilde kesin bir formüle bağlanmıştır:
"Üç kimseden, kalem kaldırılmıştır (yaptıklarında hukukî sorumluluk yoktur)[408]: Uyanıncaya kadar uyuyandan, bulûğa erinceye kadar çocuktan, aklı başına gelinceye kadar bunak (ve mecnun)dan."[409]
İslâm'ın, hukukî ehliyet mes'elesinde çocukları büyüklerden kesinlikle ayırmış olması, çocukların sâdece mal-mülk yönünden korunmuş olmasını sağlamakla kalmamış, onların şahsiyetini de korumuştur. Batı âlemi, yanlış bir saplantı ile, çocuğa "küçük insan", insana da "büyük çocuk" nazarıyla bakarak yakın zamana kadar, suçlu çocukları, büyükler için vazedilen aynı kanunlarla, aynı mahkemelerde yargılayıp, idama varıncaya kadar aynı cezalarla tecziye ederken İslâm hukuku, çocuklara hadda tatbik edilemiyeceğini, terbiyevî maksada râci, ta'zîr'den öte ceza verilemeyeceğini kesin bir dille ifâde etmiş[410], ayrıca, çocuk mahkemeye celbedilebilir mi, edilemez mi münâkaşasını yaparak birçok hususlarda celbedilemiyeceği görüşünü beyan etmiştir.[411]
Çok geniş olan bü.mevzuda teferruata girmek şüphesiz bizi asıl gayemizden uzaklaştırır. Ancak, Batı'yı taklîden de olsa, mes'elesinde îslâm'ın görüşünü kısmen de olsa ihsas edebilmek için, birkaç iktibasta bulunacağız:[412]
İmâm Şafiî demiştir ki: "Çocuk, -ister hakkullah'a müteallik olsun, isterse kul hakkına müteallik olsun, ister mal hakkında, ister maldan başka bir şey hakkında olsun- her ne ikrar ederse, onun bu ikrarı makbul değildir." Çocuk, ticâret yapma hususunda kendisine izin verilmiş (me'zûnunleh) olsun, izni veren de babası veya velîsi veya hâkim olsun farketmez. Esasen hâkimin çocuğa izin vermesi caiz değildir. Bunu yapacak olsa çocuğun ikrarı makbul değildir. Keza alım ve satım muameleleri de mefsuhtur."[413]
"Bir çocuk veya ma'tûh (bunak) suyun pisliğini haber verseler, onların sözüyle necaset sabit olmaz. Zira, akıllarının azlığı sebebiyle bâzan yalan söylerler ve doğrulukları yalancılıklarına tercih edilmez. Bu sebeple çocuk ve ma'tûh'un ahkâmla alâkalı haberi kabul edilmez."[414]
"Fetâvâ-yı Reşîdüddin'de Kitâbu'l-Kaadı ilâ'l-Kaadı babının sonunda ve eş-Şehâtedü bi't-Tesâmü' babında geldiğine göre, çocuklardan işitilerek şehâdette bulunmak caiz değildir. Zira çocuğun sözüne itimad, edilmez. Bu hüküm, sözüne itibar edilmeyecek durumda olan çocuk hakkındadır. Fakat çocuk mümeyyiz ise, bununverdiği habere dayanarak şehâdet caizdir. Bu durumda, şehâdette kullanılan lâfzın aynen olması şart koşulmaz, mücerred haber yeterlidir."[415]
Şehâdet de bir nevi haberdir ve bu da çocuk hakkında İhtiyatla karşılanmıştır:
"ez-Zahîre'de geldiğine, göre, oyun sırasında vukua gelen şeyler hususunda çocukların şehâdeti kabul edilmez."[416]
"el-Fakîh Ebulleys merhumun zikrettiğine göre, âlimlerimiz, me'zûnunleh çocuğun yemîn edeceği kana-atindedirler ve biz Hanefîler bu hükümle amel ederiz... Üzerine hacr konulmuş (mahcurunaleyh) çocuğun ikrarı muteber değildir, kendisine yemîn de teklif edilmez."[417]
Çocuğun cinayeti, ne kendi ikrarıyla, ne de çocukların şehâdetiyle sübût bulmuyor. Bu mevzûyu aydınlatan birkaç fetva:
"el-Muhit'de ve Ebulleys merhumun Fetâvâ'sında kaydedildiğine göre, çocuklar atıcılık oynarken, onlara bir kadın uğrasa, dokuz yaşında veya bu yaşlarda birçocuğun attığı bir ok, kadına isabet ederek gözünü çıkarsa; el-Fakîh Ebû Bekr merhum'a göre, diyet sâdece çocuğun malı yoksa, verebileceği zaman beklenir. ...el-Mültekat'ın Cinâyât bölümünde zikredildiğine göre, bir çocuk bir kimseye ok atsa ve gözünü kör etse, Ebû Bekrin nezdinde bu çocuğun babasına tazmin gerekmez, zira ona göre de Arab olmayan arasında yardımlaşma âdetinin yokluğu sebebiyle acem için âkile yoktur. Âkile, yardımlaşma âdetinin varlığı sebebiyle Arab içindir. Öyle ise, eğer çocuğun âkilesine ödemek terettüp eder. Çocuğun kendi ikrarıyla terettüp etmez. Çocukların şehâdetiyle de bir şey gerekmez."[418]
"İzin veren kimse gâib olduğu bir sırada, şâhidler kendisine izin verilmiş [me'zûnunleh) çocuk veya me'zûnunleh ma'tûh aleyhinde, amden kati veya kazf veya şarap içme veya zina yapma iddiasında bulunsalar, kati dışındaki fiillerle alâkalı şehâdetleri kabul edilmez, izin veren kimsenin hazır olup olmaması birdir. Kati hususundaki şehâdet, izin veren kimse hâzır ise kabul edilir. Ve âkile üzerine diyet hükmü verilir. Eğer izin veren gâib ise kabul edilmez.
"Şâhidler çocuğun veya ma'tûh'un zikredilenlerden herhangi birini yaptığına dâir ikrarına şehâdette bulunsalar, izin veren hazır olsa da olmasa da, şehâdet kabul edilmez."[419]
"Çocuklar arasında cereyan eden mes'eleler için kısas yoktur, zira Hz. Peygamber (a.s.m.): 'Kalem üç kişiden kaldırılmıştır... bulûğa erinceye kadar çocuktan...' buyurmuştur. Bizim mezhebimize göre, çocuğun 'amd'iile 'hatâ'sı eşittir. Her iki halde de diyet gerekir ve 'amd' faslından olarak kendi malından ödenir... 'Hatâ' sebebiyle çocuğa keffâret gerekmez. Şafiî merhuma muhalif olarak, mirastan da mahrum edilmez."[420]
Çocuğa, ta'zîr nevine giren hapis cezasının verilmesi mevzuunda da fukahâ ihtilâf etmiştir. Bulûğa yaklaşmış olanların hapsedilebileceği umumiyetle kabul görmüş ise de şu görüş de ilgi çekicidir:
ez-Zahıre'de kaydedildiğine göre, "henüz bulûğa ermemiş tacir çocuk, hapis mevzuunda büyük erkek gibidir." Der ki: "Bâzı yerlerde böyle zikredilir" bâzi-yer-lerde de: "Eğer bulûğa yaklaşan bir oğlan çocuğu bir kimsenin malını istihlâk etse ve kendisinin de evi veya tarlası olsa, ne babası, ne de vasisi yoksa, bu suç sebebiyle hapsedilmez. Fakat kadı, dilerse ona bir vekîl tâyin eder, malını sattırır ve alacaklıya borcunu öder. Eğer babası veya onun yerine malını satması caiz olan bir vasisi varsa, çocuk hapsedilir. Meşâyihimizden (âlimlerden) bir kısmı, mutlak olarak hapsedilmesi gereğine meylettiler ve çocuğu, baliğ gibi telâkki ettiler.
"Şeyhülislâm Hâherzâde (rahimehullah) derdi ki: Eğer çocuğun vasisi varsa, te'dîb maksadıyla hapsedilir, tâ ki bir daha bu hareketi tekrar etmesin. Vasisi de rahatsız edilir, tâ ki borcunu ödemekte acele etsin. Eğer çocuğun baba veya vasisi yok ise, hapsedilmez, zira hapis, çocuğu te'dîp, baba veya vasisini de rahatsız etmek maksadıyla meşru kılınmıştır, Eğer baba veya vasisiyoksa, rahatsız etme maksadı olmaksızın, sırf te'dîb için çocuk hakkında meşru olmaz. Bu sebeple de hapsedilmez.
"Eğer çocuk hacr altına alınmış (mahcurunaleyh) ise ve bir kimsenin malını istihlâk etmiş ise, onun babası veya vasisi varsa, borcu sebebiyle o, yâni babası veya vasisi hapsedilir. Zira çocuğun üzerindeki borcun ödenmesi baba veya vasiye terettüp eder. İmtina edecek olursa zâlim olmuş olur ve hapsedilir.
"Eğer, çocuğun babası veya vasisi yoksa, kadı bir kayyım tâyin eder. Borcu ödeyecek miktarda malından satar ve alacaklılarına paralarını öder."[421]
Çocuk işlediği suçlar mevzuunda, görüldüğü gibi, "cezaya ehil" kabul edilmemiş, büyükten ayrılmıştır. Ama kendisine karşı işlenen her çeşit cinayet ve haksızlıklarda caniye ceza takdir edilirken, büyüklere karşı işlenen cinayetlerin cezasından tefrik edilmemiştir.
Sözgelimi, terbiyevî maksadla hoca ve babanın te'dîbleri sırasında hâsıl olan kasıdsız cinayetler dışında[422] çocuğun nefsine karşı işlenen ve diyeti gerektiren cinayetlerde çocuk büyükle bir tutulmuştur.[423] Keza kız çocuklarına yapılan ve "zina vasfını taşıyan" tecâvüzlerde de saldırganın fiili zina sayılmıştır.[424]
Çocuk ve çocukla alâkalı tâbirler Kur'ân-ı Kerîmde mirasla ilgili olarak da çokça zikredilir. Çocuk anne rahmine düştükten itibaren, miras açısından bir kısım hukuka medardır. Anne, baba ve kardeşlere, doğmuş veya doğacak çocuklara, erkek veya kız oluşlarına göre, ortaya çıkan veraset durumları, boşanma hâlinde ortaya çıkacak çeşitli hukukî durumlar, çok teferruatı gerektiren ayrı bir mevzudur. Burada mes'eleleri derinleştirmek bizi asıl mevzûmuzdan uzaklaştıracağı için bu noktaya bu kadarcık bir temasla yetineceğiz.[425]
Gerek Kur'ân ve gerekse hadîs, bir kısım mes'elele-rin anlaşılmasında ve zihinlerde iyice tesbitinde "çocuk" ve "evlâd" mefhumunu yardımcı bir unsur olarak sıkça kullanır. Kur'ân'da çocuktan bahsederken, bu hususa da temas etmemiz gerekmektedir.
Önce şunu belirtelim ki, Hz. Peygamber (a.s.m.), ehemmiyeti herkesçe aynı derecede kavranamayan bir kısım mes'elelerin ehemmiyetini herkese ihsas ve idrâk ettirebilmek veya en azından merakları uyandırarak dikkatleri bu mübhem mes'eleye çekebilmek için, o mes'ele ile, ehemmiyeti (yâni çirkinliği, şerri, kötülüğü veya güzelliği, hayrı, iyiliği) herkesçe bilinen ve herkesçe kabul edilmiş olan bir kısım ana mes'eleler arasında bir irtibat kurar. Böylece mübhem olan, malûm olanın derecesinde iyilik veya kötülük hususunda açıklık kazanır. Sözgelimi, pek çok amelin kötülüğü, şeytana nisbet edilerek, pek çok amelin iyiliği de imana nisbet edilerek ifâde edilmiştir.
İşte, insanlarda evlâtlarına karşı fitraten mevcut olan ve herkesçe malûm ve müdrek bulunan sevgi, şefkat, fedâkârlık, ve endişe gibi hisler ve rabıtalar, bir kısım mühim mes'elelerin insanlarca kavranmasını ve zihinlerde daha köklü bir şekilde tesbitini sağlamak için sıkça kullanılmıştır. Bu bölümde. Vahdaniyet, Risâlet ve Âhiret olmak üzere üçe irca edilebilen İslâm'ın inanç esâslarına bu mefhumlarla nasıl açıklık ve canlılık kazandırıldığını göreceğiz.[426]
Kur'ân-ı Kerîm, mükerrer âyetleriyle, çocuğun yaratılışına temas eder ve dikkatleri buraya çeker. Çocuğun yaratılışına yer veren bu âyetlerde bir kısım maksadlan zahir olarak görmek mümkündür:
1.Çocuğun yaratılışını düşünerek Yaratıcıyı anlamak.
2.Çocuğun yaratılışında tesadüfün olmadığını ve ilâhî irâde ve murakabenin her an yer aldığını bildirmek.
3. Yaratılış safahatı hakkında bilgi vererek bu noktadaki yanlış inançları tashîh etmek, safsatayı önlemek.
4.Önceki yaratılışı göstererek ölümden sonraki dirilişin kolaylığında insanı ikna etmek.
5. Allah'ın varlığına ve ine delîl göstermek.
6. Ebeveyn ve hususen anne hukukunun ehemmiyetini ihsas etmek.
Yaratılışla alâkalı teferruat müstakil bir mevzî olması sebebiyle bu noktada fazla teferruata girmeden bir kısım âyetleri kaydetmekle iktifa edeceğiz.
1. Çocuk üzerine kasem: Yaratılış mevzuunda dikkatlerin çekilmesi maksadını güden bir kısım âyetler kasem yâni yemin ihtiva eder. Hemen kaydedelim ki, Kur'ân-ı Kerîmde sıkça geçen kasemlerden bir mak-sad da, üzerine kasem edilen şeylerin ehemmiyetini nazar-ı dikkate arzetmek, o şeye tefekkür ve tedkîk nazarlarını celbetmektir.[427] Bu durum gözönüne alınacak olursa, bu çeşit âyetlerde çocuk mes'elesine niçin yer verildiği daha iyi anlaşılır:
Bu maksadla kaydetmek istediğimiz ilk âyet, Beled Sûresindedir ve "doğuran ve doğurduğu çocuk" üzerine kasem edilmektedir.
"Bu Mekke şehrine yemin ederim; -ki sen bu şehirde oturmuşsun-. Doğurana ve doğurduğuna and olsun ki, insanoğlunu zorluklara katlanacak şekilde yarattık."[428]
Bir başka âyette "erkeği ve dişiyi yaratana" kasemde bulunulur:
"Erkeği ve dişiyi yaratana and olsun ki, ey insanlar! Sizin çalışmalarınız çeşitlidir."[429]
2. Yaratılış Allah'ın irâdesiyledir: "Allah sizi topraktan, sonra nutfeden yaratmış, sonra da sizi çiftler hâlinde var etmiştir. Dişinin gebe kalması ve doğurması ancak O'nun bilgisiyledir. Ömrü uzun olanınçok yaşaması ve ömürlerin azalması şüphesiz Kitaptadır. Doğrusu bu, Allah'a kolaydır."[430]
Fussilet Sûresinde, Allah'ın bilgisi dışında "hiçbir dişinin gebe kalmayacağı ve doğurmayacağı" bir kere daha te'yîd edilir.[431]
Ra'd Sûresinde sâdece doğanların değil, düşüklerin bile İlâhî bilgi tahtında ve belli bir hesaba göre cereyan ettiği bildirilir: .
"Allah her dişinin rahminde taşıdığını, rahimlerin düşürdüğünü ve alıkoyduğunu bilir. Onun katında her şey bir ölçüye göredir."[432]
3. Yaratılış safahatı: Şurası muhakkak ki, in-sanilk çok eski devirlerden beri, diğer eşyanın yaraü-lışı yanında kendi yaratılışı hakkında da meraka düşmüş, bilgi sahibi olmak istemiştir. İbtidâî denen cemiyelerin kültürlerinde olsun, medenî denen cemiyetlerin kültürlerinde olsun, yaratılışla ilgili olarak rastlanan pek çok efsâne bu hususun ehemmiyetini ve fıtrîliğini gösterir. Hattâ günümüzde bile, pek çoklarını, yeni efsânelere düşme pahasına, meşgul eden belli başlı konulardan birisi insanlığı bâtıl fikirlerden, asılsız efsâne, hurafe ve teorilerden kurtarmak gibi yüce bir gayesi olan Kur'ân-i Kerim, bu pek mühim mes'elede de mürşidlik rolünü ifa etmektedir:
Meâlen: "Sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alâkadan yaratan; sonra erginlik çağma ulaşmanız, sonra da yaşlanmanız için sizi bebek olarak dünyaya çıkaran Odur. Kiminiz daha önce öldürülür, kiminiz de belirtilmiş bir süreye ulaşırsınız. Belki artık düşünürsünüz."[433]
Bir diğer âyet:
Meâlen: "Sizi bir tek neliblen yaratmış, sonra ondan eşini vâretmiştir... Sizi annelerinizin karınlarında üçtürlü karanlık içinde yaratılıştan yaratılışa geçirerek yaratmıştır. İşte bu Rabbiniz olan Allah'tır. Hükümranlık Onundur, Ondan başka tanrı yoktur. Öyleyse nasıl olur da Onu bırakıp başkasına yönelirsiniz?"[434]
4. Allah'ın ine delil: Meâlen: "Sizi güçsüz olarak yaratan, güçsüzlükten sonra kuvvetli kılan, sonra da kuvvetliliğin ardından güçsüz ve ihtiyar yapan Allah'tır. O, dilediğini yaratır. Her şeyi bilir, her şeye kaadirdir."[435]
Meâlen: "Sizi yerden var ederken ve siz annelerinizin karınlarında cenîn halinde iken sizleri çok iyi bilen O'dur."[436]
5. Önceki yaratılışla sonraki diriltilişi isabet:"Ey insanlar! Öldükten sonra tekrar dirilmekten şüphede iseniz, bilin ki, ne olduğunuzu size açıklamak için, Biz, sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alâkadan, sonra da yapısı belli belirsiz bir çiğnem etten yaratmışızdır. Dilediğimizi belli bir müddete kadar rahimlerde tutarız, sonra sizi çocuk olarak çıkartırız. Böylece yetişip ergenlik çağma varırsınız. Kiminiz öldürülür, kiminiz de en fena zamanına ulaştırılır ki, bilirken bir şey bilmez olur."[437]
Bir diğer âyet:
. Meâlen: "İnsanoğlu kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır? O, akıtılan bir meni damlası değil miydi? Sonra alâka olmuş, sonra Allah onu yaratıp şekil vermişti. Ondan, erkek ve dişi iki cinsi yaratmıştı. Bunları yapan Allah'ın Ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi? Elbette yeter."[438]
6- Ebeveyn ve anne hukukunu ihsas:Şu âyet, çocuğun yaratılışından bilhassa bu maksadla söz etmekte, annenin, çocuğu dünyaya getirmek için katlandığı zahmetin ciddiyeti, te'yîd edilmektedir.
"Biz insana anne ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Zira annesi, onu, karnında, zorluğa uğrayarak taşımış, onu güçlükle doğurmuştur."[439]
İnsanın yaratılışı ve yaratılış safhaları ile alâkalı âyetleri kaydederken, insanlar tarafından her zaman merak edilen bir hususa ilâhî cevabı da kaydetmek gerekmektedir: Ana rahmindeki çocuk. Bu her devirde merak edilen bir husustur. İnsanlar, çocuğun cinsiyetini, kaabiliyetini, sağlam veya sakatlığım vs. hep önceden öğrenmek istemişlerdir.
Kur'ânYâni: "RahimlerdekiniAllah bilir"[440] diyerek, bu konuda süpekülasyona sed çekmek ister. Zamanımızda, erkek veya dişi oluşu, geliştirilen bâzı tıbbi metodlarla, önceden büyük isabetle tesbît edilmektedir. Tıbbın bu sahasında araştırmalar ilerledikçe, ceninle ilgili olarak merak duyduğumuz bir kısım esrarın daha aydınlatılması mümkündür. Bu durumun Kur'ân'm hükmünü cerhetmeye-ceği açıktır. Zira, insanlar bunu,- cenîn belli bir safhaya ulaştıktan sonra, yâni erke kliği-di siliği veya tekliği-iki zliği, sağlamlığı-sakatlığı insanlar tarafından bilinebilecek bir hal aldıktan sonra bilebilmektedir. Tıpkı -yine Kur'ân'da bilinmezler arasında zikredilmiş bulunan- yağmurun ne zaman yağacağı meselesinde olduğu gibi. Yağmurun geleceğini haber veren alâmetlerin zuhurundan sonra insanlar bu alâmetleri değerlendirerek yağmur hakkında önceden beyânda bulunmaktadır. Bir şeyin alâmetleri belirdikten sonra varlığını ihbar, gaybtan haber verme olamaz.
Mevzu üzerine dermeyân edilebilecek ikinci bir mülâhaza, ceninin durumunu teşhiste kullanılan yardımcı vâsıtalarla alâkalıdır. Yâni Kur'ân-ı Kerîm, dolaylı olarak "Rahimde olanı insan bilemez" derken, "âlet ve vâsıtası olmayan insan"ı kastetmiş olabilir. Yâni insan başka vâsıtaya baş vurmadıkça, fıtrî kapasitesi ile rahimdekini bilemez.
Bu te'vîli te'yîd eden Kur'ânî bir örnek, Kur'ân'ın insanlar tarafından bir benzerinin getirilemeyeceği mes-'elesidir. Bu husus, muhtelif âyetlerde tekrar betekrar ele alınır ve gerek "tamamına", gerek "on sûresine" ve gerekse "tek sûresine" bir benzer getirilemeyeceği, hattâ cinler ve insanlar başbaşa verseler, Allah'tan başka her şeyin yardımını da te'mîn etseler, çok manâlı değil müfteriyât, uydurmalar nevinden şeylerle de olsa bir benzerinin getirilemeyeceği te'kîdli şekilde ifâde edilir.[441] Bir benzeri getirilemeyeceği söylenen tek sûrenin, icabında, tek satırlık yer işgal eden, üç âyetten mürekkep Kevser Sûresi olduğu düşünülecek olursa, bu mes'elenin ne şekilde te'kîdli olarak ifâde edildiği daha iyi anlaşılır.
Halbuki, mugayyebât-ı hamse yâni beş bilinmezler mes'elesinde böylesi te'kîde yer verilmemiştir, binâenaleyh alâmetlerinin zuhurundan sonra, bâzı âletlerin yardımıyla bilinmesi Kur'ân'ın hükmünü cerh etmez.
Mes'ele üzerine dermeyân edebileceğimiz üçüncü bir mülâhaza da, cenîn daha anne rahminde iken tebellür eden vasıfları ile ilgilidir. Âyette geçen "Rahimlerdekini Allah bilir, (insanlar bilmez)" ifâdesi,eski zamanlardan beri, insanların en ziyâde merak ettikleri bir hususa tevcih edilerek "Rahimlerdeki erkek mi, dişi mi Allah bilir" şeklinde anlaşılmış ve dediğimiz gibi, geliştirilen tıbbî metodlârla hamileliğin belli bir müddetinden sonra erkeklik-dişilik tesbît edilmeye başlanınca, âyetin hükmü hususunda tereddüt ve teşvişlere gidilmiştir. Halbuki âyette kastedilen bilinmezlik çok şeylere râcidir.
Ayet-i kerimede: "Ana rahmindeki çocuğun erkek mi, dişi mi olduğunu Allah bilir" denmiyor, "Rahimlerdekini Allah bilir" buyuruluyor. Hz. Peygamber'in (a.s.m.) hadîslerinde açıklandığına göre, çocuk, ana rahminde dördüncü ayına basınca, Cenâb-ı Hakkın emriyle "rızkı", "eceli", "sağlam veya sakat olacağı", "bedbaht veya mes'ûd olacağı", "erkek veya dişi olacağı", "ne amelde bulunacağı", "ne gibi eser bırakacağı", "ahlâkı"[442] "ikiz veya tek olacağı", "noksan veya tam olacağı", "mâruz kalacağı musibetler" vs.[443] yazılmaktadır.
Şu halde Allah, daha rahimde iken her yönüyle insanı bilmektedir. En azından hadîslerde tâdad edilen bu hususları bilme seviyesine ulaşmadıkça, âyet cerhedilemez. Bunların bilinemeyeceği ise açıktır.[444]
Islâmın en mühim temeli olan vahdaniyet akidesinin, İslâm telâkkisine uygun muhtevada tâlimi için çocuk ve çocukla alâkalı bir kısım tâbirlerden genişçapta ve sık olarak istifâde edilmiştir. Zira başta Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi kitabî dinler olmak üzere önceki dinlerin hepsi[445] ulûhiyet (tanrı) inançlarına beşerî vasıflar karıştırmışlar, ilâhlarını neredeyse insanlaştırmışlardır. Bu sebeple Kur'ân-ı Kerim, Allah'tan, herkesçe iyi bilinen doğmak, doğurmak, evlât edinmek- gibi beşeriyete has vasıfları nefyetmeye büyük ehemmiyet vermiştir:
"De ki, Allah birdir, hiçbir şeye muhtaç değildir, do-ğurmamıştır, doğrulmamiştır da, Onun bir benzeri de yoktur."[446]
"Yahudilerle Hıristiyanlar: "Rahman çocuk edindi" dediler. Yemin olsun ki, şiz çok çirkin bir şey söylediniz. Az kalsın söyledikleri sözden gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar parçalanıp yere düşecek, O Rahmân'a çocuk iddia ettiler diye. Oysa Rahmân'a çocuk edinmek yaraşmaz. Çünkü göklerde ve yerde olan herşey Rahmân'a baş eğmiş kul olarak gelecektir.[447]
"Göklerin ve yerin hükümranlığı Kendisinin olan, çocuk edinmeyen, hükümranlıkta ortağı bulunmayan, her şeyi yaratıp bir ölçüye göre düzenleyen ve dünyaları uyarmak üzere kulu Muhammed'e hakkı bâtıldan ay-yırdeden Kur'ân'ı indiren Allah yücelerin yücesidir."[448]
Kur'ân-ı Kerîmde, bunun gibi, Allah'a evlât nisbet etmeyi şiddetle reddeden âyetler çoktur.[449]
Vahdaniyeti tenzih ve tesbît maksadına râci bir kısım âyetler Cenâb-ı Hakka kız çocukları nisbetini reddeder. Burada da câhiliyye Araplarının melekleri dişi telâkki ederek cinsiyet izafe etmeye ve onları ayrıca "Allah'ın kızları" diye tavsif etmeye müteveccih bâtıl inançlarını reddetme maksadı mevcuttur:
"Onlar Rahman olan Allah'ın kulları melekleri de dişi saydılar. Yaratılışlarını mı görmüşler? Onların bu şâhidlikleri yazılacak ve sorguya çekileceklerdir"[450]
"Ey Muhammed, putperestlere sor, kızlar senin Rabbinin de, erkekler onların mı? Yoksa melekleri kız olarak yarattığımızda onlar hazır mı idiler? Dikkat edin, doğrusu onlar yalan uydurup söylüyorlar. 'Allah doğurdu' diyorlar. Onlar şüphesiz yalancıdırlar. Allah kızları oğullan tercih mi etmiş? Ne oluyorsunuz, ne biçim hükmediyorsunuz? Hiç düşünmez misiniz?"[451]
Bu mevzuda da muhtelif âyetler gelmiştir.[452]
Malûm olduğu üzere, İslâm dinine giriş, Allah'a ve Hz. Muhammed'in peygamberliğine imanla başlar. Bu inanç kuru bir ikrardan ibaret değildir. Onlara sevgi ve teslimiyeti de gerektirir. Yâni bir Müslüman, Allah'ı ve O'nun Resulü Hz. Muhammed'i (a.s.m.)kendi nefsinden, malından, evlâdından, anne ve babasından daha çok sevecektir. Mü'minin kalbinde, onların sevgisi, onlar dışındaki her şeyin sevgisinden üstün olmadıkça hakikî mânâda, kamil mertebede imanın varlıgr söylenemez. Bu husus birçok âyet ve hadîslerle te'yîd ve te1-kîd edilmiş, aksi fikre veya tereddüde yer verecek mübhem bir nokta bırakılmamıştır. Bir hadîslerinde dini "sevgi ve buğz" olarak tarif eden[453] Hz. Peygamber (a.s.m.) başka hadîslerinde, İslâmî imânı, yâni İslâm dinini "Allah ve Resulünün sevgisini her çeşit başka sevginin üstünde tutmak" olarak tarif eder:
"Sizden biri, beni, babasından, evlâdından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe (kâmil bir imânla) inanmış olmaz."[454]
Buradan hareketle, Allah ve Resulünü memnun etmeyecek şeyleri sevmemek, onların buğz ettiği şeylere buğzetmek gerektiğini söyleyebiliriz. Bu durumdan çıkan nihâî netice de şudur:
"Hakikî mü'min, sevgi ve buğzunu Allah ve Resulüne (a.s.m.) göre ayarlamak zorundadır: Hiçbir şeyin sevgisini onların sevgisinin üstüne çıkarmayacağı gibi, onları memnun etmeyecek sevmelerde ve buğzetmelerde de bulunmayacaktır.
İşte, bu temel prensibi Kur'ân-ı Kerim de ele alır. Allah ve Peygamber sevgisinin her şeyde ölçü yapılması gereğini, insanın en ziyâde sevdiği şeyleri ve bu meyânda evladı da zikrederek mü'minlerin zihninde ve kalbinde tesbit etmek ister:
"De ki: Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabalarınız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticâret, hoşunuza giden evler, sizce Allah'tan, Peygamber'inden ve Allah yolunda savaşmaktan daha sevgili ise, Allah'ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah fâsık kimseleri doğru yola iletmez.'[455]
"Mü'minlerin, Peygamberi kendi nefislerinden çok sevmeleri gerekir. Onun eşleri onların anneleridir."[456]
İslâm dininin temel prensiplerinden biri, Âhiret inancıdır. Dinî emirlerin yaşanmasında, dünya hayatının tanziminde, dinî esasların gözönüne alınmasında en müessir âmil âhiret inancıdır. Bu inancın müessiriyeti de, onun, İslâm'ın öğrettiği esaslar çerçevesinde kavranmış olmasına bağlıdır. Buna göre;
1. Kıyamet ve hesap günü gerçekten dehşetli bir gündür.
2. O gün, herkes kendi hesabını verecektir.
3. Kişi bu hesabı verebilmek için her şeyi feda etmeye hazırdır.
4. O gün kimsenin kimseye faydası olmayacaktır.
5. O gün en yakınlardan bile kacılacaktır.
Şimdi âhiretle ilgili bu temel inançların işlenmesinde Kur'ân'ın çocuk ve evlât mefhumlarına nasıl geniş çapta yer verdiğini görelim:[457]
Meâlen: "Ey insanlar! Rabbinizden sakının, doğrusu kıyamet gününün sarsıntısı büyük şeydir. Kıyameti gören her emzikli kadın emzirdiğini unutur, her hâmile kadın çocuğunu düşürür. İnsanları sarhoş gibi görürsün. Halbuki sarhoş değillerdir. Fakat bu, sâdece Allah'ın azabının çetin olmasındandır,"[458]
Meâlen:"O halde küfre varırsanız, çocukları ak saçlılar hâline çevirecek bir günün azabından kendinizi nasıl koruyacaksınız?"[459]
Meâlen: "Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Babanın oğlu, oğlunun da babası için hiçbir şey ödeyemeyeceği günden korkun. Allah'ın verdiği söz şüphesiz gerçektir. Dünya hayatı sakın sizi aldatmasın.[460]
Meâlen: "Günahkar kimse diğerinin günahını çek mez. Günah yükü ağır olan kimse, onun taşınmasını istese, yakını olsa bile, yükünden bir şey taşınmaz."[461]
Hesap için her şey feda edilir
Meâlen: "Suçlu kimse o günün azabından kurtulmak için oğullarını, ailesini, kardeşini, kendisini barındırmış olan sülâlesini ve yeryüzünde bulunan herkesi feda etmek ve böylece kendisini kurtarmak ister."[462]
Meâlen: "İnkâr eden kimselerin mallan ve çocukları, Allah'tan yana onlara bir fayda vermeyecektir. İşte onlar cehennemliktirler. Onlar orada temellidirler."[463]
Hemen hemen aynı muhtevada âyetler müteaddit yerlerde tekerrür eder.[464] Onlardan biri de şudur:
"Yakınlarınız ve çocuklarınız size kıyamet gününde bir fayda vermezler. Allah, onlarla sizi ayırır."[465]
Kıyamet günü en yakınlardan kaçılır
Meâlen: "O gün kişi, kardeşinden, annesinden, babasından, karısından ve oğullarından kaçar. O gün herkesin kendine yeter derdi vardır."[466]
Kur'ân-ı Kerim yetimlere karşı gösterilmesi gereken şefkat ve adalet duygusunu uyandırabilmek, ehemmiyetini ihsas edebilmek için de. evlâri mefhumuna yer verir. Bu maksadla, kişinin kendi çocuğunun yetim kalmış olabileceğini düşünmesini istemiştir:[467]
Açıklamalı meali şöyle: "Bir de o kimseler ki, arkalarında zayıf, güçleri kuvvetlen yetmez bir takım zür-riyet bırakmış olsalar, üzerlerine korkup titreyecek-lerdi. Bunların yürekleri sızlasın da Allah'tan kork-sunlar. Bu gibi işlerde kendilerine söz düşenler, kendilerini vefat eden meyyit ve onun yetim evlâtlarını kendi evlâtları yerine koyup düşünsünler de sözlerini ona göre dosdoğru söylesinler. Yetimler hakkında kendi evlâtları gibi hareket etsinler."[468]
Mübâhale, iddialı bir mes'elede iki tarafın "Hangi taraf yalancı ise ona Allah lanet etsin" diye beraberce lânetleşmelerine denir. Hz. Peygamber'in (a.s.m.) sağlığında Necrân'dan gelen Hıristiyan bir hey'etle Hz. İsa'nın şahsiyeti ve İslâm'ın hakkaniyeti üzerine yapılan müzâkere ve münâkaşalarda, bu heyetin kendi inançları hususunda delilsiz direnmeleri üzerine en son olarak[469] onları mübâhaleye davet eden şu âyet inmiştir ki, burada sâde şahıslar değil, evlâtlar da me-dâr-i bahs edilmektedir:
Meâlen: "Sana gelen ilimden sonra artık her kim seninle münâkaşaya kalkarsa şöyle de: 'Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra lânetleşelim de, Allah'ın lanetinin yalancılara olmasını dileyelim."[470]
Bu vazıh teklif karşısında, istişare için izin alan hey'et aralarında: "Görüyorsunuz, Muhammed hak peygamberdir... Biliyorsunuz, bir peygamberle lânetleş-meye cür'et eden hiçbir kavim yoktur ki büyükler sağ kalmış, küçükleri de büyümüş olsun. Bu durumda mübâhaleyi kabul, sonunuzun gelmesi demektir" diye müzakerede bulunarak, buna katılmayıp Hz. Peygamberle (a.s.m.) antlaşma yapmaya karar verirler.[471]
Evlâd-ebeveyn arasına, yaratılışta konmuş bulunan ve Risâlet-i Muhammediye'nin ana mes'elelerîni tavzih ve tesbitte, görüldüğü üzere, geniş çapta istifâde edilen fıtrî sevgi bağı, elbette onların sâdece dünyevî istikballerini değil, uhrevî istikballerini de düşünmek için verilmiştir:
Meâlen: "Hanginiz, kendisi ihtiyarlamış ve çocukları da güçsüzken altlarından ırmaklar akan, üzüm ve her çeşit meyveleri bulunan bahçesinin ateşle bir kasırganın kopmasıyla yanmasını ister? Düşünesiniz diye Allah âyetlerini böyle açıklar."[472]
Bu çalışmada, ilk anda akla gelebilecek, çocuğu ilgilendiren hemen hemen bütün mes'elelere Kur'ân-a Kerimin yer verdiğini görmüş olduk. Bu yer veriş, meselenin ehemmiyet derecesine göre muhtelif şekillerde olmuştur:
Mühim mes'eleler için müstakil âyet ve pasajlar tahsis edilmiş, tâli olanlara da işâreten ve zımmen temas edilip geçilmiştir. Eğer, mes'ele hayatiyet arzedecek kadar mühim olmasına rağmen önemi kavrana-mayıp ihmal edilecek duruma ise, böyleleri çeşitli şekiller altında tekrar edilmiş ve ayrıca, te'kîd edici diğer unsurlarla da iyice tebarüz ettirilmiştir. Din terbiyesi ve hususan namazla ilgili emirlerde olduğu gibi.
Çocuğun nafakası, himâyesi, hayata hazırlanması ve bilhassa dinî formasyonu ile alâkalı mes'eleler en ziyâde üzerinde durulan mes'elelerdir.
Kur'ân'ı Kerîme has bir orijinalite olarak şu husus kayda değer: Çocuğun sâdece nafakasından değil, hayata hazırlanmasından dahî yâni gerek dinî ve ahlâkiterbiyesinden, gerekse meslekî formasyonundan öncelikle ailesi mes'ûldür. Ailesinin yokluğu veya aczi hâlinde bu mes'ûliyet devlete düşmektedir. Günümüz Müslümamnın maalesef kaybettiği ve fiyatını da çok pahalı ödemekte olduğu İslâmî esaslardan biri budur. Çocuğunun terbiyesini okula devretmekle atalık vazifesini ifa etmiş olma kuruntusuyla mes'ûliyetten kaçmanın dünyadaki cezasını anarşi şeklinde bulmuştur.
Kur'an'a has ikinci mühim orijinalite çocuğun, bulûğ yaşında hayatî mes'ûliyete hazırlanma gereğidir. Yâni çocuğa, hayatın bütün tekâlifini tek başına deruhte edecek, ekonomik yönden kimseye muhtaç olmayacak şekilde hayata atılmasına imkân sağlayacak zarurî bilgi, beceri ve terbiyeyi ailesi bulûğdan önce vermekle mükelleftir. Bir başka ifâde ile Kur'ânî temel eğitim, bu hedefi gerçekleştirecek bir müfredat ve programın tatbikini istemektedir.
Çocuğun, hayatî mes'ûliyeti başarıyla deruhte edebilmesi için birinci şart olarak aileye yüklenen bu muhtevalı formasyon mes'ûliyetini tamamlayan Kur'ânî ikinci bir tedbîr, çocuğun evlenmesinde ailesinin yardımcı olmasını taleb etmekten ibarettir.
Hayatta icra edeceği meslek bilgisini de ihtiva eden muhtevalı bir temel eğitimi almış, ailesinin yardımıyla da evlenmiş olan bir genç müstakil bir şahsiyet, bağımsız ekonomik bir ünite olarak içtimaî hayata yapıcı, müstahsil bir unsur olarak katılacaktır.
Görüldüğü üzere, çocuğu ilgilendiren mes'eleler Kur'ân'ın derpiş ettiği yaklaşımla ele alınıp hâl yoluna gidildiği takdirde, İslâmî şahsiyete sahip, itibarlı, problemleri asgariye düşmüş bir gençlik yetiştirmeklezüme kavuşturulabilmesi için hadîslerin ve hattâ İslâm fıkhının iyi bilinmesi gerekmektedir. Esasen Kur'ân'ın hakkıyla anlaşılabilmesi için de son iki kaynağa olan ihtiyaç münâkaşa götürmeyecek kadar açıktır. Bu noktadan, mevzuun "Kur'ân'da Çocuk" diye değil, "İslâm'da Çocuk" diye isimlendirilerek çok daha şümullü olarak ele alınması daha muvafık olur. Yarının hamiyetperver dindar araştırıcılarını bu mukaddes vazife beklemektedir.[473]
1- Abdurrezzak, İbnu Muhammed es-San'ânî (v. 211/826): Musannafu Abdirrezzâk, Beyrut (ofset), 1970
2- Aclûnî, İsmail İbnu Mahammed (v. 1162/1748): Keşfu'l-Hajâ Ve Müzîlü'l-İlbas Amma İştehere Mine'l-Ehâdîsi alâ elsineti'n-Nâs, Beyrut, 1351.
3- Ahmed, İbnu Hanbel (v. 241/855): Müsnedu Ahmed İbni Hanbel, 1313, Kahire (baskısından ofset), Beyrut, tarihsiz.
4- Aynî, Bedrü'd-Dîn Ebû Muhammed Mahmûd ibnu Almed (v.855/1451): Umdetu'l-Kaarî Şerhu Sahîhi'l-Buhârî, 1348 (baskısından ofset), Beyrut.
5- Azîmâbâdî, Ebu't-Tayyib Muhammed Şemsü'l-Hakk: Avnu'l-Ma'büd Şerhu Süneni Ebi Davut, Medine 1968.
6- Bilmen, Ömer Nasûhî: Büyük İslâm İlmihali, İstanbul, 1964.
7- Bilmen, Istılâhüt-ı Fıkhiyye Kamusu, istanbul, tarihsiz.
8- Buharı, Ebû Abdillâh Muhammed İbnu ismail (v. 256/869): Sahîhu'l-Buhârî, (1313 baskısından ofset), Kahire, 1958.
9- Buharı,-el-Edebü'l-Müfred, Kahire, 1379.
10- Canan, İbrahim: Peygamberimizin Sünnetinde Terbiye, Cihan Yayınları, 3. Baskı, İstanbul 1984. CANAN, 11- Canan, İslâm'da Çocuk Haklan, İstanbul, 1980.
12- Cessâs, ebû Bekr Ahmed ibnu Ali (v. 370/980): ahkâmu'l-Kur'ân, Kahire, tarihsiz.
13- Çantay, Hasan Basri: Kur'ân-ı Hakim ve Meâl-i Kerim, İstanbul, 1957.
14- Dârekutnî, Ali İbnu Ömer (385/945): Sünenü'd-Dârekutnî, Kahire, 1966.
15- Deylemî, Ebû Mansûr (v. 558/1162): Müsnedü'l-Firdevs, Yzm. Şehit Ali Paşa3..Nu: 565.
16- Deylemî, Ebû Bekr. İbnu'l-Arabî bak. ibnu'l-Arabî.
17- Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul, 1960.
18- Ebû Zühre, Muhammed, el-Ahvâlu'ş-Şahsiyye, Mısır, 1957.
19- Filloux, Jean claude: La Personnalite, PUF. Paris, 1967.
20- Gazali, Ebû Hami Muhammed İbnu Muhammed (v. 505/1111): İhyâu. Ulûmi'd-Dîn, Tercüme: Ahmed Serdaroğlu, İstanbul, 1975
21- Hâkim, Ebû Abdillâh el-Hâkim en-Neysâbûrî (v. 405/1014): el-Müstedrek ala's-Sahîhayn, Haydarabad-Deken, 1335.
22- Heysemî, Nûru'd-Dîn Ali İbnu ebî Bekr (v. 807/1404): Mecmâu'z-Zevâid ve Menba'u'l-Fevâid, Beyrut, 1967.
23- İbnu Âbidîn, Muhammed Emin İbnu Ömer (1198/1783): Reddü'l-Muhtâr ala Dürri'l-Muhtâr, Mısır, 1272 (baskısından ofset).
24- İbnu'l-Arabî, ebû Bekr Muhammed Emîn İbnu Abdillâh (v. 543/1148): Ahkâmu'l-Kıtr'ân, Mısır, 1972.
25-İbnu Ebî Şeybe; Ebû Bekr Abdullah ibnû Muhammed (v 243/867): Musannafu İbni ebi Şeyhe Haydarâbâd, 1966.
26- İbnu'l-Esîr, Mecdü'd-Dîn Ebû's-Se'âdât el-Mubârek ibnu Muhammed el-Cezerî (v. 606/1209): en-Nihâye fî Garîbi'l'Hadis ve'l-eser, Kahire, 1963.
27- İbnu'l-Esir, İzzü'd-Dîn ebu'l-Hasen Ali ibnu Muhammed el-Cezerî (v.630/1232): Üsdü'l-Gâbe fî Ma'rijetiSahabe, Kahire, 1970.
28- İbnu Hacer, Şihâbü'd-Dîn Ebû'1-Fadl Ahmed İbnu Alî el-Askalânî (v 852/1448): Fethu'l-Bârî bi-Şerhi'l-Buhârî, Mısır 1952.
29- İbnu Hacer, Hedyü's-Sâri, Bulak, 1301 (baskısından ofset).
30- İbnu Hacer,Âliye bi-Zevâidi'l - Mesânidi's-Semâniye, Kuveyt, 1973.
31- İbnu Hamza El-Hüseynî, es-Seyyid ibrahim ib-nu's-Seyyid (v 1120/1708): el-Beyan ve't-Ta'rifjî Esbâbi Vürüdi'l-Haîsi'ş-Şerif, Haleb, 1329.
32- İbnu Hîşâm, Ebû Muhammed Abdu'l-Melik (v. 218/833): es-Sîretü'n-Nebeviyye, Mısır, 1955.
33- İbnu Kayyım El-Cevziyye, Şemsü'-Dîn Ebû Abdillâh Muhammed İbnu ebî Bekr (v. 751/1350): Tuhfetu'l-Mevdûd b- Ahkdmi'l-Mevlû, Bombay, 1961.
34- İbnu Kesîr, İmâdü'd-Dîn ebul-fidâ ismail (v. 774/1372): Tefsînı'l-Kur'âni'l-Azîm, Beyrut, 1966.
35- İbnu Manzür, Ebû'1-Fadl. Cemâlü'd-Din Muhammed ibnu Mükerrem (v.. 711/1311): Lisânu'l-Arab, Beyrut, 1968.
36- Kaabisî, Ebü'l- Hasen ali İbnu Muhammed ibni Halef (v. 403/1012): İslâm'da Öğretmen ve öğrenci
Mes'elelerine Dâir, Tercüme: Süleyman Ateş, Hıfzu'r-Rahmân Râşid Öymen Ankara, 1966.
37- Kaarî, Nuru'd-Dîn Molla Ali İbnu's-Sultân Muhamme el-Herevî (V. 1014/1605): Şerhu Ayni'l-İlm ve Zeyni'l-Hilm, Beyrut, 1352.
38- Kâsânî, Alâüddîn, Ebû Bekr ibnu Mes'ûd (v. 587/1196): Bedâiu's-Sanâ'i, Beyrut, 1974.
39- Merginânî, ebû'l-Hasen Ali İbnu Ebî Bekr (v. 593/1196): el-Hidâye, Mısır, tarihsiz.
40- Mubarekfûrî, Ebû'1-Alî Muhammed Abdurrahmân İbnu Abdirrahîm (v. 1353/1934): Tuhfetu'l-Ahvazî bi-Şerhi Câmi'i't-Tifmizî, Kahire, 1963.
41- El-Muttakî, Alâu'd-Dîn Ali el-Müttakî İbnu Hüsâmi'd-Din el-Hindî (v. 975/1567): Kenzu'l-Ummal fi Sünen'l-Ahvâl Ve'l-Efâl. Haydarâbâd, 1945.
42- Münâvî, Şemsü'd-Dîn Muhammed Zeynü'd-Dîn Abdurra'ûf (v.1031/1621): Feydu'l-Kadîr Şerhu'l-Câmi'i's-Sağîr, Beyrut, 1972.
43- Müslim, Ebû'l-Hüseyn Müslim İbnu'l-Haccâc el-Kuşeyrî en-Neysâbûrî (v. 271/874): Sahîhu Müslim, Kahire, 1955.
44- Nesâî, Ebû Abdirrahmân Ahmed İbnu Ali İbn-i Şu'ayb (v. 303/915): Sünenü'n-Nesaî, Kahire 1930.
45- Râgıb, Ebû'l-Kaasım Hüseyn İbnu Muhammed el-îsfehânî (v. 502/1108): el-Müfredât Jt Garibi'l-Kur'ân, Kahire, 1961.
46- Râzî, Ebû Abdillâh Muhammed İbnu Ömür İbni Hüseyn (v. 606/1209): et-Tefsîru'l-Kebîr, Kahire, tarihsiz.
47- Seyyin Kutub: Fi Zilâli’l-Kur'ân, Tercüme: İ.H. Şengüler, M.E. Saraç, B. Karlığa, İstanbul, 1971.
48- Suyütî, Celâlü'd-Dîn Abdu'r-Rahmân Ebû Bekr (v. 911/1505): el-İtkân Fİ Ulûmi'l-Kur'ân, Kahire, 1967.
49- Suyütî, Celâlü'd-Dîn Abdu'r-Rahmân Ebû Bekr (v. 911/1505): Lübâbu'n-Nükül, (Tefsîru Celâleyn'in Haşiyesinde basılmıştır), Dımeşk, 1978.
50- Suyütî, Celâlü'd-Dîn Abdu'r-Rahmân Ebû Bekr (v. 911/1505): Tefsîru Celâieyn, Dımeşk, 1978.
51- Şerbînî, eş-Şeyh Muhammed (v. 977/1556): Muğni'l-Muhtâc, Mısır, 1958.
52- Taberânî, Süleyman İbnu Ahmed (v. 360/970: e-Mu'cemu's-Sağîr, Kahire, 1388/1968.
53- Tabrîzî, Ebû Abdillâh Muhammed İbnu Abdillâh el-Hatib (v. 737/1336): Mişkatu'l-Mesâbîh, Dımeşk, 1961.
54- Tirmizi, Ebû İsâ Muhammed İbnu İsâ İbn-i Sevre (v. 279/892): Sünenü't-Tirmizî, Humus 1966.
55- Üsdü'l-Gâbe, bak: İbnu'l-Esîr, İzzüd'din.
56- Üsrûşenî, Muhammed İbnu Muhammed İbni'l-Hüseyn (v. 632/ 1234): Ahkamu's-Sığâr (veya Câmi'u Ahkâmi's-Sığâr). Mısır, 1300.
57- Acquın, Guy: Çocuk Psikolojisinin Ana Çizgisi, Çeviren: Mehmet Toprak, İstanbul, 1964.
[2] Râgıb, Ebu'l-Kâsım el-Hüseyn İbnu Muhammed (502). el-Müfredât Fî Garîbh-Kur'ân, Kahire, 1961/1381, s. 532; İbnu Manzûr, Ebû'l-Fad! Cemâlu'd-Dîn Muhammed İbn-i Mükerrem, Lisanu'l-Arab, Beyrut, tarihsiz, 3, 468; İbnu'i-Esîr, Mecdü'd-Dîn Ebû's-Seâdât (606), en-Nihâye fî Garîbi'l-Hadîs ve’l Eser, Kahire, 1963, 5, 225.
[9] Müslim İbnu Haccâc ei-Kuşeyrî (261), Sahîh-i Müslim, Kahire, 1955, Rada; 53; Tirmizî, Ebû İsâ Muhammed (279), Sünenü 'Tirmizî, Humus, 1966, Nikâh 4; Nesâî, Ebû Abdirrahmân Ahmed ibnu Ali (303), Sünenü'n-Nesâi, kahire, 1930, Nikâh 10.
[10] Kaarî, Nûru'd-Dîn Molla Alt İbnu's-Sultân Muhammed el-Herevî (1014), Şerhu Ayni'l-İlm ve Zeyni'l-Hiim, Beyrut, 1352, 1, 234. Hadîsin mevzu olduğunu söyleyen olmuşsa da, Aiiyyü'l-Kaarî bunu reddeder. Ayrıca mânâsının doğruluğu te'yîd edilmiştir. (Acluni, Keşfu'l-Hafa 1,272).
[15] Kenzu'l-Ummâl 16, 492-93; Müsrted-i Ahmed 5, 163-64 (parantez içindeki ilâveler Müsned'dendir). Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları:22-25.
[19] Filloux J.C., La Personnalite, PUF, Paris, 1967, p. 59; JacOuin Gl, Çocuk Psikolojisinin Ana Çizgisi, Çeviren Mehmet Toprak, İstanbul, 1964, s. 35.
[23]İslâm'ın bu mevzûdaki görüşleri Hz. peygamberin Sünnetinde Terbiye adlı kitabımızda genişçe açıklanmıştır, (s.380-412}.
[24] Bir çocuğun küçükken, anne ve babanın müşfik alâkasından ve mânevi doyumdan mahrum olarak yetişmesi, ileriki hayatında aldatıcı, zararlı telkinlere mukavemet göstermeden hemen kapılıvermesinde mühim rol oynadığı da anlaşılmakladır. 1968-1982 yılları arasında memleketimizi kasıp kavurmuş bulunan anarşi döneminde, anarşist bir teşkilâtın en üst seviyelerinde yer almış, birçok anarşik eylemlerde bulunmuş, cinayetler işlemiş bir gencin, bilâhare yaptığı bâzı açıklamalar mevzûmuz yönünden ehemmiyetlidir. Anarşist telkinlerin gençler üzerinde başart sağlamasını altı sebeple izah ve anarşiye düşenlerin çoğunlukla problemli ve bu sebeple de çocuklarına karşs yeterli şefkat, sevgi ve alâkayı göstermeyen ailelerden geldiklerini ifâde eder. Müşahhas bir örnek olarak kendi durumunu sunan genç, annesinin de, babasının da çalışmaları sebebiyle küçükken onlardan sıcak bir aile ilgisi göremediğini, bu durumun onu dâima ilgiye muhtaç bir hâlet-i ruhiye içinde bıraktığını, bu ruhi bozukluk içinde üniversitede okurken kendisine gösterilen sahte ilgilere kolayca aldanarak anarşist olduğunu dile getirir. Aşağıda kaydedeceğimiz itiraflar meyâmnda en ibretâmiz ve çarpıcı ifâdenin "Benim aradığım; içten, sıcak, samîmi kişilerin ilişkilerinin var olduğu bir ortam idi. Eğer bu ortamda başka bir siyâset bulsa idim, bugün belki o başka siyâsetin üyesi olarak yargılanacaktım" cümlesi olduğu kanaatindeyiz. Bu ibreîâmiz açıklamalardan bâzı cümleleri aynen tâkib edelim:
“Eğer ciddi bir araştırma yapılırsa, özeliikle ...'nin eylemci ve yönetici kesimini oluşturanların böylesi bir uyumsuzluk ve ailevî problemle karşı karşıya oldukları hemen göze çarpacaktır. Örgütün üst düzeyinde yer alan kişilerden ilk anda aklıma gelen dört kişinin babalarının alkolik olması ve iki kişinin de ana-babalarının ayrı bulunması her halde basit bir tesadüf değildir. Benim problemlerim ise çok küçük yaşta başladı. (...). Aileleri ve yakın çevreleri ile sağlıklı ilişkiler kuramayan gençler, ihtiyaçları olan ilgili ve yakınlığı dışarıda arayacaklardır. Eğer bu ilgiyi ideolojik bir ortamda buluyorsa, işte dertler bu anda başlayacaktır. Artık yalnız değildir. Aynı dili kullandığı, ciddiye alındığı bir. ortamdadır. Ve ilk anda psikolojik doyumu yitirmemek için her şeye katlanacaktır. (...). Benim gibi desteğe, ilgiye susayan biri için bu olaylar dış görünümü ile âdefâ rüya idi. İdeal (î) insanlar vardı orada- Benim aradığım içten, sıcak ve samimî kişilerin ilişkilerinin var olduğu bir ortam idi. Eğer bu ortamda başka bir siyâset bulsa idim, bugün belki o başka siyâsetin üyesi olarak yargılanacaktım, (...}. Beni esas memnun eden şey, bir çevrenin ve daha önce belirttiğim sebeplerle sempati duyduğum, saygı duyduğum bir çevrenin bana güvenmesi ve kabul etmesi idi. işin siyâsî yanı benim İçin ikinci faktördü. Önemli olan hangi örgütte olduğum değil, bir örgüte kabul edilmemdi." (Tercüman Gazetesi, 9.3.1983 günlü nüshası. Yazı, "Nasıl Anarşist Oldular?- adıyla yapılan bir röportaj'dan alınmadır. Röportajı Tokay Gözütokyapmıştır).
[25]İslâmda Çocuk Haklan, s. 80-81. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 27-30.
[29] Ve!â-i Müvâlât: Nesebi meçhul birisi İle tesis edilen yardımlaşma rabıtası (akrabalığı). Velâ-i Ataka: Âzâd edilen köle ile efendi arasında teessüs eden bir rabıta (akrabalık bağı). Ölüm halinde tevarüsü gerektirir.
Civar: Bir yabancıya tanınan himaye, eman.
[30] Bak. İbnu Kesîr, Jmûdüd-Dîn Ebû'l-Fidâ İsmail (v. 774), TefsîruI-Kur'ânil-Azîm, Beyrut, 1966,5,426-27.
[33] Mücâdile 58/2; Ahzâb:33/4. Zıhârla alâkalı teferruat için bak: Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, İstanbul, 1964 s. 304: Dikmen, İslâm İlmihali, İstanbul, 1983, s. 441-444. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 34-35.
[34] Elmalılı a.g.e. 6, 3898-99; Suhârî, Ebû Abdillâh Muhammed İbnu İsmail (256), Sahih-i Buhârî, Kahire, 1958, Tefsir, Suretu'i-Ahzâb; İbnu'l-Esîr, İzzü'd-Dîn Ebûl'-Hasen Alî ibnu Muhammed (630), Üsdü'l-Gâbe fî Ma'rifeti's-Sahâbe, Kahire, 1970, 2, 281-283.
[38]" Kur'an-ı Kerimde hakîkî ve hükmî anne-baba bahisleriyle bu bahis birbirinden tamamen ayrı olarak ele alınmamış ise de, biz mevzûumuzu vazetmede takip ettiğimiz sistematik icabı, ayrı ayrı başlıklar alımda ele almayı uygun gördük.
[41] Suyûtî, Celâlüd-Dîn Abdurrahman Ebû Bekr (911), Lübûbu'n-Nükûl, Tefsîru Celâleyn'in haşiyesinde basılmıştır, Dırneşk, 1978, s. 553.
[52] Mergînânî, Ebû'l-Hasen Ali İbnu Ebİ Bekr (593), el- Hidâye, Mısır, Tarihsiz, 2,163. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 38-41.
[55] Hz. İbrahim'in ailesi için: "Ey evin hanımı' Allah'ın rahmeti ve bereketleri üzerinize olmuşken, nasıl Ailah'ın işine şaşarsın?" denilir “Hûd:11/73”.
[76] Bediüzzaman, Mektubât, Onyedinci Mektup, s. 80-81. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 45-47.
[78] Münâvî, Şemsü'd-Dîn Muhammed Zeynü'd-Dîn Abdurra'üf (1031), Feyzu'l-Kadîr Şerhu'l-Câmü's-Sağîr, Beyrut, 1972, 3, 269.
[86] Suyûtî, Telsîru Celâleyn s. 231; Beyzâvî, Nâsıru'd-Dîn Ebû Saîd Abdullah İbnu Ömer (685), Tef sîm'I-Beyzâvî, İkinci Tab, Mısır, 1955, 1, 180.
[88] Buharı, el-Edebü'l-Müfred, s. 430. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 50-51.
[93] Doğduğu andan itibaren.çocuğa yapılması gereken ierbiyevî muamelelerle alâkalı olarak Hz. Peygamberin hadîslerinde gelmiş bulunan teferruatı "Peygamberimizin Sünnetinde Terbiye" adlı araştırmamızda kaydettik. Bilhassa şu sayfalar görülebilir: 77-107, 344-366.
[98] Hûd:11/70-72 (Tıbda kaydedilen son gelişmeler, çocuk edinme hususunda gerek yaşlılık ve gerekse kısırlığın koyduğu engelleri aşma yoluna girmiştir.)
[136]Bu noktayı Peygamberimizin Sünnetinde Terbiye adlı kitabımızda etraflıca tahlil ettik,s.172-176.
[143] Kaynaklar ve ilâve açıklamalar için yine Peygamberimizin Sünnetinde Terbiye kitabımızın 175-176. sahifelerine bakılsın.
[145] A'raf :7/150; Tâ-Hâ: 20/92-94. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 66-71.
[160] Bakara:2/180.Âyet-i kerîmenin "miras düşen yakınlara vasiyet etme cevazı" bilâhare neshedilmiştir. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 71-76.
[161] Râgıb'ın açıklamasına göre, "Rab kelimesi aslında terbiye demektir. Terbiye de bir şeyi, tamam oluncaya kadar kademe kademe tedricen inşâ etmek" mânâsına gelir. Rab kelimesi aslen mastar ise de ism-i fail olarak kullanılmaktadır. Kayıdsız olarak, yâni Rab şeklinde sâdece Allah için kullanılır. "Mevcudatın maslahatına mütekeffil olan Allah" mânâsını ifâde eder. İzafetle birlikte olunca Allah için de kullanılır, insan için de: rabbü'l-âlemîn dendiği gibi rabbü'l-beyt fev sahibi) de denir. Kur'ân'da her iki kullanış da mevcuttur (Müfredat s. 184).
[165] Bak. İbnu Kesîr, Tefsîr 7, 58-59; Râzî, a.g.e. 30, 46; Zemahşerî, Ebûl-Kaasım Cârullah Mahmûd İbnu Ömer '538), Keşşaf, Beyrut, tarihsiz 4, 128.
[168] Müfessirler, kendisi cennete gitse bile ihmalinden dolayı yakınlarının cehenneme gitmesine yol açan kimselerin de, onlarla ebediyen ayrılmış olma sebebiyle burada kastedilen hüsran sahiplerinden sayılacağı mânâsına da yer verirler. "Zira, derier, onlar da inanmış olsalardı, kendisinin olacaklardı." (Zemahşerî, a.g.e. 3, 392).
[171] Kur'ân tarafından aileye tevdi edilmiş olan -ve kısaca temel eğitim tabiriyle ifâde edilen-gencin hayata hazırlanma mes'ûliyetini, günümüz medeniyeti aileden alıp "okul"a vermiş, "okul" da bu hayatî bilgilerin, başta meslek bilgisi olmak üzere pek çoğunu ihmal etmekle, yeni yetişen nesli âvâre, intibaksız ve binnetîce âsi ye anarşis! kılmıştır, insanlığa işlenen bu cinayetten daha büyük bir cinayet düşünülemez
[174]Üsrûşenî, Muhammed İbnu Muhammed İbni'l-Hüseyn (632) Câmiu Atı kâmı 's-Sığâr, Mısır, 1301, 1,85-87.
[175] Cessâs, Ebû Bekr Ahmed ibnu Ali (370), Ahkâmu'l Kur'ân, Kahire, tarihsiz, 2, 108-109. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 81-83.
[177] Bakara: 2/193, 217; Âl-i İmrân:. 3/19, 85; En'âm: 6/16; A'râf :7/29; Enfâl: 8/39; Tevbe: 9/33, 122; Yûnus: 10/105; Nûr: 24/2; Rum: 30/30, 43; Zümer: 39/3, 11; Feth: 68/28; Mümtehine: 60/8; Beyyine: 98/5.
[189] İbnu Ebî şeybe, Ebû Bekr Abduliah İbnu Muhammed (253), Musannafu İbn-i Ebı Şeybe, Haydârâbâd, 1966,1, 348; Abdurrezzâk, İbnu Muhammed es-San'ânî (211) Musannafu Abdirrezzâk, Beyrut, 1970, 4, 344.
[193] Allah'ın sübûtî sıfatları: Hayaî, ilim, semi' (her şeyi işitmesi), basar (her şeyi görmesi), irâde (dilemesi, dilediğini yapması), (her dilediğine gücü yetmesi), kelâm (konuşma, vahyetme), tekvîn (yaratma sahibi olma). Allah'ın zatî sıfatlan: Vücut (varolmak), kıdem (varlığının evveli olmama), beka (varlığının sonu olmama), vahdaniyet (bir olması), muhalefetün iil-havâdis (hiçbir matılûka benzememesi).
(Bak. Dikmen, Tasavvuf ve Hikmet Işığında İslâm İlmihali, Cihan Yayınlan, 1983, İst.)
[201] ibnu Hacer. Şihâbü'd-Dîn Ebû'l-Fadl Ahmed el-Askalânî (852), Fethu'l-Bâri, Mısır, 1959, 2, 489-90; Zebidî, Zeyniİ'd-Dîn Ahmed İbnu Ahmed (893), Tecrîd-i Sarih, tercüme: Ahmed Naim, Ankara, 1972, 2, 941; Şevkân?, Muhammed ibnu Ali (1250), Neylül-Evtâr, Kahire, 1971, 1,349.
[205]İbnu Âbidîn, reddü'l-Muhtâr 1, 92. Daha fazla bilgi içiri Hz. Peygamberin Sünnetinde Terbiye (s. 125-138) ve İslâm'da Temel Eğitim Esasları (s. 29-40) adlı kitaplarımıza bakılabilir.
[208] Meryem: 19/42-45. En'âm sûresinde de Hz. İbrahim babasına: "Sen putları ilâh mı ediniyorsun, ben seni ve kavmini açık bir sapıklık içinde görüyorum" der (En'âm: 6/74).
[220] Gazali, İbnu Hâmid Muhammed İbnu Muhammed (505), Ihyâu Ulûmi'ö-Dîn, Tercüme:Ahmed Serdaroğlu, istanbul, 1975, 2, 234. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 100-101.
[234]İbnu'l-kayyim; Şemsü'd-Dîn Ebû Abdillâh Muhammed İbnu Ebî Bekr el-Ceziyye (751), Tuhfetul-Mevdûd bi-Ahkâmi'l-Mevlûd, Bombay, 1961, s. 144-145.
[235] Bu mes'elede fazla bilgi için İslâm'da Çocuk Haklan {istanbul 1980) adlı kitabımız görülebilir (s. 111-116}
Görüldüğü üzere, İslâm dini, çocuğa mestekî bir formasyon kazandırılması işine, dinî terbiye kadar ehemmiyet vermiş olmaktadır. Meslekî formasyon işi, anarşi bataklığında boğulma noktasına geîirilen günümüz Türk gençliği için ayrı bir önem taşımaktadır. En az bin yıllık tarihimizde Taslanmayan böyle bir anarşinin çıkışında tedrisât sistemimizde dinî eğitimin yokluğu kadar meslekî eğitimin yokluğu da müessir olmuştur. Bunu bizzat anarşiye düşmüş olanların gazetelerde çıkan itiraf ve beyanlarında açık seçik görmemiz mümkündür. Bunlardan biri 9.3.1983 tarihli Tercüman'da şöyle diyor: ".... İş arama sırasında ne iş yapabileceğim sorulduğunda her şeyi yapabileceğimi bildiriyor ve ne kadar saklarsam saklayalım, lise mezunu olduğum ortaya çıkıyordu. Yâni, yarım yamalak, gereksiz çok şey bilen ama, aslında (işe yarar) çok az şey bilen işsiz bir genç.
"Aramalarımın boşa çıkması yanında şöyle bir ortak tavır görüyordum: Liseyi bitirmek için harcadığım yıllara ve harcadığım çabaya acıyordum. Niye bu ülkenin güçlükle oluşturduğu (maddî) birikim "böylesine acımasız ve sonuçsuz bir çaba uğruna sarf ediliyordu. Amerikanın en yüksek tepesini, Don nehrinin uzunluğunu, Hammurabf kanunlarını, modern mantığın denklemini bilmeyen İnsanlar nasıl oluyor da bize, bu bilgileri ezberlemiş kişilere verecek iş bulamıyorlardı. Topluma bir türlü uyum sağlayamıyordum..." Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları:.104-108.
[240] Ebû Dâvud, Salât 26; Ahmed ibnu Hanbel, a.g.e. 2, 180, 187; Münâvî, a.g.e. 5, 521; Heysemî, Nuru'd-Dîn Ali İbnu Ebî Bekr (807), Mecmau'z-Zevâid, Beyrul, 1967, 1, 294; Dârekutnî, Ali ibnu Ömer (385), Sünenüd-Dârekutnî, Kahire, 1966, 1, 230.
[245] Râzî, a.g.e. 24,199. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 108-113.
[248] Fazla bilgi için Peygamberimizin Sünnetinde Terbiye adlı kitabımız görülmelidir s. 344-370. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 113-114.
[253]Âl-i İmrân: 3/20; Mâide: 5/92, 99; Ra'd: 13/40; Nahl: 16/35; Nûr: 24/54; Ankebût: 29/18; Yasin: 36/17; Şûra: 42/48; Tegâbün: 64/12
[265] Hadîsin kaynakları ve sıhha! durumu için Peygamberimizin Sünnetinde Terbiye kitabına bakılmalıdır s. 113, 617 numaralı dipnot.
[267] Hâkim Ebü Abdillah en-neysâbûrî (405), el-Müstedrek alâs-Sahîheyn, Haydârâbâd-Deken, 1335, 3, 179; Tirmîzî, Edhî 17; Ebû Dâvud, Edeb 108; Ahmed ibnu Hanbel, a.g.e. 6, 391; Münâvî, a.g.e. 6, 238; ibnu hacer, el-Metâlibu'l-Âliye, Kuveyt 1973, 2, 289; Heysemî, a.g.e. 4, 50; Azimâbâdi, Avnül-Ma'bûd Şerhu Süneni Ebû Dâvud, Medine, 1968,14,9.
[268] BaK. Ebû Dâvud. Salât 25; Abdurrezzâk, a.g.e. 4, 153, 154; İbnu Ebi Şeybe, a.g.e. 1, 347. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 120-122.
[270] Âyetin aslında geçen "eşüdd" kelimesini izah eden Râzî, bunu 22-28 yaşlan arası olarak hükme bağlar. Bu açıdan tâbirin bir kısım Türkçe meallerde -umumiyetle bulûğun karşılığı olarak benimsenmiş olan- "ergenlik çağı" lâbiriyie (ercümesi bâzı iltibaslara sebep olacağı için hatalıdır kanaatindeyiz.
[277] Devletimizin aldığı yeni bir kararla ilkokula başlama yaşının 7'den 6'ya indirilmesindeki isâbeti bu vesîte ile tebarüz ettirmek isteriz.
[286]İbnu Hacer, Hedyü's-Sâri, Bulak, 1301 2, 251-252. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 126-127.
[294] Kurt kelimesi (zi'b) Kur'an'da öç defa ve üçü de Hz. Yûsuf'la ilgili olarak, yâni Yûsuf sûresinde geçer (13, 14 ve 17. âyetler). Çocukların kurtla korkutulmasından, masallarda geçen çocuk-kurt münasebetlerine kadar çok zengin bir kültpr bu açıdan oldukça manidardır ve incelemeye değer.
[295] Tevbe: 9/65; Mâide: 5/57, 58; En'âm: 6/70; A'râf :7/51; Enbiyâ: 21/55; Zuhruf: 43/83; Meâric.:70/42.
[298] el-Mûttakî, Alâüddin Ali el-Mötîakî fbnu Hüsâmid-dîn el-Hindî (975), Kenzu'l-Ummâ! Haleb, 1978, 4, 292; Münâvî, a.g.e. 4,59.
[300]İbnu Hamza el-Hüseynî, es-Seyyid ibrahim İbnus-Seyyid (1120), el-Beyân ve't-Ta'rîf fî Esbâb-i Vürûdil-Hadîsi'ş-Şerîf, Haieb, 1329, 2, 63.
[301] Deylemi Ebû Mansûr (558), Müsnedü'l-Firdevs. Yzm. Şehid Ali Paşa, Nu. 565 2,136/b; ibnu Hamza el-Hüseynî, a.g.e. 2, 228.
[302] Bak, Canan, Peygamberimizin Sünnetinde Terbiye 251-253. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 129-131.
[304]Bak. Usruşenî, a.g.e. 1, 10; 2, 8-10; Kaabisî, Ebu'l-Hasan Ati Ibnu Muhammed (403/1012) İslâm'da Öğretmen ve Öğrenci Mes'elelerine Dair Geniş Risale, tercüme: Süleyman Ateş, Hıfzurraîıman Râşit Öymen, Ankara, 1966, s. 54.
[307] Cessâs, a.g.e. 1, 12; Ebû Bekr İbnu'l-Arabî, Muhammed ibnu Abdillah (543) Ahkâmu'l-Kurân, Mısır, tarihsiz 1, 154; Râgıb, a.g.e. s. 550.
[311] Bak, İbnu Âbidîn, Muhammed Emîn ibnu Ömer {1198), Reddü'l-Muhtar, Beyrut, tarihsiz, 3, 314-15; Üsrûşenî Ahkâmu's-Sığâr 1, 149.
[314] İstiğna yaşı çocuğun yeme, içrne, giyinme, temizlenme, istinca gibi işlerini kendi kendine yapabilme yaşıdır. Rakam hususunda âlimler yedi, sekiz ve dokuz yaşlarını İleri sürerek ihtilâf ederler. Kız çocuğu fçin istiğna yaşı haysz yaşıdır denmiştir, (bak. Üsrûşenî, a.g.e. 1, 101}
[315] Bak. Üsrûşenî, a.g.e. 1, 98. Bundan sonra hidânede öncelik hakkına sahip olanlar hususunda ihtilâf vardır. Teferruat için bak. a.g.e. 98-99.
[356] Terbiye açısından ailenin ehemmiyetini, daha önce zikrettiğimiz İslâm'da Çocuk Hakları adlı kitabımızda etraflıca açıkladık (s. 68-88]. Orada müdellel olarak genişçe kaydedilenleri şöyle özetleyebiliriz:
1. Bilhassa süt devresini bakımevlerinde geçiren çocukların ruhî gelişmelerindeki gerilik sebebiyie, çocuk bakım müesseseleri, her çeşit maddî konforu hâiz bile olsa, hiçbir süreite ailenin yerini tutamaz. Bu sebeple kimsesiz bir çocuk, aile içine yerleştirilmeli, hiçbir imkân olmadığı hallerde son çâre olarak yuvaya yerleştirilmelidir. Bu düşünce, ücreti devletçe karşılanan "koruyucu aile" müessesesini getirmiştir.
2. İnsan neslinin aile ile sağlıklı şekilde devam edeceği gerçeği anlaşılınca, aile müessesesini korumak için Birleşmiş Milletler öncülüğünde, bütün dünyada tedbîrler alınmıştır: Çocuklu ailelere yapılan çeşitli maddî yardımlar, himayeler, evlenme kredileri gibi.
3.Çocuk sağlıklı bir gelişmeye ancak aile yapısına uygun bir çevre içerisinde kavuşabileceğinden, çocuk himaye müesseseleri aileye benzetilmiştir: oralarda çalışanlar geçmiş devirlerde hep kadınlardan seçilirken, zamanımızda, en ait seviyedeki müstahdemden en üst seviyedeki muallim ve doktora varıncaya kadar eşit sayıda erkek ve kadından teşkîl edilmiştir. Çocuk yuvalan bile, aynen normal ailelerin oturduğu meskenler şeklinde inşa ve tanzîm edilen dâireler şeklinde, anne-baba rolünü oynayacak bir kadın ve erkek bakıcı nezaretinde kız-erkek çocukları (yine ailede olduğu gibi) belli yaşlara kadar ayırmaksızın 7-8 kişilik gruplar hâlinde teşkîl edilmekte, burada kalan çocuklara, zaman zaman ziyaret edilecek, mektup yazılacak 'sağdıç akrabalar: halalar, teyzeler, dayılar, amcalar bulunmaktadır. Maksad yuvadaki çocuğa mümkün mertebe aile havasını yaşatmak.
4. Ailenin terbiye açısından ehemmiyetini ortaya koyan mühim bir vak'a Rusya'daki tecrübedir. Komünistler orada iktidara geçince yıkılması gereken burjuva müesseselerinden biri olarak, en ziyâde hücum edilen aile müessesesi, îarihte eşine-rastlanmadık darbe yemiştir. Ancak, yeni görüşler bir müddet tatbik edildikten sonra, "çocuklara İlk içtimâi terbiyelerini vermede ailenin, kreşlerden, çocuk bahçelerinden veya devlet müesseselerinden daha iyi, daha müessir olduğu" gerekçesiyle tekrar aile düzenine dönülmüştür. Ayrıca aileyi koruyucu bir kısım kanunî tedbirler de. alınmıştır.
5. Eskiden zengin çocuklarının fıtraten daha kabiliyetli olduğuna inanılırken, şimdi bu düşüncenin yanlışlığı kabul edilmiştir. Zira anlaşılmıştır ki, çocuktaki bir kısım melekelerin inkişâfında aile muhiti, bu muhitin sağladığı maddî ve manevî imkânlar büyük rol oynamaktadır. Çocuğun ortaya koyacağı şahsiyet fıtrî değil, kesbîdir, terbiyevîdir. Düzenli bir ailenin şuurla vereceği bir terbiyenin yerini hiçbir şey dolduramamaktadır. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 157-159.
[364]Âyetten kaydedilen bu ve müteakip açıklamalar için bak. Elmalılı 2, 1278-1279; Cessâs, a.g.e. 2, 340-341.
[388] Bir Peygamber'in rü'yâda bile olsa gördüğünün valiye dayandığı ve binâenaleyh hak olduğu (bak. Râzî, a.g.e. 26, 153) kaziyyesi ve usûlcülerin bir hüküm geldikle icra edilmeden neshediiip edifmiyeceğt hususunu tartışmış olmaları (Râzî, a.g.e. 26, 155) gibi hususlar göz Önüne alınırsa, Hz. İbrahim'in oğlunu kurban etmeye tevessülüyle alâkalı âyetlere (Satfât 37, 101-102) dayanarak Hz. ibrahim zamanına kadar -belki de bîr kısım kayıtlara tâbi olacak- çocuk kurban etmenin câri olduğu, ondan sonra bu tatbikatın meşruiyetinin neshedildiği de düşünülebilir,
[391] Aynî, Bedrü'd-Dîn Ebû Muhammed Mahmûd İbnu Ahmed (855), Umdeîu'l-Kaarf Şerhu Sahîhi'l-Buhârî, 1348 (baskısından ofset), 22, 87; İbnu Hacer, Fethu'l-Bârî 13, 10.
[404] Bu mevzuun teferruatı için Elrnahİi tefsiri görülmelidir (5, 3260-63, 3271-74). Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 177-179.
[408] Bakınız: Mübârekfuri, Ebû'l-Ali Muhammed Abdurrahman (1353), Tuhfetul-Ahvazî, Kahire, 1963,4,685.
[409] Tirmizî, Hudûd 1 (Hadîs, Nesâî, Ebû Dâvud ve İbnu Mâce'ds de mevcuttur). Tirmizî bu hadîsle bütün âlimlerin amel ettiğini belirtir.
[410] Bu mevzu üzerine müdellel açıklamalar için İslâm'da Çocuk Haklan adlı kitabımıza bakılsın s. 37-57.
Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 189.
[425] Bu mevzûyla ilgili olarak şu âyetlere bakılabilir: Bakara 2/4, 11,12 176 233 238-Nisa 4/7, 11, 23, 33, 176; Talâk 65/4-6. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 190.
[444]Bak. Bediüzzaman, Lem'alar, s. 103. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 198-200.
[445]İslâm'dan sonra, dinlerin yerini tutmak üzere insanlar tarafından ortaya atılan hümanizm, komünizm gibi izm'li sistemler de aynı yoldan gitmiş, insanları ilâhlaştırmıştır.
[449] Nisa: 4/171; En’âm: 6/101; Meryem: 19/35; Mü'minûn: 23/91; Zuhruf: 43681; Bakara: 2/116; Yûnus: 10/68; İsrâ: 17/111; Kehf: 18/4; Enbiyâ: 21/26; Zümer: 39/4; Cinn: 72/3.
[452] Zuhru: 43/16, bak. Tûr: 53/39; Nisa: 4/117; İsrâ: 17/40. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 200-202.
[468] Bak. İbnu Hişâm, Ebû Muhammed Abdu'l-.Melik (218), es-Sîretü'n-Nebevyye, Mısır, 1955,1-2,573. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’an’da Çocuk Eğitimi, Nesil Yayınları: 205-208.