Bu Blog içinde Ara

8 Temmuz 2025 Salı

Ehli Sünnetin Esasları

       İnanıyor ve diyoruz ki: Allah her şeyi bilir ve hiçbir şey O'na gizli, kalamaz. Allah Hayy u Kayyûm'dur: Diri ve kendiliğinden var olandır. Kendi Zatına ait ezelî bir hayatla diri olup varlığı kendisiyle kaimdir ve diğer bütün varlıkları ayakta tutan da 'O'dur. Ezelî olduğu gibi Ebedîdir de. O'ndan başka ezelî bir varlık bulunmadığı gibi, O'nun yaratmasıyla varlığa kavuşan yaratıklardan Ebedî ve Bakî olan da yoktur. Her mahluk mutlaka ölümü tadıcı ve zevale ericidir yok olucudur.

Ehli Sünnetin Esasları

Ey Rabbimiz, bizlere tarafından büyük bir rahmet ihsan eyle, işlerimizi kolaylaştır ve hakikate yönelt! Bizleri doğruluk ve iyilikten ayırma.

Sonsuz hamd ü senalar olsun O yüce Allah'a ki, dostlarına Celal ve Cemal sıfatlarıyla zuhur edip kendi zatı ve sıfatları hakkında onların kalblerini aydınlatmış, kemal sıfatlarının müşahadesiyle onları kemale erdirip bahtiyar etmiştir. Aynı zamanda Kendisini onlara nice nimet ve lütuflarıyla tanıtmış, kulları içinde o dostlarını ilim ve marifetle seçkin kullar kılmıştır. Böylece onlar da O'nu, eşi ve benzeri olmayan, hiçbir eksiği ve ihtiyacı bulunmayan bir Zat olarak tanımışlar, O'nu zatında, sıfatlarında ve fiillerinde ortakdan tenzih edip birlemişler; O'nu O'nun istediği ve Kitab'ında emredip öğrettiği şekilde tevhid etmişlerdir. Her ne kadar O, haddi zatında Zat'mm künhü ve özü itibariyle hakkıyla bilinemese de, Zat'ına ait sıfatları ve fiilleri hakkında kendi dostlarını haberdar kılıp onları seçkin eylemiş ve bu en mühim konuda ifrad ve tefride düşmekten sağa-sola sapmaktan korumuştur.

Şüphesiz ki kullardan hiç biri, hakkıyla Allah'ı bilip tanıyamaz. Hiç bir kul hakkıyla O'na kulluk edemez! Allah kendisinin bildiği ve Övdüğü gibidir. Nitekim bütün kullara kulluğun kılavuzu olarak gönderilen ve bütün Allah elçilerinin en keremlisi ve en şereflisi kılınan efendimizin mübarek lisanından çıkan' bir mübarek sözde de böyle ifade edilmiştir.

Ancak bu; O'nu zatıyla, zatının künhü ve özüyle tanımak bakımındandır. Yoksa Zatına ait sıfatlar ve fiiller itibarıyla O'nu, O'nun enbiyası ve evliyası tanımakta ve bu tanıyış ile seçkin kılınmış bulunmaktadırlar, İşte bu tanıyış iledirki, başkalarına tanıtmanın kılavuzluğunu da yapmış bulunmaktadırlar. Nitekim Allah Rasulu sallallahu aleyhi ve sellem'in en büyük ve ebedi mucizesi bulunan yüce kitabımızın nice ayetleri bunun açık delili ve beyanı olduğu gibi, Allah Rasulu sallallahu aleyhi ve sellemin hadislerinde de bunun örnekleri çoktur.

Sahih bir hadise göre, şöyle buyurmuştur:

"Ey Allah'ım, sen evvelsin, senden evvel bir şey yoktur! Sen ahirsin, senden ahir bir şey yoktur! Sen zahirsin, senden zahir bir şey yoktur! Sen batınsın, senden daha yakın bir şey yoktur." Müslim. Ebu Davud. Tirmizi, 3481

İşte biz, bu ve benzeri dini tabirlere dayanarak inanıyor ve diyoruz ki: Allah evveldir, öyle bir evveldir ki, O'ndan evvel bir şey yoktur; Allah ahirdir, Öyle bir ahirdir ki, O'ndan ahir hiç bir şey yoktur; Allah zahirdir, O'ndan daha zahir hiç bir şey yoktur; Allah batındır, öyle bir batındır ki, O'ndan daha batın, bize ve bütün eşyaya O'ndan daha yakın hiçbir varlık yoktur.

İnanıyor ve diyoruz ki: Allah her şeyi bilir ve hiçbir şey O'na gizli, kalamaz. Allah Hayy u Kayyûm'dur: Diri ve kendiliğinden var olandır. Kendi Zatına ait ezelî bir hayatla diri olup varlığı kendisiyle kaimdir ve diğer bütün varlıkları ayakta tutan da 'O'dur. Ezelî olduğu gibi Ebedîdir de. O'ndan başka ezelî bir varlık bulunmadığı gibi, O'nun yaratmasıyla varlığa kavuşan yaratıklardan Ebedî ve Bakî olan da yoktur. Her mahluk mutlaka ölümü tadıcı ve zevale ericidir yok olucudur.

Evet biz, sünnet ve cemaat ehli müslümanları olarak inanıyor ve biliyoruz ki: Allah aynı zamanda işitici ve görücüdür. Kullarının ihtiyaçları muhtelif ve dilekleri çeşitli olduğu halde O, her bir kulunun her bir ihtiyacını bilmekte, dilek ve duasını işitmektedir.

O'nun indinde hiç bir şey, hiç bir şeye perde olmaz. O'na niyaz edenlerin sesleri Ve dilekleri asla birbiriyle karışmaz. O, kullarının ısrarla kendisinden istemelerinden asla usanmaz. O; bütün bunları bilen ve işiten bir Zat olduğu gibi, aynı zamanda karanlık bir gecede mermer bir kaya üzerinde yürümekte bulunan kara karıncanın ayak seslerini de işiten ve görendir.

Şüphesiz bundan daha gizli ve güzel olanı da O'nun, bir kulunun kalbinin en küçük hareketini dahi bilmesi ve görmesidir. Kulu, kalben O'na en küçük bir meyil gösterse, O da kuluna güzel kabul yüzünü gösterir. Kulu kalben "Rabbim." dese, O da hemen "buyur kulum" diyerek karşılar. Kulu şayet O'na arka çevirse, kulunu hemen düşmanına havale etmez ve kolay kolay kulunu terketmez. Aksine kuluna son derece merhametli davranır. Zaten kulunun O'na en küçük bir meyil göstermesi, O'nun kuluna olan ikbal ve merhameti neticesindedir.

O'nun kuluna olan ikbal ve merhameti o kadar büyüktür ki, çok şefkatli bir annenin büyük bir şefkat ve merhametle büyütmeye ve korumaya çalıştığı yavrusuna karşı duyduğu merhametten, kıyas edilemeyecek derecede daha çok ve daha fazladır.

O'na arka çeviren ve O'nun emrine aykırı giden bir kulu, bu kusuruna pişman olup da tevbe ettiği zaman kulunun bu tevbesinden o kadar sevinir, o kadar razı olur ki; O'nun bu sevinci ve rızası yanında, korkunç bir çölde her şeyini üzerine yüklediği binitini kaybedip de bulamayınca helak olacağına kesin gözüyle bakan bir yolcunun, ölmek üzere uzandığı yerde, bir ara gözünü açtığında kaybettiği binitini başucunda bulunca duyduğu sevinç bir zerre bile değildir...

Elbette kuluna bu derece yakın olan, bu kadar onun iyiliğini isteyen ve kolay kolay kulunu bırakmayan yüce Allah'ın emir ve yasaklarına hiç aldırmayan, Allah'a olan isyan ve tuğyanında ısrar edip hiçbir pişmanlık duymayan ve hiç bir şekilde O'nun rahmet ve rızasına vesile olacak şeylere yanaşmayan, Allah'ın düşmanı olan şeytanla tam bir sulh ve barış içinde bulunan bir kul da, tam helak olmayı haketmiş olur.

Allah'ın kullarına olan rahmet ve ikbalinin böylesine büyüklüğü ve sonsuzluğu karşısında illa da şeytana olan dostluğunda sonuna kadar ısrar eden bir kulun, bu tutum ve anlayışı karşısında bütün insanlar hayretler içinde kalsalar, elbette yeridir. Zaten böylelerinden başka helak olanlar da yoktur.

Doğrusu ben, Allah'ın bütün bu kullarına olan lütuf ve ihsanını, ikbal ve merhametini ruhumun ta derinliğinden duyarak, O'na olan iman ve teslimiyetimi, yine O'nun bana olan müstesna bir nimeti sayarım. O'nun her nevi lütuf ve ihsanlarına karşı acizane O'na hamdler ederim.

O'na olan iman ve şahadetimin islamî bir ifadesi bulunan kelime-i şehadetimizi tekrarlayarak iman ve irfanımı tazeler ve yenilerim. Ben şehadet ederim ki: "Allah'tan başka hiç bir ilah yoktur! Allah birdir, O'nun hiç bir ortağı yoktur! Ö, her bakımdan bir ve eşsizdir! O'nun hiç bir dengi ve benzeri bulunmamaktadır. O, ehad ve samed'dir. Her şey O'na muhtaç, fakat O hiç bir şeye muhtaç değildir."

Ben Allah'ı hem ehadiyet'le (birliğiyle), hem de samediyetle (hiç bir şeye muhtaçsızlığıyla) tevhid ederim. Bir dileğim olduğunda veya başım darda kaldığında, hep O'na yönelir, O'ndan yardım isterim. O'nu bırakıp da haşa mahluklardan herhangi birine teveccüh etmem.

Kalbim ve ruhumla, O'ndan başkasına asla sığınmam. O ortağı, eşi, benzeri, misli, niddi ve zıddı bulunmayan yüceler yücesi Rabbime; hiç bir eş ve ortak koşmam. O'nu daima bütün ortaklardan, kusur ve eksikliklerden münezzeh ve mukaddes bilirim.

Hep böyle inanır, böyle derim. Amel ve fiillerimde de hep böyle davranır, böyle hareket etmeye dikkat ve gayret gösteririm. Kıldığım namazlarda, ettiğim niyazlarda da hep beni bunda muvaffak kılmasını O'ndan isterim.

Yalnız kendi adıma değil, bütün tevhid ehli kulları adına bunu O'ndan ister, samimi ve şuurlu bir şekilde: "Ey bütün alemlerin Rabbı, Rahman ve Rahîm olan, din gününün yegane Malik'i ve Hakim'i bulunan yüce Allah; bizler ancak sana ibadet eder, ancak senden yardım isteriz. Bizleri doğru yol üzerinde sabit ve daim eyle." diyerek O'na yalvarıp yakarırım.

Hiç şüphesiz, O'nun sevgilisinin ifadesiyle: "Onun verdiğini geri çevirebilecek olan yoktur. O'nun vermediği bir şeyi te'mine güç yetirecek olan da yoktur. Hiç bir kimse O'nun emrine karşı duramaz ve hiç bir varlık O'nun hükmünü geçersiz kılamaz."

Mealen gördüğümüz bu hadis-i şerifte ifadesini bulan bu yüce iman hakikatinin, bir ayi celilede de yine gayet açık bir şekilde ifadesini bulmuş olduğunu görüyor ve bütün bunlarla islamî iman ve tevhidimizi yeniliyoruz. İşte o ayetin meali de şöyledir:

"...Allah bir kavme kötülük istedi mi artık onu geri çevirecek olan yoktur! Zaten bütün kulların, O'ndan başka koruyup kollayanları da yoktur.". Ra'd Suresi: 11

Ben yine bütün varlığımla inanır ve derim ki: "Allah Rasulu sallallahu aleyhi ve sellem  Allah'ın kulu ve rasulüdür." İlahi emirlerin ve hakların yerine getirilmesinin kaimi, davetçisi ve eminidir. Allah'ın yarattığı kulların da en hayırlısıdır. Allah onu alemlere rahmet olarak göndermiş, Allah'a karşı saygılı olanların önderi kılmıştır.

Kafirler ise O'nu kendilerîne düşman edinmiş, O'nun getirdiği nuru söndürmek için durmadan çalışıp didinmiştir. Fakat asla O'nun nurunu söndürememişlerdir. Allah Rasulu sallallahu aleyhi ve sellem ise küfrün ve şirkin kalelerini yıkmış, bütün alemlere hak ve hakkaniyetin, güzelim islamiyetin kahramanı ve hücceti olmuştur.

Evet, bir fetret devresi sonrasında son peygamber olarak gönderilen Allah Rasulu sallallahu aleyhi ve sellem insanları yolun en doğrusu ve en açığına davet edip kavuşturmuştur. O, Allah'ın elçisi olduğundan Allah O'nun candan sevilmesini, O'na can ü gönülden itaat edilmesini, O'nu büyükleyip haklarına riayette bulunmayı kulları üzerine farz kılmıştır.

Cennete giden bütün yolları da O'nun yolundan geçirmiştir. Eğer herhangi bir yol O'nun yoluna uğramadan devam edip gidiyorsa, kesinlikle bilinsin ki o yol çıkmaz yoldur ve asla cennete uğramayacaktır. Yolcularına da hiç bir iyilik ve saadet getirmeyecektir.

Allah Rasulu sallallahu aleyhi ve sellem, öyle bir Allah elçisidir ki, Allah yüce Kur'an'ındâki "elem neşrah leke" suresini O'nun hakkında indirmiştir. Gerçekten O'nun göğsünü açıp genişletmiş, arkasındaki yükünü indirmiş, O'nun adını ve şanını çok yüce kılmıştır. O'na karşı çıkıp muhalefet edenleri ise alabildiğine alçaltmıştır.

Evet, O öyle bir Allah elçisidir ki, yüce Allah O'nun hakkında: "Ey Rasülüm, senin ömrüne andolsun ki onlar, kendi sarhoşlukları içinde bocalıyorlardı!" buyurarak and içmiştir. O'nun adını kendi adına yaklaştırıp Kendisi anıldıkça onu da andırmıştır. Nitekim kelime-i şehadetlerde, hutbelerde ve ezanlarda bu hep böyledir.

Allah Rasulu sallallahu aleyhi ve sellem de, Allah'ın elçisi sıfatıyla Allah yolunda öylesine çalışmış, öylesine mücadele etmiştir ki, hiçbir kimse ve hiçbir kuvvet kendisini bu yoldan çevirememiştir. İnsanlar fevc fevc İslama girip hidayete erinceye, alemler O'nun nuruyla doluncaya kadar mücadelesine devam etmiştir. Sonra daveti tamam olunca da yüce Allah azze ve celle O'nu dünyasından göçürüp yanına almıştır. O da her fanî gibi Allah'ın rahmetine kavuşmuş, Allah'ın kendisi için hazırladığı ilahi lütuf ve nimetlere ermiştir.

 Kısaca özetlemek gerekirse O; elçilik görevini yerine getirmiş, emaneti eda etmiş, insanlara tebliğ ve nasihatta bulunmuş, Allah yolunda hakkıyla mücahede ederek bütün mücahidlere hakkıyla imam ve önder olmuştur. Neticede Allah'ın dinini hakim kılıp dimdik ayakta tutmuştur. Ahirete göçmezden önce bütün müslümanları, gecesi gündüz gibi aydınlık bulunan bir yola ve dine kavuşturmuştur. Gayet haklı olarak, yüce Kur'an'ımızın da haber verdiği gibi, bu hususta şöyle buyurmuştur:

"İşte benim yolum budur! Ben insanları Allah'a basiretle davet ederim. Ben ve bana uyanlar işte hep böyleyizdir. Allah'ı tenzih ve takdis ederim. Ben asla Allah'a ortak koşanlardan değilim!" Yusuf Suresi: 108

Ben bütün bunlara inanan ve şehadet getiren biri olarak tam bu noktada diyorum ki: Yüceler yücesi Allah, kullarını yaratıp da başıboş bırakmış değildir. Bilakis onları sorumlu ve yükümlü kılmıştır. Onlara emretmiş ve nehyetmiş, emir ve nehiylerini yanlışsız ve eksiksiz olarak anlamalarını ve uygulamalarını onlardan istemiştir.

Neticede kimi kazanmış, kimi de kaybetmiştir. Kullarına güzel ve yeterli bir istidat vermiş, ilmin ve amelin imkan ve iktidarını onlara bahşetmiş; kalb, akıl, göz ve kulak gibi uzuvlarla kendilerini donatmıştır.

Bütün bunlar, O'nun kullarına olan büyük nimet ve lütuflandır. Kuluna ise, bu nimetleri veren yüce Rabbine şükür ve kulluk etmek gerekir. Her kim Allah'ın verdiği nimet ve imkanları Allah'a itaat yolunda kullanır, kulluğunun özü ve cevheri ile Allah'ı tanımak ve O'na O'nun kendisini tanıttığı şekilde arif ve alim olmak istikametinde ilerlerse; hem Rabbine şükretmiş, hem de O'nun rızasını kazanmış olur.

Her kim de, Allah'ın kendisine verdiği bu imkan ve nimetleri, kendi nefsinin istek ve arzuları istikametinde kullanırsa, şüphesiz o da dalalet ve hüsran yolunu tutmuş olur. Bir kimse ki yaratanını tanımamış ve O'nun kendisine verdiği imkanları O'nun yolunda değil de, nefsinin arzuları istikametinde kullanmışsa; böylesinin hüsrandan başka nasibi olamaz. Böyle bir kimse sonunda hiç bir kimseye kabahat yükleyemez.

Sonunda iman ve amele göre ceza ve mükafatın bulunduğunda ise hiç şüphe yoktur! İşte o hesab ve ceza gününde kul; kendisine verilen akıl, kalb, göz ve kulaktan birer birer sorguya çekilecektir. Her nevi kusur ve eksikliklerden yüce ve münezzeh bulunan yüce Rabbimizin bir ayeti de, bu islami ve ilahi hakikati ne güzel açıklamaktadır:

"Sakın bilmediğin bir şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönül, evet bunların hepsi ondan (o yaptığı şeyden) mutlaka sorumludur." İsra Suresi: 36

İnsana bahşedilen çeşitli organların merkezi ve mihveri durumunda olan kalbdir. Kalb; tıpkı askerleri üzerinde her emrini icra eden ve onları kendisine itaat ettiren bir hükümdar gibidir, insanın bütün organlarının ahvali, hareket ve istikameti tamamen kalbe bağlı bulunmaktadır. Allah Rasulu sallallahu aleyhi ve sellem bu hususu, bir hadislerinde şöyle beyan buyurmuşlardır:

"Haberiniz olsun ki, bir insanın kalbi iyi ve istikametti oldu mu, onun bütün bedeni ve azaları da iyi ve istikametli olur." Buharı, Kitabü'l-lman: 1/19.

Görüldüğü gibi, beden mülkünün meliki, bedenin ve bütün organların merkezi ve emredicisi kalbdir. Beden mülkünde emrini infaz eden kalbdir. Kalbin emri, kasdı ve niyeti olmadıkça bir iş meydana gelmez. Bu itibarla esas sorumluluk kalbe aittir. Bu sebeble iyi ve istikametli, selim ve sıhhatli olmasına ihtimam gösterilecek olan da kalbdir.

İşte bunu bildiği içindir ki Allah'ın düşmanı olan İblis, bütün imkanı ve dikkatiyle insanoğlunun kalbini çeşitli vesveseler, vehimler ve şehvetlerle doldurmak ister. Onu doğru yoldan sapıtabilmesi için pek çok hile ve tuzaklar kurar. Allah'ın kullarını Allah'ın rızası ve tevfıkinden mahrum bırakmak için olanca kuvveti ve şeytanatı ile çalışır durur.

Bir kul; devamlı Allah'ın inayet ve hidayetine sığınmadıkça şeytanın hile ve tuzaklarından kurtulamaz. Bunun için bizler devamlı Allah'a sığınmak, Allah'ın rızası ve tevfıkine vesile olan hayırlı ve salih amellere sımsıkı sarılmalıyız. Bütün dikkat ve gayretimizle Allah'a kullukta kusur etmemeye çalışmalıyız, İşte o zaman, bizler de yüce Allah'ın şu fermanındaki kulları katarına katılmış oluruz:

"Ey İblis! Benim Öyle halis kullarım vardır ki, senin onlara karşı bir gücün yoktur! Sen ancak, sana uyan azgınları azdırabilmiş olacaksın." Hicr Suresi: 42

İşte bu ayette Yüce Allah'ın "kullarım" dediği kullar, Şeytan'ın tesir sahasının dışındadırlar. Çünkü onlar alemlerin Rabbına karşı kullukta samimi ve ihlaslıdırlar. Ubudiyet makamının gereklerini gerçekleştirmiş bulunmaktadırlar. Onların kalbleri iman ve tevhid nuruyla nurlanıp şuurlanmış, işleri ihlaslı olmuş, yakın ve tahkikleri de devamlı bulunmuştur.

Artık onlar, taklidden kurtulup tahkike ermişlerdir. Allah indinde "mukarrabîn"den (Takva ve ubûdiyyet ile evliya derecesinde) olmuşlardır. Bu sebebten yüce Allah azze ve celle onları bir ayetinde de şu şekilde müstesna kıldırmıştır.

Yani kendilerine zarar veremeyeceğini Iblis'e itiraf ettirip onun dilinden bildirerek ederek şöyle buyurmuştur: "Ancak ya Rabbi, kendilerine ihlas verilmiş kulların müstesnadır! Benim onları etkileyip de azdırmam mümkün olmayacaktır." Hicr Suresi: 40.

Ben hiç şüphe etmiyorum ki, bütün amellerin ve hallerin iyi veya kötü oluşlarının esas medarı kalbdir! Kalbdeki kasıd ve niyetin iyi veya kötü oluşudur...

Bizler bazen, kişinin kalben ve manen "ölmüş" olduğundan bahsederiz. Aslında bu nedir ve nasıl olmaktadır? Şüphesiz başlangıç, kalblerin düşmanları bulunan şeytanların vesveseleridir.

Bazı kalbler, şeytanî vesveseleri kabullenmekte, sonra bu vesveseler kalblerde meyvelerini vermektedir. Sonra da bu iş ve amel olarak ortaya çıkmaktadır. İş ve amellerin kötü oluşu da tekrar kalbleri karartmaktadır. Yani şeytanların vesvesesi yüzünden kasıd ve niyetlerinde az da olsa bozulmalar meydana gelen gönüller bulunmakta, sonra bu kötü amele dönüşmekte, kötü işler de kalbin fesadına sebeb olmaktadır.

Neticede kalb tamamen bozulup kararmakta; hastalık bir diğer hastalığa sebebiyet vererek artmakta ve sonunda kalb ölmektedir. Artık o kalbde, hiç bir hayat ve nur kalmamaktadır. İşte bu kitap akide inancını sağlamlaştıracak ve bozulan kalpler tekrar hayat bulacak.

Akîde kelimesi lügatte: ‘Akd’ kelimesinden alınmıştır. Bu kelime sıkı sıkıya yapışmak, bağlamak, sağlamlaştırmak, kesinlik ve eksiksiz yapmak demektir.

Istılahta ise: Yüce Allah’a kesin şüphesiz bir şekilde ve tevhidin gereklerine uygun olarak iman etmek, Meleklerine, Kitaplarına, Rasûllerine, Ahiret Gününe, hayır ve şerriyle Kadere iman etmek ve dinin esasları kapsamına giren diğer hususlara da iman etmektir.

Nitekim Seleften birçok kimse Sahih Akîdeyi, es-Sunne diye isimlendirmişlerdir. Bununla sapık fırkaların akide ve görüşlerini birbirinden ayırmışlardır. Zira Ehli Sünnet ve’l-Cemaat’in Akîdesi olan Sahih Akîde; Kur’ân’ın açıklayıcısı olan Allah Rasulu sallallahu aleyhi ve sellem’in Sünnet’inden alınmıştır.

Seleften bazıları Akîde hakkında yazdıkları kitaplara es-Sunne ismini vermişlerdir. İmam Ahmed b. Hanbel’in es-Sunne adlı eseri ile İbn Ebî ‘Asım’ın ve başkalarının es-Sunne adlı eserleri bunlardandır.

Yine bazı âlimler de Akîdeye Usûlu’d-Dîn adını vermişlerdir. Allah Rasulu sallallahu aleyhi ve sellem’in dini; İtikadîyyât ve Amelîyyât olmak üzere iki kısma ayrılmıştır. Amelîyyât ile kastedilen; namaz, zekât, alışveriş gibi amellerin keyfiyetine dair kurallar ve hükümlerdir.

Bunlar; Fer‘îyye veya Fur‘û diye isimlendirilir. Bu da Akîde ilminin Fer‘î’dir. Zira Akîde itaatlerin en şereflisidir ve ameli ibadetlerin kabulü, Akîdenin sahih olmasına bağlıdır. Akîde bozulduğu zaman ibadet kabul edilmez ve ecri de geçersiz olur.

Kulların buna ihtiyaçları herşeyden çoktur. Hiçbir şeyle kıyas edilmeyecek kadar buna zorunlu olarak muhtaçtırlar. Çünkü kalpler rab’lerini, ma’budlarını ve kendilerini yoktan yaratıcılarını isim, sıfat ve fiilleriyle tanımaksızın hayat bulamazlar. Bütün bunlarla birlikte kalplerin herşeyden çok onu sevmeleri gerekir ve bütün gayretleri diğer yaratıklar bir tarafa, sadece O’na kendilerini yakınlaştırmaya yönelik olmalıdır.

Akılların kendi başlarına bunları etraflı bir şekilde bilip, idrâk etmeleri imkânsız bir şeydir. Bundan dolayı aziz ve rahim olan Allah, rahmetinin gereği olarak kendisini tanıtan, yoluna çağıran, çağrılarını kabul edenleri müjdeleyen, kendilerine muhalefet edenleri korkutup uyaran peygamberler göndermiş; onların davetinin anahtarını, risaletlerinin özünü, şanı yüce ma’bûdu isim, sıfat ve fiilleriyle tanımak olarak tesbit etmiştir. Zira risaletin başından sonuna kadar bütün gerekleri bu bilgi üzerine bina edilir.

Sonra bunun arkasından iki önemli esas gelir:

Birincisi kendisine ulaştıran yolun tanımıdır. Bu da emir ve yasaklarını ihtiva eden şeriatidir.

İkincisi kendisine ulaşmalarından sonra bu yolu izleyenlere verilecek olan ebedî nimetleri bildirmektir.

Buna göre insanlar arasında Allah’ı en iyi tanıyanlar kendisine ulaştıran yola en çok uyan ve huzuruna varacakları vakit O’nun yolunu izleyenlerin durumunun ne olacağını en iyi bilen kimselerdir. İşte bundan dolayı yüce Allah, Rasûlüne indirdiklerine "ruh" adını vermiştir. Çünkü gerçek hayat buna bağlıdır. Diğer taraftan hidayet bulmak da O’na bağlı olduğundan ötürü yine bu yolu "nur" diye adlandırmıştır.

Usûlu’d-Dîn ilmi, ilimlerin en şereflisidir. Zira her bir ilim dalının şerefi, konusunun şerefindendir.  Bu ise fer’î hükümlerin fıkhına nispetle en büyük fıkıh, Fıkh-ı Ekber’dir. Bu yüzden İmam Ebû Hanife  dinin Usûlu’d-Dîn ile ilgili sayfalarda topladığı sözlerini Fıkhu’l-Ekber diye adlandırmıştır. Kulların buna olan ihtiyaçları her şeyden çoktur. Her şeyden çok buna zorunlu olarak muhtaçtırlar. Zira kalpler rablerini, mabudlarını ve kendilerinin yoktan yaratıcısını isim, sıfat ve fiilleriyle tanımaksızın hayat bulamazlar. Bütün bunlarla birlikte kalplerin her şeyden çok O’nu sevmeleri gerekir ve bütün gayretleri diğer yaratıklar bir tarafa, sadece O’na kendilerini yakınlaştırmaya yönelik olmalıdır. Bazı âlimler böylece Akîdeye Fıkhu’l-Ekber ismini vermişlerdir. Çünkü Akîde, dinin aslıdır. Amelî fıkıh ise daha önce geçtiği gibi Fıkhu’l-Asgar ve Furu’îh: Küçük Fıkıh ve Dalları diye isimlendirilmiştir. İmam Ebû Hanife de Akîde risalesini Fıkhu’l-Ekber diye isimlendirmiştir.

Ehli Sünnet ve’l-Cemaat:

Onlar, Allah Rasulu sallallahu aleyhi ve sellem’in sahâbeleri ve kıyamet gününe kadar onlara doğru bir şekilde tabi olanlardır.  Onlar, bidat ve hurafelerin şübhesinden uzak, Allah Rasulu sallallahu aleyhi ve sellem’in üzerinde bulunduğu ve ashâbının  üzerinde ittifak ettikleri sahih Akîdeye sarılanlardır.

Ehli Sünnet isminin verilmesinin sebebi, amellerinin; Kur’ân’ın açıklayıcısı olan Allah Rasulu sallallahu aleyhi ve sellem’in Sünnet’ine uygun olması ve Allah Rasulu sallallahu aleyhi ve sellem’in şu hadisiyle amel etmelerindendir:

‘Benim sünnetime ve benden sonra kendilerine hak yol gösterilmiş olan Raşit halifelerimin sünnetine uyun. Ona hırsla sarılın.’ Tirmizî, 2676,

 

Ehli Sünnet ve’l-Cemaat şeklindeki isimlendirme doğru bir vasıftır. Allah Rasulu sallallahu aleyhi ve sellem’e tabi olan sahih Akîde mensupları ile Allah Rasulu sallallahu aleyhi ve sellem’in yolundan başka yol tutan diğer fırkaları bu vasıf ayırır. Bu fırkalardan olanlar Akîdelerini insanların akıllarından ve Yunan felsefesinden varis oldukları kelam ilminden alırlar. Böylece bu Akîdelerini Allah azze ve celle’ın kelamının ve Allah Rasulu sallallahu aleyhi ve sellem’in Sünnet’inin önüne geçirerek, sabit şer‘î nasları reddederler veya sırf bazı beşeri akılların kabul etmediği veya akılların bu nasların delalet ettiği anlamları mümkün görmediği için tevil ederler. Felsefeciler, Kaderîyye, Maturidîyye, Cehmîyye, Mu‘tezile ve bazı görüşlerinde Cehmîyye’yi taklit eden Eş‘ârîler bu fırkalardandır.

Sünnet:

Sözlükte Sünnet: Sözlükte fiil olarak: “Senne’l-emra” bir işi açıkladı anlamındadır.

Sünnet, ister övülen, ister yerilen olsun izlenen yol ve gidiş anlamındadır. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın şu hadisinde bu anlamıyla kullanılmıştır: “Sizden öncekilerin yollarına (senen) karış karış ve arşın arşın uyacaksınız.” (Buharî ve Müslim) Yani din ve dünya ile ilgili yollarını izleyeceksiniz.

Peygamber efendimizin şu hadisinde de bu anlamda kullanılmıştır: “Kim İslam’da güzel bir sünnet ortaya koyarsa, ona hem o sünnetin ecri, hem de ondan sonra onunla amel edenlerin ecri -onların ecirlerinden bir şey eksiltilmeksizin- verilir. Kim de İslam’da kötü bir sünnet ortaya koyarsa...” (Müslim) yani bir yaşayış şekli, tarzı ortaya koyarsa demektir.

Terim Olarak Sünnet: Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın ve ashabının ilim, itikad, söz, davranış ve takrir (yapılıp ta itiraz etmedikleri) hususlarda izledikleri yol demektir.

Sünnet aynı zamanda ibadet ve itikadlardaki sünnetler hakkında da kullanılır. Sünnetin karşıtı bid’attir. Peygamber -sallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Gerçek şu ki sizden benden sonra yaşayacak olanlar pek çok ayrılıklar görecektir. Size benim ve doğru yolda hidayet üzere bulunan halifelerin sünnetine bağlanmanızı tavsiye ederim.” Süneni Ebu Davud

Cemaat: Sözlük anlamıyla cemaat, bir şeyin parçalarını birbirine yaklaştırmak suretiyle, katmak ve eklemek demek olan cem’den alınmıştır. Ben onu cem ettim o da cem oldu, denilir.

Cemaat, içtimâdan türemiştir. Ayrılıp dağılmanın ve ayrılığın zıttıdır.

Cemaat çok sayıdaki insan topluluğu demek olduğu gibi, belli bir maksat etrafında toplanmış bir kesim insan anlamında da kullanılır.

Yine cemaat herhangi bir iş üzere toplanmış olan topluluk demektir.

Terim Olarak Cemaat: Müslümanların cemaati demek olup, bunlar da ashab, tabiîn ve kıyamet gününe kadar onlara güzel bir şekilde uyan, kitab ve sünnet etrafında toplanmış, Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın zahiren ve batınen gittiği yolu izleyen bu ümmetin selefi demektir.

Yüce Allah mü’min kullarına cemaat olmalarını, birbirleriyle kaynaşıp yardımlaşmalarını emr ve teşvik etmiş, onlara tefrikayı, ayrılığı ve birbirini boğazlamayı yasaklamıştır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Allah’ın ipine topluca sarılın ve ayrılmayın.” (Al-i İmran, 3/103);”Siz kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın.” (Al-i İmran, 3/105)

Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- da şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz bu ümmet yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Bunların yetmişikisi ateşte, bir tanesi ise cennette olacaktır ki o da cemaattir.” Süneni Ebu Davud

“Cemaatle birlikte olmaya bakınız, tefrikadan uzak durunuz. Şüphesiz şeytan tek başına kalanla beraberdir. İki kişiden ise nisbeten uzaktır. Kim cennetin geniş yerini istiyor ise o halde cemaatten ayrılmasın.” Ahmed

Yüce sahabi Abdullah b. Mes’ud -radıyallahu anh- da şöyle demiştir: “Cemaat tek başına olsan dahi hakka uygun düşen şeydir.” Lâlekâî, Şerhu Usuli İ’tikadi Ehl-i Sünneti Ve’l-Cemaa

Ehl-i sünnet ve’l-cemaat birtakım nitelik ve özellikleriyle diğerlerinden ayrılırlar. Bunların bazıları şunlardır:

Ehl-i sünnet ve’l-cemaat ister itikad, ister ahkâm, ister yaşayış bakımından ifrat ile tefrit, aşırı gitmek ile katılık arasında vasat ve itidal üzere olanlardır. O halde bu ümmet diğer ümmetler arasında vasat olduğu gibi, onlar da bu ümmetin fırkaları arasında vasat olanlardır.

Dinin hükümlerini sadece kitab ve sünnetten alırlar. Bunlara gereken önemi verirler. Bunların nasslarına teslim olur ve selef yönteminin gereklerine göre bunları kavrarlar.

Onların, sözlerinin tamamını aldıkları ve ona uymayan herşeyi bir kenara bıraktıkları, Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın dışında tazim ettikleri herhangi bir imamları yoktur. Rasûlullah’ın hallerini, sözlerini ve fiillerini insanlar arasında en iyi bilenler onlardır. Bundan dolayı insanlar arasında sünneti en çok seven, ona tabi olma gayretini en çok ortaya koyan ve bu sünnet ehlini en çok sevenler de onlardır.

Din hususunda düşmanlıkları terkederler, düşmanlık yapanlardan uzak kalırlar. Helal ve haram meselelerinde tartışmayı bir kenara bırakırlar, dinin tamamını esas alır ve kabul ederler.

Selef-i salih’i tazim eder, selef yolunun en esenlikli, ilme en uygun ve en muhkem olduğuna inanırlar.

Tevili kabul etmezler, şeriata teslim olurlar. Bununla birlikte nakli, akıldan (zihni tasavvurlar) öncelikli kabul ederler ve ikincisinin, birincisine boyun eğmesini sağlarlar.

Aynı mesele ile ilgili değişik nassları birlikte ele alırlar ve müteşabih olanları muhkem’in ışığında anlamaya çalışırlar.

Hak üzere sebatları, akide hususları üzerinde ittifak edip, değişip duran kanaatlere sahib olmamaları, ilim ve ibadeti şahıslarında toplamaları, Allah’a tevekkül etmekle birlikte sebeplere yapışmaları, dünya nimetlerini elde ederken dünyaya karşı zâhidâne yaşayışları, korku ile ümit, sevgi ile buğz duygularını birlikte taşımaları, mü’minlere karşı merhametli ve yumuşak olmakla birlikte, kâfirlere karşı ise sert ve şiddetli olmaları, zaman ve mekânın değişmesi ile birlikte değişikliğe uğramamaları suretiyle hakka hidayet eden ve dosdoğru yolu gösteren salihlerin önderleridirler.

Onlar İslam, Sünnet ve Cemaatin dışında herhangi bir isim almazlar.

Sahih akideyi, dosdoğru dini yaymaya, insanlara bunları öğretip, doğruya iletmeye, onlara içten nasihat edip, onların işleriyle ilgilenmeye önem verirler.

İnsanların sözlerine, inançlarına ve davetlerine karşı, insanlar arasında en çok sabredenler, tahammül gösterenler onlardır.

Cemaate ve kaynaşmaya çokça gayret ederler, buna davet eder, insanları buna teşvik ederler. Ayrılıkları ve tefrikayı bir kenara bırakırlar, insanları bunlardan sakındırırlar.

Yüce Allah onları birbirlerini tekfir etmekten korumuştur. Başkaları hakkında da ilme ve adalete uygun olarak hüküm verirler.

Birbirlerini severler, birbirlerine karşı merhametlidirler. Kendi aralarında yardımlaşırlar, birbirlerini tamamlarlar. Ancak dini esaslara bağlı olarak başkalarını dost ya da düşman bilirler.

Özetle ehl-i sünnet ve’l-cemaat, insanlar arasında huyları en güzel olanlar, yüce Allah’a itaat etmek suretiyle nefislerini temizlemeye en çok gayret gösterenlerdir. En geniş ufuklu insanlar, en uzak görüşlüler, başkalarının görüş ayrılıklarına en çok tahammül gösterenler, bunun adabını ve usulünü en iyi bilenler onlardır.

Akîdelerini çoğu zaman heva üzerine kuran şeyhlerinin ve imamlarının görüşlerinden alan Sufîyye, Rafızîyye gibi fırkalar da bunlardandır. Onların sözlerini, Allah azze ve celle’nın kelamının ve insanların en hayırlısı olan Allah Rasulu sallallahu aleyhi ve sellem’in  kelamının önüne geçirirler.

Yine bu fırkalardan kimisi Akîdelerini tesis eden ve esaslarını koyarak inşa eden önderlerine nispet edilmiştir. Mesela Cehmîyye; Cehm b. Safvân’a, Eş‘ârîler; Ebû’l-Hasen Eş‘ârî’ye ve Ebadîyye; Abdullah b. Ebâd’a nispet edilerek bu ismi almışlardır. Her ne kadar Eş‘ârî bu Akîdeden dönerek Ehli Sünnet ve’l-Cemaate katılmışsa da taklitçileri onun dönüş yaptığı; Allah Rasulu sallallahu aleyhi ve sellem’in yoluna muhalif olan Akîdesi üzerinde devam etmişlerdir.

Bu fırkalardan kimisi de Allah Rasulu sallallahu aleyhi ve sellem’in yoluna aykırı olan Akîdevî görüşlerine veya bazı kötü fiillerine nispet edilmişlerdir. Mesela Rafîzîler; Ebû Bekir  ve Ömer’in imamlıklarını inkâr edip onlardan uzak oluşları sebebiyle bu ismi almışlardır. Kaderîyye; kaderi inkâr etmelerinden dolayı, Haricîler; yöneticilere karşı ayaklanmaları sebebiyle bu isimlere nispet edilmişlerdir.

Allah azze ve celle, Ehli Sünneti hata ve yanlıştan korunmuş olan, semadan vahiyle desteklenmiş olan, hevasından konuşmayan, ancak kendisine bildirilen vahiyle konuşan Rasûlüllâh Muhammed b. Abdullah’in Sünnet’inden başkasına tabi olmaktan ve nispet edilmekten korumuştur. Onların es-Sunne’den başka nispet edildikleri bir isimleri yoktur

Bazı âlimler Ehli Sünnet’e, Hadis Ashâbı veya Hadis Ehli ismini vermişlerdir. Zira onlar Allah Rasulu sallallahu aleyhi ve sellem’in hadislerine gerek rivayet ve gerekse dirayet bakımından önem gösterir, hadislerde gelen akide ve hükümlere tabi olurlar.

Selef kelimesi lügatte; önceki topluluklar demektir. Selefe - Yeslufu denilerek geçmiş kastedilir. ‘Kişinin Selefi’ denildiğinde geçmiş babaları ve ataları kastedilir.

Istılahta ise; Allah Rasulu sallallahu aleyhi ve sellem’in sahâbeleri ve onlara tabi olarak, üstün kılınan üç asırda yaşayıp onların yolunda yürüyen din imamları demektir.

Halef kelimesi lügatte; sonraki demektir ve geçenlerden sonra gelen kimse hakkında kullanılır. Istılahtaki anlamı ise; Allah Rasulu sallallahu aleyhi ve sellem’in ve sahâbelerinin yoluna Akîde konusunda muhalefet eden; Haricîler, Rafızîler, beşeri aklı, şer‘î nasların önüne geçiren Kelamcılar, Cehmîyye, Mu‘tezile, Eş‘ârîyye, Kaderîyye, Mürcie ve benzerleri gibilerdir.

Ehli Sünnet ve’l-Cemaat; Selefin menheci, metot ve yöntemi üzerinde yürüyenlerdir. Onların önünde Allah Rasulu sallallahu aleyhi ve sellem’in sahâbeleri, başlarında Raşîd Halifeler olan Ebû Bekir, Ömer, Osman  ve ‘Alî  vardır.

Selefî Sâlihîn’in Akîdesi – Allah Rasulu sallallahu aleyhi ve sellem’in sahâbelerinin ve onların menheci üzerinde gidenlerin akîdesidir ki bu da- daha önce geçen hadisteki gibi; Allah Rasulu sallallahu aleyhi ve sellem’in yoludur.

Halef menheci, metot ve yöntemi üzerinde gidenlere ise: Halefî denilmiş ve Halef, bu isimlendirmeyi ikrar etmiştir. Hatta onlardan pek çoğu Halefin mezhebini; önünde Rasûlüllâh’in  sahâbesi olan Selefin mezhebinden daha üstün tutma cüretini göstermişlerdir. İşte bu, onların yolunun Allah Rasulu sallallahu aleyhi ve sellem’in başında olduğu sahâbelerinin yoluna muhalif oluşunun açık bir itirafıdır. Bu itiraf, Sahih Akîdeden yüz çevirmek olarak yeterlidir.

SÜNNETE UYMAK VE ONUNLA ÇELİŞEN SÖZLERİ TERK ETMEK  HAKKINDA MÜÇTEHİT ÂLİMLERİN GÖ­RÜŞLERİ

Müçtehit âlimlerin bu konuyla ilgili görüşlerinden ula­şa­bildiklerimizi veya bir bölümünü aktarmamız faydalı ola­cak­tır. Belki bu görüşler, onları hatta daha alt seviyede o­lan­­ları kö­rükörüne taklit eden ve onların mez­heplerine ve gö­rüş­le­rine gökten inmiş açık hüküm ve delil gibi sarılan in­san­la­ra bir nasihat ve uyarı olur. Allahu Teâlâ şöyle bu­yur­mak­tadır: “Rabbinizden size indirilene uyun. O’nu bı­ra­kıp da başka dostların peşlerinden gitmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz!” A’raf, 3

1- Ebû Hanife

İmam Ebû Hanife Numan b. Sabit’tir. Mezhebinden olanlar, on­dan çeşitli söz ve ifadeler nakletmişler­dir. Hepsi de aynı so­nuca götürmektedir ki, o da, “Hadisle amel etmenin ve imamların ona ters olan görüşlerini terk etmenin vacip olmasıdır.”

1- “Hadis sahih olduğunda, o benim mezhebimdir.” İbn Abidin, “Hâşiye” (1/63), “Resmü’l-müftî, Mecmûatü’r-resâil” (c.1, s.4) ve Şeyh Sâlih Fullânî, “Îkâz’ul-himem” (s.62) ve başkaları nak­letmişlerdir. Ayrıca İbn Abidin “Şerhu’l-hidaye”de, İbnu’l-Hü­ma­m’ın hocası İbnu’ş-Şahna Kebîr’den onun şöyle dediğini nak­le­der:

“H­adis sahih olduğunda, mezhebin görüşüne ters de olsa hadisle a­mel edilir. Bu durumda o kişinin mezhebi, amel ettiği o hadisin hük­mü olur. Hadisle amel etmekle kişi, Hanefî olmaktan çıkmaz. Çünkü Ebû Hanife’nin “Hadis sahih olduğunda, o benim mez­hebim­dir.” sözü sabit olmuştur. İbn Abdülberrr bu sözü, Ebû Hanife’den ve başka âlim­ler­den rivâyet etmiştir.”

Bu, onların ilim ve takvadaki olgunluklarından ileri gel­mektedir. Çünkü onlar sünnetin tamamını bilmediklerine işaret et­miş­lerdir. İleride geleceği üzere, İmam Şafiî bunu açık bir şekilde dile ge­tir­miştir. Bazen kendilerine ulaşmamış bir sünnete ters görüş beyân et­mişler; fakat bizlere sünnete uymamızı ve o sünneti onların görüşü ve mezhebi olarak kabul etmemizi emretmişlerdir. Allah hepsine rah­met etsin.

2- “Nereden aldığımızı bilmedikçe hiç kimseye bizim gö­rüşümüzle amel etmesi helâl değildir.”

Bir başka rivayette: “Delilimi bilmeyen kimsenin gö­rüş­lerimle fetva vermesi haramdır.” İbn Abdülberr, “İntikâ fî fedâili’s-selâseti’l-eimmeti’l-fukahâ” (s. 145); İbn Kayyim, “İ’lâmu’l-muvakkiîn” (2/309); İbn Abidin “Bah­ru’r-râik”e yaptığı “Haşiye” (6/293), “Resmü’l-müftî” (s.29,32); Şa’rânî, “Mîzân” (1/55), ikinci rivâyet. Üçüncü rivâyeti ise, Abbas Dûrî, İbn Main’in “Târîh”inde (6/77/1), İmam Züfer’den sahih bir senedle rivâyet etmiştir. Benzer bir söz de Ebû Hanife’nin talebeleri Ebû Yusuf, İmam Züfer, Afiye b. Yezid’den rivâyet edilmiştir; bkz. “Îkâz”, s. 52. İbn Kayyim, Ebû Yusuf’tan gelen rivâyetin kesinlikle sahih olduğunu söyler (2/344). “ Îkâz”a yapılan yorumda yer alan fazlalık (s.65), İbn Abdülberr ve İbn Kayyim’den rivâyet edilmiştir.

Delillerini bilmeyenler hakkında müçtehid âlimlerin sözleri böyle ise, görüşlerinin delile muhalif olduğunu bile bile onların sözlerini esas alarak, delile aykırı fetva verenlerin durumu nedir acaba! Bunun üzerinde düşün. Çünkü bu söz bile tek başına, kör taklidi yıkmaya yeterli belgedir. Bundan dolayı bir taklitçi hoca, delilini bil­meden Ebû Hanife'nin görüşüyle fetva verip de ben onun bu fet­vasını Ebû Hanife'nin yukarıdaki sözüyle reddettiğimde bu sözün ona ait ol­du­ğunu kabul etmemiştir.

Bir başka rivayette: “Çünkü biz insanız. Bugün bir söz söy­ler, yarın ondan vazgeçebiliriz.” şeklinde ziyade vardır.

Bir diğer rivâyette: “Aman ey Yakub (Ebû Yusuf)! Ben­den duyduğun her şeyi yazma. Çünkü ben bu­gün bir görüş di­le getirir, yarın onu terk edebilirim. Yarın bir görüş dile ge­­tirir, öbür gün ise onu terk edebilirim.” Ebû Hanife, çoğu zaman gö­rüş­lerini kıyasa dayandırıyordu. Sonra daha güçlü bir kıyası görünce veya o konu hakkında kendisine Hz. Peygamber’in bir hadisi ulaşınca, hadisi esas alıyor ve önceki görüşünü terk ediyordu.

Şa’rânî “Mîzân” (1/62)’da özetle şöyle demektedir: “İmam Ebû Ha­nife hakkında bizim ve her insaf sahibi insanın kanaati şudur: Şayet o, şer’î deliller derlenip düzenlendikten, bu amaçla hadis hafız­larının çe­şitli bölgelere yaptıkları seyahatler bittikten sonra yaşamış ve bu ha­dislere ulaşmış olsaydı, kesinlikle hadisleri esas alır, hadise ters kıyas­ları terk ederek, hadisle amel ederdi. Bu takdirde diğer mez­heplerde az olduğu gibi onun mezhebinde de kıyas az bulunurdu. An­cak şer’î de­liller, onun döneminde ve tabiûn ve tebeu’t-tabiîn dö­nem­lerinde çeşitli şehir ve bölgelerde dağınık bir hâlde bulunuyordu. Böyle olun­ca, zorunlu olarak, onun mezhebinde kıyas sayısı diğer mezheplere oran­la daha fazla olmuştur. Çünkü kıyas yaptığı meselelerde, diğer müçtehit âlimlerin aksine o delile sahip değildi. Diğer müçtehit âlim­lerin dönemlerinde hadis hafızları çeşitli şehir ve bölgelere yap­tıkları yolculuklar sonunda hadislerin toplama işini bitirmişler ve onları ilmî bir disiplin altında biraraya getirmişlerdi. Böylece toplanan ha­dis­ler, sorunların da çözümünü ge­tirmişti. Kıyasın sayısının onun mez­he­bin­de çok, diğer müçtehit­lerin mezheplerinde ise az olmasının nedeni bu­dur.”

Bu bilgilerin büyük bir bölümünü Ebü’l-Hasenât, “Nâfiu’l-kebîr” ad­­lı kitabında nakletmiş (s.135) ve bunu açıklayıcı ve destekleyici bil­gi­lerle zenginleştirmiştir. Dileyen oraya baksın.

Eğer Ebû Hanife’nin bazı sahih hadislere muhalif fet­va vermesinin ardındaki özrü bu olunca -kaldı ki bu kesinlikle geçerli bir özürdür; çünkü Allah hiç kimseyi gücünün üstünde bir şeyle so­rumlu tutmaz- bazı cahillerin yaptığı gibi bu konuda onu eleştirip, kö­tü­­lemek doğru olmaz. Aksine ona karşı daha terbiyeli olmak gerekir. Çünkü o, bu dinin korunmasına ve bize kadar ulaşmasına sebep olan büyük âlimlerden biridir. Ayrıca hata da etmiş, doğruya da ulaşmış ol­sa her halükarda sevap kazanmıştır. Ona saygı duyanların, onun, sa­hih hadislere ters olan görüşlerine bağlı kalmaya devam etmeleri de doğ­ru değildir. Çünkü belirlediği genel prensibe göre, sünnete ters bu görüşler onun mezhebi değildir. Onlar bir tarafta, bunlar bir tarafta; hak ise onlarla bunların arasındadır. “Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin!” (Haşr, 10)

 

3- “Allah’ın Kitabı’na ve Hz. Peygamber’in hadislerine ters bir görüş bildirirsem, o görüşümü almayın.” Fullânî, “Îkâz” s.50. Bu görüşü İmam Muhammed’e nisbet etmiş ve şöyle demiştir:

“Elbetteki bu ve benzeri sözler müçtehit âlimler için söylenmemiştir. Çün­kü müçtehit âlimin bu konuda onların görüşlerine ihtiyacı yoktur. Bilakis bu görüş, mukallitler hakkında geçerlidir.”

Şa’rânî “Mîzân”da bu söze istinaden şöyle demiştir (1/26): “Şayet müçtehit âlim vefat ettikten sonra, sahih olduğu ve onun bunlarla amel etmediği belli olan hadisleri ne yapayım? dersen, bu­na şöyle cevap verilebilir: Senin hadislerle amel etmen gerekir. Çün­kü mezhep imamın, bu hadislere ulaşsa ve bunlar onun kriter­le­ri­ne göre sahih olsaydı, kesinlikle sana bunlarla amel etmeni emre­der­di. Çünkü imamların hepsi dine ileri derecede bağlıdırlar. Bu şekilde ya­pan hayrı iki eliyle avuçlamış olur. “Mezhep İmamımın amel etme­diği bir hadisle ben amel etmem.” diyen kimse, pek çok hayrı  elinden kaçırmış olur. Nitekim mezhep mukallitlerinin çoğununun durumu böyledir. Halbuki onlara düşen, mezhep imamlarının vasiyetlerini yeri­ne getirerek onlardan sonra, sahih olduğu belli olan her hadisle amel etmektir. Biz şuna inanıyoruz ki, onlar yaşasalar ve kendi­lerin­den sonra sahih olduğu anlaşılan ha­disleri elde etselerdi, kesinlikle hadis­leri esas alarak, gereğiyle amel eder­ler ve yapmış oldukları bütün kı­yas­ları ve ileri sürmüş oldukları tüm görüşleri bırakırlardı.

2- Malik b. Enes

İmam Malik şöyle demiştir:

1- “Ben bir insanım; doğruya ulaştığım da olur, yanıldı­ğım da olur. Be­nim görüşlerime bakın; onlardan Kitap ve Sün­­net’e uyanları alın, onlara uymayanları bırakın.” İbn Abdülberr, “Câmi” (2/32). Ondan naklen İbn Hazm, “Usûlü’l-ahkâm” (6/149). Ayrıca bkz. Fullânî (s. 72).

2- “Allah Rasûlü (s.a.v.)’nden başka herkesin sözü alınır da, terk edilir de. Ancak Hz. Peygamber (s.a.v.) bunun dışın­dadır.” Bu sözün İmam Malik’e ait olduğu, sonradan gelen âlimler arasında meş­­hurdur. İbn Abdülhâdî, “İrşâdü’s-sâlik” (1/227) adlı kitabında bu sö­zün ona ait olduğunu doğrulamıştır. İbn Abdülberr “Câmi” (2/ 91)’de, İbn Hazm “Usûlü’l-ahkâm” (6/145,179)’da bunu Hakem b. Uteybe ile Mücahid’in sözü olarak nakletmişlerdir. Takıyuddin es-Sub­kî de “Fetâvâ” (1/148)’da bunu İbn Abbas’ın sözü olarak nakletmiş ve çok güzel bir söz olduğunu dile getirerek, şöyle demiştir:

“Bu sözü İbn Abbas’tan Mücahid, o ikisinden de İmam Malik almıştır. Daha sonra onun sözü olarak meşhur olmuştur.”

Sonra da onlardan İmam Ahmed almıştır. Ebû Davud “Me­sâilu’l-İmam Ahmed” (s. 276) adlı kitabında şöyle der: “Ahmed’in şöy­le dediğini işittim: Hz. Peygamber (s.a.v.) dışında her insanın bazı gö­rüşleri alınıp, bazı görüşleri terk edilebilir.”

3- İbn Vehb şöyle demiştir: İmam Malik’e, abdest alır­ken ayak parmaklarının aralarını yıkama meselesi sorulduğunda şu ce­vabı verdiğini duydum: “Bu, insanlar için, yap­ma­ları zo­runlu olan bir şey değildir.” İnsanlar çevresinden dağılın­ca­ya kadar bekledim. Sonra ona: “Bu konuda biz­de bir sün­net var.” dedim. “Nedir o?” dedi. Dedim ki: “Leys b. Sa’d, İbn Lehia ve Amr b. Haris’in bize haber verdiğine göre; Yezid b. Amr Meâfirî, Ebû Abdurrahman Hu­bu­lî’­den Müstevrid b. Şeddad’ın şu sözünü nakletmiş­tir: “Allah Rasûlü’nü (s.a.v.) serçe parma­ğıyla ayak parmak­larının arasını ovalarken gördüm.” İbn Vehb şöyle dedi: [Malik dedi ki:] “Bu hasen bir hadistir, ilk defa şimdi duyuyorum.” Artık kendi­sine bu mesele sorulduğunda, insanlara parmak aralarını ovalamayı emrettiğini duydum. İbn Ebû Hatim, “Cerh ve’t-ta'dil” isimli kitabının önsözü (s. 31, 32). Bey­hakî “Sünen”de (1/81)’de bunu tam olarak rivâyet etmiştir.

3- İmam Şafiî

İmam Şafiî’ye gelince; bu konuda ondan gelen nakiller daha fazla ve daha güzeldir. İbn Hazm şöyle demiştir (6/118): “Taklit edilen fakihlerin bizzat ken­di­leri taklidi kabul etmemişlerdir. Onlar, öğrencilerini taklitten sa­kın­dır­mışlardır. Bu hususta en fazla titizlik gösteren de İmam Şafiî’dir. Çün­kü o, sahih hadislere uyma ve hadislerin gereğince amel etme ko­nu­sun­da kimsenin ulaşamadığı seviyeye ulaşmış ve tümüyle taklit edil­mekten de uzak olduğunu açıkça ilan etmiştir. Allah bu davranışından dolayı onu mükâfatlandırsın ve sevabını ona bol bol versin. O birçok hay­rın sebebiydi.”

Şafiî mezhebinin müntesip­leri, bu nakillerle en fazla ve en iyi şekilde amel eden in­san­lar olmuşlardır. Bu konudaki sözlerinden bazıları şunlar­dır:

1- “Her insana Allah Rasûlü’nün (s.a.v.) istisnasız tüm sünneti ulaşmamıştır. Dile getirdiğim görüşlerde ve belirle­di­ğim prensiplerde, Allah Rasûlü’nün sünnetine aykırı bir durum varsa, bu durumda Allah Rasûlü’nün hadisi, benim gö­rüşümdür.” Hâkim bunu İmam Şafiî’ye ulaşan bir rivâyet zinciri ile rivâyet etmiştir. Bkz. İbn Asâkir, “Târîhu Dımaşk” (15/1/3); “İ’lâmu’l-muvakkiîn” (2/ 363-364) ve “Îkâz” (s.100).

2- “Müslümanlar şu konuda ittifak etmişlerdir: Allah Rasûlü’nün  (s.a.v.) sünneti açıkça belli olduktan sonra onu baş­ka birinin sözü için terk etmesi helâl değildir.” İbn Kayyim (2/361); Fullânî (s.68).

3- “Kitabımda Allah Rasûlü’nün (s.a.v.) sünnetine ters bir şey bulursanız, Allah Rasûlü’nün (s.a.v.) sünnetiyle amel edin; benim görüşümü bırakın.” (Bir başka rivayette: “Ona uyun; başkasının sözüne itibar etmeyin.”) Herevî, “Zemmü’l-kelâm” (3/47/1); Hatîb, “İhticâc bi’ş-Şâfiî” (8/ 2); İbn Asâkir (15/9/1); Nevevî “Mecmû” (1/63); İbn Kayyim (2/ 361); Fullânî (s.100). Diğer rivâyet için bkz. Ebû Nuaym “Hilye” (9/107); İbn Hibbân “es-Sahîh” (3/284 - İhsân) sahih bir senedle.

4- “Hadis sahih olduğunda, o benim mezhebimdir.” Nevevî, a.y.; Şa’rânî (1/57) (Bu sözü, Hâkim ve Beyhakî’ye dayan­dır­mış­tır); Fullânî (s.107). Şa’rânî şöyle demiştir: “İbn Hazm şöyle dedi: “Yani hadis, ona veya başka âlimlere göre sahih olduğunda.”

Onun bu açıklamasının hemen ardından gelen sözü, bu an­lamı açıkça dile getirmektedir. Nevevî özetle şöyle der: “Mezhep kitaplarından bilindiği üzere mezhebimizin âlimleri, tesvib meselesinde ve hastalık özürüyle ihramdan çıkmanın şart koşulması hususunda bununla amel etmişlerdir. Mezhep âlimlerimizden hadisle fetva verdiği bildirilenlerden ikisi şunlardır: Ebû Yakub Buveytî, Ebü’l-Kasım Dârekî. Bu sözle amel eden muhaddis âlimlerimizden biri de İmam Ebû Bekr Beyhakî’dir. Bu sözü kullanan daha başka muhaddis âlimlerimiz de vardır. Mezhebimizin ilk âlimlerinden bir grup, bir me­selede Şafiî’nin mezhebi hadisle çeliştiğinde hadisi esas alır ve onunla amel eder ve “Şafiî’nin mezhebi, hadise uygun olandır.” diyerek hadi­sin gereğince fetva verirlerdi.

Şeyh Ebû Amr şöyle demiştir: “Şafiîlerden biri kendi mezhebine ters düşen bir hadisle karşılaştığında bakar: Şayet mutlak olarak veya sadece o konuda yahut meselede içtihat etme şartları onda tam ola­rak mevcutsa, bağımsız olarak o hadisle amel eder. Fakat bu şartlar onda tam olarak bulunmuyorsa ve hadise muhalefet için kalbi tatmin edecek bir cevabı bulunmayıp, bu yüzden hadise muhalefet etmek ona ağır geliyorsa, İmam Şafiî’den başka bir âlim de o hadisle amel et­miş­se, o da onunla amel eder. Bu durum, kendi imamının mezhe­bini bırakma hususunda onun için mazeret kabul edilir. Bu söylediği, bilinen güzel bir şeydir. Allah daha iyi bilir.”

Burada İbn Salâh’ın değinmediği başka bir mesele var.

O da şudur: Bu kimse, hadisle amel eden birini bulamazsa, bu du­rum­da ne yapacaktır? Takiyyüddin es-Subkî: “Ma’nâ kavli’ş-Şafiî izâ sahha’l- hadîs” (c.3, s.102) isimli kitabında bu soruya şu cevabı ve­ri­yor:

“Bu durumda en doğru olan, hadisle amel etmektir. İnsan kendini Hz. Peygamber’in huzurunda ve hadisi ondan işittiğini kabul etmelidir. Böyle olunca, hadisle amel etmekten geri kalabilir mi? Allah’a yemin olsun ki, hayır… Herkes anladığı kadarıyla amel et­mek­le mükelleftir.”

Bu konuda geniş bilgi ve araştırmayı, “İ’lâmu’l-muvakkiîn” (2/ 302, 370) ve Fullânî’nin “Îkâzü himemi uli’l-ebsâr li’l-iktidâi bi-seyyidil-muhâcirîn ve’l-ensâr ve tahzirihim ani’l-ibtidâi’ş-şâi fi’l-kurâ ve’l-emsâr min taklîdi’l-mezâhib maa’l-hamiyyeti ve’l-asabiyyeti beyne fukahâi’l-a’sâr” adlı kitabında bulabilirsin. Bu, alanında eşsiz bir kitaptır. Hakkı seven her kişinin anlayarak ve üzerinde titizlikle düşünerek bu kitabı oku­ması gerekir.

5- “Siz  hadisleri ve ricali benden daha iyi bilirsiniz. Sahih hadis olduğunda onu bana bildirin. Kûfeli, Basralı veya Şamlı, hangi diyardan olursa olsun, sahih olduğunda ona gideyim.” Burada hitap İmam Ahmed b. Hanbel’edir. Bkz. İbn Ebû Hâtim “Âdâ­bü’ş-Şâfiî” (s.94-95); Ebû Nuaym “Hilye” (9/106); Hatîb “İhticâc biş-Şâfiî” (8/1); ondan naklen İbn Asâkir (15/9/1), İbn Abdülberr “İntikâ” (s.75); İbnü’l-Cevzî “Menâkibü’l-İmâm Ahmed” (s.499); Herevî (2/47/2). Bunlar, üç ayrı senedle Abdullah b. Ahmed b. Hanbel’in, ba­ba­sından, İmam Şâfiî’nin böyle dediğini naklettiğini rivâyet etmiş­lerdir. Bu sözün İmam Şâfiî’ye ait olduğu doğrudur. Bu yüzden İbn Kayyim “İ’lâm” (2/325) ve Fullânî “Îkâz” (s.152)’de bu sözün İmam  Şâfiî’ye ait olduğunu kesin bir şekilde dile  getirmişler ve şöyle demişlerdir:

“Beyhakî şöyle demiştir: Bu yüzden İmam Şafiî çoğunlukla hadisi esas almıştır. O, Hicazlıların, Şamlıların, Yemenlilerin ve Iraklıların il­mini kendisinde toplamıştır. Birini diğerine kayırmaksızın ve kendi bel­desindeki halkın mezhebine meyletmeksizin, kendine göre sahih olan hadisleri almış ve onlarla amel etmiştir. Hakikat, başkasının veya ken­disinden önce yaşamış olup da sadece belde halkının mezhebiyle ye­tinip, muhalif olduğu hadislerin sağlamlık derecesini öğrenmek için gayret göstermemiş olan âlimlerin görüşlerinde ortaya çıkmış olsa da durum aynıdır. Allah bizi de, onu da bağışlasın.”

 

6- “Hadis âlimleri tarafından benim görüşlerime aykırı ola­rak sahih hadis rivayet edilecek olursa, ben hadise mu­halif o görüşlerimden sağlığımda da, öldükten sonra da vaz geçtim.” Ebû Nuaym, “Hilye” (9/107), Herevî (47/1), İbn Kayyim, “İ’lâ­mü’l-muvakkiîn” (2/363), Fullânî (s.104).

7- “Hz. Peygamber’den (s.a.v.) sabit olan sahih bir ha­dise rağmen benim ona ters bir söz söylediğimi görürseniz bilin ki, aklım gitmiştir.” İbn Ebû Hâtim, “Âdâbü’ş-Şâfiî” (s. 93); Ebû’l-Kâsım es-Semerkandî, “Emâlî”; ondan nakille Ebû Hafs Müeddib, “Müntekâ” (1/234); Ebû Nuaym “Hilye” (9/106) ve İbn Asâkir (15/10/1) sahih senedle rivâyet etmiştir.

8- “Hz. Peygamber’in (s.a.v.) hadisine muhalif olan bütün söz ve görüşlerimde, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) hadisi uyulmaya daha layıktır; beni taklit etme­yin.” İbn Ebû Hâtim (s.93); Ebû Nuaym ve İbn Asâkir (15/9/2) sahih bir se­nedle rivâyet etmiştir.

9- “Benden duymamış olsanız dahi Hz. Peygamber’den rivayet edilen her hadis benim görüşümdür.” İbn Ebû Hâtim (s.93-94).

4- Ahmed b. Hanbel

İmam Ahmed’e gelince; o, müçtehit âlimler arasında en fazla hadis toplayan ve onlara en çok bağlanan kişidir. Hadise bağlılıkta o kadar ileriydi ki, dinin ayrıntı ve reyle ilgili konularında kitap kaleme alınmasını hoş görmezdi.” İbnü’l-Cevzî, “Menâkıb” (s.192).

O, hadise bağlılık hususunda şöyle demiştir:

1- “Beni taklit etme. Malik’i de, Şafiî’yi de, Evzaî’yi ve Sev­rî’yi de taklit etme. Onlar bilgiyi nereden aldılarsa, sen de oradan al.” Fullânî (s.113), İbn Kayyim, “İ’lâm” (2/302).

Bir başka rivâyette şöyle demiştir: “Dininde bun­­lardan hiç kimseyi taklit etme. Hz. Peygamber’den (s.a.v.) ve asha­bından ne gelmişse, onu al ve onunla a­mel et. Onlardan sonraki nesil olan tâbiûndan gelenlere gelince, kişi onların görüşleriyle amel edip etmemekte ser­besttir.”

Bir keresinde de şöyle demiştir: “İttibâ, kişinin, Hz. Pey­gamber’den (s.a.v.) ve ashabından gelene tâbi olması­dır. Tabiûndan sonra kişi, dilediğine tâbi olmakta serbest­tir.” Ebû Davud, “Mesâilü’l-İmâm Ahmed” (s.276-277).

2- “Evzaî’nin görüşü, Malik’in görüşü, Ebû Hanife’nin görüşü... Bunların tümü birer görüşten ibarettir ve bana göre hepsi eşittir. Delil sadece eserlerdedir.” İbn Abdülberr, “Câmi” (2/149).

3- “Kim Allah Rasûlü’nün (s.a.v.) hadisini kabul et­mez­se, o helâkın eşiğindedir.” İbnü’l-Cevzî (s.182).

İşte bunlar, müçtehit âlimlerin sünnete sarılmayı emre­den ve kendilerini basiretsiz bir şekilde taklit etmeyi yasak­layan sözleridir. Bunlar yorum ve tartışma kabul etmeyecek derecede gayet açık ve net sözlerdir. Bundan dolayı, sün­netle sabit olan bir şeyi yapan kimse, böyle yapmakla o ko­nuda kendi mezhep imamının bazı görüşlerine aykırı düşse dahi, onun mezhebinden ve yolundan çıkmış olmaz. Tam aksine müçtehit imamların hepsine birden tâbi olmuş ve kop­ması mümkün olmayan sağlam kulpa tutunmuş olur. An­cak müçtehit âlimlerin görüşlerine aykırı olmasından ötürü, sabit sünneti terk eden kimsenin durumu bundan fark­lıdır; o, âlimlere karşı gelmiş ve onların yukarıda geçen sözle­rine aykırı davranmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaş­mazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” Nisa, 65.

“Bu sebeple, onun emrine aykırı davrananlar, başla­rına bir belâ gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar.” Nur, 63.

Hafız İbn Receb (rah.a.) bu konuda şöyle demiştir:

“Kendisine, Rasûlullah’ın (s.a.v.) emrinin ulaştığı ve onu bilen her insanın yapması gereken ve onun hakkında vacip olan şudur: İleri gelen bir âlimin görüşüne aykırı olsa dahi bu emri halka duyurup açıklamak ve onlara öğüt verip, Hz. Pey­gamber’in emrini yerine getirmelerini emretmek.

Çünkü Allah Rasûlü’nün emri, yüceltilmeye ve uyul­ma­ya, bazı konularda yanılarak sünnete aykırı düşebilen herhangi bir büyük âlimin görüşünden daha lâyıktır. Bu se­bep­le sahâbîler ve onlardan sonra gelen nesiller, sahih sünnete aykırı davranan herkesi eleştirmişler ve bazen bu eleştirinin dozunu çok yükseltmişlerdir. Bu tutumu babalarına ve âlimlerine karşı da gös­termişlerdir. Nitekim Tahâvî “Şerhu Meâni’l-âsâr”da (1/372) ve Ebû Ya’lâ da “Müsned”inde (3/1317) ravileri güvenilir olan sahih bir se­nedle Sâlim b. Abdullah b. Ömer’in şöyle dediğini rivâyet etmiştir:

“Mes­cidde İbn Ömer’le oturuyorduk. Derken Şamlılardan bir adam geldi ve ona temettü haccını sordu. İbn Ömer: “Bu, güzel bir şeydir.” dedi. Adam: “Fakat baban bunu yasaklıyordu.” dedi. İbn Ömer ada­ma: “Yazıklar olsun sana! Babam bunu yasaklamış olabilir; ama Re­sû­lullah (s.a.v.) bunu yapmış ve yapılmasını emretmiştir. Şimdi sen Re­sû­lullah’ın emrine mi yoksa babamın yasağına mı uyarsın?” karşı­lığı verdi. Adam: “Resûlullah’ın emrine uyarım.” dedi. İbn Ömer: “Ar­tık git.” dedi. Bu rivâyetin bir benzerini de İmam Ahmed (Hadis no: 5700) rivâyet etmiştir. Tirmizî de “Şerhü’t-Tuhfeti” (2/82) bunu rivâyet etmiş ve sahih olduğunu söylemiştir. İbn Asâkir (1/51/7) de İbn Ebû Zi’b’in şöyle dediğini rivâyet etmiştir: “Sa’d b. İbrahim (yani Abdur­rah­man b. Avf’ın oğlu), bir adam hakkında Rebia b. Ebû Abdur­rah­man’ın görüşüyle hüküm verdi. Bu hüküm adamın aleyhine idi. Ben ona, Resûlullah’tan, bu hükümle çelişen bir hadis aktardım. Bunun üzerine Sa’d, Rebia’ya: “Bu İbn Ebû Zi’b’tir. Bana göre güvenilir bir ravidir. Ba­na, Resûlullah’tan, verdiğim hükmün aksine bir hadis nakletti.” De­di. Rebia ona: “Sen içtihat ettin ve hükmün geçerli oldu.” dedi. Sa’d ise: “Ne acayip durum! Ben Resûlullah (s.a.v.)’ın hükmününü bı­ra­ka­ca­­ğım, Sa’d’ın hükmüyle hükmedeceğim, öyle mi?! Bilakis Sa’d’ın hük­­münü bırakıyor ve Resûlullah (s.a.v.)’ın hükmüyle hükme­diyo­rum.” dedi. Ardından davayı yazdığı kağıdı getirterek, onu yırttı ve a­da­­mın lehine hüküm verdi.”

Bunu ise, o insan­lara kin ve nefret duydukları için yapmamışlardır. Aksine onlar, sevip, de­ğer verdikleri insanlardır. Ancak gönülle­rinde Hz. Peygam­ber’in sevgisi daha ileri ve onun emri bü­tün yaratıkların emrinin üstündedir. Allah Rasûlü’nün (s.a.v.) emri ile başkalarının emri çatışınca, Allah Rasûlü’nün (s.a.v.) emri öne alınıp uyulmaya daha lâyıktır. Yanlış içtihadının sorumluluğu bağışlanmış olsa bile, Allah Rasûlü’nün emrine muhalif görüş bildiren âlimlere duyu­lan sevgi ve saygı, Hz. Peygamber’in emrine uymaya engel olamaz. Bilakis o bu içtihadından dolayı ecir alacaktır. Çünkü Resûlullah (s.a.v.): “Hakim için, içtihat ederek meseleyi veya davayı inceleyerek hüküm verip isabet ettiği zaman iki ecir, yanıldığı zaman bir ecir vardır.” buyurmuştur. Bu hadisi Buhârî, Müslim ve başkaları ri­vâyet etmiştir.

Aksine yanlış içtihadının sorumluluğu bağışlanmış olan o âlimler, Allah Ra­sûlü’nün (s.a.v.) görüşüyle çeliştiği zaman kendi görüşle­rinin ak­sine hareket edilmesini çirkin görmemişlerdir.

Diyorum ki: Mademki yukarıda geçtiği üzere münte­sip­lerine bunu emretmişler ve kendilerinin sünnete aykırı görüşlerini terk etmeyi gerekli kılmışlarken, kendi görüşleri­nin aksine hareket edilmesini ne diye çirkin görsünler? Hatta İmam Şafiî kendi müntesiplerine, kendisi onu alma­mış veya aksini almış olsa bile sahih sünneti kendisine at­fet­me­le­rini emretmiştir. Araştırmacı büyük âlim İbn Dakik İyd, dört imamdan herbirinin sahih hadise teker teker ve topluca muhalif olan görüşlerini çok büyük bir cilt hâlinde bira­ra­ya getirdiği kitabının önsözünde şöyle der:

“Bu meseleleri müçtehit âlimlere atfetmek ha­ramdır. Onları taklit eden fakihlerin, bunları onlara atfederek ken­di­lerine iftirada bulunmamaları için bu meseleleri bilmeleri ge­reklidir.” Fullânî (s.99).

MEZHEB İMAMLARINA İTTİBA EDENLERİN SÜNNETE UYMAK İÇİN ONLARIN BAZI GÖRÜŞLERİNİ ALMAMASI

Bütün bu sebeplerden dolayı, müçtehit âlimlere bağlı olanlar (“(Onların) çoğu önceki ümmetlerden, birazı da sonrakilerdendir Vakıa, 13-14), bağlı oldukları âlimlerin görüşlerinin hep­sini almamışlardır. Aksine onların pek çok görüşünü, sünnete aykırı olduğu anlaşılınca terk etmişlerdir. Hatta Al­lah her ikisine de rahmet etsin, İmam Muhammed b. Ha­san ve İmam Ebû Yusuf, “Hanefi mezhebinin üçte biri ka­dar konuda” hocaları Ebû Hanife’ye ters düşmüşlerdir. Fık­hın ayrıntı meselelerini konu edinen kitaplar, bu durumu açıkça ortaya koyan belgelerdir. İmam Şafiî’nin yolunu izle­yen Müzenî ve başkaları için de benzer sözler söylenmekte­dir. Bunların örneklerini aktarmak, sözü uzata­cağı gibi bizi anlatımı kısa tutma hedefimizden de saptırır. Bu nedenle sadece iki örnek vermekle yetineceğiz:

1- İmam Muhammed “Muvatta” adlı kitabında şöyle der (s.158): “Ebû Hanife’ye gelince, Allah ona rahmet et­sin; ona göre, yağmur duasında namaz yoktur. Bize göre ise; imam cemaate iki rekât namaz kıldırır, dua eder ve cüb­besini ters giyer.

2- İmam Muhammed’in arkadaşlarından  ve İmam Ebû Yusuf’un öğrencilerinden İsam b. Yusuf Belhî. “O  da çoğunlukla Ebû Hanife’nin görüşlerinin tersine fetva veri­­yordu, çünkü onun delilini bilmiyordu. Başkasının deli­lini görüyor ve o delil gereğince fetva veriyordu.” Bu se­beple “rükûya giderken ve rükûdan doğrulurken ellerini kaldırı­yor­du.”

Nitekim Allah Rasûlü’nden (s.a.v.) gelen mütevatir sün­nette de durum budur. Bu yüzden üç imamın bu sünnete mu­­halif görüş bildirmiş olmaları, onu bu sün­netle amel et­mekten alıkoymamıştır. Yukarıda geçtiği üzere, dört mez­hep imamının ve başka âlimlerin de tanıklıklarıyla, her bir müslümanın yapması gereken de işte budur.

Özetleyecek olursak; mezhep müntesiplerinden hiç kim­senin bu kitabın metodunu kötüleme ve mezhebe mu­halif olduğu iddiasıyla içindeki sünnetlerden istifadeyi terk etme yönünde bir girişimde bulunmayacağını umarım. Bilakis müçtehit imamların, sünnetle amel etmenin vacip olduğuna ve sünnete muhalif görüşlerinin terk edilmesine dair yukarıda geçen sözlerini hatırına getirmesini dilerim. Şunu bilsin ki, bu metodu kötülemek, hangisi olursa olsun, taklit ettiği imamı kötülemesi demektir. Zira biz yukarıda da açıkladığımız üzere bu metodu onlardan al­dık. Kim, bu yol­da onların yol göstericiliğin­den yüz çevi­rirse, o büyük bir teh­likeyle karşı karşıyadır. Çünkü bu tavır beraberinde, sün­net­ten yüz çevirmeyi getirir. Halbuki bize, anlaşmazlık duru­munda sünnete başvurmamız ve onun hükmüne tes­lim olmamız emredilmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çı­kan anlaşmazlık hu­su­sunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükmü içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş ol­mazlar.” Nisa, 65

Allah’tan, bizleri, haklarında şöyle buyurduğu kulların­dan yapmasını niyaz ederim: “Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Rasûlü'ne davet edildiklerinde, müminlerin sö­­zü ancak “İşittik ve itaat ettik” demeleridir. İşte asıl bun­lar kurtuluşa erenlerdir. Her kim Allah’a ve Rasûlü'ne ita­at eder, Allah’a saygı duyar ve O’ndan sakınırsa, işte asıl bunlar mutluluğa erenlerdir. Nur, 51-52.

Ey Rabb'imiz. Bize dünyâda da bir güzellik ver, âhirettede bir güzellik ver ve bizi o ateş azabından koru”(Bakara: 201).

“Ey Rabb 'imiz! Hesâb günü, ayağa kalkacağımız gün bana, ana ve babama ve bütün imân edenlere mağfireteyle” (İbrâhîm:41).

Velhamdulillahi Rabbil Alemin Vesselâtü Vesselâmü Alâ Rasûlünâ Muhammed'in Ve Alâ Âlihî Ve Sahbihî Ecmaîn

Ehli Sünnetin Esasları -  İmam Ahmed Bin Hanbel

Ebu Ya’la el Hanbeli der ki; “Bu (kitabı) aramak için Çin’e bile yolculuk yapılsa, yine az gelirdi.”

İmam Ahmed r.a. dedi ki; “İndimizde sünnetin esasları şunlardır;

1- Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin ve ashabının üzerinde bulundukları şeye sıkı sarılmak

2- Onlara uymak

3- Bidatleri terk etmek

4- Her bidati dalalet (sapıklık) olarak bilmek

5- Heva ehli bidatçilerle tartışmayı ve onlarla oturmayı terk etmek.

6- Dînî hususlarda çekişmeyi, tartışmayı ve düşmanlığı terk etmek

7- Bize göre sünnet; Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet edilenlerdir.

8- Sünnet, Kur’an’ı tefsir eder ve Kur’an’ın delilidir.

9- Sünnette kıyas olmaz, ona darbı mesel yapılmaz, heva ve akıllar onu tam olarak kavrayamaz. Şüphesiz bu ancak tabi olmayı ve hevayı terk etmeyi gerektirir.

11- Sünnetin gereklerinden bir hasleti terk eden, ona iman edip kabul etmeyen, onun ehlinden olamaz.

12- Kadere hayrı ve şerri ile iman etmek, bu konudaki hadisleri tasdik etmek, onlara inanmak gerekir. “niçin?” “nasıl?” diye sorulmaz. Ona iman ve tasdik ancak budur. Hadisin açıklamasını bilmeyen, ona akıl erdiremeyen, bunun hükmünde iman etmek ve teslim olmak ile yetinir. Böyle bir kimsenin, “sadıkul masduk”’un hadisinde, kader, rü’yet, Kur’an gibi konularda varid olan sünnetlerde konuşmaktan yasaklanmıştır. Sünnetle konuşsa bile, tartışmayı bırakıp teslim oluncaya ve gelen rivayetlere iman edinceye kadar Ehli Sünnet ashabından olamaz.

13- Kur’an Allah Kelamıdır, mahluk değildir. “O mahluk değildir” demekte gevşeklik gösterilmez. Şüphesiz Allah’ın Kelamından hiçbir şey mahluk değildir. Bu konuda tartışmaya girmekten sakın! Onun lafzı ve başka şeyler hakkında konuşan veya  “Mahluk mu değil mi bilmem.” Diyerek tevakkuf eden de, “O mahluktur” diyen de bidat sahibidir. Şüphesiz o ancak Allah’ın kelamıdır. Mahluk değildir.

14- Allah’ın kıyamet gününde görüleceğine iman etmek. Nitekim bu Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den sahih hadislerle gelmiştir.

15- Şüphesiz peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Rabbini görmüştür. Bu, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den sahih olarak gelmiştir. Bunu Katade, İkrime’den, o da İbni Abbas radıyallahu anhuma’dan rivayet etti. El Hakem, Eban’dan, o da İbni Abbas radıyallahu anhuma’dan rivayet etti. Yine Ali Bin Zeyd, Yusuf bin Mihran’dan, o da İbni Abbas radıyallahu anhuma’dan rivayet etti. Bize göre bu hadis Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den zahirinde geldiği gibidir. Bu konuda kelama dalmak bidattir. Lakin biz zahirinde geldiği gibi iman eder, bu konuda kimseyle tartışmayız.

16- Kıyamet gününde mizana iman ederiz. Geldiği gibi; kul kıyamet gününde tartılır da sivri sinek kadar ağırlık taşımaz. Eserde geldiği gibi kulların amelleri tartılır. Ona iman ve tasdik etmek, bunu kabul etmeyenden uzaklaşmak ve tartışmayı terk etmek gerekir.

17- Şüphesiz Allah, kıyamet gününde kullarıyla arada bir tercüman olmadan konuşacaktır. Buna iman edilir ve tasdik edilir.

18- Havz’a iman etmek gerekir. Şüphesiz Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in kıyamet gününde, ümmetinin ona uğrayacağı bir havzı olacaktır. Genişliği de boyu gibi bir aylık mesafedir. Üzerindeki kapların sayısı gökteki yıldızlar kadardır. Bundan başka bu konudaki sahih olan haberlere iman ederiz.

19- Kabir azabına iman etmek gerekir.

20- şüphesiz bu ümmet kabirlerinde imtihan olunacak, imandan, islamdan, rabbinin kim olduğundan, peygamberinin kim olduğundan sorulacaklardır. Allah nasıl dilemiş ve nasıl murad etmişse o şekilde münker ve nekir melekleri gelecektir. Buna iman ve tasdik ederiz.

21- kömür gibi oluncaya kadar cehennemde yandıktan sonra bir kavmin Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in şefaatiyle oradan çıkacaklarına iman etmek. Onlara cennetin kapısındaki nehre girmeleri emrolunur. Bu Allah nasıl dilerse öyle olur. Buna ancak iman eder ve tasdik ederiz.

22- Mesih Deccal’in çıkacağına, iki gözünün arasında kafir yazılı olacağına iman etmek. Bu konuda hadisler gelmiştir. Bunların olacağına iman etmek gerekir.

23- şüphesiz Meryem oğlu İsa aleyhisselam, nüzul ederek deccali Lüd kapısında öldürecektir.

24- İman kavil ve ameldir. Artar ve eksilir. Tıpkı rivayette; “İman bakımından müminlerin en kamili, ahlakça en güzel olanıdır” buyrulduğu gibi.

25- “Kim namazı terk ederse o kafir olur” “Namazdan başka terki küfür olan amel yoktur.” Kim namazı terk ederse kafirdir. Nitekim Allah onun katlini helal kılmıştır.

26- Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den sonra bu ümmetin en hayırlısı Ebu Bekr es Sıddık, sonra Ömer bin el Hattab, sonra Osman bin Affan radıyallahu anhumdur. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in Ashabının öne geçirdikleri gibi biz de bunları öne geçiririz. Bu konuda ihtilaf etmemişlerdir. Bu üçünden sonra beş şura ashabı; Ali bin Ebi Talib, Talha, Zübeyr, Abdurrahman bin Avf ve Sa’d radıyallahu anhum gelir. Bunların hepsi hilafet için uygundur. Hepsi de imamdır. Bu konuda mezhebimiz İbni Ömer radıyallahu anhuma hadisidir; “Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem hayatta iken, ashabı şöyle sıralanırdı; Ebu Bekr, sonra Ömer, sonra Osman, sonra susardık.” Bundan sonra Muhacirlerden ve Bedir ehlinden olan şura ashabı gelir. Sonra Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in Ensar’dan olan Bedir ehli ashabı gelir. Bundan sonra hicretteki önceliklerine göre sıralanırlar.

27- Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bu sahabelerinden sonra insanların en üstünleri, O’nun gönderildiği asırda yaşayıp, O’nunla bir sene, veya bir ay, veya bir gün veya bir saat sohbet eden veya O’nu gören her bir sahabedir. O’nunla beraber sahabelik yapan, onu işiten ve onu gören, sahabeliğine göre sıralanır. Onların sahabelik bakımından en altta olanı, topladığı bir çok amellerle Allah’a kavuşsa bile Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’i görmeyenlerden üstündür. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e sahabelik edenler, O’nu görmüşler, onu dinlemişlerdir. Onu gözüyle görüp iman eden kimse, bir saatlik görse de, sahabeliği sebebiyle, bütün hayırlı toplamış olan tabiinden üstündür.”

28- İyi de olsa, günahkar da olsa ümmetin, insanların etrafında toplanıp razı oldukları, ve kılıçla halifeliğini kabul ettikleri, müminlerin hilafet makamındaki emirini dinleyip itaat etmeleri gerekir.

29- Kıyamet gününe kadar iyi ve facir emirlerle birlikte gazaya çıkmak terk edilmez.

30- Fey’in taksimi ve hadlerin ikamesi imamlara aittir. Hiç kimse onlara bu hususta hakaret edemez ve onlarla çekişemez.

31- Zekatları onlara vermek caiz ve geçerlidir. Zekatını onlara veren kimsenin zekatı, imamları iyi yada facir olsun yerini bulur.

32- halifenin ve onun tayin ettiği kimsenin arkasında Cuma namazı kılmak caizdir, tamdır ve iki rekat olarak kılınır. Bu namazı eksik görüp iade eden bidatçidir, eserleri (hadisleri) terk ederek sünnete muhalefet etmiş olur. İmamların iyisinin ve facirinin ardında namaz kılmayı caiz görmezse, o kimseye Cuma’nın faziletinden bir nasip yoktur. Sünnet ise, namazı onlarla beraber iki rekat olarak kılmaktır. Bu eksiksiz bir namazdır, gönlünde bu hususta bir şüphe olmasın.

33- İnsanların, ister halifeliğini razı olarak kabul ettikleri, ister zorla etrafında toplanmış oldukları Müslüman ümmetten olan bir İmam’a karşı çıkan kimse, Müslümanların birliğini bozmuş ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den gelen rivayetlere muhalefet etmiş olur. Bu şekilde ölürse cahiliye üzere ölmüş olur.

34- Sultana karşı savaşmak helal değildir ve insanlardan hiç kimsenin onlara karşı çıkması caiz değildir. Kim böyle yaparsa sünnetin ve doğru yolun haricinde bir bidatçidir.

35- Kişinin canına ve malına saldırırlarsa, canını ve malını korumak için hırsızlara ve haricilere karşı savaşmak caizdir. Gücü yettiği kadar onlara karşı kendini müdafaa eder. Onlar bırakıp giderlerse onları takip etmez. Bunu ancak Müslümanların imamı yapabilir. Kişinin sadece bulunduğu yerde kendisini savunması ve kimseyi öldürmemeye niyet etmesi gerekir. Şayet canını ve malını müdafaa esnasında saldırganı öldürürse Allah’tan uzak olanı öldürülendir. Şayet canını ve malını savunurken öldürülecek olursa, hadislerde geldiği gibi o kimsenin şehid olmasını umarım. Bu konudaki bütün hadisler, saldırgan ile çarpışmayı emreder fakat, onu öldürmeyi ve arkasını takip etmeyi emretmez. Eğer onu yaralarsa veya esir alırsa o öldürülmez. Ona had cezası da uygulanmaz. Onun durumu Allah’ın kendisine yetki verdiği kimseye havale edilir ve buna o hükmeder.

36- kıble ehlinden herhangi bir kimsenin işlediği bir amel sebebiyle onun cennetlik veya cehennemlik olduğuna şahitlik etmeyiz. Salih kimse için ümit besleriz ve günahkar kimse için de korkar, onun için Allah’ın rahmetini umarız.

37- kim Allah’ın huzuruna cehennemi gerektiren bir günahta ısrar etmemiş ve ondan tevbe etmiş olarak çıkarsa, şüphesiz Allah onun tevbesini kabul eder. O, kullarının tevbesini kabul edendir, kötülüklerini bağışlayandır.

38- bu günahından dolayı kendisine had uygulanmış olarak Allah’ın huzuruna çıkan kimseye gelince, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den gelen rivayette olduğu gibi, onun günahına kefaret olur.

39- ceza gerektiren bir günaha tevbe etmeden Allah’ın huzuruna çıkan kimseyi, Allah dilerse azab eder, dilerse bağışlar.

40- kafir olarak Allah’ın huzuruna çıkan kimse azaba uğrar, bağışlanmaz.

41- evli iken zina eden kimse bunu itiraf ederse veya zina ettiğine dair delil ortaya konursa, onun recm edilmesi haktır.

42- nitekim Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem recim cezası uygulamıştır.

43- Raşid imamlar da recim cezasını uygulamışlardır.

44- Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sahabelerinden birini küçük gören veya yaptığı bir şeyden dolayı onlardan birine buğzederek kötülüklerini dile dolayan, ashabın hepsini rahmetle anmadıkça ve kalbi onlar için selim olmadıkça bidatçi olur.

45- Nifak küfürdür. Bu; kişinin Allah’ı inkar etmesi ve O’ndan başkasına ibadet etmesidir, bununla beraber müslümanmış gibi görünmesidir. Tıpkı Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanındaki münafıklar gibi.

46- Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in; “Şu üç şey kimde bulunursa o münafıktır” hadisine gelince, bu vebalin ağırlığını anlatmak içindir. Bunları öylece rivayet ederiz, yorum yapmayız.

47- Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in; “Benden sonra birbirinizin boyunlarını vurarak sapık kafirlere dönmeyin” hadisi, “iki Müslüman kılıçlarıyla çarpışırsa öldüren de, öldürülen de ateştedir” hadisi ve “Müslüman sövmek fasıklık, onu öldürmek küfürdür” hadisi, “kim kardeşine ey kafir derse bu küfür ithamı ikisinden birini bulur” hadisi ve “zayıf bir ihtimal ile dahi olsa nesebden uzak olduğunu belirtmek, Allah’ı inkardır” hadisine gelince;

48- bu ve bunlar gibi sahih olarak ezberlenmiş hadislere, yorumunu bilmesek de teslim oluruz. Bunlar hakkında konuşup mücadeleye girmeyiz. Bu hadisleri ancak böyle rivayet edilen hadislerle açıklarız. Bunları en uygun olan anlamına hamlederiz.

49- Cennet ve Cehennem Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den gelen; “Cennete girdim ve orada bir köşk gördüm”, “Kevseri gördüm”, “Cennet halkının çoğunun şunlar şunlar olduğuna muttali oldum..”, “Cehennem’e şöyle muttali oldum..” hadislerinde olduğu gibi yaratılmışlardır, şuan mevcutturlar. Kim onların yaratılmamış olduğunu iddia ederse Kur’anı ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hadislerini yalanlamış olur. Böyle bir kimsenin cennete ve cehenneme de inandığını sanmam.

50- Kim kıble ehli bir muvahhid olarak ölürse, onun cenaze namazını kılarız ve onun için bağışlanma dileriz. İşlediği küçük yada büyük günah sebebiyle onun cenaze namazını ve ona bağışlanma dilemeyi terk etmeyiz. Onun işini Allah’a havale ederiz.

000000000000------------00000000000000

FIKHUL EKBER ASIL ŞERHİ METNİ

Ebû Hanîfe -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- Kûfî “Fıkh-ı Ekber” adlı kitabına  şu sözleri ile başlamıştır:

Tevhidin aslı ve itikatta sağlam dayanak mükellefin söylemesi farz olan şu esaslardır: Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygam­berlerine, öldükten sonra dirilmeğe, kadere, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna, inandım.

“Allahu Teâlâ zatında birdir. Fakat bu birliği  sayı cihetinden değil, ortağı bulunmamak yönündendir.”

Allah azze ve celle İhlâs sûresinde şöyle buyuruyor:

“De ki: O, Allah birdir.Allah sameddir.O, doğurmamış ve doğmamıştır.Onun hiçbir dengi yoktur..”

Allah'ın yarattığı şeylerden hiçbir varlık ona benzemez.

Allah azze ve celle geçmişte ve gelecekte Zatî ve Fi’lî sıfatlar ile va­sıflanmıştır.

Allah'ın Zatî sıfatları şunlardır: Hayat, Kudret, İlim, Kelâm, Semi', Basar, İrade.

Allah'ın fi'lî sıfatları ise tahlîk, terzîk, inşâ, ibda', sun', ihya, if­na, inbat, inmâ, gibi iş ile ilgili olan sıfatlardır. Tahlîk, yaratmak demektir. Tarzîk, yaratıkları rızıklandırmaktır. İnşâ ilk başta yaratmak, ibda', eşsiz bir şekilde yaratmaktır. Sun', Allah'ın sanatı demektir. İhya diriltmek, ifna yok etmek, inmâ bü­yütmek, üretmek; tasvir eşyaya şekil vermek demektir.

Allah Teâlâ'nın isimleri ve sıfatları vardır. O'nun hiçbir ismi ve hiçbir sıfatı hadis değildir.

Yâni Allah'ın bütün sıfatları ve isimleri ezelidir, başlangıcı yok­tur. Ebedîdir, sonu yoktur.

Allah Teâlâ'nın ilim sıfatı ile eşyayı bilmesi gerçektir. İlim sı­fatı ezelde Allah'ın sıfatıdır.

Allah her şeyi ezelî sıfatı olan bilgisi ile bilir, cehaleti doğuran bilgi ile değil. Allah'ın ilmi ezelidir, ebedîdir, ziyade ve noksanı ka­bul etmekten münezzehtir. Bilgi sahiplerinin bilgisi böyle değildir. Artma ve eksilme kabul eder.

Allah Teâlâ'nın isimleri ve sıfatları vardır. O'nun hiçbir ismi ve hiçbir sıfatı hadis değildir.

Yâni Allah'ın bütün sıfatları ve isimleri ezelidir, başlangıcı yok­tur. Ebedîdir, sonu yoktur.

Kudret sıfatı ile Allah'ın her şeye gücü yeter. Kudret sıfatı Al­lah'ın ezelî sıfatıdır.

Allah'ın sıfatları, ezelde yaratılmış değildir. Allah'ın sıfatlarının yaratılmış olduğunu söyleyen, yahut bu konuda duraklama göste­ren, yahut şüpheye düşen kimse kâfir-i billâhtır.

Kur'an-ı Kerîm, mushaflarda yazılıdır, kalblerde mahfuzdur, li­sanlarda okunan kelâmdır.

Kur'an-ı Kerim, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem sallellahu aleyhi vesellem üze­rine indirilmiştir.

Bizim Kur'an'ı telâffuz edişimiz yaratılmıştır. Kur'an'ı yazma­mız ve onu okumamız da yaratılmıştır.

Allah'ın Kelâmı Nefsisi olan Kur'an Allah kelâmıdır, yaratıl­mış değildir.

Allah azze ve celle'nın Kur'an'da, Musa aleyhisselâm'dan, diğer pey­gamberlerden, Firavun'dan ve şeytan'dan bahsettiği hususların hep­si Allah Teâlâ'nın kelâmıdır. Onlardan haber vermektedir.

Allah Teâlâ'nın kelâmı yaratılmış değildir. Mûsa aleyhisselâm ve diğer yaratıkların sözleri ise yaratılmıştır.  Kur'an, Allah Teâlâ'nın Kelâmıdır, onların sözü değildir.

Musa âleyhisselâm, Allah Teâlâ'nın kelâmını işitmiştir. Bu konu­da Allah azze ve celle şöyle buyuruyor:

“Ve Allah Musa ile vasıtasız konuştu.”

Musa ile konuşmadan önce Allah Teala Mütekellim idi yani konuşan idi. Allah Teala mahlukatı yaratmadan öncede yaratıcı idi.

Sonra Allah azze ve celle'nın:

“Hiçbir şey Allah gibi değildir.”

Allah; Musa aleyhisselâm ile konuşunca, ezelde kendi­sinin sıfatı olan Kelâm ile konuşmuştur.

Allah ın bütün sıfatları mahlukun sıfatlarının hilafınadır.

Kelâm sıfatı Allah Teâlâ'nın sıfatlarındandır.

Allah'ın bütün sıfatları ezelde vardır. Yaratıkların sıfatları böyle değildir. Allah bilir, fakat bizim bilgimiz gibi değil. Allah'ın gücü yeter, fakat bizim gücümüz gibi değil. Allah görür, fakat bi­zim gördüğümüz gibi değil. Allah, konuşur, fakat bizim konuşma­mız gibi değil. Bizler âletler, uzuvlar ve harfler yardımı ile konu­şuruz. Allah Teâlâ ise aletsiz ve harfsiz olarak konuşur. Harfler ya­ratılmıştır. Allah Kelâmı ise yaratılmış değildir.

Allah azze ve celle bir şeydir, fakat diğer şeyler gibi değildir. Burada Allah bir şeydir, sözünden kasdedilen, yani Allah zatı ile ve sıfatı ile vardır. Ancak Allah Teâlâ, zat ve sıfat bakımından ya­ratılmış eşya gibi değildir.

Allah Teâlâ'nın diğer eşyaya benzemeyen bir şey olduğunu ifade etmenin manası, cisimsiz, cevhersiz ve arazsız olarak varlığını ispat etmektir.

Allah Teâlâ'nm sınırı yoktur. Zıddı yoktur. Benzeri yoktur. Onun gibisi yoktur.

Allah Teâlâ'nın zatına ve sıfatına lâyık bir şekilde eli vardır, yüzü vardır, nefsi vardır. Allah'ın Kur'an'da zikrettiği yüz, el, ve nefs kelimeleri bunların hepsi keyfiyetsiz olarak Allah'ın sıfatlarıdır.

Elden maksat Allah'ın kudreti, yahut ni­metidir, denilemez. Zira bu türlü tevillerde Allah'ın sıfatlarını iptal vardır. Allah'ın sıfatlarını iptal ise Kaderiye ve Mutezile taifesinin sözleridir. Lâkin Allah'ın eli, keyfiyetsiz olarak sıfatıdır. Allah'ın ga­zap ve rızası da yine keyfiyetsiz olarak Allah'ın sıfatlarıdır. Yâni bu sıfatların nasıl olduğunu biz bilemeyiz, ancak Allah kendisi bilir.

Allah Teâlâ, eşyayı, hiçbir şey olmaksızın maddesiz olarak ya­ratmıştır.

Eşya var olmadan evvel Allah Teâlâ, ezelde eşyayı biliyordu.

Eşyayı takdir eden ve takdirine göre hüküm veren  Allah'tır.

Dünyada ve âhirette Allah'ın dilemesi, kaderi, kazası, bilgisi yazgısı ve Levh-i Mahfuz'da yazısı olmaksızın hiçbir şey var olmaz. Ancak, Allah'ın yazması, o şeyi vasf etme şeklinde olup hükmetmek suretiyle değildir.

Kaza, kader ve meşîet sıfatları keyfiyetsiz olarak Allah Teâlâ'nın ezeldeki sıfatlarıdır.

Allah Teâlâ, yok olan şeyi yokluk halinde yok olarak bilir. Ve o şeyi var ettiği zaman nasıl olacağını da bilir. Var olan şeyi, varlık halinde mevcut olarak bilir. Yine Allah Teâlâ, var olan şeyin nasıl yok olacağını bilir. Allah Teâlâ, ayakta olanı ayakta bilir, oturduğu zaman oturma halinde bilir. Allah'ın bilgisinde bir değişiklik olmaz. Allah için sonradan bir bilgi de hasıl olmaz, ancak sonradan kulların durumlarında değişiklik meydana gelir.

Allah Teâlâ, yaratıkları, küfür ve imandan boş olarak yarattı, sonra onları emir ve yasaklar ile muhatap kıldı. Kâfir olan kendi işiyle ve inkârıyla kâfir oldu, Allah, yardımını ondan esirgeyerek kâ­fir oldu. İman eden de kendi fiili, ikrar ve tasdiki ile iman eder. Al­lah ona yardım edip imanda muvaffak kılar.

Allah Teâlâ, Âdem aleyhisselâm'ın zürriyetini, küçük zerre şeklinde, Âdem aleyhisselam'ın neslinden yaratmış, onlara akıl vererek hitab etmiş, emir ve yasaklarda bulunmuştur. Kullar da, O’nun Rableri olduğunu ikrar etmişlerdir. Kulların bu ikrarları iman olmuştur. Bu sebeple bütün kullar, bu İslâm fıtratı üzerine doğarlar.

İmandan sonra her kim Allah'a olan sözünü bozarak küfreder fıtri olan imanını değiştirmiş olur. Kim imanını açıklarsa ve bu açıklamasını kalbi ile tasdik ederse, İslâm dini üzere sabit olur ve devam eder.

Allah Teâlâ, yarattıklarından hiçbirini küfür, yahut iman üze­rine zorlamamıştir.

Allah Teâlâ, kulların hiç birini mümin, yahut kâfir olmaya zorlamadığı gibi, yaratırken mümin, yahut kâfir olmaya zorlayarak ya­ratmamıştır. Belki Allah kullarını şahıslar olarak yaratmıştır. İman ile küfür, kulun kendi işleridir. Allah Teâlâ, kâfir olanı küfür halinde iken kâfir olarak bilir. Küfrü irtikab ettikten sonra iman ederse, ilminde ve sıfatında bir değişiklik olmaksızın iman halinde mümin olarak bilir.

Kulların, hareket ve durma gibi bütün işleri hakikaten kendi kazançları mahsulü olan işlerdir. Allah Teâlâ ise o işlerin yaratıcısıdır.

Kulların bütün işleri Allah'ın dilemesi, bilgisi, kazası ve kaderi ile meydana gelir. Tâat ve ibadetlerin hepsi Allah'ın emri, mahabbeti rızası, bilgisi, dilemesi, kazası ve kaderi ile sabit olur. Bütün kötülükler de Allah'ın bilgisi, kazası, takdiri ve dilemesiyle olur. Fakat, Allah Teâlâ bunlara razı değildir, bu işleri istemez.

Bütün Peygamberler küçük ve büyük günah işlemekten, küfür­den ve çirkin işlerden korunmuşlardır.

Peygamberlerden bir kısmının bazı kusur ve hataları olmuştur.

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem Allah'ın elçisidir. Nebisidir. Kuludur. Seçtiğidir. Göz açıp kapayıncaya kadar zaman dahi Allaha şirk koşmamıştır. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem büyük-küçük Hiç Bir Günah İşlememiştir.

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem'den sonra insanların en faziletlisi Ebû Bekr, sonra Ömer b, Hattab, sonra Osman b. Affan, sonra Ali b. Ebû Tâlib -Allah onlardan razı olsun-.

Geçmişte olduğu gibi bu dört halife hak üzerinde bakîdirler. Hak ile beraber daimdirler. Onların hepsini severiz.

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem'in sahabîlerini yalnız hayır ile anarız.

Ne kadar büyük olursa olsun, helâl olduğuna inanmadıkça hiçbir müslüman, işlediği herhangi bir günah sebebiyle tekfir etme­yiz, îman ismini onlardan yok etmeyiz.

Biz, büyük günah işleyen kimseye gerçekten mümin deriz. Bir kimsenin kâfir olmaksızın fâsık bir mümin olması caizdir.

Mestler üzetine mesh etmek sünnettir.

Ramazan ayında Teravih namazı kılmak sünnettir.

Müminlerden Allah'a itaat eden ve etmeyen herkesin arkasında namaz kılmak caizdir.

Biz, Mümine işlediği günahlar zarar vermez demiyoruz; işledi­ği günah sebebiyle Cehennem ateşine girmez, demiyoruz; fâsık da olsa dünyadan mümin olarak çıktıktan sonra Cehennemde ebediyyen kalacak, demiyoruz.

Murcie taifesinin söylediği gibi, demiyoruz ki, yaptığımız iyilik­ler kabul edilmiştir, kötülükler de affedilmiştir. Ancak biz şunu söylüyoruz: Şartlarına uygun bir şekilde açık ayıplardan ve gizli kusurlardan uzak kalarak kim iyi bir amel işlerse ve dünyadan çıkıncaya kadar yaptığı bu ameli iptal etmezse, Allah Teâlâ onun bu amelini zayi etmez, belki fazlı ve Keremi ile bu ameli kabul edip mükâfatlandırır. Allah'a eş koşmak­tan başka mümin olarak fakat tevbe edemeden öldüğü kötülükleri ise Allah Teâlâ'nın dileğindedir. İsterse, affeder, dilerse azab eder. Fakat ebedî olarak Cehennem ateşinde bırakmaz. Herhangi bir amel­de gösteriş, yahut yaptığı işte kendini beğenmek gibi haller vuku bulursa, o amelin mükâfatını iptal eder.

Peygamberler için mucizeler, veli kullar için de kerametler haktır.

Hadislerde haber verildiği üzere, Firavun, İblis, Deccal gibi Al­lah düşmanlarında görülen harikalara mucize adını vermeyiz. Bun­lara, ihtiyaçlarının giderilmesi ismini veririz.

Allah'ın düşmanları, kendilerine verilen bu harikalar ve ni­metler sebebiyle değişirler ve isyanlarını yahut küfürlerini artırırlar. Bunların hepsi caiz ve mümkündür.

Allah Teâlâ, hiç bir şeyi yaratmadan evvel de yaratıcı idi. Kim­seye rızık vermeden evvel de rızık verendi.

Allah Teâlâ ahirette görülecektir. Müminler Allah Teâlâyı cennette teşbihsiz ve keyfiyetsiz görecektir. Müminler Allah Teâlâ'yı gördükleri zaman, yakınlık ve uzaklık bakımından bir sınır içinde bulunmayacak.

İman, dil ile ikrar, kalb ile tasdikten ibarettir.

(Ebu Hanife burada ehli sünnete muhalif kalmıştır. İman kalp ile tastik dil ile ikrar azalar ile ameldir. Artar ve eksilir.)

Gök ve yer ehlinin imanı ne artar, ne eksilir.

Bütün müminler iman ve tevhid   noktasında eşittirler. Ancak amel bakımından farklıdırlar.

İslâm, içtenlikle Allah'ın emirlerine teslim olmak, görünüşte de boyun eğmektir. Lügatte ise iman ile İslâm arasında fark vardır. Fakat İslâmsız iman olmaz, imansız da İslâm olmaz. Bunlar insanın sırtı ile karnı gibidir.

Din, iman ile islâmın her ikisine verilen isimdir. Bütün şeriatlara da din denilir.

Allah Teâlâ'yı, kendini tanıttığı şekilde, hakkıyle tanırız.

Hiçbir kimse, Allah Teâlâ'ya lâyık olduğu şekilde ibadet etme­ğe güc yetiremez. Ancak emrettiği şekilde O'na ibadet eder.

Allah'ı tanımada, din işleri ile ilgili kesin bilgide, Allah'a tevekkülde, Allah ve Rasûlünü sevmede, kaza ve kaderine rıza göstermede, Allah'ın aza­bından korkmada, rahmetini ummada ve iman hususunda bütün müminler eşittirler. Ancak tasdik ve ikrarın dışında amel, derece ve makam yönün­den farklılık gösterirler.

Allah Teâlâ, kullarından bazılarına fazlı ile muamele eder. Ba­zılarına da adaletiyle muamele eder. Bazen dilediği kullar için lâ­yık olduğunun kat kat üstünde sevabı fazlı ile ve keremi ile verir. Kulun günahına karşılık adaleti ile yalnız lâyık olduğu cezayı verir. Bazı kullarına azab etmeyip fazlı ile affeder.

Peygamberlerin ve bizim Peygamberimizin müminlerin gü­nahkârlarına ve büyük günah işleyenlere şefaat etmeleri haktır.

Kıyamet gününde amellerin özel bir tartı aleti ile tartılması haktır.

Kıyamet gününde hasımlar arasında kısas haktır.

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem sallellahu aleyhi vesellem'in havzı haktır. Cennet ve Cehennem de şimdi yaratılmışlardır.

Cennet ve Cehennem ehlinin hayatları sona ermeyecek, ebe­diyen kalacaklardır.

Allah'ın sevabı da azabı da ebediyyen fani olmaz.

Allah Teâlâ fazlı icâbı dileyeni doğru yola iletir, adaleti icabı dileyeni saptırır.

Allah'ın saptırması, kuluna yardım etmemesidir. Allah Teâlâ, kendi yolunu istemeyen, küfür ve isyan da bulunmak isteyen kullarını razı olduğu amellere muvaffak kıl­maz. Bu da Allah'ın adaleti icabıdır.

Allah Teâlâ kimi hidayet yolunda bırakmak isterse, kal­bini Tevhid inancı için genişletir ve nurlandırır. Bunun alâmeti ölmeden evvel âhiret için hazırlanmak, gurur evi olan dünya ha­yatından uzaklaşmak ve ebedî kalış yurduna intisab etmektir.

Sapıklığı isteyen kişiye yardım etmemesi adaleti icabı olduğu gibi böyle kimselere yaptıkları kötülükten dolayı azab etmesi de adaleti icabıdır. Biz demiyoruz ki, şeytan mümin kulun kalbin­den imanı zorla yok eder. Ancak biz diyoruz ki: Kul kendi arzusu ile imanı terk eder. Terk edince şeytan onu bu kuldan yok eder.

Münker ve Nekir meleklerinin kabirde soru sorması haktır.

Kabirde ruhların kullara iadesi de haktır. Kabrin kafirler için daralması ve gerek kâfirlere gerekse müslimlerin bir kısmına kabirde azab edilmesi haktır.

İlim adamlarının söyledikleri gibi, Allah'ın sıfatlarını, Arapçadan başka sözlerle, meselâ, farsça ile söylemek caizdir.

Yaratıklara benzetmeksizin ve bir keyfiyet belirtmeksizin Allah'ın yüzü mana­sında “Rûy-i Huda”demek caizdir.

Yani ilim adamlarının çeşitli lügatlerle zikrettikleri gibi, Allah'­ın isim ve sıfatlarında yabancı dillerdeki karşılığını bizler de Allah Teâlâ hakkında zikredebilir, onlara uyabiliriz.

Ancak, Kitap ve Sünnette geldiği üzre “Allah'ın eli” manasında (Yedullah) tâbirini farsça, yahut başka bir yabancı dille zikretmek caiz değildir.

Allah Teâlâ'ya yakınlık ve uzaklık, mesafe uzunluğu ve kısa­lığı manasında olmadığı gibi,keramet ve alçaklık ihsan ve zillet ma­nasında da değildir.

Ancak Allah'a itaat eden keyfiyetsiz olarak O'na yakındır; isyan eden de yine keyfiyetsiz olarak O'ndan uzaktır.

Uzaklık, yakınlık ve yönelme halleri Allah Teâlâ'ya yalvaran kulda da bulunur.

Cennette Allah Teâlâ'ya komşu olmak, Allah'ın huzu­runda bulunmak da keyfiyetsiz olacaktır.

Kur'an-ı Kerîm Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem sallellahu aleyhi vesellem'e in­dirilen, mushaflarda yazılı olan Allah Kelamıdır.

Kur'an-ı Kerîm'in bütün âyetleri Allah'ın kelâmı manasında olup fazilet, azamet bakımından eşittirler.

Ancak bazılarında zikir, bazılarında mezkur fazileti vardır.

Meselâ, Âyet'Kürsî gibi. Ayet Kürsî'de Allah'ın Celâli, azamet ve sıfatı mezkurdur. Âyet'el Kürsî'de iki türlü fazilet vardır. Biri zikir faziletidir, diğeri ise mez­kûr faziletidir.

Kâfirlerin hallerini vasfeden âyetlerde ise yalnız zikir fazileti var olup mezkûr fazileti yoktur. Çünkü bunlarda mezkûr olan kâfirlerdir.

Kâfirler için fazilet yoktur. Bunun gibi Allah'ın bü­tün isimleri ve sıfatları da fazilet ve azamet bakımından eşittirler, aralarında bir fark yoktur.

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem iman özerinde öl­müştür.

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellemin anne ve babası İslâm gelmeden önce öl­müşlerdir.

Amcası Ebû Talib kafir olarak ölmüştür.

Kasım, Tâhir, ve İbrahim, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem'in oğulları idi. Fatma, Zeynep, Rûkiyye ve Ümm-i Gülsüm de kızları idiler. Allah hepsinden razı olsun.

Bir kimse Tevhid ilminin ince noktalarında bir şüphe içine gi­rerse, soracağı bir âlim buluncaya kadar o durumda, Allah katında en doğrusu hangisi ise ona inanıyorum, demesi gerekir. Kendisinden bilgi öğreneceği ilim adamını aramak işini tehir etmek caiz değildir. Böyle bir kişi, sorup araştırmadan beklediğinden ötürü mazur ka­bul edilemez.

Allah'ın sıfatlarından herhangi biri hakkında bilgi sa­hibi olmadığı halde bir ilim adamını araştırmayıp beklerse, bir şüp­he mânasına geleceği için böyle bir kimse kafir olur.

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem'in Miraç haberi hak­tır. Miracı inkâr eden bidatçı, sapıktır.

Deccalın çıkması, Ye'cüc ile Me'cüc'ün çıkması, güneşin batı­dan doğması, İsa aleyhisselâmın gökten inmesi ve sağlam haber­lerle geldiği üzre diğer Kıyamet alâmetlerinin ortaya çıkması hak­tır, olacaktır.

Allah dileyeni doğru yola sevk eder.

000000000000000-----0000000000

Sünnet İslam’dır, İslam Sünnet’dir

Bil ki; İslam Sünnet, Sünnet de İslam’dır. Biri olmadan diğeri (mevcud) olmaz.

Hassan ibni Atiyye (rahmetullahi aleyh), bu hususta şöyle demiştir: "Cibril (aleyhi selam), Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'e Kur’an'ı getirdiği ve öğrettiği gibi, Sünnet’i de öylece getirir ve öğretirdi." (İbni Abd'il Berr, Cami’ul Beyan'il İlm, 2/191)

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Kim benim Sünnet’imden yüz çevirirse benden değildir!.." (Buhari; Müslim; Nesai; Darimi; Ahmed)

Ebu Hureyre (radiyallahu anh)’dan naklonulduğuna göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "İmtina edenler hariç, bütün ümmetim Cennet'e girecektir! Sahabe-i Kiram: İmtina edenler de kim? dediler. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem): Kim bana itaat ederse Cennet'e girer, kim asi olur (itaat etmezse) o imtina etmiş demektir! buyurdular.” (Buhari)

Ebu Bekir es-Sıddk (radiyallahu anh) diyor ki: “Sünnet Allah’ın sapasağlam ipidir. Onu terkeden bir kimse kendisiyle Allah arasındaki ipi koparmış olur.” (İbni Batta, eş-Şerhu ve’l İbane, 120)

Nakledidiğine göre İmam Malik (rahmetullahi aleyh) şöyle dedi: “Sünnet, Nuh (aleyhi selam)’ın gemisi gibidir. Ona binen kurtulur. Ona binmeyen boğulur.” (Şeyh'ul Islam İbni Teymiyye, Mecmu el-Feteva, 4/57; Suyuti, Miftah'ul Cenne fil İ'tisam bi's Sünne, 53)

Tabiin döneminin büyük Alimleri'nden İmam Zühri (rahimehullah) şöyle dedi: "Geçmiş Ulema'mız derlerdi ki; Sünnet’e sarılmak kurtuluş (vesilesi)dir. İlim, süratli bir şekilde alınıp yok edilir. Bu sebeple ilmin ayakta tutulması, din ve dünyanın devamı (demektir). İlmin (yok olup) gitmesinde ise bütün bunların (yok olup) gitmesi (söz konusudur.)" (Darimi; Abdullah İbn'ul Mübarek, Kitab'uz Zühd, 281)

Hasan el-Basri (rahmetullahi aleyh) demiştirki; “Allah’a yemin olsun Sünnetler’iniz haddi aşanla, haktan uzak kalan arasında kalmıştır. O Sünnetler’e uymada sabrediniz. Zira Sünnet Ehli, eskiden insanların en azı idiler, gelecekte de insanların en azı olacaklardır. Sünnet Ehli; ne haddi aşanlarla azgınlıklarına gider, ne de Bi’datçilerle Bi’datlerine… Bilakis onlar; Rablerine kavuşuncaya kadar Sünnet’e uymada sabreden kimselerdir. O halde İnşallah siz de böyle olunuz!..” (Darimi; Şerh'ul Akidetu Tahavi)

Abdullah İbn'ud Deylemi şöyle dedi: “Bana ulaştı ki dinin (yok olup) gitmesinin başlangıcı Sünnet’in terk edilmesi (ile olacakdır). İpin bir büklüm bir büklüm (daha çözülerek yok olup) gitmesi gibi din de bir Sünnet bir Sünnet (derken yok olup) gider.” (Darimi; Muhammed ibni Vaddah el-Kurtubi, el-Bid'at ve'n Nehyu Anha, 1/66)

Sünnet Cema'at’e Tutunmaktır

Cema'ate tutunmak (da) Sünnet’tendir.

İbni Ömer (radiyallahu anhuma ecmain)’den rivayete göre, şöyle demiştir: Ömer (radiyallahu anh), Şam’ın bir bölgesi olan Cabiye’de bize bir Hutbe vererek şöyle konuştu: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in bize söylediği bazı şeyleri size söylemek üzere aranızdayım. O bize şöyle demişti: “Size Ashabım'ı sonra onların peşinden gelenleri sonra da onların peşinden gelenlerin yaşantılarını tavsiye ederim bunlardan sonraki nesillerde yalan yayılacaktır. O derece ki kendisinden yemin etmesi istenmediği halde insanlar yemin edecekler, şahidlikleri istenmediği halde insanlar yalan şahidliği yapacaklardır. Dikkat edin bir erkek bir kadınla tek başına kalmasın; üçüncüleri Şeytan'dır. İslam Cema'atinden ayrılmayın, ayrılıklardan sakının çünkü Şeytan cema'ate katılmayıp tek kalanlarla beraberdir. Cema'atten olan iki kişiden uzaktır. Kim Cennet'in en güzel yerlerinden köşk sahibi olmak isterse; İslam Cema'atinden ayrılmasın. Kimi, yaptığı iyilik sevindiriyor ve kötülükleri de üzüyorsa o kimse Mü’mindir.” (Tirmizi; İbni Mace; Ahmed, Müsned; Hakim; Kenz'ul Ummal, 1/1033)

Enes ibni Malik (radiyallahu anh)’dan nakledilen bir Hadis'in metni şu şekildedir; Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “İsrailoğulları yetmiş bir fırkaya ayrıldı. Onların yetmiş tanesi helak oldu, bir tanesi helak oldu, bir tanesi de kurtuldu. Benim ümmetim de yetmiş iki fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan yetmiş bir tanesi helak (Cehennemlik) olacak, bir tanesi de kurtulacaktır. Ya Rasulullah! O kurtulacak olanlar kimlerdir? diye sordular. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) de: Onlar cema'attir, cema'attir, buyurdu.” (İbni Mace; Ahmed)

İmam Kurtubi der ki: "Bize Yahya bin Abd'ul Hamid anlattı (...) eş-Şa'bi'den, O, Abdullah ibni Mes'ud (radiyallahu anh)'dan rivayetle dedi ki: "Topluca Allah'ın ipine sarılın ve ayrılığa düşmeyin!" (Al-i İmran 3/103) buyruğu cema'at olun! demektir. Yine ondan ve başkalarından çeşitli yollarla böyle bir açıklama rivayet edilmiştir. Bütün bunların manası birbirine yakın ve birbiriyle iç içedir. Şüphesiz yüce Allah, birbirimizle kaynaşmamızı emretmekte ve ayrılığı yasaklamaktadır. Çünkü ayrılık, (tefrika) helak olmaktır, cema'at ise kurtuluştur. Şöyle diyen (Abdullah) İbni Mübarek'e Allah'ın rahmeti olsun: "Şüphesiz cema'at, Hablullah’tır (Allah'ın ipidir). Ona yapışın, O’nun sapasağlam kulpuna yapışarak korunun." (Kurtubi, el-Cami li Ahkam'ul Kur’an, 4/156)

Herkim Cema'at'ten gayrısını ister ve ondan ayrılırsa; İslam boyunduruğunu boynundan çıkarıp atmış, sapan ve başkalarını saptıran birine çevrilmiş olur.

Bu konuda varid olan bazı Hadisler şöyledir: "Cema'atten ayrılan, cahiliye ölümü üzere ölür." (Buhari; Müslim; Ahmed)

İbni Ömer (radiyallahu anhuma ecmain)’den rivayete göre, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Allah benim ümmetimi -veya Muhammed Ümmeti'ni- dalalet (sapıklık) üzerine bir araya getirmeyecektir. Allah’ın yardımı cema'at ile beraberdir. Her kim cema'atten ayrılırsa Cehennem'e ayrılmış olur.” (Tirmizi)

İbni Abbas (radiyallahu anhuma ecmain)’den dedi ki: Rasulullah (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu: "Her kim emirinden hoşuna gitmedik bir şey görürse sabretsin. Çünkü cema'atten bir karış kadar dahi ayrılıp ta ölen bir kimsenin o ölümü cahiliye ölümüdür." (Buhari; Müslim) Bir başka rivayette: "İslam’ın boyunduruğunu boynundan çıkartmış olur." (Tirmizi; Ahmed) denilmektedir. (Şerh'ul Akidetu Tahavi, 379-382)

Ashab Cema'at’in Esasıdır

Cema'atin üzerine bina edildiği esas, Muhammed sallahu aleyhi ve sellem Ashabı'na -Allah tümüne rahmet etsin- dayanır. Onlar Sünnet ve Cema'at Ehli (Ehl-i Sünnet ve’l Cema'at)’dir.

Tirmizi'de Abdullah ibni Amr (radiyallahu anhuma ecmain)’den rivayet edilen Hadis'de şöyle denilmektedir: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “İsrailoğulları yetmişiki fırkaya ayrılmıştı benim ümmet'im ise yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan biri hariç gerisinin tamamı Cehennemlik'tir. Bunun üzerine Ashab; O tek fırka hangisidir? diye sordu. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) de; Benim ve Ashabım'ın üzerinde bulunduğu fırkadır, buyurdu.” (Tirmizi)

(Dini ve İlmi) onlardan almayan her kimse, sapkın ve Bid’atçidir.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Benim ve benden sonraki hidayete ermiş Raşid Halifeler'in Sünnet’ine uyunuz, ona azı dişlerinizle sımsıkı bir şekilde sanrılınız.” (Ebu Davud; Tirmizi; İbni Mace; Darimi; Ahmed, Müsned; İbni Ebu Asım, es-Sünne, 54)

Her Bid’at Dalalet, her Dalalet ve (Dalalet) Ehli de ateştedir.

Cabir (radiyallahu anh), Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den nakleder: "Sözün en hayırlısı Allah (Subhenahu ve Teala)’nın Kitabı'dır. Yolların en hayırlısı Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’ in yoludur. İşlerin en kötüsü, sonradan ortaya çıkarılmış olan Bid’atlardır. Her Bid’at Dalalet'tir, sapıklıktır.” (Müslim; İbni Mace; Nesai)

Ebu Şame diye bilinen Ebu Muhammed, Abd'ur Rahman ibni İsmail'in (665H) şu açıklaması, ne kadar da güzeldir! O, şöyle der:

"Görüldüğü gibi, cema'atten ayrılmamak kesinlikle emredilmiş bulunmaktadır. Bundan maksat, hakka tabi olup asla ondan ayrılmamaktır. Hakka tabi olanların sayısı az, muhalefet edenlerin sayısı çok olsa da, bu böyle olmalıdır! Çünkü itibar, hakka tabi olanların sayısına değil, hakkın kendisinedir. Ve hak, saadetli peygamberimizin zamanındaki ilk cema'atin, Ashab-ı Kiram'ın üzerinde bulunduğu yoldur. Onlardan sonra, bu yola muhalefet edenlerin sayıca çokluğu ise, asla muteber değildir. (Kitab'ul Havadis ve'l Bida, 19; İbni Kayyım, İğaset'ul Lahfan, 69/70 terc, 1/133; Şerh'ul Akidetu Tahavi)

Sünnet ve Cema'at ile Bütün Meseleler Aydınlatılmıştır

Ömer İbn'ul Hattab radiyallahu anh demiştir ki:  “(Ne kendisinin) hidayet üzere olduğunu düşünerek sapan kimsenin ne de dalalet olduğunu düşünerek hidayeti terk eden kimsenin özrü (mazareti) yoktur. Zira, emirler açıkça konulmuş, hüccetler tespit edilmiş ve özür (mazeret) kalkmıştır."

Kişinin kendisini Hak üzere zannetmesinin onu sorumluluktan kurtarmayacağı açıktır. Allah (celle ve celaluhu) şöyle buyurmuştur:

"Şüphesiz bu Şeytanlar onları doğru yoldan saptırırlar. Onlar ise doğru yolda olduklarını sanırlar." (ez-Zuhruf 43/37);

"Allah, bir kısmına hidayet etti, bir kısmına da sapıklık layık oldu. Çünkü onlar Allah’ı bırakıp Şeytanlar'ı dost edinmişlerdi. Kendilerinin de doğru yolda olduklarını sanıyorlardı." (el-A’raf 7/30)

Hüccet'in ulaşmasına dair ise; İrbad ibni Sariye (radiyallahu anh) Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den şöyle buyurduğunu nakletmektedir: “Sizi beyazlık üzerine terk ettim, gecesi gündüzü gibidir, benden sonra ondan ancak helak olan sapar!” (İbni Mace; Ahmed, Müsned; Hakim)

Ömer ibn'ul Hattab (radiyallahu anh)’ın torunlarından ve alimler tarafından Raşid Halifeler'in beşincisi olarak nitelenen Ömer ibni Abd'ul Aziz (rahimehullah) şöyle demektedir: “Sünnet’ten sonra hiçkimseye, kendisini hak üzere olduğunu düşünerek hata edip sapmasına mazeret yoktur.” (el-Mervezi, es-Sünne, 95; Ebu Nu’aym, Hilyet'ul Evliya)

Bu; Sünnet ve cema'atin, dinin tamamını sağlamlaştırıp korumasındandır. İnsanlara bu açıklan(ıp aydınlatıl)mıştır dolayısıyla insanlara düşen (dinden) razı olup tabi olmaktır.

İbni Mesud (radiyallahu anh) diyor ki: “Tabi olunuz, Bid’at çıkarmayınız. Bu size yeter. Her Bid’at sapıklıktır.” (Darimi; Lalekai, es-Sünne, 1/96; Mervezi, es-Sünne, 28; ibni Vaddah, el-Bida ve'n Nehyu Anha, 43; Ebu Heyseme, Kitab'ul İlim, 540)

Bil ki -Allah sana rahmet etsin!- şüphesiz din Allah tebareke ve te’aladan gelendir.

İnsanların akıl ve görüşlerine terk edilmiş birşey değildir. (Din'in) ilmi, Allah (celle celaluhu) ve Rasulu (sallalahu aleyhi ve sellem) katındadır. Hevandan (nefsinden) kaynaklanana uyma ki böylelikle dinden çıkar ve İslam’dan ayrılırsın (Allah katında) hüccetin de olmaz. Zira, Rasulullah sallalahu aleyhi ve sellem ümmetine Sünnet’i beyan etmiş ve Ashabı'na açıklamıştır. Onlar (Ashab), Cema'attir ve Sevad'ul Azam (insanların ekseriyeti olan büyük topluluk; Hak üzere olan Cema'at)’dır; Sevad'ul Azam Hak'tır ve Ehli de (Hak üzeredir).

Enes (radiyallahu anh) Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: "Ümmet'im dalalet üzere İttifak etmeyecektir. Siz bir ihtilaf gördüğünüzde Sevad-ı Azam’a (insanların ekseriyeti olan büyük topluluğa; cema'ate) tabi olunuz." (İbni Mace; Ahmed, Müsned)

Ebu Umame el-Bahili (radiyallahu anh) rivayet ederek dedi ki: "Sevad-ı Azam’a tutunun! Bir adam dedi ki: Sevad-ı Azam nedir? Ebu Umame (radiyallahu anh) bunun üzerine dedi ki: Nur Suresi’ndeki şu Ayet:

"Eğer yine yüz çevirirseniz, artık onun (peygamberin) sorumluluğu kendisine yüklenen, sorumluluğunuz da size yüklenendir." (en-Nur 24/54)" (Ahmed, Müsned)

İbni Mes'ud (radiyallahu anh) diyor ki: "Cema'at, hak üzere olandır, isterse bir kişi olsun!.." (İbni Asakir, Tarihi Dımeşk, 13/322 2)

"İmam İshak ibni Rahavey’e adamın birisi Sevad'ul Azam’ın kim olduğunu sordu. İshak ibni Rahavey cevaben dedi ki: Muhammed ibni Eslem (et-Tusi), onun arkadaşları ve ona tabi olanlardır. Sonra şöyle dedi: Adamın biri (Abdullah) ibni Mübarek’e sordu: Ey Ebu Abd'ur Rahman, Sevad'ul Azam kimdir? (Abdullah ibni Mübarek) dedi ki: Ebu Hamza es-Sukkeri’dir. Sonra İshak dedi ki: Yani o zaman Ebu Hamza’ydı bugün Muhammed ibni Eslem ve onun takipçileridir. İshak sonra dedi ki: Cahillere Sevad'ul Azam kimdir? diye sorarsan diyecekler ki: İnsanların çoğunluğudur. Onlar; cema'atin, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Hadisleri'ne ve Sünnet’ine uyan (alim) bir şahıs olduğunu bilmezler. Herkim onunla birlikte olur ve ona tabi olursa işte cema'at odur, herkim de ona muhalefet ederse o da cema'atten ayrılmıştır. Sonra İshak şöyle dedi: Ben, elli yıldır Muhammed ibni Eslem’den daha alim birini duymadım." (Ebu Nu’aym, Hilyet'ul Evliya)

İbni Kayyım, Ebu Şame'den naklen şunları aktarır:"Amr ibni Meymun el-Evdi şöyle der: Ben Yemen'de bulunduğum müddetçe hiç Muaz (radiyallahu anh)'dan ayrılmadım. Onun vefatından sonra, insanların en fakihi İbni Mes'ud (radiyallahu anh)'a arkadaşlık ettim. Ve onun şöyle dediğini işittim:

"Sakın cema'atten ayrılmayınız, çünkü Allah'ın eli cema'atin üzerindedir."

Bir başka gün ise şöyle diyordu: "Yakında idarecileriniz, namazı geciktirerek kıldıracak. Siz namazınızı vaktinde kılınız, bu farzdır! Sonra onların arkasında da kılınız, bu ise nafiledir. Ben dedim ki: Ey peygamberin ashabı! Hem bize, cema'atten ayrılmamamızı emrediyorsunuz, hem de böyle söylüyorsunuz. Bunun sebebi nedir? O bana şu karşılığı verdi: Ey Amr, ben seni şu kasabanın en anlayışlısı sanıyordum. Sen, cema'at ne demektir, bilmiyor musun? Bil ki, insanların çoğu, cema'ati terketmiştir. Cema'at, hakka uygun olandır! Tek başına da olsan, hakka uyduğun zaman, cema'ate uymuş olursun..."

Nu'aym bin Hammad da bu hususta şöyle demiştir: "O şunu demek istemiştir: Cema'at, haktan ayrılıp bozulduğu zaman, sen, bu cemaatin bozulmazdan önce tabi bulunduğu hakka uy! İşte bu takdirde tek başına da olsan, sen cema'at sayılırsın!" Bunu, Beyheki ve diğerleri rivayet etmiştir." (Ebu Şame, Kitab'ul Havadis ve'l Bida, 19; İbni Kayyım, İğaset'ul Lahfan, 69/70 terc, 1/133)

Herkim Rasulullah sallalahu aleyhi ve sellemin Ashabı'na –dini meselelerden birşeyde- muhalefet ederse Küfr'e düşer.

Allah (azze ve celle) sadece Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e muhalefet etmeye karşı uyarmakla yetinmiyor bundan başka, Kur’an’ın üzerlerine indiği ve dini direk olarak Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den öğrenen ilk Mü’minlerin, Sahabe'nin takip ettiği yoldan başka bir yol edinen kimseleri de şiddetle uyarıyor ve bu tutumun kişiyi yönelteceği acı azaba şöylece değiniyor:

Kim kendisine 'dosdoğru yol' apaçık belli olduktan sonra, elçiye muhalefet ederse ve Mü'minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü şeyde bırakırız ve Cehenneme sokarız. Ne kötü bir yataktır o!..” (en-Nisa 4/115)

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ashabı'na eziyet edenlere lanet ederek şöyle buyurmaktadır: “Ashab'ım hakkında Allah’tan korkun! Ashab'ım hakkında Allah’tan korkun! Benden sonra onları kendinize hedef haline getirip düşmanlık etmeyin! Kim onları severse bana olan sevgisinden dolayı sever. Kim de onlara kin beslerse bana olan kininden dolayı böyle yapar. Kim onlara eziyet ederse bana eziyet etmiş olur. Kim bana eziyet ederse Allah’a eziyet etmiş demektir. Her kim de Allah’a eziyet ederse çok geçmeden Allah onun belasını verir.” (Ahmed, Müsned)

Herkim Sahabe'nin yolunu terkeder ve bundan başka bir yola saparsa, Allah’dan başka –sahte- ilahlar ihdas eden Rafıziler'in, Batiniler'in ve Hulul Ehli Sufiler'in küfre düştüğü gibi küfre düşer. Yolları tıpkı kendilerinin bu dünyada kendi yollarını Sahabe'den ayırdıkları gibi Allah tarafından Ahiret'te Sahabe'nin yolundan ayrılır.

Dinde Sonradan Ortaya Çıkarılan Herşey Dalalet'tir

Bilki; insanlar Sünnet’den bir benzerini terk etmedikçe Bid’at çıkarmazlar. Bid'atlardan kaçın, zira:Sonradan ortaya çıkarılan herşey Bid’attır, her Bid’at dalalettir ve dalalet ve (dalalet) ehli de ateştedir. Hassan ibni Atiyye (rahmetullahi aleyh) dedi ki: "Bir topluluk dinleri hakkında bir Bid’at çıkardılar mı, mutlaka onun benzeri olan bir Sünnet, Allah tarafından onların arasından çekilip alınır ve Diriliş Günü'ne kadar onlara döndürülmez." (Darimi; Lalekai, Şerhu Ehli Sünne ve’l Cema'at; Ebu Nu'aym, Hilye, 6/73)

Bütün Büyük Bid’at ve Sapkınlıklar Küçük ve Önemsiz-Değersiz Birşey Olarak Başlamıştır

Küçük (görünen bütün) Bid’atlardan sakın çünkü (küçük Bid'at) büyük (bir Bid’at ve sapkınlık) olana kadar büyür.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in hakkında “Kur’an’ı şu dört kişiden alınız: İbni Mes'ud...” (Buhari; Müslim) diyerek adını ilk zikrettiği, Sünnet-i Seniyye’ye son derece önem veren ve bu uğurda gayret sarfeden ve Bid’atlara karşı mücadele eden büyük sahabi Abdullah İbni Mes'ud (radiyallahu anh) Kufe’de muallim olarak bulunduğu dönemde vuku bulan ve birçok farklı yoldan bizlere ulaşan bu olay büyük Bid’at ve sapkınlıkların küçük ve önemsiz birşey olarak başladığını ortaya koyan en güzel örneklerden biridir:

"Ömer ibni Yahya dedesinden nakletmiştir: Sabah namazından önce Abdullah ibni Mesud (radiyallahu anh)'ın kapısında oturuyorduk. Evinden çıkınca beraber mescide yürüyecektik. Ebu Musa el-Eş'ari (radiyallahu anh) yanımıza geldi: Abdullah daha çıkmadı mı? diye sordu. Hayır dedik. O da bizimle beklemeye başladı. Derken Abdullah (ibni Me'sud) evinden çıktı. Hepimiz kalkıp etrafını sardık. Ebu Musa (radiyallahu anh) ona dedi ki: Ey Abdullah! demin mescitte garibime giden bir olay gördüm. Fakat, bereket versin ki hayırlı bir iş olarak görünüyordu. Abdullah (ibni Mes'ud) neydi o iş? diye sordu. Ebu Musa: Yaşarken (beklersen) sende görürsün dedi. Sonra şöyle anlattı: Mescitte halka olmuş cema'atler gördüm. Her halkadan bir adam, elinde çakıl taşları olduğu halde komut veriyordu. Yüz defa Tekbir, cema'at yüz Tekbir getiriyordu. Sonra adam: yüz defa La-ilahe illallah diyordu. Cema'at emrin gereğini yerine getiriyordu. Sonra adam yüz defa Subhanallah diye komut veriyor, ve cema'at yine emre uyuyordu. Abdullah: Sen onlara bir şey söylemedin mi? diye sordu. Ebu Musa: Hayır hiç bir şey demedim. Senin görüşünü almak istedim dedi. Abdullah: Sen onlara: Siz o çakıl taşlarıyla günahlarınızı sayın!.. Ben size hayrınızı eksiltmeyeceğine garanti vereyim, diyemedin mi? dedi. Sonra Abdullah (radiyallahu anh) Mescite yürüdü. Biz de beraber gittik. Mescite girince bu halkalardan birine rastladı. Tepelerine dikildi. Nedir sizin şu yaptığınız? dedi. Onlar: Ey Abdullah, bunlar çakıl taşları, Tekbir, Tehlil ve Tesbihlerimiz'i sayıyoruz dediler. Abdullah: Siz o taşlarla günahlarınızı sayın!.. Ben size hayrınızın eksilmeyeceğine garanti vereyim. Ey Muhammed ümmeti! Helakınız ne de hızlı yaklaşıyor. Hem de aranızda bu kadar Sahabe varken, Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem)'in kefeni daha nemlenmişken, yemek tabağı henüz kırılmamışken... Beni Kudreti'yle saran Allah adına söyleyin: Siz, Muhammed ümetinden daha mı fazla hidayette olan bir ümmetsiniz?... Yoksa siz dalalet kapısını açanlar mısınız?... Onlar: Ey Abdullah, Allah'a andolsun ki, bizim hayır işlemekten başka bir niyetimiz yok dediler. Abdullah: Nice hayır uman insanlar var ki asla umduğu hayrı bulamamıştır. Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem) Kur'an okuyan, fakat okudukları kalplerine işlemeyen bir topluluk tarif etmişti. Andolsun ki, sanki o tarife uyanların çoğunluğu sizin aranızda... Sonra onlardan yüz çevirip gitti… Amr ibni Seleme dedi ki. Nehrevan olayında bu adamların çoğunluğunu, Hariciler'le beraber bize saldırırken gördük." (Darimi; Abd'ur Rezzak, Musannef; Taberani, Mucem'ul Kebir, 3/179, 3050; Münziri, et-Terğîb ve’t Terhib, 42, 246; Heysemi, Mecma'uz Zevaid, 1/280, 1001; Suyuti, el-Cami'us Sağir, 2/139; Münavi, Feyz'ul Kadir, 6/23)

Bu rivayetin bir benzeri de İbni Vaddah el-Kurtubi’nin, rivayet zincirinde Tebei Tabiun'dan Salet ibni Behram ile İbni Mesud (radiyallahu anh) arasında inkıta olan ve bu sebeple zayıf sayılan (İbni Hacer, et-Tehtib'ut Tehzib) şu Asar'dır: "İbni Mesud (radiyallahu anh) boncuklarla Tesbih çeken bir kadına uğrar, onları kopartıp atar. Sonra da taşlarla Tesbih çeken bir adama gelir ve ayağı ile vurur. Ardından şöyle der: Çok ileriye gittiniz! Karanlık Bid’atlara daldınız! Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Ashabını ilimde geçtiniz!.." (İbni Vaddah el-Kurtubi, el-Bid’at ve’n Nehyu Anha, 12)

Bu, ümmetin içerisinde ortaya çıkarılan her Bid’at da aynı şekilde olmuştur. Önceleri küçük birşey olarak ve hakka benzer biçimde çıkmış ve bu sebeple de bunları işleyenler sapmış ve bunu terk edememiştir. (Zamanla) büyüyerek onların kendisine uydukları bir din halini aldı dolayısıyla Sırat-ı Mustakim’den saptılar ve İslam’dan çıktılar.

Burada şuna da işaret etmekte fayda vardır. Bilindiği üzere Bid’atlar çeşit çeşittir. Bu sebeple ulema, Bid’at'ul Mukeffire (kişiyi İslam Dini’nden çıkartan Bid’atlar) ile kişiyi İslam Dini’nden çıkarmayan Bid’atları birbirinden ayırmış ve Bid’atları farklı kategoriler halinde ele almıştır. Buradaki genel ifadeden hareketle her Bid’at işleyenin Kafir olduğu sonucuna varılmamalıdır. Zira burada Şeyh'in kişiyi İslam Dini’nden çıkartan Bid’atları kasdettiği aşikardır.

Dini Meseleleri Ciddiye Almanın Gerekliliği

Bil ki -Allah sana rahmet etsin!- kendi döneminden olan kimselerin sözlerini dikkatle inceleki, böylelikle; Nebi sallalahu aleyhi ve sellemin Ashabı'ndan herhangi biri yahut herhangi bir alim bu mesele hakkında konuşmuş mu? (Bunu) soru(şturu)p görene kadar amel etmede acele etmeyesin ve (bir yanlışın) içine girmeyesin! Eğer onlardan delil olacak bir nakil bulursan ona sarıl; hiç birşey yüzünden bu sınırı aşma ve hiç birşeyi ona tercih etme (Cehennem) ateş(in)e düşersin!..

İmam Evzai’den şöyle dediği nakledilmiştir: "İlim; Muhammed (sallalahu alehi ve sellem)’in Sahabeleri'nden gelendir ve hiçbir Sahabe'den gelmeyen şey, ilim değildir." (İbni Abd'il Berr, Cami’ul Beyan'il İlm, 2/36)

Hak Yoldan Sapmanın İki Yolu

Bil ki; Hak yoldan sapmak iki şekilde olur:

İlkinde; hayırdan başka bir isteği olmayan bir adam hak yoldan sapar bu adamın hatasına uyulmaz çünkü helak olmaya götürür.

(İkincisinde) bir adam hakka karşı inat eder ve kendinden önce gelen (Selef'den) muttakilere muhalefet eder, işte bu adam sapan (ve başkalarını) saptıran; bu ümmetin içindeki Asi Şeytan'dır. Onu tanıyanların, insanları ona karşı uyarmak ve onun Bid’atlarına düşerek helak olmamaları için onun durumunu insanlara açıklamak (görev/sorumluluk manasında) bir haktır.

İslam Tamdır ve Teslimiyet İster

Bil ki -Allah sana rahmet etsin!- kulun İslam’ı, (hakka) uymayıncaya, (onu) doğrulamayıncaya ve (ona) teslim olmayıncaya kadar tamamlanmaz. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin Ashabı tarafından (gücü yettiği halde açıklamamak suretiyle) İslam’da yeterince açıklanmamış bir şey kaldığını iddia eden kimse onları yalanlamış (hatalı bir biçimde itham etmiş), onlardan ayrılmış ve onları ta'n etmiştir. Bu (şahıs ise); İslam’da olmayan birşeyi ihdas eden bir Mubtedi (Bid’atçı), (kendisi) sapmış ve başkalarını (da) saptıran bir kimsedir.

İbni Mesud (radiyallahu anh) şöyle rivayet etmiştir: “Allah Te'ala kullarının kalplerine baktı. Onların arasında en hayırlı kalp olarak Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in kalbini gördü. O’nu kendisi için seçti ve peygamber olarak gönderdi. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in kalbinden sonra kullarının kalplerine baktı. Kulları arasında Ashabı'nın kalplerini en hayırlı kalpler olarak gördü. Ve dini için savaşan kimseler olarak onları Nebisi'ne vezir kıldı. Müslümanlar'ın güzel gördükleri Allah (celle celaluhu) katında da güzeldir. Onların kötü gördükleri Allah katında da kötüdür.” (Ahmed, Müsned; Hakim, el-Müstedrek, 3, 78)

Sünnet’de Kıyasa Yer Yoktur

Bil ki -Allah’ın rahmeti üzerine olsun!- Sünnet’de kıyas yoktur ve ne de misaller verilerek mantık yapmak yoktur ve onda hevaya (nefsi isteklere) uyulmaz.

Burada kıyas ile kasdolunan fasid analoji, akli çıkarımlar ve düşünce ile mantıkdır. Buna başvurmanın gerekçesi ise, Şeri'at Ahkamı'ndan hoşnut kalmayan kimselerin dini kendi heva ve heveslerine uygun hale getirme çabalarıdır. İmam İbni Cerir Taberi ve ibni Kesir’in el-A’raf Suresi 7/12 Ayeti'nin Tefsiri'nde naklettiğine göre Hasan el-Basri ve İbni Sirin şöyle demişlerdir: "İlk kıyası yapan İblis'tir.” İblis (lanetullahi aleyh), ateşten yaratılan kendisi ile insan arasında bir kıyas yapmış, ateşin topraktan üstün olduğunu iddia ederek, Allah’a olan itaatsizliğini haklı çıkarmak, Adem (aleyhi selam)’a secde etmemesinin doğru olduğunu ispat etmek istemiştir.

Aksine, Rasulullah sallalahu aleyhi ve sellemden gelen nakilleri, "nasıl?" demeden keyfiyetsiz (nasıl olduğu sorulmadan) ve şerhsiz (nasıl ve neden olduğu sorgulanmaksızın ve açıklama olmaksızın) doğrulamaktır.

Dinde Kelam, Husumet Cedel ve Çekişmenin Yerilmesi

Kelam, Husumet, Cedel ve çekişme –kişi hakka ve Sünnet’e ulamış olsa bile- kişinin kalbine şüphe düşüren bir Bid’attır.

Kelam ilmi, Kur’an ve Sünnet’ten kaynaklanmayan, Mu'tezili fırkası alimlerinin mülhidlere ve felsefik düşünce akımlarına karşılık vermek gayesiyle tesis ettikleri bir ilimdir. Mülhidlere kendi düşünce sistemleri ile (kelam-felsefe) cevap vermek isteyen Mu'tezile neticede İslam’ın birçok sabit hükmünü kelamın gereği olarak terketmek durumunda kalmışlardır. Kelam, alimler tarafından yerilmiş ve birçoğu yanında ilim olarak dahi kabul görmemiştir.

İshak ibni İsa dedi ki: Malik derdi ki: "Kim dini kelamla öğrenmek isterse Zındıklık etmiş olur. Kim kimya ile uğraşırsa iflas eder, kim de Hadis'in garibini elde etme isterse yalancı olur.” (el-Herevi, Zemm'ul Kelam, K-173)

İmam Malik dedi ki: "Şayet; kelam bir ilim olsaydı, Sahabe ve Tabiin, ahkam hakkında konuştukları gibi, kelam hakkında da konuşurlardı. Ancak o bir batıla delalet eden bir batıldır." (Beğavi, Şerh'us Sünne)

İmam Şafii dedi ki: "Kelam erbabı hakkında benim hükmüm şudur: Onlara sopa atmalı, develerin üzerine başaşağı ters bindirip aşiretler ve kabileler arasında dolaştırarak: Kitab ve Sünnet'i bir yana bırakıp da kelamı alanın cezası işte budur, diye nida edilmelidir!" Rebi, İmam Şafii’nin şöyle dediğini nakleder: "Bir kimse ilmi kitaplarını vasiyet etse, kitapları arasında kelam kitapları da bulunsa, kelam kitapları bu vasiyete dahil olmaz." (Razi, Menakıb-ı Şafiî)

Abdullah ibni Ahmed dedi ki: "Babam, Ubeydullah ibni Yahya ibni Hakan’a bir mektup yazarak şöyle dedi: Ben kelam sahini mütekellim değilim ve kelamın da herhangi bir değeri olduğunu zannetmiyorum. Allah’ın Kitabı ve Rasulü’nün Sünneti’nden başka birşey kabul etmiyoruz. Bunun dışında bir şeyde söz söylemek hoş değildir.” (el-Herevi, Zemm'ul Kelam, K-216)

İmam Ahmed şöyle demiştir: "Sünnet’i müdafaa ediyor olsa dahi Kelam Ehli ile oturma!" (İbn'ul Cevzi, Menakib'ul İmam Ahmed, 205)

İmam Eşari, Cuveyni ve Gazali ve hatta Razi gibi çok sayıda alim, kelam ile geçen dönemleri için Allah’tan af ve bağışlanma dileyerek tevbe ettiklerini söylemişlerdir.

Dinde Cedel genel manada yerilmiştir. Allah (azze ve celle) şöyle buyurmaktadır:

"Allah'ın Deliller'i hakkında, ancak Kafir olanlar çekişirler.” (Gafir/Mü'min 40/4)

Ebu Umame (radiyallahu anh) anlatıyor: "Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdular ki: Bir kavm, içinde bulunduğu hidayetten sonra sapıttı ise bu, mutlaka cedel sebebiyle olmuştur. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bunu söyledikten sonra, delil olarak) şu ayeti okudu:

"Onlar: Bizim İlahımız mı yoksa O mu daha iyidir? dediler. Sana böyle söylemeleri, sırf tartışmaya girişmek içindir. Onlar şüphesiz münakaşacı bir millettir!.." (ez-Zuhruf 43/58)" (Tirmizi; İbni Mace)

Ebu Hureyre (radiyallahu anh) anlatıyor: "Biz kader hususunda münakaşa ederken, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) çıkageldi. Öylesine kızdı ki, öfkenin hasıl ettiği kızıllıktan, yüzünde sanki nar taneleri ortaya çıkmıştı. Bize şöyle çıkıştı: Bununla mı emredildiniz, yoksa ben size bunun için mi gönderildim!?! Bilin ki, sizden öncekileri, dini meselelerdeki münakaşalarını çokluğu ve peygamberleri hakkında düştükleri ihtilafları helak etmiştir." (Tirmizi; İbni Mace)

Adamın biri Hasan el-Basri (rahmetullahi aleyh)’e gelerek: Ey Ebu Sa’id (Hasan el-Basri)! Din konusunda münazara edelim deyince, İmam Hasan el-Basri ona şöylece mukabelede bulunmuştur: "Ben, kendi dinimi biliyorum, eğer sen dinini yitirdiysen git de dinini (tartışma mevzusu edip) ara-bul!.." (Acuri, eş-Şeri’a, 57; Lalekai, Usul İ’tikad Ehl'is Sünne, 1/144 215; İbni Batta, el-İbanet'ul Kubra, 586)

Ömer ibni Abd'ul Aziz (rahmetullahi aleyh) şöyle demiştir: "Dinini münakaşaya açan (bir akide üzere sabit kalmaz) sık sık değişir!.." (İbni Abd'il Berr, Cami’ul Beyan'il İlm, 2/113; Bağdadi, el-Fakih ve'l Mutefakkih, 1/235; Darimi, 1/91)

Allah Hakkında Kelam Yapmak Sapkın Bir Bid’attır

Allah’ın rahmeti üzerine olsun! Bil ki; Rab te'ala hakkında kelam yapmak, muhdes (sonradan ortaya çıkmış), Bid’at (uydurulmuş) ve dalalettir. Rab hakkında, O’nun kendisini Kur’an’da vasfettiği ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin Ashabı'na açıkladığı dışında hiç birşey söylenmemelidir. O (Allah) celle senauhu, Tek'dir.

“O'nun benzeri gibi olan hiçbir şey yoktur. O, Semi (işiten)'dir, Basir (gören)'dir.” (eş-Şura 42/11)

Allah, Evvel ve Ahir’dir İlmi Herşeyi Kuşatmıştır

Rabbimiz öncesi olmayan Evvel, sonrası olmayan Ahir’dir. Gizliyi ve gizlinin gizlisini bilir. Arş’ına İstiva etmiştir. İlmi heryeri kuşatmıştır ve O’nun İlmi'nden uzak hiçbir mekan yoktur.

Müellif bu ibaresiyle, Cehmiyye’nin, Allah’ın Zat’ı ile her yerde olduğuna dair inancını inkar etmektedir. Ehli Sünnet’in bu husustaki inancı –müellifin de vurguladığı üzere- Allah’ın Zat’ı ile Arş’ın üzerine İstiva ettiği ve İlmi'nin de her yanı kapladığı yönündedir.

Kelamullah ve Allah’ın Sıfatları

Rabb’in Sıfatları hakkında Allah’dan şüphe eden şüpheciden başkası "nasıl?" ve "niçin?" demez. Kur’an, Kelamullah (Allah’ın Kelamı), (indirdiği) Vahyi ve Nuru'dur. Kur’an mahluk (yaratılmış) değildir. Kur’an Allah’dandır ve Allah’dan olan birşey yaratılmış değildir. Bu, Malik ibni Enes, Ahmed ibni Hanbel ve onlardan önce ve sonraki fakihlerin dediğidir ve bu konuda tartışmak Küfür'dür.

Kur’an Allah’ın Kelamı'dır. Kelam Allah’ın Sıfatları'ndandır. Allah’ın bütün Sıfatları Ezeli ve Ebedi'dir.

 

İmam Malik (rahimahullah) Kur’an’ın mahluk olmayıp yaratılmadığını söylemiştir: "Kur’an Allah’ın Kelamı'dır ve yaratılmamıştır." (Lalekai, Şerh Usul'us Sunne, 414)

İmam Ahmed ibni Hanbel (rahimahullah) kendisine Kur’an’ın mahluk olduğunu söyleyen kimse hakkında sorulduğunda "Kafir'dir." demiştir. (Lalekai, Şerh Usul'us Sunne, 449)

Kur’an’ın mahluk olmayıp yaratılmadığı ile alakalı Ehli Sünnet alimlerinin sözleri ve kitapları çoktur.

Ehli Sünnet ve’l Cema'at, Kur’an’ın Kelamullah (Allah’ın Kelamı) olduğuna i'tikad eder. Lakin bu hususta Ehli Bidat’in hücumuna uğrarlar. Bunun yanında, Eşariler ve Maturidiler de, Zahir'de Kur’an’ın Kelamullah olduğunu söyleseler de, elimizdeki Kur’an’ın mahluk olduğunu iddia etmek suretiyle Ehli Sünnet’e muhalefet etmektedirler.

Ru'yetullah

Kıyamet Günü’nde Ru'yet'e (Mü’minlerin Allah’ı görmesine) İman. (Mü’minler) Allah’ı baş gözleriyle göreceklerdir.

Allah (subhenahu ve teala) şöyle buyurmaktadır: “Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldayacaktır. Rableri'ne bakacaklardır (O’nu göreceklerdir).” (Kıyamet 75/22-23)

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'den gelen ve Ru’yetullah’a delalet eden Hadis-i Şerifler ile Ashabı'nın bu husustaki sözleri mütevatirdir. Bu Hadisler'i Sahih, Müsned ve Sünen te’lif eden Hadis alimleri eserlerinde rivayet etmişlerdir.

 

Cerir ibni Abdullah el-Beceli (radiyallahu anh)’tan rivayete göre, o şöyle demiştir: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in huzurunda oturmakta idik. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), dolunay durumundaki Ay'a baktı ve şöyle dedi: “Siz Rabbiniz'in huzuruna varacaksınız ve şu Ay'ı gördüğünüz gibi O’nu görecek ve görme konusunda bir zorluk ve sıkıntıyla karşılaşmayacaksınız. Dolayısıyla gün doğmadan önceki namaza ve gün batmadan önceki namaza gücünüz yettiği sürece devam edin dedi ve şu Ayet'i okudu: “…Güneşin doğmasından ve batmasından önce Rabbi'nin sınırsız Kudret ve yüceliğini tüm eksiksiz övgüleriyle an…” (Ta-Ha 20/130)” (Buhari; Müslim; Tirmizi)

Ebu Hureyre (radiyallahu anh)’tan ve ayrıca Ebu Sa’id el-Hudri (radiyallahu anh)’tan rivayete göre, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Dolunay gecesi Ay'ı görmekte güçlük çeker misiniz? Veya her zaman güneşi görmekte bir güçlükle karşılaşır mısınız? Ashab: Hayır! diye cevap verdiler. Bunun üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem): Siz Rabbiniz'i dolunay gecesinde gördüğünüz gibi rahatlıkla görecek ve hiçbir zorlukla karşılaşmayacaksınız buyurdu.” (Buhari; Müslim; İbni Mace; Ebu Davud; Tirmizi; Nesai; Ahmed, Müsned; İbni Huzeyme; İbni Hibban)

Suheyb (radiyallahu anh)’tan rivayete göre, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem); “İyi ve yararlı işler yapmakta devamlı ve kararlı olanlara karşılık olarak iyisi ve ziyadesi (ondan daha fazlası) vardır.” (Yunus 10/26) ayeti hakkında şöyle buyurdu: “Cennetlikler Cennet'e girdiklerinde bir tellal: Sizin için Allah’ın verdiği bir sözü vardır diye bağıracak… Cennetlikler de diyecekler ki: Bizim yüzümüzü ak etmedi mi? Bizi ateşten kurtarmadı mı? Bizi Cennet'e sokmadı mı? Melekler: Evet! diye cevap verecekler. Bundan sonra perde açılacaktır. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle sözünü sürdürdü: Allah’a yemin ederim ki, Allah o gün Cennetlikler'e, Kendisi'ni görmekten daha sevimli bir şey vermemiştir.” (Müslim; Tirmizi; İbni Mace; Ahmed, Müsned)

Ehli Sünnet Akidesi'nin ele alındığı her eserde yer bulan bu meseleyle alakalı daha fazla Türkçe bilgi için Tahavi Akidesi’nin İbnu Ebi’l İzz tarafından yapılan Şerhi'nin Ru'yetullah'la alakalı bölümüne ve ayrıca İbni Kayyım’ın Türkçeye “Cennetteki Hayat” adıyla çevrilen “Had'il Ervah” isimli eserinin ilgili bölümüne ve yine Hafız ibni Hacer el-Askalani’nin “Feth'ul Bari bi Şerhi Sahih el-Buhari” isimli eserinde Darekutni’nin Ru'yetullah hakkındaki yirmiden çok Hadis'i topladığı, İbni Kayyım’ın arttırarak otuzdan çok Hadis derlediği ve bu Hadisler'in çoğunluğunun ceyyid olduğunu Yahya ibni Ma'in’in Ruyetullah hususunda onyedi Sahih Hadis olduğunu belirttiği bölüme (Feth'ul Bari, 17/448) müracaat edilebilir.

Ru'yetullah hususunda da, Mu'tezili ve diğer bazı Bidat Ehli ile Eşariler de Zahiren Ru'yetullah’ı kabul etmelerine karşın Mu'tezile ile Selef arasında telifçi bir yaklaşım tarzıyla bazı açılardan bu hususta Ehli Sünnet ve’l Cema'at’e Muhalefet etmektedirler.

Allah onları perdesiz (Kendisi adına hareket eden bir kimse olmaksızın) ve tercümansız hesaba çekecektir.

Adiyy ibni Hatim (radiyallahu anh) şöyle demiştir: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Sizlerden herbir kişiye Kıyamet Günü’nde Allah muhakkak Kelam söyleyecektir. Öyle bir halde ki, kendisiyle Allah arasında hiçbir tercüman bulunmaz." (Buhari; Müslim; Tirmizi; Ahmed, Müsned; Nevevi, Riyaz'us Salihin)

Mizan’a İman

Kıyamet Günü’nde Hayr'ın (iyiliğin) ve Şerr'in (kötülüğün) tartıldığı -iki kefesi ve lisanı olan- Mizan’a iman1 (etmek gerekir).

Allah-u Te'ala şöyle buyurmaktadır: "İşte, kimin tartıları ağır basarsa, artık o, hoşnut olunan bir hayat içindedir. Kimin tartıları hafif kalırsa, artık onun da anası (son durağı) Haviye'dir (uçurum/Cehennem)." (el-Karia 101/6-9)

Ebu Hureyre (radiyallahu anh)'dan rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "İki söz vardır ki onlar dile hafiftirler, terazide ağırdırlar; Rahman olan Allah'a sevimlidirler, bunlar: Subhanellahi ve bihamidihi (Allah'a Hamd ederek O'nu noksanlıklardan Tenzih ederim), Subhanellah'il Azim (Yüce Allah'ı Tenzih ederim)." (Buhari)

"Bitaka Hadisi" olarak bilinen meşhur Hadis'de, Abdullah ibni Amr ibn'ul As (radiyallahu anhuma ecmain) Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Allah Te'ala benim ümmetimden bir kişiyi Kıyamet Günü’nde Mahluklar'ın gözü önünde kurtarır. O kişi hakkında doksandokuz defter açılır. O defterlerin herbiri gözün alabileceği kadar büyüktür. Sonra Allah Te'ala o kişiye der ki:

Bu defterde yazılanlardan bir şeyi inkar ediyor musun? Hafaza Melekler'im sana zulmettiler mi?

Hayır, ya Rab!

Senin herhangi bir özrün var mı?

Hayır, ya Rab!

Evet! Bizim nezdimizde senin bir sevabın vardır. Muhakkak ki bugün sana zulüm yok!

Allah Te'ala bir kağıt çıkarır. O kağıtta Eşhedu en La-ilahe illallah ve eşhedu enne Muhammeden Rasulullah (Allah'tan başka -tapılmaya layık- İlah olmadığına ve Muhammed'in O'nun Rasulü olduğuna Şahidlik ederim) yazılıdır. Bunun üzerine kul sorar:

Bu kağıt, şu defterlerin yanında ne yapabilir ya Rab?

Sana zulüm yapılmayacaktır!

Bunun üzerine defterler terazinin bir kefesine, o kağıt öbür kefesine defterler konur. Defterler havalanır, o kağıt ağır basar; zira Allah'ın İsmi'nin karşısında hiçbir şey ağır gelemez." (Tirmizi; Ahmed, Müsned)

"Ebu İshak şöyle demiştir: ez-Zeccac’ın ifadesine göre Ehli Sünnet; Mizan'ın (terazinin) varlığına, Kıyamet Günü kulların amellerinin tartılacağına, terazinin bir dili iki kefesinin bulunacağına ve bunların ameller ile inip kalkacağına iman noktasında icma etmişlerdir. Mu'tezile, teraziyi inkar etmiş ve bu, "Allah’ın Adaleti'nden ibarettir!" demiş, böylece Allah’ın Kitabı’na ve Sünnet’e muhalif olmuştur." (Hafız ibni Hacer el-Askalani, Feth'ul Bari bi Şerhi Sahih'ul Buhari, 17/628; Tercüme, 14/652)

Tartının iki kefesi olduğunu Hak Ehli kabul etmekteyken Bidat Ehli ise inkar etmiştir. Bidat Ehli tartı ve kefelerinin hakiki değil mecazi olduğunu ileri sürmüştür. (Ebu'l Hasan el-Eşari, Makalat'ul İslamiyyin)

Kabir Azabı'na, Sorgu Melekleri Nekir ve Münker’e İman

Kabir Azabı'na, Münker ve Nekir (isimli sorgu meleklerin)’e iman (etmek gerekir).

Ebu’l Hasan el-Eşari (rahmetullahi aleyh)’in belirttiği üzere, Kabir Azabı'na iman hususunda Ehli Sünnet’te icma vardır. (Risale ila Ehl-i Sağir, 279)

Kabir Azabı, sadece; Hariciler'den ve de Bağdad'lı Mu'tezile’den bir grup tarafından inkar edilmiştir.

Ebu Abdullah (İmam Ahmed) kendisine Kabir Azabı ve sorgu Melekler'i hakkında sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: “Bunların hepsine iman ediyorum ve bunlardan birini her kim inkar ederse o, Cehmi’dir.” (Neysaburi, Mesail'ul İmam Ahmed, 2/156 1879)

Mü’minlerden olan ölülere Cennet kapıları açılır ve Cennet kendilerine gösterilir. Onlar ni'met içerisinde, sıkıntısız ve huzurlu bir şekilde Kabir hayatını yaşarken Kafir veya Münafık olanlara ise Cehennem kapıları açılır, oradaki azab kendilerine gösterilir ve kabirlerinde azab görürler. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in buyurduğu üzere: "Kabir ya Cennet bahçelerinden bir bahçedir veya Cehennem çukurlarından bir çukurdur." (Tirmizi)

Kabirde Azab'ın olacağını şu Ayet-i Kerime ifade eder:

"Firavun ve adamları sabah-akşam ateşe atılırlar. Kıyamet’in kopacağı gün de denilir ki; Firavun hanedanını ateşin en şiddetlisine sokun!.." (Ğafir/Mümin, 40/46)

Rasulullah (sallallahu alehi ve sellem) Sahih bir Hadis'de:

"Allah, iman edenlere bu dünya hayatında ve Ahiret'te, o sabit sözlerinde daima sebat ihsan eder." (İbrahim 14/27) Ayeti'nin, Kabir Nimeti hakkında indiğini açıklamıştır. (Buhari)

Bazı Hadisler'de, İsrafil (aleyhi selam)'ın birinci ile ikinci Sur'a üfleyişi arasındaki süre içerisinde Kabir Azabı gören kimselerden azabın hafifletileceği haber verilmiştir. Nitekim azab görenler kabirlerinden kalktıkları zaman şöyle diyeceklerdir:

"(Yeniden dirilişi inkar edenler pişmanlık içerisinde) bize yazıklar olsun! Bizi kabirlerimizden kim kaldırdı (çıkardı)? derler. (Onlara cevap olarak şöyle denilecektir:) Bu, Rahman (olan Allah)'ın vadettiği ve doğru sözlü peygamberlerin haber verdikleri şeydir (Ba's/yeniden diriliştir)!" (Ya-Sin 36/52)

Bunun dışında, Kabir Azabı süreklidir.

Kabir Azabı ile ilgili Hadis kitaplarında pek çok Hadis zikredilmektedir. İmam Beyheki, İsbat Azab'ul Kabr başlığı altında konuyla alakalı ikiyüzkırk rivayeti derlemiştir. Sorgu-sual, Kabir Azabı ve onun Ni'metleri hakkındaki Hadisler, muhtelif lafızlarla varid olmuştur, sayıca çoktur ve mana bakımından mütevatire ulaşmıştır. (Kemal ibni Ebi Şerif, el-Musemara bi Şerh'il Museyara, 228)

Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem) Kabir Azabı'ndan Allah (subhenahu ve teala)’ya sığınmamızı ve namazlarda son oturuşta okumamızı bizlere tavsiye etmektedir. “Allah’ım! Cehennem Azabı'ndan Sana sığınırım. Kabir Azabı'ndan Sana sığınırım. Hayat ve ölüm fitnesinden Sana sığınırım. Mesih Deccal’in şerrinden Sana sığınırım.” (Buhari; Nesai; İbni Hibban)

Abdullah ibni Abbas (radiyallahu anhuma ecmain)'den rivayet olunan Hadis'de, o şöyle demiştir: "Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir mezarlıktan geçerken, iki mezardaki ölünün bazı küçük şeylerden dolayı azab çekmekte olduklarını gördü. Bu iki mezardaki ölülerden biri hayatında koğuculuk yapıyor, diğeri ise idrardan sakınmıyordu. Bunun üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) yaş bir dal almış, ortadan ikiye bölmüş ve her bir parçayı iki kabre de birer birer dikmiştir. Bunu gören Ashab, niye böyle yaptığını sorduklarında şöyle buyurdu: Bu iki dal kurumadığı sürece, o ikisinin çekmekte olduğu azabın hafifletilmesi umulur." (Buhari; Müslim; Ebu Davud)

Bera ibni Azib (radıyalahu anh)'dan rivayet olunduğuna göre, o şöyle demiştir: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile birlikte Ensar'dan bir adamın cenazesini defnetmek için çıktık, kabre geldiğimizde kabir henüz kazılmamıştı. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) oturunca, biz de onun meclisine saygıdan dolayı sanki başımızda kuş duruyormuşçasına hepimiz hareketsiz bir şekilde onun etrafında oturduk. Elinde bir çubuk vardı ve düşünceli bir şekilde çubuğun bir ucuyla yeri eşeliyordu. Başına kaldırdı ve -iki veya üç defa-:

"Kabir Azabı'ndan Allah'a sığının!.. buyurdu. Sonra şöyle buyurdu: Mü’min kul, dünyadan ayrılmak ve Ahiret'e yönelmek üzere olduğu zaman ona gökten yüzleri sanki güneş gibi olan beyaz yüzlü Melekler iner. Yanlarında Cennet kefenlerinden ve kokularından vardır. Onun görebileceği yere otururlar. Sonra Ölüm Meleği gelir, baş tarafına oturur ve şöyle der: Ey güzel ruh, çık ve Rabbi'nin Mağfiret'ine ve Rızası'na gel! Bunun üzerine o ruh, tulumun ağzından damlayan bir damla gibi çıkar ve Ölüm Meleği onu alır. Ölüm Meleği, Mü'min kulun ruhunu aldığında, Melekler onu göz açıp kapayacak kadar Ölüm Meleği'nin elinde bırakmazlar. Onu Ölüm Meleği'nin elinden alırlar ve bu kefene koyarlar. O ruhtan, yeryüzünde bulunan en güzel mis kokusu gibi bir koku çıkar. Onu Melekler arasından geçirirken: Bu güzel ruh nedir? derler. Dünyadaki en güzel isimlerini söyleyerek: Falan oğlu falandır! derler. en yakın göğe (dünya semasına) ulaşıncaya kadar çıkarırlar. Melekler onun için kapının açılmasını isterler. Onlara kapı açılır. Bunun üzerine  yedinci semaya ulaşıncaya kadar her semada bulunan Allah'a yakın Melekler o ruha eşlik ederler. Nihayet Allah (azze ve celle) şöyle buyurur:

"Kulumun Amel defterini, İlliyyin'e yazın ve ruhunu yeryüzüne geri gönderin. Çünkü Ben, onları ondan (topraktan) yarattım ve yine ona döndüreceğim. Bir defa daha onları (hesaba çekmek üzere) topraktan çıkaracağım."

Bunun üzerine Mü'min kulun ruhu bedenine iade edilir. Ardından iki Melek yanına gelip onu oturturlar ve:

Rabb'in kimdir? derler.

Mü'min kul: Rabbim Allah'tır, der.

Onlar: Dinin nedir? derler.

Mü’min kul: Dinim İslam'dır, der.

Onlar: Size gönderilen adam hakkında ne dersin? derler.

Mü’min kul: O Allah'ın elçisidir, der.

Onlar: Sana bunları bildiren nedir? derler.

Mü’min kul: Allah'ın Kitabı'nı okudum, ona inandım ve onu tasdik ettim, der.

Bunun üzerine semadan bir ses gelir: Kulum doğru söyledi. Cennet'ten bir yer döşeyin (makamını hazırlayın), onu Cennet elbiselerinden giydirin ve ona Cennet'ten bir kapı açın, der. Bunun üzerine ona Cennet'in esintisinden ve güzel kokusundan kokular gelir, gözünün görebileceği yere kadar kabri genişletilir. Sonra ona, güzel yüzlü, güzel elbiseli ve güzel kokular içerisinde olan birisi gelir ve seni mutlu edecek şeyle sevin. Bugün sana Va'd olunan gündür, der. Bunun üzerine o: Sen kimsin? Senin o Hayır'lı yüzün nedir, der. O: Ben, senin salih amelinim der. Bunu işitince, Ya Rabbi! Kıyamet'i çabuk kopar ki, aileme ve malıma kavuşayım, der.

Kafir kul, dünyadan ayrılmak ve Ahiret'e yönelmek üzere olduğu zaman, yanlarında kaba ve sert elbise olan siyah yüzlü Melekler gelir ve onun görebileceği bir yerde otururlar. Sonra Ölüm Meleği onun yanına gelip başucunda oturur ve ona: Ey çirkin ruh, haydi çık! Allah'ın öfkesine ve gazabına gel! der. Bunun üzerine ruhu bedenine dağılır ve ıslak yüne dolaşan pıtrağın (dikenli tohumları hayvanların kıllarına ve insanların giysilerine takılan bir yıllık ve otsu bir bitki) yünden çekilip çıkarıldığı gibi, Ölüm Meleği onun ruhunu bedeninden çekip alır (Ruhu bedeninden güçlükle ayrılır). Ölüm Meleği ruhunu alınca da, Melekler onu göz açıp kapayacak kadar Ölüm Meleği'nin elinde bırakmazlar. Onu Ölüm Meleği'nin elinden alırlar ve kaba ve sert elbisenin içine koyarlar. Ondan yeryüzünde bulunan en pis leş kokusu gibi bir koku çıkar. Onu semaya yükseltirler. Her semada bulunan meleklerin yanından geçerken onlar: Bu pis ruh kimindir? derler. Melekler, dünyadaki en kötü ismini söyleyerek: Falan oğlu falandır, derler. en yakın göğe (dünya semasına) gelince, onun için semanın kapılarının açılmasını isterler, fakat ona kapılar açılmaz. Sonra Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şu Ayet'i okudu:

"(Öldükleri zaman) onlar(ın ruhların)a gök kapıları açılmaz ve deve, iğne deliğinden geçinceye kadar onlar Cennet'e giremezler. Suçluları işte böyle cezalandırırız." (el-A'raf 7/40)

Allah (azze ve celle) şöyle buyurur: "Onun amel defterini Siccin'e (en aşağı tabakaya) yazın!.." Sonra onun ruhu, gökten yere fırlatılıp atılır. Sonra Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şu Ayet'i okudu:

"Kim Allah'a Şirk (ortak) koşarsa, sanki o, gökten düşüp de parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış veya rüzgar onu uzak bir yere sürükleyip atmış kimse gibidir." (Hac 22/31)

Ardından ruhu bedenine iade olunur da (Münker ve Nekir adlı) iki Melek ona gelip yanına oturur ve:

Rabbin kimdir? derler.

Kafir kul: Şey şey, bilmiyorum, der.

Onlar: Dinin nedir? derler.

Kafir kul: Şey şey, bilmiyorum, der.

Onlar: Size gönderilen adam hakkında ne dersin? derler.

Kafir kul: Hah…Hah… Bilmiyorum, der.

Bunun üzerine semadan bir ses: Yalan söyledi, ona Cehennem'deki yerini hazırlayın ve ona Cehennem'den bir kapı açın! der.

Cehennem ateşinin sıcağından ve sıcak rüzgarından gelir ve kaburgaları birbirine geçecek şekilde kabri ona daraltılır. Çirkin yüzlü, kötü elbiseli ve pis kokulu bir adam ona gelir ve şöyle der: Seni üzecek şeye sevin! Bugün, va'd olunduğun gündür. Kafir ruh ona: Sen kimsin? Çirkin yüz kötülük getirdi, der. O da: Ben senin çirkin amelinim, der. Bunun üzerine: Rabbim! Kıyamet'i koparma!.. der." (Ahmed, Müsned)

Başka bir Hadis'de şu şekilde ifade edilir: "Ölü mezara konulunca, birine Münker, diğerine Nekir adı verilen siyah mavi iki Melek gelir; ölüye derler ki: Şu Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) denilen zat hakkında ne dersin? O da şöyle cevap verir. O, Allah'ın kulu ve Rasulü'dür. Ben şahitlik ederim ki Allah'tan başka İlah yoktur, Muhammed de O'nun kulu ve elçisidir. Bunun üzerine Melekler; Biz senin böyle diyeceğini zaten bilmekte idik, derler. Sonra onun mezarını yetmiş arşın genişletirler. Daha sonra bu ölünün mezarı ışıklandırılır ve aydınlatılır. Daha sonra Melekler ölüye: Yat ve uyu! derler. O da: Aileme gidin de durumu haber verin der. Melekler ona: zifafa giren ve sadece en çok sevdiği kişi tarafından uyandırılan şahıs gibi, Mahşer Günü'ne kadar sen uyumana devam et derler.

Eğer ölü Münafık olursa, Melekler şöyle der: Şu Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) denilen zat hakkında ne dersin? Münafık da şöyle cevap verir: Halkın Muhammed hakkında bir şeyler söylediklerini işitmiş, ben de onlar gibi konuşmuştum. Başka bir şey bilmiyorum. Melekler ona: Böyle diyeceğini zaten biliyorduk derler. Daha sonra yere: Bu adamı alabildiğine sıkıştır! diye seslenilir. Yer de sıkıştırmaya başlar. Öyle ki o kimse kemiklerini birbirine geçmiş gibi hisseder. Mahşer Günü'ne kadar bu sıkıntı devam eder." (Tirmizi)

Semura ibni Cundeb (radiyallahu anh) şöyle anlatır: "Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Sabah Namazı'nı kıldırdığı zaman yüzünü bize döner ve: Bu gece sizden kim rüya gördü? diye sorardı. Eğer birisi rüya görmüş ise onu anlatır, o da: Maşaallah! derdi. Yine bir gün bize: Bu gece sizden kim rüya gördü? diye sordu. Biz de: Gören yoktur! dedik. Bunun üzerine O (sallallahu aleyhi ve sellem):

Ama ben bu gece bana gelen iki adamı gördüm. Elimden tutup beni Mukaddes Toprağa çıkardılar. Bir de baktım, orada, oturan bir adamla elinde demir çengel olan ayakta bir adam var. Bu adam çengeli avurtunun içinden ensesine kadar sokuyordu. Sonra da avurtunun diğer kenarına sokup aynısını yapıyordu, bu arada diğer tarafı iyi olunca, o zaman bu tarafa dönüp tekrar aynısını yapıyordu. Ben: Bu nedir? dedim.

Yürü! dediler. Yürüdük, sonunda sırt üstü uzanmış bir adama vardık. Başucunda ise ayakta elinde bir taş bulunan bir adam vardı, taşla başını eziyordu. Taşı vurduğunda taş yuvarlanıp gidiyor, o da taşı almak için arkasından gidiyordu, tekrar geri geldiğinde başı iyi olup eski halini alıyor, adam tekrar gelip başına vuruyordu. Ben: Bu da kimdir? dedim.

Yürü! dediler. Yürüdük, sonunda tandır gibi bir deliğe vardık, üstü dar, altı geniş olup altında ateş yanıyordu. Ateş yaklaştırıldığında (alevler yükseldikçe) içindekiler de yükseliyor, neredeyse dışarı çıkacak oluyorlar, ateş sakinleşince tekrar içerisine dönüyorlardı. Buranın içerisinde çıplak kadınlar ve erkekler vardı. Ben: Bunlar da kimdir? dedim:

Yürü! dediler. Yürüdük, sonunda içerisinde ortasında bir adam bulunan kandan bir nehre vardık. Nehrin kıyısında önünde birtakım taşlar bulunan bir adam vardı. Nehirdeki adam gelip dışarı çıkmak istediğinde nehrin kıyısındaki adam onun ağzına bir taş atarak onu bulunduğu yere gönderiyordu. Adam çıkmak için geldiğinde her defasında ağzına bir taş atıp yerine döndürüyordu. Ben: Bu da nedir? dedim:

Yürü! dediler. Yürüdük, sonunda içerisinde büyük bir ağacın bulunduğu yemyeşil bir bahçeye vardık. Ağacın dibinde yaşlı bir adamla birtakım çocuklar vardı. Bir de baktım ki ağacın yakınında, önünde yakıp tutuşturduğu ateş bulunan bir adam var. Sonunda beni ağacın içinden yukarı çıkararak bir eve girdirdiler ki bu evden daha güzelini asla görmedim. Evin içerisinde yaşlısından gencine birtakım erkekler, kadınlar ve çocuklar vardı. Sonra beni buradan çıkarıp yine ağaçtan yukarı kaldırdılar ve bir eve girdirdiler ki bu ev daha güzel ve daha değerli idi. Yine buranın da içerisinde yaşlılar ve gençler vardı. Ben: Bu gece beni gezdirip dolaştırdınız, şimdi gördüklerimin ne olduğunu bana haber verin bakalım, dedim.

Olur, dediler.

Avurtu yarılıp parçalandığını gördüğün adam, yalancıdır. Yalan konuşur, kendisinden her tarafa yalan taşınırdı. İşte bu sebeple Kıyamet Günü’ne kadar ona böyle azab edilir. Başının taşla parçalandığını gördüğün adam, Allah kendisine Kur’an'ı öğrettiği halde, uykuyu Kur'an'a tercih eder, gündüz de Kur’an-ı Kerim'e göre yaşamazdı. İşte bu nedenle ona Kıyamet Günü’ne kadar böyle azab edilir. Deliğin içinde gördüğün erkekler ve kadınlar, zinakarlardır. Nehirde gördüğün adam faiz yiyenlerdir. Büyük ağacın altında gördüğün yaşlı adam İbrahim (aleyhi selam)'dır. Çevresindeki çocuklar insanların çocuklarıdır. Ateşi yakan ise Cehennem'in bekçisi Malik’tir. İlk girdiğin ev, bütün müslümanlar'ın evi, bu ev ise şehitlerin evidir. Ben Cebrail’im. Bu da Mikail’dir. Başını yukarı kaldır! dedi.

Başımı kaldırdım, bir de baktım ki üstümde bulut gibi bir şey duruyor. Bana: İşte bu de senin evindir, dediler. Ben: Beni bırakın da evime gireyim, dedim.

Ama senin henüz tamamlamadığın bir ömrün var, şayet tamamlamış olsaydın, evine girerdin, dediler." (Buhari)

İbni Kayyım günahkar Müslümanlar'ın da Kabir Azabı'na tabi tutulmalarına dair der ki: "Bazı durumlarda belirli bir süreye kadar azab edildikten sonra Kabir Azabı kesilir. Bu azab türü, günahları az olan bazı günahkar Mü'minler içindir. Bu kimseler, günahlarına göre azab görecekler, -aynı Cehennem'de azab görüp de sonra onlardan azabın giderileceği gibi-, daha sonra azab onlardan hafifletilecektir. Ölünün yakın akrabası veya başkası tarafından kendisi için yaptığı dua, verdiği sadaka, yaptığı istiğfar veya haccın sevabının kendisine ulaşmasından dolayı Kabir Azabı ölüden kaldırılabilir." (İbni Kayyım, er-Ruh, 89)

Ayet'te geçen مَعِيشَةً ضَنكًا "sıkıntılı bir hayat" (Ta-Ha 20/124) tabirinin Kabir Azabı olduğu belirtilmiştir. İbni Kesir, Ebu Sa’id el-Hudri (radiyallahu anh) ve Ebu Hureyre (radiyallahu anh)’dan rivayet edilen Hadisler gereğince Kabir Azabı olarak kabul edilmesi gerektiğini söyler. İbni Hibban’ın Ebu Hureyre (radiyallahu anh)’dan rivayet ettiği Hadis'de, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in bunu Kabir Azabı olarak açıkladığı bildirilmektedir. (İbni Hibban, Sahih, 3109)

Kabir Azabı, Sünnet Ehli tarafından İcma ile kabul edilmiş ve buna muhalefet eden olmamıştır. Mu’tezile’ye gelince, onlar Cennet ve Cehennem’in henüz yaratılmadığı iddası ile, Kabir Azabı’nı da inkar etmişlerdir.

Îmânın Lügat ve Istılâh Mânâsı:

“Îmân” kelimesi lügatte: “Emniyet ve tasdîk” olmak üzere iki mânâya gelir. Emniyet: “Güven vermekve güven içinde olmak” demek olup, korkunun zıddıdır. Nitekim âyet-i kerîme’de şöyle buyrulmuştur: “Allâh onları korkudan emin kıldı.” (Kureyş: 106/4)

Tasdîk ise: “Doğrulama ve onaylama” demek olup, yalanlamanın zıddıdır. Nitekim âyet-i kerîme’de şöyle buyrulmuştur:

“Onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz.” (Bakara: 2/75)

İslâmî ıstılâhta ise: “Îmân: Kalb ile tasdîk, dil ile söylemek ve âzâlarla amel etmektir. Artar ve azalır.”

Buna göre îmân: Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in Allâh’u Teâlâ’dan getirdiklerini kalb ile kabul etmek, bunları dil ile söylemek ve gerektirdikleriyle amel etmektir. İbâdetlerle artar. Günâhlarla azalır. [Bak: “E-m-n” Maddesi, İsfahânî, el-Müfredat; Firûzâbâdî, el-Kâmûsu’l-Muhît; İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab; Cevherî, es-Sıhâh; İbn Fâris, Mucemu Makâyisi’l-Luğa…]

Ehl-i Sünnet Âlimleri Îmânın Tanımında İcmâ Etmişlerdir:

Ehl-i Sünnet âlimleri îmânın kalb ile tasdîk, dil ile ikrâr ve âzâlarla amel etmek olduğunda ve itaatlerle artıp, masiyetlerle azalacağında icmâ etmişlerdir. Nitekim:

1. İmâm Sufyân bin Uyeyne rahîmehullâh şöyle demiştir:Îmân, söz ve ameldir. Bizden öncekilerden onu, söz ve amel olarak aldık. Amel olmadan söz olmaz. [Abdullâh bin Ahmed, es-Sünne: 1/346; İbn Battâ, el-İbâne: 2/855; el-Acurrî, eş-Şeria: 2/604.]

2. İmâm Şâfiî rahîmehullâh şöyle demiştir: Sahâbe, tabiin ve onlardan sonra bizim kendilerine yetiştiğimiz kimseler: ‘Îmân: Söz, fiil ve niyettir. Bu üçünden birisi diğeri olmadıkça geçerli değildir’ diye icmâ ettiler. [el-Lalekâî, Şerhu Usuli İtikadi Ehli’s-Sünne: 5/956; İbn Teymiyye, Mecmûu’l-Fetâvâ: 7/209.]

3. İmâm Ahmed bin Hanbel rahîmehullâh şöyle demiştir: Tabiinden, Müslümanların imâmlarından, selef imâmlarından ve çeşitli ülkelerin fıkıhçılarından doksan kişi Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in vefat ettiği esnadaki sünnetine göre: ‘Îmân: Söz ve fiildir. İtaatle artar, masiyetle eksilir’ diye icmâ ettiler.” [İbn Receb, Tabakatu’l-Hanabile: 1/130.]

4. İmâm İbn Abdilberr rahîmehullâh şöyle demiştir:Fıkıhçılar ve hadîsçiler îmânın söz ve amel olduğu üzerinde icmâ ettiler. Niyetsiz amel olmaz. Onlara göre îmân itaatle artar, masiyetle azalır. Onların nazarında bütün itaatler îmândır.[İbn Abdilber, et-Temhîd: 9/238.]

5. İmâm Buhârî rahîmehullâh şöyle demiştir: Çeşitli ülkelerden binden fazla âlimle karşılaştım. Hiç kimsenin îmânın söz ve fiil olduğunda, artıp eksilebileceğinde ihtilaf ettiğini görmedim.” [İbn Hacer, Fethu’l-Bârî: 1/47; Alûsî, Rûhu’l-Meânî: 5/156.]

6. İmâm el-Acurrî rahîmehullâh şöyle demiştir: Allâh size ve bize merhamet etsin. Biliniz ki Müslüman âlimlerin üzerinde icmâ ettikleri esasa göre îmân, bütün insânlara farzdır. O da, kalb ile tasdîk, dil ile ikrâr ve âzâlarla amel etmektir.

Ve yine biliniz ki beraberinde dilin söylemesi olmadıkça sadece kalb ile bilmek ve tasdîk etmek yeterli değildir. Âzâlarla amel etmek olmadıkça da kalb ile bilmek ve lisân ile söylemek yeterli değildir. Bu üç haslet bir kimsede eksiksiz bulunduğu zaman mü’min olur. Kur’ân, Sünnet ve Müslüman âlimlerin görüşleri buna delâlet eder. [Acurrî, eş-Şeria: 2/611.]

7. İmâm el-Beğavî rahîmehullâh şöyle demiştir: Sahâbeler, tabiinler ve onlardan sonra gelen sünnet âlimleri amellerin îmândan bir cüz olduğu konusunda görüş birliği içindedirler… Onlar dediler ki: Îmân söz, amel ve akidedir.” [el-Beğavî, Şerhu’s-Sünne: 1/38.]

8. İmâm İbn Battâ rahîmehullâh şöyle demiştir: “Allâh size rahmet etsin, bilin ki! Allâh’u Teâlâ kalblerin kendisini tanımasını ve kendisini, rasûllerini, kitâblarını ve sünnetin getirdiği her şeyi tasdîk etmesini, dillerin bunu söylemesini ve söz olarak bunu ikrâr etmesini, bedenlerin ve âzâların emrettiği her şeyi yapmasını farz kıldı. Amelleri farz kıldı. Bunlardan herhangi birisi diğerleri olmadıkça geçerli değildir. Kul bunların hepsini kendisinde bulundurmadıkça mü’min olamaz. Ta ki kalbiyle inanmış, dili ile ikrâr etmiş ve âzâları ile amel etmiş olsun. Bununla beraber yine de mü’min olamaz. Ancak bütün söylediklerinde ve yaptıklarında sünnete uygun olduğu, bütün sözlerinde ve amellerinde Kitâb ve ilme uyduğu zaman mü’min olur. Size açıkladığım her şey Kur’ân’da ve Sünnet’te geçmektedir ve ümmetin âlimleri bunun üzerinde icmâ etmiştir.” [İbn Battâ, el-İbâne: 2/778.]

9. İmâm Ebû Ubeyd Kâsım bin Sellâm rahîmehullâh şöyle demiştir: “Allâh Teâlâ îmânın ancak şartlarına uygun bir amelle gerçek bir îmân olacağını belirlemiştir. Amel olmaksızın sadece sözle îmân iddiasında bulunanı gerçek mü’min olarak kabul eden kimse Allâh’ın Kitâbı’na ve Sünnet’e inatla karşı çıkıyor demektir. Allâh’u Teâlâ’nın insânları sözün fiille tasdîk edilip edilmediğiyle imtihan ettiğini ve amel olmaksızın sadece sözden razı olmadığını görmedin mi? Böylece birini diğerinin bir parçası kılmış olmadı mı? Allâh’ın Kitâ-bı’ndan, Rasûlü’nün Sünneti’nden ve ondan sonraki selefin metodundan sonra artık başka hangi şeye uyulur? Ki örnek alınacak ve güvenilecek kimseler onlardır. Şu kitâbımızda naklettiğimiz şeylerden âlimlerimizin belirlediği bize göre sünnete uygun olan hüküm şudur: Niyet, söz ve amelin hepsi birden îmândır.” [Kâsım bin Sellâm, Kitâbu’l-Îmân: 32-34.]

10. İmâm İbn Receb rahîmehullâh şöyle demiştir: “Âlimlerin çoğunluğu şunu söylemişlerdir. Îmân söz ve ameldir. Bu selefin tamamının ve hadîs âlimlerinin icmâsıdır. Şâfiî bu konuda sahâbenin ve tabiinin icmâ ettiklerini belirtmiştir. Ebû Sevr de bunun üzerinde icmâ olduğunu ifâde etti. Evzâî dedi ki: Seleften bu dünyadan geçip gidenler îmân ile amel arasında ayırım yapmazlardı. Bunu birden fazla selef âlimi Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ten naklettiler. Fudayl bin Iyâd ve Veki el-Cerrah da bunu Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ten nakledenlerdendir. ‘Îmân söz ve ameldir’ diyenlere gelince bunlardan bazıları şunlardır: Hasen el-Basri, Said bin Cubeyr, Ömer bin Abdulaziz, Ata, Tavus, Mücâhid, Şâbî, Nehâî ve Zührî. Bu, Sevrî, Evzâî, İbn Mübarek, Mâlik, Şâfiî, Ahmed, İshâk, Ebû Ubeyd, Ebû Sevr ve diğerlerinin de görüşüdür… Îmânın artması ve eksilmesi, âlimlerin cumhurunun görüşüdür.” [İbn Receb, Câmiu’l-Ulûm: 1/104.]

Kalb İle Tasdik Etmenin Delîlleri:

Îmânın sahîh olabilmesi için kalb ile tasdîk edilmesinin gerekli olduğunu beyân eden birçok delîl vardır. Onlardan bazıları şöyledir: Allâh Subhânehu ve Teâlâ, şöyle buyurmaktadır:

“Îmân henüz kalblerinize girmedi (yerleşmedi).” (Hucurât: 49/14)

Bu âyet-i kerîme kalb ile tasdîk etmeden îmân iddiasının geçerli olmayacağının ve îmânın ancak kalben tasdîk ile sahîh olacağının en açık delîllerindendir. Zîrâ âyette menfaat peşinde koşarak münafıklık yapan bazı bedevîlere “Îmân henüz kalblerinize girmedi” buyrularak kalben yakînî olarak îmân etmedikçe mü’minlerden olamayacakları bildirilmektedir. Nitekim âyetin baş tarafında şöyle buyrulmaktadır: “Bedevîler, dedi ki: ‘İman ettik.’ De ki: ‘Siz îmân etmediniz; ancak ‘İslâm (teslim) olduk’ deyin. (Zîrâ) Îmân henüz kalblerinize girmedi.”

Allâh Subhânehu ve Teâlâ, başka bir âyet-i kerîme’de şöyle buyurmaktadır:

“Ey Rasûl! Kalbleri inanmadıkları halde ağızlarıyla ‘inandık’ diyenlerle Yahudilerden küfür içinde çaba harcayanlar seni üzmesin.” (Maide: 5/41)

Bu âyet-i kerîme de bir önceki âyet-i kerîme gibi îmânın sıhhati için kalb ile tasdîk etmenin şart olduğunun en büyük delîllerindendir. Âyette kalben inanmadıkça dil ile söylemenin kişiye fayda vermeyeceği beyân olunmaktadır. Zîrâ âyetin sonunda “İnanmadıkları halde ağızlarıyla ‘inandık’ diyenlerle Yahudilerden küfür içinde çaba harcayanlar” hakkında şöyle buyrulmaktadır: “Onlara dünyada bir rüsvaylık (en aşağılayıcı bir zillet), ahirette ise yine onlara büyük bir azâb vardır.”

Îmânın sahîh olabilmesi için kalb ile tasdîk edilmesinin gerekli olduğunu ifâde eden birçok hadîsi şerîf vardır. Onlardan bazıları şöyledir:

“Ebû Said el-Hudrî radıyallâhu anh’dan rivâyet edildiğine göre, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular: Cennetlikler cennete, cehennemlikler de cehenneme girdikten sonra Allâh Subhânehu ve Teâlâ: ‘Kalbinde hardal danesi ağırlığınca îmânı olanı (ce­hennemden) çıkarın!’ buyurur.” [(SAHÎH HADÎS): Buhârî (22); Müslim (146)…]

Bu hadîs-i şerîf, kalb ile tasdîk etmeden îmânın sahîh olmayacağını ve kurtuluşun ancak kalbte bulunan tevhîdî bir îmân ile mümkün olacağını açık olarak bildirmektedir. Nitekim hadîste: “Kalbinde hardal danesi ağırlığınca îmânı olanı (ce­hennemden) çıkarın!” buyrulmuştur.

“Enes bin Mâlik radıyallâhu anh’dan rivâyet edildiğine göre, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular: (Allâh Azze ve Celle) ‘Lâ ilâhe illallâh Muhammeden Rasûlullâh’a samimi bir kalble şahitlik eden herkese cehennem ateşini haram kılar’.” [(SAHÎH HADÎS): Buhârî (128); Müslim (32) …]

Kalbten yakînî olarak şehâdet edilen kelime-i tevhid’in, cehennem ateşinde ebedî olarak kalmaya mânî olacağı ifâde edilen bu hadîs-i şerîf, bir önceki hadîste zikredilenleri takviye ederek kalb ile tasdîk etmedikçe îmân iddiasının geçerli olmayacağı hakkında açık bir nassdır.

İmâm İbn Kayyim rahîmehullâh kalbin tasdîki hakkında şöyle demiştir: “Îmânın hakikati söz ve fiilden oluşur. Söz iki kısımdır: Kalbin sözü ki bu itikattır (kalbin inanması, bağlanmasıdır), dilin sözü ise İslâm kelimesini konuşmaktır (kelime-i tevhîd’i söylemektir). Fiil de iki kısımdır: Kalbin fiili ki bu niyet ve ihlâstır. İkincisi organların fiilidir. Bu dördü bulunmadığı zaman îmân kemâliyle bulunmaz. Kalbin tasdîki bulunmadığı zaman kalan kısımların faydası olmaz.” [İbn Kayyim Kitâbu’s-Salât: 56.]

Dil İle İkrâr Etmenin Delîlleri:

Îmânın sahîh olabilmesi için -şer’î özürler haricinde- dil ile ikrâr edilmesinin gerekli olduğunu beyân eden birçok delîl vardır. Onlardan bazıları şöyledir: Allâh Subhânehu ve Teâlâ, şöyle buyurmaktadır:

“Deyin ki: ‘Biz Allâh’a ve bize indirilene inandık’.” (Bakara: 2/136)

Allâh’u Teâlâ, bu âyet-i kerîmesinde îmân esasları kalben tasdîk edildikten sonra, bunların dil ile de ikrâr edilmesini emretmiştir. Bu da dil ikrâr etmenin farz olduğuna açık olarak delâlet eder. Bu sebeble -ikrah hali müstesna- dili ile îmânını ikrâr etmeyen bir kimsenin îmânı sahîh değildir. Nitekim İmâm Ebû Hanîfe rahîmehullâh şöyle demiştir: “Bir kimse Allâh’ı tanır, O’nun tasdîk eder ve imkânına rağmen dili ile ikrâr etmeden ölürse küfür üzere ölmüştür.” [el-Usûlu’l-Munife li’l İmâm Ebî Hanife: 120.]

Allâh Subhânehu ve Teâlâ, diğer bir âyet-i kerîmesinde şöyle buyurmaktadır:

“Şüphesiz: ‘Bizim Rabbimiz Allâh’tır’ deyip sonra doğru bir istikâmet tutturanlar (yok mu); artık onlar için korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.” (Ahkâf: 46/13)

Allâh’u Teâlâ, bu âyet-i kerîmesinde ise tevhîdi dil ikrâr ederek bunun gereklerini istikâmet üzere yerine getirenlerin mahzun olmayacaklarını beyân etmektedir. Ancak ilk olarak zikrettiği şey, îmânın dil ile ikrâr edilmesidir. Bu da ikrârın amelden önce olduğuna açık olarak delâlet etmektedir.

Îmânın sahîh olabilmesi için -şer’î özürler haricinde- dil ile ikrâr edilmesinin gerekli olduğunu ifâde eden birçok hadîsi şerîf vardır. Onlardan bazıları şöyledir:

“Târık bin Abdullâh el-Muhârî radıyallâhu anh’dan rivâyet edildiğine göre, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular: Ey İnsanlar! ‘lâ ilâhe illallâh/Allâh’tan başka -ibâdete layık hak- ilâh yoktur’ deyin kurtuluşa erin.” [(SAHÎH HADÎS): Ahmed (16603); İbn Huzeyme (159)…]

Hadîs-i şerîfte ‘lâ ilâhe illallâh’ kelime-i tevhîdini ikrâr edenlerin kurtulacağı; ikrâr etmeyenlerin ise dünyâ ve âhiret kurtuluşa eremeyeceği bildirilmektedir. Bu da dil ikrâr olmadan îmânın sahîh olmayacağı gerçeğine şüphe bırakmayacak bir şekilde delâlet etmektedir.

“Enes bin Mâlik radıyallâhu anh’dan rivâyet edildiğine göre, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular: İnsânlar ‘lâ ilâhe illallâh/Allâh’tan başka -ibâdete layık hak- ilâh yoktur’ deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum. Kim Allâh’tan başka ilâh yoktur derse meşru bir gerekçesi dışında canını ve malını benden korumuş olur. Onun hesabı -bundan sonra- Allâh’a aittir’.” [(SAHÎH HADÎS): Buhârî (6924); Müslim (20)…]

Bu hadîs-i şerifin, ‘lâ ilâhe illallâh’ kelime-i tevhîdinin yani îmânın dil ikrâr edilmesinin gereğine delâlet etmekte olduğu açıktır. Îmânlarını dil ile ikrâr etmeyen kimselerin savaş ehlinden sayılmaları ise dil ile ikrâr etmenin îmânın sıhhat (geçerlilik) şartı olması dolayısıyladır.

İmâm İbn Battâ rahîmehullâh, îmânının sıhhat şartlarını kalb ile tasdîk, dil ile ikrâr ve azarla amel olarak belirterek şöyle demiştir: “Bilin ki! Allâh’u Teâlâ kalbe Allâh’ı tanımasını, Allâh’ı, rasûllerini, kitâblarını ve sünnetin getirdiği her şeyi tasdîk etmesini; dillere bunu söylemelerini ve bunu sözlü olarak ikrâr etmelerini; bedenlere ve âzâlarla ise emrettiği her şeyi yapmalarını farz kılmıştır. Bunlardan herhangi birisi diğerleri bulunmadıkça geçerli değildir. Kul bunların hepsini birlikte yapmadıkça mü’min olmaz. Yani hem kalbiyle inanmalı, hem diliyle ikrâr etmeli, hem de organlarıyla amel etmelidir. Sonra söylediği ve yaptığı her şey Sünnet’e uygun olmadıkça, bütün sözlerinde ve amellerinde Kitâb’a ve ilme tabi olmadıkça yine mü’min olmaz. Size açıkladığım şeylerin hepsi Kur’ân’da zikredilmiştir; Sünnet’te geçmektedir ve ümmetin âlimleri de bunlar üzerinde icmâ etmişlerdir…” [İbn Battâ, el-İbâne: 2/761.]

Azalarla Amel Etmenin Delîlleri:

Îmânın sahîh olabilmesi için -şer’î özürler haricinde- îmânın gerektirdikleriyle amel edilmesinin gerekli olduğunu beyân eden birçok delîl vardır. Onlardan bazıları şöyledir:

Allâh Subhânehu ve Teâlâ, şöyle buyurmaktadır: “Allâh sizin îmânlarınızı asla zayi etmez.” (Bakara: 2/143)

Bu âyet-i kerîmedeki îmândan maksadın namaz olduğu hususunda icmâ edilmiştir. Allâh Azze ve Celle âyet-i kerîmesinde namaz amelini îmân olarak isimlendirerek îmândan saymıştır. Nitekim İmâm Kurtubî rahîmehullâh şöyle demiştir: “Âlimler bu âyetin, Beyt-i Makdis’e doğru namaz kılıp da ölen kimsenin hakkında inmiş olduğu hususu üzerinde ittifak etmişlerdir… Görüldüğü gibi burada niyet, söz ve ameli kapsadığından dolayı nama­za ‘îmân’ adı verilmektedir.

İmâm Mâlik rahîmehullâh şöyle demiştir: Ben bu âyet-i kerîme vesi­lesiyle (amelleri îmândan saymayan sapık) Mürcie’nin: ‘Namaz îmândan değildir’ şeklindeki sözlerini hatırlıyorum (da böyle bir sözü nasıl söylediklerine şaşıyorum).” [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân: 2/157.]

İmâm Şâfiî rahîmehullâh şöyle demiştir: “Îmân; söz amel ve kalble itikattır. Görmez misin ki Allâh’u Teâlâ şöyle buyuruyor: ‘Allâh sizin îmânlarınızı asla zayi etmez.’ Yani ‘Mescidi Aksa’ya doğru kıldığınız namazları zayi etmeyecektir’ demektir. Allâh Tebâreke ve Teâlâ, bu âyette namazı, îmân olarak isimlendirmiştir. Namaz da söz amel ve itikattır.” [İbn Abdilber, el-İntika: 81.]

Allâh Subhânehu ve Teâlâ, şöyle buyurmaktadır:

“İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı taraflarına çevirmeniz(den ibaret) değildir. Asıl iyilik, Allâh’a, ahiret gününe, meleklere, kitâb ve nebîlere îmân edenlerin; mala olan sevgilerine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, (ihtiyacından dolayı) isteyene ve (özgürlükleri için) kölelere verenlerin; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenlerin ve zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda (direnip) sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar, doğru olanlardır. İşte bunlar, Allâh’a karşı gelmekten sakınanların ta kendileridir.” (Bakara: 2/177)

İmâm el-Evzâî rahîmehullâh şöyle demiştir: “Îmân ancak söz ile istikâmet bulur (:doğrulanır). Îmân ve söz ancak amel ile istikâmet bulur. Îmân, söz ve amel ise ancak Sünnet’e uygun niyetle istikâmet bulur. Seleften geçip gitmiş olanlar ameli îmândan, îmânı amelden ayırmıyorlardı. Îmân şu dinlerin kendi isimlerini kapsadığı gibi kapsayıcı bir isimdir ve amelin onu tasdîk etmesini de kapsar. Her kim ki dili ile îmân eder, kalbi ile tanır, ameli ile de bunu doğrularsa işte bu kopmayan bir kulptur. Her kim de dili ile söyler, kalbi ile tanımaz, ameliyle onu doğrulamazsa, onun îmânı kabul edilmez ve ahirette kaybedenlerden olur.” [el-Lalekâî, a.g.e: 5/956; İbn Battâ, el-İbâne: 2/807.]

İmâm Süfyân es-Sevrî rahîmehullâh ise şöyle demiştir: “Îmân söz, amel ve niyettir; artar eksilir. İtaatle artar, masiyetle eksilir. Amelle birlikte olmadıkça sadece söylemek câiz değildir. Niyetle beraber olamadıkça sadece söz ve amel câiz değildir. Sünnete uygun olmadıkça sadece söz, amel ve niyet de câiz değildir.” [el-Lalekâî, a.g.e: 1/170; İbn Battâ, el-İbâne, 6/32; İbn Teymiyye, Mecmûu’l-Fetâvâ: 7/296.]

Îmânın sahîh olabilmesi için -şer’î özürler haricinde- îmânın gerektirdikleriyle amel edilmesinin gerekli olduğunu beyân eden birçok hadîs-i şerîf vardır. Onlardan bazıları şöyledir:

“İbn Abbas radıyallâhu anh’dan rivâyet edildiğine göre: Beni Abdulkays heyeti Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e gelince Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem onlara (önce) Allâh’a îmân etmeyi emretti ve onlara: ‘Allâh’a îmân nedir biliyor musunuz? Dedi. Onlar ‘Allâh ve Rasûlü daha iyi bilir’ dediler. Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem (Yalnızca Allâh’a îmân etmek:) ‘Allâh’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allâh’ın rasulü olduğuna şahitlik etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Ramazan orucunu tutmak ve ganimetin beşte birini (İslam devlet hazinesine) vermeniz demektir’ buyurdu.” [(SAHÎH HADÎS): Buhârî (87); Ebû Dâvud (4677)…]

Bu hadîsi şerîf, amellerin îmâna dâhil olması hakkında en açık olan hadîslerden biridir. Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem kendisine dini öğrenmek için gelen heyete îmânı emretmiş ve “Allâh’a îmân etmek Allâh’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allâh’ın rasûlü olduğuna şahitlik etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Ramazan orucunu tutmak ve ganimetin beşte birini (İslâm devlet hazinesine) vermektir” buyurarak Allâh’a îmân için gerekli olan şeyleri bildirmiştir. Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem namaz, oruç, zekât ve ganimetin beşte birini İslam devlet hazinesine vermek gibi amelleri Allâh’a îmân olarak öğretmiştir. Hadîsin diğer bir metninde gelen heyete “Bunları ezberle­yin ve geride kalanlarınıza da bildirin” şeklinde buyurarak, ibâdetlerin Allâh’a îmân etmek için gerekli olduğunu insânlara bildirmelerini emretmiştir. Eğer ibâdetler îmâna dâhil olup hakikatinden olmasaydı, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem kendisine dini öğrenmek için gelen bu kimselere ibâdetleri îmân olarak öğretmez ve öğretmelerini de emretmezdi.

İmâm İbn Ebi’l-İzz rahîmehullâh bu hadîs-i şerîfi zikrettikten sonra şöyle demiştir: “Amellerin îmânın müsemmasına (kapsamına) dâhil olduğuna bu delîlin üstünde başka hangi delîl olabilir? Bu hadîste îmân ameller olarak tefsîr edilmiş ve tasdîk söz konusu edilmemiştir. Çünkü inkâr ile birlikte bu amellerin bir faydasının olmadığı bilinen bir husustur.” [İbn Ebi’l-İzz, Şerhu’l-Akîdeti’t-Tahavîyye: 2/487.]

“Ebû Hureyre radıyallâhu anh’dan rivâyet edildiğine göre, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular: Îmân yetmiş küsur şubedir. En yükseği ‘lâ ilâhe illallâh’ sözüdür. En aşağısı eziyet veren şeyi yoldan kaldırmaktır. Hayâ îmândan bir şubedir.” [(SAHÎH HADÎS): Müslim (37), Ebu Dâvud (4676)…]

Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem, bu hadîste îmânın şubelerini ifâde etmiş ve amelleri de bu şubelere dâhil etmiştir. Bu da açık olarak göstermektedir ki, ameller îmânın müsemmasına dâhildir. Nitekim İmâm Beğavî rahîmehullâh bu konudaki ittifaktan bahsederek şöyle demiştir: “Sahâbe, tabiin ve onlardan sonra gelen Ehl-i Sünnet âlimleri amellerin îmândan olduğu hususunda… İttifak etmişler ve şöyle demişlerdir: Îmân; söz, amel ve inançtır. İtaatle artar, masiyetle eksilir. Îmânın arttığını bizzat Kur’ân söylemiştir. Eksilmesi ise kadınların vasfedildiği hadîste geçmektedir.” [Beğavî, Şerhu’s-Sunne: 1/38-39.]

Îmânın Artıp, Eksilmesinin Delîlleri:

Kur’ân ve Sünnet’te îmânın artıp eksileceğine dair birçok delîller vardır. Nitekim İmâm İbn Ebi’l-İzz rahîmehullâh şöyle demiştir: “Îmânın artıp eksildiğine dair Kitâb ve Sünnet’ten delîller ile seleften gelen rivâyetler gerçekten çoktur…” [İbn Ebi’l-İzz, Şerhu’l-Akîdedi’t-Tahavîyye: 2/479.]

Allâh Azze ve Celle şöyle buyurmaktadır:

“Îmân edenlerin îmânını artırsın…” (Müddessir: 74/31)

Alî bin Ebî Tâlib radıyallâhu anh şöyle demiştir: “Îmân kalbte bir nükte şeklinde ortaya çıkar. Îmân arttıkça bu nükte de artar.” [İbn Teymiyye, Mecmûu’l-Fetâvâ: 7/224.]

İmâm İbn Cerir et-Taberî rahîmehullâh ise şöyle demiştir: “Îmân, söz ve amel midir, artar ve eksilir mi veya onda artma ve eksilme olmaz mı? Bu konuda söylenecek söze gelince; îmân söz ve ameldir, artar ve eksilir diyenlerin görüşü doğrudur. Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in ashâbından bir topluluğun bu görüşte olduğu haber verilmiştir. Geçmişte dîn ve fazilet sâhibi kimseler bu görüşü benimsemişlerdir.” [Taberî, Sarihu’s-Sünne: 25.]

Allâh Subhânehu ve Teâlâ, başka bir âyet-i kerîme’de şöyle buyurmaktadır:

“Mü’minler o kimselerdir ki, Allâh anıldığı zaman yürekleri ürperir, O’nun âyetleri kendilerine okunduğu zaman îmânlarını artırır ve Rablerine tevekkül ederler.” (Enfal: 8/2)

İmâm İbn Kesîr rahîmehullâh, bu âyet-i tefsîr ederken şöyle demiştir: “Buhârî ve diğer imâmlar îmânın artıp eksildiğine ve kalblerdeki îmânın farklılığına bu ve benzeri âyetlerle delîl getirmişlerdir. Hatta Şâfiî, Ahmed ve Ebû Ubeyd gibi birden fazla imâm bu konuda icmâ olduğunu haber vermişlerdir. Nitekim ben bunu -Allâh’a hamd olsun- Buhârî’ye yaptığım şerhin başında uzun uzun açıkladım (arzu edenler oraya bakabilir).” [İbn Kesir, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm: 4/12.]

Allâh Subhânehu ve Teâlâ, başka bir âyet-i kerîme’de şöyle buyurmaktadır:

“Onlar öyle kimselerdir ki halk kendilerine: ‘Düşmanlarınız olan insânlar size karşı ordu hazırladılar, aman onlardan korkun’ dediklerinde, bu tehdit onların îmânlarını artırmış ve ‘Allâh bize yeter. O ne güzel vekildir’ demişlerdir.” (Ali İmran: 3/173)

İmâm İbn Ebi’l-İzz rahîmehullâh bu âyeti zikrettikten sonra şöyle demiştir: “Bu âyet-i kerîme ile ondan önceki âyet hakkında; buradaki artıştan kasıt, kendisine îmân edilen hususların artışıdır, nasıl denilebilir? İnsânların söyledikleri bir söz olan; ‘Düşmanlarınız olan insânlar size karşı ordu hazırladılar, aman onlardan korkun’ sözünde teşrî olarak bildirilen bir artış var mıdır? Mü’minlerin kalblerine huzur ve sükûnun indirilmesinde teşrî bakımından bir artış var mıdır?” [İbn Ebi’l-İzz, Şerhu’l-Akîdedi’t-Tahavîyye: 2/479.]

Îmânın artıp, eksileceğine delâlet eden hadîs-i şerîflerden bazıları şöyledir:

“Ebû Saîd el-Hudrî radıyallâhu anh’dan rivâyet edildiğine göre, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular: Cennetlikler cennete, cehennemlikler de cehenneme girdikten sonra Allâh Subhânehu ve Teâlâ: ‘Kalbinde hardal danesi ağırlığınca îmânı olanı (ce­hennemden) çıkarın!’ buyurur.” [(SAHÎH HADÎS): Buhârî (22); Müslim (146) …]

Bu hadîs-i şerîf îmânın azaldığını beyân eden nassların en açık olanlarındandır. Nitekim hadîste ifâde edildiği üzere îmân azalır; ta ki hardal tanesi kadar kalır…

Bu ve benzeri nasslara binâen sahâbelerden Abdullâh bin Abbâs, Ebû Hureyre ve Ebû’d-Derdâ radıyallâhu anhum şöyle demişlerdir. “Îmân artar ve eksilir.” [el-Lalekâî, a.g.e: 5/1016.]

Cundub bin Abdillâh el-Becelî radıyallâhu anh ise şöyle demiştir: “Biz yiğit delikanlılar olarak Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem ile beraber bulunuyorduk. Kur’ân-ı Kerîm’i öğrenmeden önce îmânı öğrendik. Sonra Kur’ân-ı Kerîm’i öğrendik ve onunla îmânımızı artırdık.” [el-Lalekâî, a.g.e: 5/1019; İbn Battâ, el-İbâne: 2/845; Acurrî, Kitâbu’ş-Şeria: 2/583; Hallal, es-Sünne: 5/48; İbn Teymiyye, Mecmûu’l-Fetâvâ: 7/505.]

“Ebû Umâme radıyallâhu anh’dan rivâyet edildiğine göre, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular: Kim Allâh için sever, Allâh için buğz eder, Allâh için verir ve Allâh için mânî olursa îmânını tamamlamış olur.” [(SAHÎH HADÎS): Ebû Dâvud (4681); Taberânî (Kebir: 7613)…]

Hadîs-i şerîfte ifâde edildiği üzere kişi, Allâh için sever, Allâh için buğz eder, Allâh için verir ve Allâh için mânî olursa îmânı artış göstererek tamamlanır; kemâle erer. Bu itibarla diğer ibâdetler de îmânın tamam olmasında ve kemâlata ulaşmada pay sâhibidirler. Nitekim sahâbelerden Umeyr bin Habib el-Hutamî radıyallâhu anh şöyle demiştir: “Îmân artar ve eksilir. Denildi ki: Onun artması ve eksilmesi nedir? Dedi ki: Allâh’ı zikrettiğimiz ve O’na hamd ettiğimiz ve tesbih ettiğimiz zaman bu, îmânın artmasıdır. Gaflet ettiğimiz ve unuttuğumuz zaman bu, îmânın azalmasıdır.” [el-Lalekâî, a.g.e: 5/1019; İbn Battâ, el-İbâne: 2/845; Acurrî, Kitâbu’ş-Şeria: 2/583; Hallal, es-Sünne: 5/48; İbn Teymiyye, Mecmûu’l-Fetâvâ: 7/505.]

Bilinmelidir ki! Ümmetin sünnet ve cemaat ehli imâmları, îmânın söz, itikat ve amel olduğunda icmâ ettikleri gibi, artıp eksileceği hususunda da icmâ etmişlerdir. Nitekim İmâm Ebû’l-Hasan el-Eş’arî rahîmehullâh, selefin üzerinde icmâ ettiği esaslardan söz ederken şöyle demiştir: “Onlar îmânın itaatle arttığı, masiyetle azaldığı konusunda icmâ ettiler.” [Risâletun ila Ehli’s-Sağr: 155.]

Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye rahîmehullâh ise şöyle demiştir: “Îmân artar eksilir, sözü sahâbelerin sözüdür. Bu söze muhalefet eden herhangi bir sahâbe bilinmemektedir.” [İbn Teymiyye, Mecmûu’l-Fetâvâ: 7/224.]

Îmânın artıp eksildiğine dair ümmetin imâmlarından birçok rivâyetler naklolunmuştur. Onlardan bazıları şöyledir:

1. Edu Derda radıyallâhu anh, şöyle demiştir: “Îmân: Artar eksilir.” [el-Lalekâî, Şerhu Usulu İ’tikad: 5/1015; İbn Battâ, el-İbâne: 2/848.]

2. Ebu Hureyre radıyallâhu anh, şöyle demiştir: “Îmân: Artar eksilir.” [el-Lalekâî, a.g.e: 5/1016; İbn Battâ, el-İbâne: 2/844.]

3. İmâm Mücâhid rahîmehullâh, şöyle demiştir: “Îmân: Artar eksilir.” [el-Lalekâî, a.g.e: 5/1023; İbn Battâ, el-İbâne: 2/806.]

4. İmâm Süfyan İbn Uyeyne rahîmehullâh, şöyle demiştir: “Îmân: Artar eksilir.” [el-Lalekâî, a.g.e: 5/1028; İbn Battâ, el-İbâne: 2/813.]

İmâm’a “Îmân artar ve eksilir mi?” diye sorulduğunda şöyle demiştir: “Siz Kur’ân-ı Kerîm’i okumuyor musunuz? Allâh’u Teâlâ, şöyle buyurur: ‘Bu onların îmânlarını artırmıştır.’ (Ali İmran: 3/173) Birden fazla yerde îmânın arttığına işaret edilir…” “Eksilir mi?” diye sorulduğunda ise şöyle demiştir: “Eksilmeyen bir şey artmaz” [İbn Battâ, el-İbâne: 2/850; Acurri, Kitâbu’ş-Şeria: 2/605.]

5. İmâm İbn Cüreyc rahîmehullâh, şöyle demiştir: “Îmân: Artar eksilir.” [el-Lâlekâî, Şerhu Usûlu İ’tikâdi Ehli’s-Sunne: 5/1029.]

6. İmâm Süfyân es-Sevrî rahîmehullâh, şöyle demiştir: “Îmân: Artar eksilir.” [el-Lâlekâî, a.g.e: 1/170; İbn Battâ, el-İbâne: 2/850.]

7. İmâm Mâlik rahîmehullâh, şöyle demiştir: “Îmân: Artar ve eksilir.” [İbn Abdilberr, el-İntika: 34; el-Lâlekâî, a.g.e: 5/1028.]

8. İmâm Şâfiî rahîmehullâh, şöyle demiştir: “Îmân: Artar eksilir… Îmânın (kişiden kişiye göre değişen) halleri, dereceleri ve tabakaları vardır. Bunların bir kısmı tam ve eksiksizdir. Bir kısmı eksiktir ve eksiği apaçık bellidir. Bir kısmı da bu ikisinin ortasında olup, bir tarafı ağır basmaktadır.” [Beyhakî, Menakibu’ş-Şâfiî: 1/387.]

9. İmâm Ahmed bin Hanbel rahîmehullâh, şöyle demiştir: “Îmân: Artar ve eksilir.” [Abdullâh İbn Ahmed, es-Sünne: 1/307; İbn Battâ, el-İbâne: 2/813.] İmâm’a îmânın nasıl eksildiği sorulunca şöyle demiştir: “Nasıl artıyorsa öyle eksilir.” [el-Hallal, es-Sunne: 3/588.]

10. İmâm Eş’ârî rahîmehullâh, şöyle demiştir: “Îmân: Artar ve eksilir. Bu konuda adalet sâhibi sika (güvenilir) ravilerin yine adaletli ravilerden rivâyet ederek Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’de son bularak sahâbelerin, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’den naklettikleri rivâyetleri kabul ederiz.” [el-Eş’arî el-İbâne an Usuli’d-Diyâne: 27.]

Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem)’in Havzı’na İman

Rasulullah sallalahu aleyhi ve sellem’in Havzı’na iman (etmek gerekir).

Havz hakkında varid olan hadisler otuzdan çok Sahabe tarafından rivayet olunmuş ve mütevatir derecesine ulaşmıştır. Mevzubahis Hadisler'in çoğu Buhari ve Müslim tarafından nakledilmiştir.

Tahavi Akidesi Şarihi’nin ifade ettiği üzere: "Havz’dan söz eden Hadisler tevatür derecesine ulaşır. Bu Hadisler'i otuz küsur Sahabi rivayet etmiştir. Hocamız İmad'ud Din İbni Kesir, "el-Bidaye ve’n Nihaye" adını taşıyan tarihe dair büyük eserinin son taraflarında bu rivayetlerin bütün yollarını tesbit etmiş bulunmaktadır.

Bu Hadisler'den birisini Buhari rivayet etmektedir. Enes ibni Malik (radiyallahu anh)‘dan rivayete göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Benim Havz’ımın ölçüleri Eyle ile Yemen’deki San’a arası kadardır. Onda bulunan ibrik’lerin sayısı ise semadaki yıldızların sayısı kadardır." (Buhari; Müslim)

Yine ondan gelen rivayete göre Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur: "Ashabım'dan bir takım insanlar Havz’ın etrafında yanıma geleceklerdir. Ben onları tanıyacağım ama benden uzaklaştırılmış olacaklardır. Bu sefer ben: Arkadaşlarım? diyeceğim, bana şöyle diyecek(ler): Senden sonra ne gibi Bid’at’ler ortaya çıkardıklarını bilmezsin!.." (Buhari; Müslim) Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.

İmam Ahmed’in rivayetine göre de Enes ibni Malik (radiyallahu anh) şöyle demiştir. Rasulullah (sallallahu aleyhi vesellem) bir uykuya daldı, tebessüm ederek başını kaldırdı. Ya o kendilerine söyledi, yahut onlar ona: "Ne diye güldün? diye sormaları üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu: Az önce bana bir Sure indirildi. Sonra da: "Bismillahirrahmanirrahim. Muhakkak Biz sana Kevser’i verdik" (el-Kevser) Sure'sini sonuna kadar okudu ve sonra şöyle buyurdu: el-Kevser’in ne olduğunu bilir misiniz? Onlar: Allah ve Rasulu daha iyi bilir, dediler. Şöyle buyurdu: O aziz ve celil olan Rabbim'in bana Cennet'te vermiş olduğu bir nehirdir. Onun üzerinde pek çok hayırlar vardır. Kıyamet Günü’nde ümmetim o nehre geleceklerdir. Onun üzerindeki kaplar yıldızların sayısı kadardır. Onlardan bir kul (ona yaklaşmaktan) alıkonulunca, ben şöyle diyeceğim: Rabbim, o benim ümmetimdendir. Şöyle denilecek: Senden sonra ne Bid’atler çıkardıklarını bilemezsin!.." (Ahmed, Müsned)

Bu Hadisi Müslim de şu lafız ile rivayet etmiştir: "O Rabbim'in bana va'adettiği bir nehirdir. Üzerinde pekçok hayır vardır. O Kıyamet Günü’nde ümmetimin kendisine gelecekleri bir havuzdur." (Müslim) geri kalan bölümleri ise az önceki rivayet gibidir.

Bunun anlamı şudur: Bu Kevser’den Havz’a doğru iki kanal bol bol su akıtmaktadır. Havz ise Sırat’tan önce Arasat’tadır. Çünkü ondan ayrılmaktadır ve topukları arkasına gerisin geri dönmüş bir takım kimseler ona yaklaştırılmayacaktır. Bu gibi kimseler ise Sırat’ı da geçemeyeceklerdir.

Buhari ve Müslim, Cündeb ibni Abdullah el-Beceli (radiyallahu anh)’dan böyle dediğini rivayet etmektedirler: Ben Rasulullah (sallallahu aleyhi vesellem)’i şöyle buyururken dinledim: "Ben sizden önce Havz’a ulaşmış olacağım." (Buhari; Müslim)

Buhari’deki rivayete göre Sehl ibni Sa’d el-Ensari (radiyallahu anh) dedi ki: Rasulullah (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu: "Şüphesiz sizden önce Havz’a varmış olacağım, benim yanıma gelen (ondan) içer. İçen ise ebediyyen bir daha susamaz. Benim yanıma hiç şüphesiz kendilerini tanıdığım, kendilerinin de beni tanıdıkları bir takım kimseler de gelecektir. Sonra benimle onların arasına engel konulacaktır."

Ebu Hazim dedi ki: Ben onlara bu Hadis'i anlatırken, en-Nu’man ibni Ebi Ayyaş benim sözlerimi işitince dedi ki: Sen bunu Sehl’den böylece mi dinledin, ben: Evet, dedim. O da dedi ki: Ben de şahitlik ederim ki Ebu Sa'id el-Hudri (radiyallahu anh)’dan bunu dinledim ve o fazladan şunları da söylüyordu: "Bunun üzerine ben şöyle diyeceğim: Onlar benim ümmetimdendirler. Bana: Senden sonra neleri (Bid’at olarak) ihdas ettiklerini bilmezsin denilecek, bu sefer ben: Benden sonra değişiklikler yapanlar, benden uzak olsunlar, benden uzak olsunlar." (Buhari; Müslim)" (İbni Ebi’l İzz, Muhazzebu Şerh'il Akidet’it Tahaviyye)

Salih aleyhi selam dışında her Nebi’nin Havzı vardır; onun Havzı ise devesinin memesidir.

Her peygamber kendisine tabi olanlarla, kendi Havzından su içer Salih (aleyhi selam) ve kavmi ise, dişi devenin memesinden su içer. Lakin; Salih (aleyhi selam)’ın Havzı olmadığı ve onun Havzı'nın devesinin memesi olduğuna dair nakiller Sahih olmayıp bu konuda Sahih bir nakil bize ulaşmış değildir. İbn'ul Cevzi, Zehebi ve İbni Hacer gibi çok sayıda alim bu gibi haberlerin Münker ve uydurma olduğu kanaatindedir. (İbn'ul Ukeyli, ed-Duafa el-Kebir, 3/64; İbn'ul Cevzi, el-Mevzuat, 2/417; Zehebi, Lisan'ul Mizan, 4/52; ibni Asakir, Tarih, 10/458)

Tahavi Şarihi de istisna olmaksızın herbir peygamberin bir Havzı olduğuna dair Hadisler bulunduğunu belirterek şöyle der: "Bazı Hadisler'de de varid olduğuna göre: "Herbir peygamberin bir Havzı vardır. Peygamberimizin Havzı ise bunların en büyüğü, en değerlisi ve gelip su içeceklerinin sayısı en fazla olanlarıdır." Lütuf ve Keremi'yle Yüce Allah bizi onlardan kılsın." (İbni Ebi’l İzz, Muhazzebu Şerh'il Akidet'it Tahaviyye)

Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem)’in Şefaat Edeceğine İman

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin Kıyamet Günü’nde (Mü’minlerden) mücrimlere (suçlu günahkarlara) –Sırat (Köprüsü) üzerinde olanların Cehennem’den çıkmasına sebebiyet vermek için- şefaat edeceğine iman (etmek gerekir). Her Nebi'nin şefaatı vardır keza sıddıkların, şehidlerin ve salihlerin de (şefaatı vardır). Bundan sonra, Allah (kendilerinden razı olup) dilediklerine lütufta bulunacak ve yanıp kömüre dönmüş kimseler Cehennem’den çıkartılacaktır.

Şefaat'in birçok çeşidi vardır. Diriliş Günü vuku bulacak olan Şefaat altı kısımdır. Delillerle ispatlanmış bu altı kısımdan üçü Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem)’e hastır. Şeri'at nezdinde ispatlanmış ümmet tarafından ittifak ile kabul edilmiş altı çeşit Şefaat'i şu şekilde sıralayabiliriz:

Şefaat'ul Uzma (Büyük Şefaat): İnsanoğlunun efendileri olan Rasul ve Nebiler arasında; "Seyidil Enbiya ve'l Mürselin", "Hatem'ul Enbiya" ve "Eşref-i Mahlukat" olan Muhammed (sallalahu aleyhi ve sellem)’e hastır.

Cennet Ehli’nin, Cennet’e girmesi için Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem)’in Şefaati.

Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem)’in, amcası Ebu Talib’in Cehennem'deki azabının hafiflemesi için Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem)’in şefaati. Bu şefaat türü Rasullulah (sallalahu aleyhi ve sellem)’in yalnızca amcası Ebu Talib’e has kılınmıştır. Ebu Talib dışındaki diğer Kafirler için şefaat söz konusu değildir. Allah Te'ala Kafirler'in Hesap Günü’ndeki hallerinden bahsederek şöyle buyurmaktadır:

"Artık, şefaat edenlerin şefaati onlara bir yarar sağlamaz." (el-Müddessir, 74/48)

Amelleri sebebiyle Cehennem’e girmeyi hakeden kimselerin Cehennem’e girmemeleri için yapılacak şefaat.

Cehennem’e girmiş kimselerin Cehennem’den çıkmaları için yapılacak şefaat.

Cennet’e girmiş kimselerin Cennet'deki derecelerinin yükseltilmesi için yapılacak şefaat. Bu tür şefaat, Rasulullah (sallahu aleyhi ve sellem), diğer Nebi ve Resuller, salih kimseler, Melekler ve Mü’minlerin küçük yaşta ölmüş çocukları tarafından yapılacaktır.

Bütün bu şefaat türleri Ehli Tevhid için sözkonusudur. Ehli Tevhid’den olup da Cehennem’e girmiş kimseler orada ebedi olarak kalmayacak ve Cehennem’de arındıktan sonra çıkartılıp Cennet’e sokulacaklardır.

Rasulullah (sallalahu aleyi ve sellem)’den Sahihayn’da nakledildiği üzere yanıp kömür olduktan, kavrulup karardıktan sonra Hayat Irmağı’na atılan bazı kimselere şefaat edilmek suretiyle Cehennem’den çıkartılıp Cennet’e sokulacaklardır.

Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem)’in –Harici ve Mut'ezili gibi Ehli Bid’at fırkalarının inkarının aksine- büyük günah işlemiş Müslümanlara şefaat edeceği ile alakalı zikredilen Hadisler mütevatire ulaşmıştır.

Unutulmamalıdır ki; hiç kimse Allah (azze ve celle) kendisine izin vermedikçe ve onun için belli bir sınırı tesbit etmedikçe şefaat edemeyecektir.

Şefaat hususunda Ehli Sünnet’e muhalefet edenler genel manada iki grupta değerlendirilebilir. İlk olarak şefaati inkar edenler ki bunlar Harici ve Mu’tezililerdir. İkinci olarak Sufiler ve kabirperestler ki onlar, kabirlere yönelmiş ve onlardan yardım ve şefaat talep etmişler tıpkı önceki Cahiliye dönemi insanları gibi Allah katında şefaatçileri olmaları için onlara ibadet sunmak suretiyle onları Allah’a ortak koşmuşlardır.

Sırat’a İman

Cehennem üzerinde olan Sırat’a iman (etmek gerekir). Sırat (Köprüsü), Allah’ın dilediklerini tutacak, Allah’ın dilediklerinin geçmesini sağlayacak ve (Allah’ın) dilediklerinin Cehennem’e düşmesini sağlayacaktır. (Üzerinden geçen) insanlar, imanları ölçüsünde nurlanacaktır.

Allah (Celle Celaluhu) şöyle buyurmaktadır: "Sizden ona (Cehennem’e) girmeyecek hiç kimse yoktur. Bu, Rabbi'nin kesin olarak üzerine aldığı bir karardır. Sonra, takva sahiplerini kurtarırız ve zulmedenleri diz üstü çökmüş olarak bırakıveririz." (Meryem 19/71-72)

Peygamberler'e ve Melekler'e İman

Nebiler'e ve Melekler'e iman (etmek gerekir).

Allah Te'ala şöyle buyurmaktadır: "Peygamber, kendisine Rabbi'nden indirilene iman etti, Mü'minler de (iman etttiler). Tümü, Allah'a, Melekleri'ne, Kitabları'na ve Rasulleri'ne inandı. O'nun elçileri arasında hiç birini (diğerinden) ayırdetmeyiz. İşittik ve itaat ettik. Rabbimiz bağışlamanı (dileriz). Varış ancak Sana'dır! dediler." (el-Bakara 2/285)

Ebu Hureyre r.a.’den; Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki; “Muhammed’in(sallallahu aleyhi ve sellem) ruhu, kudreti ile yaşayan Allah’a yemin olsun ki, şu Yahudi ve Hristiyanlardan, beni işitip de haberdar olan, sonra beraber gönderilmiş olduğum hükümlere inanmadığı halde ölen bir kimse yoktur ki ateş ehlinden olmasın!” Müslim(153,240) Ahmed(2/350)

Allah Azze ve Celle buyurur ki; “Ey İman edenler! Allah’a, Rasulüne ve peygamberine indirdiği Kitab’a ve daha önce indirdiği kitap(lar)a  iman(da sebat) edin! Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkar ederse, o takdirde doğrusu (haktan) uzak bir dalalet ile sapmış olur.” Nisa; 136

Şüphesiz ki iman edip sonra inkar edenler, sonra inanıp, tekrar inkar eden, sonra da inkarında aşırı gidenler yok mu, (bu inkarlarında devam ettikleri müddetçe) Allah onları ne bağışlayacak, ne de doğru yola iletecektir.” Nisa; 137

Katade r.a. der ki; “Bu ayet Yahudiler hakkındadır. Onlar Hz. Musa’ya iman ettiler, sonra buzağıya tapmak suretiyle kafir oldular. Sonra Musa a.s. dönünce tekrar iman ettiler, daha sonra İsa a.s.’ı inkar ettiler, sonra da Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i inkarları sebebiyle küfürleri arttı.” Taberi de bu şekilde tefsir etmiştir.

İbni Abbas r.a.; münafıklar da bu ayetin hükmüne dahildir demiştir. Muhtasarı İbni Kesir(1/448)

Allah’a ve Rasulüne sadık kaldıkları takdirde, zayıflara da, hastalara da sarf edecek bir şey bulamayanlara da (cihaddan geri kalmalarından dolayı) bir günah yoktur.” Tevbe; 91

Bu ayette Allah Azze ve Celle, mazeret sahiplerinin mazeretini, ancak kendisine ve Rasulüne bağlı kalmaları şartıyla kabul edeceğini beyan etmektedir.

Mü’minler ancak o kimselerdir ki; Allah’a ve Rasulüne iman etmişlerdir, ictimai bir iş için Onunla beraber bulundukları zaman ondan izin almadan gitmezler…” Nur; 62

Allah Azze ve Celle, rasulüne iman etmeyi ve rasulünden izin alınarak hareket edilmesini imanın özelliklerinden saymışken, O’na iman etmeyenlerin mümin olması düşünülebilir mi?

“(Ey Habibim!) De ki; “Ey insanlar! Muhakkak ki ben, sizin hepinize göklerin ve yerin mülkü kendisinin olan Allah’ın peygamberiyim. O’ndan başka ilah yoktur. O hayat verir ve O öldürür. Öyleyse Allah’a ve O’nun ümmi peygamber olan rasulüne iman edin; O ki, Allah’a ve O’nun kelimelerine (kitaplarına) iman eder, Ona tabi olun ki, hidayete eresiniz.” A’raf, 158

Bu ayet, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in peygamberliğinin bütün halk için umumi oluşunu açıklar.

Şüphesiz ki Biz seni, bir şahid, bir müjdeleyici ve bir korkutucu olarak gönderdik. Ta ki Allah’a ve Rasulüne iman edesiniz ve Ona (dinine ve peygamberine) yardım edesiniz…” Fetih, 8-9

Celâlim için, sen o kitap verilmiş olanlara, bütün delilleri de getirsen, yine de senin kıblene tabi olmazlar, sen de onların kıblesine tabi olmazsın. Zaten onlar da birbirlerinin kıblesine tabi değiller. Celâlim hakkı için, sana gelen bunca ilmin arkasından sen tutar da onların arzu ve heveslerine uyacak olursan, o zaman hiç şüphesiz, sen de zâlimlerden olursun.” Bakara 145

Bu ayet, Ehli Kitabın boş ümitlerini kesmek için indirilmiştir. Çünkü Yahudiler Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’i aldatmak için; “eğer (Kudüs’e yönelerek) bizim kıblemize devam etseydin, senin beklemekte olduğumuz peygamber olacağını ümit ederdik” dediler. Yahudiler ve Hristiyanlar birbirlerinin kıblesine dönmezler. Zira her iki grup da İsrailoğullarından olmalarına rağmen, aralarında şiddetli ihtilaf ve düşmanlık vardır.

Halbuki kim Allah’a ve Rasulüne iman etmezse, hiç şüphesiz ki Biz, o kafirler için alevli bir ateş hazırlamışızdır.” Fetih, 13

Bu ayet,  Allah’a iman etse bile, rasulüne iman etmedikçe kişinin kafir olduğunu belirtir.

Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah’a ve Rasulüne iman ederler, sonra şüpheye düşmezler…” Hucurat, 15

O halde Allah’a , Rasulü’ne ve indirdiğimiz o nur’a iman edin!..” Tegabün, 8

Allah Azze ve Celle, kendisine, Rasulü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e ve Kur’anı Kerim’e iman edilmesini şart koşmakta, bunlara imanı, kendisine iman ile bir tutmaktadır.

Onlar için ister mağfiret dile, ister mağfiret dileme (fark etmez). Eğer onlar için yetmiş defa da istiğfar etsen, Allah onları asla bağışlamayacaktır. Bu şüphesiz ki onların, Allah’ı ve Rasulünü inkar etmeleri sebebiyledir…” Tevbe, 80

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e iman; O’nun sadece bir peygamber olduğuna inanmanın ötesinde bir anlam ifade eder. Bu da; Onun Allah’tan alıp bize bildirdiklerinin bütününü, Onun her bakımdan örnek alınmasını ve Ona itaati de gerektirir.

Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e imanın farz olduğunu ifade eden hadis-i şeriflere gelince, bunlardan birkaçı şöyledir;

Ebu Hüreyre radıyallahu anh, merfuan rivayet ediyor;

İnsanlarla Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet edinceye, Bana ve getirdiğim hükümlere iman edinceye kadar savaşmakla emrolundum…” Buhari(24,1321,2748) Müslim(22)

Kul kabire konulup yakınları kabrin başından ayrıldıklarında ayaklarının sesini işitir. Ona iki melek gelir ve konuşturur; “Muhammed hakkında ne diyorsun?” derler…sonra kafir ve münafığa gelirler…kafir der ki; “Bilmiyorum, halkın söylediğini söylüyordum.” Sonra demir balyozlarla ensesine vurulur. Bir çığlık atar ki onu insan ve cinlerden başka her şey işitir.” Buhari(cenaiz 87)

İslam beş (temel) üzerine bina edilmiştir; Allah’tan başka ma’bud olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve Rasulü olduğuna şehadet, namazı dosdoğru kılmak, hak sahiblerine zekatı vermek, Beyt’i haccetmek ve Ramazan orucunu tutmak.” Buhari(7) Müslim(21)

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e imanı emreden birçok ayet varken, bunun aksini iddia edenler Bakara suresindeki şu ayeti delil gösteriyorlar;

Şüphesiz ki, (zahiren) iman edenler, Yahudi olanlar, hristiyanlar ve sabiilerden, kim Allah’a ve ahiret gününe iman edip Salih bir amel işleyenlerin  Rableri katında mükafatları vardır. Onlara korku yoktur ve mahzun da olmazlar.” Bakara, 62

Halbuki ayetin nüzul sebebi şöyledir; “Selman radıyallahu anh, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanına gelince, kendi halkının ibadetlerinden ve dini yorumlarından haber vermeye başladı. Dedi ki; “Ey Allah’ın Rasulü! Onlar namaz kılıyor, oruç tutuyor, sana iman ediyor ve senin peygamber olarak gönderileceğine iman ediyorlardı.” Selman radıyallahu anh, onları övmeyi bitirince Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, “Ey Selman! Onlar cehennem ehlidirler.” Buyurdu. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu. Hakim(3/600)

İbni Abbas radıyallahu anhuma’nın tefsiri; “Bundan murad, peygamber sallallahu aleyhi ve sellem gönderilmezden evvel, Yahudilik ve hristiyanlığın batıl itikadlarından uzak olarak Hz. İsa aleyhisselam’a inanmış olan kimselerdir. Mesela; Kuss Bin Saide, Rahib Bahira, Habibun Neccar, Zeyd Bin Amr Bin Nüfeyl, Varaka Bin Nevfel, Selman-ı Farisi, Ebu Zerr el Gıfari ve Necaşi’nin heyetindeki kimseler gibi… Buna göre sanki Hak Teala şöyle demektedir;

“Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) gönderilmezden önce Yahudilerin batıl dini üzere ve hristiyanların batıl dini üzere olanlardan, Hz. Muhammed peygamber olarak gönderildikten sonra Allah’a, ahiret gününe ve Hz. Peygambere iman eden herkes için Rableri katında mükafat vardır.” İbni Kesir(1/48-49)

Bu ayetin nüzulünden sonra Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyurdular ki; “Kim beni duymadan İsa’nın dini üzere, İslam üzere ölürse o, hayır üzeredir. Ama her kim bugün beni duyduğu halde bana iman etmezse şüphesiz ki o helak olmuştur.” Taberi(1/256)

Kur’an, Kitap ehli olanlardan Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları elçiye tabi olanları över, onlar için ve bütün insanlar için kurtuluş yolunun ancak Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e iman ve ittiba etmek olduğunu belirtir;

“Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Peygamber'e uyanlar (var ya), işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. O Peygamber'e inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nûr'a (Kur'an'a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır.

(Ey Habibim!) De ki; “Ey insanlar! Muhakkak ki ben, sizin hepinize göklerin ve yerin mülkü kendisinin olan Allah’ın peygamberiyim. O’ndan başka ilah yoktur. O hayat verir ve O öldürür. Öyleyse Allah’a ve O’nun ümmi peygamber olan rasulüne iman edin; O ki, Allah’a ve O’nun kelimelerine (kitaplarına) iman eder, Ona tabi olun ki, hidayete eresiniz.” A’raf, 157-158

Ayrıca Ehl-i Kitap olanların Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e iman ettikleri takdirde rahmetten iki kat nasib alacakları belirtilir;

“(Ey geçmiş peygamberlere) iman edenler! Allah’tan korkun ve Rasulüne iman edin ki, size rahmetinden iki kat nasib versin ve sizin için bir nur kılsın ki onunla (doğru yolu bulup) yürürsünüz. Günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah, Gafurdur, Rahimdir.” Hadid, 28

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e uymayanlar sadece heveslerine uymuş olurlar ki, onlar şu tehdide muhatapdırlar;

Allah’tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık kim olabilir.” Kasas, 50

Ehli Kitab’ın Peygamber Efendimiz’e iman etmedikleri takdirde akibeti cehennemde sonsuza kadar kalmaktır;

Kitab ehlinden ve müşriklerden kafir olanlar, kendilerine apaçık bir hüccet gelinceye kadar (bulundukları dinden) ayrılacak değillerdi.

(istedikleri bu delil) Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir ki (onlara) temiz kılınmış sahifeleri (Kur’an’ı) okur.

Onda dosdoğru yazılar (hükümler) vardır.

Böyleyken o kitap verilenler, ancak kendilerine o apaçık delil geldikten sonra ayrılığa düştü.

Halbuki ancak dinde ihlaslı olmaları, hakka yönelmişler olarak O’nun (rızası) için yalnız Allah’a kulluk etmeleri, namazı hakkıyla eda etmeleri ve zekat vermeleri emrolunmuştu.

İşte bu ise doğru dindir. Şüphesiz ki, kitap ehlinden ve müşriklerden inkar edenler cehennem ateşindedirler.

Orada ebedi kalacaklardır. İşte mahlukatın en şerlileri onlardır.” Beyyine, 1-6

HZ . PEYGAMBERİN NESEBİ

Babası Abdullah , Annesi Amine Hatundur.

ZEVCELERİ; Hatice ,Aişe ,Hafsa, Zeynep binti Caşh , Ümmü Seleme , Safiyye , Ümmü Habibe,  Meymune , Sevde ve Cüveyriye (r a)

CARİYELERİ; Mariye , oğlu İbrahim in annesi , Reyhane , Zeyneb Binti Caşhın bağışladığı bir cariye , bir savaştan Ona düşen güzel bir cariye.

ÇOCUKLARI;  Kasım , Zeynep , Rukiye, Ümmü Gülsüm , Fatıma , Abdullah ve İbrahim , ( İbrahim hariç hepsi Hz Hatice r a nındır.

AMCALARI; Hz Hamza ,   Abbas , Ebu Talib , (adı Abdü menaftır) Ebu  Leheb (adı Abdüluzza dır) Zubeyr, Abdulkabe  , Muvakım , Dırar , Kusem , Muğıre , (lakabı :  Haceldir ) Gaydak (adı Musabdır  _ Nevfel olduğuda söylenmiştir) Avvam . { bunlardan yanalız Hamza ve Hz Abbas( r a ) Müslüman olmuştur.}[Amcalarının en yaşlısı Haris ,  en küçüğü Hz Abbas (r a) dır]

HALALARI ; Safiyye, (Zübeyr Bin Avvam’ın annesidir) Atike , Berra , Erva , Ümeyme , Ümmü Hakim el Beyza {bunlardan Safiyye ve Erva Müslüman olmuştur.}

TEYZELERİ ; Erva, Berre , Ümeyye , Ümmü Hakim ,

ANANNESİ; Abdul Uzza kızı Berre ,  Berrenin annesi Esed kızı Ümmü Habib onun annesi de Avf kızı Berre dir. Böylece soy ağacı uzar gider.

BABANNESİ; Amr kızı Fatma dır . Amr babası Aid , Aidin babası İmran , onun ki de Mahzundur. Böylece soy ağacı gider.

***Allah Rasulu (sav) sizden biriniz uykudan uyandığı zaman elini yıkasın  çünkü onun nerede gecelediğini bilmez buyurmuştur.

( Tirmizi 24  Ebu Hureyre)

GİYİNİŞİ

*Elbisesini , gömleğini , ayakkabısını . yani ne yaparsa sağdan başlamayı severdi.Yeni bir elbise giydiğinde “  Allah’ım bu gömleği Sen bana giydirdin . Onun hayırlı olmasını ve yapıldığı amaçta kullanılmasını senden dilerim .Onun şerrinden ve kötü amaçla yapılmışsa onun şerrinden Sana sığınırım “  derdi.(Ebu Davud 4020 _ Tirmizi 1767)

*Yün giymeyi severdi . Hz Aişe (r a) yün bir hırka ördü . Onu giydi terleyip yünün kokusunu duyunca (hissedince ) çıkardı. Hoş kokuyu severdi. (Ebu Davud 4074)

Elbiseyi bir kimse çalım satarak eteklerini yerde sürürse , Allah kıyamet günü onun yüzüne bakmaz buyurmuştur.( Müslim 2085)

*İbni Mesut[ra]dan _Bir adam  ey Allah’ın Rasulü [sav] doğrusu ben elbisemin ve ayakkabımın güzel olmasını severim,buda kibirmi dir ? diye sordu

Hz Peygamber cevaben _Hayır Allah güzeldir,güzelliği sever.Kibir gururdan dolayı hakkı kabullenmemek ve insanları hor görmektir (Müslim,Ebu Davud,İbni Mace/4173)

YEMEK MEVZUSU

Yemek konusunda var olanı reddetmez,bulunmayanı araştırmazdı.Hoş yiyeceklerden ne konulursa yer,tiksindiği bir şey olursa kendisi yemez,başkalarına da haram kılmazdı.

Hiçbir  zaman bir yemeğe kusur bulmamıştır.Dayanarak yemek yemezdi,bağdaş kurarak yemek yediği hiç görülmemiştir (Buhari, ,İbni Mace 3263,Tirmizi1830)

*Namazda oturduğu gibi veya dizini kaldırarak oturur yerdi,yüzü koyun yatarak yemeyi de yasaklamıştır (İbni Mace 3370,Ebu Davud 3775)

*Yemeğin başlangıcında besmele çeker,sonunda hamd ederdi.Yemeği bitirince ‘Elhamdülillah’ derdi.(İbni Hibban 1352)

*Bazende yediren içiren kolaylıkla boğazdan geçiren Allah’a hamd olsun derdi (Ebu Daavud 3851)

*Misafirse,Allah’ım onlara verdiğin rızkları bereketlendir,

*Onları bağışla ve onlara acı derdi (Müslim 2024)  Veya yemeğinizi iyi kişiler yediler,melekler size dua okudu da derdi.(Ebu D avud 3854)

*Ey çocuk! Besmele çek,sağ elinle ye ve önünden ye (Müslim 2022)

*Oturarak su içerdi,ayakta içeni men ederdi(Müslim 2034)

*Kendisi içtiğinde  solunda daha büyük birisi bulursa,bardağı sağındakine uzatırdı.(Buhari 74/13

*Enes (ra)dan gelen bir rivayette Rasulullah (sav) üç solukta içer ve böylesi daha kandırıcı,elemden salim kılıcı ve daha kolay

akıcıdır dedi.(Müslim 2028)

*Rasulullah Sizden biriniz su içerken kaba solumasın,fakat soluduğunda kabı ağzından uzaklaştırsın dedi.(İbni M ace 3427)

*Ayrıca Rasulullah (sav) kapları örtünüz,kırbaların ağzını bağlayın.Çünkü sene içinde öyle bir gece vardır ki o gecede veba hastalığı iner .Üzerinde örtü bulunmayan bir kaba veya üzerinde bağı bulunmayan bir kaba uğrarsa,muhakkak bu vebadan oraya iner.  (Cabir bin Abdullah Müslim 2014)

*Hz.Peygamber (sav)bir çöple bile olsa kapların örtülmesini emretmiştir(Müslim 2012)

*Allah Rasulü(sav)su kabının ağzından içmeyi yasaklamıştır (Buhari 10/79,Ebu Davud 3721)

*Ayrıca kırık kaptan,kırık bardaktan su içilmesini ve içeceğe üflenmesini yasaklamıştır (Ebu Said el-Hudri(ra) Ebu Davud 3722)

UYKU HALİ

Kimi zaman yatakta,kimi zaman post üzerinde,hasır üzerinde,yerde,divanda,siyah kilim üzerinde uyurdu.Abdullah b.Temim (ra) Allah Resulü (sav) mescidde bir ayağını diğerinin üzerine koyarak arkası üstü yattığını gördüm diyor (Müslim 2100)

Yatağı tabaklanmış deri olup dolgu maddesi lif  idi.Sözün özü hz.Peygamber (sav)yatakta uyudu,üzerini yorganla örttü ve

Hanımlarına da ‘’Ben Aişe dışında sizlerden biriyle bir yorgan altında iken Cebrail bana gelmedi’’ dedi.(Buhari 51/7,8-62/30,)

*Uyumak için yatağa yattığında ‘’Bismikallahümme ehya ve emutu’’Senin adınla Allah’ım dirilirim ölürüm derdi’’ (Buhari 80/7,8,16,Müslim 2711,Tirmizi 34/3)

*Avuçlarını birleştirir içlerine üfler İhlas,Felak,Nas,surelerini okur,sonra bedeninin ön kısımlarından ,başı ve yüzünden başlamamak üzere avuçlarını vücudunun sürebildiği yerlerine sürerdi.Bunu üç kere yapardı.(Buhari 11/107,Ebu Davud 5056)

*Sağ yanına yatar,uyur,sağ elini sağ yanağının altına koyar sonra ‘’Allah’ım kullarını yeniden dirilteceğin günde beni azabından koru ‘’diye dua ederdi.(Ebu Davud 5045)

*Yatağına girdiğinde ‘’Bizi yediren içiren,bizi koruyan bize sığınak olan Allah’a hamd olsun.Nice kimseler vardır ki kendisine yeterli olacak,onu koruyacak,barındıracak kimsesi yoktur’’derdi (Müslim 2715)

*Uykudan uyanınca’’Bizi öldükten sonra dirilten Allah’a hamd olsun,kıyamette onun huzurunda haşr olacağız’’derdi

(Müslim 2711) Sonrada dişlerini misvakalardı (Müslim 763)

EVLİLİK MEVZUSU

Rasulullah (sav)ümmetini evlenmeye teşvik etmiş ve ‘’Evlenin çünkü ben diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla övüneceğim’’ demiştir.(Ebu Davud 2050)

*Rasulullah(sav) ‘’Ben kadınlarla evlenirim,hem uyurum,hem de gece namaza kalkarım,hem oruç tutarım ve hem de tutmam.

Benim sünnetimden yüz çeviren benden değildir. demiştir. (Müslim 1401)

*Abdullah b.Mesud(ra) Gençler evlenmeye gücünüz yetenler evlensin,gözü engeller,namusu korur,gücü yetmeyenler oruç tutsun oruç onun şehvetini kırar.(Müslim 1400)

*Evlenirken kadının malı,nesebi,güzelliği ve dindarlığı dolayısı ile nikah edilir. Dindar olanı seçmezsen,fakirliğe düşersin demiştir (Müslim 1466)

*Cinsi birleşmeden evvel‘’Bismillahi Allahümme Cennibiş şeytane ve Cennibiş şeytane ma razektane (Sizden biriniz eğer eşiyle cima edeceğinde ‘’Bismillah Allah’ım bizi şeytandan ve şeytanıda bizi rızıklandırdığın şeyden uzak eyle’’ derse Allah bir çocuk verirse şeytan ona ebedi olarak zarar veremez.

*Rasulullah  karısı ile oynar ve onu öperdi (Ebu Davud 2386)

* CABİR (ra) Rasulullah (sav)oynaşmadan birleşmeyi yasaklamıştır.Birleşme şekillerinden en güzeli oynaşma ve öpüşmeden sonra ...Birleşme zürriyet yeri olan birtek yerdenolur. (müslim  1435_3002 Ebu davut 2163_4804 İbni Mace 1923 Tirmizi 3395_135)

*Ebu Said El Hudri den  “Rasulullah (sav) Sizden biri eşiyle birleşir sonra yeniden birleşmek isterse abdesh alsın “  buyurmuştur.

TUVALET ADABI

Hz Peygamber (sav)   gerek toprak üzerine , gerek hasır ve halı üzerine otururdu .Zaman zaman sırt üstü yatıp uzandığı olurdu .Bazen ayak ayak üzerine otururdu.

Tuvalete girerken  “Allah ım görünen _ görünmeyen bütün pisliklerden , Kovulmuş şeytandan sana sığınırım (müslim 375) > Çıkıncada   “ Bağışla Rabbım  “ derdi(Tirmizi 7  _Ebu Davud 30 )

*Küçük Abdesh bozmak için yumuşak topraklı yer arardı. Hz Aişe (ra)  “ size kim Hz  Peygamber (sav ) ayakta bevlederdi diye söylerse  onu tastik etmeyin .  O daima oturarak bevlederdi .( Tirmizi 12 _İbn M ace 307)

SELAM MEVZUSU

Abdeshi bozarken biri Ona selam verirse , onun selamını almazdı . (müslim 370)

*Selam konusunda ; Hz Ali insanların Allah a en evlası , selama ilk başlayandır. (Tirmizi 2695)

*Bir topluluk geçtikleri zaman içlerinden birisinin selam vermesi onlara kafi gelir. Oturanlara da içlerinden birisinin selamı cevaplandırması yeterlidir  buyur ulur(Ebu Davud 5210)

*Enes (ra) Nebi (sav) oynamakta olan çocukların yanından geçti de onlara selam verdi . (müslim 2169)

*Ebu Hureyre (ra) dan ;Biriniz bir meclise vardığı zaman selam versin , oradan kalkmak istediği  zamanda selam versin .( Ebu Davud 5208 )

AKSIRANA DUA

Biriniz hapşırdığı zaman _ELHAMDÜLİLLAH _ desin , arkadaşları ; _YERHAMUKALLAH _ desin . oda ; YEHDİKUMULLAHU VE YASLEHU BALEKUM desin (Ebu Davud 5033_ Buhari  edep bölümü 10/502)

MECLİSTE ZİKR MEVZUSU

Bir meclisten kalkarken ‘’Subhanekallahümme ve bi hamdike eşhedü ellailahe  illa ente  estağfiruke ve etübü ileyh’’ derse Allah onun bu mecliste olan hatalarnı

örter buyurmuştur.(TİRMİZİ 2429)

*Ebu Hüreyre (ra) ‘’Bir mecliste oturup da orada Allah’ı zikretmeden kalkan hiçbir topluluk yoktur ki oradan,eşeğin leşi gibi kalkmış olmasınlar.

En büyük zarar da onlar içindir’’demiştir.(4855)

ÖFKELENDİĞİ ZAMANKİ TAVRI

Rasulullah (sav) öfkelendiği zaman Euzü çekerdi .(Müslim 2610)

*Atiyye ibni urve (ra) Öfke şeytandandır şeytan ateşten yaratılmıştır ,ateş su ile söner,Biriniz öfkelendiği zaman abdest  alsın demiştir.(Ebu Davud 4784)

*Başka bir hadiste öfkelenen kişi ayakta ise oturmasını,oturuyor ise yatmasını emretmiştir.(Ebu Davud 4782)

KOKU MEVZUSU

Allah Rasulu kendisine sunulan güzel kokuyu geri çevirmezdi (MÜSLİM 2253)

*Kıymetli koku bulunan bir kabı vardı,ondan sürünürdü en çok sevdiği koku misk idi,kına çiçeğinden de hoşlanır idi.(Ebu Davud 416)

BIYIK ,SAKALVE TIRNAK MEVZUSU

Bıyıkları kısaltmada tutumu ise şu hadisler açıklamaktadır ‘’Bıyıkları kısaltın,sakalları bırakın,böylece mecusilere muhalefet edin’’buyurmuştur.(Müslim 260)

*Enes (ra) Hz.Peygambere bıyığı kısaltma ve tırnakları kesme konularında bize vakit sınırlaması getirdi.Bu ,işleri kırk gün kırk geceden fazla aksatmama sınırı

koydu.(Müslim 258)

KONUŞMASI,GÜLÜŞÜ,AĞLAMASI

*Konuştuğu zaman,konuşması kalplerin anlayacağı şekilde tane tane idi (MÜSLİM 2493)

*Çoğunlukla gülüşü tebessüm idi,kimi zaman ağlar,ağlarken bağıra bağıra ağlamaz ancak gözleri yaşla dolar boşalırdı.

Kimi zaman ölüye merhametinden,kimi zaman ümmeti için korktuğundan,kimi zaman Allah korkusundan,kimi zaman Kuran dinlerken,korku,muhabbet ve saygı

İle ağlardı.(Müslim 2315)

*Nisa suresi 41.ayeti okunduğunda ağlamıştır.(Müslim 800)

*Güneş tutulduğunda ağlamıştır.Kusuf namazı kılarak da ağlamış ve ‘’Rabbim sen bana ben onların arasında iken ve onlar bağışlanma dilerken onlara azap etmeyeceğini vaat edmemişmiyidin ?diye dua etmiştir (Nisa 3/137 Ebu Davud 1194)

*Kızlarından birinin mezarı üzerine oturduğunda da ağlamıştır.(Buhari 27 / 72)

TEBRİKDE TUTUMU

*İnsanları evlendirdiği zaman tebrik eder şöyle derdi:’’Allah sana mübarek eylesin,ikinizede mübarek olsun.Allah aranızı hayırla birleştirsin.(Ebu Hüreyre Tirmizi 1031)

YENİ DOĞAN ÇOÇUĞUN KULAĞINA EZAN OKUNMASI

*Ebu Rafi (ra)Rasulullah (sav)Alinin oğlu Hasan doğduğunda kulağına ezan okutturdu.(Tirmizi 1514,Ebu Davud 1500)

EŞEK ANIRMASI VE HORAZ SESİ

*Eşek anırmasını duyduğunuz zaman şeytandan Allah’a sığınınız,zira o şeytanı görmüştür,Horoz sesi duyduğumuz zaman ise Allah’ın fazlını isteyiniz

Zira o melek görmüştür..demıştır.(Ebu Hureyre(ra) Müslim 2729)

BELA UĞRAYAN I GÖRENİN DUASI

*Belaya uğramış birini gören kimse:senin tutulduğun beladan bana afiyet veren Yaratılanlardan bir çoğuna beni faziletli kılan Allah’a hamd olsun derse

ona bu bela isabet etmez(Ebu Hüreyre (ra)Tirmizi 3428)

ZAMANA SÖVMEDE NEHY

*Rasulullah(sav)Sizden biri zamana sövmesin ,sizden biri vay zamanın musibetine demesin demiştir.(Müslim 2246)

İĞRENDİM DEMENİN YASAKLIĞI

*Hz Peygamber kişinin iğrendim demesini yasaklamış ve midem bulandı demesini tavsiye etmiştir(Müslim 2251)

KEŞKE DEMEYİN

*Bir şeyi kaçırdıktan sonra ‘keşke şöyle şöyle yapsaydım’ diyen kişinin böyle söylemesini yasaklamış ‘Keşke sözü,şeytanın ameline yol’ açar buyurmuştur

‘’Bunu Allah taktir etti,O dilediğini yapar,’’de diye tavsiye etmiştir.(Müslim 2664 İbni Mace 79)

Veya Allah’ım endişe ve hüzünden,acizlik ve tembellikten,cimrilik ve korkaklıktan,borç yükünden ve insanların galebesinden sana sığınırım (Buhari 80/36,Tirmizi 3480)

EVE GİRERKEN VE EVDEN ÇIKARKEN Kİ TUTUMU

*Evinden çıktığında:Allah’ın adıyla  Allah’a tevekkül ettim ,Allah’ım sapıklığa düşmekten ve düşürülmekten,ayağımın kaymasından veya kaydırılmasından

Zulmetmekten ve zulme uğramaktan,cehalete düşmekten veya cahil görünmekten sana sığınırım.(Tirmizi 3423/Ebu Davud 5094)

*Hz Aişe (ra) Eve onları şaşırtacak şekilde farkına varmadan ansızın girmezdi,aksine ailesi girişinden haberdar olarak girerdi.Onlara selam verir,hal hatır sorardı.(Müslim 1154)

BAŞKASININ EVİNE İZİNSİZ BAKMAK

*Allah Rasulü(sav)’Kim bir gurubun bulunduğu eve,onların izni olmaksızın bakarsa ,onlara o kişinin gözünü çıkarmaları helal olur .(Müslim 2158)

*Yine şayet bir adam izinsiz olarak senin evinin içine baksa sen ona çakıl atsan,böylece onun gözünü çıkarmış olsan hiçbir günaha girmiş olmazsın (Müslim 2158)

*Yine bir kişi izinleri olmaksızın bir grubun bulunduğu eve o bakan kişinin gözünü çıkarırsa bundan dolayı ne diyet ne kısas vardır(Nesei 6/61)

İZİNDEN ÖNCE SELAM VERİLMESİ MEVZUSU

Allah Rasulu (sav) izin istemeden önce selam vermeyi emr etmiş,nitekim bir adam kendilerinden izin istedi ve gireyimmi dedi

Rasulullah(sav)başka birine ‘’bu adamı çıkart ve izin istemeyi öğret ‘’dedi.Adam o şahsa’’ selam ver ve izin iste ‘’dedi O şahısta Esselamü Aleyküm  girebilirmiyim ? dedi.Bunun üzerine Rasulullah (sav)izin verdi(Ebu Davud 5177/Müslim 1479)

*Biriniz bir meclise girdiği zaman selam versin ve Allah’ım bana Rahmet kapılarını aç desin.Çıktığı zaman ise Allah’ım senin fazlını diliyorum desin.(Ebu Humeyd (ra) Müslim 713)

HASTALIĞA DUA

Osman İbni Ebil-As(ra)rivayet edildiğine göre vücutta bir ağrıdan şikayet edildi.Nebi (sav)elini vücudunun ağrıyan yerine koy ve üç defa’’ Bismillah’’de yedi defa da hissettiğim ve sakındığım ağrının şerrinden Allah’a ve kudretine sığınırım’’de (Müslim 2202)

*Hz.Aişe (ra)Ey İnsanların Rabbi !Rahatsızlığı gider,şifa ver.Şafi sensin şifandan başka şifa yoktur.Hastalık bırakmayan şifa ver derdi

ve sağ eliyle mesh ederdi (Müslim 2191)

KABİR ZİYARETİNDEKİ TUTUMU

*Kabirlere gittiğinde ‘’Müslüman ve Müminlerden oluşan ey diyar sakinleri!Size selam olsun,inşeallah bizlerde sizlere ulaşacağız

Allah’tan bize de,size de afiyet dileriz.(Müslim 975)

RÜZGAR VE GÖKGÜRÜLTÜSÜNDE TUTUMU

Rüzgar estiği zaman ‘’Allah’ım senden onun hayırlısını isterim,O rüzgarla gönderdiğinin hayırlısını dilerim.Onun şerrinden sana sığınırım Onunla gönderdiğinin şerrinden sana sığınırım diye dua etmiştir.(Hz.Aişe Müslim 899)

*Gökgürlediği zaman konuşmayı bırakır ve Allah’ı noksanlıklardan tenzih ederim derdi.Ka’b (ra)löyle diyor:Bunu kim üç defa

söylerse gök gürültüsünden emin olur (selamet bulur ) (Muvatta  2/992,Buhari Edebül Müfred 2/186)

İLİMLE İLGİLİ

*Ubey bin Ka’b (ra):Rasulullah(sav)şöyle buyururdu ; Musa (as) İsrailoğullarına hutbe okumak için ayağa kalkınca kendisine insanların en alimi kimdir ? diye bir soru soruldu ; En alimi benim dedi . Bu yüzden Allah onu kınadı. Çünkü Allah bilir demeliydi.(buhari ve müslim)

HAYVANLARA İŞKENCENİN  YASAKLANMASI

* İbni Ömer (ra) ; herhangi bir insan serçe veya daha büyüğünü haksız yere öldürürse ; muhakkak Allah ona bu hareketini sorar. Serçenin hakkı nedir Ya Rasulallah ? dediler : Efendimiz ; keser yersin , başını koparıp atmazsın buyurdu. ( Nesei _ve hayvanlara işkenceyi yasaklamıştır.)

RIZIK TALEBİNDE ORTA YOLU TUTMAK

*İbn Mesud (ra) SAV den şöyle buyurdu ; Benim emrettiğim ameller dışında cennete yaklaştıran hiçbir amel yoktur ve Benim yasak ettiğim ameller hariç cehenneme yaklaştıran hiçbir amel yoktur. Sizden hiç  biri rızkını gecikmiş saymasın , Çünkü Cebrail (as) benim kalbime hiç kimsenin rızkını tastamam almadan dünyadan çıkmaz, ölmez diye ilham  etti . Ey insanlar Allah tan korkunuz ve rızkınızı talep etmede güzel bir yol tutunuz . Sizden biri rızkını gecikmiş sayarsa onu haram yollardan Allah a karşı masiyet işleyerek taleb etmesin Şüphesizki Allah ın ihsanına Ona karşı masiyet işleyerek ulaşılmaz ( Terhib ve Tergıb)

*Ebu Hureyre (ra) Rasulullah sav den şöyle  dua ettiğini rivayet etmiştir ; Allah ım faydasız ilimden , korkmayan kalpten , doymayan nefisten ve kabul olmayan duadan sana sığınırım ( İBN Mace_ Nesei_ Müslim ve Tirmizide  Zeyd Bin Erkam dan ilim babında rivayet edilmiştir )

Cennet ve Cehennem’in Hak Olduğuna ve Her İkisinin de Yaratılmış Olduklarına İman

Cennet’in ve Cehennem’in hak olduğuna iman (etmek gerekir).

Cennet ve Cehennem’in halihazırda yaratılmış olduğu hususunda Ehli Sünnet ve’l Cema'at arasında farklı bir görüş sözkonusu değildir. Cennet ve Cehennem’in halihazırda yaratılmamış oldukları ve Kıyamet Günü’nde yaratılacağını iddia eden bazı Mu'tezili ve Kaderiler dışında bu hususta farklı bir kanaat ileri süren de olmamıştır. Bu görüşleri icmaya muhalif olduğu gibi delilden de yoksundur. İbni Kayyım el-Cevziyye ‘Hadi'l Ervah İla Bilad'il Efrah’ isimli eserinde meseleyi detaylıca ele almakta, ‘Rasulullah’ın Ashabı, Tabiin ve Tebe-i Tabiin, Sünnet ve Hadis Ehli hiç istisnasız olarak ve her çağda İslam Fakihler'i, Tasavvuf ve Zühd bu inanç ve bu inancı ispat üzere olmuşladır’ dedikten sonra ehli Ehli Sünnet ve’l Cema'atin görüşünü ispatlayıp, bu hususta ‘Müşebbihe ve Cehmiyye özellikleri taşıdıklarını’ ifade ettiği Mu'tezili ve Kaderilerin görüşünü reddetmektedir.

Cennet ve Cehennem’in her ikisi de mahluktur (yaratılmışdır). Cennet semanın (gök yüzünün) yedinci katındadır, onun tavanı Arş’tır.

Ehli Sünnet ve’l Cema'at arasında Cennet'in semanın (gök yüzünün) yedinci katında olduğu hususunda fikirbirliği vardır. Zahiriler'den İbni Hazm ise, Cennet'in semanın altıncı katında olduğunu söylemişse de bu reddedilmiştir. Kelamcılar'dan Taftazani ve ona tabi olan bazı Eşariler ise, doğru olan bunun ilmini Allah’a havale etmektir diyerek Tevafuk yolunu seçmiş ve bu görüşleriyle Ehli Sünnet ve’l Cema'atten ayrılmışlardır.

Cehennem (ise) yerin yedi kat altındadır. Her ikisi de yaratılmıştır. Allah Te'ala, Cennet Ehli’nin sayısını ve oraya girecekleri ve; Cehennem Ehli’nin sayısını ve oraya girecekleri (de) bilir. (Cennet ve Cehennem’in) her ikisi de ebediyen yok olmazlar. Her ikisi de Allah ile ebediyyen baki kalacaktır.

Metinde yer alan: '(Cennet ve Cehennem’in) her ikisi de ebediyen yok olmazlar. Her ikisi de Allah ile ebediyyen baki kalacaktır.' şeklindeki ifadenin ilk kısmı olan ‘(Cennet) fani değil sonsuzdur. Allah ile ebediyyen baki kalacaktır.’ şeklindeki yargı, bütün Ehl-i Sünnet ve’l Cema'atin İcma ile kabul ettikleri bir husustur. Bu ifadedeki ikinci önerme olan:

‘(Cehennem) fani değil sonsuzdur. Allah ile ebediyyen baki kalacaktır.’ şeklindeki yargı hususunda ise Ehl-i Sünnet ve’l Cema'atin iki görüşü bulunmaktadır. Birinci görüşe göre; Cehennem tıpkı Cennet gibi sonsuz olacaktır, bu Cumhr'un görüşüdür. Bu husustaki ikinci görüş ise; Ömer (radiyallahu anh), İbni Me’sud (radiyallahu anh), Ebu Hureyre (radiyallahu anh), İbni Abbas (radiyallahu anhuma ecmain) Ebu Sa’id el-Hudri (radiyallahu anh) gibi Sahabeler'den ve Selef'den birçokları tarafından dile getirilen, Cehennem'in çok uzun zaman geçtikten sonra içerisindekileri de yiyip yutarak son bulacağı görüşüdür. Bu konuyla alakalı geniş bilgi, İbni Kayyım el-Cevziyye’nin ‘Had'il Ervah İla Bilad'il Efrah’ isimli eserinde ve yine Tahavi’nin Akide’sine İbni Ebi’l İzz el-Hanefi tarafından yapılan Şerh'de ve başka kaynaklarda bulunabilir.

Adem (aleyhi selam) Cennet’teydi ve İtaatsizlik Ettiği İçin Oradan Çıkarıldı

Adem aleyhi selam sonsuza kadar kalacak olan ve (halihazırda) yaratılmış olan (mükafat yurdu) Cennet’teydi lakin Allah’a asi olmasından (itaatsizlik etmesinden) sonra oradan çıkarıldı.

Adem (aleyhi selam)’ın mükafat yurdu olan Cennet’ten mi yoksa, başka bir Cennet'ten mi çıkarıldığı hususunda iki farklı görüş vardır. Meşhur olan görüş, Adem (aleyhi selam)’ın mükafat yurdu olan Cennet’ten çıkarıldığı yönündedir ancak bazıları da başka bir Cennet'ten çıkarıldığını söylemişlerdir. İkinci görüşte olanlar da iki görüşe ayrılmış; kimileri bu Cennet'in yeryüzünde olduğunu söylemişken diğerleri ise semanın yedinci katında olduğunu söylemiştir. Bundan başka İbni ebi Hatib ve ayrıca Fahr ed-Din er-Razi gibi bazı Kelamcılar ise bu konuda Tevafuk (sessiz kalmak) görüşünü ortaya atmışlar ve böylelikle bu meseledeki doğruya dair ilmi Allah’a havale ettiklerini söylemişlerdir.

Mesih Deccal

Mesih Deccal'a (Deccal'ın geleceğine) iman (etmek gerekir).

Mesih Deccal’la alakalı çok sayıda Sahih Hadis alimler tarafından kaydedilmiştir. Bu konuda varid olan hadisler mütevatire ulaşmıştır.

Abdullah ibni Ömer (radiyallahu anhum ecmain)'den rivayet edilmiştir ki: "Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem) Veda Haccı sırasında bir ara: Halk susup dinlesin! buyurdu. Sonra Allah'a Hamd ve Sena'da bulunup, arkadan Mesih (İsa) ve (Mesih) Deccal'den uzun uzun söz ettiler ve buyurdular ki: Allah'ın gönderdiği her peygamber, ümmetini onunla inzar etti (ona karşı uyardı). Nuh (aleyhi selam) ümmetini onunla inzar etti, ondan sonra gelen peygamberler de. O, sizin aranızda çıkacak. Onun hali sizden gizli kalmayacak. Rabbiniz'in tek gözlü olmadığı size kapalı değildir. O ise sağ gözü kör birisidir. Onun gözü, sanki (salkımdan) dışa fırlamış bir üzüm tanesi gibidir. İki gözünün arasında "Kafir" yazılmış olacaktır. Bunu her Müslüman okuyacaktır." (Buhari; Müslim)

Ebu Sa’id el-Hudri (radiyallahu anh) anlatıyor: "Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem) bize Deccal üzerine uzun bir Hadis buyurdu. Bize anlattıkları içinde şöyle buyurmuştu: Deccal, Medine geçitlerine girmesi kendisine Haram kılınmış olarak ortaya çıkacak. Derken Medine civarındaki bazı ekimsiz yerlere kadar gelir. O gün insanların en hayırlısı olan –veya en hayırlılarından– bir kimse onun karşısına çıkar ve: Sen Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem)'in bize haber verdiği Deccal'sın! der. Oradakiler: Hayır! derler. Deccal onu öldürür ve sonra diriltir. Dirilttiği zaman adam: Allah'a yemin olsun. Senin hakkında hiçbir vakit bugünkünden daha basiretli olmamıştım! der. Deccal onu tekrar öldürmek isteyecek, fakat musallat edilmeyecek." (Buhari; Müslim)

Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kehf Suresi’nin baş tarafından on ayet ezberleyen kimse Deccal’den korunur!.." (Müslim)

Reb’i İbni Hıraş şöyle dedi: Ebu Mes’ud el-Ensari ile birlikte Huzeyfe İbni Yeman (radiyallahu anh)’ın yanına gittim. Ebu Mes’ud ona: Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem)’den Deccal hakkında duyduklarını söyle, dedi. Huzeyfe (radiyallahu anh) da şunları söyledi: “Deccal, yanında bir su ve bir de ateş olduğu halde ortaya çıkacak. Bazılarının onun yanında gördüğü su gerçekte su olmayıp yakıcı ateştir. Bazılarının onun yanında gördüğü ateş de gerçekte ateş olmayıp soğuk, tatlı bir sudur. Sizden Deccal’e kim yetişirse, ateş olarak gördüğü tarafta bulunsun. Zira o, tatlı, içimi güzel bir sudur. Ebu Mes’ud el-Ensari (radiyallahu anh), Huzeyfe’nin böyle söylediğini ben de duydum, dedi." (Buhari; Müslim)

Enes (radiyallahu anh)’dan rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Mekke ile Medine dışında, Deccal’in ayak basmadığı bir yer kalmaz. Mekke ile Medine’nin bütün yollarında saf tutmuş Melekler bu iki şehri korur. Deccal kumlu, çorak bir yere iner. Ardından Medine üç defa sarsılır; Allah Te'ala orada bulunan Kafir ve Münafıklar'ı dışarı çıkarır.” (Buhari; Müslim; İbni Mace)

Yine Enes (radiyallahu anh)’dan rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “İsfahan Yahudileri'nden Taylasan'lı yetmiş bin kişi Deccal’in ardından gider.” (Müslim)

Ebu Hureyre (radiyallahu anh)’dan rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Biriniz namazda Tahiyyat'ı bitirdiği zaman, dört şeyden Allah’a sığınarak şöyle desin: Allah'ım, Cehennem Azabı'ndan ve Kabir Azabı'ndan, hayat ve ölüm Fitnesi'nden, Mesih Deccal’in Fitnesi'ne uğramaktan Sana sığınırım.” (Müslim; Ebu Davud; Nesai)

Allame es-Sefferani el-Hanbeli’nin de dikkat çektiği üzere, alimler; Mesih Deccal hakkındaki Hadisler'i çocuk-talebe yetiştiren ilim adamlarına –bu fitneden çocuk ve talebelerin korunabilmeleri için bu husustaki ilme vakıf olmalarına sebebiyet vermek maksadıyla- verilmesi gerekliliğine işaret etmişlerdir. (es-Seferani, Levami'ul Envar'il Behiyye, 2/106)

İsa (aleyhi selam)’ın Nüzulü

Meryem oğlu İsa aleyhi selam’ın nüzulüne (tekrar yeryüzüne geleceğine) iman (etmek gerekir). (İsa Peygamber) nüzul edecek, Deccal’ı öldürecek, evlenecek ve Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin soyundan olan Müslümanlar'ın lideri (Mehdi)’nin arkasında namaz kılacaktır. (Daha sonra İsa Peygamber) vefat edecek ve Müslümanlar tarafından defn edilecektir.

es-Seffarini el-Hanbeli, İsa (aleyhi selam)’ın nüzulu hususunda İslam alimlerinin bu konuda ittifak halinde olduklarını belirtir: "Bütün ümmet, Meryem oğlu İsa (aleyhi selam)'ın nüzul edeceği (ineceği) hususunda ittifak etmiştir. Şeri'at Ehli'nden hiç kimse bu hususta muhalif olmamıştır." (es-Seffarini, Levami'ul Envar'il Behiyye, 2/94-95)

İsa (aleyhi selam)’ın yeryüzüne tekrar inmesi ile alakalı olarak İbni Kesir en-Nisa Suresi 4/159 numaralı Ayet'de şu bilgilere yer verir:

“Meryem oğlu İsa (aleyhi selam)'ın Ahir Zaman'da, Kıyamet Günü’nden önce gökten yeryüzüne ineceğine ve onun tek ve ortağı olmaksızın sadece Allah'a ibadete da'vet edeceğine dair varid olan Hadisleri' zikredelim;

İmam Buhari herkesçe kabule mazhar olmuş Sahih'inin el-Enbiya (Peygamberler) bölümünde şöyle der: Meryem oğlu İsa (aleyhi selam)’ın Nüzulü Babı:

Bize İshak İbni İbrahim'in... Ebu Hureyre (radiyallahu anh)'dan rivayetine göre; Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular: "Nefsim elinde bulunan (Allah)’a yemin ederim ki; Meryem oğlu aranıza adaletli hakem olarak inecek, haçı kıracak, domuzu öldürecek, Cizye koyacaktır. Mal gelecek de hiç kimse kabul etmeyecektir. Nihayet bir secde dünyadan ve dünyadaki şeylerden daha hayırlı olacaktır. Sonra Ebu Hureyre (radiyallahu anh) şöyle ekler: Dilerseniz

"Kitab Ehli'nden hiç kimse yoktur ki; ölümünden önce ona inanacak olmasın. O da Kıyamet Günü aleyhlerinde şahit olacaktır." (en-Nisa 4/159) ayetini okuyunuz."

Hadisi Müslim de Hasan el-Hulvani ve Abd İbni Humeyd kanalıyla Ya'kub'dan rivayet etmiş; Buhari ve Müslim, Süfyan ibni Uyeyne kanalıyla Zühri'den tahric etmişlerdir. Buhari ve Müslim aynı Hadis'i Leys kanalıyla Zühri'den de rivayet etmişlerdir.

İbni Merduyeh'in Muhammed ibn Ebu Hafsa kanalıyla... Ebu Hureyre (radiyallahu anh)'dan rivayet ettiğine göre; Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem), şöyle buyurmuşlardır: "Meryem oğlunun sizin hakkınızda adaletli bir hakem olması yakındır. O, Deccal'i ve domuzu öldürecek, haçı kıracak, Cizye koyacaktır. Mal akıp çoğalacak ve secde sadece alemlerin Rabbı Allah'a mahsus olacaktır. Ebu Hureyre (radiyallahu anh) der ki: Dilerseniz, "Kitab Ehli'nden hiç kimse yoktur ki; ölümünden önce ona inanacak olmasın" ayetini okuyunuz. Bu sözü Ebu Hureyre (radiyallahu anh) üç kere tekrarlamıştır.

Bu Hadis'in Ebu Hureyre (radiyallahu anh)'dan, başka bir kanalla rivayeti şöyledir: İmam Ahmed der ki: Bize... Ebu Hureyre (radiyallahu anh)'dan rivayetine göre; Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem), şöyle buyurdular: "Meryem oğlu İsa er-Ravha'da Hacc ve Umre için ya da her ikisi için birden Tehlil getirecektir." Bu Hadi'si Süfyan İbn Uyeyne, Leys İbni Sa'd ve Yunus İbni Yezid kanalıyla Zühri'den sadece İmam Müslim rivayet etmiştir.

İmam Ahmed der ki: Bize Yezid'in... (radiyallahu anh)'dan rivayetine göre; Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem), şöyle buyurmuşlardır: "Meryem oğlu İsa inecek, domuzu öldürecek, haçı imha edecek ve onun için namazda toplanılacaktır. Kabul edilmeyecek kadar kendisine mal verilecek ve Harac koyacaktır. Ravha'ya inecek ve oradan Hacc’a gidecek, ya da Umre yapacak veya her ikisini birleştirecektir. Bundan sonra Ebu Hureyre (radiyallahu anh): "Kitab Ehli'nden hiç kimse yoktur ki; ölümünden önce ona inanacak olmasın." ayetini okumuştur. Hanzala, Ebu Hureyre (radiyallahu anh)'ın: "İsa (aleyhi selam)’ın ölümünden önce ona inanacaktır." dediğini sanmıştır. Ancak ben, hepsinin Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem)’in Hadis'i mi, yoksa Ebu Hureyre (radiyallahu anh)'ın söylediği bir kısmı var mıdır bilmiyorum.

Aynı Hadis'i İbni Ebu Hatim de babası kanalıyla... Zühri'den rivayet etmiştir

Hadis'in başka bir kanaldan rivayeti şöyledir: Buhari der ki: Bize İbni Bükeyr'in... Ebu Hureyre (radiyallahu anh)'dan rivayetine göre; Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "İmam'ınız sizden olduğu halde, Meryem oğlu Mesih aranıza indiğinde siz ne olacaksınız? Hadis'i rivayette Ukayl ve Evzai de ona tabi olmuşlardır." Hadis'i, İmam Ahmed de Abd'ur Rezzak kanalıyla... Zühri'den rivayet etmiş; Müslim ise Yunus, Evzai ve ibni Ebu Zi'b kanalıyla tahric etmiştir.

Hadis'in başka bir kanaldan rivayeti şöyledir: İmam Ahmed der ki: Bize Affan'ın... Ebu Hureyre (radiyallahu anh)'dan rivayetine göre; Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular: "Peygamberler üvey kardeşlerdir. Anneleri değişik, dinleri birdir. Ben, Meryem oğlu İsa'ya insanların en layıkiyim. Zira benimle onun arasında (başka bir) peygamber yoktur. O inecektir. Onu gördüğünüzde tanırsınız: Kırmızı ve beyaza çalar renkte birisidir. Üzerinde hafif sarı renkte iki elbise vardır. Kendisine yaşlık isabet etmemiş olsa bile, başından su damlar gibidir. Haçı kıracak, domuzu öldürecek, Cizye koyacak, insanları İslam'a da'vet edecektir. Onun zamanında Allah Te'ala İslam dışında bütün Dinleri kaldıracak ve onun zamanında Mesih Deccal'i helak edecektir. Sonra yeryüzünde emniyyet hasıl olacak da aslanlar develerle, kaplanlar ineklerle, kurtlar koyunlarla birlikte otlayacak, çocuklar yılanlarla oynayacak da onlara zarar gelmeyecektir. İsa (aleyhi selam) kırk sene kalacak, sonra vefat ederek Müslümanlar onun üzerine (cenaze) namazı kılacaklardır."

Bu Hadis'i Ebu Davud da Hüdbe İbni Halid'den, o da Hemmam İbni Yahya'dan rivayet etmiştir. İbni Cerir'in bu ayetin tefsirinde -ki ondan başkası bu ayetin tefsirinde bu Hadis'i zikretmemiştir- Bişr ibni Mu’az kanalıyla... rivayetinde şu fazlalık vardır: "İslam üzerine insanlarla harbedecektir." (İbni Kesir, Tefsir)

İbni Kesir Ayet'in Tefsir'inin devamında Kıyamet Alametleri’ni ele alırken İsa (aleyhi selam)’ın yeryüzüne tekrar inmesi ile alakalı olarak bilgilere yer verir. İlgili yere müracaat ediniz.

Ehli Sünnet ve’l Cema'at i’tikadına dair bütün kitaplarda, İsa (aleyhi selam)’ın nüzuluna değinilir. Konuyla alakalı Ayetler ve Hadisler ilim adamlarınca kaynak gösterilmek suretiyle bu hususta bir şüphe olmadığı ifade edilmiştir. Zahiriler'den İbni Hazm, en-Nisa 4/157 Ayeti'nin Tefsir'inde İsa (aleyhi selam)’ın öldürüldüğünü söyleyen kimsenin Mürted ve(ya) Kafir olacağını söyler. (İbni Hazm, İlm'ul Kelam, 56-57)

İsa (aleyhi selam)’ın yeryüzüne indikten sonra evleneceğine dair Sahih bir nakil yoktur yalnızca birtakım zayıf-uydurma rivayetler ve bazı alimlerin bu yönde açıklamaları bulunmaktadır.

Nu’aym ibni Hammad, İsa (aleyhi selam)’ın yeryüzüne indikten sonra Kudüs’e döneceği ve orada Şu’ayb (aleyhi selam)’ın kavminden olan ve Musa (aleyhi selam)’ın eşinin soyundan gelen bir hanımla evleneceği ve bir erkek çocukları olacağı ve dokuz yıl kalacağı (Nu’aym ibni Hammad, el-Fiten, 2/578, 1616) yönünde bilgiler ifade eden bir görüşe yer verir. Lakin bu rivayetin dayandığı bir kaynak olmadığı gibi, senedinde yer alan Yahya ibni Sa’id el-Attar ‘Zayıf’ (et-Takrib, 7608); Süleyman ibni Musa el-Siczi ‘yalancı’ (Mizan'ul İtidal, 3/308) olmakla itham edilmişlerdir.

Hadis olarak İbni Ömer (radiyallahu anhuma ecmain) yoluyla Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den rivayet edilen bir başka rivayetde ise, İsa (aleyhi selam)’ın yeryüzüne indikten sonra kırkbeş yıl kalacağı bu süre zarfında evleneceği ve bir çocuğu olacağından bahsedilmektedir. Hadis'in devamında ise, İsa (aleyhi selam)’ın öldükten sonra Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in mezarına gömüleceği, Diriliş Günü’nde Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in ve İsa (aleyhi selam)’ın, Ebu Bekir (radiyallahu anh) ile Ömer ibn'ul Hattab (radiyallahu anh) arasındaki mezardan birlikte diriltileceği geçmektedir. İbn'ul Cevzi, Hadis'in Sahih olmadığını ve rivayet zincirinde yer alan el-Ifriki’nin ‘tamamıyla Zayıf’ olduğunu (İbn'ul Cevzi, el-İl'el'ul Mutenehiye, 2/915, 1529) söylerken Hafız Zehebi de, Abd'ur Rahman ibni Ziyad el-Ifriki’nin tercümeyi halinde bu ve benzeri Hadisler'i naklettikten sonra "Bunlar Münker'dir, (doğru olmaları) muhtemel değildir" (Zehebi, Mizan'ul İtidal, 4/281) demiştir.

Ashab’ın Faziletliler'i

Nebimiz (Muhammed’in vefatın)’dan sonra bu ümmetin en hayırlısı Ebu Bekir (radiyallahu anh) sonra Ömer (radiyallahu anh) sonra da Osman (radiyallahu anh)’dır.

Fazilet sıralaması hususunda Ebu Bekir (radiyallahu anh) ve Ömer (radiyallahu anh) hususunda ümmet arasında icma vardır. Ehl-i Sünnet dışındaki Bidat Ehli ve Kelamcılar –Havaric, Mu'tezile, Şia’dan bazıları- da bu hususta Ehli Sünnet ile mutabakat halindedir.

Ebu Bekir (radiyallahu anh) ve Ömer (radiyallahu anh)’dan sonra kimin en faziletli olduğu hususunda ise farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Ehl-i Sünnet ve’l Cema'atin çoğunluğu Osman (radiyallahu anh)’ın bu ikisini takip ettiğini söylemektedir. İmam Malik’den nakledilen meşhur görüşüne göre İmam Malik, İmam Şafii ve İmam Ahmed gibi büyük İmamlar da bu kanaattedir. Kelamcıların çoğunluğu -Mu'tezile, Eşariler, Kerramiye, Kullabiye- da bu görüştedir.

Kufe ehli ise, Ali (radiyallahu anh)’ın fazilet bakımından Ebu Bekir (radiyallahu anh) ve Ömer (radiyallahu anh)’dan sonra geldiği ve Ali (radiyallahu anh)’ın Osman (radiyallahu anh)’dan fazilet bakımından üstün olduğu görüşündedir. Süfyan es-Sevri ve Ebu Hanife bu görüştedir. Sonraları bu görüşten döndükleri de söylenmektedir Allahu A'lem. Zehebi; A'meş'in, Ebu Hanife'nin, Şu'be'nin, Abd'ur Rezzak'ın ve Abd'ur Rahman ibni Ebi Hatim'in bu görüşte olduğunu nakleder. (Zehebi, Mizan, 2/588)

Süfyan, İmam Malik’den nakledilen bir görüşe göre İmam Malik, Yahya el-Kattan ve Yahya ibni Main’in aralarında olduğu bir grup ise bu hususta Tevaffuk etmeyi tercih etmişlerdir.

Ehli Sünnet ve’l Cema'atin çoğunluğunun görüşü olan Osman (radiyallahu anh)’ın Ali (radiyallahu anh)’dan fazilet bakımından üstün olması hususu aynı zamanda Sahabe'nin görüşüdür. İmam el-Berbehari’nin de alıntıladığı İbni Ömer (radiyallahu anh)’dan nakledilen Hadis de bunun delilidir. Bir başka delil de, Ömer (radiyallahu anh)’dan sonra Halife seçiminde Abd'ur Rahman ibni Avf (radiyallahu anh)’ın tutumunda görülmektedir. Zira o, Halife seçiminin tamamlandığı süreçte üç gün üç gece boyunca; Muhacirler, Ensar ve Mü’minlerin anneleri ile istişare etmiş ve sonunda Osman (radiyallahu anh)’ın bu göreve en layık olan kimse olduğuna karar vermiştir.

Hallal’ın aktardığına göre, Abdullah ibni Mübarek’e birisi, Osman (radiyallahu anh) ile Ali (radiyallahu anh) arasında hangisinin daha faziletli olduğu yolunda bir soru sormuş, büyük imam da: Abd'ur Rahman ibni Avf (radiyallahu anh) bunun cevabını bize verdi şeklinde cevap vermiştir. (el-Hallal, es-Sünne, 2/389)

Bu, İbni Ömer (radiyallahu anhum ecmain)’den naklolunandır, (ki o) şöyle demiştir:

“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatta iken insanlar arasında fulan fulandan hayırlıdır, fulan da fulan kimseden hayırlıdır, diye konuşurduk; (önce) Ebu Bekir (radiyallahu anh), sonra Ömer (radiyallahu anh), sonra Osman (radiyallahu anh), hayırlıdır, derdik. Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) bunu duyar ancak bizi eletirmezdi.” Buhari; Ahmed, Müsned; İbni Asım, es-Sünne, 574-578, 1193

Onlardan sonra en hayırlılar Ali (radiyallahu anh), Talha (radiyallahu anh), Zubeyir (radiyallahu anh), Sa’d (ibni Ebi Vakkas), Sa’id (ibni Zeyd), Abd'ur Rahman ibni Avf (radiyallahu anh), (ve Ebu Ubeyde Amir ibn'ul Cerrah). Hepsi hilafete layıktı. Onlardan sonra (insanların) en hayırlıları; Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in (bunlardan başka) Sahabeleri'dir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in kendilerine (peygamber olarak) gönderildiği ilk nesil (Sahabe), Muhacir ve Ensar, her iki Kıble'ye (Kudüs ve Mekke) yönelerek namaz kılanlar, onlardan sonra en hayırlılar Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e bir gün, bir ay, bir yıl yahut bundan az veya daha çok Sahabelik edenlerdir. Allah’tan onlara rahmet emesini dileriz. Onların faziletlerinden bahseder, onların yaptıkları hatalar hususunda susar ve Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in buyurduğu üzere onlardan hiçbiri hakkında hayırdan başka birşey söylemeyiz:

Ashabım zikredildiğinde (onların hataları hususunda) sessiz kalın!” Taberani, el-Mucem'ul Kebir, 10/198; el-Haris bin Ebu Usame, Müsned, 2/478; Ebu Nu’aym, Hilye, 4/108

Süfyan ibni Uyeyne (rahimehullah) şöyle demiştir:

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Ashabı hakkında birtek (olumsuz) kelime konuşan Heva (Bid'at) Ehlindendir!”

Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur:  “Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız doğru yola iletilirsiniz.”

Şeyh'in Hadis olarak naklettiği bu rivayet hakkında alimlerin bazı itirazları olmuştur. Rivayetler birbirine yakın ifadeler ile şu şekillerde nakledilmiştir:

“Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayete erersiniz.” (İbni Abd'il Berr, Cami'ul Beyan'il İlmi ve Fazlihi, 2/90-91; İbni Hazm, el-İhkam, 6/82; Abd ibni Humeyd, Müsned; İbni Adi, Kamil; Suyuti, Menahil'ul Safa, 193; 1027; Suyuti, Cami'us Sağir, 4603);

”Ashabım'ın misali yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayete erersiniz.” (el-Kuda'i, Müsned'ul Şihab, 109/2);

”Hakikaten Ashabım yıldızlar gibidir, bundan dolayı eğer onlardan işittiğiniz herhangi bir sözü kabul ederseniz, hidayete erersiniz.” (İbni Abd'il Berr, Cami’ul Beyan'il İlmi ve Fazlihi, 2/90-91; İbni Hazm, el-İhkam, 6/82; Abd ibni Humeyd, el-Muntehab min'el Müsned, 86/1; Darakutni, Feza'il'ul Sahabe)

İlk rivayet için şunlar söylenmiştir:

Sellam ibni Suleym, şöyle demiştir: el-Haris ibni Gusay bize Ameş'den o Ebu Süfyan'dan o da Cabir (radiyallahu anh)'dan o da Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den rivayet etmiştir.

İbni Abd'il Berr bu hüccetin kaim olmadığı bir senettir (yani bu senet ile hüccet kaim olmaz). Çünkü senetteki Haris ibni Gusay Meçhul'dur, diyor. Aynı senetle gelen rivayet için İbni Hazm bu sağlam olmayan bir senettir. Ebu Süfyan Zayıf'tır; bahsi geçen Haris ibni Gusay, Ebu Vehb es-Segafi'dir ki Meçhul biridir, Sellam ibni Süleyman uydurma Hadis rivayet eden biridir -hiç şüphe yokki bu da onlardan biridir- demektedir. İbni Hibban ise Haris bin Gusay'dan es-Sika'da güvenilir raviler arasında bahsetmektedir.

“Hakikaten Ashabım yıldızlar gibidir, bundan dolayı eğer onlardan işittiğiniz herhangi bir sözü kabul ederseniz, hidayete erersiniz.“

İbni Abd'il Berr bu rivayeti Muallak bir şekilde nakleder ve İbni Hazm da ondan aktarır; tamamlanmış Hadis zinciri şöyledir:

Ahmed İbni Yunus bana haber verdi: Ebu Şihab el-Hannat bize Hamza el-Cazre o da Nafii’den oda İbni Ömer (radiyallahu anhuma ecmain)’den o da Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den bize bildirdi. (Abd İbni Humeyd, el-Muntekab min'el Müsned, 86/1)

Aynı zamanda İbni Batta, Ebu Şihab’dan baska bir rivayet zinciriyle rivayet etmiştir. (İbni Batta, el-İbane, 4/11/2)

Beyheki bu rivayete yer verdikten sonra, Müslim'de geçen Ebu Musa (radiyallahu anh) Hadisi'nin bu rivayeti güçlendirdiğini söyler. Ebu Musa (radiyallahu anh)’ın naklettiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Ben de Sahabeler'in emniyetiyim… Sahabeler'im de ümmetimin enmiyetidir.” (Beyheki, el-İ’tikad, 160) İbni Hacer, Beyheki’nin sözleri hakkında şöyle der: "Beyheki doğru söylemektedir. (Ebu Musa Hadis'i) genel manada Sahabeler'in yıldızlara benzemesi hususunun doğruluğunu gösterir lakin (Sahabeler'den herhangi birini) izleme meselesinde bu husus Ebu Musa (radiyallahu anh) Hadis'inde açık değildir." (İbni Hacer, Telhis'ul Habir, 4/351)

İmam Ebu'l Hattab el-Kelvezani el-Hanbeli şöyle der: “Burada kasdedilen Müslüman'ın onlardan dilediğini taklit etmesinin Caiz olduğu yahut da ‘benden rivayet ettiğinde hangisini izlerseniz hidayet erişirsiniz’ demektir.” (et-Temhid fi Usul'il Fıkh, 4/331)

Şeyh'ul İslam İbni Teymiyye de şöyle der: “el-Kadı (Ebu Ya’la), Sahabe'nin iki görüşünden biri üzerinde icma etmesi hususunda dedi ki: (Bununla) ihtilaf aradan kalkmaz (…) çünkü Acurri kitabında İbni Ömer (radiyallahu anhuma ecmain)’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) dedi ki: “Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayete erersiniz.” Bunun üzerine ona denildi ki: Bu Hadis'i ne için delil olarak getiriyorsun? Oysa İsmail ibni Sa’id şöyle der: (İmam) Ahmed’den Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in: “Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayete erersiniz.” sözlerini delil getiren kimse hakkında sordum ve şöyle cavep verdi: "Bu Hadis Sahih değildir!" Ona şöyle cevap veririz: (İmam) Ahmed Sahabeler'in fazileti hususunda bunu delil getirir ve buna (bu hususta) itimad eder. Ebu Bekir el-Hallal, es-Sünne isimli kitabında şöyle der: Ubeydullah ibni Hanbel ibni İshak ibni Hanbel bize bildirdi, babam bana dedi ki, Ebu Abdullah (Ahmed ibni Hanbel)’i şöyle derken işittim: Haddi aşmak Muhammed (sallalalhu aleyhi ve sellem)’in Ashabı'nı (şerr üzere) anmaktır. Çünkü Rasulullah (sallalalhu aleyhi ve sellem) buyurmuştur ki: “Sahabeler'im (hakkında size) Allah’ı, Allah’ı (hatırlatırım), onları (haklarında kötü sözler söylemek suretiyle) hedef etmeyin.” Yine (Rasulullah) şöyle de demiştir: “Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayete erersiniz.” (Kadı Ebu Ya’la) şöyle dedi: Bu lafzı delil getirmiştir, böylelikle bu, (Hadis'in) ona göre Sahih olduğunu gösterir.” (Musevvede fi Usul'il Fıkh, 326)

Son olarak Hadis'in mana olarak doğru olduğunu söyleyenlerden birisi de Aliyy'ul Kari’dir. O Şifa Şerhi'nde Kadı İyad’ın bu rivayete yer vermesi üzerine şu yorumlarda bulunur: Belki Kadı İyad bir senete ulaştığından yada çok sayıda Zayıf rivayetin birbirini kuvvetlendirmek suretiyle Hasen derecesine ulaştığını düşündüğünden, kendisince rivayeti güzel bulduğundan (yahut da) mevzubahis etmeye dahi gerek duyulmayan, Zayıf Hadisler'in amellerin faziletleriyle alakalı kullanılabileceği (prensibi)nden dolayı bu rivayete yer vermiş olabilir. (Şerhu Şifa 2/91) Aliyy'ul Kari bir başka yerde de Hadis'in manasının:

"Bilmiyorsanız Zikir Ehli'ne sorun!" (en-Nahl 16/43) Ayeti ile uyum içerisinde olduğunu belirtir. (el-Esrar, 372)

Allah (azze ve celle)’nin Sevip Razı Olduğu İşlerde Emir Sahiplerine İtaat

Allah’ın sevip razı olduğu işlerde (Emir sahiplerini) işitmek ve (onlara) itaat etmek (gerekir). Herkim insanların icması ile ve kendisinden razı olmaları ile halife olursa, o kimse Emir'el Mü’minin’dir.

Ehli Sünnet emir sahiplerine itaatin sınırlarını çizmekte ve "Allah'a isyanın söz konusu olduğu yerde kula itaat'in olmayacağı" yönündeki prensibe de bu ifadesiyle sadık kalmaktadır. Bu prensip Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den İbni Ömer (radiyallahu anhuma ecmain) vasıtasıyla nakledilen Hadis'de geçmektedir: "Masiyet de (Allah'a isyan söz konusu olan yerde) kula itaat yoktur. İtaat ancak Ma'rufta (iyilik ve hayırda)dır." (Buhari; Müslim; Tirmizi; Ebu Davud; Nesai)

Bir Kimsenin Biatsız Gecelemesi Caiz Değildir

Dolayısıyla, hiçkimse için kendisinin (tabi olduğu) –Birr (iyi; salih) olsun, facir olsun- bir İmam'ı (kendisi üzerinde yasal bir İmam olarak) tanımadan geceleyeceği bir tek gün geçirmesi Helal (Caiz) değildir.

Müslümanlar'ın başında, Şeri'at Ahkamı'nı icra eden ve Müslümanlar'ın kendisini emir seçtikleri veya emir kabul ettikleri bir İmam/Emir bulunduğunda hiçbir Müslüman'ın İslam Cema'atinden ayrılarak, emir sahibinin velayetini reddetmesi Caiz değildir. Bu hususta varid olmuş birçok Hadis vardır. Bu Hadisler; Müslümanlar'ı, yöneticilerine karşı isyan edip ayaklanmaktan, anarşik ortamlara zemin hazırlamaktan sakındırmaya yönelik emirler içermektedir. Bu Hadisler, zalim de olsa Müslüman yöneticilere -Allah’a isyan sözkonusu olmadığı müddetçe- itaat etme fikrini ön plana çıkarır. Bu Hadisler aynı zamanda, Müslümanlar'ın emirine itaatten çıkan kimselerin İslam bağını boyunlarından çözmüş olacakları ve Cahiliye ölümü üzere ölecekleri tehditini içerirler. Zira bu tutum aynı zamanda, Müslümanları'n birliğini bozmaya yönelik bir harekettir ve bu nedenle şiddetle kınanmıştır. Bu hususta bizlere ulaşan Hadisler'den bazıları şunlardır:

İbni Ömer (radiyallahu anhuma ecmain), Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in şöyle buyurduğunu işittim dedi: “Her kim bir eli taatten çıkarırsa Kıyamet Günü’nde Allah'a hiç bir hücceti olmadığı halde kavuşur. Ve her kim boynunda bir bey'at olmadığı halde ölürse, Cahiliyyet ölümü gibi (bir ölümle) ölür.“ (Müslim)

İbni Abbas (radiyallahu anhunma ecmain)’den nakledilen bir başka rivayette Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Kim emirinden hoşuna gitmeyen bir şey görürse sabretsin. Zira insanlardan herhangi bir kimse, sultana bir karış kadar bile karşı çıksa ve bu halde ölse, mutlaka Cahiliyye ölümü ile ölmüş olur!” (Müslim; Ahmed, Müsned)

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “…Size beş şeyi emrediyorum ki, onları Allah bana emretti. Cema'atleşmek, söz dinlemek, itaat etmek, hicret etmek, Allah yolunda cihad etmek. Kim cema'atten bir karış ayrılırsa, İslam’ın bağını boynundan çözmüş olur. Ancak cema'ate tekrar katılırsa o hariç. Kim Cahiliye davasını güderse, bu Cehennem'e diz çöküştür. Dediler ki, ya Rasulullah, namaz kılsa, oruç tutsa da mı? (Rasulullah) buyurdu ki, namaz kılsa da, oruç tutsa da ve Müslüman olduğunu zannetse de…” (Ahmed, Müsned)

Ebu Hureyre (radiyallahu anh)’dan rivayet edilen bir başka hadiste Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Üç kişi vardır ki Kıyamet Günü’nde Allah onlarla konuşmayacak ve onları temize de çıkarmayacaktır. Onlar için elim bir azap vardır. Bunlardan (…) ikincisi; sırf dünya çıkarı için bir İmam'a biat edip eğer İmam kendisine istediklerini verirse biatına vefa gösterip istediğini elde edemezse biatından dönen kimse (…)” (Buhari)

Emir Sahiplerinin Arkasında Namaz Kılınır ve Onlarla Birlikte Hacc ve Cihad’a Katılınır

Hacc ve Gazve (Cihad) emir sahibinin liderliği altında yerine getirilir. Cuma Namazı'nı (Fasık İmamlar) arkasında kılmak Caiz'dir bundan sonra altı rekat -ikişer rekatlar halinde- kılınmalıdır. Bu Ahmed ibni Hanbel (rahimehullah)’ın sözüdür.

Ubeydullah ibnu Udey, Osman (radiyallahu anh)'a: "Sen bütün halkın İmamı'sın ve başına bu gördüğün durum geldi. Bize de fitne öncüsü (bu işlerin başını çeken kişi) namaz kıldırıyor. Ancak onun arkasında namaz kılmakta zorlanıyoruz dedi. Osman (radiyallahu anh): Namaz insanların yaptıklarının en güzelidir. İnsanlar güzel bir şey yaptıklarında sen de onlarla birlikte güzel şey yap. Onlar kötülük yaptıklarında sen onlarla birlikte kötülük yapmaktan çekin! dedi." (Buhari)

İmam Tirmizi'nin beyanına göre, İmam Şafii ve Ahmed ibni Hanbel Cuma (namazın)’dan sonra kılınacak olan Sünnet'in iki rekat olduğu görüşündedirler. İmam Ebu Hanife'ye göre bu Sünnet, dört rekat; talebesi İmam Ebu Yusuf'a göre ise altı rekattır. (Tirmizi, Sünen, Salat, 376)

Cuma (namazın)’dan sonra kılınacak olan Sünnet'in ikişer rekatlı toplam altı rekat olduğuna dair görüş İmam Ahmed’den nakledilen ve kendisinin de tercih ettiği bildirilen görüşüdür.

Abdullah ibni Ahmed ibni Hanbel babasının şöyle dediğini aktarır: "Babama, Cuma Namazı’nın ardından ne kadar (rekat) kılmalıyım diye sordum. Dilersen dört (rekat) kıl, dilersen –ikişerli olmak üzere- altı rekat kıl (ki) bu benim tercihimdir lakin dört kılmanda da bir sakınca yoktur dedi." (Mesail, 446)

Ebu Davud, Ahmed ibni Hanbel’in şöyle dediğini işittiğini nakleder: "Cuma Namazı’ndan sonra kılınan namaz (hususunda) eğer bir kimse; dört (rekat) kılarsa iyidir, iki (rekat) kılarsa iyidir." (Mesail, 59)

Bu görüş aynı zamanda Ashab'dan Ali ibni Ebu Talib (radiyallahu anh), Ebu Musa el-Eşari (radiyallahu anh) ve Abdullah ibni Ömer (radiyallahu anhuma ecmain)’i ve İmamlar'dan Süfyan es-Sevri, Ebu Yusuf, Ata ve Tahavi’nin de görüşüdür.

İbni Şeybe’nin rivayetine göre, Ebu Abd'ur Rahman demiştir ki: "İbni Mes’ud (radiyallahu anh) bizim yanımıza geldi ve bize Cuma (namazın)’dan sonra dört rekat kılmamızı emrederdi. Yanımıza Ali ibni Ebi Talib (radiyallahu anh) geldiğinde altı (rekat) kılmamızı emretti. Ali ibni Ebi Talib (radiyallahu anh)’ın sözünü alıp (buna göre amel ettik) İbni Mes’ud (radiyallahu anh)’ın sözünü terk ettik." (ibni Şeybe, Musannef, 4/117)

Ata'dan rivayet edildiğine göre; "İbni Ömer (radiyallahu anhuma ecmain) Mekke'de olduğu zaman, Cuma’yı kılınca biraz ilerleyip iki rekat, sonra yine ilerleyip dört rekat daha kılardı. Medine'de olduğunda ise, Cuma’yı kılar sonra evine döner ve (evinde) iki rekat namaz kılardı. ‘Mescid'de (birşey) kılmazdı. Kendisine (bu farklılığın sebebi) soruldu: Rasulullah (sallallalahu aleyhi ve sellem) böyle yapardı’ cevabını verdi." (Ebu Davud, 1130; Beyheki, es-Sünen'ul Kübra, 3/240)

İbni Mes'ud (radiyallahu anh), Abdullah ibni Mübarek, Alkame, Nehai, İshak ve Ebu Hanife'ye göre Cuma’nın son Sünnet'i dört rekattir. Bu görüşte olanların delili Ebu Hureyre (radiyallahu anh)'dan rivayet edilen şu Hadis olmuştur: "Sizden Cuma’dan sonra namaz kılan dört rekat kılsın." (Müslim; Tirmizi; İbni Mace; Nesai; Ahmed, Müsned, 249, 252)

Tirmizi’de geçtiğine göre Abdullah ibni Mes'ud (radiyallahu anh) Cuma’dan evvel dört, sonra da dört rekat namaz kılardı. (Tirmizi, Cuma, 24)

Taberani’nin Ubeyde'den rivayetine göre: "Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Cuma’dan önce dört ve Cuma’dan sonra yine dört rekat namaz kılardı." (Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, 4/244-253)

Hilafet İsa (aleyhi selam)’ın Nüzulü'ne Kadar Kureyş’de Kalacaktır

Hilafet, İsa ibni Meryem aleyhi selam Nüzul edene kadar Kureyş’de kalacaktır.

İsa (aleyhi selam)’ın Allah tarafından Ref edilmesi (katına yükseltilmesi) ve Nüzulü (Kıyamet’e yakın, Ahir Zaman’da tekrar yeryüzüne indirilmesi) geçmişte Mu'tezili ve diğer Kelam Ehli ile bugün onların takipçisi durumunda olan modernistler tarafından inkar edilmektedir.

İsrailoğulları İsa (aleyhi selam)’ı yalancılıkla suçlamış peygamber olduğunu inkar etmiş ve neticesinde onu çarmıha germek teşebbüsünde bulunmuş bunun üzerine Allah onu kurtararak kendi katına yükseltmiştir (Al-i İmran 3/55; en-Nisa 4/157-158). İsa (aleyhi selam)’ın Kıyamet’e yakın, Ahir Zaman’da tekrar yeryüzüne indirileceğine dair başta Sahihayn ve Kütübü Sitte’de yer alan diğer Sünenler’de ayrıca İmam Ahmed’in Müsned’inde olmak üzere Hadis Kitablar'ında çok sayıda Hadis bulunmaktadır. Bu Hadisler'de hadiseler çok detaylı biçimde işlenmektedir.

Mevzubahis Hadisler'in dışında Ulema:

"Ehl-i Kitab'dan herbiri ölümünden önce ona muhakkak iman edecektir." (en-Nisa 4/159) Ayet'indeki "ölümünden önce" ve:

"O, Kıyamet’in kopacağını bildirir" (ez-Zuhruf 43/61) ifadelerindeki "o" zamirinin İsa (aleyhi selam)'a raci olduğunu, dolayısıyla İsa (aleyhi selam)'ın Kıyamet’in habercisi olduğunu kaydetmektedirler.

İbni Abbas (radiyallahu anhuma ecmain), Ebu Hureyre (radiyallahu anh), Katade Malik ibni Dinar ve Dahhak'a nisbet edilen kıraatlarda ez-Zuhruf Sure’si 43/61 nolu Ayet'te geçen "ilm" kelimesi "alem" şeklinde okunmaktadır. Bu duruma göre Ayet'e: "O, Kıyamet için bir alamettir" şeklinde mana verilmektedir. (Kurtubi, el-Cami, 16/105)

‘İsa (aleyhi selam)’ın Nüzulü’ hususunda varid olmuş bazı Hadisler şunlardır:

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Ben, ömrüm uzarsa Meryem oğlu İsa’ya ulaşacağımı umuyorum. Eğer ecelim acele gelirse, sizden ona ulaşan selamımı söylesin!..” (Ahmed, Müsned)

Ebu Hureyre (radiyallahu anh)’dan rivayete göre, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, muhakkak yakında Meryem oğlu İsa, adil bir hakim olarak inecektir. O, haçı kıracak, domuzu öldürecek, Cizye'yi kaldıracaktır. O zaman, mal o kadar artacak ki, onu kimse kabul etmeyecek. Artık Allah'a bir kere secde etmek dünya ve dünyanın içinde olan her şeyden daha hayırlı olacaktır.” (Buhari; Müslim; Ebu Davud; Tirmizi;  Ahmed, Müsned)

Cabir ibni Abdullah (radiyallahu anh)’tan rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Ümmetimden bir cema'at Kıyamet Günü’ne kadar hakka yardımcı ve hizmetçi olarak devam edecektir. Nihayet Meryemoğlu İsa iner, Müslümanlar'ın emiri: ‘Gel, bize namaz kıldır’ der. İsa (aleyhi selam) ‘Hayır, Allah’ın bu ümmete bir ikramı olarak sizin bir kısmınız diğer kısmı üzerine emirlersiniz’ der.” (Müslim)

Ebu Hureyre (radiyallahu anh) dedi ki: "Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: İmamı'nız (devlet reisiniz) kendinizden olduğu halde Meryem oğlu (İsa aleyhi selam) içinize indiği (İmam'ınıza iktida ettiği) zaman acaba nasıl olursunuz?" (Buhari; Müslim)

Nevvas ibni Sem’an el Kilabi (radiyallahu anh)’dan rivayete göre, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Deccal’den bahsederken şöyle buyurmuştur:  “...Sizin için korktuğum şey Deccal’den başkadır. Eğer Deccal ben sizin aranızda iken çıkarsa onu sizin yerinize ben delillerle mağlub ederim. Ben aranızda yokken çıkarsa her Müslüman kendi delilleriyle kendisini savunacaktır. Ben tüm Müslümanlar'ı onun şerrinden Allah’a emanet ediyorum. Deccal, kıvırcık saçlı bir delikanlı şeklindedir, gözü dışarıya çıkmış şekildedir. Abd'ul Uzza ibni Katan’a benzer. Sizden kim onunla karşılaşırsa Kehf Suresi’nin ilk Ayetleri'ni okusun… Deccal, Şam ile Irak arasından çıkacaktır, sağ sol her tarafı çabucak bozmaya çalışacaktır. Ey Allah’ın kulları o günleri görürseniz Allah’ın dini üzerinde kalmaya özen gösterip dininizde sebat ediniz… (Deccal yeryüzünde) kırk gün kalacaktır; bir günü bir sene uzunluğunda, bir günü bir ay uzunluğunda, bir günü de bir hafta uzunluğunda olacak diğer günleri ise sizin bu günkü günleriniz durumunda olacaktır… (Deccal’ın yeryüzündeki hızı) rüzgarın önüne kattığı bulut gibi olacak bir topluma gelip onları kendisine inanmaya çağıracak onlarda onu yalanlayacaklar ve sözlerini reddedeceklerdir. Bu kimselerin malları Deccal’ın arkasından gidecek sabahladıkları vakit ellerinde bir şey kalmamış olacaktır. Sonra başka bir topluma gelecek onları da Dav'et edecektir. Onlar da Deccal’e inanacaklardır. Deccal göğe yağmur yağdırmasını emredecekde gök yağmurunu indirecektir. Toprağa bitkileri bitirmesini emredecek toprakta bitki çıkaracaktır. O toplumun küçükbaş ve büyükbaş hayvanları o gün her zamankinden daha fazla etlenmiş semiz durumda memeleri sütle dopdolu olarak döneceklerdir… Deccal bir harabeye uğrayıp hazinelerini çıkar diyecek ve oradan ayrılıp gidecek oradaki hazineler de arıların arı beyini takip ettikleri gibi Deccal’ın peşinden gidecektir. Sonra Deccal genç sağlam atik birini çağıracak ve kılıç darbesiyle iki parça edecektir. Sonra onu çağıracak oda yüzü parlayarak ve gülerek gelecektir. Tam bu esnada Meryem oğlu İsa (aleyhi selam); Şam’ın doğusunda beyaz minarenin yanında iki güzel elbise içersinde ellerini iki Melek'in kanatlarına koymuş olarak inecektir. Başını eğdiğinde başından damlayarak başını kaldırdığında ise başından gümüş suyu kadar berrak inci taneleri gibi su damlacıkları dökülecektir… Onun nefesinin rüzgarı Kafirler'den her isabet ettiği kimseyi öldürecektir. Onun nefesinin rüzgarı gözünün görebildiği yere kadar ulaşacaktır. İsa (aleyhi selam); Deccal’ı arayacak ve onu Kudüs’ün yakınlarındaki Lud Kapısı’nda ona ulaşarak onu öldürecektir. Sonra Allah’ın dilediği vakte kadar böylece devam edecektir. Sonra Allah; İsa (aleyhi selam)’a kullarımı Tur Dağı'na doğru götür diye vahyedecek çünkü ben, bazı kullarımı indirdim ki onlarla savaşmaya kimsenin gücü yetmez ki bunlar Ye’cuc ve Me’cuc Kavmi'dir. Bunlar her bir tepeden seller gibi akarcasına inip yeryüzüne dağılacaklardır. İlk grup Taberiyye Gölü’ne inecek ve oranın suyunu içip bitireceklerdir. İkinci gurup o göle uğrayacaklar ve önceden burada su vardı diyeceklerdir. Sonra Beyti Makdis Dağı'na varıncaya kadar yürüyecekler ve şöyle diyecekler: Yeryüzündekilerle savaştık ve hepsini öldürdük haydin şimdide gökyüzündekileri öldürelim diyecekler oklarını fırlatacaklar da Allah onların oklarını kana bulanmış olarak geri çevirecektir. Meryem oğlu İsa (aleyhi selam) ve çevresindekiler kuşatılacaktır. O gün bir öküz başı sizin için yüz dinardan daha kıymetli olacaktır. Sonra Meryem oğlu İsa (aleyhi selam) ve arkadaşları Allah’a dua edecekler de Allah o kavmin boyunlarında kurtçuklar meydana getirecek ve tek bir kişinin ölümü gibi ölüp yok olacaklardır. İsa (aleyhi selam) ve arkadaşları bulundukları yerden dağılacaklar da yeryüzünde ölüp yok olan Ye’cuc ve Me’cuc kavminin yağlarının kokmuş etlerinin ve kanlarının bulunmadığı bir karış yer bile bulamayacaklardır. İsa (aleyhi selam) ve arkadaşları tekrar Allah’a dua ve niyaz edecekler de Allah o leşlerin üzerine deve boyunlarına benzeyen kuşlar gönderecek bu kuşlar onların leşlerini derin bir çukura atarak yeryüzünü temizleyeceklerdir...” (Müslim; İbni Mace; Tirmizi)

Mücemma ibni Cariye el-Ensari (radiyallahu anh)’dan işittim şöyle diyordu: “Meryem oğlu İsa (aleyhi selam), Deccal’ı “Bab-ı Lud (Lud Kapısı)” denilen yerde öldürecektir.” (Tirmizi; Ebu Davud) Tirmizi bu hadisi naklettikten sonra şunları da söylemiştir: “Bu konuda İmran ibni Husayn (radiyallahu anh), Nafi ibni Utbe, Ebu Berze (radiyallahu anh), Huzeyfe ibni ebi Useyd, Ebu Hureyre (radiyallahu anh), Keysan, Osman ibni Ebi’l As (radiyallahu anh), Cabir (radiyallahu anh), Ebu Umame (radiyallahu anh), İbni Mes’ud (radiyallahu anh), Abdullah ibni Amr (radiyallahu anhuma ecmain), Semure ibni Cündüb (radiyallahu anh), Nevvas ibni Sem’an (radiyallahu anh), Amr ibni Avf (radiyallahu anh) ve Huzeyfe ibni Yeman (radiyallahu anh)’dan da Hadis rivayet edilmiştir.”

Huzeyfe ibni Useyd (radiyallahu anh)’dan rivayete göre, o şöyle demiştir: Biz aramızda Kıyamet’i müzakere ederken Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) üst kattan bize baktı ve şöyle buyurdu: “On alamet görülmeden Kıyamet kopmayacaktır; Güneşin batıdan doğması, Ye’cüc ve Me’cüc’ün çıkması, en-Neml Suresi’nin 82. Ayet'inde belirtilen Dabbe’nin çıkması, biri doğuda biri batıda bir diğeri de Arap yarımadasında meydana gelecek yere batma hadisesi, çöküntüler, Aden’den çıkacak bir ateş ki daima insanlarla beraber olacak, onlarla beraber gelip gidecek ve onlarla beraber istirahat edecektir...” (İbni Mace)

Ebu Musa Muhammed ibni Müsenna; Ebu Nu'man el-Hakem ibni Abdullah el-Icli vasıtasıyla Şu’be’den, Furat’dan, Ebu Davud’un, Şu’be’den rivayeti gibi rivayet ederek şu ilaveyi yapmışlardır: “Onuncusu ise ya onları denize dökecek olan bir rüzgar veya Meryem oğlu İsa’nın inişidir.” Tirmizi: “Bu konuda Ali (radiyallahu anh), Ebu Hureyre (radiyallahu anh), Ümmü Seleme (radiyallahu anha) ve Safiye binti Huyey (radiyallahu anha)’dan da Hadis rivayet edilmiştir. Bu Hadis Hasen Sahih'tir.” demiştir.

Ebu Hureyre (radiyallahu anh) Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Rumlar, A'mak ve Dabık nam mahallere inmedikçek Kıyamet kopmaz. Onlara karşı Medine`den bir ordu çıkar. Bunlar o gün arz ehlinin en hayırlılarıdır. Bu ordunun askerleri savaşmak üzere saf saf düzen alınca, Rumlar: Bizden esir edilenlerle aramızdan çekilin de onları öldürelim! derler. Müslümanlar da: Hayır! Vallahi sizinle, kardeşlerimizin arasından çekilmeyiz!. derler. Bunun üzerine (Müslümanlar) onlarla harb eder. Bunlardan üçte biri inhizama uğrar. Allah ebediyen bunların tevbesini kabul etmez. Üçte biri katledilir, bunlar Allah indinde şehitlerin en faziletlileridir. Üçte biri de muzaffer olur. Bunlar ebediyen fitneye düşmezler. Bunlar İstanbul'u da fethederler. (Fetih'ten sonra) bunlar, kılıçlarını zeytin ağacına asmış ganimet taksim ederken, Şeytan aralarında şöyle bir nida atar: Mesih Deccal, ailelerinizde sizin yerinizi aldı! Bunun üzerine, çıkarlar. Ancak bu haber batıldır. Şam'a geldiklerinde (Deccal) çıkar. Bunlar savaş için hazırlık yapıp safları tanzim ederken, namaz için ikamet okunur. Derken İsa İbni Meryem (aleyhi selam) iner ve onlara gitmek ister. Allah'ın düşmanı, İsa (aleyhi selam)'ı görünce, tıpkı tuzun suda erimesi gibi, erir de erir. Eğer bırakacak olsa, (kendi kendine) helak oluncaya kadar eriyecekti. Ancak Allah onu eliyle öldürür; öyle ki onlara, harbesindeki kanını gösterir." (Müslim)

Ebu Hureyre (radiyallahu anh) Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Vallahi Meryem oğlu (İsa), Fecc'ur Ravha nam mevkide, Hacc yapmak veya Umre yapmak yahut da her ikisini de yapmak için Telbiye getirecektir." (Müslim)

İmamlar'ın -bir başka deyişle Halifelerin- Kureyş'ten olması hususu; Ehli Sünnet Uleması arasında, -Sahabe'den varid olan ittifak üzere- icmaya yakın çoğunlukla gerek mütekaddim ve gerekse de müteahhir herkesce benimsenmiş ve cumhuru ulema İmam için Kureyşli olmanın şart olduğuna hükmetmiştir.

Bu hususta Dört Mezheb İmamı'ndan ittifakla nakillere yer verilmiş; Eşari ve Maturidi akaidinin imamları Ebu’l Hasan Ali ibni İsmail el-Eş’ari ve Ebu Mansur Muhammed ibni Muhammed el-Maturidi de aynı kanaati paylaşmış, el-Farku beyn'el Firak sahibi Bağdadi, el-Ahkam'us Sultaniyye isimli eserin müellifi el-Maverdi bundan başka Zahiriler'in önde gelen alimi İbni Hazm ve bundan başka İmam Gazali onlardan sonra gelenlerden Nesefi, Begavi, Şehristani, Şeyh'ul İslam İbni Teymiyye hep aynı görüşü dile getirmiştir. Hülasa, Selefi'nden Eşari'sine, Maturidi'sine, Zahiri'sine, Şafisi'nden, Hanefi'sine, Maliki'sine, Hanbeli'sine bu görüş kabul görmüştür. Bu zatları ayrı ayrı saymamızın sebebi, modernist düşünceli kimselerin bu ve benzeri meseleleri inkara yeltenmeleri ve, Selef-i Salihin'in ısrarla üzerinde durduğu böyle görüşleri küçük bir azınlığa nisbet ederek değersizleştirme çabasında bulunmalarıdır. Çeşitli menhec ve mezheb sahibi bu atlat fikir birliği ederek, Halifelik'de Kureyş şartını kabul etmiştir. Ehli Sünnet ve’l Cema'atin ittifak ile kabul ettikleri bu husus; tarihte Mu'tezile ve Havaric ve günümüzde onların devamı olarak sayılabilecek modernistler dışında; iman, takva, zühd ve ilim sahibi hiç kimsenin üzerinde ihtilaf etmediği bir meseledir.

Bu hususta çok sayıda Hadis ve rivayetlere Hadis Kitabları'nda yer verilmiş bundan başka Fıkıh, Tarih ve diğer İslami ilim dallarında yazan alimler, değişik ilim dallarına ait kitaplarda bu hususa işaret etmişlerdir. En mühim Siyer kaynaklarında; Vakidi (Kitab'ur Ridde ve Nebze min Fütüh’ul Irak), İbni Hişam (es-Siret'un Nebeviyye), İbni Kuteybe (İmame ve’s Siyase), Taberi (Tarih'ul Umem ve’l Muluk), Busti (Ahbar'ul Hulefa) Suyuti (Tarih'ul Hulefa) Ebu Bekir (radiyallahu anh)’ın Halife seçilmesiyle alakalı kısımda bu rivayetlere genişçe yer verilmiştir.

İmam Maverdi, “Bütün Müslümanlarca kabul edilen bu delile karşı bir şüphe mevcut değildir; aksi bir rivayet ve bir söz de yoktur.” (Maverdi, el-Ahkam'us Sultaniyye, 7) demektedir. Ebu Ya’la el-Hanbeli, Kureyş’e mensubiyet şartını açıklarken Ahmed ibni Hanbel’in “Kureyş dışından Halife olmaz!..” sözüne dayanmıştır. (Ebu Ya’la el-Ferra, el-Ahkam'us Sultaniyye, 20)

“İmamlar Kureyş'tendir” rivayetinin tevatür derecesine yükselmiş olduğu söylenmektedir. (Kettani, Nazm'ul Mütenasir min'el Hadis'il Mütevatir, 103) Bu hususta rivayet edilen bütün Hadisler bir arada değerlendirildiğinde sıhhatinden şüphe edilemeyecek bir rivayet özelliğini taşımaktadır. Bu mevzudaki Hadisler arasında şunları nakledelim:

Cabir (radiyallahu anh)’dan rivayet olunduğuna göre Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İnsanlar hayırda da şerrde de Kureyş’e tabidir." (Müslim)

Ebu Hureyre (radiyallahu anh) anlatıyor: Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem) buyurdular ki: "İnsanlar bu işte Kureyş'e tabidirler. Müslümanları, Müslüman olanlarına; Kafirleri, Kafir olanlarına tabidirler. İnsanlar madenler gibidir. Cahiliyede hayırlı olanlar Fıkhı öğrenirlerse İslam'da da hayırlıdırlar. Bu işe en çok nefret edenleri insanların en hayırlısı bulacaksın. Onlar (rızaları hilafına) içine düşmedikçe buna talib olmazlar." (Buhari; Müslim; Taberani, el-Mu’cem'ul Evsat; Hakim, Müstedrek)

İbni Ömer (radiyallahu anhuma ecmain) anlatıyor: Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem) buyurdular ki: "Bu iş (emirlik) insanlardan iki kişi baki kaldıkça Kureyş'te olmaya devam edecektir." (Buhari; Müslim)

"İmamlar Kureyş’tendir!.." (İbni Ebi Şeybe, Musannef; Tayalisi, Müsned; Beyheki, es-Sünen'ül Kübra)

“İmamlar Kureyş'tendir. Onların sizin üzerinizde hakkı vardır; sizin de onların üzerinde hakkı vardır.” (Ahmed, Müsned; İbni Ebi Şeybe, Musannef; Tayalisi, Müsned; Beyheki, es-Sünen'ül Kübra; Taberani, el-Mu’cem'ul Kebir; ez-Ziya'ul Makdisi, el-Ehadis'ul Muhtara)

“İmamlar Kureyş'tendir. Kim cema'atten bir karış ayrılırsa, boynundan İslam ipini çıkarıp atmıştır.” (İbni Ebi Şeybe, Musannef)

Humeyd ibni Abd'ur Rahman, Ebu Bekir (radiyallahu anh)’ın bey’at günü Ensar’a karşı Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem)’in şöyle dediğini rivayet eder: “İnsanlar bir tarafa, Ensar başka bir tarafa gitse; ben Ensar’ın gittiği yoldan giderim. Ebu Bekir (radiyallahu anh) bu sözü naklettikten sonra Sa’d ibni Ubade (radiyallahu anh)’a dönüp şöyle diyor: Ey Sa’d! Sen de biliyorsun ki Rasulullah şöyle demişti; -çünkü sen o zaman oturmuş bu sözü dinliyordun- ‘Kureyşun, Vulatü haza'l Emr (Kureyş bu işin valileridir)!..’ İnsanların iyileri Kureyş’in iyilerine, insanların kötüleri de Kureyş’in kötülerine tabidir. Sa’d ibni Ubade (radiyallahu anh), Ebu Bekir (radiyallahu anh)’ı şu sözüyle tasdik eder: Doğru söyledin; biz Vüzera'yız (Vezirler), sizler de Umera'sınız (Emirler).” (Ahmed, Müsned; Heysemi, Mecma'uz Zevaid; Suyuti, Tarih'ul Hulefa)

İbni Hacer şu rivayeti de kaydeder: "Bu iş, Himyeriler'in elinde idi. Allah onlardan alıp Kureyş'e verdi. Tekrar onlara dönecektir."

Mevzuya dair Hadisler'i toplu halde verecek olursak: “Kureyş İmamet Ehli'dir…” (İmam eş-Şafii, el-Umm), “Melik Kureyş'tedir…” (Heysemi, Mecma’uz Zevaid), “Siz bu işe (emirlik) insanların en layık olanlarısınız…” (Beyheki, es-Sünen), “Bu iş (emirlik) Kureyş'tedir.” (Buhari; Ahmed, Müsned; Darimi; Beyheki, Sünen; İbni Hazm, el-Muhalla; Heysemi, Mecma'uz Zevaid), “İnsanlardan iki kişi var olduğu müddetçe, bu iş (emirlik), Kureyş’te devam edecektir.” (Buhari; Müslim; Ahmed, Müsned; İbni Hibban, es-Sahih; Beyheki, Sünen; İbni Hazm, el-Muhalla; Ebu Ya’la, el-Müsned; Ali ibni Ca’d, el-Müsned; Ebu Avame, el-Müsned) “Kureyş’ten bir vali var olmaya devam edecektir.” (Heysemi, Mecma'uz Zevaid), “Vülat (valiler) Kureyş'tendir.” (Beyheki, es-Sünen), ”Kureyş, hayırda ve şerrde Kıyamet’e kadar insanların valileridir.” (Tirmizi), “Ey Kureyş topluluğu! Benden sonra bu işin valileri sizlersiniz.” (Ahmed, Müsned; Heysemi, Mecma'uz Zevaid; Abd'ur Rezzak, el-Musannef; Şafi’i, el-Umm), “Bu iş, sizdedir. Birtakım marifetler çıkartmadığınız müddetçe, bu işin valileri de sizsiniz...” (Tayalisi, Müsned; Heysemi, Mecma'uz Zevaid), “Hilafet Kureyş’tedir…” (Ahmed, Müsned)

Müslümanlar'ın Emirine Başkaldıran Hariciler'dendir

Müslümanların emirine başkaldıran Hariciler'dendir7; Müslümanlar arasında ayrılık çıkarmış, (Müslümanlar arasında Vahdet'in gerekliliğine dair varid olan) Asar'a (nakillere) muhalefet etmiş ve (bu hal üzere ölürse) Cahiliye ölümü üzere ölmüştür.

Müslümanlar'ın emirine başkaldıranların Hariciler'den olduğuna dair bu ifade gerek mezhebleri fıkhi/ameli olsun gerekse i'tikadi/siyasi düşünce ekolleri yahut dini-politik hareketleri ele alarak i'tikadi oluşumların inanç ve düşünce biçimlerini, i'tikadi ve siyasi mezhebler ile siyasal dini akımları tasnif eden alimlerce bir başka deyişle; fırka, mezheb ve akımları ele alan fırak müellifleri ayrıca diğer din ve mezheblerin görüşlerini inceleyen Mile'l ve Nihal müellifleri ile batıl ve sapkın kabul edilen görüşleri red etmek, hak ve doğru addedilen fikirleri ispat etmek amacıyla kaleme alınan Makalat müllefileri'nin bir kısmı tarafından da paylaşılmıştır:

Şehristani (H548) bu fikri genelleştirir ve şu şekilde dile getirilir: “Cema'atin ittifak ederek aralarından seçtiği hak üzere olan devlet başkanı İmam'a isyan eden her kişi Harici ismiyle anılır. İsyanın Sahabe'nin yaşadığı devrede Raşid İmamlar'a karşı veya onları takip eden Tabiun devresinde yahut bütün devirlerdeki İmamlar'a karşı olmasında bir fark yoktur.” (el-Mile'l ve'n Nihal, 132)

İmam Eşari (H324) de Makalatın’da şöyle der: “Onlara Harici adı verildi; çünkü Onlar, Ali ibni Ebi Talib (radiyallahu anh)’a karşı çıktılar.” (Eşari, Makalat'ul İslamiyyin ve İhtilaf'ul Musallin, 4-5)

Hariciler İslam’ın ilk dönemlerinde ortaya çıkmış olan bir siyasi akımdır. Genel manada; Ali (radiyallahu anh) ile Mu'aviye (radiyallahu anh) arasında cereyan eden Sıffin Savaş’ı ve Tahkim Olayı başlangıç olarak kabul edilir. Şehristani, İblis’in Allah’a itaatten çıkması ile Haricilik'in teşekkülü arasında bir ilişki kurar ve Haricilerin, İblis’in sözlerini örnek aldıklarını belirtir. Bu manada Hariciliğin kökü İblis’e kadar dayandırılmaktadır. (Şehristani, el-Mile'l, 1/31; 1/133) İbn'ul Cevzi, İbni Hazm ve Şehristani gibi bazı Alimler ise Zu'l Huveysira’nın Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in adaletini ta'n etmesi (Buhari; Müslim) Hadis'ine istinaden Haricilik'in kökünü Zu'l Huveysira’ya dayandırmaktadır. Başka bazı alimler ise Osman (radiyallahu anh)’a karşı ayaklanıp onu şehit eden kimselerin Haricilik'in kökü olduğunu belirtir.

Hariciler, Bedevi Araplar'dan müteşekkil olup, şiddet ve tassup ehlidirler. Aynı zamanda ibadete düşkün kimselerdir. Alınları; secdeye çok varmaktan şişmiş, elleri; kuru ve yakığı toprağa varmaktan deve ayağı gibi sertleşmiş kimselerdir.

Osman ibni Affan (radiyallahu anh), Ali ibni Ebi Talib (radiyallahu anh), Mu'aviye ibni Ebu Süfyan (radiyallahu anhuma ecmain) başta olmak üzere, Mü'minlerin annesi Aişe (radiyallahu anha) ayrıca Talha (radiyallahu anh) ve Zubeyir ibni Avvam (radiyallahu anh) ile onlarla birlikte Cemel Olayı'nda bulunanları ve de Ebu Musab el-Eşari (radiyallahu anh) ve onu hakem seçip hükmüne razı olan Sahabe ve Müslümanları Tekfir ederler. Kebair'den bir Kebire (büyük günah) işleyen Müslümanları da Tekfir ederler.

Hariciler hususunda Ulema'nın birbirinden farklı yaklaşımları ve görüşleri vardır. Cumhur ulema Haricileri Tekfir etmemiştir. Hattabi, İbni Battal bu konuda icma olduğunu ve cumhurun bu görüşte olduğunu belirtmiştir. (Hallal, es-Sünne, 113; Kadı Iyad, eş-Şifa, 2/1057; eş-Şafii, el-Umm, 4/3229; Nevevi, Şerhi Müslim li’n Nevevi, 2/50; İbni Kudame, el-Muğni, 8/106; 12/239; İbni Hacer, Feth'ul Bari, 12/300-301; 12/314; İbni Teymiyye, Mecmu'ul Feteva, 5/241-245; 13/210; 28/518; İbni Teymiyye, Minhac'us Sünne, 5/247; Şatibi, İtisam, 2/185) Şeyh'ul İslam İbni Teymiyye de ümmetin, Hariciler'in kınanmaları ve sapıklıkta oldukları noktasında müttefik olduğunu ancak Tekfir edilmeleri hususunda meşhur iki görüşe sahip olduğunu söyledikten başka Malik, Ahmed ve Şafii'ye göre Küfürler'inde tartışma vardır, demiştir. Ahmed ibni Hanbel ve Ehli Kelam'dan; İmam'ul Harameyn Ebu’l Me’ali, Bakillani, Gazali gibi alimler'in de Tekfir'den kaçındıkları kaynaklarda belirtilmiştir. (Hallal, es-Sünne, 145-146; İbni Teymiyye, Mecmu'ul Feteva, 12/486; Kadı İyad, eş-Şifa, 2/1058; İbni Hacer, Feth'ul Bari, 12/314; Gazali, et-Teferruk Beyn'el İman ve’z Zenedika) Diğer yandan Müfessirler'in Şeyhi İmam Taberi, Muhaddisler'in İmamı Buhari, ayrıca; Ebubekr el-Arabi, Şafiiler'den Rafii, Ebu’l Abbas Kurtubi, Abd'ul Kahir el-Bağdadi ve Takıy ed-Din es-Subki gibi bazıları da Haricileri Tekfir etmiştir. (İbni Batta, el-İbane es-Suğra, 152; Rawdat'ut Talibin, 10/52; İbni Hacer, Feth'ul Bari, 12/289-300; Kadı Ebubekir İbni Arabi, Şerh'ut Tirmizi; Nevevi, Şerhi Müslim li’n Nevevi, 7/160; Subki, Feteva; Kurtubi, el-Müfhim; Kadı İyad, eş-Şifa, 2/1057; İbni Kudame, el-Muğni, 12/239) Hariciler'in Tekfir edilmesi gerektiğine dair görüşlere Makdisi ve İbni Teymiyye’de kitaplarında yer vermiştir.

Siyasi bir mezheb olarak tarihte yerini alan Hariciler zalim olan idarecilere karşı ayaklanmayı Vacib kabul ederler. Görüşlerinin ekserisi Hilafet ve Halifeler'le alakalıdır. Hariciler; Emeviler ve Abbasiler döneminde de zalim hükümdarlara/Halifeler'e karşı ayaklanmışlardır.

Hariciler; Haruriye, el-Muhakkime, Sürat ve pekçok farklı isim ve lakaplarla anılmışlardır. Günümüzde –resmi olarak- bu mezhebe bağlı olanlar Umman Krallığında ve Zengibar çevresinde bulunmaktadırlar.

Gizli Hariciler olarak tanımlanabilecek bazı gruplara ise; yakın dönemde Mısır’da gün yüzüne çıkan Tekfir ve’l Hicre isimli Cema'at ile bu topluluğun dağıtılması neticesinde yeryüzünün farklı noktalarında teşekkül edip kendilerine sorulduğunda Tekfir ve’l Hicre ile Haricilik fikrini ısrarla ret etmelerine karşın usül olarak aynı usüle mensup olup bir Haram'ı açıktan işlemenin onu meşrulaştrımak olduğunu ve dolayısıyla –İstihlal olmaksızın- bir Haram'ı açıktan işleyenin Kafir olduğuna hükmeden bazı cema'atlerde rastlamak mümkündür.

Hariciler çok sayıda alt kollara ayrılmıştır. Bugün halihazırda –resmi Harici Mezhebi olarak- bulunan İbadiyye ayrıca Ezarika, Necedat, Sufriyye, Sebiyye ve Acaride en çok bilinen Harici kollarıdır. Bu kollardan başka; Meymuniyye ve Yezidiyye olarak bilinen Harici kolları ise İslam dini dairesi içinde sayılmamaktadır.

Müellif ‘cahiliye ölümü üzere ölmek’ tabiriyle meşru Halife'ye biat etmeksizin ölenlerin hükmüne dair rivayetlere işaret etmektedir. Bu konuda değişik Hadis rivayetleri vardır. Bunlardan bazıları şöyledir:

"Her kim boynunda bir bey'at olmadığı halde (bir Halife'ye biat etmeden) ölürse, cahiliyye ölümü (gibi bir ölüm) ile ölür.” (Müslim);

"Kim itaatten dışarı çıkar ve cema'atten ayrılır ve bu halde ölürse, cahiliye ölümü ile ölür.” (Buhari; Müslim; Nesai; İbni Mace);

"Kim ki emirinde (çirkin) bir şey görürse sabretsin, muhakkak ki cema'atten bir karış ayrılıp ta ölen ancak cahiliye ölümüyle ölür." (Buhari)

Müslüman Sultana Karşı –Zalim Bile Olsa- ne Savaşmak ne de Başkaldırmak Caiz Değildir

Müslüman sultana (emir, yönetici) karşı –zalim bile olsa- ne savaşmak ne de başkaldırmak Caiz değildir. Bu(nun böyle oluşu) Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Ebu Zerr el-Gıfari (radiyallahu anh)’a:

“Habeşli bir köle dahi olsa sabret!” Müslim ve Ensara:

“Havza erinceye kadar sabredin!” Müslim demesindendir. Sultana (yöneticiye) karşı savaşmak Sünnet’de yoktur. (Yöneticiye karşı savaşmak) dinin ve dünya işlerinin fesadına (yokolmasına) yolaçar.

Huzeyfe (radiyallahu anh) anlatıyor: "Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'e halk hayırdan sorardı. Ben ise, bana da ulaşabilir korkusuyla, hep şerr'den sorardım. (Yine bir gün): Ey Allah'ın Rasulü! Biz Cahiliye devrinde ierr içerisinde idik. Allah bize bu hayrı verdi. Bu hayırdan sonra tekrar şerr var mı? diye sordum. Evet var! buyurdular. Ben tekrar: Pekiyi bu şerden sonra hayır var mı? dedim. Evet, var! Fakat onda duman da var! buyurdular. Ben: duman da ne? dedim. Bir kavim var. Sünnet'imden başka bir Sünnet edinir; hidayetimden başka bir hidayet arar. Bazı işlerini Ma'ruf (iyi) bulursun, bazı işlerini Münker (kötü) bulursun! buyurdular. Ben tekrar: Bu hayırdan sonra başka bir şerr kaldı mı?" diye sordum. Evet! buyurdular. Cehennem kapısına çağıran davetçiler var. Kim onlara icabet ederek o kapıya dogru giderse, onlar bunu ateşe atarlar! buyurdular. Ben: Ey Allah'ın Rasulü! Ben (o güne) ulaşırsam, bana ne emredersiniz? dedim: Müslümanların cema'atine ve imamlarına uy, onlardan ayrılma. İmam sırtına (zulmen) vursa, malını (haksızlıkla) alsa da onu dinle ve itaat et! buyurdular. O zaman ne cema'at ne de imam yoksa? dedim: O takdirde bütün fırkaları terket (kaç)! Öyle ki, bir ağacın köküne dişlerinle tutunmuş bile olsan, ölüm sana gelinceye kadar o vaziyette kal! buyurdular." (Buhari; Muslim; Ebu Davud)

Selef İmamları'nın ve Dört Mezheb İmamı'nın isyandan meneden görüşleri nakledilmiştir. Bu cumhurun görüşüdür.

Ebu Bekir el-Hallal, İmam Ahmed İbni Hanbel’in kan dökmekden kaçınmayı emrettiğini ve isyan çıkarmayı da şiddetle yasakladığını belirtir. (el-Hallal, Sünne, 87)

Hanbeli alimlerinden İbni Akil ve İbn'ul Cevzi’nin bunu Caiz gördüklerini İbni Muflih belirtmiştir. (İbni Muflih, el-Furu, 10/180-181)

Ebu Hanife’den ise bu konuda iki farklı görüş nakledilmiştir. İmam Tahavi, Hanefi alimlerinin de diğer mezheb imamları gibi zalim dahi olsa Emir sahiplerine karşı ayaklanmayı ve onların aleyhine dua etmeyi Caiz görmediğinden bahseder. (Tahavi Akidesi, 24) Ebu Bekir el-Cessas ise, Ebu Hanife’nin zalimlere ve fasık imamlara karşı savaşmak gerektiği görüşünde olduğunu söyler. (Cessas, 1/86) Abdullah ibni İmam Ahmed ibni Hanbel, Ebu Hanife’nin buna Cevaz verdiğine dair iki farklı rivayete yer verir. İlkinde Abdullah ibni Mübarek’in huzurunda bir adamın Ebu Hanife’nin buna Cevaz verdiğine dair kelam etmesine karşın Abdullah ibni Mübarek’in buna muhalefet etmediği şeklindeki rivayetdir. Bir diğer rivayet ise bizzat Ebu Hanife’nin en önemli iki talebesinden biri olan Ebu Yusuf’un, Ebu Hanife’nin buna Cevaz verdiğini söylediğine dair rivayettir. (Abdullah ibni Ahmed ibni Hanbel, es-Sünne, 1/181-182)

Ebu Hanife, Abbasiler'den gelen kadılık teklifini şiddetle reddetmesi ve Zeyd ibni Ali’nin Abbasiler'e karşı ayaklanmasını, fetvası ile desteklemesi onun da diğer imamlar gibi esasında bu fiili caiz görmeyip ancak şartların yerine gelmesi durumunda yani elde edilecek faydanın, zarardan çok olması durumunda Cevaz verdiği şekilde yorumlanabilir ki bu diğer alimlerden de nakledilmiştir.

İmam eş-Şafii de emir sahiplerine karşı isyan etmenin Caiz olmadığı kanaatindedir. Maverdi (Ahkam el-Sultaniyye isimli eserinde) bunun aksini İmam Şafii’ye nispet etmiştir. Şafiiler'den İmam el-Harameyn el-Cuveyni de bu görüştedir. (İbni Muflih, el-Furu, 10/180-181; ez-Zubeydi, İthaf'us Sadet'il Muttakin bi Şerhi İhya-i Ulum ed-Din, 2/233)

Zahiriler'den İbni Hazm’ın da zalim emir sahiplerine karşı ayaklanmanın Caiz olduğu görüşünde olduğu söylenmiştir.

İbni Ebi’l İzz, Tahavi Şerhi’nde bu yasağın hikmetine temas etmektedir. Zulmetseler dahi emir sahiplerine itaat etmenin gereği, itaatin dışına çıkıp, ayaklanmanın sebep olacağı kötülüklerin onların zulümlerinden hasıl olacak kötülüklerden kat kat fazla olmasıdır. (Muhazzebu Şerhi’l Akidet'it Tahaviyye ve Şerhi, 318)

Bundan başka; İmam Buhari (Lalekai, Şerh Usul İ’tikad Ehli Sünne, 2/172), Sabuni (Akidetu Selef ve Ashab'ul Hadis), ibni Kudame (Lumuat'ul İ'tikad), İbni Teymiyye (el-Akidetu Vasıtiyye), İbni Kayyım (İlam'ul Muvakkikin) ve Muhammed ibni Abd'i’l Vehhab (Kasımilere Mektup) hep bir ağızdan bunun Caiz olmadığını söylemektedirler. Diğer alimler de aynı isstikamette görüş bildirmiştir.

Son olarak, Mu'aviye (radiyallahu anh), Hüseyin (radiyallahu anh), Abdullah ibni Zubeyir (radiyallahu anhuma ecmain) ve sonrasındaki başka örneklerde görüldüğü gibi bu tarz ayaklanmalara yol açan Müslümanlar bundan dolayı kınanmamıştır. Bunun sebebi de alimlerin bu eylemleri bir ictihad meselesi olarak değerlendirmesi ve zafere ulaşılacağına dair oluşan şiddetli inanç gösterilebilir. Bir de Yezid örneğinde olduğu gibi, fıskın ve zulmün ayyuka çıkması bir başka gerekçe olarak zikredilebilir.

Hariciler'le, Müslümanlara Saldırmaları Durumunda Savaşmak Caiz'dir

Haricilerle savaşmak, onların insanlara, mallarına veya müslümanların ailelerine saldırmaları durumunda Caiz'dir ancak; eğer (saldırıdan) vazgeçer ve kaçarlarsa bu durumda ne kovalanırlar ne de yaralıları öldürülür ne de esir olarak alınanları öldürülür (ne ganimetleri alınır) ne de kaçanları takip edilir.

Hariciler'le savaşmanın meşrutiyetine dair birtakım Hadisler varid olmuştur. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ben onlara yetişmiş olsa idim, Ad Kavmi'nin tepelendiği gibi tepelerdim." (Buhari; Müslim); “Eğer onlara yetişirsem, Semud Kavmi’nin katledilmesi gibi onları katlederim.” (Buhari; Müslim); “Onlarla nerde karşılaşırsanız onları katledin çünkü onları katledene Kıyamet’te ecir vardır.” Ali (radiyallahu anhu) buna binaen şöyle demiştir: “Eğer onları katletmekte ne kadar ecir olduğunu bilseydiniz, onları öldürdükten sonra amel etmeye ihtiyaç duymama hissine kapılırdınız.” (Muslim)

İmam Nevevi, Müslim Şerhi’nde Rasulullah (sallalllahu aleyhi ve sellem)’in; “Semud Kavmi’nin katledilmesi gibi onları katlederim” buyurduğu Hadis'in açıklamasında bu Hadis'in, Hariciler'in asileriyle savaşma hususunda apaçık bir delil olduğunu ve bu konuda Müslümanlar'ın icması olduğunu belirtir. (Nevevi, Şerh Müslim li’n Nevevi, 7/169-170)

Şeyh'ul İslam İbni Teymiyye de, Rasulullah (sallalllahu aleyhi ve sellem)’in Raşid Halifeler'den biri olan Ali ibni Ebu Talib (radiyalalhu anh)’ı Haricilerle savaşmak üzere görevlendirdiğini söyledikten sonra Sahabe'den dinin imamları, Tabi’in ve onlardan sonra gelenlerin onlara karşı savaşılması hususunda fikirbirliği ettiklerini söyler. (İbni Teymiyye, Mecmu'ul Feteva, 3/282) Başka bir yerde ise; Mü’minlerin emirleri ve onun yanındakilerin Hariciler'le savaştıklarını, Selef'den ve imamlardan hiç kimsenin –Sıffin ve Cemel Hadiseleri'nde olduğu gibi- onlarla savaş hususunda ihtilafa düşmediklerini söyler. Hariciler'in saflarında hiçbir Sahabe'nin yer almadığını ve hiçbir Sahabe'nin onlarla savaşılmasından men eden bir sözü bulunmadığını da ekler. (İbni Teymiyye, Mecmu'ul Feteva, 28/512-513) Şeyh'ul İslam, bir başka yerde, Haricileri yol kesen haydutlarla kıyaslayıp Sahabeler'in ve ulemanın onlarla savaşma hususunda icma ettiklerini belirtir. (İbni Teymiyye, Minhac'us Sünne, 5/243-44)

Bunun gerekçesi, asilerin hala Müslüman olarak kabul edilmesidir. Zaruret'in sözkonusu olmadığı durumlarda ise bir Müslüman'la savaşmak, onu öldürmek Caiz değildir.

Kadı İbni Arabi kaçtıklarında kovalanmamaları, yaralılarının öldürülmemesi, esir olarak alınanlarının öldürülmemesi, ganimetlerinin alınmaması ve kaçanlarının takip edilmemesinin hikmetini çok güzel özetlemiştir. Esirlerin öldürülmemesinin, kaçanlarının takip edilmemesinin sebebi buradaki maksadın onları defetmek oluşunda olup asıl maksadın onları öldürmek olmamasındadır. Ashab böyle durumlarda karşılaştığında hiçbir zaman bu halde olan kimselerin peşine düşmemiş, esirleri yahut yaralıları öldürmemiştir ne de savaşta öldürdükleri kimseler yada telef ettikleri mala karşılık fidye ödememişlerdir. İbni Arabi bu halin Sahabe'nin hali olduğunu ve onların bizler için örnek (ve hüccet) olduğunu belirtir. (İbni Arabi, Ahkam'ul Kur’an, 4/154)

Kadı İyad, cumhurun görüşünün Hariciler'in hayvanları ve silahlarının ganimet olarak alınmaması yönünde olduğunu ancak Ebu Hanife’nin buna izin verdiğini söyler. (Nevevi, Şerh Muslim li’n Nevevi, 7/170)

Alimler'den bir kısmı ise, ortaya attıkları Bid'atları ve fitneyi ortadan kaldırmak gibi sebeplere binaen Hariciler saldırmasa dahi onlara saldırmanın, onlarla savaşmanın ve onları öldürmenin meşru olduğunu söylemişlerdir.

Şeyh'ul İslam İbni Teymiyye, Haruriler gibi Hariciler'den olan ve Rafiziler'in ve benzerlerinin öldürülmesi hususunda fukaha arasında iki görüş bulunduğunu ve İmam Ahmed’den de bu konuda iki görüş nakledildiğini söyler, onları savaş durumunda öldürmenin Meşru olduğunu bildirir. (İbni Teymiyye, Mecmu'ul Feteva, 28/499)

İbni Kudame el-Makdısi ise, bu konuda doğru olanın Hariciler'i öldürmenin meşru oluşudur der bu hükme iki gerekçe ileri sürer: Hariciler'le savaşma ve onları öldürme bizzat Rasulullah (sallalllahu aleyhi ve sellem)’in emri doğrultusunda olmaktadır ve onları öldürmekten dolayı büyük bir mükafat elde edilecektir. (İbni Kudame, el-Muğni, 8/107)

Kullara İtaat Ancak İyi İşlerdedir

Bil ki –Allah sana rahmet etsin!- Allah’a masiyette hiçbir insana itaat yoktur.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bu düsturu bildirmiştir:"Allah'a isyan edildiği yerde İtaat olmaz, itaat sadece iyi işlerde olur." (Buhari; Müslim);

"Müslüman kişiye, hoşuna giden veya gitmeyen her hususta itaat etmesi gerekir. Ancak, Masiyet (Allah'a isyan) emredilmişse o hariç, eğer Masiyet emredilmişse, dinlemek de yok, itaat de yok." (Buhari; Müslim; Tirmizi; Ebu Davud)

Hiç Kimsenin Cennet Yahut Cehennem Ehli Olduğuna Şehadet Etmemek

İslam Milleti’nden hiç kimse için (Cennet’lik yahut Cehennem’lik olduğuna), işlediği bir kötü yahut iyi amel sebebiyle şehadet edilmez zira onun ölümden önceki son durumunun ne olacağını bilmezsin. Onun için Allah’ın rahmetini umar ve onun günahları yüzünden onun için korkarsın (onun lehine olanı umut eder aleyhine olana karşı korkarsın). Onun ölüm anında neyin kader kılındığını bilmezsin, tevbeye dair ve Allah’ın onun için eğer İslam üzere ölürse neyi kader kıldığını bilmezsin. Onun için Allah’ın rahmetini umar ve onun günahları sebebiyle onun için korkarsın!

Mikdad ibni Esved (radiyallahu anh) şöyle der: “Ben, bir adamın sonunu görmeden onun hakkında iyi veya kötü bir şey söylemem! Çünkü buna dair Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den bir şey işittim. Kendisine nedir duyduğun denilince şöyle dedi: Ademoğlunun kalbi (ateşin üzerindeki) tencere gibi (kaynayan bir şeydir) sürekli değişir (ondan daha fazla değişen bir şey yoktur)!” (Ahmed; Hakim; ibni Ebi Asım, es-Sünne, 226)

Enes (radiyallahu anh) der ki, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Sonunu görmeden, hiç kimsenin amelinden hoşnut olmayın!” (Ahmed; Hakim; ibni Ebi Asım, es-Sünne, 347-353)

Allah (celle ve celaluhu) Bütün Günahlar İçin Tevbe'yi Kabul Eder

Kulun tevbe edemeyeceği hiçbir günah yoktur.

Zina Cezası Olarak Recm Hak’tır

Recm doğru ve haktır.

Ubade ibni Samit (radiyallahu anh) dedi ki: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Benden öğrenin! Benden öğrenin!.. Allah o (kadı)nlara (çıkar) bir yol halketti (yarattı). Bekarla bekar (zina ederse) yüz değnekle bir sene sürgün; evli ile evliye yüz değnek ve Recm (var)!” (Müslim; İbni Mace)

İbni Abbas (radiyallahu anhuma ecmain) dedi ki: "Ömer ibn'ul Hattab (radiyallahu anh)'ı hutbe verirken dinledim. Şöyle demişti: "Allah Te'ala Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'i hak (din ile) gönderdi ve ona Kitab'ı indirdi. Bu indirilenler arasında 'Recm Ayeti' de vardı! Biz bu ayeti okuduk ve ezberledik. Ayrıca, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) zina yapana Recm cezasını tatbik etti, ondan sonra da biz tatbik ettik. Ben şu endişeyi taşıyorum: Aradan uzun zaman geçince, bazıları çıkıp: ‘Biz Kitabullah'da Recm cezasını görmüyoruz!..’ (deyip inkara sapabilecek ve) Allah'ın Kitabı'nda indirdiği bir farzı terkederek dalalete düşebilecektir. Bilesiniz, Recm, kadın ve erkekten muhsan olanların zinaları, -delil veya hamilelik veya itiraf yoluyla- sübut bulduğu takdirde, onlara tatbik edilmesi gereken Kitabullah'da mevcut bir haktır. Allah'a Kasem (yemin) ile söylüyorum, eğer insanlar: ‘Ömer Allah’ın Kitabı'na ilavede bulundu’ demeyecek olsalar, Recm Ayet'ini (Kitabullah'a) yazardım." (Buhari; Müslim; Tirmizi; Ebu Davud; Malik, Muvatta)

Hariciler'in büyük çoğunluğu ve Mutezile’den bazıları Recm'i inkar etmektedir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in evli olarak zina edenlere Recm uyguladığı tevatüre ulaşan Hadisler ile sabit olmuştur. Ayrıca Ömer ibn'ul Hattab (radiyallahu anh) Medine’de minberden Recm'i açıkca ilan etmiş Sahabe'den çok sayıda kimse bulunmasına karşın hiç kimse buna itiraz etmemiştir.

Mestler Üzerine Mesh Etmek

Mestler üzerine Mesh etmek Sünnet’dir.

Mestler üzerine mesh etmek fıkhi bir mevzu olmasına karşın i’tikada dair olan bu eserde ve İmam Tahavi’nin Akide isimli eseri gibi i’tikada dair diğer eserlerde yer bulmuştur. Mütevatir Sünnet ile sabit olan bu mesele Ehli Sünnet ve’l Cema'at nezdinde kabul bulmuş, Ehli Bidat dışında inkar eden olmamıştır. Ehli Sünnet ve’l Cema'at ile Ehli Bid'at arasındaki farikalardan biri olması sebebiyle i’tikad ve akaide dair eserlerde mestlerin mesh edilmesinin Sünnet olduğu inancı dile getirilmiştir.

ÇORAP VE AYAKKABI (MEST) ÜZERİNE MESH İLE İLGİLİ HADİSLER

Muğire b. Şu'be şöyle rivayet etmiştir: Nebî (s.a.v) abdest aldı ve çorapları ve ayakkabıları (mestler) üzerine mesnetti. Ebû İsa et-Tirmizî ''Bu hadis hasen sahihtir." demiştir. (Bu lafız, et-Tirmizi'ye aittir.)

Hadisin Senedleri

1. Haddesenâ Hennâd ve Mahmud b. Gaylân kâlâ: Haddesenâ Vekî' an Sufyan an Ebî Kays an Huzeyl b. Şurahbil ani'l-Muğîre b. Şu'be. 2. Haddesenâ Ali b. Muhammed, sena Vekî', sena Sufyan an Ebî Kays el-Evdî an Huzeyl b. Şurahbil ani'l-Muğîre b. Şu'be. 3. Haddesenâ Muhammed b. Yahya, sena Mualla b. Mansur ve Bişr b. Adem kâlâ sena İsa b. Yunus an İsa b. Sinan an ed-Dahhak b. Abdirrahman b. Arzeb an Ebî Musa el-Eş'arî. 4. Haddesenâ Osman b. Ebî Şeybe, an Vekî' an Sufyan, Hadde­senâ es-Sevrî an Ebî Kays el-Evdî (huve Abdurrahman b. Servan) an Huzeyl b. Şurahbil ani'l-Muğîre b. Şu'be. 5. Haddesenâ Abdullah, Haddesenî Ebî, sena Vekî', sena Suf­yan an Ebî Kays an Huzeyl b. Şurahbil ani'l-Muğîre b. Şu'be. 6. Ahberanâ Ebû Tahir, Nâ Ebû Bekr, sena Bundar ve Muham­med b. el-Velid kâlâ: Haddesenâ Ebû Asım, Nâ Sufyan, Nâ Selem b. Ca'de, Nâ Vekî' an Sufyan Haddesenâ Ahmed b. Meni' ve Muham­med b. Râfi kâlâ: Haddesenâ Zeyd b. el-Hubab, Nâ Sufyan es-Sevrî an Ebi'1-Kays el-Evdî an Huzeyl b. Şurahbil ani'l-Muğîre b. Şu'be. 7. Haddesenâ Vekî' an Sufyan an Ebi'1-Kays an Huzeyl an Muğîre b. Şu'be.

ÇORAP VE AYAKKABI (MEST) ÜZERİNE MESH İLE İLGİLİ SAHA­BENİN UYGULAMASI

a) Hz. Ali'nin Uygulaması:

Ka'b b. Abdillah şöyle rivayet etmiştir: Hz. Ali'yi bevledip (da­ha sonra da abdest alırken) çoraplarına ve ayakkabılarına (mest­lerine ) meshettikten sonra namaz kıldığını gördüm." (Bu lafız, Abdurrezzak'a aittir.)

Hadisin Senedîeri1. Abdurezzak an es-Sevrî an ez-Zeberkân an Ka'b b. Abdil­lah. 2. Haddesenâ Ebû Bekr b. Ayyaş an Abdillah b. Saîd an Culas b. Amr kale: Raeytu aliyyen bale summe meseha ala cevrabeyhi ve na'leyhi. 3. Haddesenâ Veki' an Sufyan an ez-Zeberkân el-Abdî an Ka'b b. Abdillah enne aliyyen bale summe teveddae ve meseha ale'l-cevrabeyni ve'n-na'leyni. 4. Haddesenâ Vekî' kale Haddesenâ Yezid b. Merdanebe an el-Velid b. Serî an Amr b. Kureyb enne Aliyyen teveddae ve mese­ha ale'l-cevrabeyn.

B) Ebû Mes'ud'un Uygulaması:

Halid b. Sa'd şöyle rivayet etmiştir: Ebû Mes'ud el-Ensarî kıl­dan örülmüş çoraplara ve ayakkabılara (mestlere) meshediyordu. (Bu lafız, Abdurrezzak'a aittir.)

Hadîsin Senedleri1. Abdurrezzak an es-Sevrî an Mansur an Hâlid b. Sa'd. 2. Abdurrezzak ani's-Sevrî, ani'l-A'meş an İbrahim an Hemmam b. Haris an Ebî Mes'ud. 3. Haddesenâ Ebû Bekr kale: Nâ Numeyr ani'l-A'meş an İbrahim an Hemmam enne Ebâ Mes'ud kâne yemsehu ale'l-Cevrabeyn. 4. Haddesenâ Vekî ani'l-A'meş ani'l-Müseyyib b. Râfi' an Busr b, Amr kale raeytu Ebâ Mes'ud bale summe teveddae ve meseha ale'l-cevrabeyn.

C) İbn Ömer'in Uygulaması;

Ebu Culas'in rivayetine göre İbn Ömer çoraplarına ve ayakka­bılarına (mestlerine) meshederdi. (Bu lafız, Abdurrezzak'a aittir.)

Hadisin Senedleri1. Abdurrezzak ani's-Sevrî, an Yahya b. Ebî Hayye an Ebi'l-Culas an İbn Ömer. 2. Abdurrezzak an Ebî Ca'fer an Yahya el-Bukâl kale: Semi'tu İbn Ömer yekûlu: el-Meshu ale'l-cevrabeyn kel meshi ale'l-huffeyn.

D) Enes B. Malik'm Uygulaması:

Katâde'ye Enes b. Malik'in çoraplara meshedip etmediği sorul­duğunda:

"Evet mestlere meshettiği gibi çoraplara da meshetmiştir." demiştir. (Bu lafız Abdurrezzak'a aittir.)

Hadisin Senedleri1. Ahberanâ Abdurrezzak kale: Ahberanâ Ma'mer an Katâde an Enes b. Malik. 2. Haddesenâ Vekî' an Hişam an Katâde an Enes ennehu kâne yemsehu ale'l-cevrabeyn. 3. Haddesenâ İbn Mehdî an Sufyan an Vasıl an Saîd b. Abdillah b. Dırar enne Enes b. Malik teveddae ve meseha ale'l-cevrabeyn.

E) Berâ B. Azib'in Uygulaması:

İsmail b. Raca babasından şöyle rivayet etmiştir: Berâ b. Azib'in çoraplarına ve ayakkabılarına (mestlerine) meshettiğini gördüm." (Bu lafız, Abdurrezzak'a aittir.)

Hadisin Senedleri1. Abdurrezzak ani's-Sevrî ani'l-A'meş an İsmail b. Raca an Ebihi.2. Haddesenâ es-Sekafî an İsmail b. Umeyye kale belağanî en-nel-Berâ b. Azib kâne la yerâ be'sen bilmeshi ale'l-cevrabeyn, ve beleğanî an Sa'd b. Ebî Vakkas ve Saîd b. el-Museyyib ennehuma kâna la yereyan be'sen bilmeshi ale'l-cevrabeyni. 3. Haddesenâ Veki' ani'l-A'meş kale Haddesenâ İsmail b. Raca an Ebîhi kale raeytu Berâ teveddae femeseha ale'l-cevrabeyn.

F) Hz. Ömer'in Uygulaması:

Culas b. Amr şöyle rivayet etmiştir: Hz. Ömer Cuma günü abdest aldı ve çoraplarına ve ayakkabılarına (mestlerine) mesnetti. (Bu lafız, Abdurrezzak'a aittir.)

Hadisin Senedi1. Haddesenâ Vekî' an Ebî Hubab an Ebîhi an Culas b. Amr enne Ömer.

G) Îbn Mes'ud'un Uygulaması:

İbrahim şöyle rivayet etmiştir: İbn Mes'ud mestlerine ve çorap­larına meshederdi. (Bu lafız, Abdurrezzak'a aittir)

Hadisin Senedi. Abdurrezzak an Ma'mer ani'l-A'meş an İbrahim.

“Misafir için üç gece mukiym için gecedir,meshin müddeti.”

Müslim taharet-85-      -Ebu Davud-157-Tirmizi No95-Nesei-İbn Mace –552,553-Darimi- -

Ahmed –1/96.100.113,118,120,123,146,149,2/27,4/240,5/213

Çoraplar üzerine mesti, Sahâbe'den intikal eden Sünnete dayanmaktadır: Ömer b. EI-Hattab, Ali, Ebû Mes'ûd, Berâ, Enes, Ebû Ümame, Sehl, Amr b. Hureys, İbn Abbâs, İbn Ömer, İbn Ebî Vakkâs, Ammâr, Bilâl, İbn Ebî Evlâ, Muğîre ve Ebû Musa (Allah onlardan razı olsun) bu Sahâbe'den bazılarındır. Çoraplar üzerine mesh, ayni şekilde Tabiînden de menkuldür: Katâde, İbnü'i-Müseyyeb, İbn Cüreyc, Ata, Nehaî, Hasen, Hilâs, İbn Cübeyr ve Nâfi (Allah onlara rahmet eylesin)

Çoraplar üzerine mesh hadîsini Ebû Hanîfe, Şafiî, Ahmed b. Hanbel, İshak, Dâvûd-i Zahirî ve ibn Hazm kabul etmişlerdir.

Kadı Ebu Ya'la el-Hanbeli, İmam Ahmed’den "Ehli Sünnet ve'l Cema'atten olan Mü’minin Özellikleri"ni naklederken bunların arasında İmam Ahmed’in "Sefer'de olsun hazarda (Mukim olarak) olsun mestlerin üzerine mesh eder." dediğini de nakletmektedir. (Ebu Ya'la, Tabakat'ul Hanabile, 1/294-295)

Yine Kadı Ebu Ya'la, İmam Ahmed’den "Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Vefat Ettiğinde Üzerinde Bulunduğu Sünneti" tarif ederken, "Mestler üzerine mesh etmek." dediğini de nakletmektedir. (Ebu Ya'la, Tabakat'ul Hanabile, 1/131)

İbn'ul Cevzi de İmam Ahmed’in dilinden "Ehl-i Sünnet ve’l Cema'at Akidesi"ni aktarırken mesh etmeyi dile getirir: "Çoraplar üzerine mesh etmek (seferi için) üç gün ve gece, mukim için bir gün ve gecedir." (İbn'ul Cevzi, Menakib'ul İmam Ahmed ibni Hanbel, 167-171) "

Yolculukta Kasr-ı Salat

Yolculukta Kasr-ı Salat (namazı kısaltma) Sünnet’dir.

“Abdullah b. Abbas şöyle demiştir:”Allah c.cPeygamberin lisanıyla namazı yolcu olmama halinde dört rekat, yolcu  iken iki rekat ve korku anında bir rekat olarak farz kılmıştır. Ebu Davud K.Salah 287.bab –1247no.Müslim,K.Salatin Misafirun babı Salatün Havf N.143-687 no.Nesei K.Salatil –Havf   N. 1533-İbni Mace -Buhari 3c 1060

“Ömer(R A)’a “Kafirlerin size kötülük yapmalarından korkarsanız, namazı kısaltmanızda bir günah yoktur.” Ayetini okudum.Ve”Bugün artık insanlar güven içindedirler. Namazı yine kısaltacaklar mı? Dedim. Ömer(r a) şöyle dedi.”Senin hayret ettiğin bu hususta bende hayret etmiş ve bunu Resulullah’ a (s a v) sormuştum.Resulullah (s a v) ; Bu, Allah’ın size verdiği bir sadakadır. Sadakasına kabul edin.” Buyurdu.Müslim-K.Misafirun 4.bab 686 no- Ebu Davut k. Sefer bab 1 1199 no-Nesei-1433 Tirmizi-3224-İbn Mace K.İkametil-salat bab 113-İbn mace 1065

“Aişe(r a) dan:...Namaz ilk farz olduğunda iki rekat olarak farz kılındı. Hicretten sonra, sefer namazı olduğu gibi bırakıldı.Hazar namazı ise dörde tamamlandı.Nesei-452-456-Müslim,muhtasar 202 no-(685 no)-Ebu Davud-K.Salat 1198 no-Buhari K.Taksir,B.5-3c 1060sy

“Ebu Bekr (ra)dan:...Ben doğduğum yer Mekke,hicret ettiğim yer Medine, Medine’de derdum mu Zul  Huleyfe’den öteye dönünceye kadar iki kılarım.Sahabi’nin biri ( Ebul Ali’ye) Ey Allah’ın Resulu ben memleketime gidiyorum ve iki ay kalıyorum namazı kısaltacak mıyım? Diye sorar. Resulullah SAV “-Evet, orada elli yılda kalıncaya kadar seferisin dedi.”Ebu Bekr müsned-135

“Sa’d ile beraber Şam’ın bazı köylerinde 40 gün kaldık, O namazları kısaltıyordu.”Abdulrezzak , Musennaf 4350

İbn Ömer(r a) Azerbeycanda namazlarını altı ay iki rekat kıldı.Abdurrezzak, Musennaf 4339,Beyhaki 3/152,H. İbn Hacer Telhis 2/47.A.Hambel 5552,Heysani Mecmauz, Zevail 2/158

“Enes b.Malik (r a) Şamda iki sene yolcu namazı kılmıştır.” Abdurrezzak, Musennaf 4354,İbn Ebu Şeybe 517.

“Enes (r a) “ Resulullah S A V’ in Ashabı Ram Hürmüz’de yedi ay kalmışlar ve namazı kısalttılar .Beyhaki-3/2

“Hasan’i-Basri “ Kabul” da Abdurrahman b.Samure(r a) ile beraber iki sene ikame ettim namazı kısalttım.Abdurrezzak-4352

“Abdullah İbn Ömer(r a)’dan” Resulullah S A V ehlinden ayrıldığı zaman dönünceye kadar iki rekat kılardı.”İbn Mace 1067 no

“Enes(r a)dan, Resulullah S A V üç mil mesafeye çıktımı farzları iki rekat kılardı.”Ebu Davud 1201, Müslim, K. Misafirun    - Müsned –3/129

Yolculukta Dileyen Oruç Tutar, Dileyen Oruç Tutmaz

Yolculuk sırasında oruç tutmaya gelince, dileyen tutar ve dileyen de tutmaz.

Yolculukta isteyen yavaş gidebilir, isteyen hızlanabilir. Yolculukta orucu ister tutar, ister bozabilir. Daha sonra kaza eder. Yolculukta oruç tutmayanı eleştirmesin.

“Ebu Hureyre(r a)’dan Resulullah S A V “Otlu yolda sefer ettiğiniz vakit deveye hakkını verin. Orada otlatın,kurak otsuz yerde sefer ettiğiniz vakit süratle seyredin.Hayvan zaafa düşmesin, gece sonunda seherde istiharat için inmek istediğinizde, yol kenarına sapın.’’dedi.Ebu Davud-K.Cihad 63. Bab-2569-Müslim-K. İmaret 1926 – Tirmizi,K.edeb – Nesei- İbn Mace

Enes(r a) dan,” Resulullah S A V “ Yolculuğu gece yapın, yeryüzü gece dürülür” buyurdu.Ebu Davud 2571-Tirmizi

“Yolculuk azabtan bir parçadır. Sizden birisinin uyumasına, yemesine, içmesine mani olur. İşini gören ailesine dönmeye acele etsin.Buhari, umre-  -Müslim, İmaret 1179   -Muvatta 4c 375 sy

“Aişe(r a) dan , Resulullah S A V ile beraber yaya olduğum halde koşuya girdim, onu geçtim. Şişmanladığım vakit yine onunla koşuya girdim, bu sefer Resulullah S A V beni geçti. Ve benim bu koşuyu kazanışım, senin kazandığın o koşuya karşılıktır.” Buyurdu.Ebu Davud, K. Cihad 68.bab-2578 no – İbn Mace K.nikah-1979-Ahmed b. Hanbel, Müsned 39-129

“Cabir(r a) dan Resulullah S A V, şöyle buyurdu:”Güneş battıktan sonra, yatsı’nın zifiri karanlığı gidene kadar, hayvanlarınızı bırakmayın. Güneş battığı zaman yatsı’nın karanlığı gidene kadar şeytanlar yeryüzünde fesat çıkarırlar.”Ebu Davud-K.Cihad 83.bab2604- Müslim K.Eşribe 2013Müsned, 14393, 15319

“Aişe(r a) dan Eslemli Hamza Resulullah S A V ‘e sordu “ Ben devamlı oruç tutarım, seferde de tutayım mı? Dedi. Resulullah S A V dilersen tut dilersen tutma dedi.Ebu Davud-2402, Buhari K.savm seferde oruç babı-   -Müslim-1121 – Tirmizi -   Nesei 2296- İbn Mace 16

Geniş ve Bol Pantolon İle Namaz Kılmak

Geniş ve bol pantalon (şalvar) giyilerek namaz kılmada bir beis yoktur.

Münafıklık, Küfrü Gizleyerek İman İddiasında Bulunmaktır

Nifak (Münafıklık), küfrü içinde gizleyerek İslam’ı dil ile sergilemektir.

Nifak (Münafıklık; ikiyüzlülük, olduğundan başka görünmek) iki çeşittir:

İ'tikadi Nifak: Müellifin burada kasdettiği Nifak türüdür. "Kalben inanmadığı halde müslüman gibi görünmektir" şeklinde tarif edebileceğimiz bu tür Nifak kişiyi İslam Dini'nden çıkaran Nifaktır.

İ'tikadi Nifak; Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem)'i yalanlamak, Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem)'in getirdiklerinin bir kısmını yalanlamak, Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem)'e buğzetmek, Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem)'in getirdiklerinin bir kısmına buğzetmek, Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem)'in getirdiği dinin başarısızlığını görünce bundan sevinç duymak, Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem)'in dininin başarı kazanmasına üzülmek, bundan rahatsızlık duymak olmak üzere altı çeşittir.

Ameli Nifak: Kalbi imanı tasdik ettiği ve imanın bütün şartlarını yerine getirdiği halde, nefsine uyduğundan dolayı münafıkların yaptığı haram olan bazı fiilleri işlemektir ve beş çeşittir. Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:

"Münafığın alameti üçtür; Konuşunca yalan söyler, söz verince sözünde durmaz, kendisine birşey emanet edilince ihanet eder." (Buhari; Müslim; Tirmizi; Ahmed, Müsned)

Hadisin başka bir lafzında ise bunlara ilave olarak şöyle buyurulmuştur:

"Husumet ettiği zaman haktan ayrılır. Ahdedince ahdini bozar." (Buhari; Müslim; Ebu Davud; Ahmed, Müsned)

Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) Ümmeti'nden Hükmen Mü’min ve Müslümanlar

Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin ümmetinde; hükümleri, mirasları, hayvan boğazlamaları ve cenaze namazları (hukukunda, hükmen) Mü’min ve Müslümanlar vardır.

Bir Kimsenin Kamilen Mü’min Olduğuna Şehadet Etmemek

Lakin, İslam’ın bütün şer'i emirlerine riyaet etmedikçe hiç kimsenin kamilen Mü’min olduğuna şehadet etmeyiz. Kişi eğer (İslam’ın şer'i emirlerini) yerine getirmede eksiklik gösterirse tevbe edene kadar imanında nakıs sayılır. Kişinin imanının tam yahut nakıs oluşu –İslam’ın şer'i emirlerine riyaet etmediği amellerinde görünenler müstesna- Allah Te'ala‘ya kalmıştır.

Ehli Kıble’nin Cenaze Namazını Kılmak Sünnet’tir

Ehli Kıble’den ölen bir kişinin cenaze namazını kılmak Sünnet’tir. Recm ile öldürülen zinakar erkek yada kadın, intihar eden kimse, Kıble Ehli’nden olan diğerleri, sarhoş ve başkaları, onların (cenaze) namazını kılmak Sünnet’tir.

Müslim ve Nesai’de yeralan Cabir ibni Semure (radiyallahu anh) kanalıyla rivayet olunan bir Hadisde Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) intihar ederek hayatına son veren bir müslümanın cenaze namazını kılmayı reddetmiştir. Cabir ibni Semura (radiyallahu anh)'dan rivayete göre o şöyle dedi:

"Nebi sallallahu aleyhi ve sellem'e kendini oklarıyla öldüren (intihar eden) bir adam getirdiler de, onun cenaze namazını kıl­madı." (Müslim, 978)

İmam Evzai (rahimehullah) ve Ömer ibni Abd’il Aziz (rahimehullah) bu Hadisi delil alarak intihar eden bir müslümanın cenaze namazının kılınmayacağını söylemektedirler.

İmam Nevevi hadisin şerhinde, Hasan el-Basri (rahimehullah), İbrahim en-Nehai (rahimehullah), Katade (rahimehullah), İmam Malik (rahimehullah), Ebu Hanife (rahimehullah), İmam eş-Şafii (rahimehullah) ile Kadı İyad (rahimehullah) ve cumhurun, intihar eden müslümanın cenaze namazının kılınacağını söylediklerini bildirmektedir.

Cumhur, İmam Evzai (rahimehullah) ve Ömer ibni Abd’il Aziz (rahimehullah)’ın kendi görüşlerine dayanak yaptıkları sahih Hadisin intihar eden müslümanın cenaze namazı kılınmayacağına dair bir delil olmadığını Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in cenaze namazını kılmamasına karşın ashabın bu şahsın cenaze namazını kıldığını söylemektedir. Buna göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in intihar eden şahsın cenaze namazını kılmaması, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e has bir uygulamadır. (İmam Nevevi, Sahih-i Müslim Şerhi, 7/47)

Mü’min Vasfı Ancak Kati Birşey ile Kaldırılır

Allah‘ın Kitabı'ndan bir ayeti inkar etmedikçe, yahut Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Asarları'ndan (Hadis, nakil ve rivayetler) birini inkar etmedikçe veya Allah’tan başkasına namaz kılmadıkça; ya da Allah’tan başkasına kurban kesmedikçe Ehli Kıble’den hiç kimse İslam’dan çıkmaz. Bunlardan herhangi birini yaparsa, onu İslam’dan çıkarmak (Tekfir etmek) senin üzerinde bir yükümlülüktür. Eğer bunlardan herhangi birini yapmadıysa, -hakikatte (batında) öyle olmasa da- o ismen (hükmen) Mü’min’dir, Müslüman’dır.

İbadet çeşitlerinden herhangi birisini Allah’tan başkasına yönelten kimse onu Allah’a ortak koşmuş ve ilahlaştırmış olur. Müellifin örnek olması babında zikrettiği namaz kılmak ve kurban kesmek ibadet çeşitlerindendir. İbadet çeşitlerinden bazıları ise şunlardır:

 

الدعاء Dua, الاستعانة İstiane (yardım istemek), الاستغاثة İstigase (medet ummak), ذبح القربان Zebh'ul Kurban (boğazlamak), النذر Nezr (adak adamak), الخوف Havf (korkmak), الرجاء Reca (umut etmek), التوكل Tevekkül, الإنابة İnabe (yönelmek), المحبة Muhabbet (sevgi), الخشية Haşyet (bilerek, titreyerek korkmak), الرغبة Rağbet (sevap umarak yönelmek), الرهبة Rahbet (azabından korkmak), التأله Teelluh (ilah edinmek, ibadet etmek), الركوع Rüku, السجود Secde, الخشوع Huşu التذلل Tezellül (küçüklüğünü itiraf ederek ona yönelmek), التعظيم Tazim (yüceltmek)...

Hakikatine Vakıf Olunmasa da, Allah (azze ve celle) ve Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den Nakledilenlerin Kabul Edilmesi

Kişinin nakillerde geçen, duyduğu herşeyi –hakikatına vakıf olmasa da- kabul etmesi, onaylaması ve Tevfid (keyfiyyetini araştırmaksızın hakikatini Allah’a havale ederek nakilde işittiği gibi kabul) etmesi gerekir. (Tıpkı:) Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in:

Kulların kalpleri Rahman’ın parmaklarından iki parmağı arasındadır.“ Müslim tarafından rivayet edilmiştir.

Allah’ın parmakları olduğunu Ehli Sünnet ve’l Cema'at kabul etmekteyken, Ehli Bid'at ise inkar yolunu tercih etmiştir. İbni Huzeyme “Tevhid” isimli eserinde, İmam Acurri “eş-Şeria” isimli eserinde, İbni Batta “el-İbane” isimli eserinde, İbni Ebi Asım “es-Sünne” isimli eserinde, İbni Mende “Redd’ul Cehmiyye” isimli eserinde Darakutni “es-Sıfat” isimli eserinde, Herevi “el-Erbain fi Delail'ut Tevhid” isimli eserinde, İmam Beğavi “Şerh’us Sünne” isimli eserinde, İbni Kuteybe “Tevilu Muhtelif'ul Hadis” isimli eserinde Allah’ın parmakları olduğunu isbat etmekte ve Ehli Bid'atın inkarına reddiye vermektedir.; Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in:

Şüphesiz Allah –Tebareke ve Teala-, en yakın göğe (dünya semasına) iner.“ Buhari ve Müslim tarafından rivayet edilmiştir.

Şeyh’ul İslam İbni Teymiyye, Allah’ın nüzulu hususunda, Ebu Ömer et-Telmanki’den ümmetin selefinin icmasını nakleder. (Mecmu'ul Feteva, 5/577) ve:

“(Allah), Arafe Günü’nde iner.“ ve:

“Allah, Kıyamet Günü’nde iner.“ Bu hususta Darimi’nin Redd ale’l Cehmiyye (72) isimli eserine bakınız. Allah (azze ve celle) şöyle buyurmaktadır:

“Rabbin geldiği ve melekler saf saf dizildiği zaman (her şey ortaya çıkacaktır).” (el-Fecr 89/22) ve:

“Allah –azze ve celle- ayağını Cehennem’e koymadıkça Cehennem dolmaz.“ Buhari ve Müslim tarafından rivayet edilmiştir. ve Allah –azze ve celle-‘nin kuluna buyurduğu:

“Bana yürüyerek gelirsen sana koşar adım gelirim.“ ve (Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in) sözü:

“Allah, Adem (aleyhi selam)’ı kendi suretinde yarattı.“ Buhari ve Müslim ile İbni Ebi Asım, es-Sünne’de, Darekutni ise Kitab’us Sıfat’da (58) nakletmiştir.

Allah’ın suretinin olması selef arasında ihtilaf olmayan bir husustur. Selefin nazarında buradaki zamir Allah’a aiddir dolayısıyla Allah’ın sureti olduğuna iman etmek vacibdir. Bu suretin keyfiyyeti, niceliği malum değildir aksine meçhuldur.

Şeyh’ul İslam İbni Teymiyye’nin bildirdiği üzere Cehmiyye Fırkası’nın ortaya çıkması ile birlikte üçüncü yüzyıldan itibaren hadisin metninde geçen “kendi suretinde” ifadesindeki “kendi” zamiri Allah’a atıfken Adem (aleyhi selam)’a döndürülmek suretiyle tevil ve inkara varmıştır. Bu tarz yaklaşımlar Ebu Sevr, İbni Huzeyme ve Ebu’ş Şeyh el-Asbahani gibi ilim adamlarından da nakledilmiştir. (Beyan Telbis'il Cehmiyye fi Tesisi Bidaihim el-Kelamiyye, 6/373-377)

İbni Kuteybe şöyle demektedir: “Benim kanaatim odur ki: Hiç şüphesiz en iyi bilen Allah’tır, suret; iki el, parmaklar ve gözden daha çok şaşılacak birşey değildir. Bunlara olan alışkanlığımız sadece bunların Kur'an'da zikredilmesi sebebiyledir. Suret kelimesinden ürkülmesi ise, bu kelimenin Kur'an'da bulunmayışındandır. Biz, bütün bunların (eller, parmak, göz ve suret) hepsine inanır, onlardan hiçbirinin ne keyfiyyeti, ne de haddi (sınırı, şekli) olduğu hakkında herhangi birşey söyleriz.” (Tevilu Muhtelif'ul Hadis, 322) ve Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem)’in:

“Muhakkak ki, ben Rabbimi en güzel suretde gördüm.“ Tirmizi ve Ahmed, Müsned’de, İbni Ebi Asım, es-Sünne’de ve Abdullah ibni Ahmed, es-Sünne’de (1117) nakletmiştir. sözünde ve bunun gibi diğer hadislerde olduğu gibi. Bunlardan hiçbirini aklınla/hevanla tefsir etme zira bunlara iman etmek vacibdir. Bunlardan herhangi birini hevasıyla tefsir eden yahut inkar eden Cehmi’dir.

Allah’ı Bu Dünyada Gördüğünü Söyleyen Küfre Düşmüştür

Rabbini bu dünyada gördüğünü iddia eden Allah’a küfretmiştir (kafir olmuştur).

Ehli Sünnet burada İslam dininin sınırlarını aşmış sufilere, Allah’ın mahlukatı ile bir olduğunu iddia eden yahut Allah’ın mahlukatı ile bir olmasının mümkün olduğunu iddia eden veyahut da Allah’tan kendi şahıslarına has bilgi aldıklarını iddia eden ve Allah’ı uyanık kalple dünya gözüyle gördüğünü iddia eden zındıklara dikkat çekmektedir. Allah (subhenahu ve teala) müşrik zındıkların iddialarından münezzeh ve yücedir.

Şeyh’ul İslam İbni Teymiyye şöyle demektedir: “Ümmetin selefi ve imamları, mü'minlerin ahirette yüce Allah'ı gözleriyle görecekleri, dünyada ise bunun mümkün olamayacağı konusunda icma etmişlerdir. Bu konuda sadece Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) hakkında farklı görüşler vardır. Onun sahih hadiste şöyle buyurduğu sabit olmuştur:

"İyi bilin ki, sizden biriniz ölünceye kadar Rabbi Azze ve Celle'yi katiyyen göremeyecektir.." (Müslim; Tirmizi)

Kim evliya, ya da onlardan başka kimseler dünyada gözleriyle Allah'ı görür derse, o kişi bid'atçi ve sapıktır. Kitab'a, Sünnet'e ve Ümmetin selefinin icmasına muhalefet eder. Bunlar, bu gibi kimselerin Musa (aleyhi selam)'dan daha faziletli olduğunu ileri sürecek olurlarsa, tevbe etmeleri istenir. Ederlerse ne ala, değilse öldürülürler." (Şeyh'ul İslam İbni Teymiyye, Mecmu'ul Feteva, 6/512)

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) hakkındaki ihtilaf ise, Mirac’da Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Allah (azze ve celle)’yi dünya gözü ile görüp görmediği hususundadır. Şeyh’ul İslam İbni Teymiyye aynı yerde şöyle demektedir:

"Sahih naslarla ve ümmetin selefinin ittifakıyla sabit olan şudur: Dünyada yüce Allah'ı hiçbir kimse gözüyle göremez. Şu kadar var ki bazı kimseler Peygamberimiz Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'in Rabbini (Mirac’da) görüp görmediği konusunda ihtilaf etmiştir. Tek istisna budur. Bununla birlikte bunlar mü'minlerin Kıyamet Günü’nde, tıpkı (dünyada) güneşi ve ay'ı gördükleri gibi, Allah'ı görecekleri konusu üzerinde ittifak etmişlerdir." (Mecmu'ul Feteva, 6/512)

Allah’ın bu dünyada gözle görülmesi mümkündür ancak sözkonusu olmayacağı bildirilmiştir. İbni Ebi’l İzz el-Hanefi şöyle der: "Kadı İyad (rahimehullah)’ın dediği bu söz haktır, çünkü dünyada (Allah’ı) görmek mümkündür, çünkü eğer mümkün olmasaydı Musa (aleyhi selam) onu sormazdı." (Şerh’ul Akideti’t Tahaviyye, 224)

Allah Teala'nın Zatı Hakkında Düşünmek Bid'attir

Allah'ın zatı hakkında düşünmek bid'attir, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in buyurduğu üzere:

“Mahlukat üzerine tefekkür edin, Allah’ın zatı hakkında tefekkür etmeyin!..“

Bu manada birbirine yakın birçok rivayet vardır. Ebu’ş Şeyh (el-Azamet, 5) ve Ebu’l Kasım el-Asbahani (et-Tergib, 2/73, 174), Suyuti (Cami'us Sağir, 1/132) Ebu Zerr (radiyallahu anh)’dan ve İbni Abbas (radiyallahu anh)’dan zayıf bir rivayet olarak nakletmişlerdir. Ancak Ebu Nu’aym (el-Hilye, 6/66-67) Abdullah ibni Selam (radiyallahu anh)’dan merfu olarak bu hadisin şahidini rivayet etmiştir ki böylelikle hadis hasen olmaktadır. Bundan başka Taberani, İbni Ebi Şeybe, İsfehani, Beyhaki’nin rivayet ettikleri şahidleri vardır ki hepsi zayıftır. (Acluni, Keşf’ul Hafa, 1/311, 357-358, 449)

Burada kınanan ve yasaklanan tefekkür Allah’ın zatı hakkında tefekkür edip, nasıl, neden gibi sorular sorarak bunların cevabını bulmaya çalışmaktadır. Acluni’nin rivayet ettiği bir hadisde: “Allah’ın mahlukatını tefekkür edin, Kendisini değil. Çünkü buna güç yetiremezsiniz!..“ buyrulmaktadır. (Acluni, Keşf’ul Hafa, 1/311) Çeşitli varyasyonlarıyla hadis, felsefenin aşıladığı yaratıcıya karşı şüpheci yaklaşım ve sorgulama üzerine kurulu sistemine de bir reddiye manası taşımaktadır. Bunların yanısıra, Allah’ın yaratmış olduğu mahlukat, Allah’ın nimetleri, Esma ve Sıfatları üzerine tefekkür ise yasaklanmış değildir. Bilakis hadisde buna teşvik vardır.

Zira Allah’ın zatı hakkında tefekkür kalpte şüpheye yolaçar.

Bütün Mahklukat Allah’ın Emri Doğrultusunda Hareket Eder

Bil ki; sürüngenler, yırtıcı (av) hayvanlar(ı) ve bütün hayvanlar örneğin minik karınca, sinek ve de karınca emrolundukları üzere hareket etmektedirler. Allah (tebareke ve teala)’nın izni dışında hiçbir şey yapmıyorlar.

Allah’ın İlmi, Henüz Vuku Bulsun-Bulmasın Herşeyi Kuşatmıştır

Allah’ın zamanın başlangıcından beri olacak yahut olmayacak herşeyi bildiğine, herşeyi hesapladığına ve olacak herşeyi kuşattığına iman etmek gerekir. “(Allah) olmuş yahut olacak şeyleri bilmez!“ diyen azamet sahibi Allah’a küfretmiştir (kafir olmuştur).

Bu apaçık küfür olan sözler, Hişam ibni el-Hakem isimli dalalet önderi olan bir şahsa aittir. Hişam ibn'ul Hakem, Allah (celle celaluhu)’nun yaratana kadar mahlukat hakkında ilim sahibi olmadığını iddia etmektedir. Euzubillah...

Velisiz Nikah Yoktur

Velisiz, iki adil şahitsiz ve az olsun çok olsun mehirsiz nikah yoktur. Velisi olmayanın velisi sultandır.

Velisiz nikahın olmayacağı prensibi Ebu Musa (radiyallahu anh) tarafından rivayet edilen bir hadise dayanmaktadır. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Velisiz nikah yoktur.“ (Ebu Davud; Tirmizi)

Velisi olmayanın velisinin sultan olduğu prensibi de bir Hadis'e dayanır. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Veli ve iki güvenilir şahit olmadan nikah olmaz. Bu şekilde kıyılmayan nikah batıldır. Anlaşamazlarsa sultan velisi olmayanın velisidir.” (Ebu Davud; Tirmizi; İbni Mace; Ahmed, Müsned)

Üç Talakla Boşamak, Kadını Haram Kılar

Birisi karısını üç defa ayrı ayrı talakla boşarsa, karısı ona Haram olur. Bir başka adamla evlenip, boşanıp tekrar ilk kocası ile evlenmeden kadın adama Helal olmaz.

Müslümanın Kanı(nı Dökmek) Üç Durum Dışında Haramdır

Allah’tan başka tapılmaya layık bir İlah olmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet eden bir müslümanın kanı üç durum dışında dökülmez: Evlendikten sonra zina etmek, iman ettikten sonra irtidat etmek ve haksız yere bir müslümanı öldürenin buna karşılık olarak kanının dökülmesi. Bunun dışında, müslümanın kanı, Kıyamet kopana değin Haram'dır.

Bu hususlar Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den Sahihayn’da nakledilen bir Hadis'de bildirilmiştir:

"Allah'tan başka (ibadete layık) ilah bulunmadığına ve benim Allah'ın Rasulü olduğuma şehadet etmekte olan müslüman bir kimsenin kanı Helal olmaz, ancak şu üç şeyden biri ile Helal olur: Maktulün hayatı karşılığında öldürülmesi, zina edenin evli olması, İslam Dini'nden çıkıp müslüman cema'atini terketmesi!" (Buhari; Müslim)

Mahlukattan Bazıları Yokolacak, Bazıları Allah’ın Dilemesi İle Yokolmayacaktır

Allah’ın yokolmasını vacib kıldığı herşey muhakkak yokolacaktır. Cennet ve ateş (Cehennem) yokolmayacaktır, ne Arş ne de Kürsi, (ne) Levh ve Kalem, ve (ne de) Sur yokolacaktır. Bunlardan hiçbiri yokolmayacaktır. Sonra Allah, Kıyamet Günü öldükleri hal üzere mahlukatı yeniden diriltecektir. (Allah) dilediği gibi onları hesaba çekecek; onlardan bir kısmı Cennet’e ve diğer bir kısmı ise “es-Seir (tutuşturulmuş ve alevlenmiş yakıcı ateş, Cehennem)’e“ (girecek), ebedi kalmak için yaratılmamış olan diğer mahlukata (Allah): “Toz-toprak olun!“ diyecek.

Allah Bütün Kullarına Adalet İle Hükmedecektir

Kıyamet Günü’nde bütün mahlukat arasında; ademoğlu, sürüngenler, (yırtıcı) av hayvanları hatta karıncalar arasında bile ta ki Allah’ın, bütün kulları arasındaki adaleti tesis edene kadar; Ehli Cennet’in Ehli Cehennem’den, Ehli Cehennem’in Ehli Cennet’den, Ehli Cennet’in birbirlerinden ve Ehli Cehennem’in birbirlerinden (alıp-vereceği hakkı kalmayacak şekilde) kısasın olduğuna iman (etmek gerekir).

Abdullah ibni Uneys (radiyallahu anh) dedi ki: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in şöyle buyurduğunu işittim: “Allah, Kıyamet Günü kullarını -yahut insanları- çıplak olarak, sünnetsiz olarak ve (bühmen) eşyasız olarak biraraya toplayacaktır. Biz dedik ki: Bühm ne demektir? Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: İnsanların beraberlerinde hiç bir şeyleri olmamaktır. Böylece uzakta olan kimsenin duyacağı bir sesle onları şöyle çağıracaktır (zannedersem, o şöyle demişti: Yakında olan kimse O’nu duyduğu gibi, uzaktaki de O’nu duyacaktır): Gerçekten Sahib, Sultan benim; Cennet ehlinden hiç kimseye, Cehennemliklerden birinin zulümden ötürü ona davacı olması halinde, Cennet’e girmek layık değildir. Cehennem ehlinden de hiç kimseye, Cennetliklerden birinin zulümden ötürü ona davacı olması halinde, Cehennem’e girmek layık değildir. (Cennet veya Cehennem’e girmeden önce, bunlara hakları verilir). Dedim ki: Bu nasıl olur? Biz Allah'a çıplak olarak varlıksız şekilde gideceğiz, (haklan nereden ve nasıl verebiliriz)? Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem): Sevablarla ve günahlarla.. buyurdu.” (Ahmed, Müsned; Buhari, el-Edeb el-Müfred,  970)

Kul’un Amelleri, İhlas ile ve Şirkden Uzak Olmalıdır

İhlaslı amel Allah içindir.

Allah’ın Kazasını Kabul Etmek ve bundan Razı Olmak

Allah’ın kazasından razı olmak, Allah’ın hükmüne karşı sabırlı olmak, Allah’ın buyurduklarına iman etmek, Allah’ın takdir ettiklerinin tümüne; hayrıyla şerriyle, acısıyla tatlısıyla iman (etmek gerekir), Allah kullarının ne yapacaklarını ve hangi istikamete doğru gittiklerini bilir. Onlar Allah’ın ilminden kaçıp-kurtulamazlar. Ne yerlerde ne de göklerde Allah’ın bilmediği birşey yoktur. Bilmelisin ki; sana isabet eden (hayır yahut şerr) şaşmayacaktır ve sana isabet etmeyen (hayır yahut şerr) sana isabet etmeyecektir.

Ebu’l Abbas Abdullah ibni Abbas (radiyallahu anhuma ecmain)’den şöyle dediği rivayet edildi: “Bir gün Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’in arkasındaydım bana buyurdu ki: Ey çocuk sana birkaç kelime öğreteceğim: Sen Allah’ı(n dinini) koru ki, Allah’ta seni korusun, sen Allah’ı(n dinini) koru ki, Allah’ı karşında bulursun. İstediğin zaman Allah’tan iste, yardım dilediğin zaman Allah’tan yardım dile. Bilki ümmet eğer sana bir şeyle fayda vermek üzere toplansa, sana ancak Allah’ın senin lehine yazdığı şey ile fayda  verebilirler, ve eğer sana birşey ile zarar vermek üzere toplansa ancak Allah’ın senin aleyhine yazdığı şeyle sana zarar verebilirler. Kalemler kaldırıldı ve  ve sahifeler kurudu.” (Tirmizi; Ahmed, Müsned; Nevevi, 40 Hadis; Abd ibni Humeyd, Müsned)

Hayrı ve şerriyle Allah’ın kaza ve kaderine iman etmek imanın şartlarındandır. Hayrı ve şerriyle Allah’ın kaza ve kaderine iman etmek dört esas üzeredir: Olacak herşeyi Allah’ın bildiğine, olacak herşeyi Allah’ın Levhi Mahfuz’a yazdığına, olan herşeyin Allah’ın dilemesi ile olduğuna ve herşeyi; hayır ve şerri ile Allah’ın yarattığına iman etmek.

Ehli Sünnetin söylediği sana isabet eden (hayır yahut şerr) şaşmayacaktır ve sana isabet etmeyen (hayır yahut şerr) sana isabet etmeyecektir yargısının aksine i'tikad etmek, Allah’tan başka bir yaratıcı olduğunu iddia etmek olurki, bu da Şirk ve Küfür'dür.

KADERE İMAN

Kader: Allah’ın kainattaki her şeyi ezeli ilmi ve hikmeti doğrultusunda takdir etmesi, o ilmine uygun bir şekilde düzenlemesidir.

Kişinin kadere imanının tam ve uygun bir şekilde olabilmesi için şu dört mertebeyi gerçekleştirmesi gerekir.

El-İlmu-İlim:  Allah’ın ilmen, cümleten ve tafsileten ezeli ve ebedi her şeyi bildiğine inanma. Kullarının fiilerini, olacak olmayacak her ne varsa ilmi ile kaimdir(bilir). Yarattığının rızkını ne kadar olacağını fiilini ve cennetemi cehennememi gideceğini bilir. Şüphesiz kendi yolundan sapanları en iyi bilen Rabbım’dır. Doğru yolu bilenleride en iyi bilen O’dur. Gaybın anahtarı O’ndadır. Ve onları O’dan başkası bilemez. Karada denizde olanı bilir. Hiçbir yaprak düşmesinki onu bilmesin. Yani dalındaki bir yaprak bile O’nun ilminin dışında düşmez.  Yeryüzünün karanlıklarında hiçbir dane hiçbir yaş ve kuru olmasın ki apaçık kitabda Levhi Mahvuzda yazılı bulunmasın. Olacağı, olanı, olmayışı ve olmayacağı mabudu yok ve mevcudu var olanıda biliyordu. Allah(cc) yarın onların itirazı olmasın diye onlara Resuller gönderiyor.

EL-KİTATU-YAZI: Allah cc’ın yazması kıyamete kadar yaşayıp, yaşatacağı mahlukun kaderini, ilminin heryeri kuşatmasından dolayı “levfi Mahfuz” da yazmıştır. Allah cc kıyamete kadar, 50.000 yıl önce yazılmıştır.

EL-MEŞİETU-DİLEME:Her şeyde nufus eden Allah’ın meşietinin dilemesinin kudretinin şumulune istediği şeyin olduğu, istemediğinin olmadığına, ne haraket, ne sukut, ne hidayet nede dalalet ancak Allah cc’ın meşiyetine tabidir.

El halku (YARATMA): Bu mertebede Allah'tan gayrı kainattaki her şeyin yoktan var olma zatlarıyla, sıfatlarıyla, hareketleriyle Allah'ın mahluku olduğuna iman etmeyi gerektirmekte dir.

Ehli Sünnetin Kader İnancı Ve Akidesi:

Yüce Allah her şeyin yaratıcısı, sahibi ve yöneticisidir. Hiçbir şeyi daha yaratmamışken olacak her şeyin kaderini çizmiş, kullarının ve diğer bütün mahlukatın ölümlerini, ömürlerini, rızıklarını, yapacakları işleri, ahlaki durumlarını (iyi ya da kötümü olacaklarını) apaçık bir kitap olan levhi mahfuzda yazmış ve saymıştır. Allah neyi dilerse olur. Neyi de dilemezse hiç kimsenin onu meydana getirmeye gücü yetmez. O’nun her şeye gücü yeter. Kimi dilerse hidayete, kimide dilerse sapkınlığa erdirir. O neyin olduğunu, neyin olacağını, neyinde meydana gelmediğini, eğer meydana gelse idi nasıl olacağını da çok iyi bilir. Kullarında Allah’ın kendileri için çizmiş olduğu kader doğrultusunda, yapmak istedikleri şeyleri dileme ve güçlerini bu doğrultuda kullanma hakları vardır. Tabi ki kulların ancak Allah’ın dilediği şeyleri dileyebileceklerine itikat edip buna inanmaları gerekir.

Şüphesiz ki Allah kullarını fiillerini yaptığı işleri yaratandır. Fakat kullar bu işleri fiiliyatta yapanlardırlar. Kulun yapılması gerekli olan şeylerin terkedip, yapılması haram olan şeyleri fiiliyata dökmeleri hususunda Yüce Allah’a karşı kullanabilecekleri  bir özürleri, hüccetleri yoktur. Bilakis hüccet kulların üzerine ikame edilmiştir. Kulun nefsine gelen musibetler için bu kaderdir demesi caizdir. İşlediği günahlar için bu Benim kaderimde vardı demesi caiz değildir. Eğer hatalarından tövbe ederse o zaman bu şekilde söylemek caiz olur.

Yüce Allah’ın kainatta yarattığı fiiller iki kısma ayrılır.

Birincisi: Yüce Allah’ın mahlukatın fiillerini, onların istek, irade ve seçme hakları dışında yönlendirmesi, kendi isteğine göre şekillendirmesidir. Çünkü Yüce Allah sadece kendi dilediğini yapar. Öldürmek, diriltmek, hastalık ve şifa vermek gibi fiiller bu kabildendir.

İkincisi: İrade ve isteği olan her türlü mahlukatın kendi istek ve arzuları doğrultusunda yapmış oldukları fiillerdir.

Kişi bir işin, bir olayın kendi isteği dışında cereyan etmesi ile kendi arzuları doğrultusunda vuku bulması arasındaki farkı anlayabilir. Şöyle ki bir kişinin binanın çatısından merdivenle aşağıya inmesi ile birinin onu çatıdan aşağıya zorla itmesi buna bir örnektir. Sonuç olarak ikiside aşağıya inmiştir. Ama birincisi kendi arzusu, diğeri ise zorunlu olarak inmiştir.

Allah’ın Kulun Fiillerini Yaratması Ve Kulun Fiilleri İşlemesi:

Yüce Allah kulu ve onun fiiliyatını da yaratmıştır. Ve ona o fiili yapabilme gücü ve isteğini de vermiştir. Kul o fiili gerçekte yapan, fiil ile temas halinde bulunandır. Kişi eğer iman ederse bu onun kendi gücü ve isteği ile yapmış olduğu bir şeydir. Şayet küfür ve inkar ederse buda yine O’nun isteği doğrultusunda meydana gelmiştir. Bu aynı bu meyve şu ağaçtandır, şu mahsul bu topraktandır dememiz gibidir. Yani ondan meydana gelmiş demektir.

Yüce Allah her şey için bir başlangıç noktası ve buna bağlı olarak yaşamını, devamını bu noktalardan sağlayan mahlukatı yaratmıştır. Ağacı yaratan Allah’tır, meyve ağaçtan Allah’ın dilemesi ile türemiştir. Meyve ağaçtandır ama onu yaratan Allah’tır. Bunun gibi daha bir çok örnek gösterilebilir. İşte bu şekilde Allah’ın yaratması ile kulun fiili işlemesi arasında bir bağlantı vardır, aralarında herhangi bir çelişki yoktur. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“Allah sizi ve sizin yaptıklarınızı da yaratmıştır.” (Saffat Suresi 96. ayet) ve şöyle buyurmuştur:

“Kim (malından) verir ve (Allah’ın azabından) sakınırsa, en güzeli tasdik ederse Bizde onu en kolaya (hesaptaki kolaylık) hazırlarız. Kimde cimrilik edip (malından) vermezse, kendisini zengin sayıp, en güzel olanıda yalanlarsa Bizde onu en zor olana yöneltiriz.” (Leyl Suresi 5-10. ayetler)

Kulun kadere inancında iki şey ona gerekli ve farz olur.

Birincisi: Kulun yapılması kendisine yasaklanan şeylerden kaçınmasına ve kendisi için takdir edileni (farzları ve Sünnet’leri) fiiliyata dökmesinde Allah’tan yardım dilemesi, onu kolaya yöneltip, zorluktan uzaklaştırması için Allah’a dua etmesi ona farz olur. Böylece kul Allah’a tevekkül eder ve kötülüklerden O’na sığınır, hayra ulaşıp şerden sakınmada Allah’ın yardımına muhtaç olduğunu bilir.

İkincisi: Kul kendisi için takdir edilmiş musibetlere sabredip, umutsuzluğa kapılmamalıdır. Gelen musibetin Allah’ın katından geldiğini bilip, razı olmalıdır. Böylece dünyada selameti bulur. Bilir ki kendisine bir musibet gelecek olsa o musibeti ondan uzaklaştıracak hiçbir kuvvet yoktur. Aynı şekilde kendisi için takdir edilmemiş bir musibet kesinlikle ona isabet edecek değildir.

Kulun kendisi için takdir edilen kadere rıza göstermesi gerekir. Çünkü kadere olan rızası onun Yüce Allah’ın rububiyetine tam manası ile iman etmesinden ileri gelir. Her müslüman Allah’ın iradesine uygun bir şekilde cerayan eden kaderin fiiliyatı olan kazaya iman etmesi, rıza göstermesi imanın şartlarından biridir. Yüce Allah yaptığı her işi adalet ve hikmet çerçevesinde yapar, kulun kalbinin Allah’ın verdiği musibetin yanlışlıkla kendisine gelmeyeceğine, yanlışlıkla kendisine gelecek bir musibetinde Allah’ın iradesi ve kazası olmadan isabet etmeyeceğine inanması, onun meydana gelen olaylar karşısında tereddüde düşmesine ve hayretler içinde kalmasına engel olur. Sitres ve huzursuzluktan arınır, emin olur. Kaybettiği şeylere üzülmez, geleceğinden korkmaz. Böylece insanların en huzurlusu, aklı ve fikri rahat olanı haline gelir. Her kim ömrünün sınırlı olduğunu, korkaklığın ömrünü uzatmayacağını, rızkının belli olduğunu, cimriliğin rızkını artırmayacağını bilirse kalbi ve gönlü rahatlar, mutmain olur. Kendisine isabet eden musibetlere sabreder, yapmış olduğu yanlış işler için tevbe eder, Yüce Allah’ın onun için takdir ettiğine razı olur. Böylece kendisine gelen musibetlere sabrettiği gibi emredilenleride yapmış, bu ikisi arasını birleştirmiş olur.

İrade Çeşitleri

İrade (dilemek, dilediğini yapmak) Yüce Allah’ın kitabında iki çeşit olmak üzere varid olmuştur.

Birincisi: Kevni İrade:Bu irade Yüce Allah’ın yarattığı bütün her şey için geçerlidir. Dilediği meydana gelir, dilemediği ise vuku bulmaz. Yüce Allah’ın murad ettiğinin muhakkak olması gerekir. Kainatta vuku bulan her şeyin Yüce Allah tarafından sevilmesi, hoşnut olunması meydana gelmesi için şart değildir. Kevni irade, Yüce Allah tarafından yerler ve gökler yaratılmadan önce takdir edilmiştir. Eğer kevni irade ile Şer’i irade bir yerde, bir noktada çakışırsa işte o zaman Yüce Allah o kevni iradeyi sever ve ondan razı olur.

Yüce Allah şöyle buyurmuştur:  “Allah kimi hidayete erdirmek isterse onun göğsünü islama açar” (Enam Suresi 125. ayet)

İkincisi: Şer’i İrade: Şer’i irade Allah’ın istediği, dilediği, razı olduğu amellerin, hadiselerin vuku bulmasını sağladığı, bu sevdiği, istediği şeyleri yapanlardan razı olduğu iradedir. Yüce Allah’ın bir şeyi sevmesi vuku bulacağı manasına gelmez. Ancak kevni irade ile meydana gelmesi istenirse o zaman vuku bulması gerekli olur.

Bu konuda Yüce Allah şöyle buyurmuştur:  “Allah sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez.” (Bakara Suresi 185. ayet)

Yüce Allah kulunun iman etmesini, itaatte bulunmasını, iyi ameller işlemesini ister, bunu arzular ve sever. Kullarına sevdiği işleri yapmaları için emreder. Emirlere uyanları mükafatlandırır, güzel bir karşılık verir. Hiç kimse Allah’ın iradesi olmadan isyan edemez, asilik yapamaz. O’nun dilediğinden başka hiçbir şey vuku bulmaz.

Kaderi Değiştiren Sebepler

Yüce Allah kulunun başına gelecek kaderin dua, sadaka, kulun yapmış olduğu işlerde  dikkatli davranması, ilaç kullanması, yaptığı işi en sağlam bir şekilde yapması gibi sebeplerle değiştirilebileceğini başa gelecek olan kaderin bertaraf edilebileceğini bildirmiştir. Çünkü olacak her şey Allah’ın ezeli ilminde sabittir. Kader değişse de bu kulun kaderinde zaten vardır, çizilmiştir. Bu sadece bir kaderden diğerine geçiştir. Kulun acizliği ve başarılı olması dahi kaderinin bir parçasıdır.

Kader Allah’ın Bir Sırrıdır

Kader Allah’ın yarattıklarından gizlediği bir sırrıdır. Kainattaki her şeyin gerçek halini Yüce Allah’tan başka hiç kimse bilemez. Kulun sapkınlığa düşmesi, hidayete ermesi, ölmesi, dirilmesi, kiminin bolca nimetlenip, kiminin de az rızık alması hepsi Allah’ın takdirindendir.

Yüce Allah’ın ezeli ilmi ile olacakları ve olan her şeyi bilmesi insanlık için ğaybı bir meseledir. Gayb ise Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği bir ilimdir. Ve gayb kulların nazarında meçhul bir şeydir. Bu sebepten dolayı hiç kimse kaderi, yapmış olduğu günahlara “Kaderimde vardı” diyerek delil olarak getiremez. Eğer böyle bir şey olacak olsaydı, günah işleyenlere hesap sorulamaz, zalimlere ceza verilemezdi. Müşrikler öldürülemez, had cezaları uygulanamazdı. Zalimler zulmünden alıkonulamaz, din ve dünya fesada boğulurdu.

Kul dünya yaşantısında iki türlü musibetle karşı karşıya kalır.

Birincisi: Kulun kendi elinden gelen musibeti bertaraf edecek gücü vardır. Böyle olduğu halde o musibet karşısında acizlik gösteremez, elinden geleni yapmak zorundadır.

İkincisi ise: Kul kendisine gelen musibet karşısında yapacak hiçbir şeyi yoktur. Böyle bir durumda ümitsizliğe, paniğe kapılmadan Yüce Allah’a yönelmeli, ondan probleminin çözümünü istemelidir. Çünkü Yüce Allah musibetleri daha vuku bulmadan nasıl ve ne zaman vuku bulacağını çok iyi bilir. Her musibet için meydana gelişi esnasında bazı sebepler yaratmıştır. Böylece musibetin bertaraf edilişinin yollarını da bize öğretmiştir. Dolayısıyla kul eğer sebeplere sıkı sıkı sarılırsa musibetleri bertaraf edecek gücüde kendisinde bulacaktır. Dinimiz sebeplere sarılmayı emretmiş, sebepler doğrultusunda hareket etmeyeni ayıplamıştır. Çünkü kul bu fiili ile kendisini tehlikelerden korumamıştır. Bütün bunların yanı sıra eğer kulda musibetlere karşı koyacak güç ve imkanı yoksa o zaman kul mazur olmuş olur.

Kulun sebeplere sarılması, Allah’a tevekkül etmesine engel değildir. Çünkü sebepler kaderin cüzlerinden biridir. Dolayısıyla kader sebepler ile bir bütündür. Her halükarda Allah’a tevekkül etmeyi gerektirir. Kul yapacağı işlerde sebeplere sarıldıktan sonra Allah’a tevekkül eder, ondan kaderinin hayırlı olmasını ister. Eğer başına bir musibet gelecek olursa da şöyle der: "قدر الله ما شاء فعل" “Allah takdir etti ve dilediğini de yaptı.”

Kula musibet gelmeden evvel musibeti önleyecek sebeplere sarılması gerekir. Çünkü kader ancak başka bir kader ile defedilir. Şüphesiz ki bütün peygamberler kendilerini düşmanlarından koruyacak sebeplere sarılmışlardır. Halbuki Yüce Allah onları korumuş, onlara davetleri esnasında yardım etmiş ve vahiy ile desteklemiştir. Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem Allah’a tevekkül edenlerin efendisi olmasına rağmen sebeplere sarılırdı.

Soru:

Rızık artar ve eksilir mi? Rızık sadece yenilen şeyler midir, yoksa kulun sahip olduğu her şey rızık mıdır?

Cevap:

İki türlü rızık vardır:

Birincisi: Allah’ın, kişinin rızkı olacağını, yiyeceğini bildiği şey. Bu rızık değişmez.

İkincisi: Allah’ın yazdığı ve meleklere bildirdiği rızık. Bu rızık, sebeplere bağlı olarak artar da eksilir de. Çünkü Allah meleklere, kul için bir rızık yazmalarını emreder. Eğer Allah’ın rahmeti kula erişirse, bu rızkı onun için arttırır. Nitekim sahih bir hadiste peygamber efendimizin (s.a.v.) şöyle buyurduğu rivayet edilir: “Kim, rızkının genişlemesinden ve yaptığı hataların unutulmasından hoşlanıyorsa, sıla-ı rahimde bulunsun, akrabalık bağlarını gözet-sin.” Buhari, Buyû, 12

Aynı şekilde Davud peygamberin (a.s.) ömrü altmış sene olarak yazılmıştı. Kırk yaşına geldiğinde, Allah ömrünün yüz sene olmasını öngördü. Tirmizi, 3076

Hz. Ömer’in şu sözü de bu kapsama girer: “Allahım! Eğer benim bedbahtlardan olmamı yazmışsan, bunu sil ve beni mutlulardan kıl. Çünkü sen dilediğini siler ve dilediğini sabit bırakırsın.

Nuh’un (a.s.) şu sözü de buna örnektir: “Allah’a kulluk edin; O’na karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin ki, Allah bir kısım günahlarınızı bağışlasın ve sizi belli bir vadeye kadar tehir etsin. Nuh, 3-4 Bunun birçok örneği vardır.

Rızık elde edilmesine aracı kılınan rızıklar da yüce Allah’ın takdir edip yazdığı şeyler arasında yer alırlar. Eğer Allah, kulun çalışması ve kazancıyla rızıklanmasını öngörmüşse, ona çalışmayı ve kazanmayı ilham eder. Çalışmayla elde edilmesi öngörülen bu rızık, çalışma dışında elde edilemez. Çalışma ise iki türlüdür. Çalışmanın bir türü tamamen rızık elde etme içindir. Zanaat, ziraat ve ticaret gibi. Bir kısım çalışma da dua, tevekkül ve mahlûkata ihsan etme şeklinde olur. Çünkü kul kardeşine yardım ettiği sürece Allah da ona yardım eder.

Rızık kavramıyla iki şey kast edilir:

Birincisi: Kulun yararlandığı şeyler.

İkincisi: Kulun sahip olduğu şeyler. “Kendilerine verdiğimiz rızıklardan infak ederler. Bakara, 3 “Size verdiğimiz rızıktan harcayın. Münafikun, 10 ayetlerinde bu ikinci kısım rızık kast ediliyor. Bu, Allah’ın helâl olarak kişiyi sahip kıldığı mallardır.

Birinci kısım rızıktan ise şu ayette söz edilmiştir: “Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah’ın üzerinedir. Hud, 6 Peygamberimizden (s.a.v.) rivayet edilen şu hadiste de bu tür rızıktan söz edilmiştir: “Kişi, kendisi için takdir edilen rızkı tamamlamadan ölmez.” İbni Mace, Ticarat, 2 Bunun gibi örnekleri çoğaltmak mümkündür.

Kul, helâl da yer haram da. Bu yedikleri, birinci kısım rızık itibariyle rızıktır, ikinci kısım rızık itibariyle değil. Kulun çalışarak kazandığı, ama yemediği şey de ikinci kısım itibariyle rızıktır, birinci kısım itibariyle değil. Çünkü bu, gerçekte miras aldığı bir maldır, kendi malı değildir. Doğrusunu Allah herkesten daha iyi bilir.

Soru:

Bir adam, yol kesse, hırsızlık yapsa veya haram yese, bu yediği ve çalıp çırptığı şeyler, onun Allah tarafından garanti edilen rızkı mıdır, değil midir?

Cevap:

Bu, Allah’ın ona mübah kıldığı rızık değildir. Allah bunu sevmez ve bundan razı da olmaz. Bu nitelikteki bir maldan infak edilmesini de emretmemiştir. “Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler. Bakara, 3 “Size rızık olarak verdikleri-mizden infak edin. Münafikun, 10 ayetlerinin kapsamına haram yollardan elde edilen mallar girmezler. Bilakis, haram yollardan elde ettiği bir şeyi infak eden kimseyi yüce Allah kınamıştır. Böyle bir kimse, dinine göre, dünya ve ahirette azabı hakkeder. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: “Mallarınızı aranızda haksız yollardan yemeyin. Bakara, 188 Soruda belirtilen durum, malın haksız ve batıl yollardan yenilmesi kapsamına girer.

Ancak bu, Allah’ın önceden bildiği ve takdir ettiği rızıktır. Nitekim sahih bir hadiste İbni Mes’ud peygamber efendimizden (s.a.v.) şöyle rivayet eder: “Sizden birinizin yaratılışı şöyle gerçekleşir: Anasının karnında kırk gün nütfe halinde kalır. Sonra bunun gibi kırk kan pıhtısı halinde kalır. Sonra kırk gün bir çiğnem et halinde kalır. Sonra onun yanına iki melek gönderilir ve bunlara şu dört söz emredilir ve denilir ki: Rızkını, ecelini, amelini, mutsuz veya mutlu olacağını yaz.” Buhari, Kader, 1; Müslim, Kader, 1 Allah, kulun hayır ve şer olarak işleyeceği şeyleri bildiği gibi, hayırdan dolayı sevap, şerden dolayı da ceza verecektir. Aynı şekilde helâl ve haram olarak kişinin edindiği rızıkları da yazmıştır. Bunun yanında haram yollardan elde ettiği rızıklardan dolayı kulu cezalandıracaktır.

Haram rızık, Allah’ın takdir ettiği ve meleklerin yazdığı bir şeydir. Bu da Allah’ın dilemesinin kapsamına girer, Allah’ın yarattığı şeyler arasında yer alır. Bununla beraber Allah bunu haram kılmıştır. Yasaklamıştır. Bunu işleyen kimseye, hakkettiği oranda gazap edecektir, onu yerecek ve cezalandıracaktır. Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir.

Kişi, kendisine emredilen sebebi yerine getirir ve ğücünün dışında olan hususlarda ise Allah’a tevekkül eder. Tıpkı toprağı süren ve tohumu eken kimsenin, bunları yaptıktan sonra yağmurun yağması, ekinin yeşermesi ve zararlı unsurların bertaraf edilmesi hususunda Allah’a tevekkül etmesi gibi. Aynı şekilde tüccar da mal getirmek ve bir yerden bir yere nakletmek hususunda bütün çabasını sarf eder; ancak insanların kalbine bu malı talep etme duygusun koyma, kar edeceği bir fiyatı verme gibi hususlar kulun gücü dahilinde değildir. Kişi gücünün yettiği şeyleri yaparsa, Allah, aciz kaldığı şeylerden dolayı onu cezalandırmaz. İstek belli bir şeye yönelik olmaz. Bilakis, rızkın kendisine yetmesini sağlayan şeylerle ilgili olur. Tıpkı, herhangi bir belirlemede bulunmadan, Allah’tan yeterli derecede rızık isteyerek dua eden kimse gibi.

Çalışmaya gücü yeten bir kimsenin kendisinin, çoluk çocuğunun nafakasını temin etmesi ya da borcunu ödemesi gereken kimse gibi. Alimlerin ortak görüşüne göre, böyle bir kimsenin çalışması vaciptir. Çalışabildiği halde bunu terk ederse, günahkâr bir asi olur.

Peygamberlerin (a.s.) geneli, rızıklarını elde etmelerine yarayan işler yapmışlar, sebepler gerçekleştirmişlerdir. Nitekim İbni Ömerin rivayet ettiği bir hadiste peygamber efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Kıyametin hemen öncesinde, insanlar tek ve ortaksız Allah’a ibadet etsinler diye, kılıçla gönderildim. Benim rızkım mızrağımın gölgesindedir. Benim emirlerime muhalefet edenler için alçaklık ve küçüklük vardır. Bir kavme benzeyen onlardandır.” Ahmed, 2/50 Sahih bir hadiste peygamberimizin (s.a.v.) şöyle buyurduğu rivayet edilir: “Kişinin yediğinin en üstünü kendi kazancıdır.” Nesai, Buyû, 1 Davud peygamber kendi kazancını yerdi, zırh yapardı. Zekeriya peygamber (a.s.) marangozdu. İbrahim peygambe-rin (a.s.) sürüleri vardı. Öyle ki tanımadığı kimselere semiz bir buzağı ikram edebiliyordu. Ancak varlıklı olan biri bu şekilde davranabilir.

Allah her şeyin yaratıcısıdır. Fakat Kur’an ve hadislerde kötülük ancak aşağıda işaret edilen üç şekilde yüce Allah’a izafe edilir:

Birincisi: Genelleştirme yoluyla. Allah her şeyin yaratıcısı-dır. Rad, 16, Zümer, 62 ayetinde olduğu gibi.

İkincisi: Sebebe izafe etmek sûretiyle. Yarattığı şeylerin şerrin-den...” ayetinde olduğu gibi.

Üçüncüsü: Fail hazfedilerek. Bilmiyoruz, yeryüzündekilere kötülük mü murat edildi, yoksa rableri onlara bir hayır mı diledi? Cin, 10

Bu üç ifada tarzının üçünün de Fatiha suresinde yer aldığını görüyoruz: “Alemlerin rabbi olan Allah’a hamd olsun. burada genelleştirme söz konusudur. “Nimet verdiklerinin yoluna. Gazaba uğramışların... değil. burada ise gazabın faili hazf edilmiş. “ve saapmışların.... burada ise sapma olgusu mahlûka izafe edilmiş. Buna Hz. İbrahim’in (a.s.) şu sözünü de örnek gösterebiliriz: “Hasta olduğum zaman, bana şifa veren O’dur. Şuara, 80 Hızırın şu sözü de: “O’nu kusurlu kılmak istedim. “Böylece istedik ki, rableri onun yerine kendilerine, ondan daha temiz ve daha merhametlisini versin. “Rabbin istedi ki, o iki çocuk güçlü çağlarına erişsinler. Kehf, 79-82

Allah şöyle buyurmuştur: “O ki, yarattığı her şeyi güzel yapmış... Secde, 7 “Bu, her şeyi sapasağlam yapan Allah’ın sanatıdır. Neml, 88 Buna göre mahlûkat, yaratılışına esas oluşturan hikmet itibariyle hayır ve hikmetten ibarettir. Başka açıdan şer de içerse de. Bu ise, arızi ve cüz’i bir olgudur. Salt şer değildir. Bilakis, ağır basan hayır amaçlanarak işlenen şer de hikmet sahibi bir fail açısından hayrın göstergesidir. Bu işi gerçekleştirdiği mahal açısından şer olsa da.

Allah’ın kudretinin herşeyi kapsaması

Allah’ın her şeye gücü yeter. Hiçbir şey bu genelliğin dışında değildir. Fakat, varlığı tasavvur edilebilene “şey” adı verilir. Fakat özü itibariyle imkânsız olan ise, aklı başında herkesin ittifak ettiği üzere “şey” olarak değerlendirilemez.

Zıt olan şeyleri yaratma kudreti, bunları alternatifli olarak yaratma kudretidir. Allah, kulunu hareket eden yapmak istediği zaman, yapar. Onu hareketsiz yapmak istediğinde de, yapar. İman, küfür ve başka hususlar için de bu kural geçerlidir. Fakat kulun, aynı anda zıt olan iki şeyle vasfedilmesi mümkün değildir. Hem Allah’ın muttaki velilerinden sadık bir mü’min olması hem de Allah’ın düşmanı münafık bir kâfir olması gibi. Bununla beraber kul da, imandan bir şube ile nifaktan bir şubenin bulunması mümkün-dür.

Kulun bilmesi gerekir ki, Allah’ın bilgisi, kudreti, hikmeti ve rahmeti eksiksizdir, mükemmeldir, bundan daha fazlası tasavvur edilemez. Daha doğrusu, eksiksiz kemal tasavvur edildikçe, bu, yüce Allah açısından vacip olur. Bazı kullar, Allah’ın bazı hikmetlerini bilirler. Allah’ın gizlediği bazı hikmetler de onlardan gizli kalır.

Allah’ın hikmetini, rahmetini ve adaletini bilme bakımından insanlar birbirlerinden üstün olabilirler. Kulun varlıkların hakikatine dair ilgisi arttıkça, Allah’ın hikmetine, adaletine, rahmetine ve kudretine dair bilgisi de artar. Bilir ki, Allah işlediği güzel ameller ve bu amellerin sevapları itibariyle kendisine nimet bahşetmiştir. Yine bilir ki, işlediği günahlardan dolayı başına gelen azap da Allah’ın adaletinin bir göstergesidir. Günahın kendisinden sadır olması, Allah’ın takdirinin bir parçası olsa da, kendi nefsinin yetersizliğinin, acizliğinin ve bunun bir sonucu olan cahilliğinin sonucudur. Kendisinde bulunan iyilikler de Allah’ın fiilidir. Bunların varlığını Allah bahşetmiştir. Allah, nefsi yaratmış ve ona şekil vermiştir. Ona günahını da takvasını da ilham etmiştir. Günah ve takvanın ilham edilmiş olması, sınırsız bir hikmetin göstergesidir. Şayet Adem oğullarının öncekileri ve sonrakileri içindeki bütün aklı başındaki kimseler, bundan daha mükemmel bir hikmet bulmak için toplansalar, bulamazlar.

Soru:

Maktul eceliyle mi ölmüştür, yoksa katil ecelini dolmadan kesmiş midir?

Cevap:

Maktul ve diğer ölüler, ecelleri dolmadan ölmezler. Hiç kimse de önceden belirlenmiş ecelinden sonra ölmez. Hatta diğer hayvanların ve ağaçların da öne alınamaz ve ertelenemez ecelleri vardır. Çünkü bir şeyin eceli, ömrünün sonudur. Bir şeyin ömrü de hayatta kalış süresidir. Buna göre, ömür, hayatta kalış müddeti, ecel de ömrün sona ermesi demektir.

Sahihi Müslim’de ve başka kaynaklarda peygamber efendimizin (s.a.v.) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Allah, gökleri ve yeri yaratmazdan elli bin sene önce, mahlûkatın kaderlerini belirlemişti. O sırada Allah’ın arşı suyun üzerindeydi.” Müslim, Kader, 16 Sahihi Buhari’de ise peygamberimizin (s.a.v.) şöyle buyurduğu rivayet edilir: “Allah vardı ve Ondan önce hiçbir şey yoktu. Arşı suyun üzerindeydi. Her şeyi zikirde yazdı. Gökleri ve yeri yarattı.-rivayetin bir diğer versiyonunda lafız şöyledir:- sonra gökleri ve yeri yarattı.” Buhari, Bed’ul halk, 1 Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: “Ecelleri geldiği zaman onlar ne bir saat geri kalabilirler ne de öne geçebilirler. Nahl, 61

Daha olmadan, Allah, olanı bilir. Bunu yazmıştır da. Şunun karın ağrısıyla, şunun zatulcenab hastalığıyla, şunun yıkıntı altında kalarak veya boğularak, yahut başka sebeplerle öleceğini bilir. Şunun, zehirlenerek veya kılıçla yahut taşla ya da başka bir şeyle öldürüleceğini bilir.

Allah’ın bütün bunları bilmesi ve yazması, hatta her şeyi dile-mesi ve her şeyi yaratması, kişilerin bunlardan dolayı övülmelerine, yerilmelerine, sevap kazanmalarına veya cezalandırılmalarına engel değildir. Bilakis, Allah yolunda cihad eden kimse gibi, bir insan, Allah’ın ve resulü’nün emri uyarınca birini öldürürse, bundan dolayı sevap kazanır. Yol kesenlerin ve saldırganların yaptığı gibi, bir kimse de Allah ve resulü’nün haram ettiği şekilde birini öldürürse, bundan dolayı cezalandırır. Kısas olayında olduğu gibi, mübah olarak birini öldürürse, ne sevap kazanır, ne de ceza görür. Ancak bu bağlamda iyi ya da kötü bir niyet taşımış olması başka.

İki türlü ecel vardır: Allah’ın bildiği mutlak ecel... Şartlara bağlı ecel.... Bununla, peygamber efendimizin (s.a.v.) şu sözlerinin anlamı anlaşılmış oluyor. Buyuruyor ki: “Kim, rızkının genişlemesinden ve yaptığı hataların unutulmasından hoşlanıyorsa, sıla-ı rahimde bulunsun, akrabalık bağlarını gözetsin.” Buhari, Buyû, 12 Çünkü yüce Allah, meleğe şöyle emretmiştir: Ecelini yaz. Ama sıla-ı rahmi gözetirse, ona fazladan şu kadar ömür vereceğim.... Melek, ömrün uzatılıp uzatıl-mayacağını bilmez. Fakat Allah, işin nereye varacağını bilir. Bu sonuç da gerçekleştiği zaman, ecel ne bir saat ileriye alınır, ne de bir saat ertelenir.

Allah’ın hükmü iki türlüdür: Yaratma ve Emretme.

Birincisinin kapsamına, takdir ettiği musibetler girer.

İkincisinin kapsamına, emir ve yasakları girer. Kul, her iki durumda da sabretmekle yükümlüdür. Dolayısıyla yapması emredi-len şeyi yapmak ve yasaklanan şeyi de terk etmek hususunda sabretmesi gerekir. Aynı şekilde Allah’ın takdir ettiklerine sabretmesi de lazım gelir.

İnsanlar dört kısma ayrılırlar

1) Kendisi için değil, rabbi için buğzedenler. 2) Rabbi için değil, kendisi için buğzedenler. 3) Her ikisi için de buğzedenler. 4) Her ikisi için de buğzetmeyenler...

Kadere tanıklık etmek hususunda da dört kısma ayrılırlar.

1) İyiliğin Allah’ın fiili, kötülüğünse kendisinin fiili olduğuna inananlar. 2) İyiliğin kendi fiili, kötülüğünse Allah’ın fiili olduğuna inananlar. 3) Her ikisinin de Allah’ın fiili olduğunu düşünenler. 4) Her ikisinin de kendi fiili olduğunu düşünenler...

İşte Rububiyeti müşahede etme hususunda insanlar bu dört gruba ayrılırlar. Bu, insanların Allah ve kendileriyle ilgili olarak takındıkları tavırların odaklandığı taksimdir. Ayrıca Allah ve kendileriyle de bu şekilde gruplanırlar. Salt olan taksim ise, Allah ile Allah için amel etmektir. Kendisiyle kendisi için değil.

Saidler ve Şakiler

Soru: Sırf mutluluğa özgü kılınmış veya sırf mutsuzluğa özgü kılınmış topluluk yahut mutsuz olmayacak mutlu ya da mutlu olmayacak mutlu var mıdır? Şayet bizden önce amellerin varlığı söz konusuysa, o zaman amel etme hususunda nefsi yormanın ve onu lezzetlerden alıkoymanın ne anlamı var? Değil mi ki ezelde yazılan şey kaçınılmaz olarak gerçekleşecek?

Bu Meseleye Resulullah’ın Cevabı

Cevap: Allah Resulu (s.a.v.) birden çok hadiste bu soruya cevap vermiş.

Müslim sahihinde Züheyr’den, Ebu Zübeyr’den ve Cabir b. Abdullah’tan şöyle rivayet eder: Süraka b. Malik b. Cü’süm geldi ve dedi ki: “Ya Resulallah! Sanki şu anda yaratılmışız gibi bize dinimizi açıkla. Bu gün ne için amel edilir? Kalemlerin mürekkep-lerinin kuruduğu ve kaderlerin takdir edildiği şeyler için mi? Buyurdu ki: “Bilakis; kalemlerin kuruduğu ve kaderlerin takdir edildiği şeyler için. Dedi ki: Şu halde neden amel etmeyelim ki? Züheyr şöyle der: Burada Ebu Zübeyr anlamadığım bir şey söyledi. Ne dediğini sordum. Dedi ki: Amel edin, çünkü herkese kolaylaştırılır.” Müslim, Kader, 8

Buhari ve Müslim’de Ali’den (r) şöyle rivayet edilir: “Bir gün Resulullah (s.a.v.) elinde bir değnek yeri eşeliyordu. Bir ara başını kaldırdı ve şöyle dedi: Sizden hiç kimse yoktur ki cennetteki ve cehennemdeki menzili şu anda biliniyor olmasın. Dediler ki: “Ya Resulallah! O halde ne diye amel ediyoruz? Tevekkül etsek daha iyi olmaz mı? Buyurdu ki: Hayır; amel edin! Çünkü herkese, yaratıldığı akıbete uygun ameller kolaylaştırılır.” Ardından şu ayetleri okudu: “Fakat kim verir ve korkup-sakınırsa ve en güzel olanı doğrularsa, biz de onu kolay olan için başarılı kılacağız. Kim de cimrilik eder, kendini müstağni görürse ve en güzel olanı da yalan sayarsa, biz de ona en zorlu olanı (azaba uğramasını) kolaylaştıracağız. Leyl, 5-10 Buhari, Kader, 4

Peygamber efendimiz (s.a.v.) bu ve benzeri hadislerde, Kur’an’ın da haber verdiği gibi, yüce Allah’ın, kulların varacakları mutluluk ve mutsuzluğu önceden bildiğini, yazdığını ve takdir ettiğini haber veriyor. Kulların ve başka varlıkların hallerini önceden bilip yazdığı gibi. Nitekim Buhari ve Müslim’de Abdullah b. Mesud’dan şöyle rivayet edilir: Doğru sözlü ve sözleri her zaman doğrulanan Resulullah (s.a.v.) şöyle anlattı: “Sizden her birinizin ana rahmindeki yaratılışının ilk kırk günü nütfe şeklinde geçer. Sonraki kırk günde bir kan pıhtısı olur. Ondan sonraki kırk günde bir çiğnem et olur. Sonra Allah bir meleği dört kelimeyle ona gönderir. Melek onun amelini, ecelini, rızkını, mutsuz veya mutlu oluşunu yazar. Sonra onun içine ruh üfler. Kendisinden başka ilah olmayan Allah’a yemin ederim ki, içinizden biri sürekli olarak cennet ehlinin amelini işler, nihayet onunla cennet arasında bir zira kadar mesafe kalır ki, daha önce yazılmış olan kader öne geçer de, o adam ateş ehlinin amelini işleyerek ateşe girer. Yine içinizden biri sürekli olarak ateş ehlinin amelini işler, nihayet onunla ateş arasında bir zira kadar bir mesafe kalır ki, daha önce yazılmış olan kader öne geçer de, o adam cennet ehlinin amelini işleyerek cennete girer.” Buhari, Bed’ul halk, 6

Yüce Allah’ın varlıkları ve türlerini yaratmadan önce onları bildiğine, yazdığına, hükmettiğine ve takdir ettiğine dair nasslar ve rivayetler oldukça fazladır.

Resulullah efendimiz (s.a.v.) bunun, mutluluk ve mutsuzluğa yol açan amellerin varlığına engel olmadığını, mutluluk ehli olana mutluluk ehlinin amelinin kolaylaştırıldığını açıklamış, kişinin nasıl olsa önceden yazılmış bir kader vardır diye amel etmeyi terk etmesini yasaklamıştır. Bu yüzden önceden yazılmış kadere güvenerek emredilen amelleri terk edenler, amel olarak en büyük hüsrana uğrayan, emekleri dünya ve ahirette boşa giden kimselerdir. Dolayısıyla yapmakla yükümlü oldukları amelleri terk edişleri, kendileri için takdir edilip de kendilerine kolaylaştırılan mutsuzluk ehlinin amelleri arasında yer alır. Çünkü mutluluk ehli olanlar, emredilenleri yapıp yasaklananlardan kaçınan kimselerdir. Bu bakımdan, kadere yaslanarak kendisine emredilen vacip amelleri terk edip, yasaklanan amelleri işleyen kimse, kendilerine mutsuzluk ehlinin amelleri kolaylaştırılan mutsuzlardan biridir.

Peygamber efendimizin (s.a.v.) bu son derece doğru ve isabetli cevabı, Tirmizi kanalıyla rivayet edilen bir diğer hadiste yer alan şu cevabına benziyor: Denildi ki: “Ya Resulallah! İlaçlarla tedavi olalım mı? Ayet ve dua ile hastalıktan korunalım mı? Hastalık korkusuyla önceden tedbir alalım mı? Bunlar, Allah’ın takdir ettiği bir şeyi engeller mi? Buyurdu ki: Bunlar da Allah’ın takdirleridir.” Tirmizi, Tıp, 21

Çünkü yüce Allah, varlıkların bütün durumlarını ve mahiyetlerini bilir, buna göre yazar. Allah, bir şeyin amel veya başka sebepler aracılığıyla olacağını bilip yazdığında ve bunu takdir ettiğinde, bu gibi şeylerin, Allah’ın sebep kıldığı şeyler olmadan olabileceklerini düşünmek caiz değildir. Bu durum, bütün hadiseler için geçerlidir.

Bir örnek verecek olursak: Allah, şu erkek ve kadının bir çocuğunun olacağını bilip yazdığı zaman ve Allah bunun gerçekleşmesini kadınla erkeğin birleşmelerine, çocuğun oluşumunu sağlayan meninin ana rahmine akmasına bağlı kıldığı vakit, artık Allah’ın, çocuğun varlığını bağlı kıldığı sebep olmaksızın çocuğun var olabilmesi caiz değildir. Çocuğun olmasının sebepleri, alışıla gelen (normal) ve alışık olunmayan (normal ötesi) olmak üzere iki kısma ayrılırlar.

Normal sebepler: Ademoğullarının bir anne ve bir babadan dünyaya gelmeleri.

Normal ötesi sebepler: Bir insanın sadece bir anneden dünyaya gelmesi, İsa (a.s.) gibi. Ya da sadece bir babadan dünyaya gelmesi, Havva gibi. Yahut anasız ve babasız dünyaya gelmesi, insanlığın atası Adem’in çamurdan yaratılması gibi.

Allah bütün sebepleri önceden bilmiş ve yazmıştır. Onları takdir etmiş, hükme bağlamıştır. Bunların sonuçlarla irtibatlarını da önceden belirlemiştir. Bitkilerin yaratılmasına aracı olan yağmurun yağması gibi sebepler de bu kapsama girer. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:”Ve Allah’ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında... Bakara, 164 “Orada suyu indirir ve onunla türlü türlü meyveler çıkarırız. Araf, 57 “Ve her canlı şeyi sudan yarattık. Enbiya, 30 Bunun gibi daha birçok ayeti örnek gösterebiliriz. Şu halde bunların tümü önceden takdir edilmiş ve bilinen şeylerdir. Oluşlarından önce hükme bağlanıp yazılmışlardır.

Soru:

Yüce yaratıcı saptırır mı hidayete mi erdirir?

Cevap:

Varlık aleminde olan her şey Allah tarafından yaratılmıştır. Her şeyi dilemesi ve kudretiyle yarattı. O’nun istediği olur, istemediği de olmaz. Veren de O’dur, vermeyen de. Alçaltan da O’dur, yükselten de. Üstün kılan da O’dur, alçaltan da. Zengin eden de O’dur, fakir eden de. Kimini saptırır, kimini de doğru yola iletir. Kimini mutlu eder, kimini bedbaht. Mülkü dilediğine verir, dilediğinden de çekip alır. Dilediği kimsenin göğsünü islâma açar, dilediği kimselerinde göğsünü göğe yükseliyormuş gibi sıkıştırır. O, kalpleri çekip çevirendir. Bütün kulların kalpleri Rahman’ın iki parmağının arasındadir. Bunlardan dilediğini dosdoğru tutar, dilediğini de kaydırır. Mü’minlere imanı sevdiren, onu kalplerine süslü gösteren, onların küfürden, fısktan ve günahtan tiksinmelerini sağlayan O’dur. İşte bunlar doğru yol üzere olanlardır.

Allah her şeyin yaratıcısı, rabbi ve sahibidir. O’nun dilediği olur, dilemediği de olmaz. O’nun her şeye gücü yeter. Kulu, sabırsız, aceleci, kendisine bir kötülük isabet ettiğinde feryadı basan, kendisine bir iyilik dokunduğunda ise, başkasına vermeyen bir karakterde yaratmıştır. Bununla beraber kul, gerçek bir faildir, bir dilemesi ve kudreti vardır. Nitekim yüce Allah bu hususla ilgili olarak şöyle buyur-maktadır: “Sizden doğru yolda gitmek isteyenler için. Alemlerin Rabbi Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.” Tekvir, 28-29

“Şüphesiz bu bir öğüttür. Artık dileyen Rabbine doğru bir yol tutar.Sizler ancak Allah’ın dilemesi sayesinde dileyebilirsiniz.” İnsan, 29-30

“Asla! Bilsinler ki bu, gerçekten bir ikazdır. Dileyen öğüt alır. Bununla beraber, Allah dilemeksizin onlar öğüt alamazlar. Sakınılmaya layık O’dur, mağfiret sahibi de O’dur.” Müddessir, 54-56

Müsbetlikte ve menfilikte kaderin hakkına tecavüz etmemek gerekir, örneğin, rızkı temin etmek, esbaba tevessüle bağlı kılınmıştır, Rızık konusunda insanlar üçe ayrılırlar;

1)- Rızkı ben kazandım diyen (kafirler)

2)- Rızkı Kabbim verdi diyen (mü'minler.)

3)- Rızkı manevi şekilde bulanlar (muhlisler)

Allah ile birlikte başka bir yaratıcı yoktur.

İnsanın kendi fiillerini yarattığını iddia ederek kaderi inkar eden Kaderiyye ve biri hayır diğeri şerri yaratan iki ilaha inanan Mecusiler'in aksine müellifin vurguladığı Allah’ın tek yaratıcı oluşu yargısı elbetteki insanların fiillerini de kapsamaktadır. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) geleceğe dair verdiği bilgiyle bizleri kaderin inkar edilişine dair uyarmaktadır:

“Her ümmetin Mecusi'si vardır. Benim ümmetimin Mecusileri ise 'Kader yoktur' diyenlerdir. Onlardan biri ölürse, cenazesine katılmayın, hasta olursa ziyaretine gitmeyin. Onlar Deccal taifesidir. Allah’ın onları Deccal’e ilhak ettirmesi (ona katılmış bir grup olarak değerlendirmesi) hakkıdır.” (Ebu Davud)

Allah (azze ve celle) insanları ve fiillerini yaratığını buyurmaktadır:  “Oysa sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah yaratmıştır.” (es-Saffat 37/96)

Allah, insanoğlunu iyi ve kötüyü seçme hususunda serbest bırakmıştır:

"Şüphesiz Biz ona (doğru) yolu gösterdik; ister şükreder, ister nankörlük eder." (İnsan 76/3)

Allah, iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran peygamberler göndermiş insanoğlunu sapkınlıktan kurtulmaya davet etmiştir. Neticesinde Allah insanları fiillerinden sorumlu tutmuştur. İnsanlar fiillerinin karşılığı olarak da, Cennet yahut Cehennem ile mükafatlandırılacaktır. İmam Buhari, bu hususta Halk Efal’ul İbad (Kulların Fiilleri Yaratılmıştır) isimli müstakil bir eser yazmıştır.

Cenaze Namazında Dört Tekbir Vardır

Cenaze namazında dört tekbir söylenilmelidir. Bu; Malik ibni Enes, Süfyan es-Sevri, Hasan ibni Salih, Ahmed ibni Hanbel ve fakihlerin görüşüdür ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin kavlidir.

Buhari ve Müslim tarafından nakledilen Hadisde Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Necaşi’nin cenaze namazında dört tekbir getirdiği kaydedilmiştir.

Ebu Hureyre (radiyallahu anh)'dan rivayet olundu ki (o, şöyle demiştir): "Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Necaşi'nin vefatını, Necaşi öldüğü gün bizzat haber verdi. Akabinde namaz yerine çıktı, sahabilerini saf yaptı ve dört tekbir aldı." (Buhari; Müslim)

Herbir Yağmur Damlası ile Gökten Yeryüzüne İnen bir Melek Vardır

Herbir yağmur damlası ile, Aziz ve Celil olan Allah’ın kendisine emrettiği yere (yağmur tanesini) yerleştirene kadar gökten yeryüzüne inen bir melek olduğuna iman (etmek gerekir).

İmam Taberi, bu görüşü sahih bir isnadla, tabiin döneminin önder imamlarından Hakem ibni Uteybe (H115)’den nakleder. (Taberi, Tefsir, 14/19) Ebu’ş Şeyh (Azamet, 761) ve İbni Kesir (el-Bidaye ve’n Nihaye) ise Tabiin döneminin bir başka önder imamı olan Hasan el-Basri’den bu görüşü hasen isnad ile nakletmişlerdir.

Mekke Müşriklerinin Ölüleri; Bedir Günü, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Sözlerini İşittiler

Bedir Günü, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem kuru kuyuya atılan (müşrik ölüler) ile konuştuğunda müşriklerin (ölülerinin) onun kelamını işittiklerine iman (etmek gerekir).

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Bedir Günü, müşriklerden öldürülmüş Mekke liderlerinin isimlerini birer birer zikretmiş ve onlara hitaben "Rabbinizin size vaadettiğini hak buldunuz değil mi?" diye sormuştur: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Bedir Günü, müşriklerden öldürülmüş Mekke liderlerine şöyle seslenmiştir: "Ya Ebu Cehil ibni Hişam! Ya Umeyye ibn'ul Halef! Ya Utbe ibni Rebia! Ya Şeybe ibni Rabia! Rabbinizin size vaadettiğini hak buldunuz değil mi? Ben Rabbimin bana vaadettiğini hak buldum. Ömer (radiyallahu anh), Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in sözünü işitmiş de: Ya Rasulullah! Nasıl işitsinler, nasıl cevap versinler ki? Hepsi leş olmuşlar, demiş. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem): Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki: Benim söylediklerimi siz onlardan daha iyi işitir değilsiniz. Lakin onlar cevap vermeye kadir olamazlar." (Buhari; Müslim)

Allah Hastalık Sebebiyle Kulunun Günahlarını Siler

Bir adam hastalandığında, Allah’ın onu hastalığı sebebiyle ödüllendireceğine iman (etmek gerekir).

Abdullah İbni Mes'ud (radiyallahu anh) şöyle demiştir: “Ben Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)'in hastalığında vücudu hummanın hararetinden şiddetle sarsıldığı sırada huzuruna vardım ve: Ya Rasulullah, şübhesiz ki, humma hararetinden çok ıztırab çekmektesin! dedim. Ardından: Ya Rasulullah, bu şiddetli hummanın şüphesiz iki kat ıztırabı var, elbette buna karşılık size de iki kat ecr ve mükafat vardır diye arzettim. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem): Evet. Herhangi müslümana bir eza isabet ederse, muhakkak ağacın yapraklarının düşmesi gibi, Allah o Müslümandan günahlarını düşürür, buyurdu.” (Buhari; Müslim)

İsabet eden bela, eza ve hastalıkların müslümanın günahlarına kefaret olması ve günahlarını silmesi ile alakalı alimler arasında bazı ihtilaflar vardır.

"Müslümana isabet eden musibet sebebiyle Allah kulunun sadece küçük günahlarını mı siler yoksa bütün günahlarını mı siler?" şeklindeki ihtilafa dair İbni Hacer şöyle der: “(Hadisin) zahiri umumen bütün günahlara aid olmasını ifade eder, lakin alimlerin çoğunluğu bunu küçük günahlara has kılmışlardır.” (İbni Hacer, Feth’ul Bari, 13/14)

Bu mevzuda nakledilen çok sayıda hadisden anlaşıldığı üzere, kişiye isabet eden musibetler günahların silinmesine vesile olduğu gibi aynı zamanda kişinin sevap kazanmasına ve derecesinin yükselmesine de vesile olur. Bu noktada alimler arasında bir başka ihtilaf da, "kişinin sevap kazanması ve derecesinin yükselmesi bizzat hastalık sebebiyle midir yoksa hastalığa tutulan şahsın buna sabretmesi sebebiyle midir?" şeklinde cereyan etmiştir. Kurtubi, İzz ed-Din ibni Abd’us Selam, Şeyh’ul İslam İbni Teymiyye, Hafız ibni Kayyım ve onlarla aynı görüşte olan alimlere göre; musibetler, hastalıklar ve ezalar sadece işlenmiş günahlara verilen karşılıktır ki böylelikle Allah kişinin günahlarını siler. Yani musibetler, hastalıklar ve ezalar günahlara kefaret olur ancak kişi bundan dolayı sevap kazanmaz ve derecesi de yükselmez zira sevap yalnız kesb yolu ile kazanılır yani insan sevabı işlediği ameli ile kazanır, mücerred musibetin isabet etmesi ile kazanmaz. Bu görüş Abdullah ibni Mes’ud (radiyallahu anh)’dan sahih olarak nakledilmiştir. Diğer taraftan, Karafi, İmam Nevevi, Hafız ibni Receb el-Hanbeli, Hafız İbni Hacer el-Askalani ve onlarla aynı görüşte olan diğer alimlere göre; mücerred musibetin büyüklüğüne göre günahlara kefaret olur günahlar silinir, kişi musibete karşı sabrederse kefaret daha çabuk elde edilir ve karşılık büyür. Hafız İbni Hacer, ilgili hadisin şerhinde geniş açıklamalar yapar. (İbni Hacer, Feth’ul Bari)

Allah Şehidleri Ödüllendirir

Allah şehidi (Allah yolunda) ölümü sebebiyle ödüllendirir.

Çocuklar Bu Dünyada Ağrı Hisseder

Çocukların bu dünyada kendilerine bir musibet isabet ettiğinde ağrı hissettiklerine iman (etmek gerekir). Bekre ibni Uhti Abd’ul Vahid “onlar ağrı hissetmez!“ demiş ve yalan söylemiştir.

Bekre ibni Uhti Abd’ul Vahid ibni Zeyd el-Basri. Ehli Zühd ve Ehli Bidat’ın liderlerindendir. İbni Hazm onun Havaric fırkasına mensup olduğunu söyler. Küçük günahlardan birini dahi işleyenin kafir ve müşrik olduğunu ve Cehennem’e gideceğini söyler. Bedir Ehli'nden olup da günah işleyenlerin kafir ve müşrik olduğunu ancak Cennet’e gireceklerini söyler. (İbni Hacer, Lisan’ul Mizan, 2/60-61)

İbni Hacer, Bekre ibni Uhti Abd'ul Vahid’in talebesi Abdullah ibni İsa’dan çocukların bu dünyada agrı hissetmeyecekleri görüşünü nakleder. Ardından da, İbni Kuteybe’nin bu görüşü bizzat Bekre ibni Uhti Abd’ul Vahid’den naklettiğini söyler: "Abdullah ibni İsa derki: Deliler, çocuklar ve hayvanlar başlarına gelen hastalıklardan dolayı ağrı çekmezler, çünkü Allah hiç kimseye zerre kadar zulüm etmez. İbni Kuteybe ise bu ağrılar meselesini Bekre’nin kendisinden nakleder." (Lisan’ul Mizan, 2/358-359)

Allah’ın Rahmeti ile Olması Müstesna Hiç Kimse Cennet’e Giremez

Bil ki; Allah’ın rahmeti olmadan hiç kimse Cennet’e giremez. Allah hiç kimseyi günahlarının miktarının karşılığı olmaksızın cezalandırmaz. Eğer onların hepsini; gökyüzündekileri, yeryüzündekileri, iyi ve facir olanlarını cezalandırırsa, onlara karşı adilce azab etmiş olur.9

Ubeyy ibni Kab (radiyallahu anh)’ın naklettiği bir hadisde Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Eğer Allah, sahip olduğu göklerin halkını ve yer (küresin)in halkını tazip etseydi onlara zulüm etmiş olmadan azab vermiş olurdu. Eğer onlara merhamet etseydi Allah'ın rahmeti, onlar için kendilerinin işledikleri amellerinin karşılığından daha hayırlı olurdu." (Ebu Davud; İbni Mace; Ahmed, Müsned; İbni Hibban, Sahih)

Şeyh’ul İslam İbni Teymiyye, Allah’ın zulme kadir olduğunu ancak adaleti, hikmeti ve rahmeti gereği zulmü terkettiğini söylemektedir: "Zulmü reddeden bu deliller ispatlamaktadır ki, (Allah’ın) cezasında adalet olacak ve amel sahibi kendi amellerini azaltmamalıdır. Allah’ın azablandırdığı kişiler hakkında dediği sözler de bunun gibidir:

"Biz onlara zulmetmedik, ancak onlar kendi nefislerine zulmettiler. Böylece Rabbinin emri geldiği zaman, Allah'ı bırakıp da taptıkları ilahları, onlara hiç bir şey sağlayamadı." (Huud 11/101);

"Biz onlara zulmetmedik; ancak onların kendileri zalimlerdir." (ez-Zuhruf 43/76)

Katillerin cezasının günahlarının karşılığında adalet olduğu beyan ediliyor, yoksa; onlara zulmetmedik ve hiçbir günahları olmadan onları cezalandırdık manasını ifade etmiyor. Sünen’deki

"Eğer Allah, sahip olduğu göklerin halkını ve yer (küresin)in halkını tazip etseydi onlara zulüm etmiş olmadan azab vermiş olurdu. Eğer onlara merhamet etseydi Allah'ın rahmeti, onlar için kendilerinin işledikleri amellerinin karşılığından daha hayırlı olurdu." Hadisi de beyan etmektedir ki; eğer azap sözkonusu olsa mutlaka onlar buna (azaba) layık oldukları için sözkonusu olurdu yoksa hiçbir günahları olmadan (azabın) sözkonusu olacağını göstermemektedir. Bu da göstermektedir ki, günah işlememiş birini cezalandırmak da red olunmuş zulümdendir." (Mecmu'ul Feteva, 18/138-144)

Aziz ve Celil olan Allah’ı zalim olarak tarif etmek Caiz değildir çünkü zalim kendisine ait olmayanı alandır oysaki mahlukat ve emir Allah'ındır. Mahlukat O’nun yarattıklarıdır ve dünya evi O’nun evidir. Yaptıklarından sorguya çekilmez, ama onlar (yarattıkları) sorguya çekilecektir. “Neden?” ve “Nasıl?” diye sorulmaz. Allah ve yarattıkları arasına kimse (aracı) giremez.

Aziz ve Celil olan Allah, kulunun duasını işitip cevap vermektedir. Dolayısıyla kişinin herhangi birini aracı kılması manasızdır. Üstelik Aziz ve Celil olan Allah, aracıya ihtiyaç duymadığı gibi bundan münezzehtir. Aracılık şirki önceki toplumlarda olduğu gibi günümüz müşrik toplumunda da çok sık rastlanılan şeylerdendir. Aziz ve Celil olan Allah şöyle buyurmaktadır:

"Kullarım sana, Beni sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm. O halde (kullarım da) Benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulalar." (el-Bakara 2/186)

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Hadis’ini Kabul Etmeyenin İslam’ından Şüphe Et!

Bir adamın Asarı (nakilleri/hadisleri) ta'n ettiği (eleştirdiği)ni; kabul etmediğini yahut Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin haberlerini inkar ettiğini işitirsen, onun İslam’ından şüphe et zira o kötü bir söz ve mezhep (yol, görüş) sahibidir. O (böylelikle) şüphesiz, Rasulullah sallallahu aleyhi ve selleme ve ashabına ta'n ediyor. Biz Allah’ı ve Rasulü'nü, Kur’an’ı ve dünya ve ahiretdeki hayrı ve şerri yalnızca Asarlar ile biliyoruz.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bu tehlikeye karşı ümmetini uyarmıştır:

"Sakın sizden birinizi koltuğuna yaslanmış otururken, kendisine emrettiğimiz veya yasakladığımız hususlardan bir husus geldiğinde: Biz bunu bilmiyoruz. Biz Allah'ın Kitabı'nda ne bulduksa ona tabi oluruz, diyen biri olarak görmeyeyim." (Ebu Davud; Tirmizi; İbni Mace);

"Dikkat edin! Bana Kitap, bir de Vahy-i Gayri Metluv (onun kadarı) verilmiştir. Yakında karnı tok olan ve koltuğuna yaslanan bir kişi: Siz sadece bu Kur'an'a sarılın. Siz onda neyin Helal olduğunu görürseniz onu Helal sayın ve neyin de Haram olduğunu görürseniz onu Haram sayın, diyecektir." (Ebu Davud; Tirmizi; İbni Mace; Ahmed, Müsned);

"Dikkat edin olabilir ki, koltuğuna yaslanan bir kimseye benim Hadisim ulaşır. O da der ki: Bizimle sizin aranızda Allah'ın Kitabı bulunmaktadır. Onda neyin Helal olduğunu görürsek onu Helal sayarız. Neyin de Haram olduğunu görürsek onu Haram sayarız. Dikkat edin. Allah'ın Rasulu'nün Haram kıldığı, Allah'ın Haram kıldığı gibidir." (Tirmizi; Darimi)

Abdullah ibni Abbas (radiyallahu anhuma ecmain) şöyle demiştir: “Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in dışında herkesin görüşü alınır yahut terkedilir." (Subki, Feteva, 1/148) İmam Malik, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in kabrini göstererek: “Bu kabir sahibinin dışında, herkes söylediklerinden tenkide tabi tutulur, demiş ve Allah Rasulü’nün kabrine işaret etmiştir. (İbni Abd’il Berr, Cami’ul Beyan’il İlm ve Fadlihi, 1/91: el-İhkam fi Usul’il Ahkam, 1/45) Ebu Davud şöyle der: “Ahmed’i şöyle söylerken işittim; Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem)’in dışında herkesin görüşü alınır veya terkedilir.” (Ebu Davud, Mesail İmam Ahmed, 276)

İmam Ahmed yine şöyle demiştir: “Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Hadisini inkar eden helakın eşiğindedir!..” (Tabakat’ul Hanebila, 2/15; İbni Batta, el-İbanet’ul Kubra, 1/97)

Allah’ın Kaderi Hakkında Kelama Dalmak Yasaktır

Hususi olarak kader hakkında (yerme kasdı ile); kelam(a dalmak), cedel (yapmak) ve husumet (gütmek) bütün fırkalar nezdinde yasaktır. Zira Kader Allah’ın sırrıdır. Celil olan Rabb, enbiyanın (peygamberlerin) kader mevzusunda (bu şekilde) konuşmalarını neyh etmiştir (yasaklamıştır). Nebi sallallahu aleyhi ve sellem kader konusunda husumeti neyh etmiştir. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin Ashabı ve Tabi’un bunu Kerih görmüştür. Ulema (alimler) ve Ehli Vera da (Haramlardan ve şüpheli şeylerden uzak duran kişiler) kader üzerine cedeli Kerih görmüştür. Sana düşen; Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin bütün meselelerde söylediklerine teslim olmak, ikrar etmek (tasdik etmek), iman etmek ve i'tikad etmektir, bundan başka meselelerde ise sükuttur (susmaktır).

İsra ve Mirac’a İnanmak

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin bir gece gökyüzüne kaldırıldığı, Arş’a çıkarıldığı, Allah'ın kelamını işittiği, Cennet’e girdiği, ateşi (Cehennemi) gördüğü, melekleri gördüğü, peygamberlerin kendisine gösterildiği, Aziz ve Celil olan Allah ile konuştuğuna iman (etmek gerekir). (Rasulullah) Arş’ın örtüsünü, Kursi’yi ve gökte ve yerdekilerin tümünü uyanık vaziyette gördü. Cebrail (aleyhi selam) onu gökleri gezdirerek taşıyan Burak üzerinde götürdü. O gece beş vakit namaz ona farz kılındı. Aynı gece Mekke’ye geri döndü bu (olanlar) Hicret’ten önce oldu.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) İsra ve Mirac vuku bulduğunda, (Mekke’deki) Mescid-i Haram’dan, (Kudüs’deki) Mescid-i Aksa’ya ata benzer beyaz bir Cennet bineği olan "Burak" ile gelmiştir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

 

"Bana Burak'ı getirdiler -bu merkepten büyük, katırdan küçük, uzun ve beyaz bir hayvandı. Adımını gözünün görebildiği en son noktaya koyardı- ben buna binerek Beyt-i Makdis’e (Süleyman Mabedi’ne) geldim ve Burak'ı benden önceki peygamberlerin hayvan bağladıkları halkaya bağladım." (Buhari; Müslim)

‘Burak’ ismi, bu binite renginin son derece parlak olması sebebiyle veya hızı şimşeği andırdığı için verilmiştir. (Nevevi, Şerh'ul Müslim, 2/210; İbn'ül Esir, en-Nihaye, 1/120) ‘Burak’ katırdan küçük, merkepten büyük beyaz renkli çarptığında ayaklarını hızlandıran, uyluğunda iki kanadı olan ve adımını gözünün gördüğü mesafenin biraz daha ilerisine atabilen bir binek hayvanıdır. (İbni Sa'd, Tabakat, 1/214; Aliyy'ul Kari, Şerh'uş Şifa, 1/381) Rivayetlerde Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den önceki bazı peygamberlerin de bu binite bindiği vakidir. (İbni Hişam, es-Siret'un Nebevi, 2/397; İbni Sa'd, Tabakat, 1/150)

İsra ile alakalı nakledilen rivayetler Sahih’tir ve Buhari, Müslim gibi çok sayıda muhaddis tarafından nakledilmiştir.

Suyuti, "el-Ayat’ul Kubra fi Şerh Kıssat’il İsra" ismini verdiği müstakil bir eser kaleme almış ve eserinde İsra ile alakalı rivayet edilen hadisleri derlemiştir. Suyuti “Kıtaf’ul Ezhar’il Mutesanira fi’l Ahbar’il Mutevatira” isimli eserinde ise, İsra ve Mirac ile akalalı olarak yirmiyedi sahabeden rivayetler bulunduğunu dolayısıyla İsra ve Mirac hakkındaki hadislerin mutevatir olduğunu söyler.

Şehidlerin Ruhları Yeşil Kuşların Kursağındadır!

Bil ki; şehidlerin ruhları Cenneti (serbestçe) gezip-dolaşan ve Arş’ın altındaki kandillerde4 barınan yeşil kuşların kursağındadır.

İbni Mes'ud (radıyallahu anh)'dan rivayet edildiğine göre, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Şehidlerin ruhları, Allah katında (ahirette), yeşil kuşların içlerine girerler, gündüzleyin Cennet’te, istedikleri gibi gezerler. Sonra Arş’ın altında bulunan kandillerin içine barınırlar.” (Müslim)

Abdullah ibni Abbas (radiyallahu anhuma ecmain)’den rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Uhud savaşında kardeşlerimiz şehit olunca Allah onların ruhlarını yeşil kuşların içine yerleştirdi. Onlar Cennet nehirlerinden içerler, meyvelerinden yerler ve Arş’ın gölgesi altında asılı bulunan altın kandillere konarlar. Onlar yiyecek ve içeceklerinin tadını, eğlenip dinlendikleri yerin güzelliğini görünce de: Kardeşlerimizin cihaddan uzak durmamaları ve savaştan yüz çevirmemeleri için, bizim Cennet'te rızıklandırıldığımızı onlara kim bildirecek?, dediler. Allah Te'ala: Sizin arzunuzu onlara Ben duyururum, buyurdu. Bunun üzerine bu ayetler indi:

“Allah yolunda öldürülenleri ölü saymayın, bilakis onlar Rabb’leri katında diridirler. Allah’ın bol nimetinden onlara verdiği şeylerle sevinç içinde rızıklanırlar. Arkalarından kendilerine ulaşmayan kimselere, kendilerine korku olmadığını ve kendilerinin üzülmeyeceklerini müjde etmek isterler.” (Al-i İmran 3/169-170).” (Müslim; Ebu Davud; Tirmizi; İbni Mace)

İbni Abbas (radiyallahu anhuma ecmain)’den rivayet olunduğuna göre, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Uhud'da, arkadaşlarınız vurulduğu zaman, Allah onların ruhlarını yeşil kuşların içine koydu. Cennet gündüzlerinde, gelir. Cennet meyvelerinden yerler. Sonra Arş’ın altında asılı olan altın kandillerin içinde barınırlar.” (Ebu Davud; Ahmed; Hakim; Beyheki)

Sa'id ibni Mansur, İbni Abbas (radiyallahu anhuma ecmain)’den rivayet ettiğine göre şöyle demiştir: “Şehidlerin ruhları, yeşil kuşların içine girerler. Cennet ağaçları içinde uçuşurlar, meyvesinden yerler.”

Baki ibni Muhalled, Ebu Sa'id el-Hudri (radiyallahu anh)’dan rivayet ettiğine göre, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Şehidler, sabah gelir, akşam giderler. Sonra Arş'a asılı kandillerin içine barınırlar. Cenab-ı Hakk onlara: Size yaptığım ikramdan daha üstün bir ikram biliyor musunuz? der. Onlar ise şöyle derler: Hayır, fakat ruhlarımızın cesedlerimize iade etmeni isteriz ki, bir daha savaşıp Sen'in yolunda şehid düşelim.”

Hennad ibni Sirri, “Zühd” kitabında ve İbni Mende, Ebu Sa'id el-Hudri (radiyallahu anh)’dan Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: “Şehidlerin ruhları, yeşil kuşlar içinde, Cennet bahçelerinde gezinirler. Sonra Arş'a asılı kandillerin içinde barınırlar. Sonra Allah ile onlar arasında yukardaki konuşma geçer.”

Ebu Şeyh, Enes (radiyallahu anh)’dan, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Allah şehitlerin ruhlarını Arş'a asılı kandiller içinde barınan, ak kuşların cevfinde diriltir.”

İbni Mende, Sa'id ibni Süveyd'den rivayet ettiğine göre, o ibni Şihab'dan mü’minlerin ruhlarının nerede barındıklarını sormuş. İbni Şihap demiş (ki): “Bana ulaştı ki, şehidlerin ruhları, Arş’da uçuşan yeşil kuşlar gibidirler. Gelir sonra, Cennet bahçelerine giderler. Her gün Cenab-ı Hakk Sübhanehu ve Teala'ya gelir, ona selam verirler.”

İbni Ebi Hatim, İbni Mes'ud (radiyallahu anh)’dan rivayet ettiğine göre, şöyle demiştir: “Şehidlerin ruhları Arş’ın altında kandiller içinde yeşil kuşların cevfindedirler. İstedikleri gibi Cennet'te gezerler. Sonra kandillerine dönerler. (...) Mü’min çocuklarının ruhları ise serçelerin içine girerler. Cennet’de istedikleri gibi gezerler.”

Ebu Derda (radiyallahu anh)’dan rivayet edildiğine göre, ona şehidlerin ruhları sorulduğunda şöyle karşılık vermiştir: “Onlar yeşil kuşlardır. Arş’a asılı kandiller içindedirler. Cennet bahçelerinde istedikleri gibi gezerler.”

Tirmizi'nin rivayeti ise, şöyledir: “Şehidlerin ruhları, Cennet meyvesi veya Cennet ağacı yiyen yeşil kuşlar içindedirler.”

Suyuti derki: “Şehidlerin ve ruhları Cennet’de olan diğer mü’minlerin hayatları arasında iki yönden fark vardır:

Biri: Şehidlerin ruhları için, kuş şeklinde cesetler yaratılır, kursağına yerleşirler ki, o kuşun organlarıyla soyut ruhtan daha fazla ve daha mükemmel nimetlensinler. Çünkü şehidler, cesedlerini Allah yolunda feda etmişler. Buna mukabil Berzah’ta onlara bu cesedler verilmiştir.

İkinci fark: Şehidler Cennet’ten rızıklanırlar. Halbuki diğer ölüler hakkında böyle kesin bir ifade yoktur. (...) Ala kulli hal, yemekte, nimet ve istifadede de şehitler derecesinde değiller. Allah gaybı daha iyi bilir.” (Şerh’us Sudur, 343)

İbni Kayyım, “Kitab'ur Ruh” isimli eserinde ruhların Kıyamet’e kadar nerede kalacağı mevzusunu işlemiş orada şehidlerin ruhlarının nerede olacağına temas etmiş ve bu konuda nakledilen hadisler ile selefin ve alimlerin görüşlerini delilleri ve mukayesi ile birlikte zikretmiştir.

Suyuti de, “Tezkiret’ul Kurtubi”nin şerh ve genişletilmiş hali olan “Şerh’us Sudur” isimli eserinde “Ruhlar’ın Makarrı ve Berzah Alemi” mevzusuna dair uzunca bir bölüm ayırmış ve orada şehidlerin ruhlarının yeşil kuşların cevfinde olduğuna dair hadisleri derlemiştir.

Mü’minlerin ruhları Arş’ın altındadır.

Ka'b ibni Malik (radıyallahu anh)'dan rivayet edildiğine göre, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) mü'min kulun ruhu ile alakalı olarak şöyle buyurmuştur: “Mü'minin ruhu Cennet ağacına konan, ondan yiyen bir kuştur. Sonra Kıyamet Günü’nde, Allah onu cesedine iade eder.” (Tirmizi; Nesai; Ahmed, Müsned; Malik, Muvatta)

İbni Mende, Ümmü Kebşe Binta Ma'rur'dan rivayet ettiğine göre şöyle demiştir: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) yanımıza girdi. Biz ondan mü’minlerin ruhlarını sorduk. Öyle anlattı ki, evdekileri ağlattı. Buyurdu ki: “Mü’minlerin ruhları, yeşil kuşlar içindedirler. Cennet’de gezerler. Meyvelerinden yer, suyundan içerler. Arş’a asılı altın kandiller içine barınırlar. Ya Rabbi kardeşlerimizi de bize kavuştur. Bize va'd ettiğini ver! derler.”

İbni Kayyım, “Kitab'ur Ruh” isimli eserinde ruhların Kıyamet’e kadar nerede kalacağı mevzusunu işlemiş ve bu konuda nakledilen hadisler ile selefin ve alimlerin görüşlerini delilleri ve mukayesi ile birlikte zikretmiştir.

Suyuti de, “Tezkiret’ul Kurtubi”nin şerh ve genişletilmiş hali olan “Şerh’us Sudur” isimli eserinde “Ruhlar’ın Makarrı ve Berzah Alemi” mevzusuna dair uzunca bir bölüm ayırmış ve orada mü’minlerin ruhlarının Cennet’de gezinmeleri ile alakalı hadisleri derlemiştir.

Kafirlerin ve facirlerin ruhları Siccin’de Barahut Kuyusu’ndadır.

Abdullah ibni Amr (radiyallahu anhuma ecmain)’den rivayet olunduğuna göre: “Kafirlerin ruhları Hadramevt’de bulunan Berhut Kuyusu’ndadır.”

Dilbilginlerine göre; Berhut, Yemen’de Hadramevt bölgesinde bulunan bir kuyunun adıdır. (el-Hamevi, Mucem'ul Buldan, 1/405; Feth’ul Kadir, 2/506)

İbni Kayyım “Kitab'ur Ruh” isimli eserinde (145-147), İbni Receb el-Hanbeli ise “Ahval’ul Kubur” isimli eserinde (255-263) bu görüşün yanlış olduğunu belirtmektedirler. Kur’an ve Sünnet’in ilettiği doğru görüş kafirlerin ruhlarının yerin yedi kat altında Siccin’de olduklarıdır Allahu a’lem. Bu görüş aynı zamanda müfessirlerin imamı Taberi tarafından da tercih edilen görüştür. (Taberi, Tefsir, 30/94)

İbni Kayyım “Bir kısmı da: Mü'minlerin ruhları Zemzem Kuyusu'ndadır. Kafirlerin ruhları ise (Hadramevt'te bulunan) Berhut kuyusundadır, demektedir.” dedikten sonra ilerleyen sayfalarda içeriğini bu konuya ayırdığı bir fasıl açmış ve şunları söylemiştir:

“Mü'minlerin ruhları, büyük bir havuzdadır. Kafirlerin ruhları ise Hadramevt'te bulunan Berhut Kuyusu’ndadır. Ebu Muhammed ibni Hazm der ki: "Bu, Rafizilerin görüşüdür!.." Ancak bu İbni Hazm'ın dediği gibi değildir. Ehl-i Sünnet’ten de aynı görüşte olanlar vardır.

Ebu Abdullah ibni Mendeh der ki: "Sahabe ve Tabiinden rivayet edildiğine göre onlar, mü'minlerin ruhlarının büyük bir havuzda olduğunu belirtmişlerdir." Bu bilgileri verdikten sonra, Ebu Abdullah ibni Mendeh anlatır: Bize Muhammed ibni Yunus, o da Ahmed ibni Asım'dan, o da Ebu Davud Süleyman ibni Davud'dan, o da Hemmam'dan, o da Katade'den, o da bir adamdan, o da Sa'id ibni Müseyyeb'den, o da Abdullah ibni Amr (radiyallahu anhuma ecmain)’den şöyle dediğini nakleder: "Mü'minlerin ruhları büyük bir havuzda toplanır. Kafirlerin ruhları ise Hadramevt'te Berhut denilen tuzlu, çorak bir arazidedir."

Hammad ibni Seleme, Abd’ul Celil ibni Atiyye'den, o da Sehr ibni Huşeb'den naklettiğine göre Ka'b, Abdullah ibn Amr (radiyallahu anhuma ecmain)’i insanlar etrafında toplanmış, ona soru sorarlarken görür. Soru soranlardan birine yaklaşarak: "Abdullah ibn Amr’a mü'minlerin ve kafirlerin ruhlarının nerede olduğunu sor!" der. Adam da bunu kabul edince, Abdullah ibn Amr'a sorar. Abdullah ibn Amr (radiyallahu anhuma ecmain) der ki: "Mü'minlerin ruhu büyük bir havuzdadır. Kafirlerin ruhu ise Berhut'tadır. (Berhut, Hadramevtte kafir ruhların içerisinde toplandığı bir kuyudur.)

İbni Mendeh der ki: "Bu hadisi Ebu Davud ve diğerleri Abdullah ibni Celil’den rivayet etmişlerdir. Sonra, Süfyan'ın Ferat el-Kazzaz'dan, o da Ebu Tufeyl'den, o da Ali (radiyallahu anh)'dan rivayet ettiği hadistir. Ali (radiyallahu anh) der ki: "Yeryüzünde en hayırlı kuyu Zemzem Kuyusu’dur. En şerli kuyu ise Hadramevt'te bulunan Berhut Kuyusu’dur. Yeryüzünün en hayırlı vadisi, Mekke Vadisi ve Adem (aleyhi selam)'ın yeryüzüne indiği Hind Vadisi’dir. Yeryüzünün en şerli vadisi ise Hadramevt'te kafir ruhların bulunduğu Ahkaf (rüzgarın oluşturduğu kum tepe) Vadisi’dir."

Yine İbni Mendeh: Hammad ibni Seleme Ali ibni Yezid'den, o da Yusuf ibni Mihran'dan, o da İbni Abbas (radiyallahu anhuma ecmain) yoluyla, Ali (radiyallahu anh)'dan şöyle dediğim nakleder: "Yeryüzünün en kötü yeri Hadramevt'teki içerisinde kafirlerin ruhları bulunan, gündüzleri bile, üzerine atılmış zehirden dolayı kanayan yaradan çıkan kan gibi simsiyah suyu bulunan Berhut denen bir Kuyu’dur."

İsmail ibni İshak el-Kadi de Ali ibni Abdullah'tan, o da Süfyan'dan, o da Eban ibni Tağlib'den şöyle dediğini nakleder: Adamın biri geldi ve: "Bir gece bu bölgede Berhut Vadisi’nde kaldım. İnsanların korkunç çığlıklar attığını ve: "ey Devme! ey Devme!" diye bağırdıklarını duydum. Eban derki: Ehli Kitab’dan biri bana, Devme'nin kafirlerin ruhlarıyla görevli melek olduğunu söyledi.

Süfyan de ki: "Bunu Hadramevt sakinlerine anlattık. Bize dediler ki: Hiç kimse orada geceleyemez."

Bu görüşle ilgili bildiğim şeyler bunlardan ibarettir. Abdullah ibni Amr (radiyallahu anhuma ecmain), genişliğine, güzelliğine benzeterek ruhların kalacağı yeri Cabiye'ye, yani büyük bir havuza benzetiyorsa bu yorum uzak değildir. Yok bundan bilfiil diğer yerler dışında sadece büyük havuzu kastediyorsa biz bunu bilemeyiz. Zaman bunu bize gösterir. Bu bilgiyi Abdullah ibni Amr (radiyallahu anhuma ecmain)’in Ehli Kitab'dan birinden almış olması muhtemeldir.” (İbni Kayyım, Kitab'ur Ruh, 145-147)

Hafız İbni Receb el-Hanbeli şöyle der: "Alimlerden bir grup kafirlerin ruhlarının Berhut Kuyusu’nda olması görüşünü tercih etmiştir. Onların arasında ashabımızdan Kadı Ebu Ya’la da yer alır ve bunu "el-Mutemed” isimli kitabında demektedir. Bu ise, (İmam) Ahmed’in açık sözlerine muhaliftir; (İmam Ahmed diyor ki) kafirlerin ruhları ateştedir. Berhut Kuyusu’nun altından Cehennem ile bir ilgisi vardır. Nasıl ki; "Deniz’in altı Cehennem’dir” diye rivayet edilmiştir. Doğrusunu Allah bilir!.” (İbni Receb, Ahval’ul Kubur ve Ahvalu Ehliha ile’n Nüşur, 196)

İbni Receb’in bu te’vili İmam el-Berbehari’nin sözleriyle de uyum içerisindedir. Çünkü o, denizin altındaki mağma ateşi ile Cehennem’in ateşi arasında bir ilgi kurmakta ve bu şekilde izah etmektedir. İmam el-Berbehari de kafirlerin ruhlarının Berhut Kuyusu’nda olduğunu, Berhut Kuyusu’nun ise Siccin’de olduğunu söyler.

Ölünün Ruhu Bedene Dönecek ve Kabir Sorgusuna Çekilecek

Ölünün kabirde oturtulacağına, Allah’ın ölünün ruhunu bedenine geri göndereceğine ve Münker ve Nekir (isimli sorgu melekleri) tarafından İman ve gerek(şartları, hüküm)lerine dair sorguya çekileceğine iman (etmek gerekir). Sonra hiçbir acı hissetmeksizin ruhu alınacak. Ölü, kendisini ziyaret etmeye gelen ziyaretçiyi tanır. Allah’ın dilediği şekilde; mü’min’e kabirde nimetler verilir, facire ise (kabirde) azab verilir.

Ruhu iade edilip kabirde oturtulup kabir sorgusuna çekileceği gibi bu haldeyken "Ölü kabrine konulduktan sonra oradan ayrılıp giden ehlinin ayak seslerini işitir.” (Buhari; Müslim; Ebu Davud; Nesai; Ahmed, Müsned)

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Sahihayn'da geçtiği üzere Bedir Günü, müşriklerden öldürülmüş Mekke liderlerinin isimlerini birer birer zikretmiş ve onlara hitaben "Rabbinizin size vaadettiğini hak buldunuz değil mi?" diye sormuştur. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) mezarlığa gittiğinde kabir ehline selam vermiş (Müslim; Ebu Davud; Nesai; İbni Mace; Malik, Muvatta) onlara: "Esselamu aleykum ya Ehl’ul Kubur! Yagfirullahı lena ve lekum entum selefuna ve nahnu bi’l eser" (Tirmizi; Ahmed, Müsned) diyerek hitab etmiştir.

İbni Abbas (radiyallahu anh)’dan nakledilen bir hadisde ise, tanıdığı mü’min bir kişinin mezarının yanından geçerken ona selam verdiğinde, kabirdeki onu tanır ve selamına cevap verir (Hafız İbni Abd’il Berr, İstiskar, 2/165) denilmeketdir. Bu hadisi Abdullah ibni Mübarek, İbni Abd’il Berr, Ebu’l Abbas el-Kurtubi, Hafız Abd’ul Hak el-İşbili, Şeyh’ul İslam İbni Teymiyye, İbni Kesir, Iraki, Zubeydi, Suyuti, Azımabadi ve Şevkani 'Sahih' olarak kabul etmişlerdir. İbni Kayyım bu konuda çokça nakilde bulunmuş ve şöyle demiştir: "Ölünün ziyaretçilerini tanıması tevatüren sabit olduğu gibi selef alimleri de bu konuda müttefiktirler." (Kitab'ur Ruh, 10) İbni Kesir de bunu dile getirir. (İbni Kesir, Tefsir, 6/325)

Kabir, Berzah ve Ahiret hayatına dair eserlerde buna benzer çok sayıda nakile yer verilmiştir. (İbni Ebi’d Dünya, el-Kubur; Kurtubi, Tezkire; İbki Kayyım, er-Ruh; İbni Receb el-Hanbeli, Ahval’ul Kubur; Suyuti, Şerh’us Sudur)

Bu ve bunun gibi diğer nakiller göstermektedir ki, Allah (azze ve celle), kabir ziyareti sırasında cereyan eden bu olaylarda ölüye işittirmektedir. Ölüyü tam olarak nasıl işittirdiğine dair açık, sağlam bir nakil bulunmadığı için bu durum bizler için gaybi bir hal almaktadır. Nass olmaksızın gaybi konularda görüş bildirmeden, nasıl olduğunu araştırmaksızın Allah’a havale ederiz.

Allah (celle celaluhu)’nun Musa (aleyhi selam) ile Konuştuğuna İman

Tur Günü, Musa ibni İmran (aleyhi selam) ile konuşanın Allah olduğuna, Musa’nın Allah’ın kelamını duyduğuna, (Musa’nın) işittiği sesin O’ndan olduğuna ve başkasından olmadığına iman (etmek gerekir). Herkim bundan gayrısını söylerse Azim olan Allah'a küfretmiştir.

Şeyh’ul İslam İbni Teymiyye şöyle der: "Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den, Sahabeler'den, Tabiin'den ve onlardan sonraki Ehli Sünnet alimlerinden Allah’ın çağırdığında ses ile çağırdığına dair çokca nakil vardır. Musa (aleyhi selam)’ı ses ile çağırdı ve Diriliş Günü’nde kullarını ses ile çağıracaktır. Vahyi ses ile konuşur. Seleften bir kişinin bile, Allah ses olmaksızın konuşur yada kelimeler olmaksızın (konuşur) dediği rivayet edilmemiştir ne de birteki bile Allah’ın ses ile ve kelimelerle konuştuğunu inkar etmiştir." (Mecmu'ul Feteva, 12/304-305)

Abdullah ibni Ahmed ibni Hanbel, babasından bu mevzuda şunları nakleder:

"Babama; Allah, Musa (aleyhi selam) ile konuştuğunda ses ile konuşmadığını söyleyen insanlar hakkında sordum. Babam (İmam Ahmed ibni Hanbel) ise şöyle dedi: Aksine, Rabbin ses ile konuştu. Bu (konudaki) hadisleri (bizden öncekilerden bize) nakledildiği şekilde (inkar etmeden, tevil etmeden) naklediyoruz." (es-Sünne, 532)

Abdullah ibni Ahmed yine şunu nakleder: Ebu Ma’mer el-Huzeli’nin şöyle dediğini işittim: "Allah’ın konuşmadığını (iddia eden), ve de duyduğunu, gördüğünü, kızdığını, memnun olduğunu (bazı sıfatları zikrediyor) inkar eden Allah’a küfretmiştir. Bir kuyu kenarında durduğunu görürseniz, onu kuyuya atın! İşte bu, Allah katında benim dinimdir çünkü onlar Allah’a küfretmişlerdir." (es-Sünne, 535)

İmam Acurri derki: "Allah bize ve size merhamet etsin! Bil ki; geçmişte ve şimdi, kalpleri hakikatten döndürülmemiş ve hakka hidayet ettirilmiş müslümanların sözü (şudur): Kur’an Kelamullah'dır (Allah’ın Kelamı'dır). Yaratılmamıştır zira Allah’ın ilmindendir. Allah’ın ilmi yaratılmamıştır. Allah bundan münezzehtir. Bu Kur’an, Sünnet, sahabelerin sözleri ve alimlerin sözleri ile ispatlanmıştır. Pis Cehmi dışında hiçkimse (bu prensibi) reddetmemiştir. Alimlerin görüşü Cehmiyye’nin kafir olduğu yönündedir." (Acurri, eş-Şeri’a, 75)

Her İnsana Akıl Verilmiştir ve Kendisine Verilen Akıl Uyarınca Amel Etmelidir

Akıl, insana doğumu ile verilir. Her insana Allah’ın dilediği kadar akıl verilir. Tıpkı gökyüzündeki zerre(lerin birbirinden farklı oluşu) gibi insanların akılları birbirlerinden farklıdır.

"Ashabımız der ki; Bir aklın başka bir akıldan daha kamil ve daha üstün olması mümkündür. Bunu Ebu Muhammed el-Berbehari, Ebu’l Hasan et-Temimi ve Kadı söylemiştir. Şeyhimiz (İbni Teymiyye) dedi ki: Ebu Muhammed (el-Berbehari) Şerh’us Sünne’de dedi ki: "Akıl, insana doğumu ile verilir. Her insana Allah’ın dilediği kadar akıl verilir. Tıpkı gökyüzündeki zerre(lerin birbirinden farklı oluşu) gibi insanların akılları birbirlerinden farklıdır. Her insandan Allah’ın ona verdiği akla uygun amel etmesi talep olunur." Şeyhimizin dedesi (Abdu’l Halim ibni Abd’us Selam) dedi ki: Ebu’l Hattab ve İbni Akil ise bir aklın diğerinden üstün olmasının caiz olmaması görüşüne yöneldiler. Bu ise –Kadı’nın nakletiğine binayen- Mutezile’nin ve Eşarilerin mezhebidir. Eşariler derki: İnsanların, "filanın aklı falanınkinden üstündür" şeklindeki sözlerine gelince bu sadece tecrübelere aittir çünkü tecrübeler akıl olarak adlandırılabilir. Bu fasid(geçersiz)dir." (el-Musvedde fi Usuli’l Fıkh, 560)

Her insandan Allah’ın ona verdiği akla uygun amel etmesi talep olunur.

Allah (celle celaluhu) akli yetisi olmayan kimseleri sorumlu tutmadığı gibi cezalandırmayacaktır da. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kalem (dinen sorumlu tutulmak), üç kişiden kaldırılmıştır: (Uykusundan) uyanıncaya kadar uyuyan kimseden, akıl-baliğ oluncaya kadar çocuktan, akli dengesi yerine gelinceye kadar deliden." (Buhari; Ebu Davud; Tirmizi; Nesai; İbni Mace; Ahmed, Müsned; Darimi; Hakim)

Akıl sonradan elde edilen birşey değildir aksine Allah’ın verdiği bir nimettir.

Allah Bazı Kullarını diğerlerinden daha Fazla Nimetlendirir ve bunu Tam bir Adalet ile Yapar

Bil ki; Allah, dünyevi ve dini işlerde bazı kullarını diğerlerinden daha üstün kılmıştır ve bu O’nun adaletindendir. (Ne, Allah kuluna) adaletsizlik (zulm) etti ne de haksızlık etti denilmez. Herkim Allah, mü’min ile kafiri aynı oranda nimetlendirir derse Bid'atçıdır. Aksine Allah; mü’mini kafire, itaatkarı asiye, Masum'u Mehzul'a üstün kılmıştır ve bu O’nun adaletindendir. Bu Allah’ın fazlıdır; dilediğine (dilediğince) verir ve dilediğini (dilediğince) ondan mahrum eder.

Masum; korunmuş, müdafa olunmuş manasında kullanılmaktadır.

Mehzul; çaresiz, terkolunmuş manasında kullanılmaktadır.

Müslümanlardan Samimi Nasihatı Gizleyen kimse Onlara İhanet etmiştir

Birr (iyi, takvalı) olsun facir olsun hiçbir müslümandan, dini meselelerde samimi nasihatı gizlemek Helal değildir. Gizleyen kişi müslümanlara karşı hıyanet etmiştir. Müslümana hıyanet eden dine de hıyanet etmiş olur. Dine hıyanet eden de, Allah’a, O’nun Rasulü'ne ve mü’minlere hıyanet etmiş olur.

"Nasihat", Arap dilinin en kapsamlı kelimelerinden biridir. Bazı dil bilimciler, Arapçada nasihat ile felah kelimeleri kadar dünya ve ahiret hayırlarını bünyesinde toplayan kelime olmadığını söylerler. Arap dilinde nasihat halislik, temizlik ve samimilik ifade eder. Nasihat sözünün manalarından biri hayır dilemektir ve bu hayır samimi ve halis olmalıdır. Aynı zamanda, öğüt vermek, iyi ve hayırlı işlere davet, kötü ve şer olan şeylerden nehyetmek, bir işi sadece Allah rızası için yapmak manalarında da kullanılır. Netice itibariyle nasihat; ihlas, samimiyet, sadakat ve itaat manalarını içermektedir.

Müslümana düşen Allah’a, Kitabına, Rasulüne, mü’minlerin yöneticilerine ve tüm müslamanlara karşı halis ve samimi olmaktır. Temim ed-Dari (radiyallahu anh)’dan rivayet olunduğuna göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Din nasihattır! Biz kendisine: Kimin için nasihattır? dedik. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem): Allah’a, Kitabı'na, Rasulü'ne, mü’minlerin yöneticilerine ve tüm müslamanlara (nasihattır) buyurdu." (Buhari; Müslim; Ebu Davud; Tirmizi; Nesai)

Allah, İşitir, Görür ve Bilir

Allah işitir, görür, işitir ve bilir. Her iki eli de açıktır.

Allah’ın sıfatlarıyla alakalı olarak özet olarak söylenecek şudur:

Allah’ın ve Rasulü’nün tasdik ettiği sıfatları bizler de tasdik ederiz. Sıfatın taşıdığı manaya iman ederiz. Yine iman ederiz ki bu sıfatın taşıdığı mana herhangi bir mahlukun taşıdığı sıfatın manasından farklıdır. Son olarak; bu sıfatın keyfiyyetini, nasıllığını ancak Allah bilir der ve Allah’a havale ederiz.

Allah yaratmadan önce, yaratdıklarının asi olacaklarını bilirdi. Allah’ın ilmi onların hepsine nüfuz eder. Allah’ın onlar hakkındaki ilmi, onları İslam'a hidayet etmesine mani olmadı. Allah onları keremi, cömertliği ve lütfu ile nimetlendirdi, hamd O’nadır.

Kişi Öldüğünde Üç Şeyden Biri İle Müjdelenir

Bil ki; biri öldüğünde ona verilen müjde üç çeşiddir: Denilir ki, "Ey Allah’ın sevimli kulu, müjdeler olsun sana Allah’ın rızası ve Cennet’i!.." Yada denilir ki: "Ey Allah’ın düşmanı, müjdeler olsun sana Allah’ın gazabı ve ateşi (Cehennemi)!.." Yada denilir ki: "Ey Allah’ın kulu, müjdeler olsun sana İslam’dan dolayı Cennet!.." Bu İbni Abbas (radiyallahu anhuma ecmain)’in sözüdür.

Diğer bir nüshada ise "İslam" sözü yerine "intikam" yazılıdır. Bu şekilde yazıldığında şöyle olur: "Ey Allah’ın kulu, müjdeler olsun sana intikamdan sonra Cennet!.." Burada "intikam" teriminin manası kişinin günahlarına göre Cehennem’de azap çektikten sonra Cennet’e dahil olmasıdır Allahu A'lem!..

Ruyetullah’ı İnkar Küfürdür

Bil ki; Allah Te'ala’yı Cennet’te ilk görecek olanlar körlerdir İbni Kesir, Tefsir, 2/531-538; el-İşbili, el-Akidetu fi Zikr’il Mevt, 118 sonra erkekler daha sonra kadınlar. Kendi gözleri ile (Allah’ı) göreceklerdir tıpkı Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin söylediği gibi:

"Şüphesiz ki sizler, bu ayı (ondördünde dolunay) gördüğünüz gibi Rabbinizi göreceksiniz ve O’nu görmekte, sıkıntı çekmeyeceksiniz." Buhari; Müslim; Ebu Davud; Abdullah ibni İmam Ahmed, es-Sünne, 4 de rivayet etmiştir.

Buna iman etmek Vacib, bunu inkar ise küfürdür.

Kelam; İnançsızlığa, Şüpheciliğe, Bidatçılığa, Sapkınlığa ve Kafakarışıklığına Yolaçar

Bil ki -Allah sana rahmet etsin!- dinde; zındıklık, küfür, şek (şüphe), bid'at, dalalet ve şaşkınlık kelam (ilmi) ve: kelam, cedel, münakaşa ve husumet ehli dışında bir sebepten zuhur etmemiştir. Allah:

"Allah'ın ayetleri konusunda inkar edenlerden başkası mücadele etmez." (Ğafir/Mü'min 40/4) buyurmasına karşın insanın münakaşa, husumet ve cedele cüret etmesi ne kadar da acayib(şaşılası birşey)dir. Sana düşen, Asarlara (nakillere) ve Asar (Hadis) Ehli'ne teslim olmak ve onlardan razı olmak, (kelamdan) kaçınmak ve (ilmin olmayan konularda) sükut etmektir.

Allah, Cezayı Hakeden Kullarını Cehennem’in İçinde Cezalandıracaktır, Cehmiyye’nin İnandığı Gibi Cehennem’in Yanında Değil

Allah’ın (cezayı hakeden) kullarını ateşin (Cehennem’in) içinde kelepçelerle, köstekler ve zincirlerle cezalandıracağına iman (etmek gerekir). Ateş (Cehennem) onların içlerinde, üstlerinde ve altlarında olacaktır. Halbuki Cehmiyye, onlardan Hişam el-Futi, Allah’ı(n) ve Rasulünü(n sözünü) inkar ederek, der ki: “(Şüphesiz), Allah onlara ateşin (Cehennem’in) yanında azab edecek!..”

Ebu Abdullah Hişam ibni Amr el-Futi (H228), Basra’lı olup, köken bakımından Şeybani’dir. Mutezili önderlerinden ve davetçilerindendir. Mutezile içerisinde kendi tabiilerine Hişami, ekolüne ise Hişamiyye denmiştir. Bağdadi bu fırkayı şu sözlerle takdim etmiştir: "Onun kader konusundaki sapıklıklarını, birtakım saçmalıklarını takib eder."

Meşhur Mutezili alimi(!) Ebu’l Huzeyl’in talebesi ve dostlarındandır. Şeyhleri arasında Nazzam ve Muammer ibni Abbad da bulunmaktadır. En meşhur talebesi Abbad ibni Süleyman es-Saymeri’dir. Abbasiler zamanında, Halife Me’mun döneminde yaşamıştır. Cenazesini Hanefilerden ve Mihne döneminin meşhur Mutezili başkadısı Ahmed ibni Ebi Duad’ın kıldırdığı kaydedilmektedir. Kendisine ait herhangibir eser ulaşmadığı için, görüşleri mezhepler tarihi alanındaki eserler aracılığıyla bizlere ulaşmıştır.

"Allah’ın Cehennem’in yanında, ateşin bizzat kendisi dışında birşey ile azab edeceği" görüşü gibi birçok batıl görüş sahibiydi. Allah’ı "Vekil" ismiyle çağırmayı yasaklamak amacıyla "Hasbunallahu ve Ni’me’l Vekil (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir)!" demeyi Haram kılmıştı. Allah’ın insanlara hidayet verdiğini yahut azdırdığını inkar ediyordu. Onun saçmalıklarınan biri de Osman (radiyallahu anh)’ın asilerce evinin muhasara altına alındığını zorla ve zorbaca öldürüldüğünü inkar etmesiydi. O, küçük bir topluluğun, muhasara olayı olmaksızın, onu gaflete düşürerek öldürdüklerini iddia ediyordu. Cennet ve Cehennem’in henüz yaratılmadığını iddia ediyordu. el-Futi, mezhebine karşı olanların, doğrudan veya hile ile öldürülmesinde, kafir saydıkları için mallarının zorla alınması ve çalınmasında bir sakınca görmemiş, onların canlarını ve mallarını Helal saymıştır.

Bağdadi el-Futi’nin saçmalıklarını listeledikten sonra sözlerini şöyle sonlandırır: "Şimdi Sünnet Ehli, bu el-Futi ve arkadaşları için: ‘Kanları ve malları müslümanlara Helaldir ve beşte bir ganimet düşer’ deseler, birşey gerekir mi? Üstelik onlardan birini öldüren kimseye ne Kısas, ne Diyet ve ne de Keffaret düşer. Aksine onu öldürene, Yüce Allah’ın katında yakınlık ve yüksek mertebeler vardır; bundan dolayı da Allah’a hamd olsun!"

Ebu Abdullah Hişam ibni Amr el-Futi ile alakalı bilgiler aşağıdaki kaynaklardan derlenmiştir:

İbni Hacer, Lisan’ul Mizan, 6/195; İbni Hazm, Kitab’ul Fasl fi’l Milel ve’l Ehva ve’n Nihal, 5/62; Bağdadi, Kitab’ul Fark Beyne’l Fırak ve Beyan’ul Fırkat’in Naciyeti Minhum, 96-100; Şehristani, el-Milel ve’n Nihal, 75-76; DİA, Hişam b. Amr, 18/151-152

Farz Namazlar Beş Vakittir, Sabit Namaz Vakitleri Vardır ve Seferi, Namazlarını Kasr ve Cem Edebilir

SÜTRE BABLARI

NAMAZ KILARKEN SÜTRE İTTİHAZ ETMENİN VÜCUBİYYETİ BABI

1) Sadakatu'bni Yesar, İbnu Umer (R.A.)'yu, şöyle derken işittiğini rivayet etti: Resûlullah (S.A.V.) "Sadece sütreye doğru namaz kıl" buyurdu. (Bu hadisi İbnu Huzeyme (800) Abdurrezzak (2305) Beyhaki (2/272) ve Hakim (1/251) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

SÜTREYE DOĞRU KILINMAYAN NAMAZIN

ŞEYTAN, EŞEK, HAYIZLI KADIN VE SİYAH KÖPEK

TARAFINDAN KESİLDİĞİ BABI

2)  Sehl -İbnu Hasme (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) sizden biriniz sütreye doğru namaz kılacağı vakit, sütreye yakın dursun ki, şeytan onun namazını kesmesin buyurdu. (Bu hadisi Ebu Davud (695) ve Hakim (1/251) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

3) Ebu Zer (R.A)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "Sizden biriniz namaza durduğu vakit, önünde deve semerinin arka kaşı kadar bir şey bulunursa, o kendisini sütreler. Önünde semerin arka kaşı kadar bir şey bulunmazsa bunun namazını eşek, kadın ve siyah köpek keser."                                                 ; Ravi Abdullah İbnu Samit der ki: "Ya Eba Zerr! Siyah köpeğin kırmızı köpekten, sarı köpekten farkı nedir ki?" dedim. "Ey kardeşimin oğlu! Bunu, senin bana sorduğun gibi bende Resûlullah'dan sordum:" "Siyah köpek şeytandır", buyurdu, dedi. (Bu hadisi Müslim (510) Ebu Davud (702) ve İbnu Huzeyme (831) rivayet etmişlerdir.)

RESÛLULLAH (S.A.V.) SAHRADA NAMAZ KILDIĞI VAKİTTE SÜTRE EDİNDİĞİ BABI

4) İbnu Umer (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) bayram günü (namaz için sahraya) çıktığı zaman (hizmetçisine) bir harbe taşımasını emrederdi. (Harbe namaza duracağında) karşısına dikilir, kendisi de ona doğru namaz kılar, halk da arkasında namaza dururlardı. Bunu sefere çıktığında da yapardı. (Resûlullah (S.A.V.)'in vefatından sonra) Halifelerde bunu âdet ittihaz ettiler. (Bu hadisi Buharı (494) Müslim (5O1) ve Ebu Davud (687) rivayet etmişlerdir.

MESCİD DAHİLİNDE DE SÜTRE İTTİHAZ EDİNİLECEĞİ BABI

5) Yezid İbnu Ebi Uheyd şöyle dedi: Selemet'ubnu Ekva ile (mescide) geldim. Mushaf sandığının olduğu direğin yanında namaza durdu. Dedim ki: "Ya Eba Müslim, seni hep bu direğin yanında namaz kılmağa çalıştığını görüyorum." Dedi ki: "Ben Resûlullah (S.A.V.)'i hep bu direğin arkasında namaz kılmağa çalıştığını gördüm." (Bu hadisi Buharı (502) ve Müslim (509) rivayet etmişlerdir.)

MESCİDİN İÇİNDE SÜTRE BULAMAYINCA BİR ASA DİKİLEREK ONA DOĞRU NAMAZ KILINABİLECEĞİ BABI

6) Yahya İbnu Ebi Kesir şöyle dedi: Enes İbnu Malik'i, Mescid'il-Harem'de bir asa dikerek ona doğru namaz kıldığını gördüm. (Bu hadisi İbnu Ebi Şeybe (1/277) sahih bir senedle rivayet etmiştir.)

MESCİDİN İÇİNDE SÜTREYE DOĞRU YOL BULAMAYINCA OTURAN BİRİSİNİN ARKASINI DÖNDÜRTEREK ONA DOĞRU NAMAZ KILMA BABI

7) Nafi'i şöyle dedi: İbnu Umer (R.A.) Mescid'in direklerinden birisini sütre edinmek için (oraya kadar gitme) imkânı bulamayınca, bana sırtını dön derdi. (Bu hadisi İbnu Ebi Şeybe (1/279) sahih bir senedle rivayet etmiştir.)

MESCİD'DE DİREKLERİN ARKASINDA, OTURANLARDAN DAHA ÇOK NAMAZ KILMAK İSTEYENLERİN HAK SAHİBİ OLDUKLARI BABI

8) Umer (R.A.)'dan, şöyle dedi: Namaz kılmak isteyenler, direklerin arkasında oturanlardan daha çok orada hak sahibidirler. (Bu hadisi Buharı (502) ve Beğavi (2/453) Ta'likan İbnu Ebi Şeybe (2/370) ve Humeydi ( ) Mevsulan sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

SÜTREYE DOĞRU NAMAZ KILMAYAN GÖRÜLDÜĞÜ ZAMAN  GÖREN TARAFINDAN  SÜTREYE  DOĞRU İTİLECEĞİ BABI

9) Muaviyetu'bnu kurre babasından rivayed ederek şöyle dedi. Umer (R.A.)'dan, iki direk arasında namaz kılan birini gördü. Adamı tutarak direğin birisine doğru itti ve ona (direğe) doğru namaz kıl dedi. (Bu hadisi Buharı (502) ve Beğavi (2/453) Ta 'likan ve İbnu Ebi Şeybe (2/370) Mevsulan sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

NAMAZDAKİ SÜTRENİN KEYFİYYETİNİN BEYANI BABI

10) Aişe (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.)'e, namaz kılanın sütresinden soruldu. "Semerin arka kaşı gibidir" buyurdu. (Bu hadisi Müslim (500) rivayet etmiştir.)

OTURAN VEYA UYUYAN BİR İNSANA DOĞRU SÜTRE KASDI İLE NAMAZ KILINABİLECEĞİ BABI

11) Aişe (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) geceleyin, kendisi ile kıblesi arasında ben, cenazenin uzanması gibi karşısında uzanmış olduğum halde (bana doğru) namaz kılardı. (Bu hadisi Buharı (512) ve Müslim (512) rivayet etmişlerdir.)

12) Nafi'i (R.A.)'dan, şöyle dedi: İbnu Umer (R. A.) Mescid'in direklerinden birisini sütre edinmek için (oraya kadar gitme) imkânı bulamayınca, "Bana sırtını dön" derdi. (Bu hadisi İbnu EbiŞeybe (1/279) sahih birsenedle rivayet etmiştir.)

HAYVANA DOĞRU SÜTRE KASDI İLE NAMAZ KILINABİLECEĞİ BABI

13) îbnu Umer (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) devesine doğru namaz kılar idi. Ravilerden İbnu Numeyr: "Resûlullah (S.A.V.) bir deveyi karşısına alarak namaz kıldı" dedi. (Bu hadisi Müslim (502) rivayet etmiştir.)

NAMAZ KILANIN SÜTREYE YAKIN OLACAĞI BABI

14) Sehl İbnu Sa'd es-Saidi (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.)'in musallası (yani secde ettiği yer) ile (kıble cihetinde ki) duvar (veya sütre edindiği şey ile) arasında bir davar geçebilecek kadar yer olurdu. (Bu hadisi Buharı (496) ve Müslim (508) rivayet etmişlerdir.)

İMAMIN SÜTRESİNİN CEMAATİN SÜTRESİ OLDUĞU BABI

15) İbnu Abbas (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) Mina'da insanlara namaz kıldırdığı sırada dişi bir merkebe binerek karşıdan geldim. Ben o zaman buluğ yaşına yaklaşmıştım. Safın önünden geçtim. Merkebi otlasın diye salıverdim, ondan sonra safa girdim, bu yaptığıma kimse ses çıkarmadı. (Bu hadisi Buharı (493) ve Müslim (504) rivayet etmişlerdir.)

NAMAZ KILANIN ÖNÜNDEN GEÇENİN GÜNAHKÂR OLDUĞU BABI

16) Bize Yahya İbnu Yahya tahdis edip dedi ki: Malik'in huzurunda okudum. O da, Ebu'n-Nadr'dan, o da Busr İbnu Said'den: Busr İbnu El-Hadramiyi Zeyd İbnu Halid El-Cuheni, namaz kılanın önünden geçen kimse hakkında Resûlullah 'dan ne duyduğunu haber vermesi için Ebu Cuheym El-Ensari'nin yanına gönderdi. Ebu Cuheym'de şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "Namaz kılanın önünden geçen kimse, üzerine ne kadar (günah aldığını) bilse idi. O namaz kılanın önünden geçmektense kırk (bilmem ne kadar zaman, yerinde) durması daha hayırlı olur." Ravi Ebu Nadr dedi ki: Kırk gün mü, ay mı yoksa sene mi dedi bilmiyorum. (Bu hadisi Buharı (510) ve Müslim (507) ve Malik (1/154) rivayet etmişlerdir.)

NAMAZ   KILANIN   ÖNÜNDEN   ISRARLA   GEÇMEK İSTEYENİN ŞEYTAN OLDUĞU BABI

17) Ebu Said el-Hudri (R.A.)'dan, Resûlullah (S.A.V.) şöyle buyurdu: "İçinizden birisi namaza durduğu zaman, önünden geçecek olan hiç bir kimseyi bırakmasın. Gücü yettiği nisbette onun geçmesine mani olsun. Eğer dinlemezse onunla doğuşsun. Çünkü o ancak bir şeytandır." (Bu hadisi Buhari (509) ve Müslim (505) rivayet etmişlerdir. )

NAMAZ  KILANIN  ÖNÜNDEN   GEÇMEK  İSTEYENİ MEN ETME BABI

18) Bize İbnu Hilal (yani Humeyd) tahdis edib şöyle dedi: Ben ve bir arkadaşım beraberce hadis müzakere ettiğimiz sırada hemen Ebu Salih es-Semman: Ben Ebu Said'den işittiğimi ve gördüğümü sana tahdis edeyim, dedi şöyle anlattı: Ben Ebu Said ile beraber bulunduğum sırada bir cum'a günü Ebu Said kendisini gelenden geçenden setr edecek bir şeye doğru namaz kılıyordu. Birden bire Ebu Muayt oğullarından genç bir adam geldi ve Ebu Said'in önünden geçmek istedi. Ebu Said'de göğsüne dokunub onu def etti. O genç etrafına bakındı fakat Ebu Said'in önünden başka geçecek (yol bulamadı. Dönüb yine (önünden) geçmeğe davrandı. Ebu Said birinci defakinden daha şiddetli bir surette onu göğsünden iterek def etti. Bu sefer karşısına dikilip Ebu Said'e sövdü. Sonra insanları sıkıştırarak çıkıb gitti. Mervan'ın yanına girdi. Ebu Said'in yaptığı muameleden şikâyet etti. Arkasından Ebu Said'de Mervan'ın yanına giı;di. Mervan ona: Şu kardeşin oğlu ile ne alıb veremiyorsun? Geldi senden şikâyet ediyor, dedi. Bunun üzerine Ebu Said şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.)'den işittim, buyuruyordu ki: "içinizden biri kendisini gelenden geçenden koruyacak bir sütreye karşı namaza durub da biri önünden geçmeye davranacak olursa onu göğsüne dokunarak def etsin, dinlemezse onunla doğuşsun etsin. Çünkü o ancak bir şeytandır. (Bu Hadis Buharı (509) ve Müslim (505) rivayet etmişlerdir.)

SÜTRE MEVZU'UNDA NAKL OLUNAN ZAYIF RİVAYETLER BABI

19) Abdullah İbnu abbas (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "Uyuyan ve konuşanın arkasında namaz kılmayın." (Bu Hadisi Ebu Davud (694) ve İbnu Mace (959) zayıf bir senedle rivayet etmişlerdir.)

Bu rivayetin zayıf oluşunun sebebi şudur ki: Ebu Davud'un rivayetinin senedinde iki ravi Mecburdur. İbnu Mace'nin rivayetinde ise Ebu'l-Mikdam Hişam İbnu Ziyad vardır ki, Hadis'de Metruk'dur. Ayrıyeten bu mevzuda yani uyuyan veya başka birisinin arkasında namaz kılınabileceğine dair Resûlullah (S.A.V.)'in amelinden Buhari ve Müslim'de delilimiz vardır. Bu Hadis'i Şerifi II numarada zikr ettik.

20) Ebu Hureyre (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "Sizden biriniz namaz kılacağında yüzü cihetine sütre edinmek için bir şeyler koysun. Eğer, koyacak bir şey bulamazsa, bir asa diksin. Eğer yanında asa'sı da yoksa, bir hat çizsin. Sonra önünden gelib geçenler ona zarar veremez." (Bu Hadisi Ebu Davud (689) ve İbun Mace (943) ve Abdurrezzak (2286) ve Beyhaki (2/271) zayıf bir senedle rivayet etmişlerdir.

Bu rivayetin zayıf olmasının sebebi ise, senedde Ebu Umer İbnu Muhammed İbnu Haris ve dedesi vardır ki: İkisi de Hadisde Mechul'dur.

İbnu Kudame "El-Muharrer" isimli eserinde bu rivayetin senedi Muddarib'dir diyor.

SAFF BABLARI

SAFLARI TESVİYE ETMENiN VUCUBİYYETİ BABI

1) Enes İbnu Malik (R. A.) 'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) "Saflarınızı düzeltiniz. Çünkü saffın düzgünlüğü namazın tamamındadır" buyururdu. (Bu Hadisi Buharı (723) Müslim (433) Ebu Davud (668) îbnu Mace (993) rivayet etmişlerdir.

2) Ebu Hureyre (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "Safı ikame ediniz. Çünkü safın ikamesi, namazın güzelliğindendir." (Bu Hadisi Buharı (722) ve Müslim (435) rivayet etmişlerdir.)

SAFLARDAKI DUZGUNSUZLÜĞÜN MÜSLÜMANLAR ARASINDAKİ   İHTİLAFLARIN   SEBEBLERİNDEN OLDUĞU BABI

3) Ebu Mes'ud (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) namazdan evvel omuzlarımıza dokunarak şöyle derdi: "Doğru durunuz, ayrı ayrı hizalarda durmayınız ki, kalbleriniz birbirine muhalefet etmesin. Akıl ve ilim sahibleri hemen arkamda, onlardan sonra gelenler daha arkada, daha sonra gelenler daha arkada dursunlar", buyurdu. Ebu Mes'ud: "Siz ise bugün son derece ihtilaf üzeresiniz" buyurdu. (Bu Hadisi Muslim (432) rivayet etmiştir.)

4) Nu'man İbnu Beşir R. A dedi ki: Resûlullah S.A.V i şöyle buyururken işittim: Ya saflarınızı düzeltirsiniz, ya da Allah'u Teala'nın yüzlerinizi ayrı ayrı şekillere çevireceğini muhakkak biliniz. Bu Hadisi Müslim (436) rivayet etmiştir.

CEMAATIN SAFLARI TESVİYE ETMESİNİ ÖĞRENENE KADAR İMAMIN SAFLARI TESVİYE EDECEĞİ BABI

5) Simak İbnu Harb'dan, (dedi ki:) Nu'man İbnu Beşir (R.A.)'dan işittim şöyle diyordu: Resûlullah (S.A.V.) saflarımızı, bir okçu yaptığı okları nasıl dümdüz ederse öylece dümdüz bir hale getirirdi. Bunu ta biz anlayıp layıkıyla öğreninceye kadar yaptı durdu. Nihayet günün birinde yine namaz kıldıracağında tam tekbir getirecekti ki, göğsü saf dan dışarıya çıkmış birini gördü. Bunun üzerine: Ey Allah'ın kulları! Ya saflarınızı düzeltirsiniz ya da Allah'u Teala'nın yüzlerinizi ayrı ayrı şekillere çevireceğini biliniz" buyurdu. (Bu hadisi Müslim (436) rivayet etmiştir.)

SAFLARI DÜZELTİRKEN İMAMIN CEMAATE YÜZÜNÜ DÖNMESİ BABI

6) Enes (R.A.)'dan, şöyle dedi: Namaz için kamet getirilmişti, Resûlullah (S.A.V.) yüzünü bize döndü: "Saflarınızı dosdoğru ve sımsıkı tutunuz. Hakikat ben sizi, arkamdan da görüyorum" buyurdu. (Bu hadisi Buharı (719) rivayet etmiştir.)

İMAMIN, ARKA SAFLARI TESVİYE ETMESİ İÇİN BİRİSİNİ TAYİN ETMESİ BABI

7) Nafi'den, (şöyle dedi:) Umer (R.A.) (namaza durmadan önce) safların tesviyesini emrederdi. Kendisine safların düzeltildiğini gelip haber verdikleri zaman tekbir alır (namaza dururdu. (Bu hadisi Malik (1/158) sahih bir senedle rivayet etmiştir.

8) Malik'in amcası Ebu Süheyl İbnu Malik babasından, şöyle rivayet ediyor. Şöyle dedi: "Usman İbnu Affan ile beraber olduğum bir sırada namaz için kamet getirildi. Ben ise Usmanla konuşuyordum. Bana da ayrıyeten "Sen de safta düzgün dur" desin diye. Ben usmanla konuşmaya devam ediyordum, o da nialleri ile taşları düzeltiyordu. Ta ki safları tesviye etmek için tayin ettiği kimseler gelib safların tesviye olunduğunu haber verdiler. Ve bana da saf da düzgün dur dedi ve tekbir getirdi." (Bu hadisi Malik (1/158) sahih bir senedle rivayet etmiştir.)

BİRİNCİ SAFIN FAZİLETİ BABI

9) Ebu Hureyre (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "Ön safdaki olan; (hayrı) bilse idiniz, veya bilselerdi. Kur'a atmak zaruri olurdu". (Bu hadisi Müslim (439) ve Buhari (721) rivayet etmişlerdir.

10) Cabir İbnu Semure (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) bizim yanımıza çıkmıştı. Buyurdular ki: "Meleklerin Rableri huzurunda saf tuttukları gibi, saf tutmaz mısınız?" Biz: "Ey Allah'ın Resulü, melekler Rableri huzurunda nasıl saf tutarlar?" dedik. Resûlullah (S.A.V.) "önceki safı tamamlarlar ve sık tutarlar" buyurdu. (Bu hadisi Müslim (430) ve İbnu Mace (992)

11) Ebu Hureyre (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "Erkeklerin en hayırlı safları ilkleri, sevabı en az olanları da geridekilerdir. Kadınların en hayırlısı safları geridekilerdir, sevabı en az olanları da öndekilerdir." (Bu hadisi Müslim (440) Ebu Davud (678) Tirmizi (224) ve Nesei (2/93) rivayet etmişlerdir.

12) Ebu Said El-Hudri (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) sahabelerinin namaz saflarında gerileyişlerini gördü de onlara hitaben şöyle buyurdu: İlerleyin de bana uyun. Sizden sonrakiler de size uysunlar. Bir takım kimseler vardır ki, (birinci saf dan) geri kala kala nihayet Allah'u Teala da onları geriletir. (Bu hadisi Müslim (438) ve Ebu Davud (678) rivayet etmişlerdir.)

BİRİNCİ SAFA İLİM VE AKIL SAHİHLERİNİN DURMAĞA DAHA ÇOK HAK SAHİBİ OLDUKLARI BABI

13) Ebu Mes'ud (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah   (S.A.V.)   namazdan   evvel   omuzlarımıza dokunarak şöyle derdi: " ........................... Akıl ve ilim sahibleri hemen arkamda, onlardan sonra gelenler daha arkada, daha sonra gelenler daha arkada dursunlar" buyurdu. (Bu hadisi Müslim (432) rivayet etmiştir.)

İLİM SAHİBİNİN BİRİNCİ SAFDAKİ BİRİSİNİ GERİYE ÇEKİP YERİNE DURABİLECEĞİ BABI

14) Kays İbnu Ubad 'dan, (şöyle dedi:) Bir defasında ben, mescidde ilk safda bulunuyordum. Arkamdan bir adam bini sertçe geriye çekti. Sonra benim yerime geçti. Nasıl namaz kıldığımı bilemedim. Namaz bitince birde ne göreyim beni geriye çeken adam Ubeyy İbnu Ka'b imiş. Bana şöyle dedi: "Delikanlı, Allah seni kötülüklerden korusun. Benim bu hareketim Resûlullah (S.A.V.)'in bize bir emridir. Bize kendi arkasına durmamızı emrederdi .......... (Bu hadisi Nesei (2/88) hasen bir senedle rivayet etmiştir. Ayrıyeten Şeyh Elbani Nesei'nin sahihinde (778) tahric etmiştir.)

SAFIN DÜZGÜN OLMASI NAMAZIN TAMAMINDAN OLDUĞU BABI

15) Enes Ibnu Malik (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) saflarınızı düzeltiniz. Çünkü safların düzgünlüğü namazıa tamammdadır. (Bu hadisiBuhari(732)Müslim (433)EbuDavud(668) ve îbnu Mace (993) rivayet etmişlerdir.)

SAFIN DÜZGÜN OLMASI NAMAZIN GÜZELLİĞİNDEN OLDUĞU BABI

16) Ebu Hureyre (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.)'den, buyurdu ki: "Saffı ikame ediniz. Çünkü safın ikamesi, namazın güzelliğindendir." (Bu hadisi Buhari (722) ve Müslim (435) rivayet etmişlerdir.)

SAFLARIN NASIL TESVİYE EDİLECEĞİ VE İLK YAPILACAK İŞİN SAFDAKİLERİN AYNI HİZADA OLACAĞI BABI

17) Ebu Mes'ud (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) namazdan evvel omuzlarımıza dokunarak şöyle derdi. "Doğru durunuz, ayrı ayrı hizalarda durmayınız." ........................ (Bu hadisi Müslim (436) ve Ebu Davud (664) rivayet etmişlerdir.)

SAFLARIN TESVİYESİNDE GÖĞÜSLERİNDE AYNI HİZADA OLACAĞI BABI

18) Simak İbnu Harb'dan, (dedi ki:) Nu'man İbnu Beşir (R.A.)'dan, işittim şöyle diyordu: Resûlullah (S.A.V.) saflarımızı bir okçu yaptığı okları nasıl dümdüz ederse öylece dümdüz bir hale getirirdi. Bunu ta biz anlayıp layıkıyla öğreninceye kadar yaptı durdu. Nihayet günün birinde yine namaz kıldıracağında tam tekbir getirecekti ki, "göğsü saf dan dışarıya çıkmış" birini gördü. Bunun üzerine: "Ey Allah'ın kulları! Ya saflarınızı düzeltirsiniz ya da Allah'u Teala'mn yüzlerinizi ayrı ayrı şekillere çevireceğini biliniz buyurdu. ( Bu hadisi Müslim (436) rivayet etmiştir.)

SAFLARIN SIKLAŞTIRILIP BOYUNLARINDA AYNI HİZADA TUTULACAĞI BABI

19) Enes İbnu Malik (R.A.)'dan (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "Saflarınızı sıklaştırın. Aralarını yakınlaştırın. Boyunlarınızı bir hizaya koyun. Nefsim elinde olan Allah'a yemin olsun ki, ben safın boş kalan aralıklarından şeytanın hazef gibi girdiğini görüyorum. Hazef: Hicaz taraflarında yetişen bir nev'i koyundur. (Bu hadisi Ebu Davud (667) ve Nesei (2/92) sahih birsenedle rivayet etmişlerdir.)

SAFLARIN   TESVİYESİNDE   OMUZLARINDA   AYNI HİZADA OLACAĞI BABI

20) Abdullah İbnu Umer (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "Saflarınızı ikame ediniz. "Omuzlarınızı hizalayın." Aralıkları kapatın ............... " (Bu hadisi Ebu Davud (666) Nesei (819) ve İbnu Huzeyme (1549) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

SAFLARIN TESVİYESİNDE OMUZLARI, DİZ KAPAKLARI VE AYAK TOPUKLARINI BİRBİRİNE BİTİŞTİRME BABI

21) Enes (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "Saflarınızı dosdoğru tutunuz, hakikat ben sizi, arkamdan da görüyorum." (Enes şöyle dedi:) Her birimiz omuzunu, yanındakinin omuzuna, ayağını yanındakinin ayağına yapıştırırdı. (Bu hadisi Buharı (725) rivayet etmiştir.)

22) Ebu Kasım El-Cedeli, Nu'man İbnu Beşir'i şöyle derken işittiğini rivayet ediyor: Resûlullah (S.A.V.) yüzünü insanlara döndürerek şöyle dedi: "Allah'a yemin ederim ki, ya saflarınızı dosdoğru tutarsınız, ya da Allah kalblerinizi birbirine çevirir. Nu'man İbnu Beşir (bu ikazdan sonra insanların) omuzunu, arkadaşının omuzuna, dizini arkadaşının dizine, topuğunu arkadaşının topuğuna yapıştırdığını gördüm" dedi. (Bu hadisi Ebu Davud (662) sahih bir senedle rivayet etmiştir.)

SAFLARI BİTİŞTİRENE ALLAH'IN VE MELEKLERİN DUA ETTİĞİ BABI

23) Aişe (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "Allah'u Azze ve Celle ve Melekleri, saflardaki aralıkları bitiştirenlere dua ederler." (Bu hadisi İbni Huzeyme (1550) hasen bir senedle rivayet etmiştir.)

SAFLARI  BİTİŞTİRENLERE  RESÛLULLAH  (S.A.V.) DUA EDİP BİTİŞTİRMEYENLERE DE BEDDUA ETTİĞİ BABI

24) Abdullah İbnu Umer (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: Saflarınızı ikame ediniz. Omuzlarınızı hizalayın. Aralıkları kapatın. Safa girmek isteyen kardeşlerinize yumuşak olunuz. Şeytanın girmesi için aralıklar bırakmayın. Ve kim safları bitiştirirse Allah ona rahmet etsin. Ve kim de bitiştirmez ise Allah'da ondan rahmetini kessin. (Bu hadisi Ebu Da vud (666) Nesei (819) ve İbnu Huzeyme (1549) sahih senedle rivayet etmişlerdir.)

ERKEĞİN   TEK   BAŞINA   SAF   OLAMAYACAĞI  VE SAFSIZ OLARAK KILMIŞ OLDUĞU NAMAZIN İADE ETTİRİLECEĞİ BABI

25) Vabise (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) saff gerisinde tek başına namaz kılan birini gördü. Ona namazını iade etmesini emretti. (Bu hadisi Ebu Da vud (682) Tir m izi (230) İbnu Mace (1004) Ahmed (4/23) İbnu Hibban (401) ve Beyhaki (3/105) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

KADINLARIN TEK BAŞINA SAF OLABİLECEĞİ BABI

26) Enes Ibnu Malik (R.A.)'dan, şöyle dedi:Ben ve yetim bizim evimizde Resûlullah (S.A.V.)'m arkasında  namaz  kıldık.   Annem  -Ümmü   Seleym  de-arkamızda yalnız başına (saff) yapmıştı.(Bu hadisi Buharı (727) rivayet etmiştir.)

BİR VEYA İKİ KiŞi HALiNDE İMAMIN NERESİNE DURULACAĞI BABI

27) Cabir (R.A.) Resûlullah (S.A.V.)'den şöyle nakletti: ........ Hadis'in burasına uzunca zikrettikten sonra şöyle dedi ....... Sonra gelib Resûlullah (S.A.V.)'in sol tarafında namaza durdum. Resûlullah (S.A.V.) eliyle beni tuttu ve sağ yanında dikeltinceye kadar döndürdü. Takiben Cebbar Ibnu Sahr geldi ve abdest aldı. Sonra gelib Resûlullah (S.A.V.)'in solunda namaza durdu. Resûlullah (S.A.V.) ikimizinde ellerimizi tutarak bizi arkasında dikeltinceye kadar geriye itti ........... (Bu hadisi Buharı (726) muhtasaran ve Müslim (3010) rivayet etmişlerdir.

28) Ubeydullah Ibnu Abdullah (R.H.)'dan şöyle dediği rivayet olundu: Gündüz ortası Ömer tbnu'l-Hattab'ın nafile namaz kıldığı bir esnada yanma girdim ve bende arkasında namaza durdum. Beni sağ hizasına getirinceye kadar kendisine yaklaştırdı. (Sonra kölesi) Yerf e gelince ben geriye doğru çekildim beraberce (Yerfe'yle Ömer'in) arkasında saf yaptık. (Bu eseri Malik (1/154) ve Beğavi Şerh de (3/384) rivayet etmişlerdir, isnadı ise sahihdir.)

İLLETEN BİNAYEN İMAMIN YANINA DURULACAĞI BABI

29) Aişe (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) hastalığı sırasında Ebu Bekre insanlara namaz kıldırmasını emretti. Ebu Bekr namaz kıldırıyordu ki: (Urve şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) nefsinde bir hafiflik bularak (cemaata) çıktı. Ebu Bekr insanlara namaz kıldırıyordu. Ebu Bekr Resûlullah (S.A.V.) geldiğini görünce yerini terkederek gerilemeğe başladı. Resûlullah (S.A.V.) yerinde kalması için işaret etti. Resûlullah Ebu Bekr 'in hizasında yanı başına oturdu. Ebu Bekr Resûlullah'ın namazını kılıyor, insanlar da Ebu Bekr'in namazını kılıyorlardı.    (Bu hadisi Buharı (683) rivayet etmiştir.)

DUVAR   VEYA   PERDE   ARKASINDANDA   İMAMA İKTİDA OLUNABİLECEĞİ BABI

30) Aişe (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) geceleyin odasında namaz kılıyordu. Odanın duvarı alçak olduğundan dışarıdan insanlar Resûlullah (S.A.V.)'in namaz kıldığını gördüler. Bazıları gelib Resûlullah iktida edip namaz kılmaya başladılar. Sabahleyin bunu herkese anlattılar. Bunu duyanlarda ikinci gece gelib, Resûlullah (S.A.V.)'m arkasında namaza durdular. Bunu iki veya üç gece yaptılar. Bundan sonra Resûlullah (S.A.V.) ayakta namaz kılmayı terkederek oturdu. Sabahleyin Resûlullah (S.A.V.) neden böyle yapıldığı soruldu. De ki: Gece namazının üzerinize farz olmasından korktuğum için yaptım dedi. (Bu hadisi Buhar i (729) rivayet etmiştir.)

İKİ DİREK ARASINDA SAF TUTMANIN YASAK OLDUĞU BABI

30) Muaviyetu'bnu Kurre, babasından şöyle rivayet etti: Kurre (R. A.) dedi ki: Biz Resûlullah (S.A.V.) zamanında (safları kestiği için) direkler arasına saf tutmaktan nehy olunurduk. (Tutan görüldüğü zaman da) şiddetle uzaklaştırılırdık. (Bu hadisi İbnu Mace (1002) İbnu Huzeyme (1567) îbnu Hibban (400) Hakim (1/218) Bey haki (3/104) Tayalisi (1073) ve Taberani kebirde (19/31) hasen bir senedle rivayet etmişlerdir.)

NAMAZ BABLARI

NİYYET BABI

1) Umer İbnu'l-Hattab (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: Ameller (in kıymeti) ancak niyyete göredir. Bir kimsenin niyyet ettiği ne ise eline geçecek olan da ancak odur. Artık her kimin hicreti Allah'a ve Resûlü'nün rızasına yönelmiş ise, onun hicreti Allah'a ve Resûlü'nedir. Her kim de nail olacağı bir dünyalığa veya evleneceği bir kadından dolayı hicret etmişse, onun hicreti de hicretine sebeb olan şeyedir. (Bu hadisi Buharı (l ) ve Müslim (1907) rivayet etmişlerdir.)

İZAH

Bu hadis'i şerif niyyetin, bütün ibadetlerde birer rükun olduğunun delilidir. İmam'ı Safi' ve onun gibi bazı imamların ifadesi ile niyyet İslâm'ın üçte biridir, bazılarına göre de dörtte biridir denilmiştir.

Niyyet; Halik'ı Kainat'a takdim edilen ibadetin ruhudur. Mahalli ise kalbdir. Lisan ve cevarihin amelleri ne olursa olsun, itibar kalbdeki niyyetedir. Hadis'i şerifin mânâsı ve varid oluş sebebi bunu açıkça ifade etmektedir.

"Muhacir'i Ümmü Kays"u denilen şahsın sevmiş olduğu kadın Mekke'den Medine'ye hicret edince, o da Ümmü Kays denilen bu kadınla evlenebilmek için, Mekke'den Medine'ye hicret eder. Zahiren Allah ve Resulü için hicret eder görünen bu şahsın kalbindeki niyyeti ise, Ümmü Kays ile evlenmekti. Her ne kadar, Mekke'den Medine'ye gelerek birçok meşakket çekmiş ise de Allah ve Resulü için hicret edenlerden olamamıştır. Esas niyyeti açığa çıktıktan sonra, herkes ona "Muhacir 'i Ümmü Kays" demeğe başlamıştır.

Niyyet; Allah'a takdim edilen ibadetteki, kalbin nasibidir. Kalb bundan mahrum edilir ve bu amel lisanla yapılmağa kalkışılırsa lisana vazifesi olmayan bir ibadet yüklenilmiş olur. Tabi' lisan bunu beceremiyeceği için ibadeti ifsad edecektir.

Niyyet; yapılacak ibadetin keyfiyeti ile zihni meşkul etmektir. Böylelikle yapılan ibadetten mütelezziz olunsun.

Niyyetin keyfiyeti: Telaffuz etmeden, kalbden eda edilecek ibadetin keyfiyetini düşünerek bütün azaları bu ibadete hazır etmektir.

Niyyetin teleffuz edilmesi bid'attır. Onun sünnet olduğu kabul etmekte başka bir bid'attır. Musallinin namaza başlarken lisanla yapmış olduğu ilk amel, Allah'u Ekber lafzı ile namaza başlamaktır. Tekbir bahsindeki Aişe hadisi buna delildir.

Şakik (R.H.) tbnu Mes'ud (R.A.)'nun şöyle dediğini rivayet etti. Kim bir şey taleb ederek hicret ederse ona taleb ettiği vardır (ve sonra devam ederek) dedi ki; adamın birisi Ümmü Kays denilen bir kadınla evlene bilmek için hicret etti (ondan sonra o kişiye) Muhaciru Ümmi Kays denilmeye başlandı. Bu esiri Taberani kebirde (8540) rivayet etmiştir. Heysemi Mecmau 'z-Zevaid'de 3/102 bu eserin ra vileriSahih 'in ricalidir demiştir.)

İFTİTAH TEKBİRİNİN VUCUBİYETİ BABI

3) Ebu Hureyre (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) (namazını beceremeyen adama, namazı tarif ederken) şöyle dedi: "Namaza kalktığın vakit ihram tekbirini al............" (Bu hadisi Buharı (793) Müslim (397) Tirmizi (303) Nesei (2/123) ve İbnu Mace (1060) rivayet etmişlerdir.)

4) Aişe (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) namaza Allah'u Ekber (lafzı) ile, başlardı. (Bu hadisi Müslim (498) rivayet etmiştir.) Bu hadis'i şerifler musallinin namaza başlarken telaffuz ettiği ilk kelimenin Allah'u Ekber lafzı olduğuna delildir.

5) Ali (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "Namazın anahtarı taharettir. Tahrimi tekbirdir. Ve tahlili de teslimdir." (Bu hadi si A h m ed (1/123/129) Ebu Da vud (61) Tirmizi (3) İbnu Mace (275) Safi (1/69) Darımı (1/138) Hakim (1/132) Tahavi (1/161) ve Beyhaki (2/173) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

(Tahrimi tekbirdir) sözünden maksad, Allah'u Ekber lafzını söyledikten sonra namazın haricindeki hareketler musalliye haram olur.

(Tahlili 'de teslim 'dir) sözünden maksad, selam verdikten sonra tekbirle musalliye haram olan her şey helal olur.

 

TEKBİRDE ELLERİN NE ZAMAN KALDIRILACAĞI BABI

Resûlullah (S.A.V.) ellerini, bazen "tekbirle beraber" kaldırırdı.

6) Malik İbnu'l-Huveyris (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) tekbir aldığı vakit ellerini kulakları hizasına vardırıncaya kadar kaldırırdı. (Bu hadisi Müslim (391) rivayet etmiştir.)

Resûlullah (S.A.V.) ellerini, bazen "tekbirden önce" kaldırdı.

7) Abdullah İbnu Umer (R.A.) şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) namaza durduğu vakit ellerini omuzları hizasına vardırıncaya kadar kaldırır, sonra tekbir alırdı. (Bu hadisi Müslim (390) ve Ebu Davud (722) rivayet etmişlerdir.)

Resûlullah (S.A.V.) ellerini, bazende "tekbirden sonra" kaldırırdı.

8) Ebu Kılabe, Malik İbnu'l-Huveyris'i, namaz kılarken gördüğünü haber vermiştir: Malik İbnu'l-Huveyris namaza durduğu zaman tekbir alır, sonra ellerini kaldırırdı ............. Sonra işte Resûlullah (S.A.V.) böyle yapardı diye tahdis etti. (Bu hadis Buhari (739) ve Müslim (391) rivayet etmişlerdir.)

ELLERİN KALKIŞ ESNASINDAKİ HALİNİ BEYAN BABI

9) Ebu Hureyre (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) (tekbir alıp) namaza girdiği vakit ellerini dik olarak kaldırırdı.(Bu hadisi Ebu Davud (73S) ve Tirmizi (239) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

10) Said İbnu Sem'an'dan, şöyle dedi: Biz Verik oğullarının mescidinde iken yanımıza Ebu Hureyre (R.A.) çıka geldi. Ve şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) üç şey yapardı ki, insanlar bunları terkettiler. Resûlullah (S.A.V.) namaza kalktığı zaman, (ravi) Ebu Amir (Ebu Hureyre (R.A.)'nun nasıl gösterdiğini tarif ederken) eliyle işaret ederek şöyle dedi:

(Tekbir için ellerini kaldırdığında) parmaklarını ne çok açardı. Ve ne de çok bitiştirirdi. Ve (sonra) dedi ki: Ebu Zi'bu da bize böyle gösterdi. (Bu hadisi Nesei (2/95) İbnu Huzeyme (459) Beyhaki (2/27) ve Hakim Müstedrekinde sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

ELLERİN NEREYE KADAR KALDIRILACAĞI BABI

Resûlullah (S.A.V.) ellerini, "omuzları hizasına" vardınncaya kadar kaldırırdı.

11) Abdullah İbnu Umer (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.)'in (namaz kılışım) gördüm. Namaza durduğu zaman, ellerini omuzlan hizasına vardırıncaya kadar kaldırırdı. (Bu hadisi Müslim (390) ve Ebu Davud (722) rivayet etmişlerdir.)

Resûlullah (S.A.V.) ellerini, bazen "kulakları hizasına" vardırıncaya kadar kaldırırdı.

12) Malik Ibnu'l-Huveyris (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) tekbir aldığı zaman, ellerini kulakları hizasına vardırıncaya kadar kaldırırdı. (Bu hadisi Müslim (391) ve Ebu Davud (726) rivayet etmişlerdir.)

Resûlullah (S.A.V.) ellerini, bazen de ‘kulakları üstü’ hizasına vardırıncaya kadar kaldırırdı.

13) Katade'nin rivayetinde ise şöyledir. Malik İbnu'l-Huveyris (R.A.) Resûlullah (S.A.V.)'i namaz kılarken görmüştür. Malik burada: Resûlullah (S.A.V.) ellerini kulaklarının üstü hizasına vardırıncaya kadar kaldırdı demiştir. (Bu hadisi Müslim (391) ve Ebu Davud (745) rivayet etmişlerdir.)

ELLERİ KALDIRIRKEN PARMAKLARI KULAK MEMELERİNE DEYDİRME RİVAYETİNİN ZAYIFLIĞI BABI

Elleri kaldırırken baş parmak uçlarını kulak memelerine deydirmenin, Resûlullah (S.A.V.)'in sünnetinde yeri yoktur. Sahih olan ise yukarıdaki hadislerde zikredilen üç şekildir. Baş parmak uçlarım kulak memelerine deydirenlerin delili ise, senedi "Münkatı" olan, aşağıda zikredeceğimiz "Zayıf Rivayet'tir.

14) Abdu'l-Cebbar İbnu Vail'den: Babasının şöyle rivayet ettiğini haber verdi: Babası dediki: Resûlullah (S.A.V.) namazda (el kaldırdığında) baş parmak uçlarını kulak memelerine değdirdiğini gördüm. (Bu hadisi Ebu Davud (737) ve Nesei (2/123) zayıf bir senedle rivayet etmişlerdir.)

İZAH

Bu rivayetin zayıf olmasının sebebi, rivayetin ravilerinden olan, "Abdu'l-Cebbar, İbnu Vail'in babasından hadis işitmeyişidir. İbnu Hacer "Takrib"de Abdu'l-Cebbar için babasından rivayeti Mürsel'dir diyor.

Ehlince ma'lumdur ki: Zayıf rivayet dinde hüccet değildir. Yani "Zayıf Rivayet "le amel olunmaz.

NAMAZIN KIYAMINDA SAĞ ELİ SOL KOL ÜZERİNE KOYMANIN VUCUBİYETİ BABI

15) Sehl İbnu Sa'd (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) (Resûlullah (S.A.V.)'in zamanında) insanlar namazlarında, sağ ellerini sol kollarının üzerine koymakla emrolunurlardı.(Bu  hadisi Buharı  (740)   ve  Malik  (1/159)  rivayet etmişlerdir.)

16) İbnu Abbas (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: Biz Enbiya'lar topluluğu, suhur'u geciktirmekle, iftarda acele etmekle ve namazda da sağ ellerimizle sollarımızı tutmakla emrolunduk. (Bu hadisi İbnu Hibban (1761) ve Taberani Evsatta (1/100) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.) .

17) İbnu Mes'ud R.A. dan, (şöyle:) (bir gün) sol elimi sağ elimin üstüne koyduğum bir halde namaz kılıyordum Resûlullah beni (bu halde) görünce, sağ elimi alıp sol elimin üzerine koydu. Bu Hadisi Ahmed () ve Ebu Da vud (755) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.

NAMAZDA ELLERİ SAĞ SOLUN ÜSTÜNDE GÖĞSÜN ÜZERİNE KOYMA BABI

18) Hulbu't-Tai (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.)'i namazdan çıkarken, önce sağına sonra soluna selam verdiğini ve bunları (yani elleirini) göğsüriün üzerine koyarken gördüm. Yahya bunu, sağı solun üstünde mafsal üzerine koymak olarak tavsif etti. (Bu hadisi Ahmed (5/226) hasen bir senedle rivayet etmiştir.)

19) Vail İbnu Hucr (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) ile namaz kıldım. Sağ elini, sol elinin üstünde göğsünün üzerine koydu. Bu hadisi Ibnu Huzeyme (479) Beyhaki Süneninde (2/30) ve Bezzar hasen bir senedle rivayet etmişlerdir.

20) Tavus mürsel olarak Resûlullah (S.A.V.)'den şöyle rivayet ediyor. Resûlullah (S.A.V.) namazda sağ elini sol elinin üstünde sıkıca tutarak, göğsünün üzerine koydu. (Bu hadisi Ebu Davud (759) hasen bir senedle rivayet etmiştir.)

ELLERİN GÖĞSÜN ÜZERİNDEKİ KEYFİYETİNİN BEYANI BABI

21) Sehl İbnu Sa'd (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) (Resûlullah (S.A.V.)'in zamanında) insanlar namazlarında, sağ ellerini sol kollarının üzerine koymakla emrolunurlardı. (Bu hadisi Buhari (740)   ve Malik (1/159) rivayet etmişlerdir.)

22) Asım İbnu Kuleyb'den, şöyle dedi: Babam bana tahdis etti ki: Ona da Vail haber vermiş. Vail İbnu Hucr şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.)'in nasıl namaz kıldığını görmek için ona baktım. Namaza kalktı. Ellerini kulakları hizasına kadar kaldırarak tekbir getirdi. Sonra sağ elini sol elinin üzerine, bileğinin üzerine ve dirseğine yakın olarak koydu. (Bu hadisi Ahmed (4/318) Nesei (2/126) ve İbnu Huzeyme (480) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

NAMAZDA  ELLERİ  GÖBEĞİN   ALTINA BAĞLAMANIN SAHİH OLMADIĞI BABI

Namazda elleri göbeğin altına bağlama ameli, senedi zayıf olan bir rivayete dayanmaktadır. Hancfilerin ameli bu zayıf rivayet üzeredir. Halbuki Hanefi ulemasından, Umdet'ul-Kari sahibi Ayni ve Nasbu'r-Raye sahibi leyle'i (R. H.) bu rivayetin isnadının sahih olmadığına kaildirler. İleride zikredeceğimiz gibi hadis ulemasının cumhuru da bu rivayetin zayıflığında ittifak etmişlerdir. Resûlullah (S.A.V.) sabit olan amel, elleri göğsün üzerine koymaktır.

Hanefilerin delilleri olan zayıf rivayetler şunlardır.

23) Ebu Cuheyfe'den, (şöyle dedi:) Ali (R. A.) namazda sünnet olan, sağ eli sol elin üzerinde göbeğin altına koymaktır dedi. (Bu hadisi Ahmed (1/110) ve Ebu Davud (756) zayıf bir senedle rivayet etmişlerdir. )

1) Bu hadis Ebu Davud'un İbnu'l-Arabi nüshasından başka nüshalarında sabit değildir. Ve senedinde, Abdurrahman İbnu İshak El-Kufi El- Vasili vardır. Ebu Davud, ahmed İbnu Hanbel'in İshak için zayıf dediğini işittim dedi. Ebu Talib, Ahmed İbnu Hanbel'den naklederek İshak hiç bir şey değildir, hadisi münkerdir dedi. Edduri, İbnu Main'den, İshak zayıf dır dedi.

İbnu Saad, Ya'kub İbnu Süfyan, Ebu Davud, Nesei ve İbnu Hıbban, İshak için zayıfdır dediler. Buhari "fihi nazar" (onda şübhe vardır) dedi. İbnu Huzeyme, İshak'ın hadisiyle amel olunmaz dedi. Ebu Hatim, İshak'ın hadisi münkerdir, onunla amel olunmaz dedi. Beyhaki, İshak hadis de metruk'tur dedi.

2) Ve yine senedinde, Ziyad İbnu Zeyd El-A'sem El-Kufi vardır ki: Ebu Hatim onun için meçhuldür dedi. Ziyad 'in Ebu Davud'da bir tek hadisi vardır. O da yukarıda Ali (R. A.)'dan olan rivayetidir.

Yine onların delillerinden başka bir zayıf rivayet.

24) Ebu Vail'den, şöyle dedi Ebu Hureyre (R. A.) namazda ellerin vaziyeti, biri öbürkünün üzerinde göbeğin altına koymaktır dedi. (Bu hadisi Ebu Davud (758) zayıf bir senedle rivayet etmiştir.) Bu rivayetin senedinde de Abdurrahman ibn İshak vardır. Terceme'i hâlini yukarıda zikrettik.

Yine onların delillerinden başka bir zayıf rivayet.

25) İbnu Cerir, babasından Ali (R.A.)'nun sağ eli ile sol bileğini tutarak göbeğinin üzerine koyarken gördüğünü haber verdi, (Bu hadisi Ebu Davud (757) zayıf bir senedle rivayet etmiştir.)

Bu rivayetin senedinde de Ali (R.A.)'dan rivayet eden Cerir Ed-Dabbi vardır ki. Ali (R.A.)'dan rivayeti bilinmiyor.

Yukarıda görüldüğü gibi, Meşhur Hadis âlimlerinin ittifıakı ile, Hanefılerin delili olan "göbek altına veya üstüne" el bağlama rivayeti zayıfdır. Ve bu rivayet ile amel edilemiyeceği açık bir gerçektir.

Ebu Hanife (R.H.) tabi olduklarını iddia eden arkadaşlara, İbnu Abidin haşiyesinde, Ebu Hanife (R.H.) isnad edilen şu sözü hatırlatmakta faide görürüz. (1/63) "Hadis sahih oldumu işte benim mezhebim odur." Aklı selim olan kişiye, İmam'ının bu sözü kâfidir.

İHRAM TEKBİRİ İLE KIRA’AT ARASINDA NE OKUNACAĞI BABI

26) Ebu Hureyre (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) namaz başlangıçlarında iftitah tekbiri aldığı zaman kıra'attan evvel biraz sükut ederdi. Dedim ki: "Yâ Resûlallah! Anam babam sana feda olsun, tekbir ile kıra'at arasındaki şu sukutunda, ne yaptığını bana haber verir misin?" dedim. Şöyle derim buyurdu.

Allahumme baid beyni ve beyne hatayaye kema baadte beyne'I-meşrikı ve'I-mağrib.

Allahumme nakkini min hatayaye kema yunakka's-sevbu'l-ebyadu mine'd-denes.

Allahümm'e-ğsilni min hatayaye bi's-selci ve'I-mai ve'l-bered.

Ey Allah'ım! Benimle hatalarımın arasını uzaklaştır. Tıpkı doğu ile batının arasını uzaklaştırdığın gibi.Ey Allah'ım! Beni hatalarımdan temizle. Tıpkı beyaz elbisenin kirden temizlendiği gibi.Ey Allah'ım! Beni hatalarımdan, karla, su ile ve soğuk su ile yıka.(Bu hadisi Buharı (744) Müslim (598) Ebu Da vud (781) ve Nesei (2/129) rivayet etmişlerdir.)

Farz namazlarda okunan İftitah dualarından birinde bu duadır ki: Halkın okuya geldiği Subhaneke'nin farzlarda okunacağına hiç bir delil yoktur. Yukarıdaki hadis'i şerifin istidlal vechi ise, Ebu Hureyre (R.A.) Resûlullah (S.A.V.) tekbirden sonra sukut etteğini söylemekle, görmüş olduğu sukutun farz bir namaz olduğu zahirdir. Zira nafile kılmış olsa idi kıra'atı sırrı olurdu.

27) Aişe (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) namaz başlangıçlarında iftitah tekbiri aldığı zaman şöyle derdi:"Subhaneke'llahumme ve bihamdike ve tebareke'smuke ve teala cedduke ve la ilahe ğayruk." Ey Allah'ım! Seni hamdin ile tesbih ve tenzih ederim. İsmin mübarektir. Azametin yücedir. Ve senden başka ilah yoktur. (Bu hadisi Ebu Davud (776) Tirmizi (243) Nesei (2/132) İbnuMace (804) Ahmed (3/50) Pare Kutni (1/1 12) ve Hakim (1/235) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

28) Enes (R.A.)'dan, (şöyle demiştir:) Bir zat, (yapmış olduğu hareketli yürüyüşten) nefesi sıkıştırmış olarak geldi ve safa dahil oldu. Müteakiben: "Elhamdu lillahi hamden kesiran tayyiben mübareken fih" Allah'a, hayrı çok ve devamlı bol bol hamd olsun, dedi: Resûlullah  (S.A.V.)   namazını   bitirince:   "Şu   kelimeleri söyleyen, hanginizdi?" diye sordu. Cemaat sukut etti. Resûlullah (S.A.V.) tekrar: "O sözleri söyleyen hanginizdi?" Zira kötü bir şey demiş değil buyurdu. Bunun üzerine cemaatten birisi: (Cemaata yetişmek için hızlı yürüdüm) Beni nefesim sıkıştırdı da (soluyarak) geldim ve (cemaate yetiştiğim için) o kelimeleri söyledim dedi. Resûlullah (S.A.V.): "Vallahi on iki melek gördüm ki, bu sözü hangisi Hakkın huzuruna çıkaracak diye birbirleriyle yarış ediyorlardı" buyurdu. (Bu hadisi Müslim (600) ve Ebu Davud (763) rivayet etmişlerdir.)

KIRAAT'TAN ÖNCE TEAVVÜZ'ÜN VUCUBİYYETİ BABI

29) Kur'ân okuyacağın zaman, o koğulmuş şeytandan Allah'a sığın.

30) Ebu Said El-Hudri (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) gece namazına (rivayette namaza) kalktığı zaman tekbir alır: Sonra (iftitah duasının okur ve kıraattan   önce)   .....  Euzü   billah's-semi'i-1-alimi min'e-ş- şeytan'i-r-racim min hemzihi ve nefhihi ve nefsih derdi. Hakkın rahmetinden kovulmuş şeytandan, onun vesvesesinden, kuruntusundan, büyüsünden, Semi'i (her şeyi işiten) ve Alim (her şeyi bilen) Allah'a sığınırım. (Bu hadisi Ebu Da vud (775) Tirmizi (242) İbnu Mace (807) İbnu Hibban (1771) Dare-Kutni (1/298) ve Hakim (1/235) hasen bir senedle rivayet etmişlerdir.)

BESMELENİN GİZLİ OKUNACAĞI BABI

31) Enes İbnu Malik (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) Ebu Bekr, Umer ve Usman ile namaz kıldım hiç birisinin Besmele'yi açıktan okuduğunu duymadım. (Bu hadisi Buharı (743) Müslim (299) Tirmizi (244) Ahmed (3/264) ve Nesei (2/264) rivayet etmişlerdir.)

Aişe (R.A.)'dan (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) kıraatini EI-Hamdu Lillah ile açardı. (Bu hadisi Abdurrezzak Cami'inde () rivayet etmiştir. El Kenz (22050))

Besmelenin sırrı gizli okunma mes'elesi Şafi'iler hariç bütün mezhebler arasında ittifak edilmiş bir mes' eledir. Bununla beraber, bazıları bazı rivayetlere dayanarak Besmelenin sesli okunacağı kanaatini savunmaktadırlar. Biz burada bunun münakaşasını yapacak değiliz. Sadece faideli gördüğümüz birkaç noktayı zikretmeyi münasib gördük.

Ma'lumdur ki: Enes (R.A.) Resûlullah (S.A.V.)'in Medine'ye gelişinden vefatına kadar, Resûlullah (S.A.V.)'e hizmet etmiş. Hadarda ve seferde, hatta haceti için bile gittiği vakit yanında su götürerek Resûlullah (S.A.V.)'den ayrılmamıştır. Hicabdan önce hane'i saadete bile rahatlıkla girib çıkardı. Enes (R.A.)'nun bu refakatına rağmen hiç mümkün müdür ki, Resûlullah (S.A.V.)'in besmeleyi cebrettiğini duymasın. Ve yine Ebu Bekr, Umer ve Osman (R.A.)'un arkalarında namaz kıldığını da ifade etmesi mes'elemizi ayrıca te'yid eder.

Ibnu Teymiye (R. H.) diyor ki: İlim ehli ittifak etmişlerdir ki, Besmelenin açıktan okunacağına dair sahih bir nas yoktur. Fakat senedi sahih olmayan rivayetler mevcuddur. Sa'lebi diyor ki: Dare Kutni (R.H.)'a Besmelenin cehri söylenib söylenmeyeceğine dair sorulduğunda, şöyle cevab verdi. Besmelenin açıktan söyleneceğine dair Resûlullah (S.A.V.) sahih bir rivayet varid olmamıştır. Fakat sahabelerden ise sahih olanda vardır zayıf da.(Sülasiyatı müsnedi İmam Ahmed 204)

32) İbnu Abbas (R.A.)'dan, şöyle dedi: Allah Resulü (S.A.V.) Bismillahirrahmanirrahimi (sesli) okuduğu zaman müşrikler alay ederek Muhammed Yemame'nin efendisini (Müseyleme'yi) anıyor, Müseyleme er-Rahman, er-Rahim ismiyle tesmiye olunuyordu. Bu âyet indikten sonra Allah Resulü Besmele'nin açıktan okunmamasını emretti. (Bu hadisi Taberani 'Kebirde ( ) ve Evsat'ta rivayet etmiştir. Heysemi Mecmauz'Zevaid'de (2/108) ravileri sağlam, raviler demiştir.)

33) Aişe R.A.  dan (şöyle dedi:) Rasulullah (S.A.V.) kıratı, El-Hamdu Lillah ile açardı. (Bu Hadis'i Abdurrezzak Cami'inde ( ) rivayet etmiştir. El-Kenz (22050))

HER REK'ATTE FATİHA'YI OKUMANIN VUCUBİYYETİ BABI

34) Ubade't-İbnu es-Samit (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "Her kim ki, "Fatiha't-ul-KitabV okumazsa önün namazı yoktur." (Bu hadisi Buharı (756) Müslim (394) Ebu Davud (822) Tirmizi (247) Nesei (2/137) ve İbnu Mace (837) rivayet etmişlerdir.)

35) Ubade't-İbnu es-Samit (R.A.)'dan, şöyle dedi: Bir sabah namazında Resûlullah (S.A.V.)'in arkasında idik. Resûlullah (S.A.V.) Kur'ân okurken, kıra'ati ona ağırlık verdi. Namazdan bitince (cemaata hitaben) zannedersem sizler imamınızın arkasında (Kur'ân) okuyorsunuz dedi? Biz de evet ya Resûlallah hızlıca (size yetişe bilmek için okuyoruz) dedik. Resûlullah (S.A.V.) imamınızın arkasında "Fatiha'dan" başka bir şey okumayın, zira "Fatiha'yı" okumayanın namazı yoktur" dedi. (Bu hadisiAhmed (5/316/322) Ebu Davud (823) Tirmizi (311) Nesei (2/141) Buharı Cüz'ünde (60/226) Dare Kutni (l/318)İbnuHibban (1776) Hakim (l/238)BeyhakiSüneninde (2/164) veKıra'atta (98) îbnu EbiŞeybe (1/373) ve Tahavi (1/215) hasen bir senedle rivayet etmişlerdir.)

36) Reca îbnu Hayve'den, şöyle dedi: Bir gün Ubade't-İbnu es-Samit (R.A.)'nun yanı başında namaz kılıyordum ki, imamın arkasında (Fatiha'yı) okuduğunu duydum. Namazı kıldıktan sonra, dedim ki: "Ya Eba Velid, sen imamla olduğun halde arkasında (Fatiha'yı) okuyor musun? dedi ki: Yazıklar olsun sana (Fatiha'sız) namaz yoktur (bilmez misin?) (Bu hadisi Abdurrazzak (2771) hasen bir senedle rivayet etmiştir.)

Ubade't-İbnu es-Samit İbni Kays İbni esram Ibni Fihr Ibni Sa'lebe el-Ensari el-Hazreci: Birinci ve ikinci akabe biatında hazır bulunanlardandır. Bedr, Uhud ve Hendek dahil Resûlullah (S.A.V.)'in iştirak ettiği bütün gazalarda hazır bulunmuştur. Muhammed İbnu Ka'b el-Kurazi, Allah Resûlü'nün zamanında Ensar'dan beş kişi Kur'ân'ı ezberlemişlerdir. Bunlar Muaz îbnu Cebel, Ubade't-İbnu es-Samit, Ubey İbnu Ka'b, Ebu Eyyub ve Ebu'd-Derda (R.A.) diye haber vermiştir. Aynı zamanda Ubade't-İbun es-Samit (R.A.) Resûlullah (S.A.V.)'in zamanında, Eshab'ı Suffa'ya Kur'ân öğretirdi. Müslümanlar, Şam'ı feth edince Hz. Umer (R.A.) kendisini müslümanlara Kur'ân ve Fıkıh öğretmesi için Şam'a yollamıştır. Evzai (R.H.) Filistin'e tayin olunan ilk kadı Ubade't-İbnu es-Samit (R.A.)'dır dedi. Sahih olan kavle göre, Ubade't-İbnu es-Samit (R.A.) Filistin'in Rumeyle kasabasında hicri otuz dört senesinde yetmiş iki yaşında iken vefat etmiştir.

37) Enes tbnu Malik (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) (bir gün) ashabına namaz kıldırdı. Namazdan bitince, yüzünü ashabına çevirerek dedi ki: İmam okuduğu halde siz de (arkasında) namazlarınızda okuyor musunuz? Hepsi sukut ettiler. Resûlullah (S.A.V.) bu sorusunu üç kere tekrar etti. Birisi dedi ki: Veya birkaçı dediler ki: Evet Yâ Resûlullah biz bunu yapıyoruz. Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: Bunu yapmayın. Sizden biriniz imamın arkasında, içinden olmak üzere sadece "Fatiha'yı" okusun. Bu hadisi Buharı Cüz'ünde (224) Dare-Kutni (1/340) Tahavi (1/218) Abdurrezzak (2765) Beyhaki Kitab 'ul-Kıra 'atta (121) Süneninde (2/166) Hatib (13/176) Ebu Ya'la ve Taberam 'Evsafta Mec-Mauzzevaid (2/110) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

Enes İbnu Malik (R.A.) Resûlullah (S.A.V.)'in Medine'ye hicretle şeref verdiklerinde, annesi Ummü Suleym tarafından Allah Resulüne hediye olarak verilir. Hatta rivayette naklolunmaktadır ki: Resûlullah (S.A.V.) Medine'ye şeref verdiklerinde her kes Allah Resûlü'ne (S.A.V. )'e bir hediye takdim eder. Hediye edecek hiç bir şeyi olmayan Ummü Suleym ise, Enes'i kolundan tutarak Allah Resûlü'nün huzuruna varır der ki: Yâ Resûlullah benim başkaları gibi size takdim edecek hiç bir şeyim yok. Fakat bu oğlum Enes'dir kendisini hizmetinize kabul buyurun der.

Enes (R.A.) o esnalarda on yaşlarında bulunuyordu. Allah Resûlü'nün âhirete irtihaline kadar, hadarda, seferde, haceti için bile gittiğinde yanında su taşıyarak yanından ayrılmadan Sahib'i Risalete hizmet etmiştir.

38) Ebu Hureyre (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "Fatiha" okunmayan namaz yeterli değildir. Dedim ki: (Peki Yâ Resûlullah) eğer imamın arkasında olursam? dedi ki: Elimden tutarak "Fatiha'yı" içinden (kendi kendine) oku buyurdu. (Bu hadisi İbnu Huzeyme (490) ve İbnu Hibban (1780) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

39) Ebu Hureyre (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: Her kim ki namaz kılar da o namazında "Ümmü'I-Kur'ân'ı" okumazsa, o namaz güdüktür sonra güdüktür, (yani) tamam değildir dedi. (Müslim'in rivayetinde ise bu sözü üç kere tekrar etti şeklinde gelmiştir.)

(Ravi diyor ki:) Bunun üzerine dedim ki: "Ya Eba Hureyre! İmam sesli okuduğunda nasıl yapayım? "Fatiha'yı" içinden okursun" dedi. Zira ben Resûlullah (S.A.V.) işittim ki: Şöyle buyurdu. Allah'u Teâla buyurdu ki: Ben "Fatiha'yı" benimle kulum arasında yarı yarıya taksim ettim. (Yarısı benim yarısı kulumundur.) Ve kulumun istediği onundur.

"Kul,   Elhamdu   lillahi   Rabbi'l-alemin   dediği   zaman Allah'da: Kulum bana hamd etti der. Kul, Errahmanirrahim dediği zaman, Allah'da: Kulum beni sena etti der. Kul, maliki yevmiddin dediği zaman, Allah'da: Kulum beni temcid etti (ve bir defada: Kulum bana tefyiz eyledi) dedi. (Ve buraya kadar benim.) Kul iyyake na'budu ve iyyake neste'in dediği zaman, Allah: Bu kulumla benim aramda ve kulumun istediği hakkıdır der. Kul İhdina's-sırata'l-mustekim sıratallezine en'amte aleyhim ğayri'l-meğdubi aleyhim ve-la'd-da-lin dediği zaman, Allah: İşte bu kulumundur ve kulumun istediği hakkıdır" buyurur. (Bu hadisi Müslim (395) Ebu Davud (821) İbnu Mace (838) Malik (1/84) İbnu Huzeyme (489) İbnu EbiŞeybe (1/375) İbnu Hibban (l 775) Buharı Cüz 'ünde (l 5/68/65/72) Abdurrezzak (2767) Ebu A vane (2/138) Beyhaki Süneninde (2/38) ve Kibul Kıraat 'da (52) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

40) İbnu Umer (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "Her kim ki "Fatiha't-uI-Kitab'ı" okumazsa onun namazı yoktur."(Bu hadisi Beyhaki Kitab 'ul, Kıraatta (86/87/88) sahih bir senedle rivayet etmiştir.)

41) İbnu Cureyc'den, şöyle dedi: Bana Nafi'i, İbnu Umer (R.A.)'nun farz namazlarından "Fatiha" okumadık hiç bir rek'at bırakmadığını haber verdi.(Bu hadisi A bdurrezzak (2625) sahih bir senedle rivayet etmiştir.)

42) Abdullah İbnu Amr (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "Fatiha't-ul-Kitab'ın" okunmadığı her namaz güdüktür, güdüktür. (Bu hadisi İbnu Mace (841) Ahmed (2/204/215) Buhari Cüz 'ünde (l 4) ve Beyhaki Kitab 'ul-Kıraat 'ta (84/85) hasen bir senedle rivayet etmişlerdir.)

43) Abdullah İbnu Amr (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) (ashabına hitaben) benim arkamda olduğunuz halde (Kur'ân) okuyor musunuz diye sual etti? (Sahabeler) dediler ki: Evet Yâ Resûlullah sür'atli bir şekilde okuyoruz. (Bu cevab üzerine) Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: (İmamın arkasında) "Fatiha'dan" başka bir şey okumayın. (Bu hadisi Buhari Cüz' ünde (57) ve Beyhaki Kitab'ul-Kıraatta (l 38) hasen bin senedle rivayet etmişlerdir.)

44) Yezid İbnu Şerik'den, (şöyle dedi:) Umer İbnu'l-Hattab (R.A.)'ya dedim ki: İmam'ın arkasında iken "Fatiha'ul-Kıtab'ı" okuyabilir miyim? Evet okursun dedi. Ve tekrar dedim ki: Sen okuduğun halde de mi Yâ Emir'el-Mu'minin? dedi ki: "Evet ben okusam da" buyurdu. (Bu hadisi Buharı Cüz'ünde (45) Beyhaki Sünen'inde (2/167)Hakim (1/239)DareKutni(1/218) Tahavi(1/218) ve Abdurrezzak (2776) Hasen bir senedle rivayet etmişlerdir.)

45) Abdullah İbnu Abbas (R.A.)'dan, (Tavus'a) şöyle dediği (nakledildi) imamın arkasında, sesli veya sessizde okusa, sakın "Fatiha't-ul-kitab'ı" okumayı bırakma dedi. (Bu hadisi İbnu Ebi Şeybe (1/373) Abdurrezzak (2773) ve Beyhaki Kitab'ul-Kıraat'ta (175) hasen bir senedle rivayet etmişlerdir).

Sahabelerden ve Tabi'inden ehli ilmin ekserisinin ameli bu hadisler üzeredir.

Sahabelerden, Umer İbnu'l-Hattab, Ali İbnu Ebi Talib, Aişe Bintu Ebi Bekr, Ebu Hureyre, Enes İbnu Malik, İbnu Abbas, İbnu Umer, İbnu Mes'ud, Muaz İbnu Cebel, Ubey İbnu Ka'b, Ubade't-İbnu es-Samit, Abdullah İbnu Amr (R.A.) daha isimlerini zikretmediğimiz birçok sahabe vardır ki, onları rivayetleri ile "Fatiha" hakkındaki, risalemizde zikrettik.

Mezheb imamlarından: Malik İbnu "Enes, Abdullah İbnu'l-Mübarek, Şafi'i, Ahmed ve İshak, imamın arkasında "Fatiha'nın" okunacağı görüşündedirler.

Hatta hadis imamlarından, Buhari ve Beyhaki kitaplarındaki hadislerle iktifa etmeyerek bu mevzuda müstakil birer risale yazmışlardır. Bu risalelerin ikisi de, Pakistan'da basılmıştır.

Hanefilerden, Umde'tu-1-Kari sahibi "Ayni" diyor ki: Arkadaşlarımızdan bazıları, ihtiyaten bütün- namazlarda "Fatiha'nın" okunmasını hoş görmüşlerdir. Bazıları da sadece sırri olan namazlarda okunacağı görüşündedirler.

Hidaye sahibinin naklettiğine göre, Ebu Hanife'nin talebelerinden, Muhammed İbnu Hasen eş-Şeybani'den de imamın arkasında sırri olan namazlarda Fatiha'nın okunacağına dair rivayet vardır.

Bu hadisi şerifler "Fatiha'nın" namazın rükünlerinden bir rüknü olduğuna delildir. Ve hadis umumi ifadesiyle münferiden, imam ve me'mum olarak namaz kılan her kişiye şamildir. Hadisi şeriflerde de görüldüğü gibi mes'elenin münakaşa götürecek hiç bir tarafı yoktur, zira sahabelerin Resûlullah (S.A.V.) naklettikleri ve kendilerinin nasıl anlayıb amel edişleri yukarıda zikredildi. Bu gün gibi açık nasların karşısında daha hâlâ taassub göstererek itirazda bulunmak Resûlullah'ı kendisine imam edinen kişiye yaraşmasa gerek.

Maa'zalike Mezheb ulemasından bazısı içtihad ve meselemiz ile alakası olmayan deliller getirerek, sahih delile ve bununla amel eden ehli ilme muhalefet etmişlerdir.

Muhalefet edenlerden bazısı, "Fatiha'nın" sadece imamın arkasında sırri olan namazlarda okunacağına kaildir. Bazısı da sırri ve cehri imamın arkasında kılınan namazların hiç birisinde de okunmayacağına kaildirler.

Biz burada nasıl ve ne şekilde ihtilaf edildiğini anlatacak değiliz. Bize düşen nassları serdetmekti, bu mevzuda fazla ma'lumat isteyen "Fatiha" hakkındaki risalemize müracat edebilirler.

FATİHAYI ÂYET ÂYET KESEREK OKUMA BABI

46) Ummu Seleme (R.A.)'dan, şöyle dedi: (Veya bunun gibi bir kelime söyledi). Resûlullah (S.A.V.)'in kıra'at-i (şöyle idi) Bismillahirrahmanirrahim - Elhamdu lillahi rabbilalemin -Errahmanirrahim - Maliki yevmiddin - diye âyet âyet keserek (okurdu). (Bu hadisi Ebu Davud (4001) ve Sehmi tarih Cürcanda (104) sahih bir senedle rivayet etmiştir.)

47) Ummu Seleme (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) kira'atini (âyet âyet) kesik ederdi. Elhamdu    lillahi    rabbilalemin    der    durur,    sonra Errahmanirrahim der durur ve Meliki yevmiddin olarak okurdu. (Bu hadisi Tirmizi (1466) ve Ahmed (6/302) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

TE'MİN BABI

48) Ebu Hureyre (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "İmam âmin dediği zaman arkasından sizde âmin deyiniz. Çünkü her kimin âmin demesi meleklerin âmin demesine muvafakat ederse geçmiş günahları mağfiret olunur. Hadisin ravilerinden olan İbnu Şihab: Resûlullah (S.A.V.) âmin derdi, demiştir.) Bu hadis'i Buhari (780) Müslim (410) ebu Davud (936) ve Tirmizi (250) rivayet etmişlerdir. Bu hadisi şerif, imam ve me'mum'un cehri olan namazlarda âmin lafzım sesli olarak söyleyeceklerini beyan eder.

AMİN DERKEN SESİN YÜKSELTİLİB VE UZATILACAĞI BABI

49) Vail İbnu Hucr (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) Ve'lad-daalliin i okuduktan sonra âmin derdi. Ve (derken) sesini de yükseltirdi. (Bu hadisi Ebu Davud (932) Tirmizi (248) ve İbnu Mace

(855) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

50) Vail İbnu Hucr (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah   (S.A.V.)'i   "Gayri 'I-mağdubi   aleyhim   ve 'la'd-daallin"i okuduktan sonra âmin dedi. Ve (âmin derken) sesini uzattığını işittim. (Bu hadisi Buhari Cüz'ünde (209) Tirmizi (248) veAhmed (4/316) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

ÂMİN DERKEN ÂMİN SESİNDEN MESCİDİN İNLEYECEĞİ BABI

51) İbnu Cureyc, Ata'dan (rivayet ediyor ki:) Ata'ya dedim ki: İbnu Zübeyr fatihadan sonra Amin der miydi? Ata dedi ki: Evet derdi. Arkasında olanlarda derdi. Hatta Amin sesinden mescid inlerdi dedi. Ve sonra şübhesiz Amin duadır dedi. Ebu Hureyre, İmam kendisinden evvel kalkmış olarak mescide girdiğinde, (İmama seslenerek) beni Amin'de geçme derdi. Bu hadisi Buhari ta'likan (bab/III) Abdurrazzak (2640) Safî (1/76) ve Beyhaki (2/59) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.

YAHUDİLERİN   İMAM'IN   ARKASINDA  SÖYLEDİĞİMİZ AMİNİ HASED ETTİKLERİ BABI

52) Aişe R.A. dan, (şöyle dedi:) Nebiyyu S.A.V. buyurdu ki: Yahudiler sizin hiç bir şeyinize hased etmemişlerdir, selam ve âmin sözüne hased ettikleri gibi. Ahmedin rivayetinde ise: İmamın arkasında söylediğimiz, âmin sözüne (hased ettikleri gibi.) (Bu hadisi Buhari Cüz'ünde (988) Ahmed (6/135) ve İbnu Mace (856) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

FATİHA'DAN SONRA Kİ KIRAAT'IN BEYANI BABI

53) Ebu Hureyre (R.A.) şöyle dedi: Her namazda kıraat vardır. Resûlullah (S.A.V.)'in bize duyurduklarını biz de sizlere duyuruyoruz, bizden gizlice okuduklarını biz de sizlerden gizli okuyoruz. Her kim Ummu'l-Kur'ân'ı okursa bu, ona yeter. Her kim bundan fazla okursa o, daha faziletlidir. (Bu hadisi Buhari (772) ve Müslim (396) rivayet etmişlerdir.)

İLK İKİ REK'ATTE FATİHA'DAN SONRA BİRER SURE VE SON İKİ REK'ATTE İSE SADECE FATİHA'NIN OKUNACAĞI BABI

54) Abdullah İbnu Ebi Katade babası Ebu Katade'den, (şöyle demiştir:) Resûlullah (S.A.V.) öğle ve ikindi namazlarının ilk iki rek'atlarında Fatihatu'l-Kitab ile birer sure okur idi. Ve bazen (gizli okuduğu) âyeti bize işittirirdi. Son iki rek'atlarda ise (yalnız) Fatihatu'l-Kitab'ı okurdu. (Bu hadisi Buharı (776) ve Müslim (451) rivayet etmişlerdir.)

 

BİRİNCİ REK'ATİN İKİNCİ REK'ATTEN DAHA UZUN OLACAĞI BABI

55) Abdullah İbnu Ebi Katede babası Ebu Katade'den, (naklederek şöyle demiştir.) Resûlullah (S.A.V.) öğle namazının ilk iki rek'atlarında "Fatihatu'l-Kitab" ile birer sure okur idi. Son iki rek'atlarda ise (sadece) "Fatihatu'l-Kitab'ı" okurdu. (Bazen gizli okuduğu) âyet'i bize işittirirdi. Birinci rek'atını ikinci rek'atından daha uzun yapardı. İkindi ve sabah namazıda böyle olurdu. (Bu Hadisi Buharı (776) ve Müslim (451) rivayet etmişlerdir.)

YALNIZ NAMAZ KILARKEN REK'ATLARIN HEPSİNDE FATİHA'DAN SONRA SURE OKUNABİLECEĞİ BABI

56) Nafi'i den, İbnu Umer (R.A.)'nun, yalnız namaz kıldığı zaman namazın dört rek'atının hepsinde, "ÜMMÜ'L-Kur'ân'ı" ve akabinde Kur'ân'dan bir sure okuduğunu haber verdi. (Bu Hadisi Malik (1/79) sahih bir senedle rivayet etmiştir.)

KUR'ÂN'I EZBERLEYEMEYEN KİŞİNİN NASIL YAPMASI GEREKTİĞİ BABI

57) Abdullah İbnu Ebi Evfa R.A. dan, şöyle dedi: Resûlullah S.A.V. e birisi gelib şöyle dedi: Ya Resulellah ben kur'an'dan hiç bir şey ezberleyemiyorum bana kıraatimin yerine geçecek birşey öğret ondan. Resûlullah S.A.V. buyurdu ki: Sübhanallah, ve'I- hamdu lillahı, ve la ilahe illallahu ve'llahu ekber, ve la havle ve la kuvvete illa billah'İI - aliyyi'l - a/im, dersin, dedi...... (Bu Hadisi Ebu Da vud (832) ve İbnu Huzeyme (544) hasen bir senedle rivayet etmişlerdir.)

ÖĞLE VE İKİNDİ NAMAZLARINDAKİ KIRAAT BABI

58) Ebu Katade (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resulullah (S.A.V.) Öğle ve ikindi namazlarının ilk iki rek'atlarmda "Fatihatu'l-Kitab'ı" ve birer sure okur, bazen de bize (sırren okuduğu) âyet'i duyururdu. Son iki rek'atlarda ise sadece "Fatihatu'l-Kitab'ı" okurdu. (Bu hadisi Beğavi (592) Buhari (759) ve Müslim (451) rivayet etmişlerdir.)

59) Ebu Said El-Hudri (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resulullah (S.A.V.) öğle namazının ilk iki rek'atının her bir rekatında otuz âyet kadar okur idi. Son iki rek'atlarda ise on beşer âyet kadar yahut bunun yarısı kadar. İkindi namazının ilk iki rek'atının her bir rek'atında on beş âyet kadar okurdu. Son iki rek'atlarda ise bunun yarısı kadar okurdu. (Bu hadisi Müslim (452) rivayet etmiştir.)

ÖĞLE VE İKİNDİ NAMAZLARININ KIRAATLARININ SİRRİ OLACAĞI BABI

60) Ebu Ma'mer den, şöyle dedi: Habbab İbnu'1-Eret (R.A.) ya dedim ki: Resulullah (S.A.V.) öğle ve ikindi namazlarında okur muydu? "Evet" dedi: Ona "Peki okuduğunu neyden anlardınız!" dedim. "Sakalının oynamasından" dedi. (Bu hadisi Buhari (761) rivayet etmiştir.)

AKŞAM NAMAZINDAKİ KIRAAT VE ONUN CEHRİ OLACAĞI BABI

61) Abdullah İbnu Abbas (R.A.)'dan, şöyle dedi: (Bir defa anam) Ümmü'1-Fadl bintu'l-hadis, Ve'I-Murselati Urfen sûresini okuduğumu işitti. Bana dedi ki: "Ey yavrucuğum! Bu sûreyi okumakla bana Resûlullah (S.A.V.)'in bir akşam namazında en son olarak işittiğim okuyuşunu hatırlattın." (Bu hadisi Buharı (763) ve Müslim (462) rivayet etmişlerdir.)

62) Muhammed İbnu Cubeyr İbni Mut'im den, o da babası Cubeyr (R.A.)'dan, rivayet etti. Cubeyr (R.A.) şöyle dedi: Ben Resûlullah (S.A.V.)'in akşam namazında Ve'tturi sûresini okuduğunu işittim.

YATSI NAMAZINDAKİ KIRAAT VE ONUN CEHRİ OLACAĞI BABI

63) Abdullah İbnu Bureyde den, o da babası Bureyde (R.A.)'dan, şöyle rivayet etti. Bureyde (R.A.) şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) yatsı namazında, Veşşemsi ve Duhaha'yı veya onun gibilerini okurdu. (Bu hadisi Tirmizi (309) Nesei (2/173) ve Ahmed (5/355) hasen bir senedle rivayet etmişlerdir.)

CEMAATE NAMAZ KILDIRILACAGINDA NAMAZIN HAFİF TUTULACAĞI BABI

64) Cabir İbnu Abdullah (R.A.)'dan, şöyle dedi: Muaz İbnu Cebel her defa Resulullah'ın arkasında (yatsı) namazını kılar sonra kavmine (yâni Seleme oğullarına) gelir, onlara imamlık yapardı. Bir gece Resûlullah (S.A.V.) ile beraber yatsıyı kıldı. Sonra kavmine gelip, onlara imam oldu. Suretu'l-Bakara'dan başlayıp okumaya girişti. Bunun üzerine cemaatten bir kimse selam verip ayrıldı, sonra namazı yalnız başına kılıb çıktı. Namazdan sonra o kimseye: Ey fulan! Sen münafık mı oldun? dediler. O da: Hayır, münafık değilim. (Hele sabah olsun) Vallahi, Resûlullah (S.A.V.) huzuruna muhakkak gideceğim ve ona mutlaka bunu haber vereceğim dedi. Ertesi gün Resûlullah (S. A. V.)'e geldi ve şunları söyledi. "Yâ Resûlullah! Biz su çeker develer sahibiyiz. Bütün gün işimiz başında didiniriz, (yatsı olunca gelib namaz kılarız) Muaz sizinle birlikte yatsıyı kıldı sonra geldi ve bize imam olup Suretu'l-Bakara'dan başlayıb okumağa kalktı." Bunun üzerine Resûlullah (S.A.V.) Muaz'a dönüb: "Yâ Muaz! Sen dinden nefret ettirici misin! Fulan sûreyi oku, f ulan sûreyi oku!" buyurdu.

Sufyan der ki: Amre: Ebu'z-Zubeyr bize Cabir'den tahdis etti ki: Resûlullah (S.A.V.) Veşşemsi ve Duhahe'yı. Ve'dduha'yı, Ve'1-leyli iza yağşe'yı, Ve sebbih isme Rabbike'l-a'la'yı oku buyurmuştur, dedim. Bunun üzerine Amr: İşte bunlar gibi sûreler, cevabını verdi. (Bu hadisi Buharı (701) ve Müslim (465) rivayet etmişlerdir.)

Bazıları bu hadis'i şerif de zikredilen kıyamda ki tahfifi ruku'da, ruku'dan sonra ki i'tidal'da, secde'de ve iki secde arasında da yapılacağını zannederek namazlarını ibtal edib başkalarını da ibtal ettirmektedirler. Binaenaleyh, din düşmanlarının namaz bir idmandır diyerek bu azim ibadetle istihza etmelerine sebeb olunmaktadır. Zira o şekilde kılınan namaz da beden eğitiminden de başka bir şey değildir. İleride rüku ve secde bahsinde bu mevzuya temas edilecektir.

SABAH NAMAZINDAKİ KIRAAT VE ONUN CEHRİ OLACAĞI BABI

65) Ebu Berze (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) sabah namazında altmış ile yüz âyet kadar okurdu dedi. (Bu hadisi Müslim (461) rivayet etmiştir.)

66) Cabir Ibnu Semure (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah     (S.A.V.)     sabah     namazında,     Kaf ve'1-Kur'âni'l-mecid sûresini okurdu. Sabah namazından sonraki namazlarını daha hafif kıldırırdı.(Bu hadisi Müslim (458) rivayet etmiştir.)

İMAMA RUKUDA YETİŞENİN REKATININ OLMADIĞI BABI

67) Ebu Hureyre (R.A.)'dan: Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "Namaz için kamet getirildiğinde sakın namaza koşarak gelmeyin. Namaza yavaş yavaş sekinetten ayrılmayarak geliniz. İmama (kavuştuğunuz yerde ona uyun) yetişebildiğinizi onunla kılın, yetişemediğiniz kısımda (kendiniz) tamamlayın." (Bu hadisi Buhari (636) ve Müslim (602) rivayet etmişlerdir.)

Bu hadisi şerif imama nerede yetişilirse yetişilsin yetişemediği kısmın memun tarafından tamamlanacağına delalet eder.

A'rac (R. H.) Ebu Hureyre'nin şöyle dediğini rivayet etti: imama kıyamda kavuşmadan (ki yapılan rüku o rekatın için) yetirli değildir. (Bu eseri Buharı kıraatu helfel-1-imam isimli cüzünde (131) hasen bir senedle rivayet etmiştir.)

69) Abdurrahman İbnu Hürmüz (R.H.)'dan, şöyle dedi: Ebu Said el-Hudri dedi ki: Sizden biriniz Ummu'l-Kur'an'ı (Fatihayı) okuman rüku etmesin (zira o rekat tamam değildir). (Bu eseri Buhari kıraat u halfel-İmam isimli eserinde (133) hasen bir senedle rivayet etmiştir.)

RUKU'YA GİDİLECEĞİ ZAMAN ELLERİ OMUZLAR HİZASINA VARDIRINCA YA KADAR KALDIRMA BABI

70) Salim babası Abdullah (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.)'i namaza başladığı zaman, ruku'a gitmezden evvel ve birde ruku'dan doğrulduğu zaman ellerini omuzları hizasına vardırıncaya kadar kaldırdığını gördüm. İki secde arasında (ellerini) kaldırmazdı. (Bu hadisi Buhari (735) Müslim (390) Ebu Davud (721) Tirmizi (255) Nesei (2/126) ve İbnu Mace (858) rivayet etmişlerdir.)

Ruku'a giderken ve ruku'dan kalkarken el kaldırma hadisi Resûlullah (S. A. V.)' den sabit olan bir ameldir. Bu Ümmetin âlim'lerinin cemi'si bu amelin subutunda ve tatbikinde ittifak etmişlerdir. Sadece Ehli-Rey muhalefet ederek bütün Ümmetin ittifakından ayrılmışlardır.

Bu hadisi Allah Resûlullah'dan elliye yakın sahabe rivayet etmişlerdir. Buhari Ehli Rey'in bu muhalefetine dayanamıyarak bu mevzuda "Refu'I-yedeyn fi'ssalat" namazda elleri kaldırma diye bir risale te'lif etmiştir. Bu Risale Pakistan'da basılmıştır.

Bu hadisi rivayet eden sahabelerden bazıları şunlardır. İbnu Umer, Malik İbnu'l-Huveyris, Enes İbnun Malik, Vail İbnu Hucr, Ebu Hureyre, ebu Humeyd es-Saidi, Ebu Bekr, Umer İbnu'l-Hattab, Usman İbnu Affan, Ali İbnu Ebi Talib, Sehl İbnu Sa'd, Muhammed İbnu Mesleme, Ebu Katade, Cabir İbnu Abdullah, İbnu Abbas, Umeyr İbnu Habib, Ebu Musa el-Eşari, Ebu Useyd, Abdullah İbnu Zubeyr, Ebu Said, Ümmü Darda, bizim şu ana kadar toparlaya bildiğimiz bu kadar Allah nasib ederse bu mevzuda bir risale yazmayı düşünüyoruz.

RUKU'DA ELLERİN DİZKAPAKLARIN ÜZERİNE KONULACAĞI VE BUNUN EMİR OLDUĞU BABI

71) Ebu Ya'fur, Mus'ab İbnu Sa'd-ı şöyle derken işittiğini rivayet etti: Babamın yanında namaz kıldım, (rüku'da) avuçlarımı bir birine bitiştirib iki baldırımın arasına koydum. (Bu hareketimi gören) babam beni bundan nehyetti. Dedi ki: Biz bunu yapıyorduk. Fakat sonra bunu yapmaktan nehyolunduk. Ve ellerimizi diz kapakların üzerine koymakla emrolunduk. (Bu hadisi Buharı (790) ve Müslim (535) rivayet etmişlerdir.

72) Abbas İbnu Sehl'den, şöyle dedi: "Ebu Humeyd, Ebu Useyd, Sehl İbnu Sa'd ve Muhammed İbnu Mesleme toplanarak Resûlullah (S.A.V.)'in namazını müzakere ettiler. Ebu Humeyd dedi ki: "Resûlullah (S.A.V.)'in namazını en iyi bileniniz benim. Resûlullah (S.A.V.) ruku'a vardı, dizkapaklarını tutar gibi ellerini dizkapaklarının üzerine koydu. Kollarını gerdi ve koltuklarını kaldırdı." (Bu hadisi Ebu Davud (734) ve Tirmizi (260) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

RUKU'DA EL PARMAKLARININ DİZKAPAKLARIN ÜZERİNDE AÇILACAĞI BABI

73) Alkame't-İbnu Vail babasından şöyle rivayet etti: Resûlullah (S.A.V.) Ruku'a gittiği zaman (dizkapaklarının üstünde) parmaklarını açardı. (Bu hadisi Hakim (1/224) sahih bir senedle rivayet etmiştir.)

RUKU'DA BELİN DÜMDÜZ TUTULACAĞI BABI

74) Raşid, Vabisa (R.A.)'yıı şöyle derken işittiğini rivayet ediyor: Resûlullah (S.A.V.)'i namaz kılarken gördüm. Ruku'ya gitiği zaman belini dümdüz yaptı. Öyle ki üzerine su dökülse belinde eyleşirdi. (Bu Hadisi İbnu Mace (872) Taberani Kebirde (12781) veSağirda (1/31) Ahmedin oğlu Abdullah 'da Müsnedih zevaidinde sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

RUKU'DA BAŞ'IN BEL İLE BERABER DÜMDÜZ TUTULACAĞI BABI

75) Ebu Humeyd Essaidi (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) namaza durduğu zaman .... (Hadisin burasını zikrettikten sonra şöyle devam etti). Sonra ruku'ya gitti ve ellerini dizkapaklarının üstüne koydu. Sonra başinı ne aşağı sarkıttı ne de yukarı kaldırdı. (Yani beli ile başını aynı hizada dümdüz tuttu.) (Bu hadisi Ebu Davud (730) sahih bir senedle rivayet etmiştir.)

RUKU'DAKİ ZİKRİN BEYANI BABI

76) Huzeyfe (R.A.)'dan, Resûlullah (S.A.V.) ile namaz kılıp, Resûlullah (S.A.V.)'in rukusunda, "Subhane Rabbiye'I-Azim" dediğini rivayet etti. (Bu hadisi Ebu Davud (871) ve Tirmizi (262) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

77) Aişe (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) rüku'unda ve sucudunda: "Subhaneke ellahumme! Rabbena ve bihamdike ellahumme-gfirli." Teşbih ve istiğfarını çokça söylerdi. (Resûlullah bunu demekle) Kur'ân'a imtisal ediyordu. (Bu hadisi Buhari (794) Müslim (484) Ebu Davud (877) ve Nesei (2/190) rivayet etmişlerdir.)

78) Aişe (R. A.) şöyle haber verdi: Resûlullah (S.A.V.) ruku'sunda ve sucudunda: Subbuhun kuddûsun. Rabbul melaiketi ve'r-ruh derdi. (Bu hadisi Müslim (487) Ebu Davud (827) Nesei (2/224) rivayet etmişlerdir.)

RUKU'DA Kİ İTMİ'NAN-IN FARZİYYETİNİN BEYANI BABI

79) Enes (R.A.)'dan, (şöyle dedi): Resûlullah (S.A.V.) "Ruku'u ve sucud'u tastamam yapınız. Allah'a yemin ederim ki rüku, ettiğinizde ve secdeye vardığınız zaman ben sizleri muhakkak arkamdan da görüyorum" buyurdu. (Bu hadisi Buhari (741) ve Müslim (425) rivayet etmişlerdir.)

RUKU'NUN VE SUCUD'UN NASIL TAMAM OLDUĞU BABI

80) Bera İbnu Azib (R.A.)'dan, şöyle dedi: Muhammed (S.A.V.) ile birlikte kılınan namazı gözetleyip dikkat ettim. Kıyamını, ruku'unu, ruku'dan sonraki itidalini, secdesini, iki secde arasındaki oturuşunu, tekrar secdesini ve selam vermekle kalkıp gitmesi arasındaki oturuşunu takriben müsavi buldum. (Bu hadisi Müslim (471) rivayet etmiştir.)

RUKU'SUNU VE SUCUD'UNU TAM YAPMAYAN ADAMA RESÛLULLAH'IN NAMAZINI İADE ETTİRMESİ BABI

81) Ebu Hureyre (R. A.) 'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) mescide girdi derken biride girip namaz kıldı. Sonra Resûlullah (S.A.V.)'e gelip selam verdi. Resûlullah (S.A.V.) selamını aldıktan sonra: Adama "Dönde namazım yeniden kıl." Çünkü sen namaz kılmadın buyurdu. O kimse namazını yemden kılıp Resûlullah'ın yanına gelip selam verdi. Resûlullah (S.A.V.) selamım aldıktan sonra tekrar adama "Namazını yeniden kıl çünkü sen namaz kılmadın" buyurdu. (Bunu üç kere tekrar etti.) Nihayet o kimsem Seni hak ile yollayan Allah'a yemin ederim ki, bunun başka türlüsünü bilmiyorum. Bana (doğrusunu) öğret dedi. Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "Namaza durduğun vakit ihram tekbirini al, sonra ne kadar kolayına gelirse o kadar Kur'ân oku. Sonra ruku'a varıp ta mut'main oluncaya kadar dur. Sonra başını kaldırıp ayakta doğruluncaya kadar dur.

Sonra secdeye var ve mut'main oluncaya kadar kal. Sonra başını kaldırıp ta mut'main oluncaya kadar otur. Sonra tekrar secdeye var ta mut'main oluncaya kadar kal. Sonra bunu namazının hepsinde (böyle) yap." (Bu hadisi Buharı (793) Müslim (397) Ebu Davud (856) Tirmizi (303) Nesei (2/124) ve İbnun Mace (1060) rivayet etmişlerdir.)

RUKU'SUNU VE SUCUD'UNU TAM YAPMAYANIN NAMAZININ BATIL, KENDİSİNİNDE  MİLLET'İ-   MUHAMMED'DEN GAYRI BİR MİLLET ÜZERE ÖLECEĞİ BABI

82) Süleyman, Zeyd İbnu Vehb'i şöyle derken işittiğini rivayet ediyor: Huzeyfe (R. A.) Rüküşünü ve sucudunu tam yapmayan bir adam gördü. Adama, sen namaz kılmadın. Eğer (bu halinle yani bu namaz kılışınla) ölmüş olsaydın, Allah'ın Resulünü yaratmış olduğu fıtrattan gayrı bir fıtrat üzere ölürdün dedi. (Bu hadisi Buharı (791) rivayet etmiştir.) Ahmed İbnu Hanbel'in rivayetinde ise şöyle bir ziyadelik vardır.

Huzeyfe (R.A.) (Rüküşünü ve sucudunu tam yapmayan) adama şöyle dedi: Ne zamandan beri bu namazı böyle kılıyorsun? Adam kırk seneden beri böyle kılıyorum (diye cevab) verdi. Huzeyfe yeniden adama sen kırk seneden beri lamaz kılmamışsın. Eğer bu namaz kılışınla ölmüş olsaydın, Muhammed (S.A.V.) yaratıldığı fıtrattan gayrı bir fıtrat üzere ölürdün dedi. (Bu hadisi Ahmed (5/384) sahih bir senedle rivayet etmiştir.)

83) Ebu Abdullah El-Eş'ari (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah   (S.A.V.)   Ruku'sunu   tam   yapmayan   ve sucud'unu tavuğun mısır tanelemesi gibi yapan birini gördü. Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "Eğer bu adam şu hali (yâni namaz kılışı) üzere ölseydi, Millet'i-Muhammed'den gayrı bir millet üzere ölürdü." Ve sonra şöyle dedi: "Ruku'sunu tam yapmayan, sucud'unu tavuğun mısır tanelemesi gibi yapanın misali, aç birisinin bir veya iki tane hurma yemesi nasıl    açlığını  gidermez ise, (rüku 'sunu vesucud'unu tam yapmayan da namaz kılmamıştır.)"

Ravi  Ebu   Salih   dediki:   Ebu  Abdullah'a  bu   hadisi Resûlullah'dan kendisine kimin rivayet ettiğini sordum. Dediki:  Umeraul-Ecnad   (yani  Filistin,  Ürdün,   Humus, Kansirin, Şam) vilayetlerinin emirleri olan Amr İbnu'1-As, Halid Îbnu'l-Velid, Şurahbil İbnu Hasene, Resûlullah'dan işitmişler dedi. (Bu hadisi İbnu Huzeyme (665) Beyhaki Sünende (2/89)

Taberani Kebirde Ebu Ya 'la Musnedin 'de hasen bir senedle rivayet etmişlerdir.)

RUKU'DAN   KALKARKEN   "SEMlALLAH'U   LİMEN HAMİDEH" DENİLECEĞİ BABI

84) Malik İbnu'l-Huveyris (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) Ruku'dan başını kaldırdığı zaman "Semiallah'u limen hamideh" derdi. (Bu hadisi Müslim (391) rivayet etmiştir.)

RUKU'DAN KALKARKEN ELLERİN OMUZLAR HİZASINA VARINCAYA KADAR KALDIRILACAĞI BABI

85) Salim babası Abdullah'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.)'in namaz kılışını gördüm. Resûlullah (S.A.V.) namaza başladığı zaman, ruku'a gitmeden evvel ve birde ruku'dan doğrulduğu vakit ellerini omuzları hizasına vardırıncaya kadar kaldırırdı. İki secde arasında ise kaldırmazdı. (Bu hadisi Buhar i (735) Müslim (390) Ebu Davud (721) Tirmizi (255) Nesei (2/126) ve İbnu Mace (858) rivayet etmişlerdir.)

İMAM'LA NAMAZ KILANIN YALNIZ "ELLAHUMME RABBENA VE LEKE'L-HAMD DİYECEĞİ BABI

86) Ebu Hureyre (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: İmam (başını rukudan kaldırırken) Semi'allahu limenhamideh dediği zaman, sizde Ellahumme rabbena leke'l-hamdu deyiniz. Zira kimin bu kavli, Meleklerin kavline muvafakat ederse yapmış olduğu günahlar mağfiret olunur. (Bu Hadisi Buhari (796) ve Mustim (409) rivayet etmişlerdir.)

RUKU'DAN BELİNİ DOGRULTMAYANIN NAMAZININ YETERLİ OLMADIĞI BABI

87) Ebu Mesude'l-Ensari (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "Ruku'dan ve secde'den belini doğrultmayanın namazı yeterli değildir." (Bu hadisi Ebu Da vud (855) Tirmizi (265) İbnu Mace (870)îbnuHibban (501) veAhmed' (4/122) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

BAŞI İMAMDAN ÖNCE KADIRMANIN YASAK OLDUĞU BABI

88) Ebu Hureyre (R.A.)'dan, şöyle dedi: Muhammed (S.A.V.) buyurdu ki: "Başını imamdan evvel kaldıran, Allah'ın onun başını eşek başına tahvil etmesinden korkmaz mı?" (Bu hadisi Buhari (691) ve Müslim (427) rivayet etmişlerdir.)

RUKU'DAN KALKTIKTAN SONRA ELLERİ TEKRAR GÖĞSÜN ÜZERİNE KOYMA BABI

89) Vail İbnu Hucr (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.)'i namaz için tekbir aldığı vakit, ellerini kulakları hizasına kadar kaldırdığını ve sonra ruku'ya giderken ve sonra Semiallahu limen hamideh deyip rukudan kalkarken de aynı şeyi yaptığını ve kıyamda da sağ eliyle sol elini tuttuğunu gördüm. Bu hadisi Ahmed (4/318) hasen bir senedle rivayet etmiştir.

izah

Bu Hadis'i Şerif, Resûlullah (S.A.V.)'in "iftitah" tekbirinden ve "ruku'dan" sonraki "kıyam" halinde ellerini göğsünün üzerine bağladığım ifade ediyor. Zira göğsün üzerine el koyma, "iftitah" tekbirinden sonraki kıyama hass olsaydı, hemen iftitah tekbirinden sonra ellerini göğsünün üzerinde bağladı diye ifade etmesi gerekirdi. İftitah tekbirinden sonra zikretmeyip, ruku'dan sonra bu hareketi tek isim altında, ruku'dan kalktıktan sonra "kıyam'da" sağı ile solunu tuttuğunu gördüm demesi, çok sarih bir ifade'i kelamdır.

Zira asıl olanda budur. Hem rukudan kalktıktan sonra eller salıverilecek diye zayıf'da olsa bir rivayet mevcud değildir. Resûlullah (S.A.V.)'den gelen hadislerin cemi'si namazda kıyam halinde ellerin göğsün üzerine konulacağına delalet ediyor.

RESÛLULLAH (S.A.V.)'İN ZAMANINDA İNSANLARIN KIYAMDA ELLERİNİ GÖĞÜSLERİNİN ÜZERİNE KOYMAKLA EMROLUNDUKLARI BABI

90) Sehl İbnu Sa'd (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) (Resûlullah (S.A.V.)'in zamanında) İnsanlar namazlarının (kıyamında) sağ ellerini sol kollarının üzerine koymakla emrolunurlardı.(Bu hadisi Buharı (740) ve Malik (1/159) rivayet etmişlerdir.)

91) Vail İbnu Hucr (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.)'i namazda kıyamda iken, sağ eliyle sol elini kabzettiğini gördüm. (Bu hadisi Ahmed (4/316) veNesei(2/125)sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

RUKU'DAN KALKTIKTAN SONRAKİ DUA BABI

92) İbnu Ebi Evfa (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) belini ruku'dan kaldırdığı zaman (şu sözleri) söylerdi: Semiallahu limen hamideh. Ellahumme! Rabbena leke'1-hamd. Mil'u-s-semavati ve mil'u-1-ard. Ve mîl'u ma şi'te min şey'in ba'd. Ellahumme! Tahhirni bi's-selci ve'1-beredi ve'1-mai'l-barid. Ellahumme! Tahhirni mine'z-zunubi ve'1-hataye kemayunekka's-sevbu'l-ebyadu mine'l-vesahi. Ey Allah'ım! Hamd sana mahsustur. Hem gök dolusu, yer dolusu ve bunlardan öte ne yaratmayı diledinse hepsinin dolusu hamd! Ey Allah'ım! Beni kar ile dolu ile ve soğuk su ile tertemiz eyle! Ey Allah'ım! Beni günahlardan ve hatalardan, beyaz kumaş kirden nasıl temizlenirse öyle temizle. (Bu hadisi Müslim (476) rivayet etmiştir.)

93) Ebu Said El-Hudri (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) başını ruku'dan kaldırdığında şöyle derdi. Rabbena leke'l-hamd. Mil'u-s-semavati ve'l-ard. Ve mil 'u ma'şite min şey'in ba'd. Ehle's-sena'i ve'l-mecd. Ehakku ma kale'l-abdu ve kulluna leke abdun. Ellahumme! La mani'a Uma a'teyte ve la mu'tiye limâ mena'te. Ve la yenfe'u ze'1-ceddi mine'l-ceddu. Ey Rabbimiz olan Allah! Hamd sana mahsustur. Hem gökler dolusu, yerler dolusu ve bunlardan öte ne yaratmağı diledinse hepsinin dolusu hamd. Senaya, mecde layık olan Allah'ım! Her hangi bir kulun ^ki hepimiz de sana kuluz- en muhik olarak söylediğisöz: Allah'ım! Verdiğine mani' olacak yok, vermediğini verecek yok. Taat ve rızana bedel hiç bir bahtiyara kendi bahtının yar olacağı yok. (Bu hadisi Müslim (477) rivayet etmiştir.)

94) Refa'at İbnu Rafi'i (R.A.)'dan, şöyle dedi: Biz bir gün Resûlullah (S.A.V.)'in arkasında namaz kılıyorduk. Başını rukudan kaldırdığında, Semiallahu limen hamideh dedi. Arkasından birisi "Rabbena ve leke'1-hamd, hamden kesiran tayyiben mubareken fih" dedi. Namaz bittikten sonra konuşanın kim olduğunu sordu. O kelimeleri söyleyen adam, benim dedi. Resûlullah (S.A.V.) buyurdular ki otuz küsur tane melek gördüm ben evvel yazacağım diye birbirleriyle yarış ediyorlardı. (Bu hadisi Buharı (799) ve Ahmed (4/316) rivayet etmişlerdir.)

RUKUDAN KALKTIKTAN SONRAKİ İTİDALIN   KEYFİYETİ BABI

95) Enes (R.A.)'dan, Resûlullah (S.A.V.)'i bize nasıl namaz kıldırırken gördüysem sizede öylece namaz kıldırmaktan vazgeçmeyeceğim dedi: Enes'in namazım ta'rif eden ravi sabit İbnu Eşlem El-Bunani şöyle dedi: Enes (R. A.) sizi yaparken görmediğim bir şey yapardı ki: Başını rüku 'dan kaldırdığı vakit gören secde etmeği unuttu diyecek kadar ayakta dikilirdi. Başını secdeden kaldırdığı vakit iki secde arasında gören (ikinci secdeye gitmeyi) unuttu diyecek kadar dururdu. (Bu hadisi Buhar i (800) ve Müslim (472) rivayet etmişlerdir.)

İMAMA MÜTABAAT ETMEK VE HAREKETLERİ İMAMDAN SONRA YAPMAK BABI

96) Bera İbnu Azib (R. A.) 'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) ile beraber namaz kılardıkta hiç birimiz, onu secdeye varmış olarak görmemize kadar belini bükmezdi. (Bu hadisi Buhari (811) ve Müslim (474) rivayet etmişlerdir.)

İMAM OTURARAK NAMAZ KILDIĞINDA CEMAATINDA OTURACAĞI BABI

97) Zuhri dedi ki: Enes Ibnu Malik'ten işittim şöyle diyordu: Resûlullah (S.A.V.) bir gün beygirden düştü de sağ yanı sıyrıldı. Biz hasta ziyareti yapmak için huzuruna girdik. Derken namaz vakti geldi. Resûlullah (S.A.V.) bize oturarak namaz kıldırdı. Biz de onun arkasında oturarak namaz kıldık. Namazı bitirdiği vakit şöyle buyurdu: İmam ancak kendisine uyulsun diye imam yapılmıştır. Öyle olunca o tekbir aldığı zaman sizde tekbir alınız. O secdeye vardığı vakit siz de secdeye varınız. O kalktığında sizde kalkınız. O Semi Allahu limen hamideh dediği zaman sizler, Rabbena leke'1-hamd deyiniz. O oturduğu halde namaz kıldığı vakit hepiniz oturarak kılınız. (Bu hadisi Buharı (688) ve Müslim (411) rivayet etmişlerdir.)

SECDEYE GİDİŞ BABI

98) Rifaa İbnu Rafi'i (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: İnsanlardan hiç birisinin namazı tamam olmaz...........Sonra rüku eder ta mafsalları mutmain oluncaya kadar (rukuda kalır) sonra Semi Allahu limen hamideh diyerek ta doğruluncaya kadar dikilir. Ve Allahu ekber der sonra secde eder mafsalları mutmain oluncaya kadar (secdede kalmadıkça) ........... (Bu Hadisi Ebu Davud (857) ve Hakim sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

99) Ebu Bekr İbnu Abdurrahman dan, Ebu Hureyre (R.A.)'yu şöyle derken işittiğini haber verdi.

Ebu Hureyre (R. A.) dedi ki: Resûlullah (S.A.V.) secdeye gideceğinde tekbir getirirdi. (Bu hadisi Buhari (803) ve İbnu Huzeyme (624) rivayet etmişlerdir.)

SECDEYE GİDERKEN ELLERİN OMUZLAR HİZASINA KADAR KALDIRILACAĞI BABI

100) Malik İbnu Huveyris (R.A.)'den: O, Nebi (S.A.V.)'in, namazında, rüku ettiğinde, başını ruku'dan kaldırdığında ve secde ettiğinde, ............ ellerini kulakları hizasına kadar kaldırdığını görmüş. (Bu hadisiNesei (1085) ve Dar e Kutni (   ) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

Kıyamdan secdeye giderken, secdeden kalkarken, tekrar secdeye giderken, birinci ve üçüncü rek' atlardan kıyama kalkarken elleri tekbirle kaldırma hareketi Resûlullah (S.A.V. ) 'den, sabit olan bir ameldir. 64 numaralı İbnu Umer Hadisiyle aralarında tenakuz varmış gibi görünmesine rağmen, İbnu Umer dahil on tane sahabeden naklolunmuştur. Bu rivayet mütenakız değil bilakis İbnu Umer 'in rivayetinin ziyadesidir. Hadis İlmin'de ma'lum olduğu üzere sika'nın ziyadesi makbul'dur.

SECDEYE GİDERKEN ELLERİN DİZLERDEN ÖNCE KONULACAĞI BABI

101) Ebu Hureyre (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "Sizden biriniz secde ettiği vakit, devenin çöktüğü gibi çökmesin. Önce ellerini, sonra dizlerini koysun." (Bu hadisi Ahmed (2/381) Ebu Da vud (840) Nesei (2/207)Darimi (1327) Dare Kutni (1/345) Tahavi (1/245) Beyhaki (2/99) ve Buhari Tarihinde (1/139) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

102) İbnu Umer R. A. dan. (şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) secde ettiği vakit ellerini dizlerinden önce koyardı. (Bu hadisi Buharı Ta'likan (803) İbnu Huzeyme (627) Dari Kutni (1/344) Tahavi (1/254) ve Hakim sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

DİZLERİ ELLERDEN ÖNCE KOYMA HADİSİNİN ZAYIF OLDUĞU BABI

103) Vail İbnu Hucr (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A. V.) secdeye gittiği vakit, dizlerini ellerinden önce koyardı. (Secdeden kıyama) kalktığı zamanda ellerini dizlerinden önce kaldırırdı. (Bu hadisi Ebu Davud (838) Tirmizi (268) ve İbnu Mace (882) zayıf bir senedle rivayet etmişlerdir.)

Ebu İsa (Tirmizi) bu hadis hasen garib'dir. "Şerik"den bu hadisi başka birinin rivayet ettiğini bilmiyoruz dedi. Dare Kutni'de Sünenin'de "Şerik" rivayetinde teferrüd ettiği zaman onun rivayeti zayif dır dedi. Yukarıda görüldüğü gibi Vail'in hadisi seneden zayıfdır. Ma'lum olduğu gibi zayıf hadis'le amel etmek caiz değildir. Sahih olan Ebu Hureyre ve İbnu Umer hadisidir.

YEDİ ÂZA ÜZERİNE SECDE ETME BABI

104) İbnu Abbas (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) şöyle buyurdu: Alın, (eliyle burnu üzerine işaret etti) eller, dizler ve ayak uçları olmak üzere yedi aza üzerine secde etmekle emrolundum. (Namaz kılarken) elbise ve saç toplamaktan neyh olundum. (Bu hadisi Buhari (809) ve Müslim (490) rivayet etmişlerdir.)

KÖPEK OTURUŞU GİBİ SECDE YAPMANIN YASAK OLDUĞU BABI

105) Enes İbnu Malik'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) "Secdede i'tidal üzere bulununuz. Hiç biriniz kolunu (secdede) köpek yayışı gibi yaymasın" buyurdu. (Bu hadisi Buhar i (822) Müslim (493) Ebu Da vud (897) ve Tirmizi (276) rivayet etmişlerdir.)

SECDEDE AVUÇLARIN YERE KONULUP DİRSEKLERİN KALDIRILACAĞI BABI

106) Bera İbnu Azib (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) "Secde ettiğinde, avuçlarını yere koy ve dirseklerini kaldır" buyurdu. (Bu hadisi Müslim (494) rivayet etmiştir.)

SECDEDE KOLLARIN BİR KUZU GEÇEBİLECEK KADAR AÇILACAĞI BABI

107) Meymune (R.A.)'dan, şöyle dedi: Nebiyyü (S.A.V.) secdedeye vardığı zaman, ufak bir kuzu istese kolları arasından geçerdi. (Bu hadisi Müslim (496) Ebu Davud (898) ve Nesei (2/213) rivayet etmişlerdir.)

SECDEDE  DİRSEKLERİN   YANLARDAN   UZAKLAŞ­TIRILACAĞI BABI

108) Meymune (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) secdeye vardığı zaman dirseklerini yanlarından o kadar uzak tutardı ki, arkasında bulunan kimse koltuklarının açıklığını (beyazlığını) görürdü. (Bu hadisi Müslim (497) rivayet etmiştir.)

SECDEDE BURNUN VE ALNIN İYİCE YERE DAYANIP ELLERİN DE OMUZLAR HİZASINDA KONULACAĞI BABI

109) Ebu Humeyd Es-Saidi (R.A.)'dan (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) secdeye vardığında burnunu ve alnını iyice yere dayar, kollarını yanlarından ayırır ve ellerini de omuzlan hizasına koyardı. (Bu hadisi Ebu Davud (734) Tirmizi (270) ve Beğavi (647) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir).

110) Nafi (R.H.)'dan (şöyle dedi:) İbnu Umer (R. A.) başında sarık olduğu halde secde edeceği vakit sarığını yukarı kaldırırdı, ta ki alnı secdece değsin diye. (Bu eseri Beyhaki Sünende (2/105) rivayet etmiştir.)

SECDEDE BURNUNU YERE DEĞDİRMEYENİN NAMAZININ OLMAYACAĞI BABI

111) İbnu Abbas (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) namaz kılan bir adamın (secdede) burnunu yere değdirmediğini gördü ve şöyle dedi. Burnunu yere değdirmeyenin namazı yoktur. (Bu hadisi Dare Kutni (1/348) Taberani (11917) ve Ebu. Nuaym Ehbaru İsfeh an 'da "Abdurrezzak (2982) ve Beyhaki sünende (2/104)" sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

112) İbnu Abbas (R.A.)'dan Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki; "Her kim ki secde ettiği zaman burnu ile alnını yere yapıştımazsa onun namazı yeterli değildir." (Bu hadisi Taberani Kebir'de (l l 917) veEvsat'ta (J/7) 'de rivayet etmiştir. Heysemi Mecmauz 'Zevaide(3/136)ravileri sikadır demiştir.)

SECDEDE EL PARMAKLARININ BİTİŞTİRİLECEĞl BABI

113) Vail İbnu Hucr (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Nebiyyu (S.A.V.) secde ettiği zaman el parmaklarını bitiştirirdi. (Bu hadisi İbnu Huzeyme (642) ve Beyhaki (2/112) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

SECDEDE EL PARMAKLARININ KIBLEYE TEVCİH ETTİRİLECEĞİ BABI

114) Bera İbnu Azib (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) secde ettiği zaman ellerini yere koyar, el ve parmaklarını kıbleye doğru çevirirdi. (Bu hadisi İbnu Huzeyme (643) ve Beyhaki (2/113) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

SECDEDE AYAK TOPUKLARINI DİKME VE BUNUN EMİR OLDUĞU BABI

115) Aişe (R.A.)'dan, şöyle dedi:Bir gece Resûlullah (S.A.V.)'i yatakta kaybettim. Bunun üzerine kendisini araştırmağa başladım. Derken kendisini mescidde iki ayakları dikilmiş olarak secde halinde iken elim ayaklarının altına değdi ........... (Bu hadisi Müslim (486) İbnu Huzeyme (655) ve Beyhaki (2/116) rivayet etmişlerdir.)

116) Amir İbnu Sa'd (R. A.) babasından şöyle rivayet etmiştir. Resûlullah (S.A.V.) namazda elleri yere koymayı ve ayakların topuklarını dikmeyi emrederdi. (Bu hadisi Hakim (1/271) ve Abdurrazzak (2944) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

SECDEDE AYAK TOPUKLARININ BİTİŞTİRİLECEĞİ BABI

117) Urve't-İbnu Zubeyr, Resûlullah'ın ailesi Aişe'nin şöyle dediğini rivayet ediyor: Aişe buyurdu ki: Resûlullah (S.A.V.) (bir gün) benim yatağımda idi ve onu kaybettim. Ve derken aramağa başladım ve onu secdede ayak topukları bitişik bir halde buldum.. (Bu hadisi İbnu Huzeyme (654) ve Beyhaki (2/116) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

AYAK PARMAK UÇLARININ KIBLEYE TEVCİH EDİLECEĞİ BABI

118) Muhammed îbnu Amr bin Ata'nın şöyle dediği rivayet olunuyor. Resûlullah (S.A.V.)'in ashabından bir takım zevat ile beraber otururken, Nebiyyi (S.A.V.)'in namazından bahsettik. Ebu Humeyd-i-s-Saidi dediyki: Resûlullah (S.A.V.)'in namazını en iyi bileniniz ben idim. Gördüm ki. ......... Resûlullah (S.A.V.) secde ettiğinde kollarını yere yaymaksızın ve bir birine yapıştırmaksızın (yere) koyup ayaklarının parmaklarını kıbleye karşı getirirdi. (Bu hadisi Buharı (828) ve Ebu Davud (963) rivayet etmişlerdir.)

SECDEDEKİ DUA VE ZİKRİN BEYANI BABI

119) Ebu Hureyre (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "Kulun Rabbına en yakın olduğu hal, secde ederken ki, halidir. Binaenaleyh duayı çoğaltın." (Bu hadisi Müslim (482) rivayet etmiştir.)

120) Huzeyfe (R.A.)'dan, Resûlullah (S.A.V.) ile namaz kıldı. Ve secdelerinde "Subhane rabbiyel-ala" derdi diye rivayet etti. (Bu hadisi Ebu Davud (871) ve Tirmizi (262) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

121) Ebu Hureyre (R.A.)'dan, Resûlullah (S.A.V.)'in secdelerinde şöyle dua ettiğini rivayet etti: "Ellahumme'ğfirli zenbi kullehu dıkkahu ve culehu ve evvelehu ve ahirehu ve alaniyetehu ve sırrah." Ey Allah'ım! Küçük ve büyük, ilkini ve sonuncusunu, aşikâr ve gizli, (yaptığım) bütün günahlarımı mağfiret et. (Bu hadisi Müslim (483) ve Ebu Davud (878) rivayet etmişlerdir.)

122) Aişe (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) ruku'unda ve sucud'unda: "Subhaneke ellahumme! Rabbena ve bihamdike ellahumme'ğfirli" teşbih ve istiğfarını çokça söylerdi. (Resûlullah (S.A.V.) bunu demekle) Kur'ân'a imtisal ediyordu. (Bu hadisi Buharı (794) Müslim (484) Ebu Davud (877) ve Nesei (2/190) rivayet etmişlerdir.)

123) Mutarrıf İbnu Abdullah, Aişe (R.A.)'nın kendisine şöyle haber verdiğini rivayet etti: Resûlullah (S.A.V.) ruku'sunda ve sucud'unda: "Subbuhun kuddusun. Rabbul'meleiketi ve'r-ruh" derdi. (Bu hadisi Müslim (487) Ebu Davud (827) ve nesei (2/224) rivayet etmişlerdir.)

SECDEDEKİ İTMİ'NAN-IN FARZİYYETİNİN BEYANI BABI

124) Enes (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) "Ruku'u ve sucud'u tastamam yapınız. Allah'a yemin ederim ki, rüku ettiğinizde ve secdeye vardığınız zaman ben sizleri muhakkak arkamdan da görüyorum" buyurdu. (Bu hadisi Buharı (741) ve Müslim (425) rivayet etmişlerdir.)

RUKU'NUN VE SUCUD'UN NASIL TAMAM OLDUĞU BABI

125) Bera İbnu Azib (R.A.)'dan, şöyle dedi: Muhammed (S.A.V.) ile birlikte kılınan namazı gözetleyip dikkat ettim. Kıyamını, ruku'unu, ruku'dan sonraki iti'dalini, secdesini, iki secde arasındaki oturuşunu, tekrar secdesini, selam vermekle kalkıp gitmesi arasındaki oturuşunu takriben müsavi buldum. (Bu hadisi Müslim (471) rivayet etmiştir.)

RUKU'SUNU VE SUCUD'UNU TAM YAPMAYAN ADAM RESÛLULLAH'IN NAMAZINI İADE ETTİRMESİ BABI

126) Ebu Hureyre (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) mescide girdi derken biri de girip namaz kıldı. Sonra Resûlullah (S.A.V.)'e gelip selam verdi. Resûlullah (S.A.V.) selamını aldıktan sonra: Adama "Dönde namazını yeniden kıl. Çünkü sen namaz kılmadın" buyurdu. O kimse namazını yeniden kılıp Resûlullah (S. A. V.)'ın yanıma gelip selam verdi. Resûlullah (S.A.V.) selamını aldıktan sonra tekrar adama "Namazını yeniden kıl, çünkü sen namaz kılmadın" buyurdu. (Bunu üç kere tekrar etti.) Nihayet o kimse: "Seni hak ile yollayan (Allah'a yemin ederim ki, bunun başka türlüsünü bilmiyorum. Bana (doğrusunu) öğret" dedi. Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "Namaza durduğun vakit ihram tekbirim al, sonra ne kadar kolayına gelirse o kadar Kur'ân oku. Sonra ruku'a varıp, ta mut'main oluncaya kadar dur. Sonra başını kaldırıp ayakta doğruluncaya kadar dur. Sonra secdeye var ve mut'main oluncaya kadar kal. Sonra başını kaldırıp taa mut'main oluncaya kadar kal. Sonra bunu namazının hepsinde (böyle) yap." (Bu hadisi Buharı (793) Müslim (397) Ebu Davud (856) Tirmizi (303) Nesei (2/124) ve İbnu  Mace (1060) rivayet etmişlerdir.)

RUKUSUNU VE SUCUD'UNU TAM YAPMAYANIN NAMAZ­ININ BATIL, KENDİSİNİN DE MİLLET'İ— MUHAMMED-'DEN GAYRI BİR MİLLET ÜZERE ÖLECEĞİ BABI

127) Süleyman, Zeyd İbnu Vehb'i şöyle derken işittiğini rivayet ediyor. Huzeyfe (R.A.) ruku'sunu ve sucud'unu tam yapmayan bir adam gördü. Adama, "Sen namaz kılmadın, eğer (bu halinle yani bu namaz kılışınla) ölmüş olsaydın, Allah'ın Resulünü yaratmış olduğu fıtrattan gayrı bir fıtrat üzere ölürdün" dedi. (Bu hadisi Buhari (791) rivayet etmiştir.)

Ahmed İbnu Hanbelin rivayetinde ise şöyle bir ziyadelik vardır.

128) Huzeyfe (R. A.) (Ruku'sunu ve sucud'unu tam yapmayan) adama şöyle dedi: "Ne zamandan beri bu namazı böyle kılıyorsun?" Adam "Kırk seneden beri böyle kılıyorum (diye cevab) verdi." Huzeyfe yeniden adama "Sen kırk seneden beri namaz kılmamışsın. Eğer bu namaz kılışınla ölmüş olsaydın, Muhammed (S.A.V.)'in yaratıldığı fıtrattan gayrı bir fıtrat üzere ölürdün" dedi. (Bu hadisi Ahmed (5/384) sahih bir senedle rivayet etmiştir.)

129) Ebu Abdullah El-Eşari (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) ruku'sunu tam 'yapmayan ve sucud'unu tavuğun mısır tanelemesi gibi yapan birini gördü. Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: Eğer bu adam şu hali (yani namaz kılışı) üzere ölseydi, millet'i-Muhammed'den gayrı bir millet üzere ölürdü. Ve sonra şöyle dedi: Ruku'sunu tam yapmayan, sucud'unu tavuğun mısır tanelemesi gibi yapanın misali, aç birisinin bir veya iki tane hurma yemesi nasıl açlığını gidermez ise, (ruku'sunu ve sucud'unu tam yapmayanda namaz kılmamıştır.)

Ravi Ebu Salih dedi ki: Ebu Abdullah'a bu hadisi Resûlullah'dan (kendisine) kimin rivayet ettiğini sordum. Dedi ki: Umera'ul-Ecnad (yani Filistin, Ürdün, Humus, Kansirin, Şam) vilayetlerinin emirleri olan Amr İbnu'1-As, Halid İbnu'l-Velid, Şurahbil İbnu Hasene, Resûlulla'dan işitmişler dedi. (Bu hadisi İbnu Huzeyme (665) Taberani Kebirde Ebu Ya 'la Musnedinde hasen bir senedle rivayet etmişlerdir.)

SECDEDEN KALKIŞ BABI

 

130) Ebu Bekr İbnu Abddarrahman, Ebu Hureyre (R.A.)'yu şöyle derken işittiğini rivayet ediyor: Resûlullah (S.A.V.) namaza kalktığı zaman, ............Sonra başını (secdeden) kaldırırken tekbir getirirdi. (Bu hadisi Buharı (789) ve Müslim (392) rivayet etmişlerdir.)

131) Rifaa İbnu Rafi'i (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: İnsanlardan hiç birisinin namazı tamam olmaz............... Sonra secde eder, ta mafsalları mutmain oluncaya kadar (secdede kalır.) Sonra Allah'u Ekber der, başını (secdeden) kaldırır ta oturur vaziyyete doğrulmadıkca.......... (Bu hadisi Ebu Da vud (857) ve Hakim sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

SECDEDEN KALKARKEN ELLERİN OMUZLAR HİZASINA KADAR KALDIRILACAĞI BABI

132) Vail İbnu Hucr (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) ile beraber namaz kıldım. Resûlullah (S.A.V.) (namaza başlarken) tekbir aldığı vakit ellerini (omuzları hizasına kadar) kaldırdı ......... Ve başını secdeden kaldırdığı vakitte ellerini (omuzları hizasına kadar) kaldırdı .............. (Bu hadisi Ebu Da vud (723) veAhmed (3/436) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

İKİ SECDE ARASINDA SAĞ AYAĞIN DİKİLİB SOLUN YAYILARAK ÜZERİNE OTURULACAĞI BABI

133) Rifaa İbnu Rafi (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah  (S.A.V.)  namazını  beceremeyen  adama, (namazı ta'rif ederken) şöyle buyurdu: ........... Secde yaptığın vakit, secdende mütemekkin ol. (Başını secdeden) kaldırdığın zaman da sol baldırının üzerine otur. (Bu hadisi Ebu Da vud (859) Ahmed (4/340) ve İbnu Mace (893) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

134) Abdullah İbnu Umer'in oğlu Abdullah, babasından naklederek şöyle dedi: Sağ ayağı dikib, parmakları kıbleye döndürmek ve sol ayak üzerine oturmak, namazın sünnetindendir. (Bu hadisi Nesei (1158) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

135) Abdullah İbnu Abdullah'dan, İbnu Umer (R.A.)'yu namazda oturduğunda bağdaş kurarak oturduğunu, gördüğünü haber verdi. Dedi ki bende öyle yapmaya başladım. Ve ben daha o zaman yeni gelişmeye başlamış bir delikanlı idim. Abdullah İbnu Umer beni bu hareketimden menetti. Ve şöyle dedi: Namazda sünnet olan, sağ ayağı dikip solu yaymaktır. Bende, sen bağdaş kurarak oturuyorsun dedim. O da cevaben, ayaklarım (öyle oturmama) tahammül etmiyorda ondan (öyle oturuyorum) dedi. (Bu hadisi Buharı (827) rivayet etmiştir.)

İKİ SECDE ARASINDAKİ ZİKRİN KEYFİYYETİ BABI

136) İbnu Abbas (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) iki secde arasında şöyle derdi. Allahumme'ğfirli, ve'rhamni, ve'cburni, ve'rfa'ni, ve'hdini, ve afini, ve'rzukni. (Bu hadisi Ebu Davud (850) Tirmizi (284) İbnu Mace (898) ve Hakim (1/262/271) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

İKİ SECDE ARASINDAKİ İ'TİDAL-IN KEYFİYYETİ BABI

137) Enes (R.A.)'dan, Resûlullah (S.A.V.)'i bize nasıl namaz kıldırırken gördüysem size de öylece namaz kıldırmaktan vazgeçmeyeceğim dedi: Enes'in namazını ta'ıif eden ravi Sabit İbnu Eşlem el-Bunani şöyle dedi: Enes sizi yaparken görmediğim bir şey yapardı: Başını ruku'dan kaldırdığı vakit gören (secde etmeği) unuttu diyecek kadar ayakta dikilirdi. Başını secdeden kaldırdığı vakit iki secde arasında gören (ikinci secdeye gitmeyi) unuttu diyecek kadar dururdu. (Bu hadisi Buhari (800) ve Müslim (472) rivayet etmişlerdir.)

İKİNCİ SECDEYE GİDİŞ BABI

138) Rifaa İbnu Râfi (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: İnsanlardan hiç birisinin namazı tamam olmaz............Sonra secde eder, ta mafsalları mutmain oluncaya kadar (secdede kalır.) Sonra Allahu Ekber der, başını (secdeden) kaldırır, ta oturur vaziyette doğrulur. Sonra Allahu Ekber der ve secdeye varıp ta mafsalları mutmain oluncaya (kadar secdede kalmadıkça) ............. " (Bu hadisi Ebu Davud (857) ve Hakim () sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

İKİNCİ SECDEDEN KALKIŞ BABI

139) Rifaa İbnu Rafi (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah  (S.A.V.)  buyurdu  ki:   "İnsanlardan  hiç birisinin  namazı  tamam  olmaz .............   Sonra  başını kaldırarak tekbir getirir bunu yaptığı vakit namazı tamam olur." (Bu hadisi Ebu Da vud (857) ve Hakim () sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

NAMAZIN TEK REK'ATINDAN KALKARKEN BİRAZ OTURMADAN KALKILMA YASAĞI BABI

140)  Malik   İbnu'l-Huveyris   (R.A.)'dan,   Resûlullah (S.A.V.)'i   namaz   kılarken   gördü.   Resûlullah   (S.A.V.) namazının tek rek'atlarından (ikinci veya dördüncü rek'atlara) kalkarken, biraz oturmadan kalkmadığını rivayet etti. (Bu hadisi Buhari (8?3) Tirmizi (287) ve İbnu Huzeyme (686) rivayet etmişlerdir.)

İZAH

Hadisden istimbat edilen hüküm: Resûlullah (S.A.V.) namazının tek rek'atlarından (yani birinci ve üçüncü rek'atlardan) bir sonraki rek'ate (yani ikinci ve dördüncü rek'atlara) kalkarken, secdeden doğrulduktan sonra bir müddet oturmadan ayağa kalkmadığını gördüğünü rivayet eden Malik İbnu' I-Huveyris "beni nasıl namaz kılar gördüyseniz öylece namaz kılın" hadisinin ravisidir.

NAMAZIN TEK REK'ATINDAN KALKARKEN YERE DAYANARAK KALKMA BABI

141) Ebu Kilabe (R.A)'dan, şöyle dedi: Malik İbnu'l-Huveyris şu bizim mescidimize gelib bize namaz kıldırdı. Ve şöyle dedi: Namaz kılmak arzum olmadığı halde size namaz kıldıracağım. Maksadım Nebiyyi (S.A.V.)'i nasıl namaz kılar gördüysem onu size göstermek istiyorum. Eyyub, Ebu Kilabe'ye onun namazı nasıldı diye sordum. Ebu Kilabe, onun namazı şu şeyhimizin (yani Amr İbnu Seleme'nin) namazı gibi idi dedi: Ve Eyyub, o şeyhimiz tekbiri itmam ederdi dedi: Başını ikinci secdeden kaldırdığı zaman oturur, ve (elleri ile) yere dayanır sonra ayağa kalkardı. (Bu hadisi Buharı (824) ve İbnu Huzeyme (687) rivayet etmişlerdir.)

Ebu İshak El-Harbi'nin rivayetinde ise şöyledir. Resûlüllah (S.A.V.) secdeden kıyama kalkarken, ellerini hamur yoğurur gibi yapar ve yere dayanarak kalkardı. Bu hadisin metnini buraya alamamamın sebebi, Ebu İshak'ın bu kitabının mahtut olmasıdır. Hadisin ma'nasını Şeyh Elbani'nin te'lifi olan Allah Resûlü'nun namazının sıfatı isimli kitabından naklettim.

BİRİNCİ TEŞEHHÜD'DE SÜNNET OLAN OTURUŞUN BEYANI BABI

142) Muhammed îbnu Amr bin Ata'nın şöyle haber verdiği rivayet olundu. Resûlüllah (S.A.V.) 'in ashabından bir takım zevat ile otururken, Nebiyyi (S.A.V.) 'in namazından bahsettik.   Ebu   Humeyd   Es-Saidi   dediyki:   Resûlüllah (S.A.V.)'in namazını en iyi bileniniz ben idim. Gördüm ki ....... İlk ikinci rek'atta (teşehhüdde) oturduğu vakit, sol ayağının üzerine oturup sağ ayağını dikerdi ................................ (Bu hadisi Buharı (828) ve Ebu Davud (963) rivayet etmişlerdir)

143) Abdullah îbnu Abdullah'dan, İbnu Umer (R.A.)'yu namazda oturduğunda bağdaş kurarak oturduğunu gördüğünü haber verdi. Dedi ki ben de öyle yapmaya başladım. Ve ben daha o zaman yeni gelişmeye başlamış bir delikanlı idim. Abdullah İbnu Umer beni bu hareketimden menetti. Ve şöyle dedi: Namazda sünnet olan oturuş, sağ ayağı dikip solu yaymaktır. Bende, sen bağdaş kurarak oturuyorsun dedim. O da cevaben, ayaklarım (öyle oturmama) tahammül etmiyorda ondan (öyle oturuyorum) dedi. (Bu hadisi Buharı (827) rivayet etmiştir).

TEŞEHHUD'DE ŞEHADET PARMAĞINI HAREKET ETTİRMENİN BEYANI BABI

144) Ali İbnu Abdirrahman El-Muaviyyi, şöyle dedi: Ben namaz içinde küçük çakıl taşları ile oynarken, Abdullah İbnu Umer (R.A.) bu hareketimi gördü. Namazdan çıkınca beni bu hareketimden menetti: Resûlüllah (S.A.V.) namazda nasıl yapıyordiyse sende öyle yap dedi. Resûlüllah (S.A.V.) nasıl yapardı? dedim. Namazda (teşehhud için) oturduğunda sağ avucuna sağ uyluğu üzerine kordu. Müteakiben bütün parmaklarını yumarak baş parmağı takip eden parmak ile işaret ederdi. Sol avucunuda sol uyluğu üzerine koyardı. (Bu hadisi Müslim (580) Ebu Davud (987) ve Nesei (3/36) rivayet etmişlerdir).

145) İbnu Umer (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlüllah (S.A.V.) teşehhüde oturduğu vakit, sol elini sol dizi üzerine ve sağ elini de sağ dizi üzerine koyar, elli üç akderek şehadet parmağı ile işaret ederdi. (Bu hadisi Müslim (580) rivayet etmiştir).

Abdullah İbnu Zubeyr (R.A) dan. (şöyle dedi:) Resûlüllah (S.A.V.) (namazda) oturduğu vakit teşehhud duasını okurdu. Oturuşunda sağ elini sağ uyluğu üzerine, sol elini sol uyluğu üzerine kordu. Ve şehadet parmağı ile işaret ederdi. Bunu yaparken de baş parmağını orta parmağı üzerine kordu. Sol elini de sol dizinin üzerine uzatırdı. (Yani sol dizini sol avucu ile avuçlardı, sanki sol dizi sol avucunun bir lokması haline gelirdi. (Bu hadisi Müslim (579) rivayet etmiştir.)

ŞEHADET PARMAĞINI KIBLEYE TEVCİH VE BAKIŞLARIN ONA DİKİLECEĞİ BABI

147) İbnu Umer (R.A.)'dan, (şöyle dedi:)Resûlullah (S.A.V.) namazda (teşehhud için) oturduğunda (şehadet) parmağı ile kıbleye doğru işaret ederdi. Bakışlarını da ona (şehadet parmağına) dikerdi. (Bu hadisi Ebu Avane (2/246) İbnu Huzeyme (719) ve İbnu Hibban (1938) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

148) Vail İbnu Hucr (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.)'i (namazda teşehhud için oturduğunda) baş ve orta parmağım halka yapıp, şehadet parmağını kaldırıp (onunla) (Allah'ın birliğine şehadet ederek) dua ettiğini gördüm. (Bu hadisi Ebu Davud (957) İbnu Mace (912) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

İŞARET'TEN MAKSAD PARMAĞI HAREKET ETTİRMEK OLDUĞU BABI

149) Vail İbnu Hucr (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.)'in nasıl namaz kıldığını görmek istedim.   Ve   (şöyle   yaptığını)   gördüm...........   Sonra parmaklarından ikisini (yani baş parmak ile orta parmağı) halka yapıp (şehadet) parmağını kaldırdı ve hareket ettirerek onunla (Allah'ın birliğine şehadet ederek) dua ediyordu. (Bu hadisi Nesei (3/37) İbnu Huzeyme (714) İbnu Carud (208) ve Beyhaki (2/132) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

PARMAK   HAREKETİNİN   SAHABELERİN   CE'MİSİ TARAFINDAN BİLİNDİĞİ BABI

150) Vail İbnu Hucr (R.A.)'dan, şöyle dedi: (Yukarıdaki hadis gibi zikrettikten sonra şöyle devam etti.) Resûlullah (S.A.V.)'i gördüm ki, (teşehhüde oturduğu vakit şehadet parmağını) hareket ettirerek onunla dua ediyordu. Ve sonra, soğuk bir zamanda geldim. Herkesin üzerinde (kışlık) elbiseleri vardı. (Parmaklarını) elbiselerinin altından hareket ettirdiklerini gördüm. (Bu hadisi Ahmed (4/318) ve İbnu carud (208) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

PARMAK HAREKETİNİN ŞEYTANA DEMİR KAMÇIDAN DAHA ŞİDDETLİ OLDUĞU BABI

151) Nafi'den, şöyle dedi: Abdullah İbnu Umer (R.A.) namazda (teşehhüd için) oturduğunda, ellerini dizlerinin üzerine koydu. (Şehadet) parmağı ile de işaret ederek bakışları da onu (yani parmağını) takib ediyordu. Ve sonra şöyle dedi: Resulullah (S.A.V.) bu (yani parmak işareti) şeytana demir kamçıdan daha şiddetlidir" dedi. (Bu hadisi Ahmed (2/119) Bezzar (5631) ve Taberani Kitabu 'd-Dua 'da (642) hasen bir senedle rivayet etmişlerdir.)

BU HAREKETİ BİRKAÇ PARMAKLA YAPMANIN YASAK OLDUĞU BABI

152) Saad İbnu Ebi Vakkas (R.A.)'dan, şöyle dedi: Ben, (teşehhüdde) parmaklarımla dua (işaret) ederken yanımdan Resulullah (S.A.V.) geçti (benim bu hareketimi görünce) şehadet parmağını göstererek "Tekle tekle" dedi. (Bu hadisi Ebu Davud (1499) Tirmizi (3557) ve Nesei (3/38) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

PARMAK HAREKETİNİN BİRİNCİDE OLDUĞU GİBİ İKİNCİ TEŞEHHÜDDE DE YAPILACAĞI BABI

153) Abdullah İbnu Zubeyr (R.A.)'dan, şöyle dedi:Resulullah (S.A.V.) (namazda) ilk ve son teşehhüd için oturduğunda ellerini dizlerinin üzerine koyar ve sonra (şehadet) parmağı ile işaret ederdi. (Bu hadisi Beyhaki (2/132) ve Nesei sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

BİRİNCİ TEŞEHHÜDÜN BEYANI BABI

154) İbnu Abbas (R.A.)'dan,"Resûlullah (S.A.V.) bize Kur'ân'dan bir sure öğretir gibi teşehhüdü öğretirdi" dedi. (Bu hadisi Müslim (403) Ebu Da vud (974) Tirmizi (290) Nesei (2/242/243) ve İbnu Mace (900) rivayet etmişlerdir.)

155) Abdullah İbnu Mes'ud (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.)'in ardında namazda (yani teşehhüdde) Esselamu alellahi, esselamü ala fulanin (Allah'a selam olsun, fulana selam olsun) derdik. Resûlullah (S.A.V.) günün birinde bize şöyle buyurdu: "Selam Allah'ın" kendisidir. Herhangi biriniz namazda oturduğunda şöyle desin. Ettahiyyatu lillahi vesselavatu vettayyibatu esselamü aleyke eyyuhennebiyyu ve rahmetullahi ve berekatuhu esselamü aleyna ve ala ibadillahi'ssalihin, (Bu, ve ala ibadillahi'ssalihin) sözünü söylediği vakit göklerde ve yerde olan her şey salih kula raci olmuş olur. (Ve sonra) Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedii enne muhammeden abduhu ve resuluh. Bundan sonra istediği duayı seçer. (Bu hadisi Buharı (831) Müslim (402) Ebu Davud (968) Tirmizi (289) Nesei (2/240) ve İbnu Mace (899) rivayet etmişlerdir.)

İZAH

Resûlullah (S.A.V.)'den, rivayet edilen daha başka teşehhüd duaları da vardır. Biz burada birtanesini zikretmekle iktifa ettik. Teşehhüdde illa bu dua okunacak diye bir tahsis yoktur. Peygamberden varid olan herhangi bir teşehhüd duası olabilir. Bu duanın çeşitlerini hadis kitablarına müracaat ederek öğrenebilirsiniz.

TEŞEHHÜDÜ GİZLİ OKUMANIN SÜNNET OLDUĞU BABI

156) Abdullah İbnu Mes'ud (R.A.)'dan, şöyle dedi: Teşehhüdü gizli okumak sünnettendir. (Bu hadisi Ebu Davud (986) Tirmizi (291) ve Hakim (1/230) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

TEŞEHHÜDDEN SONRA RESÛLULLAH (S.A.V.)'E SALAVAT GETİRMENİN BEYANI BABI

"Şübhesiz Allah ve Melekleri, Peygambere salat ederler. Ey iman edenler! Siz de ona salat edin ve gönülden teslim olun." (Ahzab 56)

157) Kaab İbnu Ucre (R.A.)'dan, şöyle dedi: Biz dedik ki veya dediler: "Yâ Resûlullah! Sen bize, sana (teşehhüdde) salat ve selâm getirmemizi emrettin. Selam'ı öğrendik fakat nasıl salat getireceğiz?" .....  (Bu hadisi E bu Davud (976) rivayet etmiştir.)

158) Ebu Mes'ud El-Ensari (R.A.)'dan, şöyle haber verib dedi ki: Biz Sa'd'ubnu Ubade'nin meclisinde iken Resûlullah (S.A.V.) bizim yanımıza geldi. Beşir İbnu Sa'd kendisine: "Yâ Resûlullah! Allah 'u Teâla sana salat okumamızı emretti. Biz sana nasıl salat okuyalım?" diye sordu. Resûlullah (S.A.V.) sukut etti. Hatta biz, Beşir bunu Resûlullah'a sormasaydı diye temenni ettik. Sonra Resûlullah (S.A.V.): Şöyle okuyunuz buyurdu: Ellahumme! Salli ala Muhammedin ve ala ali Muhammed, kema salleyte ala İbrahime ve ala ali İbrahime inneke hamidun meciid. Ellahumme! Barik ala Muhammedin ve ala ali Muhammed, kema barekte ala tbrahime ve ala ali İbrahime inneke hamidun meciid. (Salavatu şerifeler, Buhari'nin rivayetidir.) (Bu hadisi Buharı (3370) ve Müslim (405) rivayet etmişlerdir.)

NAMAZLARININ TEŞEHHÜDÜNDE ALLAH RESULÜNÜN KENDİ NEFSİNE SALA VAT GETİRDİĞİ BABI

Kaab İbnu Ucre (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) namazın (teşehhüdünde) şöyle derdi: Ellahumme salli âlâ Muhammedin ve âlâ âli Muhammedin kema salleyte âlâ İbrahime ve âli İbrahim, ve barik âlâ Muhammedin ve âli Muhammedin kema barekte âlâ İbrahime ve âli İbrahime inneke hamidun meciid. (Bu hadisi Şâfi'i el-Ümm (1/117) sahih bir senedle rivayet etmiştir.)

Bu hadis'i şeriflerin umumi ifadesi, birinci ve ikinci teşehhüdde de Resûlullah (S.A.V.) salavat getirileceğine delalet ediyor. İmam'ı Şafi'nin mezhebi de bu kavi üzeredir.

İKİNCİ REK'ATTEN KALKARKEN ELLERİN OMUZLAR   HİZASINA   VARDIRINCAYA   KADAR KALDIRILACAĞI BABI

160) İbnu Umer (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) ikinci rek'atten kalkacağı zaman tekbir alır ve ellerini (omuzları hizasına vardırıncaya kadar) kaldırırdı. (Bu hadisi Buhari (739) Ebu Da vud (743) Tirmizi (304) ve Ahmed (5/424) rivayet etmişlerdir.) Buhari cüz'ünde İbnu Umer'den şöyle rivayet etmiştir.

161) Salim babası Abdullah'ın (namazın oturuşundan) kalkmak istediği vakit ellerini kaldırdığını haber verdi. (Bu eseri Buhari cüz'ünde (12) rivayet etmiştir.)

162) Resûlullah (S.A.V.) (ikinci rek'atım) oturuşundan kalkacağı zaman, tekbir getirir sonra kalkardı. (Bu hadisi Ebu Ya 'la Müsnedin 'de ceyyid bir senedle rivayet etmiştir.)

Bu hadisin tam metnini burada nakl edemememin sebebi kitab'ın aslı (mahtut'dur) yani basılmamıştır. Şu an Pakistan'da arkadaşlarımızdan birisi tarafından tashih edilmektedir. Seneye basılacağını ümid etmekteyiz.

İKİNCİ TEŞEHHUD'DE SÜNNET OLAN OTURUŞUN BEYANI BABI

163) Muhammed İbnu Amr bin Ata'nın şöyle haber verdiği rivayet olundu. Resûlullah (S.A.V.)'in ashabından bir takım zevat ile otururken, Nebiyyi (S.A.V.)'in namazından bahsettik.   Ebu   Humeyd   Es-Saidi   dediki:   Resûlullah (S.A.V.)'in namazını en iyi bileniniz ben idim .......... (Namazın) son teşehhüdünde oturduğu vakit, sol ayağını ileri alıp ve diğerini (yani sağ ayağını) dikerek mak'ad' üstüne otururdu. (Bu hadisi Buhari (828) ve Ebu Davud (963) rivayet etmişlerdir.)

164) Abdullah İbnu Zubeyr (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) namazda oturduğu zaman sol ayağın, (sağ) uyluğu ile (sağ) baldırı arasına doğru getirir, sağ ayağını da yayardı........ (Bu hadisi Müslim (579) rivayet etmiştir.)

165) Ebu Humeydi es-Saidi (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.)'i ikinci rek'atlerde oturduğu vakit,sol ayağının üzerine oturduğunu ve sağ ayağını da diktiğini, namazın dördüncü rek'atında oturduğu vakit ise sol kalçasını yere değdirecek şekiİde oturup, ayaklarının uçlarını ise sağ tarafından çıkardığını gördüm! (Bu hadisi Ebu Davud (965) ve Beyhaki Sünen 'i Kübra 'da (2/128) hasen bir sened/e rivayet etmiş/erdir).

TEŞEHHÜD'DE   KADINLARINDA   ERKEKLER   GİBİ OTURACAĞI BABI

166) Mekhuldan, (şöyle rivayet olunmuştur): Ümmü'd-Derda (R. A.) namazının (teşehhüdünde) erkek oturuşu gibi otururdu. Ve kendisi "t'akihe" idi. (Bu hadisi Buharı Sahihin 'de ta 'likan (827) Tarih 'i Sağir'da mevsulan ve İbnu Ebi Şeybe Musannef'de (1/270) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

Buraya kadar geçen mevzularda da görüldüğü gibi erkek ile kadının namazını ayıran hiç bir nass yoktur. Mezheblerdeki değişik ibadet ta'rifleri tamamıyla sünnetten uzak içtihatlardır.

İkinci teşehhüdde de birinci teşehhüdde olduğu gibi tahiyyat ve salavat okunarak aşağıdaki tertip üzere devam edilir.

SELAMDAN ÖNCE YAPILAN DUA BABI

167) Ebu Bekr (R.A.)'dan, bir defa Resûlullah (S.A.V.)'e (Yâ Resûlellah) bana bir dua öğret de onu namazımda okuyayım" dedi. Resûlullah (S.A.V.) de (öyle ise) şöyle de. "Ellahumme! İnni zalemtu nefsi zulmen kesiran ve la yağfiruz'zunube illa ente fağfirli meğfireten min indike ve'rhamni inneke ente'l-ğafurur'rahim." (Bu hadisi Buharı (834) ve Müslim (2705) rivayet etmişlerdir.)

SELAMDAN ÖNCE DÖRT ŞEYDEN İSTİAZE OLUNACAĞI BABI

168) Ebu Hureyre (R.A.)'dan, diyor ki: Resûlullah (S.A.V.) şöyle buyurdu: "Her hangi biriniz son teşehhüdü bitirdiği zaman dört şeyden: Cehennem azabından, kabir azabından, hayat ve ölüm fitnelerinden ve Mesih Deccal'in şerrinden Allah'a sığınsın." (Bu hadisi Müslim (588) rivayet etmiştir.)

169) Resûlullah'ın zevcesi mü'minlerin annesi Aişe (R.A.)'dan şöyle haber verdi: Resûlullah (S.A.V.) namaz'(ın sonunda): "Allahumme! İnni euzü bike min azabi'l-kabri ve euzü bike min fitneti'l-mesihi'd-deccali ve euzü bike min fitneti'l-mahya ve'1-memal. Allahumme! İnni euzü bike mine'l-me'semi ve'l-mağram" diye dua ederdi. Biri kendisine: "Yâ Resûlullah borçtan ne de çok istiaze ediyorsun" dedi. Bunun üzerine: "İnsan borçlandığı vakit söz söyler de yalan uydurur, söz verir de sözünde durmaz" buyurdu. (Bu hadisi Buharı (832) ve Müslim (589) rivayet etmişlerdir.)

BU DUAYA İHTİMAMIN BEYANI BABI

170) Müslim İbnu'l-Haccac şöyle dedi: Bana baliğ oldu ki, Tavus İbnu Keysan kendi oğluna: "Namazında bu kelimelerle dua ettin mi?" diye sordu. Oğlu: "Hayır" dedi. Tavus: "Namazını yeniden kıl. Çünkü hiç şübhesiz baban Tavus bu hadisi üç yahud dört sahabiden rivayet etti, yahut dediği gibi" dedi (Bu eseri Müslim (590) rivayet etmiştir.)

NAMAZDAN ÇIKIŞ VE SELAM BABI

171) Ali (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah  (S.A.V.) buyurdu  ki:   Namazın  anahtarı taharettir: Tahrimi tekbirdir ve tahlili ise teslimdir. (Bu hadisi Ebu Da vud (61) Tirmizi (3) ve İbnu Mace (275) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

NAMAZDAN ÇIKARKEN SELAM VERİRKEN ARKADAN YANAKLARIN GÖRÜLECEĞİ BABI

172) Amir'in babası Sa'd (R.A.)'dan, şöyle dedi:  Ben Resûlullah (S.A.V.)'i sağ ve sol tarafına selam verirken görürdüm. Hatta (bu sırada arkadan) yanağının beyazlığını görürdüm.  (Bu hadisi Müslim (582) Ebu Da vud (996) Tirmizi (295) ve İbnu Mace (914) rivayet etmişlerdir.)

SELAMIN KEYFİYYETİNİN BEYANI BABI

173) Alkame'nin babası Vail (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) ile namaz kıldım. (Namazdan çıkarken) sağına selam verdiğinde esselamu aleyküm ve rahmetullahi ve berekatuhu, soluna selam verdiğinde ise, esselamu aleyküm ve rahmetullah, derdi. (Bu hadisi Ebu Da vud (997) İbnu Huzeyme (728) ve Taberani Kebir'de (10191) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

NAMAZDAN SONRAKİ ZİKİR BABLARI

SELAMDAN SONRAKİ DUA VE ZİKRİN BEYANI SELAMDAN SONRA YÜKSEK SESLE BİR KERE TEKBİR GETİRİLECEĞİ BABI

1) İbnu Abbas (R.A.)'dan, şöyle dedi:Resûlullah (S.A.V.)'in namazdan bittiğini tekbir'den anlardım.(Bu hadisi Buharı (842) Müslim (583) rivayet etmişlerdir.)

FARZ NAMAZINDAN SONRAKİ ZİKRİN SESLİ OLACAĞI BABI

2) İbnu Abbas'm azadlısı Ebu Ma'bed, İbnu Abbas'ın şöyle dediğini haber verdi: Resûlullah (S.A.V.)'in zamanında, cemaat farz namazından bitince, seslerini yükselterek zikr ederlerdi. İbnu Abbas: "Ben zikir sesini işittiğimde (namazdan) bittiklerini anlardım" dedi. (Bu hadisi Buhari (841) ve Müslim (583) rivayet etmişlerdir.)

SELAMDAN SONRA ÜÇ KERE ESTAĞFİRULLAH DENİLECEĞİ BABI

3) Sevban (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) namazdan çıktığı zaman üç defa istiğfar eder ve şöyle derdi: "Allahumme! Ente's-selamü ve minke's-selamü. Tebarekete ya ze'l-celali ve'l-ikram! Hadisin ravilerinden Velid dedi ki: Evzaiyye: İstiğfarın nasıl olduğunu sordum. "Estağfirullah - estağfirullah dersin" dedi. (Bu hadisi 'Buharı ' () ve Müslim (591) rivayet etmişlerdir.)

SELAM'DAN SONRA (LA İLAHE İLLALLAHU

VAHDEHU LA ŞERİKE) NİN SONUNA KADAR YÜKSEK SESLE OKUNACAĞI BABI

4) Ebu Zubeyr'den, şöyle dedi: Abdullah İbnu Zubeyr (R. A.) her nama/m selamından sonra şöyle derdi. La ilahe illallahu vahdehu la şerike leh. Lehü'l-mülkii ve lehii'l-hamdu ve hüve ala külli şey'in kadir. La havle ve la kuvvete illa billah. La ilahe illalah. Ve la na'budu illa iyyah. Lehu'n-ni'metü ve lehii'l-fadlu ve lehü's-senau'l-hasen. La ilahe illallahu muhlisine lehü'd-dine ve lev kerihe'l-kafirun. Ve Abdullah İbn Zubeyr: Resûlullah (S.A.V.)'in her namazdan sonra bu lafızları tehlil ederdi. (Yani bu kelimeleri yüksek sesle söylerdi) dedi. (Bu hadisi Müslim (594) rivayet etmiştir.)

5) Muğiret-t'İbnu Şu'be (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) her farz namazın arkasından şöyle derdi. La ilahe illallahu vahdehu la şerike leh. Lehu'l-mülkü ve lehu'l-hamdu ve huve ala külli şey'in kadir. Ellahumme la mania lima a'teyte ve mu'tiye lima mena'te. Ve la yenfeu ze'l-ceddi minke'l-ceddü. (Bu hadisi Buhar i (844) ve Müslim (593) rivayet etmişlerdir.)

Müslim'in rivayetinde farz namazın arkasında lafzı yoktur. Buhari ve Müslim'in rivayet ettikleri bu hadisi şerif bu zikrin farz ve nafile bütün namazların akabinde söylenebileceğine delildir.

NAMAZLARIN ARKASINDAN ALLAH'DAN, GÜZEL İBADET YAPABİLMEK İÇİN YARDIM İSTEME BABI

6) Muaz İbnu Cebel (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) bir gün elinden tutarak, "Yâ Muaz Vallahi seni seviyorum." Muaz da "Yâ Resûlullah anam babam sana feda olsun, bende seni seviyorum." Resûlullah (S.A.V.) "Yâ Muaz! Her namazın arkasından şöyle demeyi terketmemeni sana vasiyyet ediyorum" dedi. Ellahumme e'inni ala zikrike ve şükrike ve husni ibadetike. (Bu hadisi Ahmed ( ) Ebu Davud (1522) Nesei (3/53) Tebarani Kebir'de (20/60) ve İbnu Sünni Ameli '1-Yevm de (116) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

SELAMDAN SONRA HER NAMAZIN AKABİNDE OTUZ ÜÇER KERE TEŞBİH, TAHMİD VE TEKBİR GETİRMENİN FAZİLETİ BABI

7) Ebu Hureyre (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Fakir muhacirler Resûlullah  (S.A.V.)'e gelib,  "(Yâ Resûlullah) çok mal sahibleri yüksek yüksek dereceleri alıp gittiler. Ve devamlı ni'metlere sahib oldular" dediler. Resûlullah (S.A.V.) "Bu nasıl olur?" buyurdu. Cevaben: "Bizim namaz kıldığımız gibi onlarda namaz kılarlar. Bizim oruç tuttuğumuz gibi oruç tutarlar. Ve ziyade olarak onlar sadaka verirler, biz veremiyoruz. Onlar köle azad ederler, biz edemiyoruz" dediler. Bunun üzerine Resûlullah (S.A.V.) "Size bir şey öğreteyim mi? Onu yaptığınız zaman sizi geçmiş olanlara yetişirsiniz. Sizden sonraya kalanları geçersiniz. Sizin yaptığınız gibi yapanlar müstesna hiç bir kimse sizden daha faziletli olamasın?" buyurdu. "Evet öğretiniz yâ Resûlullah" dediler. "Her namazın akabinde otuz üç kere Subhanellah, otuz üç kere Allahu ekber, otuz üç kere Elhamdu lillah, dersiniz" buyurdu.

Ebu Salih dedi ki: Müteakiben fakir muhacirler Resûlullah (S.A.V.)'e geri gelip: "Yâ Resûlellah çok mal sahibi kardeşlerimiz bizim yaptığımız bu şeyleri işittiler ve onlarda bizim gibi yapmaya başladılar. Bunun üzerine Resûlullah (S.A.V.) bu Allah'ın bir fadl ve ihsanıdır, onu dilediğine verir" dedi. (Bu hadisi Buharı (843) ve Müslim (595) rivayet etmişlerdir.)

8) Ebu Hureyre (R.A.)'dan, (şöyle dedi): Resûlullah (S.A.V.) (buyurdu ki:) Kim ki: Her namazın arkasından   otuz   üç   kere   subhanellah,   otuz   üç   kere elhamdülillah, otuz üç kere allahu-ekber der, bunlar ki, doksan dokuz eder. Ve sonra la ilahe illallahu vahdehu la şerike leh. Lehu'l-mulku ve huve ala külli şey'in kadir der yüze temam ederse, deniz köpüğü kadar da günahı olsa mağfiret olunur. (Bu hadisi Müslim (597) rivayet etmiştir.)

TESBİH, TAHMİD VE TEKBİRİ FARZ NAMAZLARIN AKABİNDE SÖYLEMENİN FAZİLETİ BABI

9) Kaab İbnu Ucre (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: Muakkibat (namazın arkasından söylenen güzel sözler) var ya onları söyleyen (veya yapan) hiç bir zaman eli boş veya ziyanda olmaz. Her farz namazın ardından otuz üç kere subhanallah, otuz üç kere elhamdülillah, otuz dört kere allahu-ekber dersiniz. (Bu hadisi Müslim (596) rivayet etmiştir.)

NAMAZLARIN AKABİNDE SÖYLENEN TEŞBİH, TAHMİD VE TEKBİRİ SAĞ ELLE YAPMANIN SÜNNET OLDUĞU BABI

10) Abdullah İbnu Amr (R.A.)'dan, şöyle dedi: "Resûlullah (S.A.V.)'i, teşbihi (zikri) sağ eliyle yaparken gördüm" dedi. (Bu hadisi Ahmed (2/160/161/204/205)'Ebu Davud (1502/5065) Tirmizi'(3482) Neseı'(3/84) velbnuHibban (2343) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

11) İbnu Umer (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.)'i namazının akabindeki tesbihat'ı, tahmidat'ı ve tekbirat'ı sağ eliyle yaptığını gördüm. (Bu hadisi Beğavi Şerh 'i-s-Sünne 'de (5/48) hasen senedle rivayet etmiştir.)

Bu hadisi şerifler, zamanımızda intişar etmiş ve terk edilmez bir sünnet imiş gibi ihtimam gösterilen boncukları, zikrin adedini bilmek için kullanmanın bid'at olduğuna delildir. İbnu Mes'ud'dan rivayet edilen eserde bunu te'yid etmektedir.

12) Salet İbnu Behram'dan, şöyle dedi: Elindeki teşbihle zikreden bir kadının yanından geçen İbnu Mes'ud (teşbihi Kadının elinden alarak) parça parça edip attı. Sonra ufak çakıl taşlan ile zikreden bir adamın yanından geçti. Adamı tek meleyerek, "Ne çabuk sapıttınız, böyle kötü bid'atlar ihdas ettiniz. Muhammed (S.A.V.)'in eshabını ilimde geçtiniz" dedi. (Bu eseri İbnu Vaddah Bid'at ve ondan nehy kitabında (S/12) sahih bir senedle rivayet etmiştir.)

FARZ VE NAFlLE HER NAMAZIN AKABİNDE AYET'EL-KÜRSİ'NİN OKUNACAĞI BABI

13) Ebu Umame (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) "Kim ki, her namazın arkasından ayet'el-kürsiyi okursa, cennete girmesine tek engel ölümdür" dedi. (Bu hadisi İbnu Sünni (S/121) sahih senedle rivayet etmiştir.)

14) Ebu Umame (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) "Kim ki her farz namazın arkasından ayet'el-kürsiyi okursa, cennete girmesine tek mani ölmesidir" dedi. (Bu hadisi Nesei (100) Tebarani Kebir'de (3/134) ve Kitabu'd-Duada (675)Amelil Yeman ve Veyl'de ve İbnu Sünni Ameli-Yevm'de (122) ve İbnu Hibban ( ) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

HER NAMAZIN AKABİNDEN MUAVEZAT'IN OKUNACAĞININ EMİR OLDUĞU BABI

15) Ukbe İbnu Amir (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah   (S.A.V.)  bana  her  namazın  arkasından muavezat'ı okumamı emretti. (Bu hadisi Ahmed (4/155) ve Ebu Davud (1523) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

Muavezat: Felak ve Nas sûrelerine denir.

SABAH VE AKŞAM NAMAZLARINDAN SONRA ONAR KERE SÖYLENECEK ZİKRİN BEYANI BABI

16) Ebu Hureyre (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) şöyle dedi: "Kim ki sabah namazını kıldıktan sonra on kere la ilahe illallahu vahdehu la şerike leh. Lehu'l-mulku ve lehu'l-hamdu ve huve ala külli şey'in kadir derse Allah-u Azze ve Celle onun için on hasenet yazar. On seyyiatını siler. On derece yükseltir. Bunlar ki, Hz. İsmail'in neslinden iki köle azad etmeye muadildir. Kim ki, bu zikri akşam namazından sonra da söylerse, sabaha kadar şeytanla arasında perde olur. Yani (şeytanın şerrinden emin olur.) (Bu hadisi Taberani Kebir 'de (4015) Hasen İbnu Arefe cüz 'ünde sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)

NAMAZIN AKABİNDEKİ ZİKRE ŞEYTANIN  MANİ' OLMAK İSTEDİĞİ BABI

17) Abdullah İbnu Amr (R. A.) (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) şöyle buyurdu: "İki haslet veya iki hal vardır ki, müslüman bir kul bunları muhafaza ederse behemehal cennete girer. O iki şey çok kolaydır ama onlarla amel eden azdır.  (Her farz namazın) akabinde on defa subhanallah, on defa elhamdu lillah on defa allahu ekber der. İşte bunlar dilde yüz elli, fakat mizanda bin beşyüzdür. Yatma yerini aldığın vakitte, otuzdört defa allahu ekber, otuz üç defa elhamdu lillah, otuz üç defada subhanallah der. İşte bunlar dilde yüzdür. Fakat mizanda bindir." Abdullah dedi ki: "Resûlullah (S.A.V.) bunları (sağ) elinin parmaklarıyla yaptığım gördüm."Dediler ki: "Bu kadar kolay şeyleri yapan az olur. Sizden biriniz yatacağında şeytan ona gelir uykusunu getirir bunları yapmadan uyur. Ve sizden birinize namazında gelirde ona bazı ihtiyaçlarını hatırlatır. Namazı bitirir bitirmez hemen ihtiyaçlarının peşinden giderde yapamaz." (Bu hadisi Ebu Davud (4065) Tirmizi (3407) Neşe/(3/74} Ahmed (2/205) ve Buharı edebde (1316) hasen bir senedle rivayet etmişlerdir.)

Bil ki; farz namazlar beş(vakit)tir. Vaktinde kılındıklarında ne azaltma ne de çoğaltma olmaz. Seferde Mağrib (akşam) namazı dışında iki rekattir. Beş (vakit)den daha çok namaz olduğunu söyleyen Bid'atçıdır. Beş (vakit)den daha az namaz olduğunu söyleyen (de) Bid'atçıdır.

Ehli Sünnet burada Bid’at’ul Mukeffire’den (kişiyi küfre düşüren, kişiyi İslam Dini’nden çıkartan Bid'attan) bahsetmektedir. Zira, ibadetler üzerinde tasarruf yetkisi ancak Allah’a ait olan hak ve yetkilerdendir. Bu hususta Allah ile mücadele eden; ibadet şekli, zamanı üzerinde değişiklik, arttırma yahut eksiltme yapmaya cüret eden kişinin küfre düştüğü aşikardır.

Allah, vaktinde kılınan (namazlar)dan başka hiçbir şeyi (namaz olarak) kabul etmez. Unutan kişi -zira o mazurdur ve hatırladığında (namazını) kılmalıdır-; ve seferi olan -ki o, mazurdur o da dilediğinde iki namazı cem edebilir- müstesna.

Sahihaynda geçtiği üzere unutan kişi gibi, uyuyan kişi de mazur görülmüştür: "Her kim, bir namazı unutur veya uyku sebebiyle kılamazsa, hatırladığı zaman onu kılsın. Namazın bundan başka keffareti yoktur." (Buhari; Müslim)

Cem (namazları birleştirme) gündüz namazlarında ancak Zuhur (öğlen) ve Asr (ikindi) namazlarında; gece namazlarında ise Mağrib (Akşam) ve İşa (yatsı) namazlarında olur.

İki namazı cem ederek kılmak:

Namaz kılan kişinin öğle vaktinde, ikindi namazını öğle namazı ile birlikte kılmasına “cem-i takdîm” denir. Bu durumda vakti girme­den önce ikindi namazı, öğle namazıyla birlikte kılınmış olmaktadır.

Namaz kılan kişinin öğle namazını, vakti çıkıncaya kadar geciktirip ikindi vaktinde ikindi namazıyla birlikte kılmasına ise “cem-i te’hîr” de­nir. Yatsı namazıyla akşam namazı da, tıpkı öğle ve ikindi namazları gibi her iki şekilde de kılınabilirier. Sabah namazına gelince, bunun hiç bir halde başka bir vakit namazıyla bir arada kılınması sahîh ol­maz.

Yüce Allah, her namazı tâyin edilen kendi vaktinde kılmamızı emretmek üzere şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz ki namaz, mü’minler üzerine vakitleri belirli olarak farz kılınmıştır.”  Nisa: 4/103

İslâm Dîni kolaylık ve müsamaha dîni olduğundan dolayı, meşak­katlerin bulunması hâlinde, sıkıntıları gidermek amacıyla namazların, vakitleri dışında kılınmasını mubah saymıştır.

“ Abdullah ibn Ömer -Allah ondan razı olsun- şöyle dedi: Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu : Muhakkakki Allah’u Teala kendisine isyan edilmemesini sevdiği gibi, tanımış olduğu ruhsatların yapılmasını da sever. “ Ahmed : 2/108, 5832

Özürsüz iki namazı cem etme ümmet için kolaylık kılınmıştır. Öyleyse hiç kimse kendi kafasına göre bazı teviller yaparak bu kolaylığı zorlaştırmaya hakkı yoktur.

Sefer yolculuk halinde cem etme:

Enes -Allah ondan razı olsun- şöyle dedi: Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem, güneş batıya meyletmeden yola çıkınca, öğle namazını ikindi vaktine te'hîr eder, ikindi olunca mola verir, ikisini cem ederdi (beraber kılardı). Yola çıkmazdan önce güneş batıya meyletti (öğle vakti girdi) ise, hareketten önce her ikisini de (öğle ve ikindi) kılar sonra yola çıkardı.'' Bir rivayette de şöyle gelmiştir: "...Acele yürümek gerekirse öğleyi ikindiye te'hir eder, ikisini birleştirirdi, keza ufuktaki aydınlık kaybolunca da akşamla yatsıyı birleştirirdi. " Buharî, Taksîru's-Salât 16, l5; Müslim(704); Ebu Dâvud(1218, 1219) Nesâî(1/284-285).

İbnu Abbas -Allah ondan razı olsun- şöyle dedi: Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem yol halinde iken öğle ile ikindiyi birleştirirdi, akşam ile yatsıyı da birleştirirdi. " Buharî, Taksîru's-Salât 13

Muâz b. Cebel -Allah ondan razı olsun- şöyle dedi: “Tebuk senesi Rasûlullah ile beraber yola çıktık. Rasûlullah öğle ile ikindi ve akşam ile yatsı namazlarını cemediyordu. Bir gün namazı tehir etti, sonra dışarı çıktı ve öğle ile ikindiyi cemederck kıldırdı, sonra girdi. Sonra tekrar çıktı ve akşam ile yatsıyı cemederek kıldırdı. Son­ra şöyle buyurdu: "inşâallah yarın Tebük kaynağına vara­caksınız. Güneş yükselmeden oraya varmayın. Oraya va­ranlar, ben gelinceye kadar suya dokunmasın," Müslim(706) Muvatta(1/143) Abdurrazzak(11/545) Şafii el Ümm(1/77) Sahihu Ebu Davud(1065) Sahihu Nesai(512) el İrva(3/30)

Yağmur halinde cem etme:

İbnu Abbâs -Allah ondan razı olsun- şöyle dedi: Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem Medine'de yedi ve sekiz (rek 'at) öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını (cemederek) kıldı. Eyyub (es-Sahtiyânî) der ki :"Belki de bu, yağmurlu bir gecedeydi." Öbürü (Ebu 'ş-Şa'sâ): "Belki!'' dedi. '' Buharî (543) Müslim (705)

Nafi’den; İbni Ömer -Allah ondan razı olsun- şöyle dedi: “Yağmurda akşam ile yatsıyı cem ederdi.” Sahiha (6/816), el İrva(583)

Hazarda cem etmek;

İbni Abbas -Allah ondan razı olsun- şöyle dedi: Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem korku ve sefer hali olmaksızın öğle ve ikindiyi birleştirerek, akşam ve yatsıyı da birleştirerek kıldı." Said Bin Cübeyr r.a. İbni Abbas’a dedi ki; “Bunun sebebi ne olabilir?” dedi ki; “Ümmetine kolaylık sağlamak için.” Muvatta(1/144) Müslim(705)

Diğer rivayette; “Korku ve yağmur olmadığı halde cem etti.”

Abdullah Bin Şakik dedi ki; “İbn Abbas -Allah ondan razı olsun- bir gün ikindi namazından sonra bize akşam olup yıldızlar görününceye kadar hutbe okudu. Topluluk içinde Temimoğulları’ndan birisi “Namaz! Namaz!” demeye başladı. Bunun üzerine İbn Abbas -Allah ondan razı olsun- kızdı ve dedi ki; “Bana sünneti mi öğreteceksin?! Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in öğle ile ikindi namazını ve akşam ile yatsı namazını cem ettiğine şahit oldum.”

Abdullah bin Şakik der ki; “Bu hususta içimde bir şey hissettim ve bunu Ebu Hureyre -Allah ondan razı olsun-’e de sordum. O da buna muvafakat etti.”

Diğer rivayette İbn Abbas -Allah ondan razı olsun- ; “Namazı bize sen mi öğretiyorsun?! Biz Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile beraber iki namazı cem ederdik.” Demiştir. Müslim Kitabus-salat Cem’u beynes salateyn fil hazar

Tirmizî, Sünen'in Kitabu'l-İlel bölümünde İbnu Abbâs'ın rivâyet ettiği bu hadisle ehl-i ilimden kimsenin amel etmediğini söyler. Yani iddiasına göre sefer yağmur, korku, hastalık gibi namazın birleştirilmesine ruhsat tanıyan bir mazeret olmadan namazın birleştirilmesine hiç bir âlim fetva vermemiş olmalı. Ancak, bu  iddiasının gerçeği aksettirmediği söylenmiştir. Buna geçmeden şunu bilelim ki, Tirmizî,  başka  rivâyetlerle birlikte bu hadisin de yer aldığı, "Hazerde iki namazın arasını birleştirme hususunda gelenler" adlı bâbta, hadislerin peşlerinden  şu bilgileri sunar:

Ehl-i ilim, iki namazın sadece seferde  ve Arafat'ta birleştirileceğine hükmetmiştir. Tâbiîn'den bazı âlimler, hastanın iki namazı birleştireceğine hükmetmiştir. Bazı âlimler de yağmur sırasında iki namazın arasının birleştirilebileceğini söylemiştir. Şâfiî, Ahmed ve İshak bu görüşte olanlardır. Ancak Şâfiî hastanın iki namazı birleştirmesini caiz görmez.

Tirmizî'nin İbnu Abbâs tarafından rivâyet edilen "Rasulullah korku ve sefer hali olmaksızın öğle ve ikindiyi birleştirerek, akşam ve yatsıyı da birleştirerek kıldı" hadisi için, "Bununla hiç bir fakih amel etmemiştir" iddiasına yapılan itiraza gelince: İbnu Hacer, Nevevî'den naklen bazı örnekler sunar:

"İmamlardan bir cemaat, bu hadisin zâhirini esas alarak, mutlak bir ifade ile "ihtiyaç" sebebiyle bir şartla hazarde "cem"i tecviz ettiler. O şart da bu birleştirme işini bir âdet edinmemektir. Bu görüşte olanlar meyanında İbnu Sîrîn, Rebîa, Eşheb, İbnu'l-Münzîr, el-Kaffâlu'l-Kebîr sayılabilir. Aynı görüşü Hattâbî Ashâbu'l-hadis'ten bir gruptan da hikaye eder.

Ve bu hadisin Müslim'de Said İbnu Cübeyr tarikinden zikredilen: "İbnu Abbâs'a sordum: "Bunu Rasulullah niçin yaptı?" Bana: "Ümmetinden kimseye meşakkat vermek istemedi" diye cevap verdi" vechiyle istidlâl  eder. Müslim(5/219)

Nesâî'nin bir rivâyetine göre İbnu Abbâs, Basra'da  öğle ve ikindiyi aralarında hiç fasıla olmadan kılmıştır. Akşam ve yatsıyı da peşpeşe aralarında fasıla olmadan kılmıştır. Bu birleştirmeyi meşguliyet sebebiyle yapmıştır. İşte bu rivâyette, aynı birleştirmeyi Rasulullah'ın yaptığını da söyler. Müslim'de gelen bir rivâyette, İbnu Abbâs'ın mezkûr meşguliyetinin hutbe olduğu ikindi namazından sonra da yıldızlar doğuncaya kadar hutbesine devam ettiği sonra akşamla yatsıyı birleştirdiği belirtilir. Bu rivâyette İbnu Abbâs'ın iki namazı cem etme işini Rasulullah'a nisbetinin, Ebû Hüreyre tarafından te'yîdi de vardır. Müslim (705)

Taberânî'nin bir tahricinde, benzer merfû bir rivâyet  İbnu Mes'ud'dan kaydedilir: "Rasulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (hiçbir meşrû sebep yokken) öğleyle ikindiyi, akşamla yatsıyı cem etti. Kendisine "Bunu niye yaptın?" diye sorulunca: "Ümmetimin meşakkatte kalmaması için" diye cevap verdi."

Görüldüğü üzere, gerek fukahâ ve gerekse muhaddisînden bazıları, bazı kayıtlarla sadedinde olduğumuz İbnu Abbâs hadisiyle amel etmiştir. Avamdan pekçok kimsenin, cem-i takdim veya tehire ihtiyacı olduğu zamanlarda bile onu terk ettiğine, diğer pek çoğunun da cem yapmayarak namazı tamamen kazaya bıraktığına tanık olursun. Halbuki İslamda namazın terkinin hükmü bellidir. Bu insanlar, ruhsatları terk edip kendilerini zora sokmakta, bazen de, yukarıda işaret ettiğimiz sebepten ötürü günaha girmektedirler. Özürsüz iki namazı cem etme ümmet için kolaylık kılınmıştır. Öyleyse hiç kimse kendi kafasına göre bazı teviller yaparak bu kolaylığı zorlaştırmaya hakkı yoktur.

CEM  EDERKEN  SÜNNET  NAMAZ  KILINMAZ

“ Abdullah ibn Ömer -Allah ondan razı olsun- şöyle dedi: Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem, Müzdelife de Akşam namazı ile yatsı namazını aralarında hiçbir sünnet namazı kılmayarak cem etti. Akşam namazını üç rekat olarak kıldırdı, yatsı namazını da iki rekat olarak kıldırdı.” Müslim : 1288

“ Salim’in babasından. Abdullah ibn Ömer -Allah ondan razı olsun- şöyle dedi: Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem, Müzdelife de bir kamet ile iki namazı bir arada kıldı. Bu iki namazın ne birincisinden önce,ne de sonra hiç nafile namaz kılmadı.” Nesei : 660

İşte bu şehadet kişinin müslüman olabilmesi için ondan yerine getirmesi talep edilen ilk şeydir. Şehadet kelimesi, kabul ve reddi bünyesinde barındırmakta ve gerekli kılmaktadır. "Allah’tan başka kendisine ibadet yöneltilen herşeyi red ve Allah’ı tek mabud olarak birlemek." İşte bu bu ancak Muhammed (sallalahu aleyhi ve sellem)’in Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna iman edip, Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem)’in örnekliğine tabi olunarak elde edilebilir. Şehadet kelimesinin yerine getirilmesi ancak şu yedi şartı yerine getirilmesi ile mümkün olur ve bu yedi şartı yerine getirmeyenler Şehadet kelimesini dilleriyle telaffuz etseler dahi, kendilerine hiçbir yarar sağlamaz: Cehaleti ortadan kaldıran ilim, şüpheyi ortadan kaldıran yakin, reddi ortadan kaldıran kabul, isyanı ortadan kaldıran inkiyad (itaat, bağlılık), şirki ortadan kaldıran ihlas, yalanı ortadan kaldıran sıdk ve buğzu ortadan kaldıran muhabbet.

Zekat Farzdır

Zekat, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin dediği gibi; altın, gümüş, hurmalardan, tahıllardan ve hayvanlardan ödenir. Kişi (zekatını) kendi paylaştırıp-dağıtabilir yada imama verebilir her ikisi de Caizdir Vallahu A'lem (Allah en iyisini bilendir).

Zekat İslam’ın rükunları’nın üçüncüsüdür.

Şeriattaki manası:Allah Teala’nın  rızasını kazanmak ve nefsin ,malın ve toplumun arındırılması olan ve belirli vakitte belirli bir maldan verilmesi vacib olan bir haktır.

Zekatın bu tarifi islam’da zekatın ene önemli hedeflerini içine almaktadır.Zekatın daha pek çok önemli hedefleri vardır.İster yüce insanlık hedefleri kabilinden olsun isterse de yüce ahlaki misal kabilinden olsun onu içermesi mümkün değildir.Bunların hepsi,şeraitiyle zekatın gerçekleşmesinde İslam kasdetmiş ve onun için bunu farz kalmıştır.

Zekatın güzellikleri’den bazıları şunlardır:

1.Allah (cc) bir çok şer’i delillerde zekat ile namazı birlikte zikretmiştir.Buda göstermektedir’ki kulun kurtuluşu Allah azze ve celle katında bu ikisine bağlı.Namazın Allah’ın kulunun cismi ve bedeni üzerindeki hakkıdır,zekat’da kulun malı ve kazancında’ki hakkıdır.Kuvvet meydana getirmeyle üzerine olan nimetlere karşı Allah’a şükrünün edasını namazla gerçekleştirdiği gibi mal ve zenginlik nimetinde Allah’a olan şükrünü de zekatla gerçekleştirir.

2. Zekatta ,cimrilik,kıskançlık ve hırsdan temizlenme vardır.Zekat,cimrilik ,açgözlülük ve hırs bencillik (egoizim) ve kin gibi hastalıkların şifa veren ilacı sayılır.İslam mal sevgisine olan içgüdüyü kendini sevmeyi kaderde takdir etmiş ve kıskançlığın imanın nefsinde var olduğunu anlatmıştır.”Nefisler kıskançlığa meyillidir.”(Nisa:128)

Allah (cc) bunların hepsini istediğinin tamama ermesi için sevdirme hissi vererek  müjdelemek ve yardım etmek nefsi tedavisiyle tedavi eder.Açgözlü nefsi kendisine sevgili ve aziz olana bol bol vermesin için onu davet eder.Allah (cc) şöyle buyurur:

“ Hoşlandığınız şeylerden (Allah yolunda)sarfetmedikçe asıl iyliğe asla eremezsiniz.”(Al-i İmran:92)

Nefis buna cevap verecek güzel arayacak ve onunla bol bol vercektir.Bununla bir Müslüman şuurun derinliklerinden bolca verme cömertlik ve her yönden verme hedefine gayesiz ulaşır.Vicdan duygusundan,huy ve mizaç duygusuna dönüşür.

3. Zekatın güzelliklerinden ve islamın fazileterinden biride toplumun ruhunu ferdler arasında  çoğalmasını sağlar.Öyleki zekatını veren bir Müslüman toplumun tam bir parçası olduğu hissini duyar.O toplumun görevlerinde onlarla iştirak eder ve yüklerini kaldırır.Allah Rasulu(sav)’in sözü gereği tek vücud olmak bunu gerçekleştirmek için toplum lideri birbirine karşı sevgi karşılıklı anlaşma ve yardımlaşma olan bir aile olur. “ Mümin birbirine karşı sevgi karşılıklı saygı gösterme ve birbirine karşı sevgi  beslemede bir misali tek vücud misali gibidir.Ondan bir uzuv şikayet etse uykusuzluk ve hararetle cesedin geriye kalan kısmı perişan olur:.”(Buhari sahihinde (Fethul Bari):10/438 (6011 Nolu) Muslim:4/1999 (2586 Nolu)

4.Yine zekat İslam kardeşliğinin ameli ifadesi ve ıslah etme açısından Müslüman ahlakının fiili uygulamasıdır.Buna ek olarakda bir fakir Müslüman bir toplulukta hiçbir hased  duymaksızın yaşar.Çünkü onun hakkı zenginin malında saklıdır o ,ona ulaşır onu elde eder ve sahibine bereket ve malının çoğalması için dua eder.Allah Rasulu (sav) şöyle buyurur:

“ Bir mümin bir mümin için her birini tamamlayan bir binanın taşları gibidir.”(Buhari sahihinde (Fethul Bari): 10/449-450 (6026 Nolu) Muslim:4/1999 (2585 Nolu)

Materyalist toplumlara bir bak .Nasıl  bir kaos kargaşa ve mahvolunmanın eşiğinde yaşıyorlar?.Orada nefret kin dolandırıcılık sahtekarlık çoğalıyor bulaşıcı hastalık ve felaket çoğalıyor.Rezilliklerden daha niceleri….

İslami bir toplum ise zekatını veren bir toplum muhabbet Salih amel günahından tövbe edip Allah’a dönen hayır ve saadet içindedirler.Bunların hepsi bu yüce ruknun edasına bağlı güzelliklerdendir.O ise zekattır

5. İslam’da zekatın faziletlerinden biri de huzur ve sukunetin yayılmasının kaynağıdır.

İslam’da zekat-Allah Tealanın fazlından sonra acizler için ictimai sigorta,toplumun bölünme ve zayıflamasının koruyucusu ve ulaşılmaya çalışılan yardımlaşma güvencesinin genel müessesi olarak itibar edilir öyleki Zekat Allah’ın izniyle …. Açlık ,yoksulluk ve fakirliği yok etme vesilelerinden bir vesiledir. Zekat malları bir fakiri nefsi güven ve razı olmakla  geleceğe yüce ve atılgan olmasını sağlar,ne bir tasa ve nede bir hüzün vardır.

6.Zekatın güzelliklerinden biri de onda çalışkanlık ciddiyet ve amele teşvik vardır.

Malın bir kısmını zekat yoluyla zenginlerden fakirlere miskinlere zekat memurlarına kalpleri islama ısındırmak borçlulara ve başkalarına toplumda dostluğa çalışkanlık ciddiyet ve amele teşvik olmak üzere bir malın nakledilmesi olarak itibar edilir.Bunun içindir ki üretim kabiliyetleri artar.Bunların hepsi güçlenen ve birbirine kenetlenen topluma iade olur.

7. Zekatın güzelliklerinden ve faziletlerinden biri de o fakirlik problemlerinin çözümündeki en iyi vesiledir.

Bunun delili ise islamla hükmedilen altın çağlarda  zekat uygulandığında zekat verilecek fakir kalmamıştı.Zekatını verecek şahıs dolanır fakat onu verecek kimseyi bulamazdı .Buda göstermektedir ki ne zaman ki müslümanalr şeri ölçüler dahilinde zekatlarını gerektiği gibi yerine getirdiler.işte o zaman fakirlik müşkilatı ortadan kalkmıştır.İslamda ki zekatın içerdiği bu faziletlerden ve Allah’ın şeriatında zekatın gerçekleşmesini yerine getirilmesini kasdetmesinden daha iyi ve daha üstün bir şey olabilir mi ?

ZEKAT İLE İLGİLİ BİLGİ

Zekât vermek, hicretin ikinci senesinde Ramezân ayında farz oldu. Zekâtın farzı birdir. Her müslimânın tam mülkü olan nisâb mikdârındaki ( Zekât malı )nın belli zemânda, belli mikdârını, zekât niyyeti ile ayırıp, emr edilen müslimânlara vermekdir. Tam mülk, halâl yoldan gelip, kullanması mümkin ve halâl olan öz malı demekdir. Vakf malı, kimsenin mülkü değildir. Gasb, sirkat, rüşvet, kumar, alkollü içki satışının semeni ve fâsid olarak satın aldığı mal gibi, harâm malı kendi halâl malı ile veyâ çeşidli kimselerden aldığı harâm malları birbirleri ile karışdırmamış ise, bu harâm mallar, mülkü olmaz.

Kimler zekât verir? Akıllı olan ve bülûg çağına giren ve hür olan Müslüman erkek ve kadının, zengin olup, şartları bulununca, zekât vermeleri farzdır. Dört çeşit malı bulunup zengin olan kimse zekât verir. Bu mallar, altın ve gümüş, ticâret eşyâsı, hayvanlar ve toprak mahsûlleridir. Nisap miktarı malı olan kimse zengindir. İhtiyaç eşyâsı ve kul borçları nisâba katılmaz.

Ödünç alma karşılığı olan borçlar, zekât vermek farz olduğu günden önce ödeme zamânı gelmiş olan tecilli kul borçları ve ihtiyaç eşyâsından mevcut olanlar nisâb hesâbına katılmaz. Zekât farz olduktan sonra yapılan borçlar özür olmaz. Bunların zekâtı verilir. Geçmiş senelerin ödenmemiş zekâtları kul borcu sayılır. Bunlar, yeni nisâba katılmaz.

İhtiyaç eşyâsı: İnsanı ölümden koruyan şeylerdir. Bunların birincisi nafakadır. Nafaka, insan hayatta olduğu müddetçe muhtaç olduğu eşyâların tamâmı demektir. Bunlar iktisâdî ve sosyal şartlara göre değişir. İnsan için lâzım olan nafaka üçtür. Bunlar yiyecek, giyecek ve evdir. Yiyecek deyince, mutfak eşyâsı da anlaşılır. Ev demek, ev eşyâsı da demektir. Binek hayvanı veya arabası, silâhları, hizmetçisi ve sanat âletleri ve lüzumlu kitapları da ihtiyaç eşyâsı sayılır.

Nisap miktarı: Zekâtı verilecek her mal için ne kadar bir kısmının veya buna karşılık verilecek altın, gümüş ve mal miktarına dâir ölçüdür. Dînimizde bu ölçüye "zekât nisâbı" ismi verilmektedir. Belirlenen bu miktar mala sâhip olan bir Müslümanın, bu mallarının üzerinden bir kameri yıl (354 gün) geçmesi veya elinde kalması netîcesi zekât vermesi farz olur.

Zekât, artıcı özelliğin olan Ticari mallar, Madenler, Hayvanlar ve Tarım Ürünlerinden verilir.

Ev, arsa, araba gibi gayrimenkuller, eğer satın alınırken daha sonra satıp para kazanmak niyetiyle alındı ise, bunlar ticari mal sayılır ve onlara dahil edilir. Eğer bunlar kullanılmak niyetiyle satın alındılar ise, miktarları ne kadar çok olursa olsun, bunlar ihtiyaç eşyası sayılır. Zekâtları olmaz. Ancak varsa bunların kira gelirleri zekât hesabına dahil edilir.

Zekâta tabi malların değeri nisabı bulduktan sonra üzerinden bir yıl geçmesi gerekir. Malların miktarının nisabı bulduğu tarih bir yere kaydedilir. Üzerinden bir kameri (hicri) yıl geçtiktan sonra aynı tarihte tekrar zekat hesaplanarak nisabı bulup bulmadıkları kontrol edilir. Eğer nisab miktarı iseler zekâtları verilir. Değilse zekâtları verilmez. Yıl içindeki azalıp çoğalmalar dikkate alınmaz.

İslam'da ferdi mülkiyet söz konusudur. Bir ailede karı, koca ve çocukların zekâtları ayrı ayrı hesaplanır. Fertlerden kimin zekâta tabi mallarının miktarı nisabı bulursa zekâtı o verir. Hepsinin malları ayrı ayrı nisabı bulursa, hepsi ayrı ayrı zekâtlarını verirler.

Geçmiş yıllara ait zekat borçlarının ayrıca ödenmesi gerekir.

"Zekatımızı kimlere verelim, Tevbe Suresi 60. ayetinde belirtilmiştir. Zekât, (nisab miktarından az malı olan) fakîrlere, (bir günlük nafakası dışında fazla bir şeyi olmayan) miskinlere, zekât memurlarına, (kalpleri İslâm'a ısındırılmak istenen) müellefe-i kulûba, kölelere, (borçlu olup borcunu ödeyemeyen) borçlulara, (ilim tahsili, hac ve cihad gibi) Allah yolunda olan ihtiyaç sahiplerine ve yolda kalanlara verilir.

Zekât malları nelerdir? Dört çeşit zekât malına sâhip olan kimse, zengin olunca bunlârın zekâtını verir:

1. Senenin ekserî zamânında, çayırda parasız otlayan dört ayaklı hayvanlar: Yılın yarıdan fazlasında parasız, çayırda otlayan hayanlara, üretmek için veya sütü için olursa "sâime" hayvan denir. Sâime hayvan sayısı, nisâb miktarı olduktan bir yıl sonra zekâtı verilir. Yük için, yük taşımak için, binmek için olursa sâime denilmez ve zekât lâzım olmaz. Deve, sığır gibi başka cinsten sâime hayvanlar, birbirlerine ve diğer ticâret eşyâsına eklenmezler.

Hayvanın zekât nisâbı: Koyun ve keçi 40 adet olunca birisi zekât olarak verilir. Sığır 30 adet olunca, bir dana zekât olarak verilir. Manda da sığır gibidir. Devenin nisabı beştir. Beş devesi olan, bir koyun verir. Atın nisabı yoktur.

2. Altın, gümüş ve kâğıt paralar: Altın ile gümüşün, para olarak kullanılsın, kadınların süsü gibi, helâl olarak kullanılsın veya haram olarak kullanılsın, ev, yiyecek, kefen satın almak için saklanılsın, kılıç ve altın diş gibi ihtiyaç eşyâsı olsalar bile, nisâba katılıp zekâtı verilecektir. Hac, adak ve keffâret için saklanan paraların zekâtı verilir. Çünkü kul borcu değildirler. Senetli veya iki şâhitli olan yâhut îtiraf olunan alacak, iflas edende ve fakirlerde de olsa nisaba katılır. Ele geçince, geçmiş yılların zekâtı da verilir.

Altın ile gümüşün ağırlığı ve ticâret eşyâsının mal oluş kıymeti nisab miktarı olduktan îtibâren bir Hicrî sene (354 gün) elde kalırsa yıl sonunda elde bulunanın, kırkta birini ayırıp Müslüman fakirlere vermek farzdır. Altının nisabı 20 miskal, yâni 96 gramdır. Gümüşün nisabı da 672 gramdır.

Kâğıt paraların, bakır ve her türlü mâdeni paraların kıymeti 200 dirhem (672 gr) gümüş veya 20 miskal (96 gr) altın olduğu zaman bu paranın zekâtını vermek lâzımdır. Ticâret niyetiyle kullanılması şart değildir ve değeri kadar zekat verilir. Kâğıt paraların nisapları, altının nisab miktarı ile hesap edilir.

3. Ticâret için alınıp, ticâret için saklanılan ticâret eşyâsı. Eşyânın ticâret niyetiyle satın alınması lâzımdır. Öşür vermesi lâzım gelen topraklardan hâsıl olan ve mîras olarak ele geçen veya hediye, vasiyet gibi kabul edince mülk olan şeylerde, ticârete niyet edilse de bunlar ticâret malı olmaz. Çünkü ticâret niyeti, alış-verişte olur.

Canlı cansız her mal, meselâ yerden, denizden çıkarılmış tuzlar, oksitler, petrol ve benzerleri, ticâret eşyâsı olurlar. Altın ile gümüş her ne niyetle olursa olsun hep ticâret eşyâsıdır.

Ticâret eşyâsının zekâtı, altın nisâbına göre verilir. İhtiyaç eşyâsından ve kul borçları çıkarıldıktan sonra kalanın kırkta biri (yüzde ikibuçuk) zekât olarak verilir.

4. Yağmur suyu veya nehir suyu ile sulanan, haraçlı olmayan bütün topraklardan (uşurlu toprak olmasa bile) ve vakıf topraktan çıkan şeyler: Bunların zekâtına "öşür" denir. Öşür vermek Kur'ân-ı kerîmde, En'âm sûresinin 141. âyetinde emredilmiş, onda birinin verilmesi de Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem  tarafından bildirilmiştir. Öşür, mahsulün onda biridir. Haraç ise, beşte bir, dörtte bir, üçte bir, yarıya kadar olabilir. Bir topraktan, ya öşür veya haraç vermek lâzımdır. Kul borcu olan, borcunu düşmez. Öşrünü tam verir.

Zekât kimlere verilir? "Zekâtlar (sadakalar), Allah'tan bir farz olarak fakîrlere, miskinlere (düşkünlere), zekât memurlarına, müellefe-i kulûba (kalpleri İslâma alıştırılmak, ısındırılmak istenenlere), kölelere, borçlulara, Allah yolunda olanlara ve yolda kalanlara verilir. Allahü teâlâ bilendir, hikmet sâhibidir." (Tevbe sûresi: 60)

ZEKATIN VERİLDİĞİ YERLER

1. Fakir: Nafakasından fazla, fakat nisap miktarından az malı olana fakir denir. Maaşı kaç lira olursa olsun, evini idârede güçlük çeken her fakir zekât alabilir ve kurban kesmesi, fıtra vermesi lâzım olmaz.

2. Miskîn: Bir günlük nafakasından fazla bir şeyi olmayan kimseye miskîn denir.

3. Sâime hayvanların ve toprak mahsullerinin zekâtlarını toplayan "sâî" ile şehir dışında durup rastladığı tüccardan ticâret malı zekâtını toplayan "âşir", zengin dahi olsalar, işleri karşılığı zekât verilir. Sâi ve âşir İslâm devletinde zekât toplayan memurlardır. Sâime yılın fazlasında parasız çayırda otlayan üretmek ve sütü için olan hayvanlardır.

4. Efendisinden kendisini satın alıp, borcunu ödeyince, âzâd olacak köle.

5. Cihâd ve hac yolunda olup, muhtaç kalanlar. Din bilgilerini öğrenmekte ve öğretmekte olanlar da, zengin olsalar bile, çalışıp kazanmaya vakitleri olmadığı için zekât alabilirler. Hadîs-i şerîfte; "İlim öğrenmekte olanın kırk yıllık nafakası olsa da, buna zekât vermek câizdir." buyruldu.

6. Borcu olan ve ödeyemeyen Müslümanlar.

7. Kendi memleketinde zengin ise de, bulunduğu yerde yanında mal kalmamış olan ve çok alacağı varsa da, alamayıp muhtaç kalan.

Bunların hepsine veya birine vermelidir. Zekât parasıyla, ölen kimseye kefen alınmaz, ölenin borcu ödenmez. Câmi, cihat, hac yapılmaz.

DOĞRUDAN VE DOLAYLI OLARAK ZEKAT VERMENİN  EMREDİLDİĞİ AYETLER

Zekat, kitabımız Kur'an-ı Kerim'in birçok yerinde sürekli namaz ile birlikte emredilen en önemli buyruklardan birisidir.

Namazı kılın, zekatı verin, rüku edenlerle birlikte rüku edin. (Bakara, 43)

Namazı kılın, zekatı verin, kendiniz için önden gönderdiğiniz her hayrı Allah katında bulacaksınız. Allah yaptıklarınızı şüphesiz görür. (Bakara, 110)

Namaz kılın, zekat verin, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem e itaat edin ki size merhamet edilsin. (Nur, 56)

Evlerinizde oturun; eski Cahiliyye'de olduğu gibi açılıp saçılmayın; Namazı kılın; zekatı verin; Allah'a ve Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ine itaat edin. Ey Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem in ev halkı! şüphesiz Allah sizden kusuru giderip sizi tertemiz yapmak ister. (Ahzab, 33)

Hususi konuşmanızdan önce sadaka vermekten ürktünüz mü ki bunu yerine getirmediniz? Ama Allah, tevbenizi kabul etmiştir. Öyleyse Namazı kılın, zekatı verin, Allah'a ve Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ine itaat edin. Allah, islediklerinizden haberdardır. (Mücadele, 13)

İsrail oğullarından, "Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, anne babaya, yakınlara, yetimlere, düşkünlere iyilik edin, insanlarla güzel güzel konuşun, namazı kılın, zekatı verin" diye söz almıştık. Sonra siz pek azınız müstesna, döndünüz. Sizler zaten döneksiniz. (Bakara, 83)

Oysa onlar, doğruya yönelerek, dini yalnız Allah'a has kılarak O'na kulluk etmek, Namazı kılmak ve zekatı vermekle emrolunmuşlardı. Dosdoğru olan din de budur. (Beyyine, 5)

And olsun ki, Allah, Israilogullarindan söz almıştı. Onlardan on iki reis seçtik. Allah: "Ben şüphesiz sizinleyim, namaz kılarsanız, zekat verirseniz, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem lerime inanır ve onlara yardim ederseniz, Allah uğrunda güzel bir takdimde bulunursanız, and olsun ki kötülüklerinizi örterim. (Maide, 12)

Onları, buyruğumuz altında insanları doğru yola götüren önderler yaptık; onlara, iyi işler yapmayı, namaz kılmayı, zekat vermeyi vahyettik. Onlar, bize kulluk eden kimselerdi. (Enbiya, 73)

Allah uğrunda gereği gibi cihat edin. O, sizi seçmiş, babanız İbrahim'in yolu olan dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır. Daha önce ve Kuran'da, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem in size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için size Müslüman adını veren O'dur. Artık, namaz kılın, zekat verin, Allah'a sarılın. O sizin sahibinizdir. Ne güzel sahip ve ne güzel yardımcıdır! (Hac, 78)

Kuran'dan kolayınıza geleni okuyun; Namazı kılın; zekatı verin; Allah'a güzel ödünç takdiminde bulunun; kendiniz için yaptığınız iyiliği daha iyi ve daha büyük ecir olarak Allah katında bulursunuz. Allah'tan bağışlanma dileyin; Allah elbette bağışlar ve merhamet eder. (Müzzemmil, 20)

Verilen ayet-i kerimelerde görüldüğü gibi zekat ibadeti genellikle hep namaz ile birlikte emredilmektedir.

Bir malın zekâta tâbi olabilmesi için o malın "tam mülk olması", "artıcı özelliğe sahip olması", "nisaba ulaşmış olması", "kişinin tabii asli ihtiyaçlardan fazla olması" ve "üzerinden bir yıl geçmiş olması" gerekir.

ZEKAT VERMEK MÜMİNLİK SIFATIDIR

Kur'an-ı kerimdeki birçok ayet-i kerimede, müminlerin en önemli sıfatlarından birinin, onların namaz kılmaları, zekat vermeleri olduğu vurgulanmakta ve bu sıfatları taşıyanlara ödüller vaad edilmektedir. Bu ayet- kerimelerin bir kısmı aşağıda verilmiştir.

Kendilerine: "Elinizi savaştan çekin, namaz kılın, zekat verin" denenleri görmedin mi? (Nisa, 77)

Onlar zekatlarını verirler. (Müminun, 4)

İnanıp yararlı işler işleyenlerin, namaz kılıp, zekat verenlerin Rab'leri katında ecirleri vardır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. (Bakara, 277)

Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlara, sana indirilen Kitap'a ve senden önce indirilen Kitap'a inanan müminlere, namaz kılanlara, zekat verenlere, Allah'a ve ahıret gününe inananlara, elbette büyük ecir vereceğiz. (Nisa, 162)

Sizin dostunuz ancak Allah, O'nun Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem i ve namaz kılan, zekat veren ve rüku eden mü'minlerdir. (Maide, 55)

Eğer tevbe eder, namaz kılar ve zekat verirlerse, sizin din kardeşiniz olurlar. Bilen kimseler için ayetleri uzun uzadıya açıklıyoruz. (Tevbe, 11)

Allah'ın mescitlerini sadece, Allah'a ve ahıret gününe inanan, namaz kılan, zekat veren ve ancak Allah'tan korkan kimseler onarır. İşte onlar doğru yolda bulunanlardan olabilirler. (Tevbe, 18)

Bunlar, namaz kılan, zekat veren ve ahırete de kesin olarak inanan müminlere doğruluk rehberi ve müjdedir. (Neml, 2-3)

O kimseler Namazı kılarlar, zekatı verirler; ahırete de yakinen inanırlar. (Lokman, 4)

Bunları ne ticaret ve ne de alışveriş Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan, zekat vermekten alıkoyar. Bunlar, gönüllerin ve gözlerin döneceği günden korkarlar. (Nur, 37)

Mümin erkekler ve Mümin kadınlar birbirlerinin velileridir; iyiyi emreder kötülükten alıkorlar; namaz kılarlar, zekat verirler, Allah'a ve Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ine itaat ederler. İşte Allah bunlara rahmet edecektir. Allah şüphesiz güçlüdür, hakimdir. (Tevbe, 71)

Kitap'ta İsmail'e dair anlattıklarımızı da an. Çünkü o sözünde doğru bir kimse idi, tarafımızdan gönderilmiş bir Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem di. Çevresinde bulunanlara namaz kılmalarını, zekat vermelerini emrederdi. Rabbinin katında hoşnudluğa ermişti. (Meryem, 54-55)

Onları biz yeryüzüne yerleştirirsek namaz kılarlar, zekat verirler, uygun olanı emrederler, fenalığı yasak ederler. işlerin sonucu Allah'a aittir. (Hac, 41)

KAFİR VE MÜŞRİKLERİN HALLERİ İLE İLGİLİ AYETLER

Aşağıdaki ayet-i kerimelerde de kafirlerin ahıret hayatını inkar ettikleri ve zekat vermedikleri belirtilmekte ve bunların tevbe ederek namaz kılıp zekatların vermeleri halinde serbest bırakılmaları emredilmektedir.

Onlar zekat vermezler; ahıreti inkar edenler de yalnız onlardır. (Fussilet, 7)

Hürmetli aylar çıkınca, puta tapanları bulduğunuz yerde öldürün; Onları yakalayıp hapsedin; her gözetleme yerinde Onları bekleyin. Eğer tevbe eder, namaz kılar ve zekat verirlerse yollarını serbest bırakın. Doğrusu Allah bağışlar ve merhamet eder. (Tevbe, 5)

ZEKAT VERMEYENLERİN NASIL CEZALANDIRILACAĞINI  BİLDİREN AYETLER"

Aşağıdaki ayet-i kerimeler de, zekat vermeyenlerin maruz kalacakları şiddetli azabı bildirmektedir.

Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarf etmeyenlere can yakıcı bir azabı müjdele. (Tevbe, 34)

Bunlar cehennem ateşinde kızdırıldığı gün, alınları, böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacak, "Bu, kendiniz için biriktirdiğinizdir; yığdıklarınızın tadına bakın" denecek. (Tevbe, 35)

 

ZEKATIN KİMLERE VERİLECEĞİNİ BİLDİREN AYETLER

Aşağıdaki ayet-i kerimeler ise, malların ne uğurda sarf edileceği ve zekatın kimlere verileceği bildirilmektedir.

Yüzlerinizi doğudan yana ve batıdan yana çevirmeniz iyi olmak demek değildir; Lakin iyi olan, Allah'a, ahıret gününe, meleklere, Kitap'a, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem lere inanan, O'nun sevgisiyle, yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yolculara, yoksullara ve köleler uğrunda mal veren, namaz kılan, zekat veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler, zorda, darda ve savaş alanında sabredenlerdir. İşte onlar doğru olanlardır ve sakınanlar ancak onlardır. (Bakara, 177)

Zekatlar; Allah'tan bir farz olarak yoksullara, düşkünlere, onu toplayan memurlara, kalbleri Müslümanlığa ısındırılacaklara verilir; kölelerin, borçluların, Allah yolunda olanların ve yolda kalanların uğrunda sarf edilir. Allah bilendir, hakimdir. (Tevbe, 60)

ZEKAT İLE İLGİLİ BAZI HADİS-İ ŞERİFLER

Aaşağıdaki Hadis-i Şeriflerde de zekâtın önemi, zekat nisabı, zekatın verileceği kişilerle ilgili bilgiler verilmektedir.

Zekatın önemi ile ilgili hadisler

"Malınızın zekâtını veriniz! Biliniz ki, zekâtını vermiyenlerin, nemâzı, orucu, haccı ve cihâdı ve îmânı yokdur".

"Zekât vererek, malınızı zarardan koruyunuz!"

“Mallarınızı zekât vermek suretiyle temizleyin.”

“İbn-i Abbas'dan rivayet  edildiğine göre, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem  Efendimiz, Muaz b. Cebel'i Yemen'e vâli gönderdiği vakit ona şu emri vermiştir:  Onları Allah'dan  başka bir ilah  bulunmadığına ve benim Allah'ın Elçisi olduğuma inanmaya dâvet et. Eğer bu hususta sana itaat ederlerse onlara, Cenabı Allah'ın kendilerine günde beş vakit namaz kılmalarını emrettiğini bildir. Eğer bu hususta da sana itaat ederlerse kendilerine, mallarından zekât vermelerini farz kıldığını bildir. Zekât zenginlerden alınıp fakirlere verilir.”  (Buhari, Sahih, c.2, s.104)

“Ebû Hureyre'den rivayet edildiğine göne, bir adan Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem  Efendimize gelerek;

Bana öyle bir amel göster ki onu yaptığım zama cennete gireyim, dedi.  Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem  Ona şöyle buyurdu;

Allah'a ibadet edecek, hiçbir şeyi O’na ortak koşmayacaksın;  farz olan namazı kılacaksın; zekâtı vereceksin;  Ramazanda oruç tutacaksın. Bunun üzerine o adam şöyle mukabelede bulundu :

Varlığım elinde olan Allah’a yemin ederim ki, bundan daha  fazlasını  yapmayacağım. O kimse bu sözü söyleyip ayrıldıktan sonra  Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem :

“Kim Cennetlik birine bakmak isterse bu adama baksın, buyurdu.” (Buhari, Sahih, c.2, s.105)

Ashabdan Cerir b. Abdillâh:  "Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem'e, namazı kılacağıma, zekâtı vereceğime ve her Müslümana öğüt vereceğime dair söz verdim" diyor.” (Buhari, Sahih, c.2, s.106)

“Râf'i b. Hadîc'den  rivayet  olunduğuna  göre,  Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:  "Zekât işlerinde hakkiyle çalışan memur, evine dönünceye kadar Allah yolunda muharebe eden gâzi gibidir.” (Tirmizi, c.3, s.144)

“Cenab-ı Allah kime mal verir de zekâtını ödemezse, Kıyamet gününde o mal,  sahibine,  gözlerinin  önünde  simsiyah iki benek bulunan gayet zehirli (ve zehirinin tesirinden  başı)  kel bir yılan şeklinde görünerek boynuna gerdanlık yapılacak; sonra da iki çene kemiğini,  yâni  avurdunu iki tarafından  yakalayıp şöyle diyecek :  Ben senin malınım, ben senin stokunum.”  (Buhari, Sahih, c.2, s.106)

“Deve, sığır ve koyun sahibi bir Müslüman, bu malların zekâtını ödemezse, Kıyamet gününde o hayvanlar, dünyada olduklarından daha semiz ve daha büyük bir halde gelecekler ve herbiri boynuzu ile ona toslayacak; ayakları ile de çiğneyecek. Sonuncusu işini bitirince, birincisi yeniden toslamaya ve çiğnemeye başlayacak; tâ insanlar muhakeme edilinceye kadar.” (Buhari, Sahih, c.2, s.106)

Zekat nisabı ile ilgili hadisler

“Resûlullah sallellahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu :  Sâime cinsinden her kırk devede üç yaşına girmiş dişi bir deve vermek gerekir.  Hiçbir deve ayrı hesap edilmez. (Yâni hepsi kırk adet içinde mütalâa edilir, zayıfı ile şişmanı, küçüğü ile büyüğü arasında bir ayırım  yapılmaksızın orta derecede bir deve  alınır.)

Her kim, (ecrini Allah'tan isteyerek) kırk devenin zekâtını (üç yaşında dişi bir deve) verirse, kendisi için mükâfat  vardır.  Kim bunu vermek istemezse, biz hem zekâtını hem de devesinin yarısını alırız. (Zekât) , Rabbimizin haklarından bir haktır. Muhammed'in âline ondan bir şey helâl olmaz.” (Nesai, Sünen, c.5, s.15)

Muaz b. Cebel şöyle diyor :  "Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem , beni Yemen'e göndererek her otuz  sığırdan,  iki yaşında dişi veya  erkek bir dana;  her kırk sığırdan, üç yaşında bir dana; her yüklü sığırdan da bir dinar para veya buna denk Maâfir elbisesi zekât almamı emretti.” (Tirmizi, Sünen, c.2, s.389)

(Maâfir, Hemedân kabilesine nisbet edilen bir elbise cinsinin adıdır.)

Ebû Saîd el - Hudrî'den rivayet olunduğuna  göre, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur :  "Beş ûkıyye'den az gümüşte, beş zevd'den az devede ve  beş vesak'tan az hububatta  zekât verme mükellefiyeti yoktur.” (Buhari şerhi, c.4, s.283)

(Bütün müctehitlerin ittifakı ile ûkiye:  40 dirhemlik bir ağırlık ölçüsüdür. Zevd: üç ilâ otuz arasındaki deve topluluğuna verilen isimdir. Vesak: 60 sâ' olup 6240 dirhem, bugünkü ölçülerle 200 kg'a tekabül etmektedir. Buna göre beş vesak : 1000 kg. eder.)

Ali'den rivayet edildiğine göre, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu : "At ile kölenin zekâtını affettim. Sizler, her kırk dirhemde bir dirhem zekât  verin. 199 dirhemde zekât  yoktur. Fakat, gümüş 200 dirheme ulaştığı zaman, bu paradan 5 dirhem zekât vermek lâzımdır.” (Tirmizî, Sünen, c.2, s.384)

Ali'den rivayet edildiğine göre,  Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:  "Senin iki yüz dirhem gümüşün olduğu ve üzerinden de bir yıl geçtiği vakit, ondan beş dirhem zekât vermen gerekir. Altında, yirmi dînara kadar bir şey yoktur. Senin yirmi dînar'ın bulunduğu ve üzerinden bir yıl geçtiği vakit, ondan yarım dînar zekât vermen gerekir.”

“Sâlim b. Abdillah'ın babasından, şöyle dediği rivayet olunmuştur :  Sâlim bana,  Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem  vefat etmeden önce zekât hakkında yazdırdığı bir yazıyı okuttu. O yazıda şöyle bir ibare buldum: Beş devede bir koyun, on tanesinde iki koyun, onbeş tanesinde üç koyun, yirmide dört koyun, yirmi beşte ise iki yaşına girmiş dişi bir deve vermek gerekir. Otuz beşe kadar durum böyledir. Eğer iki yaşında dişi deve bulunmazsa, üç yaşında erkek bir deve verilmesi gerekir. Otuzbeşi bir sayı geçtiği zamanda kırk  beşe  kadar üç yaşına  girmiş dişi bir deve vermek gerekir.

Kırk beşi bir yukarı geçince altmışa kadar dört yaşına basmış dişi bir deve vermek icabeder. Altmıştan yukarı geçerse yetmiş beşe kadar beş yaşına girmiş dişi bir deve vermek lâzım gelir.  Yetmiş beşi bir yukarı çıkarsa doksana kadar üç yaşına basmış iki adet deve vermek gerekir.

Doksandan bir fazla olursa, yüz yirmiye kadar dört yaşına basmış iki adet dişi deve vermek lâzım gelir. Develer yüz yirmiyi geçince,  (bundan sonra) her elli devede dört yaşında dişi bir deve, her kırkta üç yaşına girmiş bir deve vermek gerekir.” (İbn-i Mâce, Sünen, c. 1, s. 574)

“(Mallarınızın)  kırkta bir zekâtını verin:  Kırk dirhemden bir dirhem vermek gerekir. İki yüz dirhem tamamlanıncaya kadar sizin üzerinizde bir borç yoktur. Para iki yüz dirhem olunca, ondan beş dirhem zekât vermek icap eder. İki yüz dirhemden fazlası da bu hesaba göredir."

“Koyunda da kırkta bir zekât vermek gerekir. Otuz dokuz koyundan bir şey lâzım gelmez.

“Sığırlar da otuz tane olunca bir yaşında bir sığır vermek gerekir. Kırk tanede ise, iki yaşında bir sığır verilir. Ziraat için kullanılan sığırlardan bir şey vermek gerekmez.

“Develerden her yirmi beşinde beş koyun verilir..."

“Koyunda 1/40 zekât verilir. 120'ye kadar durum böyledir. Koyunlar yüz yirmiyi aşınca iki yüze kadar iki koyun; iki yüzden fazla olunca üç yüze kadar üç koyun vermek lâzımdır. Koyunlar üç yüzden fazla olunca, her yüzde bir koyun verilir. Sonra dört yüze ulaşıncaya kadar bir şey vermek gerekmez. Zekât almakta ayrı ayrı kimselerin koyunları birleştirilmez. Zekât vermemek için de toplu olan koyunlar birbirinden ayrılmazlar. Karışık halde bulunanlar ise, mülkiyet nisbetine göre hesab edilirler. Zekâtta çok yaşlı veya kusurlu olanlar kabul edilmez.” (Tirmizi, Sünen, c. 2, s. 387)

“Beş ûkiyye (iki yüz dirhem)'den az gümüşte zekât yoktur. Beş zevd'den az devede zekât yoktur.  Beş vesakdan az toprak mahsullerinde de zekât yoktur.” (Buhârî)

“Yağmur, nehir ve göze suları ile (tabiî  olarak)  sulanan, veya kendiliğinden sulu olan arazi mahsullerinde onda bir, hayvanlar ve havuzlar yardımı ile sulanan  toprak mahsullerinde ise yirmide bir zekât verilir." (Nesâî, sünen, c.5, s. 31)

“Hububat maddeleri ile hurma beş ölçek, deve beş zevd, gümüş de beş ûkıyye olmadıkça  bunlardan zekât  vermek  gerekmez,”  (Buhârî)

“Yemenli bir kadın kızı ile birlikte Resûlüllah (s.a.v.)'in yanına geldi. Kızının elinde altından yapılmış iki âdet kalın bilezik vardı. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem  kadına :

Bunların zekâtını veriyor musun? Diye sordu. Kadın :

Hayır, dedi.  Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem  :

Kıyamet gününde Cenabı Allah'ın bu iki altını senin koluna ateşten bilezik olarak takmasından hoşlanır mısın? Buyurdu. Bunun üzerine kadın,  bilezikleri kızının  kolundan çıkarıp Resûlüllah'ın önüne bıraktı ve şöyle dedi :

Bilezikler, Allah ve Resûlü içindir.” (Nesâî, Sünen, c.5, s. 38)

Amr b. şuayb'ın, babası yolu ile dedesinden şu rivayet nakledilmiştir:

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem 'e kayıp eşyanın zekâtından soruldu. O da şöyle buyurdu:  İşlek yolda, veya şenlik bir köyde bulunanı bir sene ilân et. Eğer sahibi gelirse (onundur). Sahibi gelmezse senindir."

“İşlek yol ile şenlik bir köyden başka yerlerde bulunan eşya ile definelerde ise beşte bir zekât vermen gerekir.” (Nesâi, Sünen, c.5, s. 44.)

Ebû Hüreyre'den rivayet edildiğine göre Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Sahibi başında bulunmayıp mer'aya salıverilen dilsiz hayvanların yaraladığı hederdir. (Yâni sahibine tazminat vermek gerekmez). Su kuyusuna düşen hederdir.  Mâden  kuyusuna düşen de hederdir. (Sahibine bir şey ödemek gerekmez.)  Rikâz'da (yer altı zenginliklerinde) ise 1/5 zekât vermek gerekir. (Buhâri)

(Rikâz, bazılarına göre, mâden ve mâdenden çıkan maddelerin tümüne verilen bir addır.)

Zekat verilecek ve verilmeyecek kişilerle ilgili hadisler

“Ne zengine, ne de normal şekilde (çalışabilecek) güce sahip kimselere zekât helâl olmaz.” (Şevkânî, Neyl'ul-Evtâr, c.4, s.159)

(Bu Hadîs-i Şerîf'i İbn-Mâce ile Nesaî'den başka diğer hadîs imamları da rivayet etmişlerdir.)

Abdullah b. Adiy'den rivayet edildiğine göre, Vedâ Haccında  Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem , zekât dağıtırken iki adam O'nun yanına giderek kendisinden  zekât istediler. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem gözlerini bu iki kişiye dikerek, onları  güçlü - kuvvetli görünce: "Dilerseniz size (zekâttan) vereyim, fakat zekâtta ne zenginin, ne de çalışabilecek güce sahip kimselerin hakkı yoktur", buyurdu. (Müsned-i Ahmed b.' Hanbel), c.9, s. 91)

Sehl  b. Hanzaliye'den rivayet  edildiğine göre  Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: Her kim başkasına muhtaç olmayacak kadar yiyeceği bulunduğu halde dilenirse, Cehennem ateşinden başka bir şey dilenmez. Ashab :

Yâ Resûlullah! Yetecek kadar yiyeceğin  ölçüsü nedir? diye sordular.  Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem  :

“Sabah akşam (24 saatlik) yiyeceği kadar", buyurdu. (Şevkânî,  Neyl'ul-Evtâr,  c.4,  s.159)

"Kimin 40 dirhem parası veya bu para karşılığında malı bulunduğu halde isterse, ihtiyacı olmadan istemiş olur."  Feth'ur-Rabbanî, c.9,  s.91  vd.

“Her kim ihtiyacı olmadığı halde başkasından  yardım dilenirse, Kıyâmet günü yüzünde yırtık izleri ve tırmalanma belirtileri olduğu halde Allah'ın huzuruna gelecek".  Kendisine :

Ya Resülullah (istemeyi yasak kılan) Zenginliğin ölçüsü nedir? diye sorulunca da :

"50 dirhem (160 gr.) gümüş para, yahut bu değerde altındır", cevabını verdi. (Ebû Dâvud, Sünen, c.1, s. 236)

“Kim (başkalarına) ihtiyaç belirtmezse,  Allah onu muhtaç etmez. Kim iffet isterse (başkalarına yüz kızartmamak isterse), Allah onu afît kılar.  Bizden bir şey istemeyen  (dilenmeyen), isteyenden daha hayırlıdır.” (Ebû Dâvud, Sünen, c.1, s. 236)

Ebû Saîd el-Hudrî'den rivayet edildiğine göre  Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem  şöyle buyurdu:  "Zekât, zenginlerden ancak üç taifeye verilebilir:

1 - Allah yolunda bulunanlar,

2 - Yolda kalmış yolcular,

3 - Zengin bir kimse ki, fakir olan komşusuna zekat verilir de bu maldan kendisine hediye edilir veya dâvet edilir.” (Ebû Dâvud, Sünen, c.1, s.380)

ALTIN VE GÜMÜŞÜN NİSAB MİKTARI

Altın ile gümüşün ağırlığı ve ticâret eşyâsının mal oluş kıymeti, nisâb mikdârı oldukdan i'tibâren, bir hicrî sene, ya'nî arabî sene [354 gün] elde kalırsa, yıl sonunda elde bulunanın kırkda birini, zekât niyyeti ile ayırıp, müslimân fakîrlere vermek farzdır. Acele edip, hemen vermek vâcibdir.

Altının nisâbı yirmi miskaldir. Miskal, ağırlık ölçü birimidir. Ağırlık, uzunluk, hacm, zemân ve kıymet (para) ölçü birimleri, şer'î birimler ve urfî (örfi)birimler olarak, ikiye ayrılır: Şer'î birimler, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem zemânında kullanılan ve hadîs-i şerîflerde isimleri geçen birimlerdir.

Bir miskal, dört gram ve seksen santigram [4,80 gr.] ağırlığında olmakdadır. O hâlde, altının nisâbı, [96] gramdır. Osmânlı devletinde son kabul edilen urfî miskal 24 kırât ve bir kırât da [20] santigram idi. Buna göre, urfi miskal 4,80 gram olmakdadır. Şer'î miskal ile urfî miskâl aynı ağırlıkda olmakdadır. Bir Osmânlı ve Cumhuriyyet altını bir buçuk miskal ağırlığında olduğu için, nisâb mikdârı, 20/1.5=13.3 adet altın liradır.

Bir liralık altın, [7,20] gramdır. 13,3 adet altın, 96 gram olur. Demek ki, onüç aded ve bir sülüs [13,3] altın lirası veyâ bu kadar değerinde kâğıd parası olan kimsenin, zekât vermesi farz olur. Bir miskal 20 kırâtdır deyince, şer'î miskâl anlaşılır. Bu miskalin kaç gram olduğunu anlamak için, 20’yi bir şer'î kırâtin ağırlığı olan, 0,24 ile çarpmak lâzım olur. Urfî kırâtın ağırlığı olan 0,20 ile çarpılırsa, bulunan 4 gr şer'î miskâlin ağırlığı olmadığı gibi, urfî miskalin de olmaz. Altının nisâb mikdârını bu yanlış miskale göre yaparak 4x20=80 gramdır demek de doğru olmaz.

Gümüşün nisâbı, ikiyüz dirhem-i şer'îdir. Bir dirhem-i şer'î, ondört kırât-ı şer'îdir. Yetmiş arpadır.  Bir miskalden, onda üçü çıkarılınca, bir dirhem olur. Bir dirheme, yedide üçü ilâve edilince bir miskal olur. Bir dirhem-i şer'î, 0,24x14=3,36 üç gram ve otuzaltı santigramdır: [3,36 gram]. O hâlde,  gümüşün nisâbı, 2800 kırât veyâ altıyüzyetmişiki [672] gramdır. Bir mecidiye, beş miskaldir.

Ya'nî yüz kırât-ı şer'î, ya'nî yirmidört gram olduğundan, yirmisekiz mecidiyesi olana zekât farz olur. Yirmi miskal altın ile ikiyüz dirhem gümüş, ortak bir nisâb mikdârını gösterdikleri için, değerlerinin birbirine eşit olması lâzımdır. Buna göre, şerî'atde bir miskal altın, on dirhem gümüş kıymetinde oluyor. Bu da, yedi miskal ağırlığında gümüşdür. Bir gram altın, yedi gram gümüş değerinde olur. Buna göre şerî'atde, para olarak kullanılan altının kıymeti, ayni ağırlıkdaki gümüş paranın   kıymetinin yedi katıdır.

İslam’ın Evveli ve Şehadet Kelimesi

Bil ki; İslam’ın evveli Allah’tan başka (tapılmaya layık) ilah olmadığına şehadet ve Muhammed’in O’nun kulu ve Rasulü (elçisi) olduğuna şehadet etmektir.

İşte bu şehadet kişinin müslüman olabilmesi için ondan yerine getirmesi talep edilen ilk şeydir. Şehadet kelimesi, kabul ve reddi bünyesinde barındırmakta ve gerekli kılmaktadır. "Allah’tan başka kendisine ibadet yöneltilen herşeyi red ve Allah’ı tek mabud olarak birlemek." İşte bu bu ancak Muhammed (sallalahu aleyhi ve sellem)’in Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna iman edip, Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem)’in örnekliğine tabi olunarak elde edilebilir. Şehadet kelimesinin yerine getirilmesi ancak şu yedi şartı yerine getirilmesi ile mümkün olur ve bu yedi şartı yerine getirmeyenler Şehadet kelimesini dilleriyle telaffuz etseler dahi, kendilerine hiçbir yarar sağlamaz: Cehaleti ortadan kaldıran ilim, şüpheyi ortadan kaldıran yakin, reddi ortadan kaldıran kabul, isyanı ortadan kaldıran inkiyad (itaat, bağlılık), şirki ortadan kaldıran ihlas, yalanı ortadan kaldıran sıdk ve buğzu ortadan kaldıran muhabbet.

Allah’ın Sözleri Haktır-Doğrudur

Allah’ın her dediği, O’nun dediği gibidir (hakdır). O’nun dediğinin aksine olacak hiçbir şey yoktur. O, dediği gibidir.

Aziz ve Celil olan Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'tan daha doğru sözlü kim vardır?" (en-Nisa 4/122)

Şeri’at’e İman

Şeri’at’e (içerdiği bütün emir ve yasaklarının hepsine) tümüyle iman etmek (gerekir). Bil ki; alış-veriş müslümanların pazarlarında (ve marketlerinde) Kitab, İslam ve Sünnet’e uygun olarak satıldığı takdirde ve aldatma, zulüm yada hıyanet karışmadığı yahut Kur’an’a zıd yahut da bilinen(prensib)e zıd olmadığı müddetçe helaldir.

Kulun Fitnelere Karşı Herdaim İhtiyatlı Uyanık ve Korku Üzere Olması Gerekir Zira Hiç Kimse Sonunun Ne Olacağını Bilemez

Bil ki -Allah sana rahmet etsin!- bu dünyada yaşadığı müddetçe kulun ihtiyat ve korku üzere olması gerekir. Zira o; -hayırlı ameller işlese de- nasıl öleceğini, ne hal üzere öleceğini ve hangi durumda Aziz ve Celil olan Allah ile karşılaşacağını bilemez.

Aziz ve Celil olan Allah şöyle buyurmaktadır: "Rablerine olan haşyetlerinden dolayı saygıyla korkanlar…" (el-Mü’minun 23/57)

Kişi Allah’ın Rahmetini Ummalı ve Günahları Sebebiyle Akıbeti İçin Korku İçerisinde Olmalıdır

Nefsine karşı haddini aşan kişi, ölüm anında Allah (teala)’dan ümidini kesmemeli (aksine) Allah (tebareke ve teala) için güzel zanda bulunmalı ve günahları sebebiyle korkmalıdır.

Korku ve ümit içerisinde olmak mü’min kimseni halidir. Aziz ve Celil olan Allah şöyle buyurmuştur: “Onlar, korku ve ümit içinde Rablerine dua ederler.” (es-Secde 32/16);

“Onlar ahiretten çekinir ve Rabbinin rahmetini umarlar.” (ez-Zümer 39/9)

Ölüm anında korku ve ümit içerisinde olmak hususunda Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem)’den şöyle bir olay nakledilmiştir: “Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem), ölüm halinde bulunan bir gencin (Sa'lebe ibni Abd'ur Rahman) yanına gitti. Gence: Kendini nasıl buluyorsun, diye sordu. Genç: Allah’ın rahmetini umuyorum. Günahlarımdan da korkuyorum, dedi. Bunun üzerine Rasulullah: Bir kulun kalbinde bu ikisi bir araya gelirse, Allah o kula umduğunu verir, korktuğundan emin kılar, buyurdu.” (Tirmizi; İbni Mace)

Eğer Allah ona rahmet ederse, bu O’nun fazlındandır. Eğer (Allah) onu cezalandırırsa bu (da kulun) günahları sebebiyledir.

Allah (Te'ala), Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem)’e bu Ümmete Ne Olacağını Göstermiştir

Allah Te'ala’nın, Nebi sallalahu aleyhi ve selleme, bu ümmete Kıyamet Günü’ne kadar ne olacağını gösterdiğine iman etmek (gerekir).

Bunun delili, bu hususta Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den sahih olarak rivayet edilen Kıyamet’in büyük ve küçük alametleridir.

Din Birtek Cema'atti sonra İnsanlar Onu Hiziplere-Fırkalara Böldüler

Bil ki; Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Bir tanesi hariç bunların tamamı ateştedir ve o da Cema'attir. Denildi ki: Ya Rasulullah kimdir onlar? (Rasulullah) dedi ki: Benim ve ashabımın bugün üzerinde olduğu yoldur." Tirmizi; Ebu Davud; İbni Mace; İbni Vadde, el-Bid’a, 85; Acurri, eş-Şer’ia, 15; Acurri, el-Erbain; Hakim, 1/128-129; İbni Nasır, es-Sünne,  62; el-Laleka’i, es-Sünne, 147; İbn’ul Cevzi, Telbis'ul İblis, 16; el-Ukayli, ed-Duafa, 2/262

Bunun gibi, Ömer (radiyallahu anh)’ın hilafeti dönemine kadar din birtek cema'atti. Bunun gibi, Osman (radiyallahu anh)'ın zamanında da din birtek cema'atti. Osman radiyallahu anh öldürülünce ihtilaf ve bid'at geldi. İnsanlar hiziplere ve fırkalara bölündü. İnsanlar arasında bazıları ilk başta hak üzere kaldı, hakkı söyledi ve insanları ona davet etti. İşler, falanın hilafetdeki dördüncü kuşağına kadar bu hal üzere kaldı.

Zaman değişip insanlar çok bozulduğunda, bid'atlar çok yaygınlaştı, hak ve cema'atin yolundan başkasına çağıran davetçiler türedi. Ne Rasulullah sallalahu aleyhi ve sellemin ne de ashabının söylemediği şeylerle insanlar sınandı. (Aziz ve Celil olan Allah ve) Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem) fırkalara bölünmekten nehy etmesine karşın, insanlar fırkalaşmaya çağırdılar. Bazısı bazısını (birbirlerini) tekfir etti. Herkes kendi görüşüne davet etti ve farklı düşünenleri tekfir etti. Cahiller, avamdan olanlar ve ilim ehlinden olmayanlar azdı. İnsanların dünyalık peşinde inatçı olmalarına ve dünyevi cezalardan korkmalarına yolaçtılar. İnsanlar; onlara dünyalık işlerinden dolayı korkuları ve dünyalık için rağbetleri sebebiyle tabi oldular.

Böylece Sünnet ve Sünnet Ehli gözlerden düşürüldü. Bid'at ortaya çıktı ve yaygınlaştı. İnsanlar farkına varmaksızın birçok yönden küfür işledi. Kıyas yaptılar. Rabbin ayetlerindeki, hükümlerindeki, emirlerindeki ve yasaklarındaki kudretini kendi akıl ve görüşlerine göre yorumladılar. Akıllarına uygun olanları kabul edip, akıllarına uygun olmayan ne varsa onları da reddettiler. Böylece, İslam garibleşti, Sünnet garibleşti ve Sünnet Ehli kendi diyarlarında garibleşti.

Muta Nikahı ve Hulle Yapmak Haramdır

Bil ki; Kadınlarla Muta (geçici) Nikahı yapmak ve İstihlal yapmak Kıyamet Günü’ne kadar Haramdır.

Muta Nikahı’nın dinde Haram kılınışına dair çokca Hadis rivayet olunmuştur. Ehli Sünnet ve’l Cema'at, Muta Nikahı’nın, Kıyamet’e kadar Haram kılındığı hususunda icma etmiştir. Bu icmaya Rafıziler dışında kimse muhalefet etmemiştir. Onlar da, kendi yanlarındaki birtakım nakillere, Ehli Sünnet kaynaklarında geçen Mensuh Hadislere ve en-Nisa 4/24 ayetinin İbni Mes’ud (radiyallahu anh) tarafından okunan şazz bir kıraata dayandırdılar. Bunların tümü onlardan reddolundu.

er-Rebi ibni Sabre ibnu Ma’bed el-Cuheni (radiyallahu anh) Muta Nikahı’nın kati biçimde yasaklandığını Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den nakletmektedir: "Ey insanlar, ben Muta Nikahı ile kadınlardan faydalanmanız için izin vermiştim. Şüphe yok ki Allah, Kıyamet’e kadar bunu muhakkak Haram kılmıştır.  Kimin yanında bunlardan bir kadın varsa hemen onu serbest bıraksın, onlara verdiği şeylerden hiçbir şeyi geri almasın." (Müslim; İbni Mace)

Hadisin bir başka rivayetinde Sabre (radiyallahu anh) şöyle der: "Bundan sonra Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Muta’yı şiddetle Haram kıldı ve bu nikah hakkında en ağır kelimeleri sarfetti." (Tahavi, Şerhu Meani’l-Asar, 3/26)

Rafızilerin şiası olduklarını iddia ettikleri Ali (radiyallahu anh)’dan bu konuda çok sayıda nakil ulaşmıştır. İbni Hazım bu hususa şöyle temas eder: "Bu mesele üzerine Ali’den birçok yoldan hadis rivayet edilmiştir. Bunu ondan Kufeliler inkar edilmeyecek derecede meşhur ve sınırlandırılmayacak kadar çok yoldan rivayet etmişlerdir." (Kitab’ul İtibar fi Beyanı Nasih ve Mensuh, 178)

Ali (radiyallahu anh)’dan rivayet olunduğuna göre, "Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Hayber’in Fethi sırasında; kadınlarla Muta yapmaktan ve ehli eşeklerin etini yemekten men etti." (Müslim; Nesai)

İbni Abbas (radiyallahu anh)’ın Muta Nikahı’na nispeten müsamaha ile yaklaştığını gördüğünde Ali (radiyallahu anh) ona şöyle demiştir: "Ağır ol ey İbni Abbas! Çünkü Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Hayber Günü hem Muta’yı hem de ehli eşek etinin yenilmesini yasaklamıştır." (Müslim)

Ali (radiyallahu anh) bir başka rivayette ise; Muta’nın önce bazı kayıtlarla Caiz kılındığını ancak nikah, talak, iddet ve karı-koca arasındaki miras ahkamı nazil olunca cevazın mutlak şekilde kaldırıldığını belirtir. (Beyheki, Sünen el-Kübra, 7/207)

Bunlardan başka Seleme ibnu’l Ekva (radiyallahu anh)’dan ve Cabir (radiyallahu anh)’dan (Müslim) Ebu Hureyre (radiyallahu anh)’dan (İbni Hibban, Sahihu İbni Hibban), er-Rebi bin Sebra ibnu Ma’bed el-Cuheni (radiyallahu anh)’dan başka bir rivayet (Ebu Davud) Ömer (radiyallahu anh)’dan (İbni Mace; Malik, Muvatta) rivayetler bulunmaktadır.

"en-Nisa Suresi 4/24. Ayet Işığında Mut’a Nikahı" isimli çalışmada bu konudaki Hadisler derlenmiş ve ulemanın Hadis yorumlarına yer verilmiştir.

Müellif burada; "Hulle Nikahı" olarak bilinen nikahdan bahsetmektedir. Hulle Nikahı’nın yasaklığına dair Allah (azze ve celle) şöyle buyurmuştur:

"...ve üçüncü kez de boşarsa, artık onu bir başkası nikahlayıncaya kadar ona dönemez." (el-Bakara 2/230)

Bu şekilde hükme bağlanan husus ancak şu şekilde grçekleştirildiğinde Caiz olabilmektedir: Üçüncü talakla boşandıktan sonra kadın iddet süresini tamamlar, sonra kadın bir başka erkekle evlenir ve herhangi bir sebeple evlilik sona erer. Bu noktada eskiden karı-koca olanlar dilerlerse tekrar nikah ile evlenebilir.

Hulle ise, şeri’atde bir hiledir ve şöyle bir yöntemdir: Üç talakla eşler boşandıktan sonra tekrar biraraya gelip nikah ile karı-koca olmak istediklerinde, üçüncü bir kişi olan bir erkekle anlaşılır. Kadını hemen boşamak şartı ile (geçici nikah ile) üçüncü şahıs nikah kıyar ve ardından boşanırlar. Böylelikle bir önceki koca kadınla nikah yapar ve evlenir.

Bu olaya "Hulle", müellifin isimlendirmesiyle "İstihlal" yahut "Tahlil" ismi verilir. "Muhallil" boşanmış kadını eski kocasına Helal kılmak niyetiyle nikah yapan adamdır. "Muhallel leh" ise, Hulle yoluyla eski karısıyla tekrar nikahlanan kişidir. Bu kelimeler "Helal" kökünden türemiştir. "Hulle" helal olma, "İstihlal" helalleştirme, "Tahlil" helal kılma, helal yapma "Muhallil" helal kılan, helal yapan anlamındadır.

Az sonra yer vereceğimiz bazı Hadislerde geçtiği üzere, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Hulle yapan üçünci şahsı; kiralık tekeye (İbni Mace), ve kiralık döl hayvanına benzetmesi (Tirmizi) ve Hulle yapanlara lanet etmesi (Tirmizi; Ebu Davud; İbni Mace; Nesai; Ahmed, Müsned) sebebiyle, ulema bu işin çok çirkin bir iş olduğu konusunda sözbirliği etmişlerdir.

"Hulle" yasaklanmıştır, bu konuda nakledilmiş rivayetler arasında şunları zikredebiliriz:

Ali (radiyallahu anh) anlatıyor: "Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ribayi (faiz) yiyeni, yedireni, riba akdini yazanı, sadakaya (zekata) mani olanı, dövme yapanı, dövme yaptıranı -hastalık sebebiyle olan hariç- Hulle yapanı, Hulle yaptıranı lanetledi." (Tirmizi; Ebu Davud; İbni Mace; Nesai; Ahmed, Müsned)

Bunun bir benzeri İbni Abbas (radiyallahu anhuma ecmain)’den nakledilmiştir: "Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Hulle yapana da yaptırana da lanet etti." (Tirmizi; Ebu Davud; İbni Mace; Nesai)

Abdullah ibni Mes’ud (radiyallahu anh)’dan rivayete göre, şöyle demiştir: “Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Hulle nikahıyla evlenen kocaya ve kendisi için Hulle yapılan kocaya lanet etmiştir.” (Tirmizi; Ebu Davud; Nesai)

Aynı hadisin benzerleri Haris (radiyallahu anh)’dan ve Ebu Hureyre (radiyallahu anh)’dan da rivayet edilmiştir. (Tirmizi; Ebu Davud; İbni Mace)

Ukbe İbni Amir (radiyallahu anh) şöyle rivayet etmiştir: "Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), (bir gün): Sizlere kiralık döl hayvanını haber vereyim mi? buyurdular. (Yanında bulunanlar:) Evet ey Allah'ın Rasulü! Haber verin! dediler. O Hulle yapandır. Allah Hulle yapana da Hulle yaptırana da lanet etsin! buyurdular." (Tirmizi)

İbni Teymiyye "Beyan'ul Delil ala Butlan'ul Tehlil" ismini verdiği bir risalesinde "Hulle Nikahı"nın yasaklandığını etraflıca ispat etmektedir.

Haşimoğullarının, Ensar’ın, Arapların Faziletleri ve Müslümanların Hakları

Ben-i Haşim'in (Haşimoğulları'nın) Rasulullah sallallahu aleyhi ve selleme olan yakınlıkları sebebiyle faziletlerini bil! Kureyş’in, Arapların ve bütün kabile kollarının faziletlerini bil ve onların kadrini (kıymetini) bil ve İslam’daki hak-hukuklarını bil! (Bir) kavmin azadlı kölesi onlardan sayılır.

Ben-i Haşim; Haşimoğulları, Haşim ibni Abd’ul Menaf’ın oğullarıdır. Haşimoğulları, İslam’dan önce Kureyş’in en faziletli kabilesiydi. Haşim’in Abd’ul Muttalib isimli bir oğlu vardı. Abd’ul Muttalib’in; Abdullah, Ebu Talib, Hamza, Abbas ve Ebu Leheb isimli oğulları vardı. Abdullah’ın oğlu ise, insanların en üstünü ve faziletlisi Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’dir.

Vasile ibn'ul Eska’nın rivayet ettiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allah (Teala) İsmail (aleyhi selam)’ın neslinden Kinane’yi, Kinane’nin neslinden Kureyş'i, Kureyş’in neslinden Haşimoğullarını seçti. Haşimoğulları ailesinden de beni seçti.” (Muslim; Tirmizi; Ahmed, Müsned; İbni Ebi Asım, es-Sünne, 2/632)

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in bahsettiği bu fazilet ve üstünlük şüphesiz sadece müslüman olanlar içindir. (İbni Hacer, Feth’ul Bari, 13/113)

Diğer insanların da İslam’daki hak-hukuklarını bil! Ensar’ın6 faziletlerini bil ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin onlar hakkındaki vasiyetini (nasihatını) bil! Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in ailesini de unutma! Onlara kötülük etme fakat faziletlerini bil! (Rasulullah’ın) Medine Ehli’nden komşularının faziletlerini bil!

Arapların Arap olmayanlardan daha üstün olduğuna inanmak Ehli Sünnet ve’l Cema'atin i’tikadıdır. Birçok alim bu konuda müstakil eser telif etmiştir. İbni Kuteybe (Fazl’ul Arab ve’t Tenbih ala Ulumiha), İmam Iraki (Mehecc'ul Kurab fi Fazl’ul Arab), Mer'i İbn Yusuf el-Kermi (Mesbuk ez-Zeheb fi Fazl’ul Arab ve Şeref'ul İlm ala Şeref'un Neseb) ve İmam el-Heysemi bu konuda eser telif eden alimlerdendir. Şüphe yok ki bu konuda en takdire şayan açıklamayı Şeyh’ul İslam İbni Teymiyye yapmıştır. Şeyh’ul İslam İbni Teymiyye şöyle der:

"Şunu da belirtelim ki, Ehl-i Sünnet ve’l Cema'at ve Mezhebi'nin inancına göre genel olarak Araplar; Rumu, Süryanisi ve Farslısı ile genel olarak Acem'den (Arap olmayanlardan), Kureyş kabilesi, geride kalan bütün Araplardan ve Haşimi kolu bütün Kureyş kabilesinden daha üstün olduğu gibi Peygamberimiz de tüm Haşimioğullarının en üstün kişisidir. Buna göre Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) gerek fert olarak ve gerekse sayıca insanların en üstünüdür. Üstünlük sıralamasında ilk sırada Arapların, sonra Kureyş kabilesinin ve daha sonra da bu kabilenin bir kolu olan Haşimoğullarının yer alması Peygamberimizin bu koldan olmasından dolayı değildir. Gerçi bu da bir üstünlük faktörüdür, ama aslında bu sıraladıklarımız kendiliklerinden üstündürler. Böylece Peygamberimizin hem fert olarak ve hem de soya dayalı üstünlüğü gerçeklik kazanır." (İbni Teymiyye, Sırat'il Müstakim, 1/374-375)

İbni Teymiyye ardından Arapların üstünlükleri ve Arapları sevmekle alakalı sıhhat durumları birbirinden farklı bazı Hadisleri naklediyor:

"Arapları sevmek iman ve onlardan nefret etmek münafıklık alametidir." (Hakim, Müstedrek; Zehebi, Müstedrek maa el-Telhis);

"Allahu Teala varlıkları yaratırken beni onların hayırlı kesiminden yaptı. Arkasından kabileleri yaratırken beni en hayırlı kabileye bağladı. Daha sonra aile kollarını yaratırken beni kabilemin en hayırlı kolundan türetti. Ben hem fert olarak ve hem de aile kolu (soy) olarak insanların en hayırlısıyım." (Tirmizi);

"Ben Abd’ul Muttalib oğlu Abdullah'ın oğlu Muhammed'im. Allah varlıkları yaratırken beni onların hayırlı kesiminden yaptı. Arkasından yarattığı varlıkları ikiye ayıran Allah beni hayırlı kısımda yaptı. Sonra kabileleri yaratırken beni en hayırlı kabileye bağladı. Daha sonra aile kollarını yaratırken beni kabilemin en hayırlı kolundan, fert olarak da en hayırlı olarak yarattı." (Tirmizi; Ahmed, Müsned);

"Bilesiniz ki, Allah yedi kat gökleri yarattı ve en üst katını seçerek dilediği kullarını oraya yerleştirdi. Sonra varlıkları yarattı ve ve içlerinden Ademoğullarını (insanları), insanlar arasında da Arapları Arapların içinden Mudar kolunu, Mudarlar’dan Kureyş kabilesini, Kureyş kabilesi içinden Haşimoğullarını ve Haşimoğullanndan da beni seçti. Demek ki, ben seçkinlerin seçkinlerinin seçkiniyim. Kim Arapları severse beni sevdiği için onları sevmiş olur. Buna karşılık kim Araplardan nefret ederse benden nefret ettiği için onlardan nefret etmiş olur." (Hakim, Müstedrek);

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) sahabilerden Selman-ı Farisi'ye: "Ya Selman, bana nefret besleme, yoksa benim dinimden ayrılmış olursun. dedi. Selman-ı Farisi'nin: Ya Rasulullah, senden nasıl nefret edebilirim ki, Allah beni senin sayende hidayete ulaştırdı? şeklindeki karşılık vermesi üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) kendisine: Araplardan nefret edersin ve dolayısıyla bana nefret beslemiş olursun buyurdu." (Tirmizi)

Şeyh’ul İslam alıntıladığımız nakilleri sıralayıp açıklamaları yaptıktan sonra şöyle devam ediyor: "Tekrar konumuza dönersek açıkça görürüz ki bu Hadislere göre genel olarak Araplardan nefret etmek, onlara düşman olmak ya doğrudan doğruya küfür veya küfür sebebidir. Bu da onların diğer miletlerden üstün olmasını ve onları sevmenin imanın güçlenme sebeplerinden biri olmasını gerektirir. Çünkü Araplardan nefret etme ile ilgili yasak, eğer diğer milletlerden nefret etme yasağı gibi olsaydı bu yasak dinden ayrılma ve Peygamberimize karşı dolaylı şekilde nefret besleme sebebi olmaz, sadece bir çeşit haksızlık ve sınırı aşma sayılırdı. Fakat madem ki, Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bu nefreti dinden ayrı düşme ve Rasulullah'a karşı dolaylı biçimde nefret besleme sebebi saymıştır, bu durum Araplardan nefret etmenin diğer milletlere karşı nefret beslemekten daha ağır bir günah olduğunu gösterir ve bu da Arapların diğer milletlerden üstün olduğuna delildir. Çünkü sevgi ve nefretin önem derecesi sevilenin veya nefret edilenin üstünlük derecesine bağlıdır. Yani kim ki, kendisine karşı nefret beslemek daha ağır günah sayılırsa bu durum onun diğerlerinden üstün olduğunu gösterir. Aynı zamanda bu durum böyle bir kimseyi sevmenin, dinin gereği olduğunun delilidir. Sebebine gelince, bu sevgi nefretin karşıtıdır ve fazilet kazandırıcıdır. Başka bir deyimle özellikleri sebebi ile kendisine karşı nefret beslenmesi azab sebebi olan kimseyi sevmek sevab gerekçesidir. Aynı zamanda bu durum onun üstünlüğünü gösteren bir delildir."

Konuyla alakalı diğer Hadisleri sıralayarak meseleye son veriyor:

"Kim Araplara kem gözle bakar, onları aldatırsa benim şefaatimin kapsamına giremez, benim sevgimi elde edemez." (Tirmizi);

"Arapları sevmek imanın ve onlardan nefret etmek kafirliğin belirtilerindendir." (Suyuti, Cami'ul Sağir);

"Arapları sevmek iman, onlardan nefret etmek ise münafıklık ve küfürdür." (Hakim, Müstedrek);

"Ancak münafıklar Araplardan nefret edebilirler." (Ahmed, Müsned)

"Şu üç sebepten dolayı Arapları seviniz: Ben Arabım, Kur'an Arapça'dır, Cennetliklerin Cennetteki dili Arapça olacaktır." (Hakim, Müstedrek);

Evs ibni Zamaç tarafından Selman-ı Farisi'ye mal edilen şu söz: "Ey Araplar, peygamberimiz üstün olduğunuzu belirttiği için biz de sizleri üstün sayıyor ve bu gerekçe ile kadınlarınızla evlenmiyor ve namazda size imam olmuyoruz."

Selman-ı Farisi: "Ey Araplar, sizler şu iki bakımdan bizden üstün tutuldunuz: Namazda size imam olamayız, kadınlarınızla evlenemeyiz."

Rebi ibni Fadla diyor ki: "Bir defasında on iki atlı sefere çıkmıştık. Yol arkadaşlarımın hepsi Peygamberimizin sahabilerindendi ve Selman-ı Farisi de aralarında idi. Yolda namaz vakti gelince önce aramızda kim imam olacak? diye konuşuldu, sonunda kafiledekilerden biri imam oldu ve bize farzı dört rekat kıldırdı. Namaz sona erince Selman-i Farisi bir kaç kere üst üste: Nedir bu nedir bu? dedikten sonra namazın niçin yolculuk (seferilik) şartları uyarınca iki rekat olarak kıldırılmadığını, oysa namazı kısa tutmaya çok ihtiyacımız olduğunu belirtti. Bunun üzerine kafiledekiler kendisine: Ya Selman, sen bize namaz kıldır, aramızda bu göreve en layık kimse sensin deyince Selman-ı Farisi onlara şu cevabı verdi: Hayır, ey İsmailoğulları (Araplar) imamlık sizin hakkınızdır, bizler sizin vezirleriniz (yardımcılarınız)."

Bu konudaki diğer bir delil de şudur. Halife Ömer (radiyallahu anh) zamanında bağış listesi düzenlerken listeye aldığı kimseleri neseplerini gözönünde tutarak sıraladı. Bu prensip uyarınca, önce Peygamberimizi soyca en yakın olanların adlarını yazdı, böylece Araplar bittikten sonra Arap olmayanları kütüğe aldı. Bu usul gerek geride kalan halifeler, gerek Emeviler ve gerekse Abbasiler devrinde hep böyle devam etti. Fakat daha sonra değiştirildi."

İbni Teymiyye ardından Arap dilinin konumunu ele aldığı bir başka bölüme şu sözlerle başlıyor: "Araplar için söz konusu olan bu üstünlük onların; akıl, dil, ahlak ve amel alanlarındaki üstünlüklerinden kaynaklanır." (İbni Teymiyye, Sırat'ıl Mustakim)

Enes ibni Malik (radiyallahu anh), Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den şöyle rivayet etmiştir: "Kavmin azadlı kölesi onlardandır." (Buhari)

Allah (celle celaluhu) "Ensar" hakkında şöyle buyurmaktadır:

"Muhacir ve Ensar'dan İslam'a ilk önce girenlerin başta gelenleri ve iyi amellerle onların ardınca gidenler var ya, işte Allah onlardan razı oldu, onlar da Allah'dan razı oldular ve onlara, altlarında ırmaklar akan Cennetler hazırladı ki, içlerinde ebedi kalacaklar. İşte büyük ve muhteşem kurtuluş budur." (et-Tevbe 9/100);

"Andolsun ki, Allah, yine peygambere ve en zor gününde ona uyan Muhacirler'le Ensar'a, içlerinden bir kısmının kalbleri az kalsın kayacak gibi olmuşken, tevbe nasip etti de lutfedip tevbelerini kabul buyurdu. Çünkü O, gerçekten çok şefkatli, çok bağışlayıcıdır." (et-Tevbe 9/117);

"Ve onlardan önce o yurda yerleşen imana sarılanlar kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi, onları öz canlarına tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar umduklarına erenlerdir." (el-Haşr 59/9)

Ensarın üstünlüğü hakkında bizlere çok sayıda Hadis ulaşmıştır.

Enes (radiyallahu anh), Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in şöyle buyurduğunu söyledi: “İmanın bir alameti ve delili de Ensar’a muhabbet beslemektir; nifakın bir belirtisi de Ensar’a buğzetmektir.” (Buhari; Ahmed, Fezail'us Sahabe, 2/790)

Ebu Hureyre (radiyallahu anh), şöyle rivayet etmiştir: "Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdular ki: Şayet Ensar bir vadiye veya geçide süluk etse ben de mutlaka Ensar'ın gittiği vadiye ve geçide süluk ederim. (Eğer hicret olmasaydı ben Ensar'dan biri olurdum.)"

Ebu Hureyre (radiyallahu anh) der ki: "Ona annem ve babam feda olsun. (Bu sözüyle haddi aşmış, Ensarın hakkından fazlasını onlara vererek) zulmetmiş değildir. (Zira) onlar (Ensar) onu (Rasulullah'ı) barındırdılar ve ona yardım ettiler veya bir başka kelime (ile ifade edilecek) yardımlar yaptılar. Mallarıyla kendisine ve Ashabına muavenette bulundular." (Buhari)

Ebu Sa’id (radiyallahu anh) şöyle anlatıyor: "Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdular ki: Benim kendisine sığındığım sırdaşım Ehl-i Beyt'imdir, dayanağım da Ensar'dır. Öyleyse onların (Ehl-i Beyt ve Ensar'ın) kusurlularını affedin, faziletli olanlarına da sarılın." (Tirmizi)

İbni Abbas (radiyallahu anhuma ecmain) şöyle rivayet etmiştir: "Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdular ki: Allah'a ve ahirete iman eden kimse Ensar'a buğzetmesin." (Tirmizi)

Enes (radiyallahu anh) dedi ki: "Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdular ki: Ensar dayanağımdır, sırdaşımdır. İnsanlar sayıca artarken onlar azalacaklar. Öyleyse onların iyilerine yapışın, kusurlularını da affedin." (Buhari; Müslim; Tirmizi)

İbni Abbas (radiyallahu anhuma ecmain)’den nakledilen bir Hadisde Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in şöyle dediğini ekler: "... Öyle ki yemekteki tuz gibi olacaklar." (Buhari)

Din, Peygamberin ve Ashabı'nın Yolunu Takiptir; Din, Peygamberin ve Ashabı'nın Yoludur

Bil ki -Allah sana rahmet etsin!- Ehl'ul İlm (ilim ehli), Cehmiyye’yi Ben-i Abbas (Abbasoğulları; Abbasiler) dönemine -alçak ve değersiz (kimse)lerin ümmetin işleri hakkında konuştukları (akıl verdikleri) vakit gelene- kadar reddetmekten geri durmadılar ki o(alçak ve değersiz ola)nlar; Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin Asarını (Hadis ve nakillerini) ta’n ettiler, kıyas ve rey’e sarıldılar. Muhaliflerini tekfir ettiler; cahiller, gafiller ve ilimsiz kişiler onların sözlerini kabul etti öyleki bilmeden küfre düştüler. Ümmet birçok yönden helak oldu, birçok yönden küfre düştü, birçok yöndek zındıklık etti, birçok yönden dalalete düştü ve birçok yönden (tefrika çıkarıp) bidat çıkardılar. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin sözleri ve emri (ve nehyi) ve Ashabı'nın emri üzere sebat edenler, Ashab'ından hiçbirini hata ile itham etmeyen ne de onların üzerinde bulunduğu şey hususunda aşırıya kaçmayanlar onların yeterli bulduğunu yeterli bulan, onların yolu ve mezhebinden dönmeyen, onların muhakkak ki Sahih (doğru) İslam ve Sahih İman üzere olduklarını bilen; böylelikle onları dinlerinde takip edip, gönül rahatlığını bunda bulan ve dinin taklit olduğunu bilen müstesna. Taklit ise Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin Ashabı'nadır.

İbni Mesud (radiyallahu anh) şöyle demiştir: "Birinin yoluna uyacaksanız, ölenlerin yoluna uyunuz. Onlar Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Ashabı’dır. Bu ümmetin en hayırlıları, kalpleri en iyi ve ilimleri en derin olanlardır. Allah onları, Rasulü’nün arkadaşlığı, dinin size nakledilmesi için seçti. Onların ahlak ve yollarını uyun, çünkü onlar dosdoğru yol üzereydiler." (Taberani; Heysemi, Mecma'uz Zevaid, 1/180; Beyheki, 10/116; Ebu Nu’aym, Hilyet'ul Evliya, 1/305; Lalekai, İtikadı Ehli's Sunne, 1/93; İbni Hazm el-İhkam, 6/255; İbn'ul Cevzi, Sıfat'us Safve, 1/421)

Kur’an Lafzına Yaratılmış Diyen Bid'atçıdır

Bil ki; herkim Kur’an’ın lafzı yaratılmıştır derse, o Mubtedidir (bid'atçıdır).

Bu sözü söyleyen kişinin kasdına bağlı olarak; "Kur’an’ın lafzı yaratılmış" olduğu şeklindeki yargı aynı anda hem doğru hem de yanlış ifade edecek manalar taşımaktadır. Bu sözü ilk defa ortaya atanlar Cehmi ve Mu'tezili akımlarına mensub kimselerdi. Uluorta "Kur’an mahluktur" demekten çekindikleri için bu şekilde ifade etmişlerdi. Böylelikle avam arasında bu söz yayılmıştı.

Selefin bu konudaki görüşü özet olarak şöyledir: Mushaf’da yazılı bulunan, ezberde bulunan ve telaffuz edilen Kur’an, Kelamullah (Allah’ın Kelam'ı)dır ve yaratılmamıştır. Lakin, insanın doğası gereği; insan sesi ve telaffuz sırasında dilin hareket etmesi gibi şeyler yaratılmıştır. Bid'atçılar müphem bir söylem geliştirmişler ve demişlerdi ki; "Kur’an’ın lafzı yaratılmış"tır.

Cehmiler bu söz ile; dilleri ile telaffuz ettikleri sözlerin yaratılmış olduğunu kasdetmekteydiler ki, bu Kur’an’ın mahluk olduğu anlamına gelmekteydi. Bu, bu söz ile ifade edilen manalardan ilkidir. İkincisine gelince;

Kur’an okuyan kişinin telaffuz ettiği seslerin yaratılmış olması manası da çıkar ki, bu yanlış olmayan bir tespittir. Kur’an’ın mahluk olduğuna dair tarihte yaşanan büyük bir mücadele sözkonusudur. Şeyh’ul Ümme Ahmed ibni Hanbel (rahimehullah) büyük bir direnç göstermiş ve Allah onu davasında muvaffak etmiştir. O, bu sözleri ortaya atanların Cehmi ve bid'atçı olduğunu savunmuş ve insanları onlardan ve fikirlerinden uzaklaştırmıştır.

İmam Buhari, Ahmed ibni Hanbel’in bu konudaki görüşünü nakletmiştir: "Ahmed (ibni Hanbel)'in mezhebi lehine iki fırkanın öne sürdükleri hüccetleri ile her birisinin kendisi için ileri sürdüğü iddialarının çoğunluğu sabit değildir. Muhtemelen onun mezhebinin inceliğini anlamamış olmalıdırlar. Tam aksi olarak İmam Ahmed ile Ehl-i İlim'den Allah Kelamı'nın mahluk olmadığı, onun dışındakilerin ise mahluk olduğu görüşü ma'ruftur. Üstelik onlar anlaşılması zor olan şeyleri araştırıp irdelemeyi de hoş karşılamamışlar, hakkında ilim gelip, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in açıklamış olduğu hususların dışında kelamcılarla tartışmaya girmekten de kaçınmışlardır." (Buhari, Halku Efal’il İbad ve’r Redd ale’l Cehmiyye, 217);

"Ahmed (ibni Hanbel, Allah rahmet eylesin) dedi ki: "Hamza'nın kıraati hoşuma gitmiyor." Böyle söylenilmesine karşılık "Kur’an hoşuma gitmiyor" denilemez. Hatta kimileri: "Hamza'nın kıraati üzere okuyarak namaz kılan, namazını iade etsin" demiştir. Kimileri de bunu "Bizzat Allah'ın Kelamı'nı işitene dek (hoşuma gitmiyor)" denilmemesi hususuna dikkat çekmişlerdir. Bu sözü söyleyene şu karşılık verilir: Bu hoşlanmama Allah'ın Kelamı'nı işitene kadardır, yoksa senin kelamını, nağme ve lahinlerini değil. Zira Allah, Musa (aleyhi selam)'ı onunla konuşması (kelamı) ile üstün kılmıştır. Şayet halk, Allah'ın peygamberi Musa (aleyhi selam)'a duyurduğu gibi Allah'ın Kelamı'nı işitmiş olsalardı, Musa (aleyhi selam)'ın üstünlüğü nerde kalırdı. Senin Allah'ın Kelamı'nı işitmenle Musa (aleyhi selam)'ın işitmesi bir değildir. Nitekim Allah (azze ve celle): "Ben risaletlerimle ve sana konuşmamla seni insanların başına seçtim." (el-A'raf 7/144) buyurmuştur." (Buhari, Halku Efal’il İbad ve’r Redd ale’l Cehmiyye, 540)

Herkim sessiz kalır, ne (Kur’an) yaratılmıştır der ne de (Kur’an) yaratılmamıştır derse o da Cehmidir. Hakeza İmam Ahmed de böyle söylemiştir. Ahmed ibni Hanbel, es-Sünne, 2; Abdullah ibni Ahmed ibni Hanbel, es-Sünne, 1/163-166; Abdullah ibni Ahmed ibni Hanbel, es-Sünne, 1/179; Abdullah ibni Ahmed ibni Hanbel, es-Sünne, 1/279-280; Sabuni, Akidet’us Selef ve Ashab’ul Hadis, 171; Beyheki, İ’tikad, 110; Lalekai, Şerh Usul İ’tikad Ehl’üs Sünne, 1/177; İbni Batta, el-İbane, 87; Taberi, Sarih’us Sünne, 30-33

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "İçinizde yaşayacak olanlar benden sonra pek çok ayrılık ve anlaşmazlıklara şahid olacaklardır. Dinde yeri olmayan fakat dindenmiş gibi gösterilmeye çalışan şeylerden sakınıp uzak durunuz çünkü onlar dalalettir (sapıklıktır). Sizden kim bu dönemlere ulaşırsa benim sünnetime ve doğru yolda olan Hulefai Raşid'imin Sünnet'ine sıkıca sarılsın. onlara iyice tutunun, onlara azı dişlerinizle sarılın!.." Ebu Davud; Tirmizi; İbni Mace; Ahmed, Müsned; İbni Hibban tarafından rivayet edilmiştir.

Cehmiyye Allah’ın Zatını Düşünmekten ve Rey’e Tabi Olmaktan Dolayı Helak Oldu

Bil ki; Cehmiyye’nin helak oluşu, Rabblerini tefekkür etmelerinden, (Allah hakkında) "neden?" ve "nasıl?"ı (gündeme) dahil etmelerinden, Asarı (Hadis ve nakilleri) terk etmelerinden, kıyası icad etmelerinden ve dini kendi reyleriyle yapmalarındandır. Böylece öyle apaçık küfür işledilerki, küfür oluşu hafi (gizli-saklı) değildir. (Kendileri dışındaki) halkı tekfir ettiler. (Bu durum) onları (Allah’ın isim ve sıfatlarında) Ta’til'e6 vardırdı.

Diğer nüshada; "Rabblerini tefekkür etmelerinden..." ifadesinde "Aziz ve Celil olan" ziyadesi vardır: "Aziz ve Celil olan Rabblerini tefekkür etmelerinden..."

Ta’til boşa çıkarmak inkar etmektir. Cehmiler, hem Allah’ın isimlerini hem de sıfatlarını Ta’til (Allah’ı bütün vasıflarından tecrit etmek) yoluyla inkar ettiler. Cehmiler, Allah’ın kudretinin, ilminin, iradesinin olmadığını, Allah’ın görmediğini ve işitmediğini iddia ettiler. Onlara göre, Allah’ın ilmi, iradesi, kudreti O’nun vasıflarından değildir, O’nun özüdür! Bunda o kadar ileri gittikler ki Allah’ın vasıflarını nefy ede ede Ta’tile (hiçliğe) vardılar. Böylelikle Allah’ı, adı vasfı olmayan bir hiçe çevirdiler zira adı vasfı olmayan şey hakikatde bir hiçtir. Ve iyadubillah!..

Cehmiyye’nin Sapkınlığı

Bil ki; Ahmed ibni Hanbel’in de aralarında bulunduğu bazı alimler der ki: Cehmiyye kafirdir ve Ehli Kıble’den değildir, kanı helaldir, (müslümanlar ondan) miras alamaz ve ondan miras(ı) alınmaz.

Mu'tezile ve Rafıziler, "Nesh" olmasını inkar ederler. Kendilerinden önce de Yahudiler inkar etmişti. (Cüveyni, et-Telhis, 328-330; Gazali, İslam Hukukunda Deliller ve Yorum Metodolojisi, 1/160)

Çünkü (Cehmi) diyor ki: "Cuma (namazı) yoktur, cema'at (namazı) yoktur, bayram (namazları) yoktur ve sadaka yoktur." Çünkü: “Kim Kur’an mahluktur demezse kafirdir!..” diyorlar. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ümmetine karşı kılıç kaldırmayı (savaşmayı, öldürmeyi kendilerine) helal saydılar.

Kendilerinden öncekilerle çeliştiler. İnsanları; ne Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin ne de ashabından herhangi birinin söylemediği birşeyle imtihan ettiler. Mescidleri ve camileri (cemaatsiz bırakıp) boşaltmak istediler. İslam’ı zayıflattılar. Cihad’ın terkedilmesine sebep oldular, bölücülükle uğraştılar. Asara (Hadis ve nakillere) muhalefet ettiler ve Mensuh ile konuştular.

Herkesin Mu'tezile’nin "Kuran mahluktur" görüşünü benimsemesi gerektiği ilan edildi. İlim ehli tehdit edildi ve bu görüşü kabul etmeleri yönünde zor kullanıldı. Kabul etmeleri emredildi. Reddedenler hapse atıldı, ölümle tehdit edildi ve işkenceye maruz kaldı. İmam Ahmed bütün bu yaptırımlara karşın dimdik ayakta durdu ve direndi. İmam Ahmed aylarca hapsedildi, birçok defalar yöneticilerin huzuruna çıkarıldı, zincire bağlandı, ölümle tehdit edildi. Halka açık biçimde kırbaçlandı. Büyük muhaddis Ali ibni Medeni o günleri ve İmam Ahmed’in direnişini şu sözlerle ifade etti: "Allah bu dini "Ridde" zamanında Ebu Bekir (radiyallahu anh) ile "Mihne" zamanında ise Ahmed ibni Hanbel ile teyid etti." (Zehebi, Tezkiret’ul Huffaz, 2/432)

Müteşabihleri delil getirdiler ve böylelikle insanları kendi i’tikad ve dinlerinde şüpheye düşürdüler. Rableri hakkında münakaşa ettiler ve dediler ki: “Kabir azabı yoktur!.. (Rasulullah’ın) havz(ı) yoktur!.. (Rasulullah’ın) şefaat(i) yoktur!.. Cennet ve Cehennem yoktur (henüz yaratılmamıştır)!.” Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin söylediği biçok şeye muhalefet edip inkar ettiler.

Onları tekfir eden ve kanların helal sayanlar bundan dolayı helal saymaktadır. Çünkü herkim Allah’ın Kitabı’ndan bir ayeti reddederse, Kitabı’n tamamını reddetmiştir; ve herkim Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemden bir Asarı reddederse Asarın tümünü reddetmiştir, bu kişi Azim olan Allah’a küfretmiştir.

Bir müddet (Cehmiler) bu hal üzere devam ettiler ve bu işlerinde onlara yardımcı olacak sultanlar ve (onların i’tikadını) inkar edenleri kılıç ve kamçıya tabi tutan (makam sahibi) kimseler buldular. Sünnet ve Cema'at ilmi silindi, ve onlar tarafından zayıflatıldı ki böylelikle Bid'ati, ve Kelamı (Bid'at hakkındaki konuşmaların propagandasını özgürce yapmak suretiyle) açığa çıkarabilmelerinden, ve (bid'atçilerin) sayıca fazla olmaları sebebiyle üstün geldiler. Meclisler kurdular, görüşlerini açığa vurdular, görüşleri hakkında kitaplar yazdılar, insanları ayarttılar ve insanlardan riyaseti (liderliği) istediler.

Alimlerden birçoğu mukallid değil de halisane Cehmileri, Ehli Kıble olarak kabul etmemiştir. Mesela Ebu Sa’id Osman ibni Sa’id ed-Darimi, Cehmiyye’ye reddiye amaçlı kaleme aldığı kitabında, Cehmiyye’yi neden tekfir ettiğini izah etmektedir. Bağdatlı birisi ile olan münazarasını hatırlayarak onun sorusuna cevaben tekfirin sebeplerini açıklamaktadır. Ardından Cehmiyye’yi tekfir eden alimlerin isimlerini lisdtelemektedir. Bu alimler arasında; Sellem ibni Ebu Muti, Hammad ibni Zeyd, Yezid ibni Harun, Abdullah ibn'ul Mübarek, Veki, Ebu Tevbe er-Rebi ibni Nafi bulunmaktadır. (Darimi, Reddu ale’l Cehmiyye, 171-180)

Cehmiyye’yi tekfir eden alimlerden birisi de İmam Buhari’dir. İmam Buhari onları tekfir ettiğini şu sözlerle açıklamaktadır: "Yahudilerin, Hıristiyanların ve Mecusilerin sözlerine baktım, lakin onlardan (Cehmilerden) küfürlerinde daha sapık olanını görmedim. Ben onları tekfir etmeyenler arasında onların küfürlerinden haberdar olmayanlardan başkasını cahil sayarım." (Reddu ale’l Cehmiyye ve Ashab’it Ta’til, 2/24) Buhari, ardından şunları ekler: "Benim için Cehmi ve Rafızinin arkasında namaz kılmak ile Hıristiyan ve Yahudinin arkasında namaz kılmak arasında bir fark yoktur. Onlara selam verilmez, (hastaları) ziyaret edilmez, onlarla evlenilmez, onları şahid tutulmaz ve kestikeri yenilmez." (Reddu ale’l Cehmiyye ve Ashab’it Ta’til, 2/33) "İmam Buhari’nin İ’tikadı"na aşağıdaki hyperlinke tıklamak suretiyle ulaşabilirsiniz:

İmam Buhari’nin ve Şeyhlerinin İ’tikadı

Cehmiyye’nin tekfir edilmesiyle alakalı olarak bakınız: Abdullah ibni Ahmed ibni Hanbel, Kitab’us Sünne, 1/102-129, 384; 2/385; Acurri, eş-Şeria, 149-150, 190-191; Bağdadi, Usul’ud Din, 189

Cehmiyye’nin görüşlerinin reddi hususunda bihassa -tercümesini de yaptığımız- İmam Ahmed ibni Hanbel’in "er-Redd Ale'z-Zenadika ve'l-Cehmiyye" isimli değerli eserine müracaat edilebilir. Bu değerli esere aşağıdaki hyperlinke tıklamak suretiyle ulaşabilirsiniz:

er-Redd Ale'z Zenadika ve'l Cehmiyye -İmam Ahmed ibni Hanbel (rahimahullah)

Büyük bir fitneydi. Allah’ın koruduğundan başka hiç kimse bu fitneden kurtulamadı. Onların meclislerinin en az tesiri (ile); kişinin dininde şüpheye düşmesi, veya onların yolunu izlemesi, yada onların hak üzerinde olduğunu iddia etmesi, (veyahut da) söylediklerinin hakk mı batıl mı olduğunu bilmemesi yani (netice itibariyle) şüpheye düşmüş birisi olurdu.

(Halife) Mutevekkil (alallah) olarak bilinen Ca’fer’in zamanına kadar halk helak oldu.

el-Mutevekkil Alallah, Ebu’l Fazl, Ca’fer ibni Muhammed el-Mu’tasım bilallah, ibni Harun er-Reşid, ibni Muhammed ibn'ul Mehdi ibni Ebi Ca’fer, el-Mansur el-Abbas el-Kureyşi. Onuncu Abbasi halifesidir. Hicri 205 yada 207 yılında doğmuştur. Abbasi halifelerinden Mu’tasım bilallah’ın oğludur. Kardeşi el-Vasık’ın H232 yılında vefatının ardından yirmialtı yaşında kendisine biat edilmiş ve halife olmuştur. el-Mutevekkil tarihte çok mühim bir görev ifa etmiş, sünneti ihya etmiş, sünnet alimlerini yüceltmiş ve bid'atlere son vermiştir. Bu vesileyle onun kısa bir biyografisine yer vermeyi uygun gördük. İbni Kesir, el-Bidaye ve’n Nihaye isimli eserinde onun hakkında şunları zikreder:

"Kendisine halifelik kaftanını giydiren kişi, Kadı Ahmed ibni Ebi Duad idi ve o, kendisine ilk halifelik selamını verdi. Sonra havas ve avam tabakası ona bey'atlarını sundular. Kendisine Cuma günü sabahında Muntasır Billah adını vermeyi kararlaştırdılar. Sonra İbni Ebi Duad dedi ki: Ben halifeye Mütevekkil alallah lakabının verilmesini uygun gördüm. Onun böyle demesi üzerine hepsi, halifeye Mütevekkil alallah lakabını vermek hususunda görüş birliği yaptılar. Bu haber İslam ülkesinin her tarafına ulaştırıldı.

Hicretin ikiyüzotuzbeşinci senesinde halife Mütevekkil zimmilere emir vererek giysileri, sarıkları ve elbiseleri bakımından Müslümanlardan farklı giyinmelerini, bal rengi başlıklar takmalarını, sarıkları üzerinde elbiselerinin renginden farklı ve önlü arkalı yamalar bulunmasını, elbiselerini sıkı bağlayacak çiftçi kemeri gibi zünnarlar bağlamalarını, boyunlarına tahtadan haçlar asmalarını, ata binmemelerini, eğerlerinin tahtadan yapılmış olmasını ve buna benzer onları tahkir edici diğer bazı hususlara riayet etmelerini; Müslümanlara tahakküm edemesinler diye resmi dairelerde çalıştırılmamalarını, yapılan kiliselerinin yıkılmasını, geniş evlerinin daraltılmasını, bu evlerinden öşür alınmasını, evlerinin geniş kısımlarının yıkılıp mescid yapılmasını, mezarlarının yerle bir edilmesini istedi ve bu hükmünü İslam ülkesinin her tarafına, her beldeye ve her mıntıkaya ulaştırdı.

Hicretin ikiyüzotuzaltıncı senesinde halife Mütevekkil, Hüseyin ibni Ali ibni Ebi Talib (radiyallahu anhuma ecmain)'in mezarının ve çevresindeki evlerin yıkılmasını emretti. Halka: Üç günden sonra burada bir kimse kalmasın, burada üç günden sonra bir kimseye rastlayacak olursak onu yeraltı zindanına götürürüz! diye duyuru yapıldı. Bu duyuru üzerine herkes oradan uzaklaştı. Orada kimse kalmadı. Orası, ekilen biçilen bir tarla haline getirildi.

Hicretin ikiyüzotuzyedinci senesinin Safer ayında halife Mütevekkil, mazlumların davalarına bakan Mu'tezile Mezhebi'ne mensub Kadı İbni Ebi Duad'a gazaplandı. Onu bu görevden azletti. Bu senenin Rebiyülevvel ayında halife Mütevekkil, Kadı İbni Ebi Duad'ın mallarına el konulmasını emretti. Kadı İbni Ebi Duad, felç olmuştu. Sonra ailesi horlanarak Samarra'dan Bağdat'a sürgün edildi.

Bu senenin Ramazan bayramında halife Mütevekkil, idam edilen Ahmed ibni Nasr el-Huzai'nin kesik başı ile gövdesinin bir araya getirilerek akrabalarına teslim edilmesini emretti. Bu olay üzerine insanlar çok sevindiler. Ahmed'in cenazesine büyük bir kalabalık iştirak etti. Tabutunun tahtalarına el sürüyorlardı. Bu, cidden görülmesi gereken büyük bir gündü. Sonra insanlar, onun asılı bulunduğu ağacın yanına gittiler, bu ağaca da el sürmeye başladılar. Halk büyük bir heyecana kapıldı. Aynı zamanda çok sevinip mutlu oldular. Halife Mütevekkil, naibine mektup yazarak halkı bir insan için bu kadar aşırı derecede saygı göstermekten menetmesini istedi.

Daha sonra Mütevekkil, ülkenin her tarafına mektup göndererek kelam konularına dalmaktan ve Kur'an’ın mahluk olduğunu söylemekten insanların men edilmelerini istedi. Kelam ilmini öğrenen kimselerin bu konuda konuşmamalarını emretti. Şayet kelamdan bahsedilirse, edenlerin ölünceye kadar zindana mahkum edileceklerini bildirdi. İnsanların ancak Kitap ve Sünnet’le meşgul olmalarını, başka şeylerle meşgul olmamalarını emretti.

Sonra Mütevekkil, İmam Ahmed ibni Hanbel'e saygı ve ikramını izhar etti. Bağdat'tan yanına gelmesini istedi. O da gidip halifeyle görüştü. Mütevekkil kendisine ikramda bulundu. Kıymetli armağanlar verilmesini görevlilere emretti, ama İmam Ahmed bunları kabul etmedi. Ona kendi kaftanlarından kıymetli bir kaftan giydirdi. İmam Ahmed utandığı için giydi, ama kendi evine gidince şiddetli bir şekilde üzerinden çıkarıp attı, ağlamaya başladı. Allah ona rahmet etsin. Halife Mütevekkil ona kendi özel yemeğinden her gün gönderiyor ve İmam Ahmed'in bunları yediğini sanıyordu. Oysa İmam Ahmed yemek yemiyor, aksine o günlerde aç olarak visal orucu tutuyordu. Çünkü helal olduğuna inandığı bir yiyecek bulamıyordu. Fakat oğlu Salih ile Abdullah, kendisinin haberi olmadan gönderilen armağanları kabul ediyorlardı. Eğer Bağdat'a çabuk dönmemiş olsalardı, İmam Ahmed'in açlıktan ölmesinden korkulurdu.

Mütevekkil'in halifeliği zamanında sünnetin şanı gerçekten yükseldi. Allah onu affetsin. İmam Ahmed'e danışmadan hiçbir yöneticiyi tayin etmiyordu. İbni Ebi Duad'ın yerine Yahya ibni Eksem'i başkadılığa tayin ederken de İmam Ahmed'e danışmış ve onun olumlu görüşünü almıştı. Yahya ibni Ekseni, sünnet imamlarından ve insanların alimlerindendi. Fıkhı ve hadisi tazim eder, sahabelerin kavline uyardı.

Hicretin İkiyüzotuzdokuzuncu Senesinin Muharrem ayında halife Mütevekkil, farklı giysiler giymeleri hususunda zimmilere daha ağır ve şiddetli davrandı. İslam döneminde yapılan kiliselerinin yıkılmasını emretti.

Hicretin İkiyüzkırkbirinci senesinde halife Mütevekkil alallah, Bağdat eşrafından. İsa ibni Ca'fer ibni Muhammed ibni Asım adında birine, öldürücü darbeler vurulmasını emretti. Adam, 1.000 kırbaç yiyince can verdi. Bunun sebebi de şuydu: Onyedi kişi, Bağdat'ın doğu yakasının kadısı nezdinde şahitlik yaparak İsa bin Ca'fer'in; Ebu Bekir (radiyallahu anh), Ömer (radiyallahu anh), Aişe (radiyallahu anha) ve Hafsa (radiyallahu anha)'ya sövdüğünü söylediler. İsa'nın durumu halifeye arzedildiğinde halife, Bağdat valisi Muhammed ibni Abdullah ibni Tahir ibni Hüseyin'e mektup yazarak İsa ibni Ca'fer'e halkın huzurunda sövme haddinin tatbik edilmesini, sonra ölünceye kadar onun kırbaçlatılmasını, öldükten sonra cenaze namazı kılınmaksızın Dicle Nehri’ne atılmasını emretti ki, inat ve ilhad ehli kafirler bu durumu görüp kötülüklerinden ve küfürlerinden caysınlar.

Mütevekkil alallah halifeliğe geçince, insanlar onun başa gelmesine sevindiler. Çünkü o, sünneti ve sünnet ehlini seven bir kimseydi. İnsanların tabi tutuldukları bu işkencelere son verdi. Memleketin her tarafına mektuplar yazarak, artık kimsenin Kur'an'ın mahluk olduğunu söylememesini emretti.

Mütevekkil, halkı tarafından sevilen, sünnet alimlerinin yardımına koşan bir kimseydi. Bazıları mürtedler tarafından öldürüldüğü için onu Ebu Bekir es-Sıddık (radiyallahu anh)'a benzetmişlerdi. Çünkü o, hakka yardım eder ve dine dönünceye kadar insanları zorlardı. Emevilerin haksızlıklarını telafi edip hak sahiplerine haklarını iade ettiği için de bazıları onu Ömer ibni Abd’ul Aziz'e benzetmişlerdi. O; sünneti ortaya koymuş, bid'ati yok etmeye çalışmıştı. Bid'atçilerin ateşlerini söndürmüştü. Bid'atler yayılıp meşhur olduktan sonra onun zamanında geçersiz kılınmış ve yok edilmeye çalışılmıştı. Allah ona rahmet etsin. Öldürüldüğünde kırk yaşındaydı. Ondört sene on ay üç gün süreyle halifelik yaptı. H247 yılında vefat etmiştir. (İbni Kesir, el-Bidaye ve’n Nihaye, Hicretin İkiyüzotuzikinci senesi ile hicretin ikiyüzkırkyedinci senesi olayları ile, Mütevekkil’in biyografisi 10/349-352)

Allah, onun vasıtasıyla Bid'atleri söndürdü, hakkı ve Ehli Sünnet’i açığa çıkardı (üstün kıldı). Böylece bugüne kadar, (Ehli Sünnet) sayıca az olmalarına ve Bid'atçilerin sayısının fazla olmasına karşın, (hakkı açıktan) konuştu. Prensipleri ve dalaletin alametleri ile amel eden ve buna çağıran bir grup kaldı ki, onlara söylediklerinde ve yaptıklarında mani olan kimse yoktur.

Müellif burada, Ahmed ibni Hanbel’in o dönemde halife olan Mutevekkil’e gönderdiği mektubunu kasediyor olsa gerek. Ahmed ibni Hanbel (rahimehullah) korkusuzca hakkı haykırmış, Mutevekkil de mihneti kaldırmış, fakih ve muhaddislere; ehli hadise yakınlık göstermiş, Mu'tezilileri de saraydan uzaklaştirak ellerindeki imkanları almıştır. Ahmed ibni Hanbel, Mutevekkil’e hitaben şunları yazmıştı:

"Bismillahirrahmanirrahim,

Ey Ebu Hasan, Allah bütün umurda sana hayırlı neticeler nasip etsin. Rahmetiyle senden dünya ve ahiret kötülüklerini defetsin. Allah senden razı olsun, Emir’ül Mü'mininin Kur'an hakkında sordukları şeylerden bildiklerimi sana yazıyorum. Allah'tan dileğim o dur ki, Emir’ül Mü'mininin tevfikini devamlı kılsın. İnsanlar batıl içine dalmışlardı, ihtilaf içinde yuvarlanıyorlardı. Nihayet Hilafet, Emir’ül Mü'minine nasip oldu. Allah Te'ala Emir’ül Mü'mininin sayesinde her bid'aiı ortadan kaldırdı, yok etti. İnsanlar içine düştükleri zilletten, hapis sıkıntılarından kurtuldular. Allah bunların hepsini defetti. Emir’ül Mü'mininin sayesinde bu belalar kalktı. Müslümanlar buna çok sevindi. Onların gönlünü kazandı. Emirü’l-Mü'minin’in iyi niyetini arttırması, ona hayırlı işlerde yardım etmesi için Allah'a dua ediyorlar.

Abdullah İbni Abbas (radiyallahu anhuma ecmain)'den rivayet olunuyor, o şöyle demiştir: "Allah'ın Kitabı’nın bazısını bazısıyla tartıştırmayın, çünkü bu kalbinizde şüphe uzandırır."

Abdullah İbni Ömer (radiyallahu anhuma ecmain) de şunu anlatır: "Bir grup, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in kapısı yanında oturmuşlar, konuşuyorlardı. Bir kısmı: Allah şöyle demedi mi? dedi, diğer kısmı: Allah şöyle buyurmadı mı? dedi. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bunları duyunca heyecanla onların yanına geldi ve: Siz bununla mı emir olundunuz? Ne bu, Allah'ın Kitabı’nın bazısını bazısıyla tartıştırıyorsunuz. Sizden önceki milletler de böyle şeylerle saptılar. Siz burada boşuna uğraşıyorsunuz. Siz emir olunduğunuz şeye bakın ve onları işleyin. Nehyolunduğunuz yasaklara bakın ve onları yapmayın!.. dedi."

Ebu Hureyre (radiyallahu anh), Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den şunu rivayet eder: "Kur'an'da niza etmek küfürdür!.." (Ebu Davud)

Ebu Cehm, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den şöyle nakleder: "Kur'an hakkında tartışmayın, çünkü onda münakaşa yapmak küfürdür!.."

İbni Abbas (radiyallahu anhuma ecmain) demiştir ki: "Ömer ibnul Hattab (radiyallahu anh)'ın yanına bir adam geldi, Ömer (radiyallahu anh) ona insanların ahvalini sordu. O da, ya Emir’ül Mü'minin, onlar Kur'an-ı şöyle şöyle okuyorlar... dedi. İbni Abbas (radiyallahu anhuma ecmain) diyor ki, ben de söze karışarak: Bugün Kur'an hakkında bu kadar hızlı ileri gitmelerini sevmem, dedim. Ömer (radiyallahu anh) benim sözümü kesti ve: Sus!.. dedi. Ben de üzüntülü olarak evime döndüm. Ben bu halde iken bir adam gelerek bana: Emir’ül Mü'minin sizi istiyor, dedi. Ben de gittim, vardım, kapıda beni bekliyordu, elimi tuttu, içeri girdik. Bana: Senin hoşuna gitmeyen nedir? dedi. Dedim şu: Emir’ül Mü'minin, eğer böyle hıziı giderlerse, birbirlerine kızarlar, kızınca da düşmanlık başlar, ihtilafa düşerler, ihtilaf da vuruşmaya götürür. Bunun üzerine Ömer (radiyallahu anh): Babana rahmet, vallahi bence de böyle, sen doğru söylersin, dedi."

Cabir (radiyallahu anh)’dan rivayet olunur, demiştir ki: "Ömer (radiyallahu anh), İslam’a davet ederken bazı kimselere: Beni kendi kavmine götüren yok mu? Kureyş, Rabbim’in kelamını tebliğ etmeme mani oluyor!.. dedi."

Cübeyr ibni Nüfeyr'den rivayet olunur: "Ömer (radiyallahu anh) şöyle buyurmuştur: Siz Kur'an'dan daha faziletli birşeyle bana rücu edemezsiniz!..

Abdullah İbni Mes'ud (radiyallahu anh) şöyle demiştir: "Kur'an'a başka şey karıştırmayın, ona Allah Kelamı’ndan başka birşey yazmayın!.."

Ömer ibn'ul Hattab (radiyallahu anh)'dan şöyle dediği rivayet olunur: "Bu Kur'an Allah Kelamı’dır, ona gerekli hürmeti, gösterin!.."

Bir adam Hasan el-Basri (rahimehullah)'a: "Ey Ebu Sa’id, ben Allah'ın Kitabı’nı okudum, onu tetkik ettim, neredeyse ümidim kesilecek, ye'se düşeceğim. dedi. Hasan el-Basri ona: Kur'an; Allah Kelamı’dır, ademoğlunun amelleri zayıftır, kusurludur, sen elinden geldiği kadar amel et, ve müjde bekle!.. dedi."

Ferva ibni Nevfel Eşcal demiştir ki: "Ashabdan Hubab (radiyallahu anh)’a komşu idim. Birgün mescidden onunla beraber çıktım. Elimden tuttu: Gücünün yettiği kadar Allah'a yaklaşmaya çalış, sen O'na O'nun Kelamı olan Kur'an'dan daha sevdiği bir şeyle yaklaşmış olamazsın, dedi."

Bir adam Hakem ibni Uteybe'ye: "Dalalet ehlini bu işe ne şey şevketti? dedi. O da: Düşmanlıkları. dedi."

Mu'aviye ibni Kurra dedi ki: "Babası Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e gelmiş, Rasulullah ona şöyle demiş: Sakının, asla düşmanlık yapmayın, çünkü o amelleri bozar!.."

Ebu Kilabe ki ashaba yetişmiş, onlarla görüşmüş bir zattır, şöyle demiştir: "Nefisleri arzularına uyanlarla veya düşmanlık besleyenlerle oturmayın. Çünkü onların sizi de kendi dalaletlerine sokmayacaklarından emin olamam, bildikleri bazı şeyleri size de yuttururlar, aşılarlar."

Sapık görüşlülerden iki kişi, Muhammed ibni Sirin'in yanına geldiler. Ona: "Ey Ebu Bekir, seninle konuşmak istiyoruz, dediler. O da: Olmaz, dedi. Sana biraz Kur'an okuyalım, dediler. Hayır, ya siz buradan gidin, ya ben kalkıp gideyim, dedi. Onlar da dönüp gittiler. Oradakiler: Ne olurdu, sana bir ayet okusalar? dediler. Şöyle cevap verdi: Ben şundan korktum, bana bir ayeti tahrif ederek okurlar, o da benim kalbime işler, ben şimdiki halimde kalacağımı bilsem, onlara izin verirdim."

Bid'atçilerden biri Eyyüb es-Sahtiyani'ye: "Sana bir kelime soracağım dedi. O da: Yarım kelime bile olmaz, dedi ve döndü gitti."

İbni Tavus, ehli bid'atten biriyle konuşan oğluna şöyle dedi: "Oğlum, parmaklarınla kulaklarını tıka, onun ne söylediğini dinleme, duyma!.."

Ömer ibni Abd’ul Aziz şöyle demiştir: "Dinini tartışmalara maruz bırakan, hedef yapan kimse bir yerde duramaz!.."

İbrahim en-Nehai dedi ki: "Bid'at ehli sizin iyiliğinizi istemezler, gizli gizli tuzak kurarlar!.."

Hasan el-Basri dedi ki: "Derdin en kötüsü kalbde olandır, sapık arzulardır!.."

Huzeyfe ibni Yeman (radiyallahu anh) şöyle dedi: "Allah'tan korkun, sizden öncekilerin yolundan gidin. Allah'a and içerim ki, eğer doğru yolu tutarsanız, çok yol alır, çok ileri gidersiniz. Şayet sağa, sola saparak doğru yoldan ayrılırsanız, çok dalalete düşmüş olursunuz."

Allah (azze ve celle) da şöyle buyurmuştur: "Eğer Allah'a şirk koşanlardan biri aman dileyip yanına gelmek isterse, onu yanına al ki, Allah'ın Kelamı’nı işitsin." (et-Tevbe 9/6) Yine (şöyle) buyurmuştur:

"Bilmiş olun ki, halk ve emir O’nundur."

Önce halk; yaratmak dedi, sonra emir; iş dedi. Demek emir, halktan başkadır (böylece Allah halk ile emrin ayrı olduğunu haber veriyor. Kur'an Allah'ın emrindendir, halkından değil. Böylece o mahluk değil demek olur). Allahu Teala şöyle buyurmuştur:

"Çok merhametli olan Allah, Kur'an'ı öğretti, insanı yarattı, ona beyanı öğretti." (er-Rahman 54/1-4)

Bu ayetlerle Kur'an'ın O’nun ilminden olduğu haber veriliyor. Yine Allahu Teala (şöyle) buyurmuştur:

"Sen onların kendi dinlerine uymadıkça, ne Yahudiler, ne Hristiyanlar senden asla razı olmazlar. Sen asıl doğru yol, Allah'ın yolu olduğunu söyle. Sana gelen ilimden sonra, eğer onların arzularına uyacak olursan, and olsun ki, Allah'tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı olmaz." (el-Bakara  2/120) Yine Allah Teala şöyle buyurmuştur:

"Sen kitap verilenlere her türlü ayeti, mu'cizeyi getirsen, yine onlar senin kıblene uymazlar, sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Onlar da birbirlerinin kıblesine uymazlar. Sana gelen ilimden sonra onların heveslerine uyarsan, o takdirde sen zulüm edenlerden olursun." (el-Bakara 2/145) Yine Allah Teala şöyle buyurmuştur:

"İşte biz onu, Arapça bir hüküm olarak indirdik. Eğer sana gelen bu ilimden sonra onların arzularına uyarsan artık senin için Allah'dan ne bir dost, ne de bir koruyucu, olmaz." (er-Ra'd 13/37)

Kur'an, Allah'ın ilmindendir...

Bu ayetler göstermektedir ki, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e gelen Kur'an'dır. O, Allah'ın ilmidir. Çünkü Allah Te'ala şöyle buyurur:

"Sana gelen bu ilimden sonra onların arzularına uyarsan."

Seleften şimdiye kadar gelip geçenlerin pek çoğundan rivayet olunur ki, onlar şöyle derlerdi:

"Kur'an Allah Kelamı’dır. O mahluk değildir. Ben de, onların görüşüne katılıyorum. Ben kelam ehli değilim. Ve kelam ilmi bu konuda birşey yapamaz. Bu hususta Allah'ın Kitabı ve Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Sünnet'inde ne varsa o yeter. Ashabın ve Tabiin'in Asarı da var. Bunlardan başkaları. Onlardan söz etmek öğünülecek birşey değil." (Abdullah ibni Ahmed ibni Hanbel, es-Sünne, 84; Zehebi, Tarih; Ebu Nu’aym, Hilyet’ul Evliya, 9/216-217; İbn’ul Cevzi, Menakıbi İmam Ahmed, 461-462)

Diğer nüshada, "Bid'at ve Dalalet Ehli'nin" şeklinde geçmektedir.

Hiçbir Dalalet Yoktur ki; Cahiller Tarafından Ortaya Atılmış Olmasın

Bil ki; hiçbir Dalalet yoktur ki; ona açıktan davet eden birine uyan cahiller tarafından ortaya atılmış olmasın. Bunlar üflenen her rüzgar ile eğilirler, böylesinin dini yoktur. Allah Tebareke ve Te'ala şöyle buyurmaktadır:

“Onlar, kendilerine ilim geldikten sonra, yalnızca aralarındaki 'hakka tecavüz ve azgınlıktan' dolayı ihtilafa düştüler.” (Casiye 45/17) ve şöyle buyurmaktadır:

“Onlar, kendilerine bilgi geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler.” (eş-Şura 42/14) ve şöyle buyurmaktadır:

“Oysa kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra, birbirlerine karşı olan 'azgınlık ve kıskançlıkları' yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o, (Kitap) verilenlerden başkası değildir.” (el-Bakara 2/213)

Böyleleri, 'Şer Uleması'; 'Tamah ve Bid'at Ashabı'dır.

Hak ve Sünnet Üzere Olacak Bir Cemaat Her Zaman Bulunacaktır

Bil ki; hiçbir zaman olmasın ki, Ehli Hak ve Sünnet üzere bulunacak -Allah’ın kendilerine hidayet vereceği ve kendileri vasıtasıyla (insanlara) hidayet vereceği, kendileri vasıtasıyla Sünnet’i dirilteceği (ihya edeceği)- bir Cema'at olmasın. Onlar ki, Allah onları ihtilaf anında sayılarının azlığı ile vasfeder ve şöyle buyurur:

“Oysa kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra, birbirlerine karşı olan 'azgınlık ve kıskançlıkları' yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o, (Kitap) verilenlerden başkası değildir.” (el-Bakara 2/213) Onları istisna ederek şöyle buyurur:

“Böylece Allah, iman edenleri, hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle eriştirdi. Allah, kimi dilerse onu doğruya yöneltir.” (el-Bakara 2/213)

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Ümmetimden bir grup, Kıyamet kopuncaya kadar, mansur (Allah'ın yardımına mazhar) olmaya devam edecek, onları mahrum bırakanlar onlara zarar veremiyecekler."

Buhari; Müslim; Tirmizi; İbni Mace tarafından rivayet edilmiştir.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bu manada –bizlere sahih senedle ulaşan bir rivayetde- şöyle buyurmuştur: "Bu ilim, her nesilde emin kişiler tarafından taşınacaktır. Onlar dini; aşırıya kaçanların tahriflerinden, yalancıların iftiralarından ve cahillerin batıl te'villerinden koruyacaklardır." (İbni Adiyy, İbni Asakir ve diğerleri)

Alim; İlmi Kısıtlı Olsa da Kitab ve Sünnet’e Uyandır

Bil ki –Allah sana rahmet etsin!- İlim yalnızca çokça rivayet etmek ve çok kitap yazmak değildir!.. Alim, ilmi kısıtlı olsa da ve kitapları az olsa da Kitab ve Sünnet’e tabi olandır. Kitab ve Sünnet’e muhalefet eden –ilmi ve kitapları çok olsa da- Bid'at sahibidir.

İmam Şafii şöyle demiştir: "İlim; ezberlenen değil lakin fayda verendir." (Ebu Nu’aym, Hilyet’ul Evliya, 9/123)

Muhammed İbn'ul Munkedir'in (H130) şöyle dediği nakledilmektedir: "Raviye (rivayetci) şiir rivayet edene diyorduk, Hadis rivayet edene alim diyorduk." (Edeb'ul İmla, 137)

Allah ve Dini Hakkında Bir Bilgiye Dayanmaksızın Konuşan Haddi Aşmıştır

Bil ki –Allah sana rahmet etsin!- Allah’ın Dini hakkında Rey ile Kıyas ile ve Te'vil ile –Sünnet ve Cema'atten bir Hücceti olmaksızın- herkim konuşursa, Allah hakkında bilmediğini konuşmuştur.

Allah hakkında bir bilgiye dayanmaksızın konuşmak Kur’an’da açık bir biçimde yasaklanmıştır: “De ki: Rabbim yalnızca çirkin hayasızlıkları -onlardan açıkta olanlarını ve gizli olanlarını,- günah işlemeyi, haklı nedeni olmayan 'isyan ve saldırıyı' kendisi hakkında ispatlayıcı bir delil indirmediği şeyi Allah'a şirk koşmanızı ve Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.” (el-A’raf 7/33)

Allah hakkında bilmediği bir şeyi konuşan kimse ise, Mütekellif (kendiliğinden bir yükümlülük uyduran/getirenlerden)lerdendir.

Mesruk'dan naklen haber verdi (şöyle demiş): Abdullah (ibni Me’sud)'un yanında oturuyorduk. Kendisi de aramızda yaslanmıştı. Derken ona bir adam gelerek: Ya Eba Abd'ir Rahman! Gerçekten, Kinde kapıları yanında bir hikayeci kıssa anlatıyor ve duman mucizesi gelerek kafirlerin canlarını alacağını, mü'minlerinse ondan nezle şeklinde müteessir olacaklarını söylüyor, dedi. Bunun üzerine Abdullah (radiyallahu anh) kızarak oturdu ve şunları söyledi: Ey insanlar! Allah'dan korkun! Sizden kim bir şey bilirse, bildiğini söylesin. Bilmeyen de, Allah bilir, desin. Çünkü birinizin bilmediği bir şey için, Allah bilir, demesi en büyük ilimdir. Gerçekten Allah (azze ve celle) Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)'e: “Ben bunun için sizden bir ücret istemiyorum. Ben Mütekellif (kendiliğinden bir yükümlülük uyduran/getiren)lerden değilim de!” (Sad 38/86) buyurmuştur.” (Buhari)

Hak, Sünnet ve Cemaat…

Hak, Allah katından gelendir. Sünnet Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin Sünnet’idir, Cema'at Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin Ashabı’nın Ebu Bekir (radiyallahu anh)’ın, Ömer (radiyallahu anh)’ın ve Osman (radiyallahu anh)’ın hilafeti döneminde etrafında razı olup-birleştiğidir.

Başarı, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Sünnet’ine ve Selefin Yoluna Yapışmaktadır

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Sünnet’i ve Ashabı ile Cemaat’in üzerinde olduğu ile yetinen kimse; Ehli Bidat’a karşı başarıya ulaşır, (bedeni) istirahate erer ve dini kurtulur inşallah zira Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

"Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacaktır." demiş ve onlardan Naciye (kurtuluşa erecek) olanları bize bildirmiştir:

"Benim ve Ashab’ımın bugün üzerinde olduğu yoldur."

Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Bir tanesi hariç bunların tamamı ateştedir ve o da Cema'attir. Denildi ki: Ya Rasulullah kimdir onlar? (Rasulullah) dedi ki: Benim ve Ashab'ımın bugün üzerinde olduğu yoldur." (Tirmizi; Ebu Davud; İbni Mace; İbni Vadde, el-Bid’a, 85; Acurri, eş-Şeri'a,15; Acurri, el-Erbain; Hakim, 1/128-129; İbni Nasır, es-Sünne,  62; el-Laleka’i, es-Sünne, 147; İbn’ul Cevzi, Telbis'ul İblis, 16; el-Ukayli, ed-Duafa, 2/262)

Bu; şifa, beyan, apaçık iş, düz ve ayırtedilmiş yoldur. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

"Aşırılığa kaçmaktan sakının, didik didik etmekten sakının. ‘Kadim Din’e yapışın."

Müellifin burada Hadis olarak aktardığı bu söz, dağınık biçimde birçokları tarafından rivayet edilmiş ve buradaki haliyle de İbni Mes’ud (radiyallahu anh) tarafından söylenilmiş bir Asar’dır. Ebu Kilabe şöyle dedi: Abdullah İbni Mes’ud (radiyallahu anh) dedi ki: "Dürülüp ortadan kaldırılmadan önce ilmi öğreniniz. Onun dürülüp ortadan kaldırılması, ehlinin (ölüp) gitmesidir. Dikkat edin! Aşırılığa kaçmaktan, didik didik etmekten, bid'atlerden sakının! ‘Kadim Din’e yapışın!." (Darimi, Sünen, 1/66 142-143; Abd'ur Rezzak, Musannef, 10/252 20465; İbni Nasır el-Mervezi, es-Sünne, 85; Taberani, el-Mu'cem'ul Kebir, 9/170 8845; Beyheki, Sünen'ul Kubra, 271-272 387-388; İbni Asakir, Tarihi Dımeşk 33/52; 43/315 ve başkaları tarafından nakledilmiştir)

Metinde yeralan: "Aşırılığa kaçmaktan sakının!" bölümü Ömer ibn'ul Hattab (radiyallahu anh) yoluyla Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem)’den nakledilmiştir. (İbni Beşran, el-Ameli, 1/49 67)

İbni Abbas (radiyallahu anh)’dan söyle rivayet olunmuştur: “Dinde aşırılıktan sakının. Çünkü sizden öncekiler, dinde aşırı gittiklerinden ötürü helak oldular.” (İbni Mace; Nesai; Darimi; Ahmed, Müsned)

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) üç defa tekrarlayarak şöyle buyurdu: "Sözde ve işte ince eleyip sık dokuyan, haddi aşan kimseler helak oldular." (Müslim; Ebu Davud)

İbni Mes’ud (radiyallahu anh)’ın rivayetine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Aşırıya kaçanlar helak oldular." (Müslim; Ebu Davud; Ahmed, Müsned)

Bidat’a Uyan Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Sünnet’ini İnkar Etmiştir

Bil ki; ‘Kadim Din’, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in vefatından Osman ibni Affan (radiyallahu anh)’ın öldürülmesine kadar olan dindir. Onun katledilmesi fırkalaşmanın başlangıcı ve ihtilafın başlangıcı oldu. Ümmet birbiriyle savaştı, bölündü, tamah (hırs)lara ve hevalara tabi oldu ve dünyaya meyletti. Rasulullah Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin4 Ashabı’nın üzerinde olmadığı birşeyi ihdas etmeye dair hiçbir ruhsat yoktur. Ne de bir adamın kendisinin ihdas ettiği yahut Ehli Bidat’ten bir adamın ihdas ettiği birşeye davet etme hakkı vardır; (Bid'ate) davet eden de ihdas eden gibidir. (Bidatı) iddia eden veya ona uygun konuşan Sünnet’i inkar etmiş, Hakk’a ve Cema'ate muhalefet etmiş ve Bid'ati Mübahlaştırmıştır. Bu kimse, Ümmet’e İblis (lanetullahi aleyh)’den daha zararlıdır.

Lalekai, Süfyan es-Sevri’nin şöyle dediğini nakleder: "Bid'at, İblis’e Masiyet (günah işlemek)ten daha sevimlidir. Çünkü Bid'atin tevbesi olmaz halbuki kişi günahından dolayı tevbe edebilir." (Lalekai, es-Sünne, 238; Beğavi, Şerh’us Sünne)

Bu hikmetli söz ile gündeme getirilen "Bid'atın tevbesi olmaz" ifadesi şu manadadır. Allah’ın Dini ve Rasulü’nün Sünnet’inde olmayan birşeyi din edinen kimseye bu yaptığı ameli süslü gösterilir. Bid'at olarak işledikleri şeylerin doğru olduğuna inanır. Kişinin kötü amellerini güzel ameller olarak gördüğü müddetçe bu amellerden tevbe etmesi de beklenemez. Zira tevbenin başlangıcı, kişinin tevbe ettiği şeyin kötü birşey olduğuna inanmasıdır. Kişi, amellerini güzel görmeye devam ettiği müddetçe tevbe etme ihtiyacı duymaz. Masiyetlerde, günah ve Haramlarda ise durum bunun aksinedir. Kişi, hata ettiğini, günaha düştüğünü, Haram işlediğini bilir ve bundan pişmanlık duyar. Bu pişmanlık da onu tevbe etmeye sürükler. Allahu A'lem.

İbni Kayyım da benzer ifadelerle durumu izah etmektedir: "Bid'atçilerin bütün günahları, Allah'a iftira ve O'nun hakkında bilmeden söz söyleme günahı çeşidine girer. Onlar, bid'atlerden tevbe etmedikçe, günahlarından tevbe etmiş olamazlar. Aslında fiilinin bid'at olduğunu dahi bilmeyen veya onu Sünnet sanan, insanları ona çağırıp onu işlemeye teşvik eden bir insan, onlardan nasıl tevbe edebilir ki? Böyle kimseler Sünnet’e dönüp ona yeterince muttali olmadıkça, onu arayıp kollamadıkça tevbe etmesi vacip olan günahlarının farkında bile olamazlar. Bunu başaran bir bidEatçi görmek mümkün değildir." (Medaric’us Salikin Şerh'u Menazil’is Sairin Beyne İyyake Nabudu ve İyyake Nastein, 1/378)

Hasan el-Basri de şöyle demiştir: “Şanı yüce Allah heva sahibi bir kimseye tevbe etmeye izin vermeyi kabul etmemiştir.” (el-Lalekai, Şerhu Usuli İ’tikadi Ehl’is Sünneti ve’l Cema'at; İbni Batta, el-İbane)

Eyyub es-Sahtiyani'nin şu sözleri bunun hikmetini apaçık ortaya koymaktadır: "Bid’at sahibinin gayreti ne kadar artarsa, Allah’tan da o kadar uzaklaşır." (İbni Vaddah, el-Bidau ve’n Nehyu Anha)

Ehli Bidat’in Terkettiğine Yapışan Sünnet Eridir

Herkim Ehli Bidat’ın, Sünnet’ten neyi terkettiğini ve bıraktığını bilir ve ona sarılırsa Sünnet sahibi ve Cema'at sahibi (bir kişi)dir; tabi olunmak, yardım edilmek ve korunmak hakkıdır. O, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin (bakmayı/ilgilenmeyi) vasiyette bulunduğu kişilerden biridir.

Bid'atin Kökleri (Esasları) Dörttür

Bil ki –Allah sana rahmet etsin!- Bidat’in kökleri dörttür. Bu dördünden, yetmişiki Bid'at kolları ortaya çıktı, sonra herbir Bid'atin kendi içerisinde alt kolları vardır ve hepsi ikibin sekizyüze bölünür ve hepsi Dalalettedir. Hepsi ateştedir, biri dışında ki o; bu kitapta olanlara iman eden, kalbinde hiçbir şek ve şüphe olmaksızın İ’tikad eden, Sünnet sahibidir ki, o kurtulacaktır inşallah.

Hüccet ve Delili Olmayan Bir Hususta Susulursa Bidat Diye Bişey Kalmaz

Bil ki –Allah sana rahmet etsin!- Eğer insanlar sonradan ihdas edilen işlerden kaçınsaydılar ve ondan hiçbirine dalmasaydılar ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemden veya Ashab’ından Asar (nakil) olmayan meselelerde hiç birşey söylemeseydiler Bid'at olmazdı.

"Allah hakkında bilmeden söz söyleme" hususunda İbni Kayyım diyor ki: "Allah katında, O'nun hakkında bilmeden söz söylemekten daha büyük bir günah yoktur. Şirk ve küfrün esası bu günahtır. Bid'at ve sapıklıklar onun üzerine bina edilir. Dolayısıyla dindeki her bid'at ve dalaletin temel esası, Allah hakkında bilmeden söz söylemektir." (Medaric’us Salikin Şerh'u Menazil’is Sairin Beyne İyyake Nabudu ve İyyake Nastein, 1/378)

Küfre Düşüren Bir Yol

Bil ki –Allah sana rahmet etsin!- kul ile; mü’min yahut kafir olması arasında, Allah Te'ala’nın indirdiği birşeyi inkar etmek, Allah’ın Kelamı’na birşey eklemek veya çıkartmak, Allah’ın buyurduğu birşeyi inkar etmek veya Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin söylediği birşeyi inkar etmek dışında hiç birşey yoktur.

İfrat'tan Kaçınmak

Allah’tan kork –Allah sana rahmet etsin!- Kendi nefsine (bir) bak! Dinde ifrat (aşırıya kaçmak)tan sakın çünkü (ifratın) hak yol ile hiçbir alakası yoktur!..

Metinde geçen: "Bil ki –Allah sana rahmet etsin!- Kendi nefsine (bir) bak!" ifadesi diğer nüshada, Allah sana rahmet etsin! kısmı olmaksızın şu şekilde geçmektedir: "Allah’tan kork!- Kendi nefsine (bir) bak!"

Sünnet’ten Birşey İnkar Eden Sünnet’in Tamamını İnkar Etmiştir

Bu kitapta sana vasfettiğim herşey Allah’tan, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemden, onun ashabından, Tabii’nden, üçüncü nesilden dördüncü nesile kadar (yaşamış) kişilerdendir. Allah’tan kork ey Allah’ın kulu! Bu kitaptakileri tasdik et, teslim ol, (anlıyamadıklarını Allah’a) havale et ve (kitaptakilerden) razı ol. Bu kitabı, Ehli Kıble’den olan birinden gizleme, olur ki Allah bu kitap ile kafası karışık olanın şaşkınlığını giderir, Bid'atçiyi bid'atinden, dalalette olanı dalaletinden çıkarır böylelikle de kurtulurlar. Allah’tan kork!

 

İşin ilk başta olduğu gibi olanına tabi ol ki onlar sana bu kitapta vasfettiklerimdir. Allah bu kitabı okuyan, onu yayan, onunla amel eden, ona davet eden ve ondan ihticac (hüccet olarak istifade) eden kula rahmet etsin ve ebeveynine (de) rahmet etsin! Çünkü bu; Allah’ın (dinidir) ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin dinidir. Bu kitabdakinin tersine izin veren Allah’ın dinini din edinmiş sayılmaz, (dinin) tamamını reddetmiş sayılır.

Ehli Sünnet ve’l Cema'at ve Ashab’ul Hadis İ’tikadının temel prensipleri Akide olduğu için,  Kitab ve Sünnet’e sarılmak, Ashab’ın hidayetine bağlanmak, Cema'ate tutunmak, Kelam ilminden; cedelden ve münakaşadan uzak durmak, Bid'atlerden; Ehli Bidat’tan, Ehli Heva’dan, Ehli Kelam’dan uzak durma prensipleri titizlikle üzerinde durulması gereken meselelerdendir.

Bu şuna benzer; Allah Tebareke ve Te'alanın dediklerine icmalen (toptan) iman eden ancak bir tek harften şek içerisinde olan kul, Allah Teala’nın dediği herşeyi reddetmiş, kafir olmuştur. Bu (yine) şuna benzer; "La-ilahe illallah (Allah’tan başka –tapılmaya layık- ilah yoktur)" şehadeti sahibinden niyetde sıdk ve yakinde ihlas olmaksızın kabul edilmediği gibi, hakeza Allah, bazı Sünnetleri terkedenden Sünnetleri kabul etmez, Sünnet’ten birşeyi terkeden tamamını terketmiş gibidir. Kabul et, münakaşayı ve inatçılığı bırak şüphesiz bunun Allah’ın diniyle hiçbir alakası yoktur. Hususi olarak senin zamanın kötü zamandır. Dolayısıyla, Allah’tan kork!

Fitne Çıktığında Evlerinize Çekilin

Fitne çıktığında evinde kal ve fitne mahallinden uzaklaş! Asabiyetçilikten uzak dur! Müslümanlar arasında, dünya uğruna yapılan bütün savaşlar fitnedir. Allah’tan kork; "Vahdehu la şerike leh (O; tektir ve ortağı yoktur)". Fitnede (meydana) çıkma, vuruşma, heveslenme, taraf tutma, hiçbir tarafa meyletme ve onların yaptıkları hiç birşeyden hoşlanma! Denilmiştir ki;

"Kim bir kavmin amelinden –hayır olsun şer olsun- hoşlanırsa, onu yapan gibidir."

Allah bizi ve sizi O’nun razı kaldığı işlere muvaffak etsin ve bizi ve sizi O’na karşı masiyetden (isyandan/günahdan) uzak kılsın!..

Fitne zamanında; fitneden kaçmak, savaş aletleri olan kılıç ve yayları kırmak, evlere çekilmek hususunda çok sayıda nakil sabit olmuştur. Hadis kitaplarının Fiten bölümünde biraraya getirilmiş olan nakillerden bir kısmı şu şekildedir:

İbni Zubeyir, dostum Ebu’l Kasım (sallallahu aleyhi ve sellem) bana şöyle tavsiyede bulundu deyip Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den şunu aktarmıştır: "Fitneden herhangi birşeye eriştiğinde, Uhud (Dağın)’a git ve kılıcını körelt sonra da evinde kal!" (Ahmed, Müsned);

Muhammed İbni Mesleme (radiyallahu anh) anlatıyor: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdular ki: "Şurası muhakkak ki bir fitne, bir ayrılık ve bir ihtilaf olacak. Bu durum gelince Uhud’a kılıcınla git! Kırılıncaya kadar onu taşa çal. Sonra evinde otur. Hatta sana günahkar bir el veya ölüm gelinceye kadar (evinden çıkma)." (İbni Mace)

Ebu Zerr (radıyallahu anh) anlatıyor: "Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) seslendiler: Ey Ebu Zerr! Buyurun, Ey Allah'ın Rasulü, emrinizdeyim! dedim. İnsanlara (kitle halinde) ölüm isabet edip, kabirlerin (ücretli) hizmetçiler tarafından kazılacağı zaman ne yapacaksın? buyurdular. Benim için Allah ve Rasulü neyi ihtiyar buyurursa onu yaparım! dedim. Sabrı tavsiye ederim! buyurdular -veya sabredersin! dediler- ve sonra bana tekrar seslendiler: Ey Ebu Zerr! Buyurun ey Allah'ın Rasulü, sizi dinliyorum! dedim. Zeyd mıntıkasının taşları kanda boğulduğunu gördüğün zaman ne yapacaksın? Allah ve Rasulü benim için neyi ihtiyar buyurursa onu! dedim. Sana kendilerinden olduğun yakınlarını tavsiye ederim! dedi. Ben sordum: Ey Allah'ın Rasulü! (O zaman) kılıcımı alıp omuzuma koymayayım mı? Böyle yaparsan (fitneci) kavme ortak olursun! buyurdular. Bana ne emredersiniz! dedim. Evine çekil! buyurdular. Evime girilirse? dedim. Eğer kılıcın parıltısının seni şaşırtacağından korkarsan, elbiseni yüzüne ört. Gelen hem senin günahınla, hem de kendi günahıyla dönsün! buyurdular." (Ebu Davud; İbni Mace)

Ebu Musa (radıyallahu anh) anlatıyor: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdular ki: "Kıyamet’ten hemen önce karanlık gecenin parçaları gibi fitneler var. Kişi o fitnelerde mü'min olarak sabaha erer, akşama kafir olur; mü'min olarak akşama erer, sabaha kafir çıkar. O fitnede oturan, ayakta durandan hayırlıdır. Yürüyen koşandan hayırlıdır. Öyleyse yaylarınızı kırın, kirişlerinizi parçalayın, kılıçlarınızı da taşa vurun. Sizden birinin evine girerlerse Adem (aleyhi selam)'ın iki oğlundan hayırlısı olsun (Habil gibi ölen olsun, Kabil gib öldüren değil.)" (Ebu Davud; Tirmizi)

Ebu Sa'id (radıyallahu anh) anlatıyor: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdular ki: "Kişinin en hayırlı malının, peşine takılıp dağ geçitlerini ve yağmur düşen yerleri takip edeceği koyunu olacağı zaman yakındır. Böylece dinini fitnelerden kaçırmış olur." (Buhari; Ebu Davud; Nesai; Malik, Muvatta)

Abdullah İbni Ömer (radıyallahu anhuma ecmain) anlatıyor: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdular ki: "Fitneden kaçının! Çünkü o esnada dil, (tesir bakımından) kılıç darbesi gibidir." (İbni Mace)

Ebu Hureyre (radıyallahu anh)’dan nakledildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle dedi: "Yakında büyük fitneler olacak, o fitnelerde (yerinde) oturanlar ayaktakilerden, ayaktakiler yürüyenlerden, yürüyenler koşanlardan, daha hayırlı olacaklar. Kim o fitne içinde bulunmuş olursa, ondan uzak dursun. O zaman bir iltica yeri, sığınacak mekan bulursa ona sığınsın." (Buhari; İbni Mace)

Yıldızların Hiçbir Otorite ve Gücü Yoktur

Yıldızlara namaz vakitleri için biraz bak. Bundan başka maksatlar için (yıldızlara bakmaktan) yüz çevir çünkü, zındıklığa götürür.

Ömer ibn'ul Hattab (radiyallahu anh)’ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Astronomiden size karada ve denizde faydalı olacak ne varsa alın ve orda durun.” (İbni Hacer, el-Telhis'ul Habir fi Tahric Ehadis'il Ref-il Kebir, 2/360)

Yıldız bilimi astroloji birçok alime göre sihir çeşitlerinden biridir. Şeyh’ul İslam İbni Teymiyye, Alleme Merdavi’nin yaptığı bir nakilde astrolojiyi sihir olarak isimlendirmiştir. (el-Merdavi, İnsaf, 10/351) İbni Müflih de et-Terğib'ul Kasid fi Takrib'ul Mekasid isimli eserden yaptığı nakil ile; Hanbeli ulemasına göre Kahin ve müneccimlerin sihirbaz gibi sayıldığını söylemektedir. (İbni Müflih, el-Furu, 10/207)

Ulema sihirin hükmü noktasında ihtilaf etmişlerdir. Hanefi ve Malikiler küfür olduğunu söylemekteyken, Şafiiler küfür olmadığını söylemiş İmam Ahmed’den iki görüş nakledildiğinden Hanbeli Mezhebi’nde de biri küfür diğeri küfür olmadığına dair iki görüş bulunmaktadır. Hanbeli Mezhebi’nin genel görüşü küfür olduğu yönündedir. İbni Akil ise küfür olmadığı görüşünü benimsemiştir.

Ulema ayrıca, müneccimlik ve astrolojinin sihrin küfür olan yanına dahil olup olmaması hususunda da ihtilaf etmişlerdir. Kimileri müneccimlerin sihirbazlar gibi öldürülmesi gerektiğini ifade etmekteyken diğer bir kısım ulema ise tazir uygulanması gerektiğini dile getirmiştir. Merdavi, tazir uygulanması gerektiğine yönelik görüşü tercih etmiş ve bunun mezhebin genel görüşü olduğunu belirtmiştir. (el-Merdavi, Tashih'ul Furu)

Müneccim, eğer yıldızların aleme tesiri olduğuna i’tikad ediyorsa bu icma ile küfürdür. Yok eğer, yıldızların aleme tesiri olmadığını lakin yıldızların hareketlerinin bazı hadiselerden haber verdiğine inanıyorsa işte bu görüş ulemanın küfür olup olmamasında ihtilaf ettiği alandır. Bu husus, Kebair’de de bu şekilde açıklanmıştır. (ez-Zevacir an İktiraf'ul Kebair, 2/109-116)

Hanefilerden İmam Merginani’nin Muhtar’ın Nevazil adlı eserinde şöyle deniyor: "Bilmiş ol ki, ilmi nücum (astronomi ilmi) haddizatında kötü değildir. Çünkü o iki nevidir: Birincisi: Hesap yolu iledir ve haktır. Kur'an'da zikredilmiştir. Allah Te'ala;

"Güneş ve ay hesab iledir." (er-Rahman 55/5) buyurmuştur. Bundan murad güneşle ayın seyretmeleridir.

İkincisi: İstidlal yolu iledir. Yıldızların seyri ve feleklerin (gezegenlerin) hareketi vasıtasıyla hadisatın, Allah'ın kaza ve kaderi ile vuku bulacağına istidlal edilir; bu Caiz'dir. Doktorun hasta kimsenin nabzına bakarak hastalığa ve sıhhate istidlali gibidir.

Ama hadisatın Allah'ın kazası ile olduğuna inanmaz, yahut kendisinin gaybı bildiğini iddia ederse kafir olur." (İbni Abidin Terceme ve Şerhi, 1/43)

Bu konuda çok sayıda hadis nakledilmiştir. Bu konuda nakledilen hadislerden bir kısmı şunlardır:

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdular ki: "Ashabım anıldığında sakının! Yıldızlar anıldığında sakının! Kader anıldığında sakının!" (Taberani, el-Kebir);

"Benden sonra bana inanan müslümanlar hakkında şu üç şeyden korkuyorum: Onları idare edenlerin zulme sapmalarından. Yıldızların (burçların) yaşamlarına etkisi olduğuna inanmalarından. Kaderi inkar etmelerinden." (İbn-i Asakir);

"Allah, şu yıldızları üç şey için yarattı: Göğün süsü için, şeytanları kovalamak için, yolculara yol göstermek için. Kim yıldızları bunun dışında yorumlarsa, bahtında yanılmış olur. Nasibini yitirmiş olur. Kendisini ilgilendirmeyen şeyleri kendine dert edinmiş olur. Peygamberlerin ve meleklerin dışında kimsenin bilmediği şeylerle boşyere uğraşmış olur." (Rezin)

“(Yıldızlardan aldığı bilgiler) arttıkça (sihirle olan ilgisi de) artmış olur." (İbni Mace; Ahmed, Müsned)

"Nice Ebced Hesabını öğreten, yıldızlara bakan (onlardan hükümler çıkarmaya çalışan) kimseler var ki Kıyamet Günü, Allah katında bir nasibi yoktur." (Taberani, el-Kebir, 10980; İbni Receb, Feth’ul Bari, 3/69);

"Muhakkak ki Ebced Hesabı yapan ve yıldızlara bakan kimselerin Allah katında hiçbir nasibi yoktur." (Ebu Davud; Beyheki, Sünen, 7/240; İbni Receb, Feth’ul Bari, 3/142; Taberani, 9/254)

Kelam’dan ve Ehli’nden Sakının

Kelam’a bakmaktan ve Kelam ashabıyla oturmaktan sakının.

Asar’a ve Ehline Yapışın

Asar’a ve asar ehline yapışın. Onlara sor, onlarla birlikte otur ve onlardan al.

Allah Korkusu Gibi Başka Hiç Birşeyle Allah’a İbadet Edilmemiştir

Bil ki; Allah korkusu gibi başka hiç birşeyle Allah’a ibadet edilmemiştir; Allah Tebareke ve Te'aladan korku, hüzün, şefkat ve haya yoluyla…

İhtiras ve Muhabbete Davet Edip Kadınlarla Halvette Bulunanlardan Sakın

İhtirasa ve muhabbete davet edenler, kadınlarla halvette kalanlar ve onların geçtikleri yollarda duranlarla oturmaktan sakın çünkü onların hepsi dalalet üzeredir.

Mahlukat Allah’a İbadet Etmekle Emrolunmuştur

Bil ki –Allah sana rahmet etsin!- Allah Tebareke ve Te'ala mahlukatın hepsini Kendisine ibadet etmeye çağırmıştır ve bundan sonra dilediğini lütfu ile İslam’la mükafatlandırmıştır.

Allah (azze ve celle) şöyle buyurmuştur: "Müslüman oldular diye sana minnet etmektedirler. De ki: Müslümanlığınızı bana karşı minnet (konusu) etmeyin. Tam tersine, sizi imana yönelttiği için Allah size minnet etmektedir. Eğer doğru sözlüler iseniz (bunu böyle kabullenmeniz gerekir.)" (el-Hucurat 49/17)

Ali (radiyallahu anh) ile Mu’aviye (radiyallahu anh) Arasındaki İhtilaf Hakkında Sükut Etmek

Ali (radiyallahu anh) ve Mu’aviye (radiyallahu anh) ve Aişe (radiyallahu anha) ve Talha (radiyallahu anh) ve Zubeyir (radiyallahu anh) ve onlarla birlikte olanlar arasındaki savaş hususunda sus! Onlar hakkında münakaşa etme ve meselelerini Allah Tebareke ve Te'alaya havale et.

Hafız Ebu'l Kasım ibni Asakir’in kaydettiğine göre; İmam Nesai, Mu’aviye (radiyallahu anh) hakkında kendisine sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: "İslam, kapısı olan bir ev gibidir. İslam’ın kapısı sahabelerdir. Sahabeyi sebbeden İslam’a zarar vermekten başka bir sebeple sebbetmez tıpkı bir eve girmek için evin kapısını tıklayan gibi. Mu’aviye (radiyallahu anh)’a gelince; ona sebbeden, Sahabe hakkında sebbetmenin yolunu arayandır." (İbni Asakir, Tarih Dımeşk; Tehzib'ul Kemal, 1/339)

Çünkü Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle demiştir:

"Ashabım, evlilik yoluyla akrabalarım ve damatlarım hakkında (kötü) konuşmaktan sakının!" ve şöyle demiştir:

"Allah Tebareke ve Te'ala Bedir ehline rahmetiyle tecelli edip şöyle buyurdu: Ne yaparsanız yapınız, Ben sizi şimdiden affettim." Buhari ve Müslim tarafından rivayet edilmiştir.

Ashar, evlilik yoluyla bayan tarafından akrabalar; Aktan, ise damatlar ve enişte manasında kullanılmaktadır.

Taberani (el-Mu'cem'ul Kebir, 6/104, 5640) tarafından nakledilen hadis bu sözdizilişi ile sahih değildir. Buna yakın rivayetler de vardır ancak hiçbiri sahih değildir. Ancak bu konuda rivayet edilmiş sahih başka bir hadis vardır. Rasulullah (salllallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Ashabıma sebbetmeyiniz sizden birisi Uhud Dağı kadar sadaka vermiş olsa onlardan birinin bir müd, yarım müd sadakasına ulaşamaz." (Buhari; Müslim)

Müslümanın Malı; Gönülden Verdiği Sadaka Dışında Helal Değildir

Bil ki –Allah sana rahmet etsin!-; Bir müslümanın malı kendi gönül hoşnutluğu ile vermesi dışında, Helal değildir.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdular ki: "Bir müslümanın malı kendi gönül hoşnutluğu ile vermesi dışında helal değildir." (Darekutni; Ahmed, Müsned; Şafii; Ebu Ya’la; Beyheki)

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Veda Hutbesi’nde de şöyle buyurmuştur: "Bir Müslüman’a kardeşinin kanı da, malı da helal olmaz. Fakat malını gönül hoşnutluğu ile vermişse o, başkadır..."

Bir adamda Haram bir mal varsa, bu onun kendi sorumluluğudur. Hiç kimsenin onun malından –onun izni dışında- alması Helal değildir. Çünkü ihtimalki o adam bundan tevbe edecek, malı sahibine iade etmek isteyecek, (bunlar olmadan onun malından izni dışında aldığında), sen haram olan birşeyi almış olursun.

İnsanlara Yük Olmaksızın, Kişinin Kendi Geçimini Temin Etmesi

Kazançlar (mutlaktır); sana ondan sahih görünen mutlakdır ancak fasid (batıl) olduğu aşikar olan müstesna. Eğer kazanç fasidse ondan kendisi için zaruret miktarı faydalanabilir ve şöyle diyemez: "(Kazancı) terkedeyim, ihtiyaç için (insanlar tarafından) bana verileni alayım!.." Ne sahabeler ne de zamanımıza kadar olan ulema bunu yapmadı. Ömer ibn'ul Hattab radiyallahu anh şöyle der: "Kazancında bir miktar insanların değersiz bulduğu (bir işten elde edilen) kazanç bulunması, ihtiyacını insanlardan (dilenerek) temin etmekden daha hayırlıdır." İbni Ebu’d Dünya, Islah’ul Mal, 298, 321; İbni Hibban, es-Sikat, 8/204; İbni Abd’il Berr, et-Temhid, 18/329; Kenz’ul Ummal, 4/122; İbn’ul Cevzi, Menakib Ömer (ibni Hattab), 194 tarafından Veki ibni Cerrah kanalıyla birbirine yakın lafızlarla Ömer ibni Hattab (radiyallahu anh)’dan nakledilmiştir.

Müellifin mevzubahis ettiği bu esas, genel bir kaidedir. Ticaret, maaş ve mükafat gibi kazanç türlerinde haram yahut haramla karışmış mal ortaya çıkana kadar bu kazancın tümü asli hüküm olarak helaldir. Bir malın haram olduğu yahut haram ile karıştığı ortaya çıkarsa bu durumda iki hüküm ortaya çıkar. Eğer malın haram olduğu ortaya çıktıysa bu durumda o mal haram hükmünü alır. Malın helal olduğu ancak bir şekilde haram karıştığı ortaya çıkarsa bu durumda da kerahet gündeme gelir ve mala karışan haram miktarında bu mal mekruh hükmünü alır.

Burada şu hakikati gözden düşürmemek gerekir: İnsanlar gözünde değersiz olan, bu işi yapanların hakir görülüp aşağılandığı bir iş -helal kazanç kapsamında olmak kaydıyla- dilencilik yapmakdan daha hayırlıdır.

Cehmi’nin Arkasında Namaz

Beş vakit namazı kıldıran herkesin arkasında -Cehmi olması dışında- namaz kılman caizdir, çünkü o Mu’attıl’dır.

Mu’attıl, "Ta’til Ehli; iptalciler" demektir. Cehmiyye, Mu’tezile ve diğer başka fırkaların da aralarında bulunduğu kelamcılardan bir kısmı, Allah’ın isim ve sıfatlarını iptal edip, reddettikleri ve inkar ettikleri için böyle adlandırılmışlardır. Bu ümmette Ta’til fitnesini ilk olarak Ca’d ibni Dirhem gündem etmiştir.

Genel manada iki ana başlık altında incelenir ve Külli (tam) Ta’til ve Cuzi (kısmi) Ta’til olarak ikiye ayrılırlar. Külli (tam) Ta’til, Allah’ın sıfatlarını ve hatta isimlerini tümden inkar edenlere verilen isimdir. Cuzi (kısmi) Ta’til ise; Allah’ın sıfatlarından bir kısmını kabul etmelerine karşın diğer bir kısmını da inkar edenlere verilen isimdir. Külli (tam) Ta’til için Cehmiyye örnek olarak verilebilir. Cuzi (kısmi) Ta’til içinse kendilerini, İmam Ebu’l Hasen el-Eşari’ye nispet eden, Eşariler örnek olarak verilebilir.

Onun arkasında kıldığın namazı iade et. Cuma günü imamın Cehmi olursa ve bu kişi sultansa, onun arkasında namaz kıl ve namazını iade et.

Bu hüküm İmam Ahmed’den oğlu Abdullah tarafından nakledilmiştir. "Böyle diyenin (Kuran mahluktur) arkasında ne cuma namazı ne de başka bir namaz kılınmaz. Ancak cema'ate gitmek terk edilmez. Onlarla namaz kılındıysa iade edilir." (Abdullah ibni Ahmed, es-Sünne, 1/129 4-5; İbni Hani; Mesail’ul İmam Ahmed, 295; İmam Begavi, Şerh'us Sünne, 1/229)

Ebu Davud şöyle anlatıyor: Namazları Cehmi imamların kıldırdığı dönemde Ahmed ibni Hanbel’e cuma namazlarını sordum bana dedi ki: "Ben Cehmi’nin arkasında kıldığım namazları iade ediyorum sen de ne zaman 'Kur'an mahluktur' diyen birinin arkasında kılsan namazını iade et." (Ebu Davud, Mesail'u Ahmed, 48)

İbn Ebi Ya’la, İmam Ahmed’e bid'atçinin arkasında namaz kılmak hakkında sorulunca şöyle dediğini nakleder: "Cehmiyye’nin arkasında namaz kılınmaz. Rafizilere gelince, hadisleri inkar ederler. Onların arkasında da namaz kılınmaz." (Tabakat’ul Hanabile 1/168)

Diğer imamlardan da bu minvalde sözler nakledilmiştir:

İmam Şafii şöyle demiştir: "Rafizi'nin, Kaderiye mensubunun ve Mürcie'den olan kimselerin arkasında namaz kılma!" (Zehebi, Siyeru A'lam'un Nubela, 10/31)

İmam Malik’e, Kaderi bir imamın arkasında namaz kılmak soruldu. Soran kimseye dedi ki: “Sana sorulursa arkasında namaz kılma. Cuma da mı kılınmaz? diye sorunca: Cuma da kılınmaz. Şayet ondan korkar ve sakınman gerekirse onunla kıl ancak öğlen namazı olarak iade et dedi." (Müdevvenet’ul Kubra, 1/84)

Kadı Ebu Yusuf şöyle demiştir: "Cehmi’nin, Rafızi’nin ve Kaderi’nin arkasında namaz kılınmaz." (el-Lalekai, Şerhu Usuli İ’tikadi Ehl-i Sünneti ve’l Cema'at, 2/733)

Eğer imam sultan olsun olmasın, Sünnet Ehli’nden biriyse, arkasında namaz kıl ve namazını iade etme.

Ebu Bekir (radiyallahu anh) ve Ömer ibn'ul Hattab (radiyallahu anh)’ın Kabrinde Onları Selamlama

Ebu Bekir ve Ömer’in kabirlerinin -Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte- Aişe (radiyallahu anha)’nın odasında olduğuna iman (etmek gerekir). Onlar (Ebu Bekir ve Ömer ibn'ul Hattab) oraya (Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin yanına) defnedilmiştir. Kabre gelirsen, onlara –Rasulullah sallallahu aleyhi ve selleme selam verdikten sonra- selam vermen Vacibdir.

Müellifin burada Ebu Bekir (radiyallahu anh) ve Ömer ibn'ul Hattab (radiyallahu anh)’ın kabrine gidildiğinde onlara selam verilmesi gerektiğini bildiren ifadesi; Ebu Bekir (radiyallahu anh) ve Ömer ibn'ul Hattab (radiyallahu anh)’a has bir uygulama olduğu anlamına gelmemektedir. Mü’minlerin bulunduğu bir mezarlığa gidip, kabir ziyareti gerçekleştirildiğinde kabir ehline selam vermek Sünnet’tir. Kabir ehline verilecek selam da birbirinden farklılıklarla rivayet edilmiştir. Konumuzla ilgili olan kabir ehlinin selamlamaya dair hadislerden iki tanesinde şöyle tarif edilmektedir:

"Ey mü'minler ve Müslümanlar diyarının ahalisi, sizlere selam olsun. İnşallah, biz de sizlere katılacağız. Allah'tan bize ve size afiyet dilerim." (Müslim; İbni Mace);

"Ey kabirler ahalisi, size selam olsun! Allah bizi ve sizi mağfiret eylesin. Sizler, bizden önce gittiniz, biz de sizin ardınızdan (geleceğiz)." (Tirmizi)

Ebu Bekir (radiyallahu anh) ve Ömer ibni Hattab (radiyallahu anh)’ın kabrine gidildiğinde -Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e selam verdikten sonra- onlara selam verilmesinin Vacib oluşuna dair bu ifade müeelifin kendi tercihi ve ictihadına göredir. Cumhura göre ise Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in kabrini ziyaret etmek ve selam vermek Müstehab’dır.

Emri bi’l Ma’ruf Nehyi ani’l Münker (İyiliği Emredip Kötülükten Men Etmek)

Emri bi’l Ma’ruf Nehyi ani’l Münker (yapmak; iyiliği emredip kötülükten men etmek) –(muhatabının) kılıcından veya değneğinden korkman müstesna- Vacibdir.

Şeyh’ul İslam İbni Teymiyye derki: "İmkan ve şartların elverdiği nisbette ma’rufu emredip münkeri nehyetmeye çalışmak, Allah’a ibadet ve emirlerine itaattir." (İbni Teymiyye, Risalet’ul Ubudiyye, 9)

Ebu Bekir el-Cessas şöyle der: "Allah Teala, ma’rufu emr ve münkeri nehiy görevinin farziyetini Kur’an’ı Kerim’in bir çok ayetiyle te’kid etmiş ve Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’den rivayet edilen mütevatir hadisler bu görevi detaylarıyla açıklamıştır. Selefi Salihin ve her devirde yaşayan ulema, fakih ve müctehid imamlar da bu görevin farziyyeti üzerinde ittifak etmişlerdir." (Ahkam’ul Kur’an, 2/592)

İbni Hazm şöyle der: "İslam ümmetinin, topyekün fertleriyle birlikte bu görevin farziyeti üzerindeki ittifakı, münakaşasız bir gerçektir." (el-Faslu fi’l Milel ve’l Ehvai ve’n Nihal, 4/171)

İmam Nevevi şöyle der: “Ma’rufu emr ve münkeri nehiy çalışmasının farziyeti üzerinde Kitap, Sünnet ve İcma-ı ümmet mutabakat halindedir.” (Şerh-u Müslim, 1/51)

Şevkani şöyle der: “Ma’rufu emr, münkeri nehiy” farziyeyti Kitap ve Sünnet’le sabit bir gerçektir. Dinin, üzerinde kurulduğu ve gaye edindiği bir temeldir ve en kuvvetli direğidir. Bu temel esasla “Islami düzen” asıl anlamını kazanır ve zirveye ulaşır. (Feth’ul Kadir, 1/337)

Ma’rufu Emr, Münker’i Nehy etme prensibi Allah tarafından mü’minlere yüklenmiş bir vazife ve mü’minlerin özelliklerindendir. Allah (azze ve celle) şöyle buyurmaktadır:

"Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; maruf (iyi ve İslam'a uygun) olanı emreder, münker olandan sakındırır ve Allah'a iman edersiniz." (Al-i İmran 3/110);

"Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.." (Al-i İmran 3/104);

"Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar birbirlerinin velileri (dostları ve yardımcıları)dır. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve Allah'a ve Rasulü'ne itaat ederler. İşte Allah'ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz, Allah, Aziz (üstün ve güçlüdür), Hakim'dir (hüküm ve hikmet sahibidir)." (et-Tevbe 9/71);

"Tevbe edenler, ibadet edenler, (cihad ve ilim tahsili için İslam uğrunda) seyahat edenler, rukü edenler, secde edenler, (insanlara) iyiliği emredenler ve (onları) kötülükten vazgeçirmeye çalışanlar ve Allah’ın sınırlannı (ceza yasalarını) koruyanlar (yok mu!) İşte onlar da Cennet ehlidir. (Habibim!) Sen o mü’minlere (Cennet’i) müjdele." (et-Tevbe 9/112)

Hadislerde de epey yer tutan meselelerdendir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Sizden kim bir kötülük gördüğünde onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse diliyle düzeltsin. Buna da gücü yetmezse kalbinden buğz etsin ki, bu imanın en zayıfıdır." (Müslim, İbni Mace, Ahmed, Müsned ve daha başkaları rivayet etmiştir.)

"Ümmet-i Muhammed, emr-i ma’ruf ve nehy-i münker görevini, önceki din mensuplarına arız olan hastalıkları yaşamaya başladığı zaman terk edecektir." (İbni Mace)

"Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) minberde halka hitab ederken, adamın biri ayağa kalktı ve şöyle dedi: Ya Rasulullah! İnsanların en hayırlısı kimdir? Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu: İnsanların en hayırlısı, insanlara selam veren, Allah’tan en çok korkan, ma’rufu emredip münkerden nehyetmeye çalışan ve yakınlarını ziyaret eden kimsedir." (Ahmed, Müsned; Ebu’ş Şeyh, es-Sevab; Beyheki, Zühd’ül Kebir; et-Tergib ve’t Terhib);

"İslam Allah’a ibadette (din ve dünya işlerinde, hüküm vermede ve şartsız itatte) her ne şekilde olursa olsun ortak koşmaman, namazı dosdoğru kılman, zekatı vermen, ramazan orucunu tutman, Allah’ın evini haccetmen, ma’rufu emredip münkerden nehyetmen ve hakkı ehline teslim etmendir. Kim bunlardan birini ihmal etmez ve bu hususta kusur işlemezse o, İslam’dan alacağı nasibini almıştır. Kim de bu görevlerin hepsini terkederse o kimse arkasını İslam’a çevirmiştir." (Hakim, Müstedrek: 1/21; Münziri, et-Tergib ve’t Terhib 4/11; el-Bezzar);

"Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimize saygı duymayan, Allah’ın emrettiklerini emredip, yasakladıklarını ve arzu etmediklerini yasaklamayan yani ma’rufu emredip, münkeri nehyetmeyen bizden değildir." (Tirmizi; Ahmed, Müsned; İbni Hibban, Sahih; et-Tergib ve’t Terhib 4/12);

"Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki; ya ma’rufu emreder münkerden vaz geçirmeye çalışırsınız yahut Allah Teala’nın size azab göndermesi çok yakındır. Sonra Allah’a (bu azabtan ve cezadan kurtulmanız için) yalvarırsınız; lakin Allah duanızı kabul etmez." (Tirmizi; Nevevi, Riyaz’us Salihin, 191);

"Allah Teala, Cebrail’e bir şehri ahalisiyle birlikte altını üstüne çevirmesini emretti de Cebrail (aleyhi selam): Ya Rabbi! onların aralarında sana karşı göz açıp kapama miktarı da olsa isyan etmeyen falan kişi de var deyince, Allah Te'ala: Onu da onlarla birlikte yok et. Çünkü bir saat de olsa işlenen münker karşısında yüzü kızarmadı." (Beyheki, Şuab’ul İman)

Burada önemle üzerinde durulması gereken husus; Emri bi’l Ma’ruf Nehyi ani’l Münker yapan kişilerin ehli olmasıdır. Zira, bu görev ehli olmayan kimseler tarafından yapılırsa çoğu zaman Ma’ruf nehyedilir, Münker ise emredilir. Böylelikle çok daha büyük fitnelere yolaçar.

Bir diğer husus da, her ne kadar alimler arasında ihtilaf olduğu söylense de, Emri bi’l Ma’ruf Nehyi ani’l Münker görevinin -küfre rıza gibi durumlar dışında-, müslüman bireylerin üzerine vacib olan bir yükümlülük değil de, farz-ı kifaye olduğudur.

İbni Kesir, en-Nisa 4/29 numaralı ayetin tefsirinde alimlerden gücü yettiği halde Emri bi’l Ma’ruf Nehyi ani’l Münker yapmayı terkedenlerin büyük günah işlediklerine dair nakile yerverir:

"Kadı Ebu Sa’id şöyle devam eder: Kadı er-Ruyani tafsilatlı bilgi verir ve der ki: Büyük günahlar yedidir: Bir kimseyi haksız yere öldürmek, zina, livata (homoseksüellik), içki içmek, hırsızlık yapmak, bir malı zorla almak, zina iftirasında bulunmak. ‘eş-Şamü’ adlı eserinde de bu sayılan yediye; yalan şahidliği ilave eder. ‘el-İdde’ isimli kitabın müellifi bunlara ‘faiz yemek, ramazanda özürsüz olarak oruç yemek ... gücü yettiği halde iyiliği emredip kötülükten sakındırmamak ...’ diye ilaveler yapar." (İbni Kesir, Tefsir, 1/645)

Selam’ı Yaymak

Selam, Allah’ın bütün kullarına verilmelidir.

Selamlaşma ve selamı yaymak önemli Sünnetler’dendir. Allah (azze ve celle) şöyle buyurmaktadır:

"Size bir selam verildiği zaman, ondan daha iyisiyle selam verin veya aynıyla karşılık verin..." (en-Nisa 4/86);

"Ey inananlar! Evlerinizden başka evlere izin almadan, seslenip sahiplerine selam vermeden girmeyiniz. Eğer düşünürseniz bu, sizin için daha iyidir." (en-Nur 24/27)

Bu hususta da çok sayıda hadis rivayet olunmuştur, bunlardan birkaçına değinmekte fayda vardır:

"İman etmedikçe cennete giremezsiniz: birbirinizi sevmedikçe, olgun bir imana sahip olamazsınız. Size, yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selamı yayınız!" (Müslim);

"Şüphesiz ki, Allah katında insanların en iyisi, önce selam verendir." (Ebu Davud);

İmran İbni Husayn (radiyallahu anh) şöyle dedi: Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem)’e bir adam geldi ve: "es–Selamu aleykum, dedi. Peygamber onun selamına aynı şekilde karşılık verdikten sonra adam oturdu. Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem): On sevap kazandı buyurdu. Sonra bir başka adam geldi, o da: es–Selamu aleykum ve rahmetullah, dedi. Peygamberimiz ona da verdiği selamın aynıyla mukabelede bulundu. O kişi de yerine oturdu. Peygamber: Yirmi sevap kazandı buyurdu. Daha sonra bir başka adam geldi ve: es–Selamu aleykum ve rahmetullahi ve berekatuh, dedi. Peygamber o kişiye de selamının aynıyla karşılık verdi. O kişi de yerine oturdu. Efendimiz buyurdu: Otuz sevap kazandı." (Ebu Davud; Tirmizi);

"Binitli olan yürüyene, yürüyen oturana, sayıca az olan çok olana selam verir." (Buhari; Müslim; Ebu Davud; Tirmizi);

"İnsanların Allah katında en makbul olanları, selama ilk başlayanlardır." (Ebu Davud);

"Sizden biriniz bir meclise vardığında selam versin. Oturduğu meclisten kalkmak istediği zaman da selam versin. Önce verdiği selam, sonraki selamından daha üstün değildir." (Ebu Davud; Tirmizi);

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Enes (radiyallahu anh)'a şöyle buyurmuştur: "Oğlum! Ailenin yanına girdiğinde selam ver ki, sana ve ev halkına bereket olsun." (Tirmizi);

Enes (radiyallahu anh), çocuklara rastladığı zaman onlara selam verir ve: "Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) böyle yapardı." derdi. (Buhari; Müslim; Ebu Davud; Tirmizi; İbni Mace);

Tufeyl İbni Übey İbni Ka’b, söylediğine göre Abdullah İbni Ömer (radiyallahu anhuma ecmain)'e gelir ve onunla birlikte çarşıya çıkarlardı. Tufeyl sözüne şöyle devam etti: Biz çarşıya çıktığımızda, Abdullah, eski eşya satan, değerli mal satan, yoksul veya herhangi bir kimseye uğrasa mutlaka selam verirdi. Bir gün yine Abdullah İbni Ömer’in yanına gelmiştim. Çarşıya gitmek için kendisine arkadaş olmamı istedi. Ona: "Çarşıda ne yapacaksın? Alış verişe vakıf değilsin, malların fiyatlarını sormuyorsun, bir şey satın almak istemiyorsun, çarşıdaki sohbet yerlerinde de oturmuyorsun? Şurada otur da, birlikte konuşalım, dedim. Bunun üzerine Abdullah: Ey Ebu Batn (karın)! –Tufeyl, iri göbekli bir kişi olduğu için böyle hitap etmiştir– biz, sadece selam vermek üzere çarşıya çıkıyoruz; karşılaştığımız kimselere de selam veriyoruz, cevabını verdi." (Malik, Muvatta)

Mescid’de Cema'at (Farz) Namazını Terkeden Bid'atçidir

(Geçerli) özrü (mazereti) olmaksızın, mescidde cuma ve cema'at namazlarını terkeden kimse Mübtedidir (Bid'atçidir). Mazeret; kişinin mescide gitmeye takati olmayacak kadar hasta olması veya zalim sultandan korkması gibi şeylerdir. Bundan başka şeylerde kişinin mazereti yoktur.

Cema'at ile namaz kılmanın gerekliliğine dair görüşe kaynaklık eden deliller arasında;

"Namazı dosdoğru kılın, zekatı verin, rüku edenlerle birlikte siz de rüku edin!" (el-Bakara 2/43) ayetinde Allah’ın mü’minlere namazı kılıp rüku edenlerle birlikte rüku etmeyi emretmesi, cema'at ile namaz kılmayı terkeden kişilerin şiddetle eleştirilmesi Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in "Cema'at namaza gelmeyen adamlara gidip onlar içindeyken evlerini yakayım." (Buhari; Müslim; Ebu Davud; Tirmizi; Nesai) buyurması, münafıkların cema'at ile namaz kılmaya devam etmediklerini bildirmesi (Müslim; Ebu Davud; Nesai; Malik, Muvatta) cema'at ile namazı terkeden kişiler için mazeret sayılabilecek hususların tespit edilmiş olması ve cema'at ile kılınan namazların münferid kılınan namazlardan "yirmiyedi derece daha faziletli" (Buhari; Müslim; Nesai; İbni Mace) olması gibi cema'at ile kılınan namazların faziletine yönelik çok sayıda hadis bulunmaktadır.

İmam Kurtubi bu hususta alimlerin görüşlerini aktarmıştır: "Cema'ate katılarak namaz kılma hususunda ilim adamlarının iki ayrı görüşü vardır. Çoğunluğun (cumhurun) kabul ettiği görüş, bunun müekked bir sünnet olduğu ve özürsüz olarak cema'atten uzak kalmayı alışkanlık haline getiren kimsenin cezalandırılması gerektiğidir. Bazı ilim adamları da cema'at ile namaz kılmanın farz-ı kifaye olduğunu kabul etmiştir. (...) Davud (ez-Zahiri) der ki: Cema'at ile namaz kılmak her bir kimse için tıpkı cuma namazında olduğu gibi bir farzdır. (...) Aynı zamanda bu, Ata ibni Ebi Rebah'ın, Ahmed ibni Hanbel'in ve Ebu Sevr ile başkalarının da görüşüdür. İmam Şafii der ki: Cema'ate katılma gücüne sahip olan kimsenin özrü olmadıkça cema'ate gitmeyi terketmesinde bir ruhsat görmüyorum. Şafii'nin bu görüşünü İbn'ul Münzir nakletmektedir."

Bu konudaki iki görüşten biri cema'at ile namaz kılmanın vucubiyet ifade ettiğini söylerken diğer görüş sahipleri ise sahih hadisde de geçtiği gibi, cema'at ile namaz kılmak "hüda sünnetlerinden bir sünnettir." (Müslim; Ebu Davud; Nesai) Onu terketmek ise bir sapıklıktır görüşünü tercih etmişlerdir. Kurtubi şunu da ekler: "İşte bundan dolayı Kadı Ebu'l Fadl İyad şöyle demiştir: Sünnetlerin zahir olanlarının terkedilmesi üzerinde ittifak olunursa, bunların ifa edilmesi için terkedenlerle savaşılıp savaşılmayacağı hususunda farklı görüşler vardır. Doğrusu böyleleriyle savaşılacağıdır. Çünkü bunların terki üzerinde anlaşmak, Sünnetleri öldürmek demektir."

Alimlerin görüşleri ve delillerin değerlendirilmesi için muteber fıkhi kaynak eserlere ve Kurtubi Tefsiri’den el-Bakara 2/43 numaralı ayetin tefsirine müracaat ediniz.

İmam Kendisine Tabi Olunmak İçin Seçilir

Bir imamın arkasında namaz kılıp imama uymayanın namazı yoktur.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir rahatsızlığı sırasında ashabına şöyle buyurmuştur: "İmam, kendisine uyulmak için vardır. Öyle ise ayakta namaz kıldırıyorsa siz de ayakta kılın, şayet oturarak kıldırıyorsa siz de oturarak kılın, imam rükuya varmadan rükuya gitmeyin, o başını kaldırmadan siz de kaldırmayın." (Buhari; Müslim; Ebu Davud; Tirmizi; Nesai)

Emri bi’l Ma’ruf Nehyi ani’l Münker Kılıçla Yapılmamalıdır

Emri bi’l Ma’ruf Nehyi ani’l Münker (iyiliği emredip kötülükten men etmek); elle, lisan ile (dille) ve kalple yapılmalıdır, kılıçla değil.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Sizden her kim bir münkeri (kötülük) görürse onu eliyle düzeltsin. Eğer ona muktedir olamazsa diliyle, diliyle de yapamazsa kalbiyle (buğz etsin); bu da imanın en zayıf derecesidir." (Müslim; Ebu Davud; Tirmizi; İbni Mace; Ahmed, Müsned)

Münker, içerisinde Allah’ın rızasının olmadığı söz ve iştir. Allah’ın rızasına uygun söz, iş ve durum manasına gelen ma’rufun zıddıdır. Münkeri dille, elle veya kalble inkar meşrudur ve istisnasız herkes için vacibdir, bir yükümlülüktür. Lakin, toplumda fikri ve fiili anarşi ve kargaşaya sebebiyet verecek olan münkere karşı kılıçla müdahalede bulunmak bu sebepden kınanmıştır. Bu hususta şöyle bir prensip yerleşmiştir: "Emri bi'l ma'rufu; ümera (yöneticiler) el ile, ulema dil ile, avamı nas ise kalb ile yapar."

Münkeri dille, elle veya kalble inkarı bildiren hadisin (Müslim; Ebu Davud; Tirmizi; İbni Mace; Ahmed, Müsned) şerhinde Hafız İbni Receb el-Hanbeli: "Elle değiştirmek savaşmak demek değildir." demektedir. (Cami’ul Ulum ve’l Hikem, 304)

Bunun benzeri Salih kanalıyla İmam Ahmed ibni Hanbel’den de nakledilmiştir: "Elle değiştirmek kılıçla değiştirmek veya silah kullanarak değiştirmek demek değildir. (Münkeri) kılıçla değiştirmek halk için değil aksine sultan içindir." (İbni Müflih, el-Adab’uş Şeriyye, 1/163)

Durumu Kapalı Müslüman

Durumu kapalı Müslüman, şüphe açığa vurmayandır.

İbrahim en-Nehai şöyle demiştir: "Şöyle derlerdi: Müslümanlar arasında adil olan kişi, aşikarda hiçbir şüphesi görünmeyen kişidir." (Beyheki, Sünen, 10/124; Ebu Nu’aym, Hilyet’ul Evliya, 9/224)

İlm’ul Batın (Gizli İlim) Kitab ve Sünnet’te Yoktur, Bid'atdir

Kulların, İlm’ul Batın’dan olduğunu iddia ettiği; Kitab ve Sünnet’te bulunmayan herşey Bid'at ve Dalalettir. (Onunla) amel edilmemeli ne de ona davet edilmemelidir.

İlm’ul Batın; Batıni ve sufilerin aşırılarının davet ettiği sapkın inançtır. Herşeyin bir batını bir de zahiri olduğunu iddia etmekte ve sahip olduklarını iddia ettikleri İlm’ul Batın ile olayları açıkladıklarını ileri sürmektedirler. Allah’ın Kitabı’nı ve Şeri’atini hevalarına göre çarpıtmakta, diledikleri manaları yüklemekteler. Kitab ve Sünnet dışında "Gizli İlim" aldıklarını da iddia etmekteler. Bunun gibi apaçık küfür söz, inanç ve amellerde bulunmaktadırlar.

Nikah; Veli, Şahit ve Sadaka (Mehir) iledir

Kendisini bir adama hediye eden kadın, o kişiye Helal olmaz. Eğer kadından (bir şeyde) istifade ederse her ikisi de cezalandırılır. (Mahrem olmayan kadın) yalnız bir veli, iki adil şahit ve Sadaka (Mehir) ile (Helal olur).

Ashab Hakkında Hayırdan Başka Birşey Konuşmamak

Rasulullah1 sallallahu aleyhi ve sellemin Ashab’ından birini ta’n eden (eleştiren) bir adam görürsen bil ki o şer görüş ve heva sahibidir. Çünkü Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır:

"Ashabım anıldığında sakının!" Taberani (el-Mu'cem'ul Kebir, 2/96 1427; 10/198 10448) tarafından rivayet edilmiştir.

Bu mevzuda nakledilen diğer bir hadiste Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: "Ashabımı kötüleyene Allah, melekler ve insanların tümü lanet etsin." (Taberani; Beyheki; Hakim);

İmam Ahmed şöyle demiştir: "Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Ashab’ına sebbedenin İslam’ından şüphe et!" (Lalekai, es-Sünne, 2359)

Nebi sallallahu aleyhi ve sellem ölümünden sonra onların ne gibi hatalar yapacaklarını bilirdi, buna bakmayarak onlar hakkında hayırdan başka birşey söylememiştir. Şöyle buyurmuştur:

"Ashabımı bana bırakın onlar aleyhinde hayırdan başka söz söylemeyiniz."

Müellif burada iki hadisi cem ederek nakletmiştir.

Hadiste geçen "Ashabımı bana bırakın!" ifadesi Bezzar (Keşf’ul Astar, 3/290) tarafından hasen senedle nakledilmiştir.

"Onlar aleyhinde hayırdan başka söz söylemeyiniz." ifadesi ise, Heyseme ibni Süleyman (Fedail’us Sahabe) tarafından zayıf senedle rivayet edilmiştir. İbni Hacer, hadisi (Cüzün fihi Turuk Hadis La Tasubbu Ashabi, 70-71) alıntılamıştır.

Onların hatalarından yada savaşlarından ve hakkında bilgin olmayan konularda tatışma. Bu konuda konuşan hiç kimseyi dinleme, dinlersen muhakkak ki o senin kalbini selamette bırakmaz.

Ashab’a saldıran kimseler, İslam’ı yıkmaya uğraşan sapkın ve zındıklardan başkaları değildir. Allah Dini’ni, Muhacir ve Ensar’dan Ashab ile güçlendirmiş ve bizlere kadar Din’in ulaşmasına onları vesile kılmıştır.

Ashab’a söven, onları tekfir eden, onlara hakaret eden kişilerden beri olmamızı gerektiren sebeplerden biri de hiç kuşkusuz Allah (tebareke ve teala)’nın çok sayıda ayette onları övmesi, onlardan razı olduğunu bildirmesidir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Ashab’ının üstünlüklerini bildiren bazı ayetler ve mealleri şöyledir:

"Muhacirlerin (Mekke’den hicret eden Ashab’ın) ve Ensar’ın (Medine’de muhacir Ashab’a yardım edenlerin) önce gelenlerinden ve bunların yolunda gidenlerden Allah razıdır ve bunlar da, Allah’tan razıdır." (et-Tevbe 9/100);

"Andolsun, Allah, sana (Hudeybiye’de) o ağacın altında biat ederlerken mü'minlerden (Ashab’dan) razı olmuştur, kalplerinde olanı bilmiş ve böylece üzerlerine 'güven duygusu ve huzur' indirmiştir ve onlara yakın bir fethi sevap (karşılık) olarak vermiştir." (Fetih 48/18);

"(Muhammed), Allah’ın Peygamberidir, Onunla birlikte bulunanların (Ashab’ın) hepsi, kafirlere karşı çetin ve birbirlerine karşı merhametlidir. Onları rükuya varırken, secde ederken görürsün. Allah’tan lütuf ve rıza isterler. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat’taki vasıflarıdır. İncil’deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kafirleri öfkelendirir. Allah, inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükafat vaad etmiştir." (Fetih 48/29);

"(Bundan başka bu mallar,) Hicret eden fakirleredir ki, onlar, Allah'tan bir fazl (lütuf ve ihsan) arayıp, Allah'a ve O'nun Rasulü'ne yardım ederlerken yurtlarından ve mallarından sürülüp çıkarılmışlardır. İşte bunlar, sadık olanlar bunlardır. Kendilerinden önce o yurdu (Medine'yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin 'cimri ve bencil tutkularından' korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır. Bir de onlardan sonra gelenler, derler ki: Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman edenlere karşı bir kin bırakma. Rabbimiz, gerçekten Sen, Rauf (çok şefkatli)'sin, Rahim (çok esirgeyici)'sin." (el-Haşr 59/8-10)

"Müminlerden, oturanlarla malları ve canları ile Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, malları ve canları ile cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır. Bununla beraber Allah hepsine de en güzel olanı (Cennet’i) vaad etmiştir; ama cihad edenleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır." (en-Nisa 4/95);

"Allah (Ashab’ın) hepsine de en güzel olanı (Cennet’i) vaad etmiştir." (el-Hadid 57/10);

"Allah’a ve ahiret gününe inanan bir toplumun (Ashab’ın) babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa, Allah’a ve Rasulüne düşman olanlarla dostluk etmez. İşte onların (Ashab’ın) kalbine Allah, iman yazıp katından bir ruh ile onları destekledi. Onları içlerinden ırmaklar akan Cennetlere sokacak, orada ebedi kalacaklardır. Allah onlardan razı oldu, onlar da Allah’tan razıdır." (el-Mücadele 58/22);

"(Rasulullah’ın Ashabı olan) sizler, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a inanırsınız." (Al-i İmran 3/110);

"Rasulüm sana Allah yetişir ve seni müminlerle (Ashab’ınla) destekler." (el-Enfal 8/62)

Hadisi Eleştiren ve İnkar Eden Heva ve Bidat Ehlindendir

Bir kimsenin Asarı (rivayetleri) ta’n ettiğini, yada Asarı reddettiğini veya Asardan başkasını istediğini işitsen, onun İslam’ından şüphe et ve onun heva sahibi bid'atçi olduğundan şüphe etme!

Zalim Sultana İyi Muamelede Bulunmak ve Arkasında Namaz Kılmak

Bil ki; bir sultanın zalimliği, Allah’ın; Nebi sallallahu aleyhi ve sellemin diliyle farz kıldığı farzlardan birini eksiltmez (veya değiştirmez). Onun zalimliği kendisinedir. Onunla birlikte yerine getirdiğin ibadetlerin ve iyiliklerin (iyi amellerin) tamamdır (kabul olunur) inşallah!5 Cema'at namazı ve cuma namazını onlarla kılmak gibi ve onlarla birlikte cihad etmek gibi bütün taat gerektiren işlerde onlara ortaklık et (uy); onda kendi niyetin(e göre mükafatlandırma) vardır.

Şeyh’ul İslam İbni Teymiyye der ki: "Sultanlarla, günah işledikleri gerekçesiyle savaşılmaz. Kişi işledikleri –zina gibi- bazı günahlar sebebiyle öldürülüyor olsa da, sultanla; bir kişinin öldürülmesine sebep olacak bir günah işlemesi sebebiyle savaşılması Caiz değildir çünkü bu savaşla ortaya çıkacak fitne sultanın işlediği büyük günahtan meydana gelecek bozulmadan daha büyüktür." (Mecmu'ul Feteva, 22/61)

İbni Ebi’l İzz, Ehli Sünnet’in fitne çıkma tehlikesi bulunduğu takdirde büyük günah işleyen ve küçük günahta ısrar eden hükümdarın degistirilmeyeceği görüşünde olduğunu belirtir. Sadece Mu’tezile, Harici ve Rafiziler’de büyük günah işleyen hükümdara karşı başkaldırmak Caizdir. (İbni Ebi’l İzz, el-İttiba, 66-67’den naklen İbni Ebi’l İzz’in İttiba Adlı Risalesi Bağlamında Ebu Hanife ve Hanefi Mezhebi Örneğinde Taklide Dair Görüşleri)

Sultan İçin Dua Etmek

Sultanın aleyhinde dua eden bir adam görürsen bil ki o heva sahibidir. Sultanın salahı (ıslahı) için dua eden bir adam görürsen bil ki, o sünnet sahibidir inşallah.

Fudeyl dedi ki:"Eğer kabul olunacak bir duam olsaydı onu sultandan başkası için etmezdim."  diğer nüshada ismin tamamı, "ibni İyad" ziyadesi ile "Fudeyl ibni İyad" denilerek metinde zikredilmiştir.

Fudeyl ibni İyad ibni Mes’ud, Şeyh’ul İslam Ebu Ali et-Temimi, el-Yerbi, el-Mervezi, el-Horasani. Büyük zahid ve alimlerdendir. Semerkand’da doğmuş sonraları yol kesen eşkiyalardan olmuştur. Kur’an kıraatından etkilendikten sonra tevbe etmiş ve zahidane bir hayat yaşamıştır. İlim elde etmek için Kufe’ye gitmiş oradan da Mekke’ye gitmiştir. Talebeleri arasında Abdullah ibni Mübarek, Yahya el-Kattan, Abd'ur Rahman ibni Mehdi, Abd'ur Rezzak, eş-Şafii ve Kuteybe ibni Sa’id gibi seçkin şahsiyetler bulunmaktadır. Zehebi "İmam, örnek insan, muteber ve Şeyh’ul İslam" olarak onu vasfetmiş Abdullah ibni Mübarek de şeyh hakkında şöyle demiştir: "Fudeyl ibni İyad’dan daha hayırlı bir kimse şu yeryüzünde yoktur." Halife Harun er-Reşid onun hakkında şunları söylemiştir: "İmam Malik’ten daha büyük bir alim görmedim, Fudeyl’den daha takvalısını da görmedim." Hicri 187 yılında vefat etmiştir. (Zehebi, Siyer, 8/421-441; Zehebi, Tezkiret’ul Huffaz, 1/245-246)

Ahmed ibni Kamil dedi ki: Hüseyin ibni Muhammed et-Taberi dedi ki: Merdeveyh es-Saiğ dedi ki: Fudeyl’i şöyle derken işittim:"Mustecab (kabul olunacak) duam olsaydı onu yalnız sultan için ederdim."

Ona denildi ki: Ey Ebu Ali, bunu bize açıkla! Dedi ki:"Eğer kendim için dua etsem, (faydası) benden başkasına ulaşmayacak. Eğer sultanın ıslahı için dua etsem, düzelir ve onun düzelmesi ile insanlar ve ülkeler düzelir." Ebu Nu’aym (Hilyet’ul Evliya, 8/91), Hallal, (es-Sünne, 9), İbni Asakir (Tarih Dimeşk, 48/447) tarafından sahih senedle rivayet olunmuştur.

Bizler, sultanların salahı (ıslah olmalar)ı için dua etmekle emrolunduk. Zulmetseler ve haksızlık etseler de onların aleyhinde dua etmekle emrolunmadık. Zulümleri ve haksızlıkları kendi nefislerinedir; ıslah olmaları ise hem kendi nefislerine hem de müslümanlara(faydalı)dır.

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Eşleri ve Mü’minlerin Anneleri

Ummuhat’ul Mü’minin'den (mü’minlerin annelerinden) hiçbiri hakkında hayırdan başka bir söz söyleme.

Rasulullah (salllahu aleyhi ve sellem)’in eşlerinin Mü’minlerin Anneleri olarak tanımlanması Allah (tebareke ve teala)’nın Kur’an’da bu yönde vahyetmesi ile olmuştur:

"Nebi (Peygamber), mü'minler için kendi nefislerinden daha evladır ve onun zevceleri de onların anneleridir." (el-Ahzab 33/6)

Namazları Cema'at ile Kılmak

Sultanla veya başkasıyla birlikte farz namazlarını cema'at ile kılmaya devam eden birini gördüğünde bil ki; o Sünnet sahibidir inşallah. Sultanla (veya başkasıyla) birlikte farz namazlarını cema'at ile kılmayı aksatan birini gördüğünde bil ki; o heva sahibidir.

Helal ve Haram Bellidir, Kalpte Rahatsızlağa Neden Olan Şüphedir

Helal, Helal olduğuna şahitlik edip yemin ettiğin şeydir. Haram da bunun gibidir. Kalbinde rahatsızlığa sebep olan şey ise şüphedir.

Nu'man ibni Beşir (radiyallahu anh) Rasulullah (sallallahu aleyhi vesellem)’i şöyle buyururken dinledim dedi: "Helal olan şeyler bellidir, Haram olan şeyler de bellidir. Bu ikisinin arasında halkın bir çoğunun Helal mi Haram mı olduğunu bilmediği şüpheli konular vardır. Şüpheli işlerden sakınanlar dinlerini ve ırzlarını korumuş olurlar. Şüpheli şeylerden sakınmayanlar ise zamanla Harama dalıp giderler. Aynen sürüsünü başkasına ait bir arazinin etrafında otlatan çoban gibi ki, onların o araziye girme tehlikesi vardır. Dikkat edin! Her hükümdarın girilmesi yasaklanmış bir arazisi vardır. Unutmayın Allah’ın yasak arazisi de Haram kıldığı şeylerdir. Şunu iyi bilin ki, insan vücudunda bir et parçası vardır. Eğer bu et parçası iyi olursa bütün vücut iyi olur. Eğer o bozulursa bütün vücut bozulur. İşte bu et parçası kalptir." (Buhari; Müslim)

Durumu Kapalı Kişi ile Rezil Kişi Arasındaki Fark

Durumu kapalı olan, durumunun kapalılığı aşikar olandır, rezil ise günahları aşikar olandır.

İmam el-Berbehari'nin burada ele aldığı, "Mestur (durumu kapalı olan kişi)", insanlar için fasık olarak tanınmayan ve açıktan günah işlemeyen kişidir. Bunun zıddı olan "Mahtuk (rezil)" ise, günahları açıktan işleyen kişidir.

Hadis ve Sünnet Ehli’ni Eleştiren Bid'atçidir; Bid'atçilerin Alametleri

Bir adamın "filan Müşebbihe’dir" veya "filan Teşbih ile konuşmaktadır" dediğini işittirsen, bunu söyleyenden şüphe et ve bil ki o bir Cehmi’dir.

Bir adamın "filan Nasibi’dir" dediğini işittiğinde bil ki bunu söyleyen Rafızi’dir.

Metinde, "Bir adamın "filan Müşebbihe’dir" veya "filan Teşbih ile konuşmaktadır" dediğini işittirsen, bunu söyleyenden şüphe et ve bil ki o bir Cehmi’dir. Bir adamın "filan Nasibi’dir" dediğini işittiğinde bil ki bunu söyleyen Rafızi’dir." şeklinde yeralmakta olan bu bölüm, diğer nüshada da bulunmakla beraber takdim ve tehir sözkonusudur: "Bir adamın "filan Nasibi’dir" dediğini işittiğinde bil ki bunu söyleyen Rafızi’dir. Bir adamın "filan Müşebbihe’dir" veya "filan Teşbih ile konuşmaktadır" dediğini işittirsen, bunu söyleyenden şüphe et ve bil ki o bir Cehmi’dir."

Bir adamın "bana Tevhid’i anlat" ve "Tevhid’i açıkla" dediğini işittiğinde bil ki bunu söyleyen Harici ve Mu’tezili’dir.

Müellif burada "Tevhid" demek suretiyle Mu’tezile’nin uydurduğu "Tevhid" inancına ve onların insanları uydurdukları "Tevhid" inancı ile sınamalarına atıf yapmaktadır. Mu’tezile’nin beş esasından biri olan "Tevhid", Allah’ın sıfatlarının inkarına götüren sapkın bir yol ve hakiki ”Tevhid”e muhalif bir inançtır.

Veya "filan Mucbir (Cebri)’dir" yada "İcbar konuşmaktadır" veya "adalet hakkında konuşmaktadır" bil ki bunu söyleyen Kaderi’dir çünkü bu isimler bidat ehli tarafından uydurulmuş isimlerdir.

İmam Ahmed ibni Sinan el-Kattan şöyle der: “Dünyada ne kadar bid’atçi varsa, mutlaka Hadis Ehli'ne buğzeder. Çünkü adam bid’at ortaya koydu mu kalbinden hadisin lezzeti sökülüp, alınır.” (Nevevi, et-Tezkire)

Muhammed ibni Sirin şöyle demektedir: “Bir bid’at ortaya koyup da Sünnet'e başvuran kimse yoktur.” (Müslim, Sahih-i Müslim Mukaddime)

Ehli Sünnet her iki açıdan aşırılığa kaçan Heva ve Bid'at Ehli’nin aksine orta yolu tutmuştur. Bundan dolayıdır ki, bütün bid'atçi ve sapıkların eleştirisine maruz kalmıştır. Hariciler ve Mu’tezile, Ehli Sünnet’i Mürci olmakla, Mürcie ise Harici olmakla itham etmiştir. Bunun gibi, Nasibiler Rafızilik ile, Rafıziler ise Nasıbi olmak ve Ehli Beyt düşmanlığı ile itham etmiştir. Kaderiye mensubları Ehli Sünnet’i Cebriyelik ile, Cebriye mensubları ise Kaderi olmakla itham etmişlerdir. Cehmiyye ise Müşebbihe olmakla, Teşbih Ehli olmakla itham etmiştir.

"Ebu Muhammed (İbni Ebi Hatim) şöyle dedi: Ben babamı (Ebu Hatim Muhammed İbni İdris er-Razi) şöyle derken işittim: Bid’atçilerin alameti, Ehl’ul Eser'e (Ehl’ul Hadis’e) iftira atmalarıdır. Zenadika’nın (Zındıkların) alameti: Ehli Sünnet’i, rivayetleri geçersiz saymak istediklerinden dolayı “Haşviyye (değeri bulunmayan kimse)“ olarak adlandırmalarıdır. Cehmiyye’nin alameti: Ehli Sünnet’i “Müşebbihe (Allah’ı mahlukata benzeten)“ olarak adlandırmalarıdır. Kaderiyye’nin alameti: Ehl-i Eser’i “Mücebbire (Cebriyye)“ olarak adlandırmalarıdır. Mürci’e’nin alameti: Ehl-i Sünnet’i “Muhalife (muhalefet edenler)“ ve “Noksaniye (noksancılar yani imanda eksilmeyi kabul edenler)“ olarak adlandırmalarıdır. Rafıziler’in alameti: Ehli Sünnet’i “Nasibi (Ehli Beyt’e dil uzatanlar)“ olarak adlandırmalarıdır. Ehli Sünnet için bir tek isim “(Ehli Sünnet ve2l Cema'at)“ vardır ve Ehli Sünnet’in bu sayılan isimlerle bir ilişkisinin olması imkansızdır." (İmam Ebu Hatim el-Hanzali er-Razi, Asl’us Sünneti ve İ’tikad’ud Din; Ebu’l Kasım Hibetullah el-Lalekai, Şerhu Usul’i İ’tikadi Ehl’is Sünneti ve’l Cema'at, 1/198-204  321-323)

Abdullah ibni Mübarek8 der ki: "Kufe Ehli’nden "Rafızilik" ile alakalı alakalı hiç birşey (Asar-Hadis) alma! Şam Ehli’nden kılıçla alakalı hiç birşey alma! Basra Ehli’nden "Kader" ile alakalı hiç birşey alma! Horasan Ehli’nden ise "İrca" ile alakalı hiç birşey alma! Mekke Ehli’nden ise "Sarf" hakkında hiç birşey alma! Medine Ehli’nden ise "Nağme" hakkında hiç birşey alma! Bu işlerde onlardan hiç birşey alma."

Zühd ve Takva Ehli’nden olan Abdullah ibni Mübarek ibni Vadih el-Hanzali et-Temimi Ebu Abd’ir Rahman el-Mervezi, Ehli Sünnet ve’l Cema'atin büyük imamlarındandır. Hadis, fıkıh ve zühdü kendisinde toplanmıştı. Zamanının imamı idi. H118 yılında doğmuş ve H181 yılında vefat etmiştir. Buhari’de ikiyüzotuzsekiz, Müslim’de kırkaltı hadisi vardır. Şu’be, Evzai, İbni Cureyc, İmam Malik, Leys ve daha birçok şeyhi vardır. Talebeleri ve kendisinden hadis rivayet edenler arasında Süfyan es-Sevri, Ma’mer, Süfyan ibni Uyeyne, Fudeyl ibni İyad, Yahya ibni Ma’in, İbni Şeybe bulunmaktadır.

İmam Abdullah el-Mübarek şöyle demiştir: “Allahım! Bid’at sahibi bir kimsenin bana iyilik yapmasına ve bunun sonucunda kalbimin ona sevgi beslemesine imkan verme!..” (el-Lalekai, Şerhu Usuli İ’tikadi Ehl’is Sünneti ve’l Cema'at; İbni Batta, el-İbane)

Emir'ul Mü'minin Abdullah ibni Mübarek hakkında geniş bilgi için aşağıdaki eserlere müracaat edilebilir:

Zehebi, Siyer A’lem'un Nubela, 8/378-421; Lisan el-Mizan’ın üçüncü cildi; Zehebi, Tezkiret’ul Huffaz, 1/274-279; Zehebi, el-İber fi Ahbar men Ğabar; Tabakat’ul Huffaz, 117-118; Tehzib'ul Tehzib, 5/386; İbni Hacer, Takrib'ul Tehzib, 320; İbni Kesir, el-Bidaye ve’n Nihaye, cilt 10, Hicretin Yüzseksenbirinci Senesinde Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler; Kadı İyad, Tertib'ul Medarik; Nevevi, Tezhib'ul Esma Lugat; Hatib el-Bağdadi, Tarih'ul Bağdad, 10/154; İbn'ul Cevzi, Sıfat’us Safve, 695; İbni Kuteybe, el-Maarif, 223; Buhari, et-Tarih'ul Kebir, 5/212; İbn'ul İmad, Şezerat'uz Zeheb, 1/295-297; İbn’ul Halikan, Vefayat'ul Ayan; Bağdadi, el-Kifaye, 76; İbn’ul Sem’ani, Adab'ul İmla ve’l İstimla; Ebu Nu’aym, Hiyet’ul Evliya

Abdullah ibni Mübarek’in bu şekilde şehirleri, ehlini ve onlardan alınmayacak hususları listelemesinin sebebi, bu fitnelerin mevzubahis şehirlerde ortaya çıkması ve/veya yagın olması sebebiyledir. Rafızilik fitnesi Kufe’de, Kader fitnesi Basra’da, İrca fitnesi Horasan’da yaygınlaşmıştı. Mekke’ye dünyanın her yanından tacirler geldiği için Mekke Ehli para işlerinde gevşeklik göstermekteydiler. Medine Ehli ise rivayetlere göre nağmeye izin vermekteydiler.

"(İmam Ahmed’in oğlu) Abdullah diyor ki: Bir defasında babam şöyle dedi: Ben, Yahya el-Kattan'ın şöyle dediğini duydum: Bir kimse, bütün mezheplerin ruhsatını kendisinde toplamaya, kalkışıp: Kufelilerin nebiz içilmesi hakkındaki ruhsatını, Medinelilerin şarkı ve çalgı hakkındaki ruhsatını, Mekkelilerin Mut'a Nikahı ile ilgili müsadesini alıp bunlarla amel etmeye kalksa, elbette ki fasık olur." (İbni Kayyım, İğasat’ul Lehafan, 1/229)

Ebu Hureyre (radiyallahu anh)’a, Enes ibni Malik (radiyallahu anh)’a ve Useyd ibni Hudeyr (radiyallahu anh)’a Sevgi Beslemek

Bir adamın Ebu Hureyre (radiyallahu anh)’ı, Enes bin Malik (radiyallahu anh)’ı ve Useyd bin Hudeyr (radiyallahu anh)’ı sevdiğini görürsen bil ki bu adam Sünnet sahibidir inşallah.

Selef İmamları'na Sevgi Beslemek

Bir adamın; Eyyub, İbni Avn, Yunus ibni Ubeyd, Abdullah ibni İdris el-Evdi, eş-Şabi, Malik ibni Miğvel, Yezid ibni Zürey, Mu'az ibni Mu'az, Vehb ibni Cerir, Hammad ibni Seleme, Hammad ibni Zeyd, Malik ibni Enes, Evzai ve Zaide ibni Kudame’yi sevdiğini görürsen bil ki o Sünnet sahibidir.

Eğer bir adamın Haccac ibn'ul Minhal, Ahmed ibni Hanbel, Ahmed ibni Nasr’ı sevdiğini görürsen bil ki, Sünnet sahibidir inşallah; eğer o, onları hayırla yad ediyor ve onların dediklerini söylüyorsa.

Eyyub ibni Ebi Temime es-Sahtiyani H66 yahut H68 yılında doğmuş takva ehli muteber bir alimdir. Nafi’den nakletmiştir. Kütübi Sitte’de yer alan bütün kitaplarda hadisleri vardır. Buhari’de ikiyüzotuzüç Müslim’de ikiyüziki adet hadisi yer almıştır. Nafi, Ata, İkrime, Amr ibni Dinar gibi şeyhleri vardır. Kendisinden nakleden talebeleri arasında A’meş, Katade, şeyhi Hammad ibni Seleme, Hammad ibni Zeyd, Süfyan es-Sevri, Süfyan ibni Uyeyne, Şu’be, İmam Malik, İbni İshak ve İbni Aliye gibi meşhur şahsiyetler ve güzide imamlar vardır. İmam Malik onun hakkında şöyle demiştir: "Kimden hadis rivayet ederseniz edin Eyyub ondan daha sikadır (güvenilirdir)." Şu’be der ki: "O fakihlerin lideriydi." İbni Uyeyne der ki: "Onun gibisini görmedim." H131 yılında vefat etmiştir. (Ebu Nu’aym, Hilyet’ul Evliya, 3/3; Zehebi, Siyer el-A’lem'un Nubela, 2/38; 6/15-26; Zehebi, Tezkiret’ul Huffaz, 1/364; İbni Hacer, Tehzib’ut Tehzib, 1/397; İbni Hacer, Takrib'ul Tehzib, 117; İbni İmad, Şezerat’uz Zeheb, 1/181)

Ebu Osman es-Sabuni (Akidet’us Selef ve Ashab’il Hadis) de bu sözün bir benzerini söylemiş ve Eyyub es-Sahtiyani’nin imtihan vesilesi olduğunu, onu sevenlerin Sünnet sahibi ondan nefret edenlerin ise Bid'at sahibi olduklarını bildirmiştir.

Abdullah ibni Avn, Basra Ehli’nin şeyhi ve alimidir. Takva ehlinden büyük bir zattır. Buhari’de ve Müslim’de kırkbeşer hadisi vardır. Şeyhleri arasında İbni Sirin, İbrahim en-Nehai, Hasan el-Basri, Şa’bi, Ebu Bekre, Sa’id ibni Cu'beyir ve Nafi gibi değerli ilim adamları vardır. Kendisinden hadis nakledenler arasında da A’meş, Süfyan es-Sevri, Şu’be, Yahya ibni Sa’id, Abdullah ibni Mübarek, Veki, İbni Aliye, Yezid ibni Harun gibi mühim şahsiyetler bulunmaktadır. İbni Mehdi onun hakkında şöyle der: "Irak’da Sünnet’i İbni Avn’dan daha çok bilen kimse yoktur." H150 yılında vefat etti. (Zehebi, Siyer A’lem'un Nubela, 6/364-375; İbni Hacer, Takrib'ul Tehzib, 317)

Abd’ur Rahman ibni Mehdi (Laleka’i, Şerh Usul’il İ’tikad, 1/62 41; İbni Asakir, Tarih Dimeşk, 7/128) ve Ebu Osman es-Sabuni (Akidet’us Selef ve Ashab’il Hadis) de bu sözün bir benzerini söylemiş ve İbni Avn’ın imtihan vesilesi olduğunu, onu sevenlerin Sünnet sahibi ondan nefret edenlerin ise Bid'at sahibi olduklarını bildirmiştir.

Yunus ibni Ubeyd Ebu Abdullah, büyük bir imam ve hafızdı. H139 yılında vefat etmiştir. İbni Kesir  şöyle demiştir: "Bu senede (...) Yunus ibni Ubeyd vefat ettiler. Yunus, abidlerden biri olup Hasan Basri'nin arkadaşıydı." (el-Bidaye ve’n Nihaye, Hicri yüzotuzdokuzuncu yıl; İbni Hacer, Takrib'ul Tehzib, 613; İbn’ul Cevzi, Sıfat’us Safve, 531)

Ebu Osman es-Sabuni (Akidet’us Selef ve Ashab’il Hadis) de bu sözün bir benzerini söylemiş ve Yunus ibni Ubeyd’in imtihan vesilesi olduğunu, onu sevenlerin Sünnet sahibi olduklarını bildirmiştir.

Abdullah ibni İdris el-Evdi Ebu Muhammed el-Kufi büyük hafız ve abid bir zattır. Buhari’de sekiz, Müslim’de ellibeş hadisi vardır. Şeyhleri arasında muteber hadis alimi babası İdris ibni Yezid, A’meş, İbni Cureyc, Hişam ibni Urve, İbni İshak, İmam Malik, Şu’be, Leys, Yahya ibni Sa’id gibi çok sayıda alim vardır. Aralarında aynı zamanda şeyhlerinden biri olan büyük alim İmam Malik, Abdullah ibni Mübarek, Ahmed ibni Hanbel, Yahya ibni Ma’in, İshak ibni Rehava, Ebu Şeybe, Ebu Kureyb’in bulunduğu imamlar cema'ati de ondan hadis rivayet etmişlerdir. Ebu Hatim onun hakkında dedi ki: "O, Müslümanların imamlarından bir imamdır, hüccettir." İbni Kesir anlatıyor: "Abdullah ibni İdris can çekişirken kızı ağladı. Kızına şöyle dedi: Ne diye ağlıyorsun kızım? Bu evde dörtbin hatim yapılmıştır." (İbni Kesir, el-Bidaye ve’n Nihaye, Hicretin Yüzdoksanikinci Senesinde Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler) H192 yılında vefat etti. (İbni Hacer, Takrib'ul Tehzib, 295; Siyer A’lem'un Nubela, 9/42-48; İbn’ul Cevzi, Sıfat’us Safve, 452)

Amir ibni Şerahil eş-Şa'bi el-Kufi muteber, hafız ve müftüydü. Ali ibni Ebu Talib (radiyallahu anh), Sa’d ibni Ebi Vakkas (radiyallahu anh), Zeyd ibni Sabit (radiyallahu anh), Sa’d ibni Ubade (radiyallahu anh), Ubade ibn'us Samit (radiyallahu anh), Ebu Musa el-Eşari (radiyallahu anh), Ebu Hureyre (radiyallahu anh), Muğire ibni Şu’be (radiyallahu anh), Cerir ibni Abdillah (radiyallahu anh), Bera ibni Azib (radiyallahu anh), Mu’aviye (radiyallahu anh), Hüseyin ibni Ali (radiyallahu anhuma ecmain), Zeyd ibni Erkam (radiyallahu anh), İbni Abbas (radiyallahu anhuma ecmain), İbni Ömer (radiyallahu anhuma ecmain), Abdullah ibni Zubeyir (radiyallahu anhuma ecmain), Adi ibni Hatim (radiyallahu anh), Ebu Sa’id el-Hudri (radiyallahu anh), Enes ibni Malik (radiyallahu anh), Aişe bint Ebi Bekir (radiyallahu anha), Ummu Seleme (radiyallahu anha), Meymune bint'ul Haris (radiyallahu anha), Fatima bint Kays (radiyallahu anha)’nın aralarında bulunduğu bir grup sahabe ile karşılaşmış ve onlardan ilim almıştır. Yaklaşık olarak yüzelli sahabeden hadis nakletmiştir. Buhari’de ve Müslim’de yüzellişer hadisi bulunmaktadır. (Siyer A’lem'un Nubela, 4/294-319; İbni Hacer, Takrib'ul Tehzib, 287; 708; İbn’ul Cevzi, Sıfat’us Safve, 410)

İbni Kesir şöyle demiştir: "Küfe halkının en alimiydi. İmam ve nafizdi. Çok çeşitli ilimlerden haberdardı. (...) Ebu Miclez; Şa'bi'den daha fakih birini görmedim demiştir. (...) Amir, şöyle demişti: İlim, vücuttaki kıllar sayısından daha çoktur. Sen her ilimden en güzelini al ve öğren." (İbni Kesir, el-Bidaye ve’n Nihaye, Hicretin Yüzdördüncü Senesinde Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler)

Ebu Osman es-Sabuni (Akidet’us Selef ve Ashab’il Hadis) de bu sözün bir benzerini söylemiş ve eş-Şa'bi’nin imtihan vesilesi olduğunu, onu sevenlerin Sünnet sahibi olduklarını bildirmiştir.

Malik ibni Miğvel el-Becali el-Kufi çok hadis rivayet eden, itibarlı ve hüccet kabul edilen bir alimdi. İbni Receb el-Hanbeli şöyle der: "Malik ibni Miğvel yalnız otururken birisi ona: Yalnızlık hissetmiyor musun? diye sorunca o şöyle cevap vermiş: Allah ile olan yalnızlık hisseder mi?" (Camiu'l Ulum ve'l Hikem) H159 yılında vefat etmiştir.

Abd’ur Rahman ibni Mehdi de bu sözün bir benzerini söylemiş ve Malik ibni Miğvel’in imtihan vesilesi olduğunu, onu sevenlerin Sünnet sahibi ondan nefret edenlerin ise Bid'at sahibi olduklarını bildirmiştir. (Laleka’i, Şerh Usul’il İ’tikad, 41; İbni Asakir, Tarih Dimeşk, 7/128)

Yezid ibni Zürey Ebu Mu’aviye, İmam Ahmed’in hadisde şeyhidir. İtibarlı, abid ve alim biriydi. Kütübi Sitte müellifleri tarafından hadisleri rivayet edilmiştir. Etbau Tabiin neslinin en meşhur ve Basra’nın en güvenilir ravilerindendir. (Tehzib'ul Tehzib, 11/325-328) Meşhur muhaddis Ali ibn'ul Medini'ye göre bütün raviler içerisinde tashiften kurtulabilen dört raviden birisi de Yezid ibni Zürey’dir. (İbni  Receb, Şerhu İlel, 1/161) Ali ibn'ul Medini'nin meşayıhından Nasr ibni Ali diyor ki: "Rüyamda Yezid ibni Zürey'i gördüm: Allah sana nasıl muamele etti? diye sordum. Cennet'e koydu dedi. Neden deyince de çok namazım yüzünden diye cevap verdi." (Zehebi, es-Siyer A’lem'un Nubela, 8/297) H182 yılında vefat etmiştir.

Mu'az ibni Mu'az Ebu’l Musenna el-Anberi el-Basri hadis rivayetinde, hıfzında ve sıdkında en üst mertebeye sahip zatlardan biriydi. Buhari sekiz, Müslim yüzellisekiz hadisini rivayet etmiştir. Şeyhleri arasında Abdullah ibni Avn ibni Artaban, Alkeme, Şu’be ve daha çok sayıda muteber ilim adamı vardır. Ahmed ibni Hanbel, Zuheyr ibni Harb, Yahya ibni Ma’in, Ali el-Medini, Kuteybe gibi kimseler ondan nakletmiştir. H196 yılında vefat etmiştir. (Siyer A’lem'un Nubela, 9/54-57; İbni Hacer, Takrib'ul Tehzib, 536)

Vehb bin Cerir bin Hazim Ebu’l-Abbas el-Cehdami muteber bir alimdir. Buhari’nin Sahih’inde 26, Müslim’in Sahih’inde ise 33 hadisi yer bulmuştur. Ahmed ibni Hanbel, Ali bin el-Medini, Yahya bin Ma'in, İshak bin Rahevay, Zuheyr bin Harb talebeleri arasında bulunmaktadır. H206 yılında vefat etmiştir. (Siyer A’lem en-Nubela, 9/442-445; Lisan el-Mizan; Tehdib el-Tehzib; İbni Hacer, Takrib el-Tehzib, 585)

Hammad ibni Seleme ibni Dinar Ebu Seleme el-Basri büyük hafızlardandır. Basra Ehli’nin şeyhi ve lideridir. Zehebi onun dilde, fıkıhta ve aynı zamanda hadiste imam olduğunu söyler. (Siyer A’lem'un Nubela, 2/222) Buhari’de bir, Müslim’in Sahih’inde seksenaltı hadisi bulunmaktadır. Süfyan es-Sevri, İbni Cureyc, Şu’be ibn'ul Haccac, Abdullah ibni Mübarek, Abd’ur Rahman ibni Mehdi talebeleri arasındadır ve ondan hadis nakletmişlerdir.

Onun hakkında çok meşhur olarak anlatılan şu sözleri ne kadar da güzeldir: Birgün Süfyan es-Sevri, Hammad’a: Ey Hammad! Acaba Allah Te'ala bizi affeder mi? deyince, Hammad: Ya Süfyan! Kıyamet Günü hesabımın anne ve babama veya Allah’a verilmesi için, muhayyer edilirsem, Vallahi ben anne-babama hesap vermekten Allah’a hesap vermeği tercih ederim. Zira bilirim ki, Allah bana, anne ve babamdan daha çok merhamet eder, affeder. H166 yılında vefat etmiştir. Biyografisine şu kaynaklardan ulaşılabilir: Ebu Nu'aym, Hilyet’ul Evliya, 6/249; Zehebi, Siyer A’lem'un Nubela, 2/22; 7/444-456; İbni Sa’d, Tabakat, 7/282; İbni Hacer, Tehzib’ut Tehzib, 3/11; İbni Hacer, Takrib'ul Tehzib, 178

Ebu Osman es-Sabuni (Akidet’us Selef ve Ashab’il Hadis) de bu sözün bir benzerini söylemiş ve Hammad ibni Seleme’nin imtihan vesilesi olduğunu, onu sevenlerin Sünnet sahibi olduklarını bildirmiştir.

Hammad ibni Zeyd ibni Dirhem Ebu İsmail Basra Ehli’nin imamı ve müftüsüdür. Takva ve din ehlindendir. Eyyub es-Sahtiyani, Tavus, Ata şeyhleri arasında, Süfyan es-Sevri, Abdullah İbni Mübarek, Süfyan ibni Uyeyne, Abd’ur Rahman ibni Mehdi, Ali ibn'ul Medini, Kuteybe ibni Sa’id ve Veki ibn'ul Cerrah ise talebeleri arasında bulunmaktadır. Sahih Buhari’de ikiyüziki, Müslim’de ikiyüzyirmialtı hadisi bulunmaktadır. İbni Kesir’in de el-Bidaye’de belirttiği üzere H179 yılında vefat etmiştir. (Buhari, Tarih'ul Kebir, 3/25; İbni Ebi Hatim, el-Cerh ve’l Tadil, 3/137; İbni Cezeri, Gayet'un Nihaye, 1/233; Mizzi, Tehzib'ul Kemal, 7/240-245; Zehebi, Siyer A’lem'un Nubela, 7/456-466; İbni Hacer, Takrib'ul Tehzib, 178)

Abd’ur Rahman ibni Mehdi (Laleka’i, Şerh Usul’il İ’tikad, 41; İbni Asakir, Tarih Dimeşk, 7/128) ve Ebu Osman es-Sabuni (Akidet’us Selef ve Ashab’il Hadis) de bu sözün bir benzerini söylemiş ve Hammad ibni Zeyd’in imtihan vesilesi olduğunu, onu sevenlerin Sünnet sahibi ondan nefret edenlerin ise Bid'at sahibi olduklarını bildirmiştir.

Abd’ur Rahman ibni Amr Ebu Amr el-Evzai, Şam Ehli’nin fakihi, imamı ve kendi döneminin allamesiydi. Mutlak Müctehid konumundaydı. Mezhebi ona nispetle Evzaiyye olarak adlandırılmıştı. 220 yıl kadar mezhebi ile amel edilmiş daha sonraları Endülüs’te Maliki Mezhebi, Şam’da ise Şafii Mezhebi yerini almıştır. İlim elde etmek için birçok şehre gitmiştir. Şeyhleri arasında Mekhul, Dahhak bin Abd’ur Rahman, Ata, Katade, Muhammed Bakır, Muhammed ibni Münkedir, Abdullah ibni Lehia ayrıca kendilerinden hadis dinlediği Zühri, İbni Sirin, Nafi, Rebia gibi çok sayıda alim bulunmaktadır. Talebeleri ve aralarında şeyhlerinin de bulunduğu kendisinden hadis nakleden alimler şunlardır: Zühri, Yahya ibni Kesir, Katade, Malik ibni Enes, Şu’be, Abdullah ibni Mübarek, Yahya ibni Sa’id el-Kattan. Buhari’de altmışbeş Müslim’de elliyedi hadisi bulunmaktadır.

İmam Evzai dedi ki: "Selefin eserlerine sarıl, insanlar seni yadırgasalar da böyle yap. Süslü püslü de olsa başkalarının sözünden uzak dur. Çünkü iş açığa çıktığında sen doğru yolda kalmış olursun."

Yine şöyle demişti: "Sünnet üzere olmaya sabret, alimin durduğu yerde sen de dur, onların dediklerini sen de söyle, onların uzak durduğu şeyden sen de uzak dur, onların yetindikleri şeyle sen de yetin."

Evzai şöyle demişti: "İlim, Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'in ashabından gelen şeydir, onlardan gelmeyen şey ilim değildir."

Bakıyye ibni Velid şöyle demiştir: "Biz insanları Evzai ile sınardık. Onun hakkında hayırlı söz söyleyeni Sünnet’e bağlı olduğuna hükmederdik."

H157 yılında vefat etmiştir. (Zehebi, Siyer Siyer el-A’lem'un Nubela, 3/320; 7/107-134; Tezkiret’ul Huffaz, 1/178; İbni Halikan, Vefeyat’ul Ayan, 127; Ebu Nu’aym, Hilyet’ul Evliya, 6/135; İbni İmad, Şezerat’uz Zeheb, 2/241; İbni Nedim, Fihrist, 227; İbni Hacer, Tehzib’ut Tehzib, 6/238; İbni Hacer, Takrib'ul Tehzib, 347; 660; 705; İbni Kesir, el-Bidaye ve’n Nihaye, Hicretin Yüzelliyedinci Senesi, İmam Evzai'nin Biyografisi)

Ebu Zur’a er-Razi (Kadı Ebu Ya’la, Tabakat’ul Hanebila, 1/199-200), Abd’ur Rahman ibni Mehdi (Laleka’i, Şerh Usul’il İ’tikad, 1/62 41; İbni Asakir, Tarih Dimeşk, 7/128; Razi, el-Cerh ve’t Tadil, 1/217) ve Evzai’nin talebelerinden Bakiye ibn’ul Velid (İbni Hacer, Tehzib’ut Tehzib, 6/218) ve Ebu Osman es-Sabuni (Akidet’us Selef ve Ashab’il Hadis) de müellifin kullandığı ifadeyi dile getirip bu sözün bir benzerini söylemiş ve İmam Evza’i’nin imtihan vesilesi olduğunu, onu sevenlerin Sünnet sahibi ondan nefret edenlerin ise Bid'at sahibi olduklarını bildirmiştir.

Heva Ehli İle Oturmamak

Eğer bir adamı heva ehlinden bir adamla otururken görürsen, onu uyar ve ona bunu (ehli heva ile oturulmayacağını) öğret. Öğrendikten sonra sonra o adamla oturmaya devam ederse ondan sakın (kork), bil ki o adam heva sahibidir.

Burada, ‘Heva Ehli’ ile ‘Heva Sahibi’; ‘Bid'at Ehli’ ile ‘Bid'at Sahibi’ şeklinde tanımlamalar kullanmakta ve her ikisi arasında fark olduğuna işaret etmektedir. Bu, aynı zamanda onun adaletinin de bir emaresidir. Heva yahut bid'at ehli olan kişi, üzerinde olduğu yolu bilen, kendisine hüccet ulaşmış ve kendisi sapmış başkalarını da sapkınlığına davet eden kimsedir. Heva yahut bid'at sahibi ise bunun aksine; Ehli Sünnet’ten olmasına karşın bir veya birkaç meselede sapmış, kendisine bu tip hususlarda hüccet ulaşmamış, başkalarını bu sapkınlığına davet etmeyen yahut bu sapkınlığın davetçisi olmayan, Sünnet üzere olmasına rağmen sapkınlıktan emareler barındıran kişidir.

Asar’ı Reddedip, Kur’an’ı İsteyen Zındıklıktan Pay Sahibidir

Eğer bir adama asar verildiğini ve onun onları (asarı) istemediğini, Kur’an’ı istediğini duyarsan hiç şüphe etmeki, o adam zındıklığı üzerinde taşıyan bir adamdır. Kalk onun yanından ve onu terk et!

Küfürde İleri Gidenler: Rafıziler, Mu’tezile ve Cehmiyye

Bil ki; hevanın (bid'atlerin) hepsi pistir ve hepsi kılıcı çağırır. Onların arasında en pis ve küfür olanı: Rafıziler, Mu’tezile ve Cehmiyye’dir. Çünkü onlar (insanların) ta’tile ve zındıklığa düşmesini isterler.

Ashab Hakkında Kötü Konuşan

Bil ki; bir adam Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin Ashab’ından herhangi biri hakkında kötü konuşursa; o yalnız Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin hakkında (kötü konuşmak) istemiştir ve Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’e kabrinde eziyet etmiştir.

Metinde yeralan: "Bil ki; bir adam Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin Ashab’ından herhangi biri hakkında kötü konuşursa..." cümlesi diğer nüshada az bir farkla şu şekilde geçmektedir: "Bil ki; bir adam Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin Ashab’ından herhangi biri hakkında kötü konuşursa..."

Bid'atini Gördüğün Kişiye Karşı İhtiyatlı Olmak

Eğer bir insandan bid'at olan birşey görürsen, ona karşı ihtiyatlı ol çünkü sana gizli kalanlar şüphesiz ki, sana zahirde görünenlerden çoktur.

Eğer Ehli Sünnet’ten bir adamın tuttuğu yol ve mezhebin kötü olduğunu, fasık ve facir, günah sahibi, dalalet üzere4 olduğunu görürsen ve o, (bu hali ile hala) Sünnet üzere ve ashabından ise5, onunla otur çünkü onun masiyetleri sana zarar vermez.

Eğer heva sahibi  müctehid (bir adamı) görürsen –onu, kendisini ibadete hasretmiş olarak görmüş olsan bile- onunla oturma, onun yanında durma, onun kelamını (sözünü) dinleme ve onunla bir yolda gitme! Çünkü ben onun yolunu değiştiremeyeceğinden ve neticede (senin de) onunla birlikte helak olmayacağından emin değilim!..

Diğer nüshada ise Mu’tezile önderlerinden Ebu Osman Amr ibni Ubeyd el-Basri’nin ismi geçmektedir.

Dolayısı ile metinde yeralan: "(Oğlu) dediki: Filanın yanından..." ifadesi diğer nüshada: "(Oğlu) dediki: Amr ibni Ubeyd'in yanından..." şeklinde geömektedir.

Amr ibni Ubeyd (143H) Basra Mu'tezililerindendir ve aynı zamanda Vasıl ibni Ata (131H) ile birlikte Mu’tezile Mezhebi kurucularındandır. Mu'tezilenin Amriyye fırkasının kurucusu olarak kabul edilmektedir. Vasıl ibni Ata, Hasan el-Basri’den ayrıldığında Amr ibni Ubeyd de onunla birlikte ayrılır. (Şehristani, el-Milel ve’n Nihal, 1/48; Bağdadi, el-Fark beyn'el Firak 101-104) Cahız (255H), Ebu Huzeyl el-Allaf (235H), Sümame İbn’ul Eşras ve diğer Mu’tezili önderleri gibi Amr ibni Ubeyd de hadisle alay etmiş ve açıktan reddetmiştir. Halife Mansur ile çok sıkı bir dostlukları vardı. O kadar ki, Amr ibni Ubeyd’in ölümü üzerine Halife Mansur onun adına bir ağıt yakmıştır. Halife Mansur, kendi statüsünden daha aşağıda olan biri için ağıt yakan ilk halife olmuştur. (İbni Halikan, Vefayat; İbni Kuteybe, Kitab’ul Me’arif)

Hafız Ebu Bekir onun Allah’ın düşmanlarında biri olduğunu söylemiştir. (Heysemi, Mecma’uz Zevaid, 4/288) Ebu Hanife, kendisine cisimler ve arazlar hakkındaki sözden sorulduğunda cevaben şöyle demiştir: "Allah, Amr ibni Ubeyd’e lanet etsin ki, bunun hakkında insanlara ilk defa o söz açtı." (Fıkhı Ekber Şerhi, 99) İbni Kuteybe’de onun Tabiin uluları hakkında kötü sözlerini nakledip onların "pis ve murdar" olduğunu söylediğini belirtir, ayrıca onun ahmaklıklarına dair bazı nakillerde bulunmaktadır ki bunlardan birinde Amr, Allah ile arasında temsili bir konuşmadan bahsederek der ki: "Ben Kıyamet Günü getirilirim ve Allah’ın huzurunda durdurulurum. (Allah) bana: Niçin katil cehennemdedir? dedin der. Ben de: Ey Rabbim bu (nun böyle olduğu)nu Sen söyledin derim, ve "Kim bir mü'mini kasden öldürürse, onun cezası içinde devamlı kalmak üzere Cehennem'dir." ayetini okur. (İbni Kuteybe, Te'vilu Muhtelif’ul Hadis)

Yunus ibni Ubeyd (rahimehullah) oğlunu heva sahibi bir adamın yanından çıkarken gördü ve ona şöyle dedi:

"Ey oğul nereden geliyorsun? (Oğlu) dediki: Filanın yanından. Dedi ki: Ey oğul senin bir hünsa’nın evinden çıktığını görmem benim için filanın evinden çıktığını görmemden daha sevimlidir. Ey oğul; Allah’ın huzuruna zinakar, hırsız, fasık, hain olarak çıkman benim için O’nun huzuruna heva ehlinden falanın ve filanın kavli (i’tikadı) üzere çıkmandan daha sevimlidir!.."

Görmezmisin Yunus ibni Ubeyd10 , hünsanın oğlunu dininden çıkarmayacağını, bid'at sahibinin ise onu kafir edene kadar (dininden) azdırıp-saptıracağını biliyordu!..

Metinde yeralan: "Görmezmisin Yunus ibni Ubeyd, hünsanın oğlunu dininden çıkarmayacağını..." ifadesi diğer nüshada az bir farklılıkla şöyle geçmektedir: "Bilmezmisin Yunus, hünsanın oğlunu dininden çıkarmayacağını..."

Kendi Zamanının İnsanlarına Çok Dikkat Et!

Kendi zamanının insanlarına –özellikle- çok çok dikkat et! Kiminle oturduğuna, kimi dinlediğine, kiminle arkadaşlık ettiğine bak! İnsanlar -onlardan Allah’ın koruduğu kimseler müstesna- sanki riddet içerisindeler!..

Mu’tezile’nin Önderleri ve Onları Hayır ile Yad edenlerden Sakın!

Bir adamın İbni Ebi Du’ad’ı, Bişr el-Merisi’yi, Sümame’yi veya Eb’ul Huzeyl’i veya el-Futi’yi veya onlara tabi olanlardan birini veya taraftarlarından birini (güzel sözlerle) yad ettiğini işitirsen ondan sakın çünkü o, bid'at sahibidir. Çünkü bu kişiler, riddet üzerindeler ve onları hayır ile yad eden adamı (da) terk et! Onlardan birini (hayır ile) yad eden (de) onlarla aynı yoldadır (aynı seviyededir).

Ahmed ibn'ul Ferec ibni Ebi Du’ad el-İyadi el-Mu'tezili (240H) Dalalet imamlarındandır. Halk’ul Kur’an Fitne’si döneminde baş kadılık görevini üstlenmiş ve alimlerin imtihan edilmeleri işini yönetmiştir. Mihne ve işkencelerin baş sorumlularından biridir. Hatib dedi ki: Sultan onu, Kur'an'ın mahluk olduğu ve Allah'ın ahirette görülmeyeceği hususunda insanları imtihan etmekle görevlendirdi."

Hicretin ikiyüzotuzyedinci senesinin Safer ayında halife Mütevekkil, mazlumların davalarına bakan Mu'tezile mezhebine mensub Kadı İbni Ebi Duad'a gazaplandı. Onu bu görevden azletti. Bu senenin Rebiyülevvel ayında halife Mütevekkil, Kadı İbni Ebi Duad'ın mallarına el konulmasını emretti. Kadı İbni Ebi Duad, felç olmuştu. Sonra ailesi horlanarak Samarra'dan Bağdat'a sürgün edildi. Allah, onu ölümünden dört yıl önce bu felç illetine mübtela kıldı." (İbni Kesir, el-Bidaye ve’n Nihaye, Hicretin İkiyüzotuzbirinci Senesi; Zehebi, Siyer A’lem'un Nubela, 11/166-169; İbni Hacer, Takrib'ul Tehzib, 85)

İbni Kesir’in naklettiğine göre: Halife Mütevekkil, Ahmed ibni Nasr'ın öldürülmesi olayını soruşturmaya başlamış ve Kadı Ahmed ibni Ebi Du’ad huzura girdiğinde ona meseleyi sormuş Ebi Du’ad da şu cevabı vermiş: "Eğer Vasık onu kafir olarak öldürmemişse Allah beni felç etsin! Mütevekkil diyor ki: Kadı İbn Ebi Du’ad'a gelince, Allah Te'ala, onu kendi cildine hapsetti. Yani onu felç etti. Allah, onu ölümünden dört yıl önce bu felç illetine mübtela kıldı." (İbni Kesir, el-Bidaye ve’n Nihaye, Hicretin İkiyüzotuzbirinci Senesi)

"Ölmeden dört sene önce Allah Te'ala onu felç hastalığıyla müptela kıldı. Ölünceye kadar kımıldayamayacak şekilde yatağında kaldı. Yiyecek ve içeceklerin lezzetinden, cinsel ilişkinin tadından ve diğer bazı arzulardan mahrum kaldı. Hasta yatıyorken adamın biri yanına gitti. Ona; Vallahi seni ziyarete gelmedim, yalnız gebereceğin için seni teselli etmeye geldim ve hapis cezasından daha ağır bir ceza olan vücudun kımıldayamaz hale gelişi gibi bir hastalığa seni müptela kıldığından ötürü Allah'a hamd ediyorum dedi. Sonra beddua ederek Allah'ın, onun hastalığını arttırmasını ve içinde bulunduğu kötü durumu hafifletmemesini dileyerek yanından çıkıp gitti. Bu da onun hastalığını daha da arttırdı." (İbni Kesir, el-Bidaye ve’n Nihaye, Hicretin İkiyüzkırkıncı Senesinde Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler)

Zehebi onun hakkında şunları söylemiştir: "Ahmed ibni Ebi Du’ad el-Kadı, pis ve murdar Cehmi. 240H yılında helak oldu." (Mizan'ul İ’tidal fi Nekd’ir Rical, 1/233)

Diğer nüshada ismi zikredilmeksizin Merisi olarak zikredilmiştir.

Bişr el-Merisi (218H) tam ismi Ebu Abd’ur Rahman Bişr ibni Ğıyas ibni Abd’ur Rahman el-Merisi el-Adevi el-Bağdadi’dir. Merisi olarak nispet edilmesi; ya Mısır’da bulunan Meris mıntıkasına yahut da Bağdat’ta ikamet ettiği Derb’ul Meris’le alakalıdır. Ebu Hanife’den ve daha sonra Ebu Yusuf’tan ders almış muttaki ve mutedil bir kimse olarak bilinirken daha sonraları İrca fikrine tutulmuş ve Mürcie içerisindeki Merisi fırkası ona nispet edilmiştir. Daha sonraları, ‘Makal'el Cehmiyye’ (Mutezili ve Cehmi düşünce)yi yayan ilk kişi olarak adlandırılmıştır.

Halk’ul Kur’an (Kur’an’ın mahluk olduğu, yaratıldığı) fikrini ortaya atan ilk kişi olduğu yönünde bilgiler bulunmaktadır. Bişr Kur'an'ın mahluk olduğunu propaganda ederdi. (el-Muğni, 1/ 107) Halife Me’mun döneminde, siyasi gücü kullanarak Mihne Dönemi başlatılmış, Bişr el-Merisi alimleri sorguya çeken kişilerin başında yer almıştır. İmam eş-Şafii ile aralarında münazaralar olmuştur.

Zehebi; Bişr’in, Cehm ibni Safvan'a yetişemediğini ancak, Cehm’in Kur'an’ın mahluk olduğu görüşünü benimsediğini, bu görüşü kuvvetlendirmek için yeni deliller ileri sürdüğünü ve yaymaya çalıştığını söyler. Bişr’in  babası Yahudi idi. Nasr ibni Malik tebası arasında boyacılık yapar, kaval imal ederdi. Bişr, Harun er-Reşid zamanında 170-193H (786-808) yakalandı. Kelami görüşleri yüzünden eziyet gördü. (Zehebi, Mizan'ul İtidal, 1/322)

Bişr el-Merisi, Ebu Yusuf, Hammad ibni Seleme ve Süfyan ibni Uyeyne gibi alimlerden rivayet etmiş biridir. Bağdat’ta kendisine ait bir fıkıh meclisi de bulunmaktaydı. Kitab’ul İrca, Kitab’ur Redd ale’l Havaric, Kitab’ul İstitaa, Kitabu Küfr’il Müşebbihe, Kitab’ul Marife ve Kitab’ul Vaid isimli kitaplar yazmıştır.

Bişr el-Merisi, Mihne’nin Halife Mutevekkil tarafından sona erdirildiği 236H (856) yılından uzun süre önce, Halife Abdullah Me’mun gibi 218H yılında yaklaşık 80 yaşındayken ölmüştür.

Osman ibni Sa’id el-Darimi’nin "er-Redd ale’l Merisi" ve Abd’ul Aziz ibni Yahya ibni Müslim el-Kinani’nin, "el-Hayde" isimli eseri Bişr el-Merisi’nin görüşlerini reddetmek kasdıyla kaleme alınan eserlerdir.

Birçok alim kendisini zemmetmiş ve tekfir etmiştir. Zehebi der ki:

"Sapkın bir bid'atçidir. Ondan nakletmek caiz değildir ve ona hiçbir saygı gösterilmez. Bazı imamlar, küfrüne hükmetmişlerdir." (Mizan'ul İ’tidal fi Nekd’ir Rical, 2/35) "Fakih, mütekellim Bişr el-Merisi 218H yılında ölmüştür. Kur'anı Kerim'in mahluk olduğu görüşünü yaymaktaydı. Bu senenin sonlarında göçtü. Kendisine hiç bir alim katılmadı. Bazı imamlar küfrüne hükmetmişlerdir." (Zehebi, el-İber, 1/73)

Anlatıldığına göre, Bişr el-Merisi Horasan’da öldüğünde cenazasine Ehli Sünnet alimlerinden hiçbiri katılmamıştır. Daha sonraları bir alimin cenazeye katıldığı duyulmuş ve imamlar onu kınamıştır. Mübtedi Bişr’in cenazesine katılan imam diğer imamlara; konuşmama izin verin daha sonra kınayacaksanız kınayın dedikten sonra olayı şöyle anlatmış: Tekbir alındığında ben de insanlarla birlikte tekbir aldım. Daha sonra Allah’a dua ettim: Rabbim, bu kulun (Bişr) kabir azabını inkar ediyordu. Daha önce başka hiç kimseye tattırmadığın bir şekilde bu kuluna kabir azabı ver! Daha sonra Allah’a şöyle dua ettim: Rabbim, bu kulun Kıyamet Günü’nde gerçekleşecek olan şefaati inkar ediyordu. Bu kuluna Kıyamet Günü, şefaatin hiçbirini tattırma! Daha sonra Allah’a Bişr’in kabul etmeyip inkar ettiği diğer meseleler hakkında tek tek dua ettim ve Bişr’i mahrum etmesini, cezalandırmasını diledim. Bunun üzerine imamlar gülmeye başlamış. Bişr el-Merisi hakkında daha fazla bilgi için şu eserlere müracaat ediniz: Hatib el-Bağdadi, Tarih Bağdad, 7/56-57; Zehebi, Siyer A’lem'un Nubela, 10/199-203; Mizan'ul İ’tidal fi Nekd’ir Rical, 2/35; İbni Halikan, Vefayat’ul Ayan, 1/277; İbn’ul Esir, el-Lubab, 3/200; İbni Kesir, el-Bidaye ve’n Nihaye, Hicretin İkiyüzonsekizinci Senesinde Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler

Sümame ibni Eşras Ebu Ma’n el-Numeyri el-Basri (213H). Mu’tezilenin önderlerinden ve sapkınlığın başlarındandı. (Zehebi, Mizan'ul İ’tidal, 2/94) Mu’tezile içerisinde Bağdat ekolünde yeralıyordu. Abbasi devletinde Mu’tezili görüşlerin yayılmasında büyük rol oynamıştır. (Zirikli, el-A’lam, 2/100) Halife Harun er-Reşid döneminde Kaderiyye’nin liderlerinden olduğu ve zındık olduğu gerekçesiyle bir süre hapsedilmişti. (Taberi, İlk Dönem Abbasi Devleti, Ebu Ca’fer el-Mensur Dönemi) Halife Me'mun'u i'tizal fikrine çekerek saptıran kişi olduğu söylenir. (Bağdadi, el-Fark beyn'el Firak) Sümame, Ahmed ibni Nasr el-Mervezi'yi Halife Vasık'a jurnal eder ve ona, el-Mervezi'nin, Kur'an'ın yaratılmış olduğunu söyleyeni tekfir ettiğini anlatır ve öldürülmesine vesile olur. (Bağdadi, el-Fark beyn'el Firak)

"Din anlayışındaki basitlikle nefsani isteklerdeki bayağılığı birleştirmiş biriydi." (Şehristani, el-Milel ve’n Nihal) Din ve Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile alay ettiği nakledilmiştir. O da diğer Mu’tezili önderleri gibi hadisle alay etmiş ve hadisi reddetmiştir.

İbni Kuteybe şöyle der: "Onun da dininin zayıf olduğunu, İslam’a noksanlık isnad edip İslam ile alay ettiğini, Allah’ı tanıyıp ona iman eden hiçbir kimsenin söyleyemiyeceği şekilde İslam'a dil uzattığını görüyoruz. Yine onun herkesçe malum meşhur bir sözü nakledilir: Bir gün Cuma namazını kaçırma korkusuyla mescide doğru koşuşan bir grubu görür ve: Şu öküzlere, şu eşeklere bakınız!.. der. Sonra adamlarından birine: Şu Arab (diğer nüshada –Şu Kureyşli-) Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’i kasdediyor, insanlara neler yaptı!.. der." (İbni Kuteybe, Te’vil, 60; Bağdadi, el-Fark beyn'el Firak) Bağdadi, onun bilerek namaz vaktini geçirdiğine ve sarhoş olarak görüldüğüne dair nakillerde bulunur. (Bağdadi, el-Fark beyn'el Firak)

Mütevekkil, Ahmed ibni Nasr’ın ölümünü şüpheli bulduğunu söyleyince Sumame: "Eğer onu öldürmekle isabetli bir iş yapmamışsam, Allah beni kılıçların altına yatırsın" der. Sumame Mekke'ye doğru yola çıkar; Huzaalılar, Safa ile Merve arasında onu görürler. Onlardan biri bağırarak, “Ey Huzaalılar! Efendiniz Ahmed ibni Nasr'ı jurnal eden ve kanının dökülmesine çalışan, işte bu adamdır!” der. Bunun üzerine Huzaa oğulları, kılıçlarıyla onu öldürünceye kadar üzerine saldırırlar. Sonra leşini el-Haram'dan çıkarırlar. Ve vahşi hayvanlar da, Haram'ın dışında onu parçalayıp yerler. (İbni Kesir, el-Bidaye ve’n Nihaye, Hicretin İkiyüzotuzbirinci Senesi; Bağdadi, el-Fark beyn'el Firak)

Muhammed ibn'ul Huzeyl ibni Abd(el-Kays) Ebu’l Huzeyl el-Allaf el-Basri (235H). Mu’tezilenin şeyhlerinden ve; bid'at ve dalalet imamlarındandır. Mu’tezilenin el-Huzeyliye kolunun kurucusudur. Bağdadi der ki: "el-Allaf olarak bilinir. (el-Fark beyn'el Firak, 103) Mu’tezilenin i’tikadi doktrinini oluşturan Usuli Hamse (beş esas) üzerine ilk eseri neşreden şahıstır. Aynı zamanda Tevhid ve Adl esaslarının teşekkülünde de payı büyüktür.

İbni Kuteybe onunla alakalı şunları söyler: "Görüyoruz ki, o da yalancının ve iftiracının biridir. (...) Cehennemliklerin azabının, cennetliklerinin de nimetlerinin ebedi olmayıp sona ereceğini söylemiştir." (İbni Kuteybe, Tevilu Muhtelif’ul Hadis; Bağdadi, el-Fark beyn'el Firak, 103)

Bağdadi, onun kepazelikleri ve saçmalıklarından bahsedip gerek kendi dostlarından Mu’tezileden ve gerekse diğer fırkalardan ona çok sayıda kişinin reddiye yazıp onu tekfir ettiklerini kaydetmiştir. (Bağdadi, el-Fark beyn'el Firak, 103)

Bknz: (Hatib el-Bağdadi, Tarihi Bağdad, 3/366-370; İbni Halikan, Vefayat, 617; İbni Kuteybe, Tevilu Muhtelif’ul Hadis, 53-55; Eşari, Makalat; Abd’ul Kahir Bağdadi, Fark beyn'el Firak, 103; İbni Hazm, Fisal, 2/193, 487; 4/19, 83; Şehristani, el-Milel ve’n Nihal, 34-37; Malati, 38-39; İsferani, 42)

Diğer nüshada ismi ile birlikte "Hişam el-Futi" şeklinde geçmektedir.

Hişam ibni Amr el-Futi (H228) ile alakalı bilgi daha önce "Allah, Cezayı Hakeden Kullarını Cehennem’in İçinde Cezalandıracaktır, Cehmiyye’nin İnandığı Gibi Cehennem’in Yanında Değil" başlığı altında 1 nolu dipnotta verilmişti.

Metinde geçmekte olan: "Bir adamın İbni Ebi Du’ad’ı, Bişr el-Merisi’yi, Sümame’yi veya Eb’ul Huzeyl’i veya el-Futi’yi..." ifadesi diğer nüshada az farkla şöyle geçmektedir: "Bir adamın İbni Ebi Du’ad’ı ve el-Merisi’yi veya Sümame’yi ve Eb’ul Huzeyl’i ve Hişam el-Futi’yi..." şeklinde ifade edilmektedir.

Metinde geçen: "veya onlara tabi olanlardan birini veya taraftarlarından birini (güzel sözlerle) yad ettiğini işitirsen ondan sakın çünkü o, bid'at sahibidir." ifadesinde yer alan "işitirsen" sözcüğü diğer nüshada "görürsen" sözcüğü ile ifade edilmiştir: "veya onlara tabi olanlardan birini veya taraftarlarından birini (güzel sözlerle) yad ettiğini görürsen ondan sakın çünkü o, bid'at sahibidir."

Bu pasajın son cümlesinin sonunda geçmekte olan: "Onlardan birini (hayır ile) yad eden (de) onlarla aynı yoldadır (aynı seviyededir)" ifadesi dğer nüshada bulunmamaktadır ve pasaj şöyle sona ermektedir: "Onlardan birini (hayır ile) yad eden (de) onlarla aynı yoldadır (aynı seviyededir)"Çünkü bu kişiler, riddet üzerindeler ve onları hayır ile yad eden adamı (da) terk et!"Onlardan birini (hayır ile) yad eden (de) onlarla aynı yoldadır (aynı seviyededir)."

İnsanları Sünnet ile İmtihan Etmek

İslam’da (kişinin i’tikadını) imtihan etmek bid'attir, fakat bizim bugünümüze geldiğimizde, (insanlar) Sünnet’e göre imtihan edilirler kavil gereğince:

"Şüphesiz ki bu ilim dindir; dininizi kimden aldığınıza dikkat edin!.."

"Yalnız şehadetini kabul ettiğiniz kişilerden hadis kabul edin!.." Bu söz, Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem)'den, ibni Abbas (radiyallahu anhma ecmain) yoluyla merfu olarak rivayet edilmiştir. (Hatib el-Bağdadi, el-Kifayet'ul İlm ve'r Rivaye, 95; Hatib, Tarih, 301/9; Ramehurmuzi, el-Muhaddis'ul Fasıl, 411) ancak İbn'ul Cevzi tarafından mevzu (uydurma) olduğu belirtilmiştir. (İbn'ul Cevzi, el-İlel’ul Mutenahiyye, 131/1)

Böylece (kişinin durumuna) bakmalısın; eğer Sünnet sahibiyse, ilmi varsa ve sıdkı biliniyorsa ondan (hadis) yazabilirsin, aksi takdirde onu terk etmelisin!..

Hak ve Sünnet Yolunda İstikamet Üzere Kalmak İstersen, Kelam’dan ve Kelam Ehli’nden Uzak Dur

Eğer hak üzerinde ve senden önceki Sünnet Ehli’nin yolunda istikamet üzere (sabit) kalmak istersen; kelam ilminden, kelam ashabından, cedelden, tartışmadan, kıyastan ve dinde münazara etmekten uzak dur!.. Onlardan birşey almazsan bile, onların sözüne kulak vermen kalpte şüphe doğurur, bu da (batılı) kabul etmek için kifayet eder (yeterlidir) ki neticede helak olursun!..

Kelam İlmi, Cedel, Tartışma ve Kıyas; Zındıklık, Bid'at, Heva ve Dalalet'in Kapılarıdır

Kelam ilmi, cedel, tartışma ve kıyas ortaya çıkmasaydı; zındıklık, bid'at, heva ve dalalet asla mevcut olmazdı çünkü bunlar bidat’in, şüphelerin ve zındıklığın kapılarıdır.

Din, Taklittir

Kendin için kaygılan, Allah'tan kork!.. Asara ve asar ehline tabi olman ve taklid etmen vaciptir, çünkü bu din yalnız taklittir (yani Nebi sallallahu aleyhi ve selleme ve ashabına rıdvanullah aleyhim ecmain!). Bizden öncekiler bizi şaşkın bırakmadılar onları taklid et ve rahat et! Asar ve asar ehlinden öteye (gidip) haddi aşma! Müteşabihlerde dur ve (onlara) hiçbir şeyi kıyas etme!

Bid'at Ehli’ni Reddetmekten Kaçınmak

Sendeki bir hileyle bid'at ehlini reddetmeye çalışma çünkü sana onlarla münasebetde sükut etmen emrolundu ve senin nefsine (tesir etmelerine) imkan verme! Bilmezmisin ki Muhammed ibni Sirin (ki onca) fazileti ile, ne bir meselede bid'at ehlinden birine cevap vermiş ne de ondan Allah’ın Kitabı’ndaki bir ayeti bile dinlememiştir. Ona bu yaptığı sorulduğunda demiş ki:

"Korkarım ki, ayeti tahrif eder ve kalbime bir şüphe düşer."

Muhammed ibni Sirin ibni Ebi Amr Ebu Bekir el-Ensari, Tabiin neslinin meşhur imamlarındandır. Buhari’nin Sahih’inde ellidokuz ve Müslim’in Sahih’inde ise seksendokuz hadisi vardır. Şeyhleri ve kendisinden hadis dinledikleri arasında, Enes ibni Malik (radiyallahu anh), Zeyd ibni Sabit (radiyallahu anh), Hasan ibni Ali ibni Ebu Talib (radiyallahu anhuma ecmain), Semire ibnin Cundeb (radiyallahu anh), İmran ibni Huseyn (radiyallahu anh), Mu’aviye ibni Süfyan (radiyallahu anhuma ecmain), Ebu Derda (radiyallahu anh), Ebu Sa’id el-Hudri (radiyallahu anh) ve Aişe bint Ebu Bekir (radiyallahu anha) gibi ashabın önde gelen şahsiyetleri ve bundan başka Tabiin neslinden diğer bazı önemli şahsiyetler bulunmaktadır. Kendisinden hadis nakledenler arasında da Abdullah ibni Avn ibni Arteban, Yunus ibni Ubeyd ibni Dinar, Cerir ibni Hazim ibni Zeyd, Eyyub el-Sahtiyani, Katade, Malik ibni Dinar, Evzai, gibi alimler bulunmaktadır. 110H yılında 76 yaşında vefat etmiştir. (Zehebi, Siyer A’lem'un Nubela, 4/606-622; İbni Hacer, Takrib'ul Tehzib, 483; 693; Ebu Nu’aym, Hilyet’ul Evliya, 263-282; İbn’ul Cevzi, Sıfat’us Safve, 111, 241-248; Hatib el-Bağdadi, Tarihi Bağdad, 5/331; İbn’ul İmad, Şezerat’uz Zeheb, 1/138-139; İbni Halikan, Vefayat’ul Ayan, 111, 321-322; Safedi, el-Vafi bi’l Vefeyat, 111, 146; Tabakat’ul Huffaz; İbni Sa’d, Tabakat’ul Kubra)

Darbı Mesel olan: "Bu ilim dindir; dinini kimden aldığına dikkat et!.." (Müslim) ve "Biz isnaddan sormazdık (birisi bize bir hadis rivayet ettiğinde, kimden aldığını araştırmazdık); ne zaman ki fitne çıktı, o zaman isnaddan sormaya başladık." (Müslim) sözleri ona aittir.

Metinde geçmekte olan: "Muhammed ibni Sirin (ki onca) fazileti ile, ne bir meselede..." ifadesi diğer nüshada az bir farklılıkla şu şekilde geçmektedir: "Muhammed ibni Sirin (ki onca) fazileti ile beraber, ne bir meselede..."

Darimi (Sünen); Lalekai, Usul İ’tikad Ehl’is Sünne, 1/150-151 242; İbni Vadda el-Kurtubi, el-Bida ve’n Nehyu anha, 53; İbni Batta, el-İbane el-Kubra, 377

Bu hikmet dolu sözlerin benzerleri, imamlardan muhtelif yerlerde rivayet edilmiştir:

Hişam dedi ki: Hasan (el-Basri) ve Muhammed ibni Sirin’in her ikisi de dedi ki: "Heva ehli ile oturma, onlarla tartışma ve onlardan hiçbir şey dinleme!" (İbni Batta, el-İbane 395)

Abdullah ibn'ul Busri dedi ki: "Bizim yanımızda Sünnet; heva ehline reddiye yapmak değil, onlardan herhangi biri ile konuşmamaktır." (İbni Batta, el-İbane 478)

Ebu Kilabe dedi ki: "Heva ehli ile oturma, onlarla tartışma! Onların sapkınlıklarını kalbine koymalarından yada senin bildıklerinden şüpheye düşürmelerinden kendimi güvende hissetmiyorum." (İbni Batta, el-İbane 369)

Hadisi İnkar Edip Allah’ı Tazim ve Tenzih Ettiğini İddia Eden

Eğer bir adamın, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin asarını işittiğinde; "Biz Allah’ı tazim ediyoruz!.." dediğini işitirsen bil ki o Cehmi’dir. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin asarını reddetmek istiyor ve bu sözü ile Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin asarını reddediyor. O (Allah’ın) ruyeti hadisini ve (Allah’ın) nüzulu hadisini ve bundan başka hadisi işittiğinde Allah’ı "Tazim" ve "Tenzih" ettiğini iddia ediyor. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin asarını reddet miyormuş? Eğer derse ki: "Biz Allah’ın bir yerden başka bir yere nüzul etmeyecek kadar azametli olduğuna i’tikad ediyoruz!.." artık o, Allah’ı başkalarından daha iyi tanıdığını iddia etmiştir. Onlardan uzak ol!.. Çünkü avamdan insanların çoğu ve diğerleri onların halindedir ve insanları onlardan sakındır!..

Metinde geçmekte olan: "Eğer bir kimse sana bu kitaptaki bir mesele hakkında sorarsa..." cümlesindeki "kitap" lafzı diğper nüshada "bab" olarak geçmektedir: "Eğer bir kimse sana bu babtaki bir mesele hakkında sorarsa..."

Münazarada; Tartışma, Cedel, Üstün Gelme İsteği, Husumet (Düşmanlık) ve Gazaplanma Vardır

Eğer bir kimse sana bu kitaptaki1 bir mesele hakkında sorarsa, ve eğer bu söz ile o irşad olunmayı isterse onunla konuş/uyar ve doğru yolu göster. Eğer münazara etmek isterse; bundan sakın! Münazarada; tartışma, cedel, üstün gelme isteği, husumet (düşmanlık) ve gazaplanma vardır ve bunlar sana kati olarak yasaklanmıştır.

Metinde geçmekte olan: "Münazarada; tartışma, cedel, üstün gelme isteği, husumet (düşmanlık) ve gazaplanma vardır ve bunlar sana kati olarak yasaklanmıştır." ifadesi diğer nüshada şöyle geçmektedir: "Münazarada; tartışma, cedel, üstün gelme isteği, husumet (düşmanlık) ve gazaplanma vardır ve bunların hepsi yasaklanmıştır."

Her ikisinde; birlikte hak yoldan çıkmış olursunuz. Fakihlerimizden, alimlerimizden hiçbirinden onların münazara veya cedel yada husumet güderek rakabet etmesi konusunda bize herhangi bir nakil ulaşmamıştır.

Dinini Münazara Konusu Etme

Hasan (el-Basri) dedi ki: "Hikmetli adam hikmetini yaymak için ne münakaşa eder (çekişir) ne de kimseye yaltaklanır. Eğer (hikmeti) kabul olunursa Allah’a hamd eder, reddedilirse (yine) Allah’a hamd eder."

Birisi Hasan (el-Basri)’nin yanına geldi ve dedi ki: "Seninle din hakkında burada münazara edelim.  Hasan (ona) dedi ki: Ben, kendi dinimi biliyorum, eğer sen dinini yitirdiysen git de dinini (tartışma mevzusu edip) ara-bul!.."

Ebu Sa’id el-Hasan ibni Ebi’l Hasan el-Basri (110H). Tabiin döneminin büyük imamlarındandır. Ömer ibn'ul Hattab (radiyallahu anh)'ın halifeliği döneminde doğdu. Onu alıp Ömer ibn'ul Hattab'a götürdüler. Ömer (radiyallahu anh) da onun için dua etti. Buhari’nin Sahih’inde kırküç ve Müslim’in Sahih’inde ise otuzsekiz hadisi vardır.

Kendisinden ilim alıp hadis naklettiği sahabeler arasında Ubey ibni Ka’b (radiyallahu anh), Ömer ibn'ul Hattab (radiyallahu anh), Sevban (radiyallahu anh), Ammar ibni Yasir (radiyallahu anh), Ebu Hureyre (radiyallahu anh), Osman ibni Ebi'l As (radiyallahu anh), Osman ibni Affan (radiyallahu anh), Ali ibni Ebi Talib (radiyallahu anh), Ebu Musa el-Eşari (radiyallahu anh), Ebu Bekre (radiyallahu anh), İmran ibni Huseyn (radiyallahu anh), İbni Ömer (radiyallahu anhuma ecmain), İbni Abbas (radiyallahu anhuma ecmain), Abdullah ibni Amr ibn'ul As (radiyallahu anhuma ecmain), Mu’aviye ibni Ebu Süfyan (radiyallahu anhuma ecmain), Enes ibni Malik (radiyallahu anh), Cerir ibni Abdullah (radiyallahu anh) ve başkaları vardır. Hasan el-Basri’den ilim alan ve hadis nakleden talebeleri arasında meşhur imamlar da vardır: Eyyub el-Sahtiyani, Katade, Cerir ibni Hazim ibni Zeyd, Rebi, Sa’id ibni İyas, Şeyban, Abdullah ibni Avn el-Arteban, Ata ve Yunus ibni Ubeyd. 110H yılında vefat etmiştir. (Zehebi, Siyer A’lem'un Nubela, 4/563-588; İbni Hacer, Takrib'ul Tehzib, 160; İbn’ul Cevzi, Sıfat’us Safve, 500; İbni Kesir, en-Bidaye ve’n Nihaye, Hicretin Yüzonuncu Senesinde Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler)

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Ümmeti’ni Cedel Yapmaktan Nehyetti

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem evinin kapısının karşısında bir grup insanın konuştuğunu işitti. Onlardan biri şöyle dedi: "Allah böyle mi diyor? Bir başkası dedi ki: (Allah) böyle mi diyor? (Rasulullah evinden) gazapla çıktı ve dedi ki: Size bu mu emredildi? Allah’ın Kitab’ından bir kısmını diğeriyle çarpıştırmanız için mi ben size peygamber olarak gönderildim?!" Ahmed ibni Hanbel, Müsned; İbni Ebi Asım, es-Sünne, 406

Böylelikle cedel yapmalarını yasakladı.

İbni Ömer (radiyallahu anhuma ecmain) münazarayı sevmezdi ve Malik ibni Enes ile; ondan önce ve ondan sonra günümüze kadar yaşayan (alim) kişiler de (münazarayı sevmezdi). Allah’ın  sözü yarattıklarının sözünden daha büyüktür. Allah tebareke ve teala şöyle der:

"Allah'ın ayetleri konusunda inkar edenlerden başkası mücadele etmez." Ğafir (Mü'min) 40/4

Bir adam Ömer (radiyallahu anh)’a sordu: "Yumuşacık çekip alanlara!.." en-Naziat 79/2 ne demektir? (Ömer ibn'ul Hattab) şöyle dedi: Eğer başın traşlı olsaydı boynunu vurmuştum!.."

Ömer ibn'ul Hattab (radiyallahu anh)’a bu soruyu yönelten kişi Sabiğ ibni Useyl’dir. İbni Teymiyye, hadisin Sahih olduğunu belirtir. (es-Sarim'ul Meslul, 2/356-357)

Sabiğ, Ömer ibn'ul Hattab (radiyallahu anh)’ın halifeliği döneminde Medine’ye gelmiş ve Kur’an’ın müteşabihleri hakkında sorular sormaya başlamış. Bir rivayete göre önce Mısır’a gitmiş ve orada müteşabihler hakkında kafa karıştırıcı sözler etmesi sebebiyle Amr ibni As (radiyallahu anh) tarafından Medine’ye gönderilmiştir. (Kenz'ul Ummal, 1/228)

Şatıbi’nin nakline göre Sabiğ yanında Allah'ın Kitabı ile (Kabe’yi) tavaf ediyor, bir taraftan da şöyle diyordu: "Kim (Kur'anı) anlamak isterse Allah ona anlayış verir. Her kim de öğrenme isteği içinde olursa Allah ona ilim verir." (Şatıbi, el-İ’tisam, 2/71) Şatibi yine şöyle demiştir:

"İbni Vehb (bu mesele hakkında) İmam Malik'in şöyle dediğini ifade etmiştir: Ömer (radiyallahu anh), Sabiğ'in Kur’an hakkında birtakım sorular sorduğu kendisine ulaştığında onu dövmüştür." (Şatıbi, el-İ’tisam, 2/71) Şatibi şöyle de demiştir:

"Bu dövme olayı, ancak uygulama yapılacak (amel edilecek) bir şeyle ilgisi olmayan hususların sorulmasından dolayı olmuştur. Belki onun en-Naziat suresi 3. ayetindeki "Sabihat", Mürselat suresi 1. ayetindeki "Mürselat," ve buna benzer şeyleri sorduğu (sağda-solda) anlatılmıştır." (Şatıbi, el-İ’tisam, 2/71-72)

Berbehari’nin ve başkalarının belirttiği üzere Sabiğ: "Yumuşacık çekip alanlara!.." (en-Naziat 79/2) ayetinin manasını sormuştu. (Lalekai, Usul İ’tikad Ehl’is Sünne, 2/701-702 1136; İbni Teymiyye, es-Sarim'ul Meslul, 2/356-357)

Ömer ibn'ul Hattab (radiyallahu anh) hurma sapından sopalar hazırlamış ve onu huzuruna davet etmiştir. Adam gelir gelmez ismini sormuş, Sabiğ ona “Abdullah ibni Sabiğ” cevabını verince Ömer ibn'ul Hattab (radiyallahu anh) da ona; “ben de Abdullah (Allah’ın kulu) Ömer’im” demiş ve adamı dövmeye başlamıştır. (İbni Teymiyye, es-Sarim'ul Meslul, 2/356-357) Adamı dövmüş bir mühlet beklemiş ve tekrar tekrar (iki-üç defa) dövmüştür. Sabiğ’in kafasına, ta ki Sabiğ: "Yeter ya Emir'el Mü’mi’nin kafamdaki şüpheler dağıldı!" deyinceye kadar vurmuş. Daha sonra onu Basra’ya sürgün etmiş ve Basra emiri olan Ebu Musa el-Eş’ari (radiyallahu anh)’a bir mektup yazarak onu gözetim altında tutmasını ve Müslümanlardan hiç kimsenin onunla konuşmamasını emretmiştir. Bir yıl sonra Sabiğ pişmanlığını ifade edince Ömer ibn'ul Hattab (radiyallahu anh) onun yakasını bırakmıştır.

Bu olay, Süleyman ibni Yesar’dan o da Abdullah ibni Ömer (radiyallahu anhuma ecmain)’in azatlı kölesi Nafi'den nakletmek suretiyle Darimi tarafından nakledilmiştir. Kenz'ul Ummal (1/228)’da ve ayrıca İbni Asakir (Tarih, 23/412) tarafından da rivayet edilmiştir. Suyuti, el-İtkan (3/7-8) isimli eserinde bu olaya yer vermiştir. Sabiğ o döneme kadar kavminin efendisiyken, bu olaydan sonra hiç kimse onunla konuşmamıştır. (el-İsabe, 2/198) Ebu Musa (radiyallahu anh), Ömer (radiyallahu anh)’a Sabiğ'in davranışının düzeldiğini yazdı ve Ömer (radiyallahu anh) insanların onunla bir arada oturmasına izin verdi. (Şatıbi, el-İ’tisam, 2/72)

İmam Şatıbi, Malik ibni Enes kanalıyla bu olayı nakletmiş ve şöyle demiştir: "Bu dövme olayı, ancak uygulama yapılacak (amel edilecek) bir şeyle ilgisi olmayan hususların sorulmasından dolayı olmuştur. Belki onun en-Naziat suresi 3. ayetindeki "Sabihat", Mürselat suresi 1. ayetindeki "Mürselat," ve buna benzer şeyleri sorduğu (sağda-solda) anlatılmıştır. Dövme (cezası) ancak Tenzihen Mekruh olmanın üzerinde bir suç işleme durumunda olur. Çünkü hiçbir müslümanın kanı ve ırzı Tenzihen Mekruh olan bir iş işleme durumunda Mubah görülemez. Ömer (radiyallahu anh)’ın onu dövmesi dinde bir icad yapılıp, bunun da amel edilecek/işe yarayacak bir şeyle meşgul olunması korkusundandır. Ayrıca Ömer (radiyallahu anh) bu davranışın benzerlerine yol açmasından endişe ettiği için Sabiğ'i cezalandırmıştır. Böylece Kur’an’daki müteşabihatın araştırılması yolunun önünü kesmek için bu uygulamaya başvurmuştur. (...) Sabiğ olayının benzeri, pekçok örnekler vardır. Bu örnekler gösteriyorki insanlara göre önemsiz/basit görülen bid’at aslında basit birşey değildir." (Şatıbi, el-İ’tisam, 2/71-72)

Muvatta’da geçen bir başka rivayette, Abdullah ibni Abbas (radiyallahu anh)’a adamın biri ganimetler hakkında soru sormuş. Adama cevab vermesine karşın adam ısrarla sorular sormaya devam etmiş ve en son "Enfal nedir?" diye sormuş. Bunun üzerine, İbni Abbas (radiyallahu anhuma ecmain) adama Sabiğ’in kıssasını hatırlatmak suretiyle bu tarz sorular sormaya devam etmesi durumunda başına geleceklere işaret etmiştir.

Emir'el Mü’minin Ömer ibn'ul Hattab (radiyalalhu anh) böylelikle dini ve akılları; şüphecilerin şüphelerinden korumuştur. Ömer ibn'ul Hattab (radiyalalhu anh) bu dini; sarhoş edici içki mübtelalarından koruduğu gibi, dini şüphecilik ile ve sorularıyla yıkma girişiminde bulunan kimselerden de –Allah’ın izniyle- korumuştur. Şüphe yok ki bu ikincisi, toplumda ve dinde daha büyük bir fesada yolaçacak, olumsuz etkileri daha çok ve daha yıkıcı olacaktır. O; ferasetiyle ve yüksek anlayışıyla doğru ile yanlışı biribirinden ayırdeden Faruk'tu (radiyallahu anh).

Nebi sallallahu aleyhi ve sellem şöyle demiştir: "Mü’min münakaşa etmez ve ben Kıyamet Günü’nde münakaşa edene şefaat etmeyeceğim. Hayrının azlığına göre, münakaşa edeni terk edin!.." Taberani, el-Mu’cem'ul Kebir, 8/152; 7659; İbni Hibban, el-Mecruhin, 2/225-226; İbni Asakir, Tarih, 33/367-368

Sünnet Ehli, Sünnet’in Özelliklerinin Tümünü Birarada Barındırandır

Bir kimsede; Sünnet’in özelliklerinin birarada olduğunu bilmediği takdirde müslüman bir zatın o kişi hakında "filan Sünnet Ehli’dir" demesi helal değildir. Sünnet’in (bütün) hepsi onda birarada olmadığı müddetçe ona "Sünnet Ehli’dir" denilmez.

Yetmişiki Bid'at Fırkası’nın Kökü Dört Bi’dattir

Abdullah ibni Mübarek dedi ki: "Yetmişiki bid'at (fırkasın)ın aslını (kökünü) dört bid'at teşkil eder; böylelikle bu dört bid'attan, bu yetmişiki bid'at ayrılmıştır. (Bu dört bid'at) Kaderilik, Mürcielik, Şialık ve Haricilik’tir."

Şialık Bid'atinden Kurtulmanın Yolu

Her kim Ebu Bekir (radiyallahu anh)’ı, Ömer (radiyallahu anh)’ı, Osman (radiyallahu anh)’ı Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin (diğer) sahabelerine takdim ederse (üstün tutarsa) ve diğerleri hakkında yalnız hayır söz söylerse ve onlara dua ederse, Şialık’tan -başından ve sonundan (tamamen)- kurtulmuştur.

Mürcielik Bid'atinden Kurtulmanın Yolu

Her kim de: "İman; söz ve ameldir, artar ve eksilir" derse İrca’dan -başından ve sonundan tamamen- kurtulmuştur.

Haricilik Bid'atinden Kurtulmanın Yolu

Herkim: "Her birr (iyi) ve facirin arkasında namaz caizdir ve her halife ile cihad vardır" derse, kılıç ile sultana karşı çıkmayı caiz görmez ve onların salahı (ıslah olmaları) için dua ederse, Haricilerin görüşlerinden -başından ve sonundan (tamamen)- kurtulmuştur.

Kaderilik Bid'atinden Kurtulmanın Yolu

Tamamıyla; Hayrı ve Şerri ile Kader’in Allah’dan3 olduğunu, Allah’ın dilediğini saptırdığını ve dilediğini doğru yola yönelttiğini söyleyen kimse Kaderiler'in görüşünden -başından ve sonundan (tamamen)- kurtulmuş olur ve o kişi Sünnet sahib’dir.

Şia Bid'ati

Uydurulmuş bir bid'at var ki, Azametli Allah’a karşı küfürdür, onu söyleyen (i’tikad eden) herkes kafirdir ve bunda hiçbir şüphe yoktur: Ric’at’a inanan ve Ali ibn Ebi Talib (radiyallahu anh)’ın diri olduğunu, Kıyamet Günü’nden önce onun, Muhammed ibni Ali, Ca’fer ibni Muhammed ve Musa ibni Ca’fer’in döneceğini söyleyen, (12 İmam olarak tanıttıkları) imamlar hakkında konuşan, onların gaybi bildiklerini söyleyen kişilerden uzak dur çünkü onlar Azametli Allah’a karşı kafirdirler ve bu sözü söyleyen de (Kafir’dir).

Şia inançları arasında yeralan Ric’at (hayata yeniden dönme), daha önceden yaşamış ve ölmüş olan bazı kişilerin Kıyamet’e yakın bir zamanda yeniden dünyaya döneceklerine dair bir inançtır. Temeli; ahiretten önce dünyada mü’minlerin ve Allah’ın düşmanları olan (!) Ebu Bekir ve Ömer ibn'ul Hattab gibi ashabdan ve sonraki dönemlerdeki Ehli Sünnet ulemasından, zalim (!) ve müfsitlerden (!) intikam almaları için Allah’ın bazı mü’minlerle zalimleri dirilteceği inancına dayanmaktadır. Bu konuda, mezheplerince Sahih saydıkları birtakım uydurma rivayetler ve konuyla alakasız bazı ayetleri (el-Bakara 2/259; el-Bakara 2/243; el-Bakara 2/56; el-Kehf 18/47; el-Kehf 18/12; en-Neml 27/83; Ğafir 40/11) delil olarak ileri sürmüşlerdir. Cahil ve azgınların şerrinden ve bu iddiaların tümünden Allah'a sığınılır.

Tu’ma ibni6 ve Süfyan ibni Uyeyne dediler ki: "Herkim Ali (radiyallahu anh) ile Osman (radiyallahu anh), da (aralarındaki üstünlük meselesinde) duraksarsa o Şii’dir, adil sayılmaz. Onunla ne konuşulur ne de oturulur. Ali (radiyallahu anh)’ı Osman (radiyallahu anh)’dan üstün tutan ise Rafızi’dir, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin ashabının (Osman’ın Ali’den üstün olduğu hususundaki) emrini8 terketmiştir."

Ehli Sünnet genel manada Osman (radiyallahu anh)’ın Ali (radiyallahu anh)’a takdim edileceği ve onun daha hayırlı ve üstün olduğu görüşündedir. Ancak ulema arasında bu hususta duraksayanlar olduğu gibi Ali (radiyallahu anh)’ın daha hayırlı olduğu hususunda görüş bildirenler vardır. Sırf bu şekilde görüş bildirdiği için hiç kimse Bid'atçi sayılmamış ve ne de adalet vasfını yitirmemiştir.

İbni Hacer, İbrahim ibni Abd’il Aziz ibni Dahhak’tan bahsederken şöyle demiştir: "Ebu’ş Şeyh ve sonra Ebu Nu’aym şunu naklettiler. O (İbrahim ibni Abd’il Aziz ibni Dahhak) hadis rivayet etmek için oturdu faziletler hakkında kitabını hazırladı. Ebu Bekir (radiyallahu anh) sonra da Ömer ibn'ul Hattab (radiyallahu anh)’ın faziletlerini dikte etti ve sonra dedi ki: Osman (radiyallahu anh) ile mi yoksa Ali (radiyallahu anh) ile mi başlayalım? Dediler ki: "Bu Rafızi’dir!.." ve onun hadisini terk ettiler. (İbni Hacer dedi ki) Derim ki: Bu apaçık zulümdür. Çünkü bu, Ehl'is Sünnet’ten bir grup alimin mezhebidir. Bununla, o ikisini (Osman ibni Affan ile Ali ibni Ebi Talib) kasdediyorum. Cumhur ulema, Osman (radiyallahu anh)’ı öne geçirseler de, Ehl’is Sünnet’ten bir grup alim, Ali (radiyallahu anh)’ı Osman (radiyallahu anh)’ın (faziletde) önüne geçirirlerdi. Onlar arasında Süfyan es-Sevri ve İbi Huzeyme yeralır." (İbni Hacer, Lisan’ul Mizan, 1/314)

Şeyh’ul İslam ve Hafız Ebu Muhammed Süfyan İbni Uyeyne 107H-198H

Şeyh’ul İslam ve Hafız Ebu Muhammed Süfyan İbni Uyeyne İbni Ebi İmran Meymun Ebu Muhammed el-Hilali, el-Kufi ve sonraları el-Mekki’dir. Künyesi Ebu Muhammed’dir. Lakabı İbni Uyeyne’dir. Bazıları da onu Hilal oğullarının mevlası (azadlısı) olmasına nisbet ederek Ebu Muhammed el-Hilali lakabı ile çağırmışlardır.

Abd'ur Rahman ibni Bişr, Süfyan’ın küçük yaşta hadis rivayet etmeye başladığı konusunda: “Zühri'den hadis rivayet edenler arasında Süfyan’dan daha küçük yaşta olan birisini görmedim.” (Buhari, Tarih, 4/94) derken, Ebu Gassan’ın: “Süfyan’ın, on altı yaşında iken Amr ibni Dinar’dan hadis almaya başladığını, on dokuz yaşında iken de Amr’ın vefat ettiğini, bana söyledi.” (Bağdadi, Tarih Bağdat, 9/174-178) dediği belirtilmektedir. (Süfyan bin Uyeyne ve Hadis Cüz’ü)

Süfyan ibni Uyeyne’nin güvenilirliği konusunda muhaddislerin müttefik olduğu ve onu saduk, imam, alim, sebt, huccet, zahid ve sika gibi tadil lafızlarıyla tezkiye ettikleri görülmektedir. (Süfyan bin Uyeyne ve Hadis Cüz’ü) Hakim, beldelere tahsis edilen Esahh’ul Esanid (en sağlam isnadlar) arasında, Mekke isnadına onun isminin yer aldığı isnada yer vermiş (Hakim, Ma’rifet'ul Ulum’il Hadis, 55) ve yine aynı şekilde, hadis rivayetindeki en sahih senedlerde Süfyan'ı ana rükün olarak kabul etmişdir. (Hakim, Ma’rifet'ul Ulum’il Hadis, 53-55)

Hicri 107 yılında Kufe’de doğmuş ve doksanbir yıl yaşamıştır. Hicri 198 yılının Receb Ayı’nın başlarında (yahut Cemaziy'el Evvel Ayı’nın son günü) vefat etmiştir. (Tehzib'ut Tedhib, 2/357; Siyer A’lam'un Nubela, 8/454; Siyer A’lam'un Nubela, 8/474; İbni Kesir, el-Bidaye ve'n Nihaye, 10/412-413, Hicretin Yüzdoksansekizinci Senesi; Şezerat'uz Zeheb, 1/354-355; Sıfat’us Safve, 2/234)

Süfyan ibni Uyeyne tabiin neslinde seksen kişiye yetişti. Amr ibni Dinar, İbni Munkedir, Ebu Ha’zim, Eyyub, Ziyad ibni İlaka ve Zuhri gibi alimlerden hadis dinlemiştir. Hocaları arasında A’meş, İbni Cureyc ve Şu’be, Hişam ibni Urve, Eyyub el-Sahtiyani, Zeyd ibni Eslem, Ebu Hazim, Tavus, Zuhri, Alkame gibi kimseler vardır. Bunlardan hadis dinleyip nakletmiştir. A’meş, İbni Cüreyc, Şu'be, Süfyan es-Sevri ve Mis'ar onun hocaları olmalarına karşın ondan hadis nakletmiştir. Ondan hadis dinleyerek nakleden kimseler arasında İmam Şafii, İbn’ul Mübarek, Evzai, Veki ibn’ul Cerrah, el-Feryabi, Abd’ur Rezzak, Yahya ibni Ma’in, Ali ibni Medini, İshak ibni Rahaveyh, Ebi Şeybe, Nafi ve Ahmed ibni Hanbel gibi pekçok alim vardır. (İbni Hacer, Tehzib'ut Tehzib, 4/105; Şezerat'uz Zeheb, 1/354-355; Sıfat’us Safve, 2/234)

Süfyan’ın, günümüze ulaşan ya da ulaşmayan, şu eserlerin sahibi olduğu belirtilmektedirler: Kitab’ut Tefsir; el-Cami fi’l Hadis; Cevabat’ul Kur'an; Ecza fi’l Hadis; el-Avali; Hadis; Musannef; Cüz’ü Süfyan ibni Uyeyne.

Hulefai Raşidin ve Ashab Hakkında Doğru Yol

Onları (Raşid Halifeleri), hepsinden üstün tutan, diğerlerine rahmet okuyan, onların hataları hakkında susan bir kimse bu meselede doğru yol ve hidayet üzerinedir.

Aşerei Mübeşşere

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin cennet ile (cennetlik olduklarına dair) şahitlik ettiği on kişinin şeksiz (şüphesiz) cennet ehlinden olduklarına (cennete gireceklerine) dair şahitlik etmek Sünnet’tendir.

"Aşerei Mübeşşere" terimi, henüz yaşamakta oldukları dönemde cennet ile müjdelenmiş on sahabeyi ifade etmek üzere kullanılan bir terimdir. Aynı manada olmak üzere "el-Aşeret’il Mubeşşirune bi’l Cenne" ve ayrıca "el-Mubeşşirun bi'l Cenne" kavramları da kullanılmaktadır. Yaşarken cennet ile müjdelenen on sahabe şunlardır:

Ebu Bekir (radiyallahu anh), Ömer ibn'ul Hattab (radiyallahu anh), Osman ibni Affan (radiyallahu anh), Ali ibni Ebu Talib (radiyallahu anh), Talha ibni Ubeydullah (radiyallahu anh), Zübeyr ibni Avvam (radiyallahu anh), Abd’ur Rahman ibni Avf (radiyallahu anh), Sa'd ibni Ebi Vakkas (radiyallahu anh), Sa’id ibni Zeyd (radiyallahu anh) ve Ebu Ubeyde ibni Cerrah (radiyallahu anh).

Sa’id ibni Zeyd (radiyallahu anh) dedi ki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in şöyle söylediğini işittim: "Ebu Bekir cennetliktir, Ömer cennetliktir, Osman cennetliktir, Ali cennetliktir, Talha cennetliktir, Zübeyr cennetliktir, Sa'd İbni Malik cennetliktir, Abd’ur Rahman İbni Avf cennetliktir, Ebu Ubeyde İbn'ul Cerrah cennetliktir. (Ravi der ki: Zeyd) onuncu da sükut etti. Dinleyenler: Onuncu kim? diye sordular. (Bu taleb üzerine): Sa’id İbni Zeyd! dedi. Yani bu, kendisi idi. Zeyd sonra ilave etti: Allah'a yemin ederim. Onlardan birinin Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile birlikte yüzü tozlanacak kadar bulunuvermesi, sizden birinin ömür boyu çalışmasından daha hayırlıdır, hatta ömrü, Nuh (aleyhi selam)'ın ömrü kadar uzun olsa bile!.." (Ebu Davud)

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den Başkasına Salat Getirmemek

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ve ala alihiden başka hiç kimseyi salatta hususileştirme!

Osman (radiyallahu anh) Mazlum, Onu Öldüren Zalimdir

Bil ki; Osman ibni Affan (radiyallahu anh) mazlum olarak öldürüldü ve onu öldüren zalimdi.

Ehli Sünnet İ’tikad’ından Sapan Bid'at Sahibidir

Herkim bu kitaptakileri ikrar eder, onlara iman eder, onları kendine imam edinirse ve ondan bir harfte bile şüphe etmezse, ondan tek bir harfi bile inkar etmezse o; Sünnet ve Cema'at Ehli’dir, kamildir onda Sünnet tamamlanmıştır. Kim bu kitaptan bir harfi inkar ederse veya şüphe ederse veya (bu kitabı tasdik etmekte) duraksar/çekinirse o da heva sahibidir.

Herkim Kur’an’dan bir harfi inkar eder veya ondan şüphe ederse veya Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemden gelen birşeyi (inkar eder veya ondan şüphe ederse), Allah Te'ala ile (Hesap Günü'nde), yalanlayan bir kimse olarak karşılaşır. Ona göre, Allah’tan kork, ihtiyatlı ol ve imanından razı ol!

Allah’a Karşı İsyanda Yardım Etmemek Sünnet’tendir

Hiç kimseye -ne hayır sahibine ne de mahlukatın (yaratılmışların) hiçbirine- Allah’a karşı masiyette (isyanda) itaat etmemek Sünnet'tendir. Allah'a masiyette beşere itaat yoktur. Onlar sevilmez, bunların tümünden Allah Tebareke ve Te'ala içi nefret et!..

Tevbe Kullar Üzerine Farzdır

Büyük olsun küçük olsun bütün günahlardan tevbe etmenin kullar üzerine farz olduğuna iman (etmek gerekir).

Aşerei Mübeşşere’nin Cennet’e Gireceğine Şahitlik Etmeyen Bid'at ve Dalalet Sahibi’dir

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin cennet ile (cennetlik olduklarına dair) şahitlik ettiği bir kimse için (onun cennete gireceğine dair) şahitlik etmeyen kişi bid'at ve dalalet sahibidir ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin sözünde şek eden biridir.

Sünnet’e Bağlı Olanın Ameli Kusurlu Olsa da, Ahirette Kurtuluşa Erer

Malik ibni Enes dedi ki: "Kim Sünnet’e bağlı olur ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin ashabı onun (dilinden) selamette olursa, sonra (bu hal üzere) ölürse, onun amelinde kusur bile olsa (ahirette) nebiler, sıddıklar, şehitler ve salihler ile birlikte olur."

Metinde geçen: "...sonra (bu hal üzere) ölürse, onun amelinde kusur bile olsa (ahirette) nebiler, sıddıklar, şehitler ve salihler ile birlikte olur." ifadesi diğer nüshada şöyle geçmektedir: "...sonra (bu hal üzere) ölürse, amelde kusurlu olsa bile (ahirette) nebiler, sıddıklar, şehitler ve salihler ile birlikte olur."

İslam Sünnet’tir ve Sünnet de İslam’dır

Diğer nüshada -daha önce de belirtmiş olduğumuz üzere- bu sözü Bişr ibn'ul Haris'in söylediği belirtilmektedir.

Bişr ibn'ul Haris ibni Abd’ur Rahman ibni Ata ibni Hilal ibni Mahan ibni Abdullah el-Mervezi, Eb’un Nasr. Yalınayak gezdiği için Hafi (Bişr el-Hafi) ismiyle tanınır büyük zahid ve takva ehlindendir. 150H yılında Bağdat’ta doğdu. Malik ibni Enes, Şerik ibni Abdullah, Hammad ibni Zeyd, İbni Mehdi, Ebu Bekir ibni Ayyaş, Fudeyl ibni İyad ve Abdullah ibni Mübarek gibi meşhur muhaddislerden hadis öğrenmiştir. Talebeleri ve kendisinden hadis rivayet edenler arasında Ahmed ibni Hanbel, Ebu Hayseme, Abbas ibni Abd’ul Azim, Zuheyr ibni Harb, Ahmed ed-Devraki Muhammed ibni Hatim, Sırri es-Sakati ve İbrahim el-Harbi gibi alimler bulunmaktadır. Bişr şöyle demiştir: "Dünyayı seven kimse zillete hazırlansın." 227H yılında vefat etmiştir. Vefat ettiğinde, yediden yetmişe bütün Bağdat halkı cenazesine katılmıştı. Sabah namazından sonra defnedilmiş, ama ancak yatsı namazından sonra mezarına yerleştirilebilmişti. Ali ibn'ul Medaini ve diğer hadis imamları onun cenaze töreninde yüksek sesle: "Vallahi bu, ahiret şerefinden önceki dünya şerefidir." diye söylemişlerdi. Ölüm haberini duyduğu gün İmam Ahmed ibni Hanbel, onun hakkında şöyle demiştir: "Kendisinden sonra kendisi gibi birini bırakmadı." Rivayet olunduğuna göre cinler, onun yaşamış olduğu evde ona ağıt yakmışlardı. Vefatından sonra adamın biri onu rüyasında görmüş ve ona şöyle sormuştu: Allah sana nasıl muamele etti? (Bişr ona şöyle karşılık vermiştir:) Beni ve Kıyamet Günü’ne kadar beni sevecek olan herkesi affetti. (İbni Halikan, Vefayat’ul Ayan, 1/112; İbni Kesir, el-Bidaye ve’n Nihaye, Hicretin İkiyüzyirmiyedinci Senesi; Ebu Nu’aym, Hilyet’ul Evliya, 8/336-340; İbn’ul Cevzi, Sıfat’us Safve, 2/214-327; 2/331-335; Tehzib’ut Tehzib, 1/444; İbnu İmad, Şezerat’uz Zeheb, 2/60-62; Bağdadi, Tarihi Bağdad, 7/67-80; Zehebi, Siyeru A’lamu'n Nubela, 10/469-473)

ve dedi ki: "İslam Sünnet’tir ve Sünnet de İslam’dır." İbni Ebi Ya’la, Tabakat’ul Hanabile, 2/41

Diğer nüshada takdim ve tehir olup, metinde geçmekte olan: "İslam Sünnet’tir ve Sünnet de İslam’dır." ifadesi diğer nüshada şöyle geçmektedir: "Sünnet İslam'dır ve İslam da Sünnet'tir."

Sünnet Ehli Ashab Gibidir; Bid'at Ehli Münafıklar Gibidir

Fudeyl ibni İyad dedi ki: "Sünnet Ehli’nden bir kişiyi gördüğümde sanki Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin ashabından bir kişiyi; bid'at ehlinden bir kişiyi gördüğümde ise sanki münafıklardan birini görürüm."

Bu sözün benzeri İmam Şafii'den nakledimiştir, İmam Şafii (rahimehullah) dedi ki: "Ben, hadis ashabından bir adamı gördüğüm zaman sanki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in ashabından birisini görmüş gibi oluyorum." (Hatib; Şerafu Ashab’il Hadis)

Sünnetin ve Sünnet Ehli’nin Garipliği

Yunus ibni Ubeyd dedi ki: "Bu gün Sünnet’e davet edenin haline şaşılır, ondan daha şaşılası ise Sünnet’e davet edilip onu kabul edendir." İbni Receb el-Hanbeli, Keşf'ul Kurbe fi Vasfi Hali Ehl'il Gurbe; Ebu Nu’aym, el-Hilyet’ul Evliya, 3/21; Lalekai, İ’tikad Ehl'is Sünne, 1/57-58 21-23; Mizzi, Tehzib'ul Kemal, 32/527

Metinde geçmekte olan: "Bu gün Sünnet’e davet edenin haline şaşılır, ondan daha şaşılası ise Sünnet’e davet edilip edip onu kabul edendir." ifadesi diğer nüshada şöyle geçmektedir: "Bu gün Sünnet’e davet edenin haline şaşılır, ondan daha şaşılası ise Sünnet’e icabet edendir."

Ulema Ölüm Döşeğinde "Sünnet'e İttiba Edin!" Deyip "Bidatten Uzak Durun!" Derdi

İbni Avn ölüm döşeğinde ölene kadar: "Sünnet! Sünnet! Bid'atten uzak durun!.." deyip durdu.

Allah, Kulunu Sünnet’ten Sorgular

ve dedi ki: "Ashabımdan birisi öldü ve uykuda (rüyada) bana gösterildi ve dedi ki: Ebu Abdillah’a (İmam Ahmed ibni Hanbel) söyleyin: Sünnet’e sarıl! Bana ilk sorulan ne idi? Allah bana ilk Sünnet'ten sordu."

İmam Ahmed ibni Hanbel (rahimehullah)'dan nakledilen bu söz: "Ashabımdan birisi öldü ve uykuda (rüyada) bana gösterildi ve dedi ki: Ebu Abdillah’a (İmam Ahmed ibni Hanbel) söyleyin: Sünnet’e sarıl! Bana ilk sorulan ne idi? Allah bana ilk Sünnet'ten sordu." diğer nüshada az bir farkla şöyle ifade edilmiştir: "Ashabımdan bir adam öldü ve uykuda (rüyada) bana gösterildi ve dedi ki: Ebu Abdillah’a (İmam Ahmed ibni Hanbel) söyleyin: Sünnet’e sarıl! Aziz ve Celil olan Rabbim bana ilk Sünnet'ten sordu."

Sünnet Üzere Ölen Sıddık’tır!..

Ebu’l Aliye dedi ki: "Kim mestur olarak Sünnet üzerinde ölürse o, Sıddık’tır."

Rafi ibni Mihran Ebu’l Aliye er-Riyahi büyük bir imam, Kur’an muallimi, hafız, kıraat ve tefsir alimidir. Sahihi Müslim’de bir hadisi bulunmaktadır. Ashabın önde gelen şahsiyetlerinden bir gruptan hadis dinlemiştir: Ali ibni Ebi Talib (radiyallahu anh), İbni Me’sud (radiyallahu anh), Ebu Eyyub el-Ensari (radiyallahu anh), Huzeyfe ibni Yeman (radiyallahu anh), Ebu Zer el-Gıfari (radiyallahu anh), Ebu Musa el-Eşari (radiyallahu anh), Ubey ibni Ka’b (radiyallahu anh), İbni Abbas (radiyallahu anhuma ecmain), İbni Ömer (radiyallahu anhuma ecmain), Ebu Hureyre (radiyallahu anh), Enes bin Malik (radiyallahu anh) ve mü’minlerin annesi Ayşe bint Ebi Bekir (radiyallahu anha). Meşhur talebeleri arasında, Davud ibni Ebu Hind, İbni Sirin, Hafsa bint Sirin, Rebi ibni Enes ve Katade gibi alimler bulunmaktadır. Kıraat ilmini arz yoluyla Ubey ibn'ul Ka‘b (radiyallahu anh), Zeyd ibni Sabit (radiyallahu anh) ve Abdullah ibni Abbas (radiyallahu anhuma ecmain)’den öğrenmiştir. Şuayb ibni Habhab, Rebi ibni Enes, A’meş  gibi mühim şahsiyetler ondan kıraat ilmini öğrenmişlerdir. Kıraat-ı Seb’a imamlarından Ebu Amr ibni Ala da kıraat ilminde ondan istifade etmiştir. (İbni Hacer, Tehzib’ut Tehzib, 3/284-286; İbni Hacer, el-İsabe, 2/515; 7/297-298; Zehebi, Siyer A’lem'un Nubela, 4/207-213; Tezkiret’ul Huffaz, 1/58; Mizan’ul İ’tidal, 2/54; Takrib'ut Tehzib, 210;653; İbni Sa’d, Tabakat’ul Kubra, 7/112; Ebu Nu’aym, Hilyet’ul Evliya, 2/217-224; İbn’ul Cevzi, Sıfat’us Safve, 485)

Sünnet’e Sarılmak Kurtuluştur!..

Şöyle denilmiştir: "Sünnet’e sarılmak kurtuluştur!.."

Diğer nüshada: "Şöyle denilmiştir..." kısmı olmaksızın geçmektedir.

Bu hikmetli sözlerin benzerleri büyük imamlardan nakledilmiştir. İmam Zühri’den şöyle dediği nakledilmiştir: "Geçmişte alimlerimiz şöyle derlerdi: Sünnet’e sarılmak kurtuluştur." (Darimi, Sünen; Ebu Nu’aym, Hilyet’ul Evliya, 3/369; Lalekai, İ’tikad Ehl'is Sünne, 1/94-95 136-137)

Bunun bir benzerini Ömer ibni Abd’ul Aziz bir hutbesinde söylemiştir: "Bildiğiniz gibi, Sünnet ehli şöyle derdi: Sünnet’e sarılmak kurtuluştur." (Ebu Nu’aym, Hilyet’ul Evliya, 5/346)

Bid'at Ehli Allah’ın Korumasından Çıkmıştır

Süfyan es-Sevri dedi ki: "Kim kulaklarını bid'at sahibine kabartırsa, Allah’ın korumasından çıkmıştır ve bid'atlere terkedilmiştir." Ebu Nu’aym, Hilyet’ul Evliya, 7/26, 34; İbni Batta, el-İbanet'ul Kubra, 444; Zehebi, Siyer A’lem'un Nubela, 7/162

Bu söz, Muhammed ibni Nadr el-Harisi’nin sözü olarak da nakledilmiştir. (Lalekai, İ’tikad Ehl'is Sünne, 1/125 252; İbn’ul Cevzi, Telbis’ul İblis, 1/128 52)

Bid'at Ehli İle Oturup Kalbine Onların Dedikleri Yapışanı, Allah Tekrar Tekrar Cehennem’e Atar

Davud ibni Ebi Hind dedi ki: "Allah Tebareke ve Te'ala, Musa ibni İmran (aleyhi selam)’a vahyetti (ki): Bid'at ehli ile oturma! Eğer onlarla oturursan ve onların dediklerinden birşey kalbine yapışırsa seni yüz üstü Cehennem ateşine atarım!.."

Davud ibni Ebi Hind el-Basri, meşhur hafız, fakih ve müftüdür. 140H yılında vefat etmiştir. (İbn’ul Cevzi, Muntazam, 1/981; İbn’ul Cevzi, Sıfat’us Safve, 529; İbni Kesir, el-Bidaye ve’n Nihaye, Hicretin Yüzkırkıncı Senesi; Tabakat’ul Kubra, 9/552)

Bu sözlerin benzerleri ayrıca Ata, Huseyf el-Cezeri ve Muhammed ibni Eslem’den de nakledilmiştir.

İbni Abbas (radiyallahu anhu anhuma ecmain) dedi ki: "Heva ehli ile oturmayın! Onların meclisleri kalplerde hastalığa sebebiyet verir." (el-İbane, 371)

İbrahim en-Neha’i şöyle dedi: "Heval ehli ile oturmayın! Onların meclisleri kalpdeki İman’ın nurunu giderir, yüzlerdeki güzelliği alır ve mü’minlerin kalplerindeki nefretin mirasına yolaçar." (el-İbane 375)

Müslim ibni Yesar dedi ki: "Bid'at ehlinden birisini dinleme kalbini, senin kalbinden çekip atamayacağın şeylerle doldurur." (el-İbane 436)

Fudeyl ibni İyad (rahimehullah)’ın Sünnet ve Bid'at Sahibi Hakkındaki Bazı Özlü Sözleri

Fudeyl ibni İyad (rahimehullah) dedi ki: "Bid'at sahibi ile oturana hikmet verilmez." Beyheki, Şuab’ul İman, 7/64; 9482; Ebu Nu’aym, el-Hilyet’ul Evliya, 8/103; Lalekai, İ’tikad Ehl'is Sünne, 4/638 1149

(Yine) Fudeyl ibni İyad dedi ki: "Bid'at sahibi ile oturma çünkü ben üzerine lanet ineceğinden korkarım!.." Beyheki, Şuab’ul İman, 7/63-64; İbni Asakir, Tarih; 48/398; İbni Batta, el-İbanet’ul Kubra, 441, 451; Lalekai, İ’tikad Ehl'is Sünne, 1/137 262

(Yine) Fudeyl ibni İyad dedi ki: "Bid'at sahibi’ni sevenin Allah, amellerini boşa çıkarır ve İslam’ın nurunu kalbinden çıkarır." Ebu Nu’aym, el-Hilyet’ul Evliya, 8/103; İbni Batta, el-İbanet’ul Kubra, 440; İmam Herevi, Zemm'ul Kelam, 4/167, 947; Lalekai, İ’tikad Ehl'is Sünne, 1/137 262; İbn’ul Cevzi, Telbis’ul İblis, 1/120 48

(Yine) Fudeyl ibni İyad dedi ki:  "Kim bid'at sahibi ile oturursa onu körlüğe varis eder!.." Ebu Nu’aym, el-Hilyet’ul Evliya, 8/103; Lalekai, İ’tikad Ehl'is Sünne, 1/138 264

Fudeyl ibni İyad (rahimehullah) bu manada olmak üzere şöyle de demiştir: “Bid’at sahibi kimseye dinin hususunda sakın güvenme, işlerinde onunla istişare etme. Onun yanında oturma, bid’at sahibi kimsenin yanına oturan bir kimsenin yüce Allah kalbini kör eder!..” (el-Lalekai, Şerhu Usuli İ’tikadi Ebl'is Sunneti ve’l Cema'a; İbni Batta, el-İbane)

Fudeyl ibni İyad dedi ki:"Bid'at sahibini bir yolda görürsen, sen o yoldan başkasına git!.." Ebu Nu’aym, el-Hilyet’ul Evliya, 8/103; İbni Batta, el-İbanet’ul Kubra, 493; İbn’ul Cevzi, Telbis’ul İblis; Beyheki, Şu’ab’ul İman, 7/65 9463; Lalekai, İ’tikad Ehl'is Sünne, 1/137, 259

Yahya ibni Ebi Kesir’den de bu söz nakledilmiştir.

Diğer nüshada burada aktarılan son iki hikmetli söz birbirine karışık vaziyette verilmiştir. Bilemiyorum asıl nüshada mı böyle geçiyor yoksa bir baskı hatası mı ancak nihayetinde elimdeki diğer nüshada bu cümleler şu şekilde verilmiş: "Kim bid'at ashabı ile oturursa bir yolda, sen o yoldan başkasına git!.."

Fudeyl ibni İyad dedi ki:"Kim bid'at sahibini tazim ederse, İslam’ın dağılmasına yardım etmiştir. Kim mubtedinin (bidat'çinin) yüzüne gülerse Aziz ve Celil olan Allah’ın Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme indirdiğini önemsiz-değersiz saymıştır. Kerime’sini bir bid'atçi adama (eş olarak) veren kimse ise onun neslini kesmiştir ve bir mübtedinin cenazesini izleyen ise oradan geri dönene kadar Allah’ın gazabında olmaya devam eder." Ebu Nu’aym, el-Hilyet’ul Evliya, 8/103; Lalekai, İ’tikad Ehl'is Sünne, 4/733 1358; İbn’ul Cevzi, Telbis’ul İblis, 1/122-124 49-50; Herevi, Zemm’ul Kelam, 172 953

Kerime, kendi kızının ismidir.

Bu manada İmam Malik ibni Enes de şöyle demiştir: "Bid’at ehli kimse nikahlanamaz, bid’at ehli kimseye kız verilmez ve onlara selam da verilmez." (İmam Malik, el-Müdevvenet’ul Kübra)

Fudeyl ibni İyad dedi ki: "Bir Yahudi ile ve bir Nasrani (Hristiyan) ile birlikte yemek yerim ama bir mübtedi ile yemek yemem. Benimle bid'at sahibi arasında demirden bir kalenin olmasını isterim." Ebu Nu’aym, el-Hilyet’ul Evliya, 8/103; ; Lalekai, İ’tikad Ehl'is Sünne, 4/638 1149; İbni Batta, el-İbanet’ul Kubra, 475

Fudeyl ibni İyad dedi ki: "Allah bir adamın, bir bid'at sahibinden nefret ettiğini bilirse; ameli az olsa bile onu bağışlar." Ebu Nu’aym, el-Hilyet’ul Evliya, 8/103; İbn’ul Cevzi, Telbis’ul İblis; İbni Asakir, Tarih, 45-199; Hatib, Tarih, 15/263; Şeyh’ul İslam İbni Teymiyye, Mecma'ul Feteva, 18/346

(Fudeyl ibni İyad şöyle dedi:)"Bid'at ehline yardım eden Sünnet sahibi, onun yalnız nifakını arttırır!.." Lalekai, İ’tikad Ehl'is Sünne; İbni Batta, el-İbanet’ul Kubra, 429

Bid'at Sahibi’ne Tavır Almanın Kişiye Kazandıracakları

Herkim bid'at sahibinden yüz çevirirse, Allah onun kalbini iman ile doldurur; Bid'at sahibini azarlayan kişiyi ise, Allah en dehşetli günde eminliğe çıkartır. Bid'at sahibini tahkir edeni ise Allah, cennette yüz derece yükseltir.

Bid'at Sahibi’ni Sevmemek

Allah için, hiçbir zaman bid'at sahibi’i sevme!..

oooŞerh'us Sünne Kitabı'nın Sonu ooo

KUR’AN’DAN ŞÜPHEYE DÜŞTÜKLERİ HUSUSLARDA ZINDIKLARA VE CEHMİYE’YE REDDİYE

Müellif: İmam Ahmed bin Hanbel (H. 164-241)

بسم الله الرحمن الرحيم


MUKADDİME
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla,
Bize Ebu Tahir el-Mübarek bin el-Mübarek bin el-Ma’tuş kitabında haber verdi ki Ebu’l-Ganaim Muhammed bin Ahmed bin Muhammed el-Muhtedi Billah onlara icazet
[1] yoluyla, Ebu’l-Kasım Abdu’l-Aziz bin Ali el-Ezci de onlara “Gulamu’l-Hallal” ünvanıyla tanınan Ebu Bekir Abdu’l-Aziz’den  icazet yoluyla bildirdi ve dedi ki bana Hızır bin el-Musenna Sinan dedi ki bize Abdullah bin Ahmed bin Hanbel rahimehullah haber verdi ve dedi ki: Bu (kitap), babamın –Allah ona rahmet etsin- Zındıklara[2] ve Cehmiye’ye, Kur’an’ın müteşabihleri ve tevilleri hakkında şüpheye düştükleri hususlara cevap olarak serdettiklerinden ibarettir.

Ahmed bin Hanbel -Allah ona rahmet etsin ve ondan razı olsun- dedi ki: Allah’a hamd olsun ki O, rasullerin arasının kesildiği her fetret döneminde ilim ehlinden arta kalan kimseler bırakmıştır ki onlar sapmış olanları hidayete çağırmışlar ve onlardan gelen eziyetlere sabretmişler, (manen) ölmüş halde bulunan kimseleri Allahın kitabıyla ihya etmişler, körleri Allahın nuruyla basiretlendirmişler ve böylece iblisin öldürdüğü nice kimseler hayat bulmuş, nice yolunu şaşırıp sapmış kimseler hidayete kavuşmuştur. O ilim ehlinin insanların üzerinde bırakmış oldukları etki ne kadar güzelse insanların o ilim ehline verdikleri tepki o denli kötü olmuştur. Onlar aşırı gidenlerin tahriflerinden, batıl ehlinin sokuşturmalarından ve cahillerin te’villerinden Allah'ın kitabını arındırırlar. O cahiller ki bidat sancaklarını açmışlar, fitnenin dizginlerini serbest bırakmışlardır. Öyle ki onlar kitapta (Kur’an) ihtilafa düşmüşler, kitapla ihtilafa düşmüşler ama kitaptan ayrılma konusunda ittifak etmişlerdir. Onlar Allah’a karşı, Allah hakkında ve Allah'ın kitabı hakkında bilgisizce sözler sarf ederler; Allah’ın kelamından müteşabih olanlar hakkında konuşup şüpheye düşürerek cahil insanları aldatırlar. Saptırıcıların fitnesinden Allah’a sığınırız.

ZINDIKLARA REDDİYE
Kur’an ayetlerinin birbiriyle çeliştiğini iddia eden zındıklara cevap

Birinci Mesele
Ahmed (rh.a); Allah Azze ve Celle’nin: “Şüphesiz ki ayetlerimizi inkar edenleri yakında ateşe atacağız. Derileri piştikçe azabı duysunlar diye, derilerini değiştirip yenileyeceğiz. Allah; Aziz, Hakim olandır.” (en-Nisa 4/56) kavli hakkında dedi ki:

Zındıklar derler ki: ‘Niçin onların isyankâr derileri yanıyor da yerine başka bir deri veriliyor? Allahu Teâlâ’nın “derilerini değiştirip yenileyeceğiz” kavlinden ancak şunu anlıyoruz ki Allah günahsız bir deriye azap edecektir.’ Böylece Kur’an hakkında şüpheye düştüler ve onda çelişkiler olduğunu iddia ettiler.
Derim ki: Şüphesiz Allahu Teâlâ’nın “derilerini başkasıyla değiştirip yenileyeceğiz” sözü “onların derileri” manasında değildir, bu bilakis şu manaya gelir: “onların derilerini başkasıyla değiştireceğiz, değişmiş ve yenilenmiş haliyle”; zira onların derileri piştikçe Allah onları yenileyecektir.
[3] İşte bu, Kuran’da ancak âlimlerin bilebileceği türden amm ve hass hususlar, farklı vecihler ve bahisler olmasından ileri gelir.

İkinci Mesele

Azze ve celle’nin şu kavline gelince: “Bu, (kâfirlerin) konuşamayacağı bir gündür. Onlara izin de verilmez ki özür beyan etsinler.” (Murselat 77/35)

Ve şu kavli: “Sonra siz muhakkak kıyamet gününde Rabbinizin huzurunda birbirinizden davacı olacaksınız.” (ez-Zumer 39/31)

Bu zındıklar derler ki: “Muhkem kelamda nasıl olur da bir yerde onlar konuşamaz diyor başka bir yerde ise “Sonra siz muhakkak kıyamet gününde Rabbinizin huzurunda birbirinizden davacı olacaksınız.” diyor. Böylece kelamın bir kısmının bir kısmıyla çeliştiğini iddia ettiler ve Kur’an’da şüpheye düşmüş oldular.

Bunun tefsirine gelince: “Bu, (kâfirlerin) konuşamayacağı bir gündür.” kavli, mahlûkatın ilk diriltildiği zamandan itibaren 60 yıllık bir süreyi kapsar. Bu süre zarfında ne konuşabilirler ne de özür beyan edebilirler, zira özür beyan etmelerine izin verilmemiştir. Daha sonra ise konuşmalarına izin verilir, onlar da konuşmaya başlarlar. Azze ve Celle’nin şu kavli de bunun gibidir: “Günahkârları, Rablerinin huzurunda başları öne eğilmiş olarak: «Ey Rabbimiz! Gördük ve dinledik, şimdi bizi geri çevir de salih bir amel işleyelim, çünkü biz artık kesin bir şekilde inanıyoruz.» derlerken bir görsen!” (es-Secde 32/12) İşte böylece onlara konuşma hususunda izin verildiği zaman konuşurlar ve davalaşırlar. “Sonra siz muhakkak kıyamet gününde Rabbinizin huzurunda birbirinizden davacı olacaksınız.” kavli de işte böyledir. Sonra hesap ve zulmedenlere haklarının verilmesi vardır. Sonra, bütün bunların akabinde onlara şöyle denir: “Huzurumda çekişmeyin! Ben size daha önce uyarı göndermiştim!” (Kaf 50/28) Ve bu sözle artık azap başlar.
[4]

Azze ve Celle’nin şu kavline gelince: “Allah kime hidayet verirse, o doğru yoldadır. Kimi de hidayetten uzak tutarsa, artık bunlar için Allah'tan başka hiçbir yardımcı bulamazsın. Ve biz, o kâfirleri kıyamet günü kör, dilsiz ve sağır oldukları halde, yüzleri üstü sürünerek haşredeceğiz. Varacakları yer cehennemdir; ateşi dindikçe onun ateşini artırırız.” (el-İsra 17/97)

Başka bir ayette ise şöyle buyuruyor:

“Cehennemdekiler, cennettekilere: «Bize biraz su akıtın veya Allah'ın size verdiği rızıktan bize de verin.» diye seslenirler. Cennettekiler de: «Allah, bunların ikisini de kâfirlere haram kıldı.» derler.” (el-A’raf 7/50)

(Zındıklar) derler ki: ‘Allah'ın muhkem kelamında bu nasıl olur ki bir yerde “biz, o kâfirleri kıyamet günü kör, dilsiz ve sağır oldukları halde, yüzleri üstü sürünerek haşredeceğiz.” derken başka bir yerde ise onlardan bazılarının diğer bazı kimselere seslendiklerinden bahsetmektedir.’ İşte bundan dolayı Kur’an hakkında şüpheye düştüler.

Cennet ehlinin cehennemliklere (bkz: el-A’raf 7/44) ve cehennem ehlinin de cennetliklere seslenmesinin izahına gelince; gerçek şu ki onlar ateşe ilk girdiklerinde birbirleriyle konuşacaklar ve ez-Zuhruf 43/77.ayette anlatıldığı üzere Ey Malik! Rabbin bizim işimizi bitirsin! diye seslenirler. Malik de: Siz böyle kalacaksınız! der. Ayrıca «Ey Rabbimiz! Bizi yakın bir zamana kadar ertele de senin davetine uyalım ve peygamberlere tabi olalım.» diyeceklerdir.” (İbrahim 14/44) Bir de: “«Ey Rabbimiz, kötü arzularımıza yenik düşerek sapık bir topluluk olduk.» diyeceklerdir.” (Mu’minun 23/106) Yani onlar kendilerine “Alçaldıkça alçalın orada! Bana konuşmayın artık.” (Mu’minun 23/108) denilene kadar konuşmaya devam edeceklerdir. Bundan sonra oracıkta kör, sağır ve dilsiz kesilirler, konuşma faslı biter ve sadece iç geçirmeler ve hırıltılar kalır. İşte zındıkların Allah'ın sözünde şüpheye düştükleri şeyin açıklaması budur.

Azze ve celle’nin şu kavline gelince: “Sûra üflendiği zaman artık aralarında akrabalık bağları kalmamıştır; birbirlerini de arayıp sormazlar.” (Mu’minun 23/101) ve ayrıca şu ayet:

“Onların (o ehl-i cennetin) bazıları bazılarına karşı teveccüh ederek soruşturmaya başlarlar. Onlardan birisi der ki: «Benim (dünyada iken) muhakkak bir arkadaşım var idi.»” (es-Saffat 37/50)

Şimdi bu zındıklar kelam-ı muhkemde böyle bir -güya- çelişki nasıl olur diyerek bundan dolayı Kuran’dan şüpheye düştüler. İmdi, Allahu Teâlâ’nın “Sûra üflendiği zaman artık aralarında akrabalık bağları kalmamıştır; birbirlerini de arayıp sormazlar.” (Mu’minun 23/101) kavli ikinci sura üflenip insanlar kabirlerinden kalktıkları zaman hakkındadır. İşte o zaman bulundukları yerde ne konuşurlar ne de birbirlerini soruştururlar. Ancak ne zaman ki hesaba çekilip de kimi cennet kimi de ateşe girer; işte o zaman dikkatlerini birbirlerine çevirip birbirlerini soruştururlar. İşte zındıkların şüpheye düştüğü şeyin açıklaması budur.

Üçüncü Mesele

Allahu Teâlâ’nın şu kavline gelince: «Sizi şu cehenneme sürükleyip-iten nedir?» (Cehennemlikler) derler ki; «Biz namaz kılanlardan değildik.» (Muddessir 74/42-43) Başka bir ayette ise: “Vay o namaz kılanların haline!” (Maun 107/4) buyrulmaktadır.

Zındıklar derler ki; Allah bir yerde namaz kılan bazı kimseleri kınayarak: “Vay o namaz kılanların haline!” buyururken bir kavmin ise namaz kılmadıkları için ateşe girdiklerini söylemektedir. İşte bundan dolayı Kuran’dan şüpheye düştüler ve onda -hâşâ- çelişki olduğunu iddia ettiler.

Hâlbuki Azze ve Celle’nin: “Vay o namaz kılanların haline!” kavliyle münafıklar kastedilmektedir ki onlar gösteriş yapacakları vakte kadar namazlarından gafildirler. (bkz; Maun 107/6) Yani diyor ki onlar gösteriş yapma fırsatı olduğu zaman namaz kılarlar, olmadığı zaman kılmazlar.

«Sizi şu cehenneme sürükleyip-iten nedir? (Cehennemlikler) derler ki; «Biz namaz kılanlardan değildik.» kavli ise mümin ve muvahhidler (yani böyle olduğu halde namaz kılmayanlar [müt.notu]) hakkındadır. Zındıkların şüpheye düştükleri şey (in açıklaması [müt.notu]) işte budur.

Dördüncü Mesele:

Allahu Teâlâ’nın şu kavli; “Allah, sizi topraktan yaratmıştır.” (Fatır 35/11) sonra şöyle demiştir: “Şüphe yok ki, Biz onları yapışkan bir çamurdan yarattık.”  (es-Saffat 37/11) başka bir yerdeyse: “Andolsun ki, Biz insanı süzülmüş bir çamurdan yarattık.” (Mu’minun 23/12) başka bir ayette: “Andolsun ki Biz; insanı, kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattık.” (Hicr 15/26) ve nihayet: “O insanı pişmiş çamuru andıran kuru balçıktan yarattı.” (er-Rahman 55/14) buyurmuştur. Kuran’dan şüpheye düşerek dediler ki bunlar, birbiriyle çelişiyor.

Biz ise deriz ki bu, Ademin yaratılışının başlangıcıyla alakalıdır. Allah onu ilk başta topraktan yaratmış; daha sonra -duruma göre- kırmızı, siyah ve beyaz çamurdan veya iyi ve kötü çamurdan/malzemeden yaratmıştır
[5]. İşte bunun gibi  onun soyundan gelenler de iyi-kötü, siyah-kırmızı ve beyaz olurlar. Daha sonra ise bu toprak çamur haline dönüşmüştür ki Azze ve celle’nin “çamurdan/ من طين” kavli buna işaret eder. Çamur birbirine yapışınca da yapışık (lasik/ لاصق) manasında yapışkan (lazib/ لازب) bir çamur haline gelmiş, daha sonra da “süzülmüş bir çamurdan” buyurmuştur. Yani sıkıldığı zaman parmakların arasından dökülen bir çamur demek istemiştir. Sonra şekillenmiş balçık haline dönüşmüş, ardından o balçık kuruyunca da ondan pişmiş çamuru andıran kuru balçığı var etmiştir. Yani diyor ki o, pişmiş çamuru andıran kuru balçık gibi ve o pişmiş çamurun vızıldaması gibi ses çıkartan bir balçığa dönüştü. İşte bu, Adem (as)'ın yaratılışının açıklamasıdır. Azze ve Celle’nin şu kavline gelince: “O ki, yarattığı her şeyi güzel kıldı ve insanın yaradılışına çamurdan başladı. Sonra onun zürriyetini bir nutfeden, hakir (zayıf) bir sudan yarattı.” (es-Secde 32/7-8) İşte bu, onun zürriyetinin “sülale”den yani erkeklerden dökülen nutfeden (spermden) yaratılmasının başlangıcıdır. “Su” dan yani değersiz, zayıf bir nutfeden yaratıldığını ifade eden kavli de bu şekildedir. İşte zındıkların şüpheye düştükleri şey (in izahı [müt.notu]) budur.

Beşinci Mesele

Azze ve celle’nin şu kavli: “O, doğunun, batının ve ikisinin arasında bulunanların Rabbidir.» (eş-Şuara 26/28) ve şu kavli: “(O,) iki doğunun ve iki batının Rabbidir.” (er-Rahman 55/17) ve bir de şu kavli: “Doğuların ve Batıların Rabbi (...)” (el-Mearic 70/40) hakkındadır. Zındıklar Kuran’dan şüpheye düşerek dediler ki: Muhkem kelamda böyle bir şey nasıl olur? (Yani bunlardan hangisi doğrudur, kaç doğu, kaç batı vardır diyerek itiraz ediyorlar. [müt.notu])

“Doğunun ve batının Rabbi” ifadesi gecenin ve gündüzün eşit olduğu gün hakkındadır
[6]. Allahu teala işte o günün doğusuna ve batısına yemin etmektedir. “iki doğunun ve iki batının Rabbi” ifadesine gelince bu, yılın en kısa gününe[7] ve yılın en uzun gününe[8] delalet eder. Allahu teala işte o günün iki doğusuna ve iki batısına yemin etmektedir. “Doğuların ve Batıların Rabbi (...)” ifadesi ise senenin diğer günlerindeki doğulara ve batılara işaret etmektedir. İşte zındıkların şüpheye düştükleri şey(in açıklaması) budur.

Altıncı Mesele

Allahu Teâlâ’nın şu kavli: “Onlar senden azabımın bir an önce gerçekleşmesini istiyorlar. Oysa Allah sözünden caymaz ve Rabb'inin katındaki bir gün, sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir.” (el-Hacc 22/47 ) ve şu kavli: “Gökten yere kadar her işi O, düzenler. Sonra sizin hesabınıza göre bin yıl kadar tutan bir günde yine O'na yükselir.” (es-Secde 32/5) ve şu kavli: “Birisi, yüksek derecelere sahip olan Allah katından, inkârcılara gelecek ve savunulması imkânsız olacak azabı soruyor. Ki Melekler ve ruh, miktarı elli bin yıl süren bir gün içinde O'na yükselir.” (el-Mearic 70/4) hakkında zındıklar dediler ki: Böyle, bir kısmı bir kısmını nakzeden bir şey nasıl Allahın muhkem kelamı olabilir?

İmam Ahmed dedi ki: “Rabbi’nin katındaki bir gün, sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir.” kavli Allahu Teâlâ’nın gökleri ve yeri yarattığı günlerle alakalıdır. O günlerin her biri bin sene uzunluğundadır. “Gökten yere kadar her işi O, düzenler. Sonra sizin hesabınıza göre bin yıl kadar tutan bir günde yine O'na yükselir.” kavli ise Cebrail (as)’ın Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem)’e indiği ve ardından bin yıl kadar tutan bir günde tekrar semaya yükseldiği zaman hakkındadır. Bu, gökten yere 500 senelik bir seyahattir. Yani 500 yıllık bir iniş ve de 500 yıllık bir yükseliş ki bu da 1000 yıl eder. “Melekler ve ruh, miktarı elli bin yıl süren bir gün içinde O'na yükselir.” kavlinde ise demek istiyor ki eğer Allah’ın azabı yaklaşmış olsa miktarı elli bin sene olan bir günde onu tamamlardı. Ki Allahu teala mahlûkata azabı -yani kıyameti- başlattıktan sonra dünya günlerine göre yarım günlük bir sürede tamamlayacaktır. “Biz kıyamet günü için doğru teraziler kurarız; hiçbir kimse hiçbir haksızlığa uğratılmaz. Yapılan amel, bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getirir (tartıya koyarız). Hesap görenler olarak da biz kâfiyiz.” (el-Enbiya 21/47) kavli de böyledir. Yani hesabın ne kadar hızlı olduğunu anlatmaktadır.

Yedinci Mesele

Allahu Teâlâ’nın şu kavli: "Onların tümünü toplayacağımız gün; sonra da Allah’a ortak koşanlara: Nerede boş yere davasını güttüğünüz ortaklarınız diyeceğiz." (el-Enam 6/22) Onlar sanki müşrik değillermiş gibi davrandılar ve bir başka ayette Allah’ın kavli: "Allah’tan hiçbir haberi gizleyemezler." (en-Nisa 4/42) Bunun üzerine onlar Kuran’dan şüphe ettiler ve Kuran’da çelişki olduğunu iddia ettiler. Allah’ın şu kavli: "Vallahi Rabbimiz biz müşriklerden değiliz." dediler  ve o zaman orda ortak koştuklarını gördüler.

Ehli tevhid gibi Allah’a itibar etmeyenler derler ki onları diğerlerinden ayırdık. Sorduğumuzda denilir ki biz müşrik değiliz derler ve Allah onları ve putlarını topladığında der ki: "Nerede boş yere davasını güttüğünüz ortaklarınız diyeceğiz." (el-Enam 6/22) sonra Allah dedi ki onlardan uzaklaşmadılar. Bunun üzerine dediler ki: "Vallahi rabbimiz biz ortak koşmadık." Onlar şirklerini gizlilikle gizlediler ve onların organlarına anlatmalarını emretti. Allah’ın kavli: "O gün onların ağızlarını mühürleriz: Yaptıklarını bize elleri anlatır, ayakları da şahitlik eder." (Ya-Sin 36/65) Allah Azze ve Celle’nin kavliyle onların organları şahitlik edip onların işledikleri şirki ortaya çıkarır.

Allah Azze ve Celle’nin kavli: "Kıyamet koptuğu gün günahkârlar kısa kaldıklarına yemin ederler." (er-Rum 31/55) ve Allah’ın kavli: "Dünyada sadece 10 gün kaldınız." (Ta-Ha 20/103) ve Allah’ın şu kavli: "Bir günden fazla kalmadınız." (Ta-Ha 20/104) ve şöyle buyurdu: "Çok az kaldığınızı sanırsınız." (el-İsra 17/52) Zındıklar bu yüzden o vakit şüpheye düştüler.

Allah’ın kavli: "10 gün kaldığınızı sanırsınız." ve bu yüzden kabirlerinden çıktıklarında yalanladıkları diriliş emrinin gerçek olduğunu gördüler. Bazıları bazılarına kabirde "10 gece" kaldığınızı sanırsınız dedi sonra 10 geceyi çok buldular bunun üzerine dediler ki kabirde herhalde "bir gün kadar" kaldık sonra bir günü çok buldular ve dediler ki herhalde bir günden de daha "az bir süre" kaldık ve sonra bu süreyi de çok buldular ve dediler ki herhalde bir saat kadar kaldık. Bu zındıkların bunda şüpheye düştüğü şeyi açıklar.

Ve Allah’ın kavli: "Allah’ın peygamberlerini toplayıp: size ne cevap verildi dediği gün." (el-Ma'ide 5/109) dediler: "bizim hiçbir bilgimiz yok." (el-Ma'ide 5/109) ve başka bir yerde Allah’ın kavli: "Şahitler de: İşte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir, diyecekler." (Hud 11/18) ve bunun üzerine dediler ki:

Muhkem kelamda nasıl olur da bir yerde "bizim hiçbir bilgimiz yok" denilirken başka bir yerde size bunlardan haber verilip onlara deniliyor ki "İşte bunlar Rablerini yalanladılar." Kur’anın bir kısmının diğer kısmını nakzettiğini iddia ettiler.

Allah’ın kavli: "Allah peygamberleri toplayıp size ne cevap verildi dediği gün" onlara sorulur ve sonra cehennem kükrer ve denilirki neden tevhidden kaçınır ve aklınıza uyarsınız. Sonra cehennem kükrer ve bunun üzerine derler ki "bizim hiçbir bilgimiz yok." Sonra akılları onlara döner daha sonra derler ki "işte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir" ve bu zındıkların şüpheye düştüğü şeyi açıklar.

Sekizinci Mesele

Allah’ın kavli: "Yüzler vardır ki o gün ışıl ışıl parlayacak Rablerine bakacaklardır."(Kıyamet 75/23) ve Allah’ın bir başka ayetteki kavli: "Gözler onu göremez hâlbuki o gözleri görür." (el-Enam 6/103) Zındıklar dedi ki: Nasıl olur bu önce ‘onların rablerine bakacaklarını’ haber verir ve başka bir ayette ‘Gözler onu göremez hâlbuki o gözleri görür.’ demektedir. Bunun üzerine Zındıklar Kur’an da şüpheye düştüler ve Kur’an’ın bir kısmının bir kısmını nakzettiğini açıkladılar.

Allah’ın şu kavli ‘yüzler vardır ki o gün ışıl ışıl parlayacak ve Rablerine bakacaklar’ yani Rablerini görecekler cennette demektir. Yine Allah’ın kavli ‘Onu görmek devamlı olmayacak’ yani burada da dünyada görülemeyeceği anlaşılır ahirette değil.

Bu konuda Yahudiler Musa’ya dedi ki: "Bize Allah’ı apaçık göster...hemen onları yıldırım çarptı." (en-Nisa 4/153) Onlar ‘bize Allah’ı apaçık göster’ demelerinden dolayı öldüler ve böylelikle cezalandırıldılar.

Ve müşrik Kureyş nebiye (sallallahu aleyhi ve sellem)’e dediler ki onu bize getir. Allah’ın kavli: "Allah’ı ve melekleri önümüze getirin." (el-İsra 17/92) Bunun üzerine nebiye (sav)e sordular bu mesele hakkında Allahu Teâlâ’nın kavli: "Yoksa siz daha önce Musa’ya sorulduğu gibi peygamberinize sorular mı sormak istiyorsunuz." (el-Bakara 2/108) şeklinde oldu. ‘Bunun üzerine dediler ki bize Allah’ı apaçık göster ve hemen onları yıldırım çarptı’ ve Allah subhanehu onlara şu haberi verdi ‘yüzler vardır ki o gün’ yani dünyada devamlı olmaksızın ahirette onlar ‘onu görecekler.’ İşte zındıkların şüpheye düştüğü şeyin açıklaması budur.

 

Dokuzuncu Mesele

Musa dedi ki: "Sana tevbe ettim. Ben inananların ilkiyim." (el-Araf 7/143) ve sihirbazlar derki: "Biz ilk iman edenler olduğumuz için Rabbimizin hatalarımızı bağışlayacağını umarız." (eş-Şuara 26/51) ve resul (sallallahu aleyhi ve sellem) dedi ki: "Şüphesiz benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm hepsi alemlerin Rabbi olan Allah içindir...ve ben müslümanların ilkiyim." (el-Enam 6/162-163) Zındıklar dediler ki; nasıl olurda Musa derki ben müslümanların ilkiyim ve ondan önce İbrahim müminlerden olmuş ve Yakup ve İshak da. Ve nasıl olurda Musa müminlerin ilkiyim der. Ve sihirbaz dedi ki ‘müminlerin ilkiyim’ ve o zaman nasıl olur da nebi ‘ben müminlerin ilkiyim’ der. Ondan önce birçok müslüman olmuşken mesela İsa. Ve bunun üzerine Kur’an da şüpheye düştüler ve dediler ki Kur’an’da –haşa- çelişki vardır.

Musa’nın kavli: "Ve ben müminlerin ilkiyim ve bunun üzerine o vakit Rabbi onunla konuşunca Rabbim bana kendini göster seni göreyim dedi. Sen beni asla göremezsin dedi." (el-Araf 7/143) ve dünyada  onu ölüden başka gören yok bunun üzerine: "Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir etti ve Musa baygın düştü. Ayılınca dediki seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, sana tevbe ettim ve ben müminlerin ilkiyim." (el-Araf 7/143) yani doğrulayanların ilki. O ölülerden başka onu dünyada gören herhangi biri değildi. Sihirbaz dedi ki ‘müminlerin ilki’ yani doğrulayanların ilkiyim. Musa (as) Mısırlı Kıptilerdendi. Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) der ki ‘Ben müslümanların ilkiyim’ yani Mekkeli. İşte zındıkların şüpheye düştüğü şeyin açıklaması budur.

Onuncu Mesele

Allahın kavli: "Firavun’un ailesini azabın en şiddetlisine sokun." (Gafir 40/46) Ve bir başka ayetteki kavli: "Kâinatta hiç kimseye etmediğim azabı ona edeceğim." (el-Ma'ide 5/115) Ve yine bir başka ayette derki: "Şüphe yok ki münafıklar cehennemim en alt katındadırlar." (en-Nisa 4/145) Bunun üzerine Kur’an da şüpheye düştüler ve dediler ki; Kur’an’ın bir kısmı diğer bir kısmını nakzetmektedir.
 
Allah’ın kavli ‘Firavunun ailesini azabın en şiddetlisine sokun’ yani azap orda kısım kısımdır ve onlarda en şiddetlisindeler. Ve bir başka yerde ‘kâinatta hiçbir kimseye etmediğim azabı ona edeceğim.’ Ve orda Allah onları domuza çeviriyor ve onları insandan dönüştürerek azaplandırıyor. Onları azaplandırmıyor, onları insandan çevirerek cezalandırıyor.
[9] Ve sonra diyor ki ‘münafıklar cehennemin en alt katındadırlar.’ Cehennemin 7 kapısı vardır: haviye, sakar, sa’ir, cahim, leza, hutame ve cehennem.[10] Onlar ise onun en alt katındalar.

Allahu Teâlâ’nın bir başka kavli de: "Onlar için kuru dikenden başka yemek yok." (el-Gaşiye 88/6) Sonra (yine başka bir yerde) derki: "Şüphesiz zakkum ağacı, günahkârların yemeğidir." (Duhan 44/43-44) Zındıklar dediler ki: Fakat onlar için kuru diken olduğu bildirilmiştir. İşte onlar Kur’an da şüpheye düştüler ve dediler ki Kur’an’da –hâşâ- çelişki vardır.

Allah’ın kavli ‘onlar için kuru dikenden başka yemek yok.’ Yine Allahın kavli ‘onların yemeği zakkumdur.’ Bu kısım da onlara dikenden başka zakkum yediriliyor ve diyor ki Allahu Teâlâ ‘zakkum ağacı günahkârların yemeğidir.’ İşte zındıkların şüpheye düştüğü şeyin açıklaması budur.

Onbirinci Mesele

Allahın kavli: "Bu Allah’ın inananların yardımcısı olmasından dolayıdır. Kâfirlere gelince onların yardımcıları yoktur." (Muhammed 47/11) Sonra bir başka ayetteki kavli: "Sonra insanlar gerçek sahipleri olan Allah’a döndürülürler." (el-Enam 6/62) Bunun üzerine dediler ki: Muhkem kelamda nasıl olur da bir yerden ‘Sonra insanlar gerçek sahipleri olan Allah’a döndürülürler.’ demekteyken ve başka bir ayette Allahın kavli ‘Kâfirlere gelince onların yardımcıları yoktur.’ demektedir. Bunun üzerine onlar Kur’an da şüpheye düştüler.

Bunun üzerine Ahmed bin Hanbel (şöyle dedi): Allah iman edenlerin mevlasıdır ve onlara yardım eder. Oysa kâfirlerin mevlaları yoktur ve onlara yardım da edilmez. Allah’ın kavli ‘sonra  insanlar gerçek sahipleri olan Allaha döndürülürler’ peki bu dünyada batıl sahipleri ne olacak! İşte zındıkların şüpheye düştükleri şey(in açıklaması) budur.

 

Onikinci Mesele

Allah’ın kavli: "Allah, adil olanları sever." (el-Ma'ide 5/42) ve bir başka ayette Allah’ın kavli: "Hak yolundan sapanlara gelince, onlar cehenneme odun olmuşladır." (Cin 72/15) ve bunun üzerine dediler ki; nasıl olurda muhkem kelamda böyle hükümlere yer verilir?

Dediğine göre ‘sapanlara gelince onlar cehenneme odun olmuşlardır’ yani yaratılıştan O’na sundukları kulluğa kadar Allah onlara adaleti uyguladı, onlara adaletli olanı yaptı. Sonra da dediki ‘aralarında adaletle hükmet. Allah adil olanı sever’. Ve dedi ki onlar kendi aralarında ve insanlar arasında adil oldular. ‘Allah adil olanı sever’ ve Allahın başka bir ayetteki kavli: "Doğrusu onlar sapıklıklarına devam eden bir güruhtur." (en-Neml 27/60) yani şirk koşandırlar. İşte zındıkların şüpheye düştükleri şeyin açıklaması budur.

Onüçüncü Mesele

Allah’ın kavli: "Mümin erkeklerle mümin kadınlar birbirlerine velidirler." (et-Tevbe 9/71) ve bir başka ayetteki kavli: "İman edipte hicret etmeyenlere gelince: Onlar hicret edinceye kadar size onların mirasından hiçbir pay yoktur." (el-Enfal 8/72) Zındıklar manasını anlamadılar ve Kuran'ın bir kısmının diğer bir kısmını nakzettiğini söylediler.

Bunun üzerine (Allah'ın) kavli ‘iman edip hicret etmeyenlere gelince onlar hicret edinceye kadar size onların mirasından hiçbir pay yoktur’ yani miraslarından bu konuda Allah müminlerin üzerinde hüküm vermiştir. Medine’ye hicret etmeyenlerle hicret edenler birbirlerine mirasçı olamaz. Bir adam Medine’de öldüğü zaman nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) ile birlikte Mekke’deki hicret etmemiş olanlar, mirasçı olmadılar. Hakeza bir adam Mekke’de öldüğünde velisi olan muhacir nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) ile birlikte onun mirasını almadı. Muhacir bunun üzerine derki ‘iman edip hicret etmeyenlere gelince onlar hicret edinceye kadar size onların mirasından hiçbir pay yoktur.’

Hicret edenler çoğaldığında bu miras, hicret eden veya hicret etmeyen velilerine geri döndü. Ve bunun üzerine yine Allah’ın kavli: "İman edip hicret edenler...Allah’ın kitabına göre, yakın akrabalar birbirine (varis olmaya) daha uydundur." (el-Enfal 8/75) Ve yine (Allah'ın) kavli: "Mümin erkekler ve mümin kadınlar da birbirine varistirler." (et-Tevbe 9/71) yani dinde mümin müminin velisi olur. İşte zındıkların şüpheye düştükleri şeyin açıklaması budur.

Ondördüncü Mesele

Allah’ın iblise kavli: "Şüphesiz kullarım üzerinde senin bir hâkimiyetin yoktur." (el-Hicr 15/42) ve: "Musa öldürdüğü zatın yanında bu şeytanın işidir dedi." (el-Kasas 28/15) ve Kuran’da şüpheye düştüler ve dediler ki Kuran’da –hâşâ- çelişki vardır.

Ancak Allah’ın kavli ‘kullarımın üzerinde senin hâkimiyetin yoktur’ derken Allah’a dinde halis olan kullarımın üzerinde iblisin hakimiyeti yoktur demektir. Dininde yâda Rabbine ibadetinde doğru yoldan sapan ve daha sonra önceki günahını ve şirkini düzeltene iblisin gücü yetmez. Dininde doğru yolda olduğunda Allah subhanehu onu dininde kurtarır. Ve Musa’nın kavli ‘bu şeytanın işidir’ yani şeytan onu güzelleştirdi aynı şekilde Yusuf’a Adem’e ve Havva’ya da güzelleştirdi ki onlar Allah’ın muhlis kullarındandırlar. İşte zındıkların şüpheye düştüğü şeyin açıklaması budur.

Onbeşinci Mesele

Allah’ın kavli: "Bugüne kavuşacağınızı unuttuğunuz gibi Biz de bugün sizi unuturuz." (el-Casiye 45/34) ve yine bir başka ayetteki kavli: "Kitapta bulunur. Rabbim ne yanılır ne de unutur." (Ta-Ha 20/52) ve zındıklar Kuran’da şüpheye düştüler.

Allah’ın kavli ‘bu güne kavuşacağınızı unuttuğunuz gibi Bizde bugün sizi unuturuz’ derki onları ateşte terk ederiz. ‘Unuttuğunuz gibi’ amellerinizi terk ettiğiniz gibi ‘Bizde bugün sizi’ terk ederiz. Ve yine kavli kitabında ‘Rabbim ne yanılır ne de unutur.’ derki hafızasından gitmez ve onu unutmaz.

Onaltıncı Mesele

Allahu Tealanın kavli: "Âmâyı kıyamet günü haşrettiğimizde Allah’a derki: Ey Rabbim Beni niçin kör olarak haşrettin. Oysa ben hakikaten görür idim." (Ta-Ha 20/125) ve bir başka ayetteki kavli: "Bugün artık gözün keskindir." (Kaf 50/22) ve dediler ki: Muhkem kelamda nasıl olur da bir yerde ‘o amadır’ denir ve yine kitapta denilir ki ‘bugün artık gözüm keskindir’ bunun üzerine Kuran’da şüpheye düştüler.

Allah’ın kavlinde: "onu kıyamet gününde haşrettiğimizde ama kendini savunur ve derki Rabbim beni niçin kör olarak haşrettin ve sanki görürmüş gibi savunur kendini ve ona karşı taraftan şöyle söylenir. İşte o gün onlara tüm haberler körleşmiştir." (el-Kasas 28/66) ve yine Allah’ın kavli: "Onlar birbirlerine de soracaklar." (el-Kasas 28/66) ‘bugün artık gözün keskindir’ denildiğinde burada kâfir kabrinden çıkıp yükseldiğinde gözleri görür ve gözlerini kırpıştırmadan görür, hatta iki gözü de görür ve diriliş emrini yalanlayamaz. Ve denir ki: "Sen bundan gafletteydin derhal biz senin perdeni kaldırdık. Bugün artık gözün keskindir." (Kaf 50/22) Ve denilir ki ‘perdeni kaldırdık’ ahirette gözün keskindir, keskin bakarsın, kıpıştırmazsın gözünü hatta iki gözünü, yalanlayamaz diriliş emrini. İşte zındıkların şüpheye düştüğü şeyin açıklaması budur.

Onyedinci Mesele

Allah’ın Musa’ya kavli: "Çünkü Ben sizinle beraber işitir ve görürüm." (Ta-Ha 20/46) ve yine bu konudaki bir başka kavli: "Biz sizinle beraberiz işitmekteyiz." (eş-Şuara 26/15) Zındıklar dediler ki nasıl ‘ben sizinleyim.’ der ve bir başka ayetteki kavli: ‘biz sizinle beraberiz ve işitmekteyiz.’ iken? ve işte bu yüzden Kuran’da şüpheye düştüler.

‘Ben sizinle beraberim’ kavlinde sözlük anlamı mecazidir denilir ki bir adama bir adam için seni yontarım üzerine bu yaptığımla rızıklanırsın ve Allah’ın diğer kavli ‘çünkü ben sizinle beraberim işitir ve görürüm.’ bu caizdir. Lügatte denir ki bir adam tektir bir başka adamı ödüllendiririm bu yapacağım hayırla.

CEHMİYE’YE REDDİYE

Kur’an ayetlerinin birbiriyle çeliştiğini iddia eden Cehmiye'ye cevap


I- Cehmiyenin Allah İnancı

İmam Ahmed (rahimehullah) diyor ki: İşte Cehm ve taraftarları da
[11] bu şekilde insanları Kur’an’ın ve hadislerin müteşabihlerine davet ettiler. Böylece hem kendileri saptılar, hem de sözleriyle birçok insanı saptırdılar. Allah’ın düşmanı Cehm hakkında bize ulaşan bilgiler şunlardır: Horasan’ın Tirmiz kentindendir. Âlimlerle girdiği polemikleri ve bazı kelami görüşleri vardır. Genellikle Allah hakkında düşünceler ileri sürerdi. Bir gün “Semeni”[12] adı verilen müşrik bir toplulukla karşılaştı. Bunlar Cehm’i tanıdılar ve ona dediler ki:

Seninle tartışalım. Eğer bizim kanıtlarımız karşısında yenilirsen bizim dinimize girersin. Biz senin kanıtlarına cevap veremezsek, senin dinine gireriz. Cehm’e söyledikleri şuydu:

Sen bir tanrının olduğunu söylemiyor musun? Evet, dedi, söylüyorum. Dediler ki:

Peki, bu tanrını gördün mü? Hayır, dedi. Ya sözlerini duydun mu? dediler. Hayır, dedi. Kokusunu aldın mı? dediler. Hayır, dedi. Hissettin mi? dediler. Hayır, dedi. Ona hiç dokundun mu? dediler. Hayır, dedi. Dediler ki:

Onun ilah olduğunu nereden biliyorsun? Bu soru karşısında Cehm şaşırdı ve kırk gün boyunca nasıl bir kanıtla cevap vereceğini düşündü.
[13] Sonra, Hıristiyan zındıkların kanıtlarına benzer bir kanıt bulabildi. Şöyle ki, Hıristiyan zındıklar, Meryem oğlu İsa’nın içindeki ruhun, Allah’ın zatından olan ruhu olduğunu ileri sürüyorlar. Allah, bir şey meydana getirmek istediği zaman, bir mahlûkun içine girer, o mahlûkun diliyle konuşur ve onun dilinden dilediğini emreder, dilediğini yasaklar. O gözlerin göremediği bir ruhtur...

Cehm bu kanıtı alır ve Semeni olan kişiye şöyle der: Sen, içinde bir ruh olduğunu söylemiyor musun? Adam: Evet, der. Peki, sen ruhunu gördün mü? diye sorar. Hayır, görmedim, der. Sözlerini duydun mu? diye sorar. Hayır, der. Onu hissettin mi veya ona dokundun mu? diye sorar. Hayır, cevabını verir. Bunun üzerine şöyle der: İşte Allah da böyledir. Yüzünü göremezsin, sesini işitemezsin, kokusunu alamazsın. O gözler tarafından görülemez. Bir mekanda olup da başka bir mekanda olmaması söz konusu değildir.

O, bu iddiasına dayanarak olarak müteşabihattan olan üç tane ayet buldu:

1- “O'nun benzeri olan hiçbir şey yoktur.” (eş-Şura 42/11)

2- “Göklerde ve yerde Allah O'dur. Gizlinizi ve açığınızı bilir; kazanmakta olduklarınızı da bilir.” (el-Enam 6/3)

3- “Gözler O'nu idrak edemez; O gözleri idrak eder; O Latif'tir, her şeyden haberdardır.” (el-Enam 6/103)

İşte mezhebinin esasını bu üç ayetler üzerine bina etmek suretiyle Kuran’ı kendi kafasına göre te’vil etti ve Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)‘in hadislerini de yalanladı. Ve bir kimse Allahın Kuran’da kendisini tavsif ettiği yahut Rasulullah’ın söylediği şekilde vasfederse kafir olup Müşebbihe’ye
[14] dahil olur, dedi ve bu sözüyle bir çok kimseyi insanı saptırdı. Basra’da kendisine Ebu Hanife’nin ve Amr bin Ubeyd’in[15] ashabından birçok kimse tabi oldu. Bu suretle Cehm “Cehmiyye” dinini kurmuş oldu.

Halk, onlardan Allahu Teâlâ’nın “ليس كمثله شيء"” yani “O'nun benzeri olan hiçbir şey yoktur.” eş-Şura 42/11 kavli hakkında sorduğu zaman onlar bunu “eşyadan O'nun benzeri hiçbir şey yoktur, nasıl Arş üzerinde bulunuyorsa yedi kat yer altında dahi öylece bulunmaktadır. Hiçbir mekan ondan hali değildir; zaten O, şu veya bu mekanda değildir. Konuşmamıştır ve konuşmayacaktır. Ne dünyada ne de ahirette onu kimse göremez. Herhangi bir sıfatla ve de herhangi bir fiil ile ne tavsif olunur, ne de bilinir! O'nun gaye ve müntehası (yani ucu bucağı,belli bir sınırı) yoktur. Akıl ile idrak olunamaz, O bütünüyle “vech (yüz, zat)”dir, bütünüyle ilimdir, bütünüyle “sem’ (işitme)”dir, bütünüyle “basar (görme)”dir, bütünüyle nurdur, bütünüyle kudrettir. O’nda iki şey bir arada bulunamayacağı gibi birbiriyle çelişkili iki sıfat da bulunamaz. Onun aşağısı yukarısı, etrafı yönü olmadığı gibi sağı solu da yoktur. Ağır olmadığı gibi hafif de değildir. Onun rengi de cismi de yoktur. Ma’mul (yani kendisine bir iş veya te’sir icra edilmiş) ve ma’kul (yani akılla idrak edilebilir) değildir. Ve O, kalbine gelip de bilmiş olduğun her şeyin hilafınadır.” şeklinde açıklıyorlar.

Ahmed (rahimehullah) dedi ki: Biz O (celle celaluhu) bir şeydir diyoruz onlar ise “O bir şeydir, fakat diğer şeyler gibi değildir. Akıl sahipleri ise bunun “O, bir şey değildir” demek olduğunu anlarlar. Bu suretle onların hiçbir şeye iman etmedikleri fakat zahiren söyledikleri  şeylerle kendilerinden belayı (yani mürtetlere ve zındıklara uygulanan ölüm cezasını) defetmeye çalıştıkları insanlar nezdinde açıklık kazanmış oldu. Kendilerine: “Kime ibadet ediyorsunuz?” diye sorulduğu zaman, “Bu mahlûkatın işlerini düzenleyene ibadet ediyoruz” cevabını verirler. “Peki, bu mahlûkatın işlerini düzenleyen zat hiçbir sıfatla bilinemeyen, meçhul bir varlık mıdır?” dediğimiz zaman onlar “evet” diyorlar. Şu halde müslümanlar, sizin hiçbir şeye ibadet etmediğinizi ve ancak zahiren gösterdiğiniz şeylerle kendinizden belayı defetmeye çalıştığınızı iyi bilmişlerdir, deriz. Sonra bunlara, “O, işleri düzenleyen yüce varlık Musa’yla konuştu” dediğimiz zaman “Hayır O konuşmadı ve konuşmaz, çünkü kelam ancak bir organ, uzuv vasıtasıyla olur, Allah’ta ise organ olmaz” cevabını verirler. Cahil bir adam bunların sözlerini işittiği zaman, Allah'ı en çok tazim edenlerin bunlar olduğunu zanneder. O bilmez ki bunların sözleri dalalete ve küfre döner ve yine anlamaz ki onlar Allah hakkında ancak iftira içeren sözler sarf ederler.

II- Cehmiyenin Ca’l kelimesine verdiği anlam ve Kur’an hakkındaki inancının reddedilmesi

HALK’UL KUR’AN MESELESİ

Yaratma (Halk) ve kılma (ca’l) arasındaki fark


Cehmi’ye sorulacak şeylerden olmak üzere ona şöyle denilir: Kur’an’ın mahlûk olduğuna dair Cenabı Allah'ın Kuran’da herhangi bir haberini buluyor musunuz? Elbette bulamaz. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in hadislerinde Kur’an mahlûktur dediğini buluyor musunuz? Şüphesiz bulamaz. Şu halde bu sözü nerden çıkartıyorsunuz, denildiği zaman derhal Yüce Allah’ın: إِنَّا جَعَلْنَاهُ قُرْآناً عَرَبِيّاً لَّعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ “Düşünüp anlayasınız diye gerçekten Biz, onu Arapça bir Kur'an kılmışızdır.” (ez-Zuhruf 43/3) kavlinden, diyecek. Zannediyor ki bu ayette geçen “ca’l”, “halk” manasındadır. Bu suretle müteşabih sözlerden bir söz ortaya atıyor ki bununla müteşabihin tenzilinde ilhad kastedenler ve te’vilinde fitneye yol açmak isteyenler delil getirirler.

Şunu izah edelim: Kur’an-ı Kerim’de yaratma (halk)’nın fiil ve kavillerinden hikâye yoluyla zikr olunan “ca’l” iki manada kullanılmıştır:“الَّذِينَ جَعَلُوا الْقُرْآنَ عِضِينَ  “Onlar Kuran’ı parça-parça kıldılar.” (el-Hicr 15/91) Kavlindeki “ca’l” tesmiye yani isimlendirme manasındadır. Çünkü müşrikler, Kur’an hakkında şiirdir, evvelkilerin haberleridir ve sayıklamadır, karma karışık rüyalardır diyorlardı.“ وَجَعَلُوا الْمَلَائِكَة الَّذِينَ هُمْ عِبَادُ الرَّحْمَنِ إِنَاثاً “Onlar, Rahman'ın kulları olan melekleri de dişi saydılar.” (ez-Zuhruf 43/19) Ayet-i kerimesi “Bunlar, melekleri dişi olarak isimlendirdiler” manasına gelir.

Bununla beraber Kuran’da (Ca’l) tesmiye manasından başka manalarda da zikredilmiştir. Örneğin şu ayette olduğu gibi: يَجْعَلُونَ أَصْابِعَهُمْ فِي آذَانِ “parmaklarını kulaklarına tıkıyorlar.” (el-Bakara 2/19) Bu ayette geçen “Ceale” fiili kulların fiillerinden bir fiili ifade etmek için kullanılmıştır. “إِذَا جَعَلَهُ نَاراً” (...) “Demiri bir ateş haline getirince...” (el-Kehf 17/96) kavlinde de bir fiil, iş manasındadır. İşte bunlar mahlûkatın kıldığı (ca’l ettiği) şeylerdir.

Sonra Allahu Teâlâ’nın kendi emrinde yaratıcılığa/halikiyyete taalluk eden (ca’l) ancak halk (yaratma) manasında olur ve ancak “halk” makamına kaimdir ve ondan ayrılmaz. Halk manasına “ca’l” kullanılan yerlerden olmak üzere şu ayetleri zikredebiliriz:الْحَمْدُ لِلّهِ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ وَجَعَلَ الظُّلُمَات ِوَالنُّورَ “Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'a mahsustur.” (el-En’am 6/1) buyuruyor ki karanlıkları ve aydınlığı halk eden manasındadır. Keza; “Sizin için kulaklar, gözler var etti.” (en-Nahl 16/78)وَجَعَل َلَكُمُ الْسَّمْعَ وَالأَبْصَارَ وَجَعَلْنَا اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ آيَتَيْنِ “Biz, geceyi ve gündüzü iki ayet kıldık.” (el-İsra 17/12) وَجَعَلَ الْقَمَرَ فِيهِنَّ نُوراً وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجاً  “Ayı içlerinde bir ışık, güneşi de bir lamba yapmıştır.” (Nuh 71/16)هُوَ الَّذِي خَلَقَكُم مِّن نَّفْسٍ وَاحِدَةٍ وَجَعَلَ مِنْهَا زَوْجَهَا لِيَسْكُنَ إِلَيْهَا  “Sizi bir tek nefisten yaratan, onunla sükûnet bulsun diye eşini de ondan yaratan Allah'tır.” (el-A’raf 7/189) Yani Adem’den eşi Havva’yı halk eden diyor. Yine başka bir yerde:وَجَعَلَ لَهَا رَوَاسِيَ  “yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi.” (en-Neml 27/61) buyurmaktadır. Bunların emsali Kuran’da çoktur. Allahu teala hakkında bu minval üzere zikrolunan “ceale” ancak “halk” manasındadır. Diğer manada olmak üzere: مَا جَعَلَ اللّهُ مِن بَحِيرَةٍ وَلاَ سَآئِبَةٍ “Allah, ne «bahire»yi, ne «saibe»yi meşru kılmıştır.” (el-Ma'ide 5/103) veya İbrahim (as)’a hitaben söylediği: إِنِّي جَاعِلُكَ لِلنَّاسِ إِمَاماً   “Rabbi: «Ben seni bütün insanlara önder yapacağım.» buyurdu.” (el-Bakara 2/124) Bu ayetlerde “ca’l”, “halk” manasında değildir. Zira konu, “bahire” ve “saibe” namıyla develerin yaratılması değildir. İbrahim'in yaratılması ise şüphesiz imam kılınmasından öncedir. Keza İbrahim (as)’ın:رَبِّ اجْعَلْ هَـذَا الْبَلَدَ آمِناً  “Rabbim, bu şehri güvenli kıl!” (İbrahim 14/35) ve: رَبِّ اجْعَلْنِي مُقِيمَ الصَّلاَةِ“Rabbim, beni namazı devamlı kılanlardan eyle.”  (İbrahim 14/40) dediğini nakleden ayetlerde “ceale” halk manasında değildir, zira “beni namazı ikame eden birisi olarak yarat” manasını kastetmediği aşikardır. Keza:يُرِيدُ اللّهُ أَلاَّ يَجْعَلَ لَهُمْ حَظّاً فِي الآخِرَةِ  “Allah onlara, ahiretten yana bir nasip vermemek istiyor.” (Al-i İmran 3/176) ve Musa (as)’ın annesine hitaben söylediği:إِنَّا رَادُّوهُ إِلَيْكِ وَجَاعِلُوهُ مِنَ الْمُرْسَلِينَ  “Biz, muhakkak onu sana iade edeceğiz ve kendisini peygamberlerden biri yapacağız.” (el-Kasas 28/7) ayetinde “biz onu peygamber olarak yaratacağız” manasını kastetmiyor. Zira Allahu Teala Musa’nın annesine evvela Musa’yı kendisine iade edeceğini, sonra da onu rasul yapacağını va’d ediyor. Yine:وَيَجْعَلَ الْخَبِيثَ بَعْضَهُ عَلَىَ بَعْضٍ فَيَرْكُمَهُ جَمِيعاً فَيَجْعَلَه  فِي جَهَنَّمَ  “Bütün murdarların bir kısmını diğer bir kısmının üstüne koyup hepsini yığarak cehenneme atması içindir.” (el-Enfal 8/37) ve ayrıca:وَنُرِيدُ أَن نَّمُنَّ عَلَى الَّذِينَ اسْتُضْعِفُوافِي الْأَرْضِ وَنَجْعَلَهُمْأَئِمَّةً وَنَجْعَلَهُمُ الْوَارِثِينَ “Biz istiyorduk ki o yerdeki mustazaflara lütfedelim, onları önderler yapalım, onları diğerlerinin yerine mirasçı kılalım.” (el-Kasas 28/5) Bunun manası dahi “biz onları imamlar olarak halk ederiz ve varislerden kılarız” demek değildir. Aynı şekilde:فَلَمَّا تَجَلَّى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكّاً “Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti.” (el-A’raf 7/143) buyurmaktadır.
[16] Bunun Kuran’da örneği çoktur. Bu ve bu gibi ayetlerde geçen “جَعَلَ” hiç bir vechiyle “ خَلَقَ” manasında değildir. Şu halde Allahu teala “ceale”yi iki vecihle; bir tanesinde “halk” yani “yaratmak” manasında, diğerindeyse yaratma manasının dışında kullanırken Cehmi, hangi delile istinaden “ceale”yi “haleka” manasına tahsis etmiştir?

Eğer Cehmi, Kur’an’ın mahlûk olduğu iddiasına delil gösterdiği: “Biz, onu arapça bir Kur'an kılmışızdır.” (ez-Zuhruf 43/3) kavlindeki “ceale”yi Allah’ın vasfettiği manaya hamlederse ne ala! Yoksa Allah’ın kelamını işitip aklettikten sonra kasten tahrif edenler sınıfına dahil olur. Biz, Allahu teala “Biz, onu Arapça bir Kur'an kılmışızdır” kavlindeki “ceale”yi “halk” manasında değil, Allahın fiillerinden bir fiil manasında kullanıyor, diyoruz. Nitekim: “Düşünüp anlayasınız diye gerçekten Biz, onu Arapça bir Kur'an kılmışızdır.” (ez-Zuhruf 43/3) buyurmaktadır. Ayrıca: عَلَى قَلْبِكَ لِتَكُونَ مِنَ الْمُنذِرِينَ  بِلِسَانٍ عَرَبِيٍّ مُّبِينٍ “Apaçık Arap diliyle onu senin kalbine (indirdi) ki uyarıcılardan olasın.” (eş-Şuara 26/194-195) ve فَإِنَّمَا يَسَّرْنَاهُ بِلِسَانِ “Biz Kur'an'ı senin dilin üzere kolaylaştırdık.” (Meryem 19/97) buyurmuştur. Cenabı Hakk Kur’an’ı Arapça kılıp Nebisinin lisanı üzere kolaylaştırdığı vakit bu “ceale” Allahu Teâlâ’nın kendisiyle Kur’an’ı Arapça kıldığı bir fiil oluyor. İşte bu açıklama Allahu Teâlâ’nın kendisi için hidayet irade ettiği kimse için kâfidir.

 

III- Kur’an’ın Allah’tan ayrı olduğuna bağlaç ‘ve’ nin delil oluşu

KUR’AN’IN ALLAH’IN KENDİSİ MİDİR, DEĞİL MİDİR DİYEREK DELİL GETİRENLERE CEVAP


Sonra Cehm, yine muhal olan başka bir iddia ortaya atarak şöyle demiştir: Kur’an Allah mıdır, yoksa Allah'tan başka bir şey midir, bize haber verin. Böylece Kur’ an hakkında insanları vehme sevk eden bir iddia ortaya atmış oldu. Cahile Kur’an Allah mıdır, Allah’tan gayrı mıdır diye sorulduğunda muhakkak iki cevaptan birini verecektir: Eğer Allah’tır derse Cehmi ona: Kâfir oldun, der. Yok, eğer Allah’tan başkasıdır, derse doğru söyledin, der. Allah’tan gayrisi da mahlûk olduğundan dolayı cahilin nefsinde Cehmi’nin düşüncesine doğru bir meyil oluşur. Hâlbuki bu mesele de Cehmiye’ nin yaptığı muğalatalardan (spekülasyonlardan) birisidir. Bunun cevabı ise şudur: Allah celle senauhu Kur’an-ı Kerim’de “Kur’an benim aynımdır yahut gayrımdır” diye bir şey söylemedi. Kur’an benim kelamımdır, dedi. Biz de Kur’ an’ı Allah’ın verdiği isimle isimlendirerek onun “kelamullah” olduğunu söyleriz. Kim ki Kuran’ı Allah’ın isimlendirdiği şekilde isimlendirirse hidayet bulmuş olur. Kim de ona başka bir isim verirse dalalette kalanlardan olur.

Şüphesiz Allahu teala, kavli ile yaratmasını ayırmıştır ve halk/yaratma yerine kavl/söyleme dememiştir. Mesela bir ayet-i kerimede: أَلاَ لَهُ الْخَلْقُ وَ الأَمْرُ “Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O'na mahsustur.” (el-A’raf 7/54) buyurmaktadır. “Halk O’nun’dur” dendiğinde mahlûkat sınıfından olan her şey bu kapsama dâhil olur. Bundan sonra yaratılmış olmayan şeyi zikrederek وَ الأَمْرُ buyurdu. Emir ise ancak sözle olur. Cenabı Hakk sözünün mahlûk olmasından münezzehtir. Allahu teala Duhan suresinin baş tarafında şöyle buyurmaktadır: حم {1} وَالْكِتَابِ الْمُبِينِ {2} إِنَّا أَنزَلْنَاهُ فِي لَيْلَةٍ مُّبَارَكَةٍ إِنَّا كُنَّا مُنذِرِينَ {3} فِيهَا يُفْرَقُ كُلُّ أَمْرٍ حَكِيمٍ {4}أَمْراً مِّنْ عِندِنَا إِنَّا كُنَّا مُرْسِلِينَ {5} "Ha-Mim. O apaçık Kitab'a andolsun ki biz onu gerçekten mübarek bir gecede indirdik. Çünkü biz onunla insanları uyarmaktayız. Katımızdan bir emirle, her hikmetli işe o gecede hükmedilir. Doğrusu Biz öteden beri peygamberler göndermekteyiz. (Duhan 44/1-5) Buradaki أَمْراً مِّنْ عِندِنَا “Katımızdan bir emir” ifadesinde kastedilen, Kuran’dır.
[17]  Ayrıca: “Önünde de sonunda da emir Allah'ındır.” (er-Rum 30/4) buyurmaktadır. Yaratmadan önce de, yaratmadan sonra da emir O’nundur, diyor. Demek ki Allahu teala hem halk ediyor, hem emrediyor. Söylemesi de yaratmasından ayrıdır. Aynı şekilde: “İşte bu (anlatılan hükümler), Allah'ın size indirdiği emridir.” (Talak 65/5) buyurmaktadır. Ayrıca şöyle buyurmuştur: “Nihayet emrimiz gelip tandır kaynamaya (her taraftan sular fışkırmaya) başlayınca... (Hud 11/40)
 
CENABI HAKKIN KELAMI İLE YARATMASINI AYRI TUTTUĞUNUN BEYANI

Cenabı Allah bir şeyi iki yahut üç isimle adlandırdığı zaman “mürsel” yani yekdiğerine atıfsız olarak bırakır. Eğer birbirine zıt iki şeyi isimlendirecek olursa onları mürsel bırakmaz, aralarını ayırır. (Yani başka başka şeyler olduklarından dolayı “vav” atıf harfi ile aralarını fasleder). Allahu Teâlâ’nın şu kavlinde olduğu gibi:قَالُواْ يَا أَيُّهَا الْعَزِيزُ إِنَّ لَهُ أَباً شَيْخاً كَبِيراً "Dediler ki: Ey aziz! Gerçekten onun büyük, yaşlı bir babası var." (Yusuf 12/78) Bu ayet-i kerimede bir şeyi/kişiyi-yani Yakub(as)’ı- üç isimle adlandırmıştır. (Yani büyük, yaşlı, baba) Fakat bu isimleri ayırmamış, mürsel bırakmıştır. Yani إن له أبا وشيخا وكبيرا “Gerçekten onun büyük ve yaşlı ve bir babası var.” dememiştir.  خَيْراً مِّنكُنَّ مُسْلِمَاتٍ مُّؤْمِنَاتٍ قَانِتَاتٍ تَائِبَاتٍ عَابِدَاتٍ  أَزْوَاجاً عَسَى رَبُّهُ إِن طَلَّقَكُنَّ أَن يُبْدِلَهًُ Eğer o sizi boşarsa belki de Rabbi ona, sizden daha hayırlı, kendisini Allah'a teslim eden, inanan, gönülden itaat eden, tevbe eden, oruç tutan… eşler verir. Dedikten sonra:ثَيِّبَاتٍ وَأَبْكَاراً “dul ve bakire” buyurmaktadır. Yani dul ve bakire birbirinden ayrı şeyler olduğu için aralarını atıf harfi ile ayırıyor, mürsel bırakmıyor. Yine başka bir yerde: وَمَا يَسْتَوِي الْأَعْمَى وَالْبَصِيرُ  “Kör ile gören eşit olmaz.” buyurmaktadır. (Fatır 35/19) Kör ile gören ayrı şeyler olduklarından dolayı aralarını “vav” ile ayırmıştır. Sonra da:وَلَا الظُّلُمَاتُ وَلَا النُّورُ وَلَا الظِّلُّ وَلَا الْحَرُورُ Karanlıklarla aydınlık, gölge ile sıcaklık da bir olmaz. (Fatır 35/20-21) buyurmuştur. Bunların hepsi birbirinden ayrı şeyler oldukları için aralarını fasletmiştir. Başka bir yerde ise şöyle buyurmuştur:الْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلَامُ الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ الْعَزِيزُالْجَبَّارُالْمُتَكَبِّرُ O, mülkün sahibidir, eksiklikten münezzehtir, selamet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır, üstündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır. (el-Haşr 59/22) Bu sıfatların hepsi aynı şeyin ismi olduğu için mürsel bırakılmıştır, fasledilmemiştir. İşte bundan dolayıdır ki Cenabı Allah أَلاَ لَهُ الْخَلْقُ وَ الأَمْرُ “Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O'na mahsustur.” (el-A’raf 7/54) buyurduğu vakit yaratmak ve emretmek birbirinden ayrı kavramlar olduğu için aralarını harf-i atıf olan “ و” (vav) ile ayırmıştır.

IV- Kur’an vahyedilmiştir, yaratılmamıştır

KUR’AN’IN VAHİY MAHSULÜ OLUP MAHLÛK OLMADIĞININ İSBATI


Bu hususta Cenab-ı Allah’ın şu kavlini zikredebiliriz: “Battığı zaman yıldıza andolsun ki, arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve batıla inanmadı; o, arzusuna göre de konuşmaz. Onun konuşması ancak, bildirilen bir vahiy iledir. Ona (bu Kur'an'ı) üstün (oldukça çetin) bir güç sahibi (Cebrail) öğretmiştir.” (en-Necm 53/1-5)

Kureyş kâfirleri Kur’an hakkında “şiirdir, eskilerin masallarıdır, karmakarışık rüyalardır, Muhammed onu kendisi uyduruyor veya başkasından öğreniyor” gibi sözler sarf ettiler; bunun üzerine Allahu teala Kur’an’ın iniş vaktini kastederek batmak üzere olan yıldıza yemin etti ve ardından Kur’an’ın vahiyden başka bir şey olduğuna dair düşünceleri iptal etti. Zira “Onun konuşması ancak, bildirilen bir vahiy iledir.” kavli Kur’an ancak vahyolunan bir vahiydir, demektir. Sonra “Ona (yani Muhammed’e) üstün  bir güç sahibi (Cebrail) öğretmiştir.” buyurmuştur. “Allah o anda kuluna vahyedeceğini vahyetti.” (en-Necm 53/10) kavline kadar bunlardan bahsetti ve Kur’an’ı vahy olarak isimlendirdi, yaratılmış olarak vasfetmedi.

V- Kur’an şeydir

Bab: RAHMAN’IN KAVLİ OLAN VE OLMAYAN ARASINDAKİ FARK


Sonra Cehm başka bir şey iddia etmiş ve şöyle demiştir: Bize Kur’an hakkında haber veriniz, Kur’an “şey” midir? Biz de tabii ki “şey” dir, dedik. Bunun üzerine “Allah her şeyin yaratıcısıdır, şu halde Kur’an niçin yaratılmış şeyler sınıfından sayılmıyor, hâlbuki siz onun “şey” olduğunu itiraf ediyorsunuz.” dediler. Bütün mevcudiyetimle söylüyorum ki iddiasından kimseye deva olacak bir şey çıkmadığı halde iddiası mümkün olan her şeyi iddia olarak ortaya atmaktadır. Ortaya attığı bu iddialarla da halkın kafasını karıştırmıştır. Biz kendisine şu cevabı veririz: Allah Azze ve Celle kitabında Kur’an’ı “şey” olarak isimlendirmedi. Ancak kendisine hitap ettiği nesneye “şey” ismini verdi. Şanı yüce Allah’ın şu kavlini görmüyor musun? “Biz bir şeyi dilediğimiz zaman, ona sözümüz sadece «ol» dememizdir. O da hemen oluverir.” (en-Nahl 16/40) buyurmuştur. Burada zikrolunan “şey”den kasıt Azze ve Celle’nin sözü değildir, bilakis kendisine söz söylenendir. Başka bir ayette: “O'nun emri, bir şeyi dileyince ona sadece «Ol!» demektir. O da oluverir.” (Ya-Sin 36/82) denilmektedir. Şu halde buradaki “şey” Allah’ın emri değildir. Bu “şey” ancak Allah’ın emriyle mevcut olan nesnedir.

Cenabı Hakkın kendi kelamını yaratılmış şeyler kapsamına dâhil etmediğine işaret eden delil ve alametlerden birisi de Ad kavmi üzerine gönderdiği rüzgâr hakkındaki şu ayettir: “O rüzgâr, Rabbinin emri ile HERŞEYİ yıkar mahveder.” (el-Ahkaf 46/25) Rüzgâr birçok şeye rastladığı halde helak etmedi; kendilerini kuşatan evleri ve barınakları olan dağlara rastladığı halde onları helak etmemiştir. Hâlbuki ayette “her şeyi yıkar mahveder.” buyrulmuştur. İşte aynı şekilde Yüce Allah’ın: "Allah her şeyi yaratandır." (er-Rad 13/16) buyruğunda da –hâşâ- kendi zatını, ilmini ve kelamının yaratılmış şeylerden olduğunu kastetmemektedir. Keza Sebe melikesi Belkıs hakkında “Kendisine her şey verilmiş” buyurmaktadır. Hâlbuki Süleyman’ın mülkü de bir “şey” olduğu halde Belkıs buna malik değildi. Aynı bunun gibi de Allahu Teâlâ "Allah her şeyi yaratandır." buyururken kelamını bu yaratılmış şeyler kapsamına dâhil etmemiştir.

Cenabı Allah Musa (as)'a: “Ben, seni kendim (nefsim) için yetiştirdim.” (Ta-Ha 20/41) demiştir. Aynı şekilde “Allah sizi Kendisiyle (nefsiyle) korkutur.” (Al-i İmran 3/28) buyurmaktadır. Ayrıca “Rabbiniz rahmeti kendi (nefsi) üzerine yazdı.” (el-Enam 6/54) buyurmuştur. Keza İsa (as) kıyamet günü şöyle diyecektir: “Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben ise senin nefsinde olanı bilmem, çünkü gaybları bilen yalnız sensin, sen!” (el-Ma'ide 5/116) Hâlbuki başka bir ayet-i kerime’de: “Her nefis, ölümü tadacaktır.” (Al-i İmran 3/185) buyurmaktadır. Allah Azze ve Celle hakkında salim fikre sahip olan herkes bu ayette “her nefis” buyurmakla beraber Cenabı Hakkın kendi nefsini ölümü tadacaklar meyanında kastetmediğini kolaylıkla anlar. İşte bunun gibi de "Allah her şeyi yaratandır." dediği zaman yaratılmış olan diğer şeylerle birlikte kendi nefsini, ilmini ve kelamını kastetmiyor. Bu açıklamalar Allah hakkında salim bir fikre sahip olanlar için kâfidir. Allah,  düşünüp de kitap ve sünnete muhalif görüşlerden rücu eden ve Allah hakkında ancak hak olanı söyleyen kimseye rahmet etsin.

Zira Allahu Teâlâ yarattıklarından misak aldı ve şöyle buyurdu: “Allah'a karşı yalnız hakkı söyleyeceklerine dair kendilerinden Kitapta söz alınmamış mıydı?” (el-A’raf 7/169) Başka bir yerde de şöyle buyurmuştur: “De ki: Rabbim ancak açık ve gizli kötülükleri, günahı ve haksız yere sınırı aşmayı, hakkında hiçbir delil indirmediği bir şeyi, Allah'a ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.” (el-A’raf 7/33) Böylece Allahu teala kendisi hakkında yalan söylemeyi haram kılmış ve şöyle demiştir: “Kıyamet gününde Allah hakkında yalan söyleyenlerin yüzlerinin kapkara olduğunu görürsün. Kibirlenenlerin kalacağı yer cehennemde değil midir?” (ez-Zümer 39/60) Cenabı Allah bizi ve sizi saptırıcıların fitnesinden muhafaza buyursun.

Cenabı Hakk kelamını birçok yerde zikretmiş, fakat hiç birinde yaratılmış olarak isimlendirmemiştir. Bilakis hep kelam olarak isimlendirmiştir. Şu ayetlerde olduğu gibi:

“Adem, Rabbinden (birtakım) kelimeler aldı.” (el-Bakara 2/37)

“Onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysaki onlardan bir zümre, Allah'ın kelâmını işitirler de iyice anladıktan sonra, bile bile onu tahrif ederlerdi.” (el-Bakara 2/75)

“Musa tayin ettiğimiz özel vakitte gelip Rabbi O'na kelâmıyla iltifatta bulununca…” (el-A’raf 7/143)

“Buyurdu ki: Ey Musa; risaletim ve kelamımla seni insanlar arasından seçtim. Sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol.” (el-A’raf 7/144)

“Ve Allah Musa ile gerçekten konuştu.” (en-Nisa 4/164)

“Allah'a ve Allah'ın bütün kelâmlarına iman etmiş bulunan o ümmî peygambere, evet ona uyun ki, hidayete erebilesiniz.” (el-A’raf 7/158)

Ve işte bununla Allahu teala Allah Resulünun Allah’a ve kelâmına iman ettiğini haber vermektedir. Yine şöyle buyurmaktadır:

“Onlar Allah'ın kelâmını değiştirmek isterler.” (el-Fetih 48/15)

“De ki: «Eğer Rabbimin kelimeleri için deniz mürekkep olsa, elbette Rabbimin kelimeleri tükenmeden deniz tükenir biter. Velev ki denizin bir mislini de yardımcı getirecek olsak.»” (el-Kehf 18/109)

“Ve eğer müşriklerden bir kimse senden aman dilerse artık ona aman ver. Ta ki, Allah’ın kelâmını dinlesin.” (et-Tevbe 9/6) buyuruyor. Dikkat edilirse burada Allah’ın yarattığını dinlesinler vb bir şey söylememiştir. İşte bu, apaçık Arapça lisanıyla belirlenmiş, izaha muhtaç olmayan gayet açık bir husustur. Allah’a hamdolsun.

VI- Allah bize Kur’an’ın kendi kelamı olduğunu söylememizi yasaklamamıştır

Şimdi Cehmiye’ye sorarım; Allahu teala şu ifadeleri buyurmamış mıdır:

“Deyiniz ki, Biz, Allah'a iman ettik.” (el-Bakara 2/136)

“İnsanlara güzel söz söyleyin.” (el-Bakara 2/83)

“Deyin ki: Biz, hem bize indirilene iman ettik, hem size indirilene.” (el-Ankebut 29/46)

“Ey iman edenler, Allah'tan korkun ve sağlam söz söyleyin.” (el-Ahzab 33/70)

“Şahit olun ki biz müslümanlarız! deyiniz.” (Al-i İmran 3/64)

“De ki: O hak Rabbinizdendir.” (el-Kehf 18/29)

“De ki: Selam sizlere.” (el-En’am 6/54) Buna karşın Allahu Teâlâ’nın “benim kelamımın mahlûk olduğunu söyleyin” dediğini hiç işitmedik.

Ayrıca şu ifadeleri buyurmuştur:

“Allah «üçtür» demeyiniz. Bundan vazgeçiniz.” (en-Nisa 4/171)

“Size selam veren kimseye, «Sen mümin değilsin» demeyin.” (en-Nisa 4/94)

“Ey iman edenler! «Rainâ» demeyin.” (el-Bakara 2/104)

“Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin.” (el-Bakara 2/154)

“Hiç bir şey hakkında: «Ben bunu yarın mutlaka yapacağım» deme.” (el-Kehf 18/23)

“Sakın onlara «öf» bile deme.” (el-İsra 17/23)

“Allah ile beraber başka bir ilaha yalvarma.” (el-Kasas 28/88)

“Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin.” (el-En’am 6/151)

“Elini boynuna asıp bağlama (cimri olma).” (el-İsra 17/29)

“Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayın.” (el-En’am 6/151)

”Yetim malına, en iyi şeklin dışında yaklaşmayın.” (el-En’am 6/152)

“Yeryüzünde çalımla yürüme!” (Lukman 31/18) Kuran’da buna benzer misaller çoktur. İşte bunlar Allah’ın nehyettiği şeylerdir. Ve Allahu teala hiçbir zaman “Kur’an’ın benim kelamım olduğunu söylemeyin” diye bir şey buyurmamıştır. Melekler dahi Allah’ın kelamını “kelam” olarak isimlendirmiştir. Bu konuda Azze ve celle şöyle buyurmaktadır: “Nihayet kalplerinden dehşet giderildiği zaman «Rabbiniz ne buyurdu?» derler.” (es-Sebe 34/23)

Bunun izahı şudur: Melekler
[18] İsa (as) ile Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) arasındaki dönemde –aradan uzun süre geçmiş olmasına rağmen- vahiy sesini hiç işitmemişlerdi. Allahu teala Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e vahy edince melekler, katı taşa demirin vurulması gibi olan vahy sesini işittiler ve kıyamet hallerinden bir hal zannettiler, korktular ve yüzleri üzerine secdeye kapandılar. İşte “Nihayet kalplerinden dehşet giderildiği zaman” kavlinin anlamı budur. Yani kalplerinden korku ve dehşet gidince başlarını secdeden kaldırdılar ve “Rabbiniz ne buyurdu?” diye birbirlerine sordular. Rabbiniz ne yarattı demediler. İşte bu, Allah’ın kendisine hidayet etmek istediği kimse için yeterli bir izahtır.

 

VII- Kur’an’ın ışığında Muhdes’in anlamı

Sonra Cehm başka bir şey daha iddia etmiş ve şöyle demiştir: Ben Allah tebareke ve teala’nın kitabında bir ayet buldum ki Kur’an’ın mahlûk olduğuna delalet etmektedir. Hangi ayettir, dedik. Şu ayeti zikretti:مَا يَأْتِيهِم مِّن ذِكْرٍ مَّن رَّبِّهِم مُّحْدَثٍإ “Rablerinden kendilerine gelen her yeni uyarıyı ancak alaya alarak dinliyorlar.” (el-Enbiya 21/2) [Bu ayette Allah’ın zikri (uyarısı) için –sonradan olma şeyler için de kullanılan-“muhdes” tabirinin kullanılmasından yola çıkarak] Allah’ın Kur’an’a muhdes dediğini ve her muhdesin de mahlûk olduğunu söyledi.

Hayatımla te’min ederim ki bu, müteşabihattan bir husus olduğu halde bununla insanları şüpheye düşürdü. Allah’tan yardım dileyerek biz de bu hususta Allah’ın kitabını göz önünde bulundurarak şunları söyledik: Herhangi iki şey bir isim altında birleşir ve bunlardan biri diğerinden üstün olursa ve de sonra bunlar hakkında övgü söz konusu olursa üstün olan, diğerinden daha çok övgüye layık olur. Eğer bunlar hakkında kınama söz konusu olursa, daha aşağıda olan diğerine göre kınanmaya daha çok layık olur. Şu ayetler buna birer örnektir:

“Şüphesiz Allah, insanlara karşı Rauf ve Rahimdir (şefkatlidir, çok merhametlidir).” (el-Hacc 22/65)

“Allah'ın kullarının içtiği bir çeşme...” (İnsan 76/6) Bu kullar günahkâr olanlar değil iyi olanlardır. Burada insanlar ve kullar tabirleri birleşmişlerdir. Ondan dolayı kullar ile fâcir olanlar değil, iyilerden olanlar kastedilmiştir. Zira bunlar tek tek kalınca şöyle buyrulmuştur:

“Şüphesiz ki, iyiler Naim (Cenneti) içindedirler. Kötüler de cehennemdedirler.” (el-İnfitar 82/13-14)

“Şüphesiz Allah, insanlara karşı Rauf ve Rahimdir (şefkatlidir, çok merhametlidir).” ayetinde ise her ne kadar mü’min ile kafir “insanlar/nas” ismi altında birleşiyorsa da mü’minler rahmet ve re’fete daha layıktır. Zira tek kaldıkları zaman “Şüphesiz ki Allah, insanlara Rauf ve Rahim'dir.” (el-Bakara 2/143) ve “O, müminlere karşı çok merhametlidir.” (el-Ahzab 33/43) kavilleri gereğince medh edilmişlerdir. Kâfirler tek olarak zikredilince “İyi bilin ki: Allah'ın laneti zalimlerin üzerinedir.” (Hud 11/18) ve “Allah onlara gazap etmiştir ve sonsuza kadar azapta kalacaklardır.” (el-Ma'ide 5/80) ayetleri gereğince kınama/zemm vuku bulmuştur. Bundan dolayı bunlar rahmete yani rahmet ayetine dâhil olmazlar.

Aynı şekilde “Eğer Allah rızkı kullarına bol bol verseydi, mutlaka yeryüzünde azgınlık ederlerdi.” (eş-Şura 42/27) kavlinde de kullar/ibad lafzı mü’min ve kâfir herkes için geçerlidir fakat azgınlık/bağy ile vasıflandırılmaya kâfir mü’minden daha layıktır. Zira mü’minler yalnız başına zikredildikleri zaman Allahın kendilerine bahşetmiş olduğu nimeti güzelce idare ettikleri hususunda şöyle buyurmaktadır:

“Ve onlar ki, harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar.” (el-Furkan 25/67)

“Onlar, gayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.” (el-Bakara 2/2) ve böylece bunlar methedilmektedir. Ayrıca Davud (as)’a, oğlu Süleyman (as)’a, Zülkarneyn, Ebubekr, Osman (r. anhum ecmain) ve bunlar gibi olanlara rızık genişçe verildi ve bu zatlardan hiç birisi azgınlık yapmamıştır. Kâfirler ise münferit olarak zikredildikleri zaman bağy/azgınlıkla nitelenirler. Mesela Karun hakkında şöyle buyrulur: “Doğrusu Karun, Musa'nın kavmindendi ve onlara karşı azıtmıştı.” (el-Kasas 28/76) Nemrud bin Kenan da Allahu teala kendisine mülk ihsan ettiği zaman Rabbi hakkında tartışmaya kalkmıştı. Firavun ise Musa (as): Ey Rabbimiz! Sen Firavun'a ve adamlarına şu dünya hayatında göz kamaştırıcı zenginlik ve bol bol servet verdin.” (Yunus 10/88) dediği zaman azgınlık içersindeydi.

Şu halde ne zamanki mü’min ile kâfir bir isim altında birleşir de üzerlerine “bağy” ismi cereyan ederse, mü’min övgüye daha layık olduğu gibi bağy ile vasıflandırılmaya kâfir daha layıktır. İşte Allahu teala:

“Rablerinden kendilerine gelen her yeni uyarıyı ancak alaya alarak dinliyorlar.” (el-Enbiya 21/2) buyruğundaki مِّن ذِكْر (zikir/uyarı) tabiri altında hem kendi zikrini hem de Nebisinin (sallallahu aleyhi ve sellem) zikrini/uyarısını cem’ etmiştir (birleştirmiştir). Allah’ın zikri yalnız olarak ifade edildiği zaman ona “hadis/yeni, sonradan olma” ismi verilmez. Şu ayetleri işitmiyor musunuz?

 “Ve elbette ki, Allah'ın zikri en büyüktür.” (el-Ankebut 29/45)

“Ve işte bu (Kur'an) bir mübarek zikirdir.” (el-Enbiya 21/50) Münferiden Nebi(sav)’nin zikri/hatırlatması kastedildiği zaman ona “hadis” ismi verilir. Allahu Teâlâ’nın şu sözlerini işitmediniz mi?

“Hâlbuki sizi de, yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır.” (es-Saffat 37/96) Nebi’nin (sallallahu aleyhi ve sellem) zikri/hatırlatması ise onun kendi amelidir, onun amellerini ise Allah yaratmıştır. İki zikri bir arada cem’ ettiğine delil ise “Rablerinden kendilerine gelen her yeni uyarıyı/zikri ancak alaya alarak dinliyorlar.” kavlidir. Peygamberimizin bize onu haber verdiği zamanki zikri ”hadis” olarak nitelendirmiştir. Ve biliyorsunuz ki zikir bize ancak peygamberler yani uyarıcı/müzekkirler ve tebliğciler vasıtasıyla geliyor. Allah (celle celaluhu)şöyle buyuruyor:

“Sen hatırlat. Çünkü hatırlatmak müminlere fayda verir.” (ez-Zariyat 51/55)

“O halde öğüt fayda verecekse, öğüt ver.” (el-A’la 87/9)

“Öğüt ver, çünkü sen; ancak bir öğütçüsün.” (el-Gaşiye 88/21) İşte bu suretle zikr lafzı altında Allah’ın zikri ile Peygamberin zikri (hatırlatması) birleşmiştir. Bunlar hakkında “Hadis” yani sonradan icat edilmiş olduklarına dair bir ifade söz konusu olursa, tek başına zikredildiği zaman kendisine yaratılmış ismi verilen Nebi’nin zikri (sallallahu aleyhi ve sellem), yine tek olarak anıldığında yaratılmış ve sonradan ihdas olmuş manasında bir isimlendirme vaki olmayan ise Allah’ın zikri olmaya daha layıktır.

Zikrin Rasulullah’a hadis olduğuna -yani  sonradan geldiğine- “kendilerine gelen her yeni uyarı...” diye başlayan yukarıdaki ayette bir delil bulmaktayız. Zira Rasulullah daha önceden zikri bilmiyordu, Allahu teala ona öğretti. Allah ona öğretince zikir de Rasulullah nezdinde muhdes oldu.

VIII- Kur’an, İsa (as) gibi yaratılmış değil aksine yaratılmamıştır

İSA (AS)’LA ALAKALI NASSLARDAN DELİL GETİREN KİMSEYE CEVAP


Cehm başka bir şey de iddia etmiş ve şöyle demiştir: Kuran’da bir ayet gördük ki, bu ayet, Kur’an’ın mahlûk olduğunu göstermektedir. Biz de sorduk: Bu hangi ayettir? Dedi ki:“Meryem oğlu İsa Mesih ancak Allah’ın resulü ve O’nun kelimesidir.” (en-Nisa 4/171) ayetidir. Ki İsa da mahlûktur. Biz buna şu karşılığı verdik: Allah senin Kur’an’ı anlamanı engellemiştir. Kuran’da İsa ile ilgili ifadeler var ki, Kuran’la ilgili olarak bu ifadelere yer verilmez. Kur’an, İsa'yı, doğmuş, çocuk ve sabi olarak nitelendirir. Yiyen ve içen bir delikanlı olarak vasfeder. O emir ve yasaklara muhataptır. İlahi vaad ve tehditler onun için de geçerlidir. Sonra o, Nuh’un, ardından İbrahim’in zürriyetinden gelir. Bu bakımdan İsa hakkında söylediklerimizi Kur’an hakkında söylememiz caiz değildir. Siz Allah’ın İsa hakkında söylediklerini Kur’an hakkında da söylediğini duydunuz mu?

“Meryem oğlu İsa Mesih ancak Allah’ın resulüdür ve Meryem’e ilka ettiği kelimesidir.” (en-Nisa 4/171) ayetinin anlamına gelince, Allah’ın Meryem’e ilka ettiği kelimesinden maksat, “ol” demesi ve bu sözden sonra İsa’nın olmasıdır. İsa “ol” sözüyle olmuştur, ama İsa “ol” sözünün kendisi değildir. “Ol” Allah’tan sadır olan bir sözdür. Allah’tan sadır olan “ol” sözü mahlûk değildir.

Gerek Hıristiyanlar ve gerekse Cehmiyeciler İsa hakkında Allah’a karşı yalan söylüyorlar. Cehmiyeciler diyorlar ki: İsa Allah’ın ruhudur, kelimesidir. Fakat kelime mahlûktur. Hıristiyanlar da diyorlar ki:

İsa Allah’ın zatından olmak üzere O’nun ruhudur ve Allah’ın zatından olan kelimesidir. Tıpkı, şu yama şu giysidendir, denildiği gibi. Biz ise şöyle diyoruz:

İsa “ol” kelimesiyle olmuştur, ama İsa bu sözün kendisi değildir. Yüce Allah’ın: “Ondan bir ruh...” sözüne gelince, burada yüce Allah, içinde ruh olan ve kendisinden bir emir, demek istiyor. Buna şu ayeti de örnek verebiliriz: “O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından size boyun eğdirmiştir.” (el-Casiye 45/13) Yani, emir vererek size boyun eğdirmiştir. Allah’ın ruhu ifadesinin açıklaması, Allah’ın kelimesinden olan ve Allah tarafından yaratılan ruh, şeklindedir. Tıpkı, Allah’ın kulu ve Allah’ın seması denildiği gibi.

IX- Allah’ın kelamı Cennetlerin üzerindedir

“GÖKLERİ, YERİ VE İKİSİNİN ARASINDAKİLERİ YARATTI” KAVLİYLE DELİL GETİREN KİŞİYE CEVAP


Sonra Cehm başka bir iddiada bulunmuş ve şunları söylemiştir: Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: “Allah; gökleri, yeri ve ikisi arasında olanları altı günde yarattı.” (es-Secde 34/4) Kur’an’ın göklerde, yerde veya ikisinin arasında bir yerde bulunması akıldan uzak bir şey değildir.

Bu suretle insanların zihinlerine şüphe attı fakat bu şüpheden onlara bir zarar yoktur (o kadar zayıftır). Ona -yani Cehmi’ye- diyoruz ki: Allahu Teâlâ bu ayete göre yaratılmış şeyleri ve yaratma işini sadece gökler, yer ve arasında bulunan şeylerle alakalı olarak gerçekleştiriyor, değil mi? Evet diyeceklerdir.
[19] Göklerin üstünde mahlûk olan bir şey yok mudur, diye sorulduğunda da kuşkusuz evet, diyeceklerdir. Bütün bunlardan Cenabı Allah’ın göklerin üstünde olan şeyleri mahlûkat kapsamına dâhil etmediği anlaşılmaktadır. Halbuki ilim sahipleri yedi kat göğün üzerinde kürsi, arş, levh-i mahfuz ve buna benzer bir çok şeyler bulunduğunu bilirler ki yukarıdaki ayet-i kerimede Cenab-ı Allah  bunları zikretmediği gibi yaratılmış şeyler kapsamına dahil etmemiştir. Haber sadece gökler, yer ve ikisi arasında olanlar hakkında vaki olmuştur.

“Kur’an’ın göklerde, yerde veya ikisinin arasında bir yerde bulunması akıldan uzak bir şey değildir.” iddiasına gelince; bir ayet-i kerimede şöyle buyrulmaktadır: “Allah gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları ancak hak ile ve belirli bir süre için yaratmıştır.” (er-Rum 30/8) O, gökleri ve yeri ne ile yarattıysa bu şey -yani hak- şüphesiz göklerden de yerden de önce mevcuttu. Kendisiyle gökleri ve yeri yaratmış olduğu “hakk” Cenab-ı Allah’ın kavlidir (sözüdür). Bu konuda Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“(Allah) «İşte bu haktır ve ben hakkı söylerim» dedi.” (Sad 38/84)  «O gün “ol” der o da hemen oluverir»
[20] kavli ise kendisiyle gökleri ve yeri yarattığı hakk olan sözüdür ve O’nun kavli de mahlûk değildir, deriz.

X- Ruyetullah

KIYAMET GÜNÜ MÜ’MİNLERİN ŞANI YÜCE ALLAH’I GÖRECEKLERİNİ İNKÂR EDEN KİMSEYE CEVAP (RU’YETULLAH MESELESİ)


Biz onlara –yani Cehmiye’ye- dedik ki: Sizler cennet ehlinin Rablerine bakacağını niçin inkâr ettiniz? Dediler ki: Kimsenin Allahu Teâlâ’yı görmesi söz konusu değildir. Zira kendisine bakılan bir şeyin bilinebilen ve nitelenebilen bir şey olması gerekir.
[21] Bir şey ancak yansıma yoluyla görülebilir.

Biz de diyoruz ki: Allahu Teâlâ şöyle buyurmuyor mu? “O gün bir takım yüzler Rablerine bakıp parlayacaktır.” (Kıyamet 77/22-23) Onlar diyorlar ki bunun manası Rablerinin vereceği sevaba bakacaklardır, şeklindedir. Zira insanlar ancak Allah’ın fiillerine ve kudretine bakabilirler, deyip şu ayeti okudular: “Bakmaz mısın rabbine? Gölgeyi nasıl uzatmakta?” (Furkan 25/45) ve dediler ki; İşte Allahu Teâlâ “Görmedin mi Rabbini” buyurduğu halde onlar Rablerini görmemektedir. O halde bu ayetin manası “Rablerinin fiilini görmediniz mi” şeklinde olur. Biz ise diyoruz ki: İnsanlar Allah’ın fiillerini her zaman müşahede etmektedirler. Hâlbuki Allahu Teala kıyamet gününde Rablerine bakacaklarını bildirmektedir. Bir de diyorlar ki “Bu ayetin manası Rablerinden sevap bekleyeceklerdir, şeklindedir. (Böylece ayette geçen “nazar”ı intizar manasına hamlettiler.) Biz ise hem sevabı intizar ederler/beklerler, hem de Rablerine nazar ederler/bakarlar, diyoruz.

Bunun üzerine şöyle dediler: “Allahu Teâlâ, ne dünyada ne de Ahirette görülemez” ve müteşabihattan olan şu ayeti okudular: “Gözler O'nu idrak edemez; O gözleri idrak eder; O Latif'tir, her şeyden haberdardır.” (el-En’am 6/103) Hâlbuki bu ayetin manasını Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) şüphesiz ki herkesten daha iyi biliyordu. Böyle olduğu halde “Siz kıyamet günü Rabbinizi göreceksiniz.”
[22] buyurmuştur. Aynı şekilde Musa (as)’a hitaben: “Beni asla göremezsin.” buyurmuştur. Ben görülmem, dememiştir. Şimdi hangisine tabi olmamız gerekir? “Siz kıyamet günü Rabbinizi göreceksiniz.”[23] diyen Allah Resulüne mi, yoksa Rabbinizi görmeyeceksiniz, diyen Cehm’in kavline mi? Cennet ehlinin rablerini göreceklerine dair Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’den rivayet edilen hadisler ilim erbabının malumudur. Ehl-i ilim bu hadislerin sıhhatinde ihtilaf etmemiştir.

Azze ve Celle’nin “Güzel davrananlara daha güzeli ve fazlası var.” (Yunus 10/26) kavli hakkında Süfyan’ın Ebu İshak’dan, onun da Amir bin Sa’d’den rivayet ettiği hadiste, ayette geçen “ziyade” kavramı “Allah’ın vechine (yüzüne) bakmak” olarak açıklanmıştır.
[24] Sabit el-Bunani’nin Abdu'r-Rahman bin Ebi Leyla vasıtasıyla rivayet ettiği hadiste ise şöyle denilmektedir: “Cennet ehli cennette karar kıldığı zaman bir münadi: Ey cennet ehli! Allah azze ve celle kendisini ziyaret etmenize müsaade etti” diye seslenecek. Bunun üzerine perde kalkacak ve kendisinden başka ilah olmayan Allah’a bakacaklar.”[25]

Biz, Cehm ve şiasının (taraftarlarının) Allah’a bakamayanlar ve O’ndan perdelenecekler arasında bulunacağını ümit ediyoruz. Tıpkı kâfirler hakkındaki şu ayette olduğu gibi: “Hayır; gerçekten onlar, o gün Rablerinden perdelenecekler.” (Mutaffifin 83/15) Kâfir Rabbini görmekten men edildiği gibi mü’min de men edilirse mü’minin kafire karşı ne üstünlüğü kalır? Bizi Cehm ve şiasından kılmayan, bizleri bid’at ehlinden yapmayıp Kitap ve Sünnete tabi olanlardan eyleyen Allah’a hamdolsun.

XI- Allah’ın kelamı: Allah’ın sıfatları Allah’ın Birliğini nefyetmez

ALLAHU TEÂLÂ’NIN MUSA (AS)'LA KONUŞTUĞUNUN İSBATI


Cehmiyecilerin, yüce Allah’ın Musa ile konuşmasını inkâr etmeleri ile ilgili düşüncelerimize gelince, biz onlara şunu soruyoruz:

Niçin bunu inkâr ediyorsunuz? Diyorlar ki:

Allah konuşmaz ve Allah ile konuşulmaz. Olan sadece şudur:

Bir şey oluşmuş ve Allah adına ifadede bulunmuştur. Allah bir ses yaratmış ve bu ses duyulmuş... Onların iddialarına göre, konuşma, ancak ağız boşluğunun, lisanın ve iki dudağın olmasıyla mümkündür. Biz de onlara şunu soruyoruz:

Allah’ın dışında, yaratılmış herhangi bir şeyin Musa’ya:

“Ben senin rabbinim, demesi veya: “Muhakkak ki ben, yalnızca ben Allah’ım. Benden başka ilah yoktur.” (Ta-Ha 20/14) demesi caiz midir? Kim bunu söyleyenin Allah’tan başkası olduğunu iddia ederse, kuşkusuz Allah’tan başkası için rablik iddiasında bulunmuş olur. Cehmilerin iddia ettikleri gibi, Allah bir şey yaratmış olması ve bu şeyin:

“Ey Musa! Allah âlemlerin rabbidir, demiş olması, izah edilebilir olsa da, bu şeyin: “Şüphesiz ben, alemlerin rabbiyim.” (el-Kasas 28/30) demesi caiz değildir. Oysa yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“Allah Musa ile konuştu.” (en-Nisa 4/164)

“Musa tayin ettiğimiz vakitte gelip, rabbi onunla konuşunca.” (el-Araf 7/143)

“Ben risaletimle ve sözlerimle seni insanların başına seçtim.” (el-Araf 7/144)

Bunlar, konuyla ilgili Kur’an’ın açık nasslarıdır.

Allah konuşmaz ve Allah’la konuşulmaz, diyenler, A’meşin Haysemeden, onun da Adiy bin Hatem et-Tai’den rivayet ettiği şu söze ne diyecekler:

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Sizden, arada bir tercüman olmadan rabbiyle konuşmayacak hiç kimse kalmayacaktır.” (Buhari; Müslim; Tirmizi)
[26]

Onların: Konuşma ancak bir karın boşluğundan, bir ağızla iki dudak ve bir dil ile olabilir, sözleri konusunda da şu soruyu sorarız: Yüce Allah “Sonra duman halinde olan göğe yöneldi, ona ve yerküreye: İsteyerek veya istemeyerek, gelin! dedi. İkisi de «İsteyerek geldik» dediler.” (Fussilet 41/11) buyurmamış mıdır? Ne dersiniz, acaba gökler ve yer bu sözleri bir karın boşluğu, bir ağız, iki dudak ve dil ile mi söyleyebildi?

Yine Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Kuşları ve tesbih eden dağları da Davud'a boyun eğdirdik. (Bunları) biz yapmaktayız.” (el-Enbiya 21/79) Görüşünüze göre dağlar bir karın boşluğu, ağız, dil ve dudaklar ile tesbih ediyor, öyle mi? Hayır, yüce Allah bunları dilediği gibi konuşturdu ve aynı şekilde kendisi de nasıl dilediyse öylece konuştu. Bunun için bir karın boşluğu, ağız, dudak ve dilin varlığını öngörmeyiz.

Cehmiyye’ye mensup olan kişi bu deliller karşısında boğulma noktasına gelince şunları söyledi: Evet, Allah Musa ile konuştu. Fakat onun kelamı kendisinden başka bir şeydir. Bunun üzerine biz: Ondan başka bir şey olan bu kelam mahlûk mudur? Diye sorunca, evet demesi üzerine biz de şöyle dedik: Bu da sizin önceki sözünüzün benzeridir. Şu kadar var ki siz zahiren gösterdiğiniz şeylerle belayı kendinizden uzak tutmaya çalışıyorsunuz.

Zühri’nin rivayetinde şöyle denilmiştir: “Musa Rabbinin kelamını işitince ‘Rabbim, şu işittiğim senin sözün müdür?’ dedi. (Allah); ‘Evet ey Musa, o benim sözümdür ve ben seninle onbin dilin gücüyle konuştum. Bütün dillerin gücüne sahibim. Hatta benim gücüm ondan da fazladır. Ben seninle bedeninin kaldırabileceği kadar konuştum. Bundan daha fazlasıyla konuşmuş olsaydım, hiç şüphesiz ölüvermiştin.’ (Zühri devamla) dedi ki: Musa kavmine geri dönünce; “Rabbinin kelamını bize vasfet” dediler: “ Allah Allah! Ben onu size vasfedemem ki” Bu sefer: “Hiç olmazsa onun neye benzediğini söyle” dediler. Musa şu cevabı verdi: “En tatlı haliyle gelen yıldırımların sesini hiç işittiniz mi? Sanki ona benziyordu”.
[27]

Cehmiye’ye mensup kimselere dedik ki: Kıyamet günü; “Ey Meryem oğlu İsa; sen mi insanlara: Beni ve annemi Allah'tan başka iki ilah edinin, dedin?” diyecek olan kimdir? Allah değil mi? Bize şu cevabı verdiler: Allah bir şey var edecek ve bu, Allah adına bunu ifade edecek. Tıpkı böyle bir şeyi var edip Musa (as)’a ifade ettiği gibi.

Yine sorduk: “Andolsun ki; kendilerine peygamber gönderilmiş olanlara da soracağız, peygamber olarak gönderilenlere de. Ve elbette onlara, olan- biten her şeyi bir bilgi ile anlatacağız; çünkü biz onlardan uzak değiliz.” (el-A’raf 7/6-7) diye buyuran kimdir? Soru soracak olan Allah değil midir? Dediler ki: Yüce Allah bütün bunlar için ayrı bir şey yaratacak ve bu şey Allah adına bu ifadeleri kullanacaktır.

Dedik ki: Allah konuşmaz, demekle O’na büyük bir iftira atmış oldunuz. Böyle söylemekle, onu, Allah’tan başka tapılan putlara benzetmiş oldunuz. Çünkü putlar konuşmazlar, hareket etmezler, bir yerden bir yere gitmezler…

Cehmiyeciler karşılarında çürütülmez bir kanıt olduğunu görünce, bu sefer:

Allah konuşur, ama kelamı mahlûktur, demeye başladılar. Biz de diyoruz ki:

Adem oğlunun sözleri de mahluktur. Siz, Allah’ın kelamı mahlûktur, demekle O’nu yarattıklarına benzetmiş oluyorsunuz. Nitekim sizin mezhebinize göre, Allah kelamı yaratıncaya kadar, konuşmadığı bazı vakitler de vardır. Böylece siz küfür ve teşbihi birlikte işlemiş oluyorsunuz. Allah bu nitelikten münezzehtir. Biz ise şunu söylüyoruz:

Allah, dilediği zaman daima kelam sahibidir. “Allah vardı ama kelamı yaratıncaya kadar, konuşmazdı” demediğimiz gibi, “O var olmakla birlikte ilmi yaratıncaya kadar bir şey bilmiyordu” da demeyiz. O önceden vardı, ama kendi nefsi için bir kudret yaratıncaya kadar kudreti yoktu; O vardı ama kendi nefsi için bir nuru yaratıncaya kadar nuru yoktu; O vardı ama kendi nefsi için bir azamet yaratıncaya kadar azameti de yoktu gibi şeyler de söylemeyiz. Dediler ki: “Allah vardı ve başka bir şey yoktu.” demeden asla muvahhid olamazsınız. Buna cevaben dedik ki: “Biz Allah vardı ve başka bir şey yoktu diyerek Allah’ın tüm niteliklerinde hep var olduğunu söyleyerek aslında tek olan ilahı tüm nitelikleriyle tarif etmiş olmuyor muyuz?

Onlara şu örneği verdik: Bize hurma ağacından haber verin dedik ki: Bir kütük, gövde, lif, yaprak tüm bu niteliklere rağmen tek bir ismi yok mudur Bunun gibi Allah, Odur ki, en yüce olana kıyaslanır, tek ilahtır tüm nitelikleriyle. Biz, o kendinde gücünü var edene değin güçsüzdü, demeyiz, güçsüz olmak iktidarsız olmaktır; ne de hiçbir şey bilmediği bir zaman vardı deriz ki; bilmeyen cahildir. Ancak biz; zamanını ve nasılını söylemeden Allah hep bilir güçlü ve maliktir deriz.

Ve yine Allah kâfir olan el-Vahid bin el-Velid bin el-Muğire el-Mahzumi’ye nispet ederek: “Kendisini tek olarak yarattığımı bana bırak.” (el-Müddesir 74/11) buyurmaktadır. Burada ismi geçen kimsenin gözleri, kulakları, dili, dudakları, elleri, ayakları ve birçok organı vardı buna rağmen bu nitelikleriyle değil de  Vahid olarak adlandırılmıştır. Bunun gibi Allah en yücesiyle kıyaslanmalı tüm nitelikleriyle tek ilahtır.

XII- Allah nerededir ve nerede değildir

Allahu Teâlâ’nın “Rahman, Arş'a istiva etti” kavli ve Şanı yüce Allah’ın yaratıklarından ayrı oluşunun ispatı


Yüce Allah: “Rahman, Arş'a istiva etti.” (Ta-Ha 20/5) buyurmaktadır. Yine şöyle buyurmaktadır: “Rabbiniz o Allah'dır ki, gökleri ve yeri ve ikisinin arasındakilerini altı günde yaratan ve sonra da arşa istiva edendir.” (Yunus 10/3) Ama Cehmiyye, “Allah Arşın üzerinde olduğu gibi aynı zamanda yerin yedinci tabakasındadır. Allah Arşın üzerindedir, göktedir, yerdedir, kısacası her yerdedir; O’nun bulunmadığı hiçbir mekân yoktur; bir yerde olup başka bir yerde olmaması diye bir şey söz konusu değildir” derler ve “O göklerde de, yerde de Allah'dır.” (el-Enam 6/3) gibi ayetleri kendilerine delil alırlar.

Onlara cevap olarak dedik ki: Müslümanlar, Rablerinden hiçbir şeyin bulunmadığı çok yer biliyorlar. Ne gibi yerler, dediler. Onlara şöyle dedik: Sizin iç organlarınız, bağırsaklarınız, domuzların bağırsakları, işkembeler, pislik yerleri, evet bütün bu gibi yerlerde Rab Teâlâ’dan hiçbir şey yoktur. Rabbimiz, gökte olduğunu haber vererek şöyle buyurmuştur:

“Gökte olanın sizi yere geçirmeyeceğinden emin misiniz? Bir bakmışsınız ki, o (yeryüzü) sallanıp-çalkalanmaktadır. Gökte olanın başınıza tas yağdırmasından güvende misiniz? Benim uyarmamın nasıl olduğunu yakında bileceksiniz.” (el-Mülk 67/16-17)

Yine şöyle buyurmuştur: “Kim, izzet istiyorsa; izzet bütünüyle Allah'ındır. Güzel sözler O'na yükselir. Onu da salih amel yükseltir.” (Fatır 35/10)

“O vakit ki, Allah Teâlâ buyurdu: «Ya İsa! Muhakkak seni vefat ettirecek olan Ben'im ve seni Bana yükselteceğim.” (Al-i İmran 3/55) ve “Bilakis Allah onu (İsa'yı) kendi nezdine kaldırmıştır. Allah izzet ve hikmet sahibidir.” (en-Nisa 4/158)

“Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur. Katında olanlar O'na kulluk etmekten çekinmezler ve usanmazlar.” (el-Enbiya 21/19)

“Göklerde ve yeryüzünde bulunan canlılar ve bütün melekler, kibirlenmeden Allah'a secde ederler. Onlar, üstlerindeki Rablerinden korkarlar ve kendilerine ne emrolunursa onu yaparlar.” (en-Nahl 16/49-50)

“Melekler ve ruh, miktarı elli bin yıl süren bir gün içinde O'na yükselir.” (el-Mearic 70/4)

“O, kulları üzerinde kahredici olandır. O, Hakim'dir, Habir'dir.” (el-Enam 6/18)

“O, Aliyyul Azimdir(yani yücedir, büyüktür.” (el-Bakara 2/255)

Yüce Allah, kendisinin gökte olduğunu haber veriyor. Ayrıca Kur’an da aşağıda olanların kınandığını görüyoruz. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Şüphe yok ki, münafıklar ateşin en aşağı tabakasındadırlar. Ve elbette onlar için yardımcı da bulamazsın.” (en-Nisa 4/145)

“Ve küfredenler derler ki: Rabbimiz; cinlerden ve insanlardan bizi saptırmış olanları göster, onları ayaklarımızın altına alalım da alçaklar olsunlar.” (Fussilet 41/29)

Ayrıca onlara dedik ki: İblis’ in de şeytanların da varlıkta bir yer işgal ettiklerini bilmiyor musunuz? Allah ve İblis kesinlikle aynı mekânda bir araya gelmemiştir. Yüce Allah’ın: “O göklerde de, yerde de Allah'tır.” (el-Enam 6/3) kavli ise şu anlamdadır: Allah, göktekilerin de yerdekilerin de ilahıdır. O, Arş’ın üzerindedir, ama ilmi, Arş’ın aşağısını da kuşatmıştır; ilminin ulaşmadığı hiçbir yer yoktur; ilminin bir yere ulaşıp diğerine diye bir durum söz konusu değildir. Yüce Allah şu sözünde bunu dile getirmektedir:

“Allah, yedi kat göğü ve yerden bir o kadarını yaratandır. Ferman bunlar arasından inip durmaktadır ki, böylece Allah'ın her şeye kadir olduğunu ve her şeyi ilmiyle kuşattığını bilesiniz.” (Talak 65/12)

Şeffaf camdan yapılmış bir maddeyle dolu bir bardak düşünün, insan bu bardağa baktığında her tarafını görür. Ama insan o bardağın içinde değildir. Allah da -en yüce mesel Allah'ındır- yaratıklarından içinde olmadığı halde, onların hepsini ihata eder.

Yine bir adam düşünün, kendisine bir ev inşa ediyor. Sonra kapısını kapatıp çıkıyor. Bu adam evinde kaç oda bulunduğunu, her odanın genişlini bilir. Allah Azze ve Celle de –ki en yüce mesel Allah’ındır- yaratıkların hiçbir şeyin içinde olmadığı halde yaratıklarının hepsini ihata eder; ne durumda olduklarını ve ne olduklarını bilir.

XIII- Allah her zaman ve her mekânda ilmiyle her yanı kuşatandır

Cehmiyye, Yüce Allah’ın: “Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O'dur.” (el-Mücadele 58/7) kavlini te’vil ederek: Allah Azze ve Celle bizimle beraberdir ve bizim içimizdedir, derler. Onlara deriz ki: Ayetin tamamını zikretmeden, niçin bir kısmını diğerinden kopuk olarak naklediyorsunuz? Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Göklerde ve yerde olanları Allah'ın bildiğini görmüyor musun? Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O'dur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir. Sonra kıyamet günü onlara yaptıklarını haber verecektir. Doğrusu Allah, her şeyi bilendir.” (el-Mücadele 58/7)

Görüldüğü gibi ayet Allah’ın ilminden bahisle başlamakta ve onunla son bulmaktadır.

XIV- Allah’ın her yerde olduğu iddiasının reddi

Cehmilere ayrıca şöyle denilir: Allah, azametiyle bizzat bizimle birlikte ise, kendisiyle yaratıkları arasında olup bitenler hususunda size mağfiret eder mi? Şayet evet diyecek olurlarsa Allah’ın yaratıklarının dışında olduğunu ve yaratıkların O’nun dununda (haricinde) olduğunu kabul etmiş olur. “Bağışlamaz” diyecek olursa o zaman da küfre girmiş olur.

Eğer bir Cehmiyecinin:

Allah her yerdedir, bir yerde olurken başka bir yerde olmaması söz konusu değildir, dediğinde, aslında yalan söylediğini anlamak istersen, ona şu soruyu sor:

Hiçbir şey yok iken Allah var değil miydi? Evet, diyecektir. O zaman şunu söyle:

Allah mahlûkatı yaratırken, onları kendi içinde mi yarattı, yoksa kendi dışında mı?

Bu sorunun cevabı bağlamında üç görüş belirginleşecektir.

Bu görüşlerden biri:

1- Allah mahlûkatı kendi içinde yarattı, demektir. Bu cevabı verecek olsa, küfre sapmış olur. Çünkü insanların, cinlerin ve şeytanların Allah’ın içinde olduklarını iddia etmiş olur. Şayet:

2- Onları kendi dışında yarattı, sonra kendisi onların içine girdi, dese, bu sefer de küfre sapmış olur. Çünkü Allah’ın, kirli, pis bir mekâna girdiğini iddia etmiş olur. Eğer:

3- Allah mahlûkatı kendisinin dışında yarattı, ama onların içine girmedi, şeklinde bir cevap verse, diğer bütün yanlış görüşlerinden dönmüş olur. Ki, ehl-i sünnetin görüşü de budur.

XV- Cehmiyenin Allah’ın ilmi hakkındaki görüşlerine reddiye

Cehmiyenin Allah’ın bilgisini itiraf etmediğini bilmek istersen ona de ki: “Allah der ki: Onun bildirdikleri dışında insanlar onun ilminden hiçbir şeyi tümüyle bilmezler. ” (el-Bakara 2/255) ve yine: “Fakat Allah sana indirdiğine şahitlik eder, onu kendi ilmiyle indirdi.” (en-Nisa 4/166) de ve yine: “Eğer onlar size cevap veremiyorlarsa bilin ki o ancak Allah’ın ilmiyle indirilmiştir.” (Hud 11/14) ve yine: “Onun bilgisi dışında hiçbir meyve kabuğunu yarıp çıkamaz hiçbir dişi gebe kalamaz ve doğurmaz.” (Fussilet 41/47) de.

Cehmiye ye sor itiraf eder mi yoksa etmez mi Allah’ın ilmini ki bize ayetlerle bildirilmiştir. Eğer inkâr ederse, imanı inkâr etmiş olur. Eğer Allah’ın ilmi yeni oluşmuştur derse Allah’ın bilmediği bir zaman olduğunu söyleyerek ve Allah’ın ilmi yaratana değin bilmediğini ve sonra bildiğini (ilim sahibi olduğunu) iddia ederek imanı inkâr etmiş olur. Ve eğer Allah’ın ilmi yaratılmamıştır, başlatılmamıştır derse ehlisünnetteki yerini terk etmiştir.

XVI- Allah’ın yarattıklarının içinde olduğu iddiasına reddiye

Allah Musa’ya (kardeşi Harun’la birlikte ikisini kast ederek) “Ben sizinle beraberim.” (Ta-Ha 20/48) dediğinde bunun anlamı Ben ikinizi de korurum  manasındadır ve yine “Hani onlar mağaradaydı o arkadaşına üzülme çünkü Allah bizimle beraberdir diyordu.” (et-Tevbe 9/40) buda bizi savunmak için anlamı taşır. Ve yine “Nice az sayıda birlik Allah’ın izniyle çok sayıdaki birliği yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.” (el-Bakara 2/249) burada onlara düşmanlarına karşı verilen zafer kastedilir ve yine “Üstün durumdayken gevşeyip barışa çağırmayın Allah sizinle beraberdir.” (Muhammed 47/15) burada onlara düşman üzerine verilen zafer kastedilir ve yine “Onun razı olmadığı sözü düzüp kurarken O onlarla berberdi.” (en-Nisa 4/108) burada Allah’ın onlardan haberdar olması kastedilir ve yine “İki topluluk birbirini görünce Musa’nın adamları işte yakalandık dediler. Musa asla dedi. Rabbim şüphesiz benimledir bana yol gösterecektir.” (eş-Şuara 26/61-62) burada Firavuna karşı yardım edeceği kastedilir.

Dedik ki ona Cennet, cehennem, arş ve gök ve dirilme olmayacak mı evet dedi o zaman Rabbimiz nerede olacak diye sorduk şöyle cevap verdi: Dünyada her şeyde olduğu gibi orada da her şeyde olacak. Ona dedik ki: O halde sen Allah’ın arşı, bahçesi, ateşi ve havası arasında bölüneceğine inanıyorsun. Böylece Allah’a karşı yalanları apaçık ortaya çıktı.

XVII- Allah isminin yaratılmış oluşuna reddiye

Cehmi, Allah’ın her şeyde yaratıklarıyla beraber olduğunu, fakat bir şeyle ne bitişik ve ne de onun dışında olduğunu iddia ederken aleyhindeki hüccet ortaya çıkmaktadır. Bu durumda ona: Allah yaratığının dışında olmadığına göre ona bitişik değil midir? Dedik. Hayır, dedi. Peki, bir şeye ne bitişik ne de onun dışında olmaması nasıl olur? Dedik. Geveleyip: Keyfiyetsiz olarak, dedi. Ama yine de sözüyle bazı cahilleri aldatıp gözlerini boyadı.

Cehmi Allah isminin Kur'an da yaratıldığına iddia ediyor. Sorduk O adını yaratmadan önce adı neydi? Şöyle cevap verdiler: O'nun adı yoktu. Dedik ki bunu şunlar takip eder o halde kendine ilmi yaratana değin cahildi ve nuru ile gücü de yoktu kendi için yaratana değin. O şeytani adam Allah’ın onu utandırdığını ve çıplaklığını ortaya serdiğini Allah’ın adının Kur'an da yaratılmış olduğu iddiasında bulunduğu için olduğunu anladı.

Cehmiye ye dedik ki Bir insan yalan yere Allaha yemin etse ki ondan başka ilah yoktur, bu yalancının yemini gibi olmaz çünkü yaratılmış olanın adıyla yemin etmiştir yaratanın değil. Allah onu yine utandırdı

Ona dedik ki peygamber, Ebu Bekir (ra), Ömer (ra), Osman (ra), Ali (ra) onları takip eden halifeler, yöneticiler, kadılar Allah’ın, ondan başka ilah yoktur, adıyla yemin verdirmezler mi ondan başka ilah yoktur. Ama size göre onlar yanılmışlar peygamber ve onu takip edenler Allah ismini yaratana yemin ettirmeliydiler, Allah adını yaratandan başka ilah yoktur sözünü itikat edinmeliydiler aksi takdirde Allah’ın birliğini beyanları geçersiz olurdu. Allah onu yalanlar söylediği için utandırdı. Ama biz deriz ki Allah Allah'tır. Allah isim değildir her şey isimdir Allah'tan başka.

Eğer Allah konuşmadıysa her şeyi nasıl yarattı. Bir başkası daha mı var? O her şeyi ol demekle kelamıyla yarattı. O'nun Kur'an da: Biz bir şeyin olmasını istediğimiz zaman ona sözümüz ol dememizdir hemen oluverir. (en-Nahl 16/40) dediğini görerek dediler ki bizim ona sözümüzden kasıt isteğimiz onun olmasını sağlar. Biz de dedik ki o halde ilave neden ‘ona sözümüz ol dememizdir’ dediler ki: Kur'an da ki her şeyin bir anlamı var. Allah Arapça tabirle konuşur duvar konuştu, avuç konuştu ve düştü lakin bir şey deme.
[28] Ona dedik ki sen bunun üzerine mi hüküm kurarsın onlar da evet dediler. Bunun üzerine sizin inandığınız üzere Allah konuşmasaydı, o halde Allah her şeyi ne sebeple yarattı dedik onlara. Onlar da şöyle cevap verdiler gücüyle. Biz de o şey midir dedik ve onlar itiraf ettiler. Onlara sorduk O'nun gücü yaratılmışlardan mıdır ve kabul ettiler. Onlara dedik ki öyle görünüyor ki O yaratılmış olan için yaratmış. Böylece Kur’an’ı reddettiniz ve muhalefette bulundunuz ki Allah şöyle buyurmaktadır: ‘Allah her şeyin yaratıcısıdır.’ diyerek kendisinin yaratıcı olduğunu bize bildirmektedir. Yine ‘Allahtan başka yaratan var mıdır?’ (Fatır 35/3) yani Allah’tan başka yaratan yok anlamında, oysa siz Allah’ın yaratmasından gayrı bir şey iddia ettiniz. Bu Cehmiye öğretisi yüce Allah’tan uzak olsun.

XVIII- Allah’ın Kuran’da Rab olarak nitelendirilmesi ile alakalı hadis

BAB: Cehmiyye’nin rivayet olunan bazı hadislerden
[29] yola çıkarak Kur’an’ın mahlûk olduğunu iddia etmesine dair

Cehmiye, peygamberimizden (sallallahu aleyhi ve sellem) rivayet edilen: “Kur’an açık renkli bir genç suretinde gelir. Kendisini okuyan kişiye gelir ve der ki:

- Beni tanıdın mı? Kişi der ki:

- Kimsin sen? Der ki:

- Ben, gündüzleri uğrunda susuz kaldığın, geceleri sabahlara kadar uyanık kaldığın Kuran’ım. Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) devamla şöyle buyurdu:

Bunun üzerine kişi onunla Allah’a gider ve der ki: - Ya Rabbi!..” (İbni Mace; Darimi; Ahmed) hadisi dayanak alarak Kur’an’ın mahlûk olduğunu savunmuştur.

Biz de onların bu iddialarına şöyle cevap veriyoruz:

“Kul huvellahu ehad” suresini okuyana şu, şu vardır....” (Tirmizi; Ahmed; Nesai) hadisindeki anlamda Kur’an gelmez.

Siz “Kul huvellah...” suresini okuyana bu surenin gelmediğini görmüyor musunuz?

Bilakis, onu okumanın sevabı gelir. Çünkü biz Kur’an’ı okuyoruz ve o gelmez, diyoruz, bir halden başka bir hale değişim geçirmez.

Allahın rahmeti Allahın dininde âlim olanın muhacirin ve ensarın öğretilerinden başka Kuran ve sünnete aykırı olanı reddeden ve Cehmiye ve kollarından uzak duranın üzerine olsun, selam peygambere ailesine ve ashabına olsun.

*** GAYEMİZ İNSANLARI DEĞİL ALLAH'I RAZI ETMEK ***

 

Bu  gün izahını yapmaya çalışacağımız konu, Emri bil mağruf ve Nehyi anil münker müessesesi ile alakalı bir iki hususun şer'i çizgide anlaşılması üzerinde olacaktır.

Bunlardan birinci ve en önemlisi : "Gayemiz insanları değil, Allah'ı razı etmek olmalıdır."

İkincisi ise : "Tavizle, yumuşaklılığın ayrı ayrı şeyler olup bunların birbirinden ayırt edilmesi gerekmektedir".

Üzerinde duracağımız bu iki nokta gerçekten hassas noktalar oluşu hasebiyle siz değerli kardeşlerimin sohbet esnasında zihinlerini canlı tutmalarını rica ediyorum. Zira yapılan sohbetlerin yanlış anlaşılması ve yanlış kavranılması o sohbetin başka birilerine aktarılmasında da aynen yanlış iletilmesi ve yanlış kavranılması demektir.

Şimdi ilk olarak üzerinde durmaya çalışacağımız nokta "Gaye insanları değil Allah'ı razı etme" noktasıdır.

Bilindiği gibi, "Emri bil mağruf ve nehyi anil münker" müessesesi islamın en önemli müesseselerinden bir tanesidir. Biz bu güzel vasıta ile yaratılışımızın gayesini öğrendiğimiz gibi, yine aynı zamanda birçok insanda bizim bu müesseseyi kullanmamız vasıtasıyla yaratılışlarının gayesini öğreneceklerdir.

İşte bunun içindir ki islam, her mükellefi malumatı nisbetinde bu müesseseden hesaba çekecektir. Bilen bildiği ölçüde hakkı anlatma mecburiyetinde olduğu gibi, aynı zamanda bildiği ve kavradığı ölçüde de münkeri reddetme ve ona mani olmak zorundadır. Ve bu görevi yerine getirirken de razı etmeye gayret göstereceği merci Allah olmalıdır, insanlar değil. Yani, hakkı anlatmada, onu bir başkasına ulaştırmada hiçbir zaman geri durmadan halkın değil, hakkın rızasını ön planda tutmalıdır.

İnsanlar hor görecekler diye, insanlar kızacaklar diye ve yine insanlar beni dışlarlar, kendilerinden soyutlarlar diye hiçbir zaman ne görülen bir münkerin nehyedilmesi ve nede anlatılması gereken bir hakkın ihmali asla düşünülmemelidir.

Yapılması gereken bu göreve basiretli, ferasetli bir muvahhid gözüyle bakılmalıdır. Anlatılacak küçük bir mağruf'un ileride büyüyeceği düşünülürse, mani olunması gereken küçük bir münkerinde ileride büyüyüp devleşeceği asla unutulmamalıdır.

Bir müslüman, tıpkı bir bahçivan gözüyle bu olaya bakmalıdır. Anlatacağı bir mağruf o an küçük bir tohum olabilir. Küçük bir filizde olabilir. Ama o işten anlayan bahçıvan bu tohumun ileride bir fidan olacağını daha sonra ise ağaç olacağını ve zamanla binlerce meyvesiyle nevşu nema bulan ve insanlara menfaati olan bir ağaç olacağını asla unutmaz.

Yine bu mani olmayacağı bir münker o an küçük bir tohum olabilir. Fakat onun ileride büyüyüp fidan olacağını daha sonra ağaç olacağını ve binlerce zehirli meyvesi ile etrafına zehir saçan bir zakkum ağacı olacağını unutmaz, bu bahçıvan.

Unutmayın ki, zamanımızın şu korkunç ve çirkin hali birden vuku bulmamıştır. Nasıl ki islam bütün berraklığı ile küçük denmeden büyük denmeden anlatıla anlatıla nevşu nema buldu ise, aynen bu çirkin manzaranın yatırımı yavaş yavaş yapılmıştır. İblis denen o mahluk küçük demedi, az demedi ve o zehirli tohumlarını atmaktan geri durmadı. Çünkü o çok iyi biliyordu ki attığı o zehirli tohumlar çok geçmeden filizlenip kocaman zakkum ağaçları olacaktır.

Evet ey şuurlu müslüman kardeşim! Unutma ki bu ileriyi düşünme, ileri görüşlülük  iblis ve avanelerinden çok, muvahhidlerin düşüneceği birşeydir. O ve avaneleri, attıkları her tohumun ileride büyüyüp karşılığını kat kat vereceğini hesap edip yatırımlarını yaparken, sen nasıl olurda "Onun hilesinin zayıf olduğunun" farkında olduğun halde münkerlere set çekip, ileriye yönelik bir yatırım yapmazsın ki?... Sen nasıl olurda anlatacağın bir mağrufu insanların kırılıp senden yüz çevireceğini düşünerek terk edersin ki?... yine, sen nasıl olurda görmüş olduğun bir münkere, insanlar bana kızar, beni dışlar, bana söver, beni döver diye kaygılanıp mani olmazsın ki?...

Eğer şu hale gelişimizde, bu münkerlerin yerleşmesinde geçmişteki fertlerin bir sorumluluğu ve bir vebali var ise ki muhakkak ki var. Bunun gibi, gerek zamanımızda ve gerekse ileride yapılacak olan mani olmadığımız münkerlerin sorumluluğu ve vebali şu cılız omuzlarımıza indirilmemek şartı ile yüklenecektir. Peki neden?

Çünkü görülen bir münkerin ortadan kaldırılması için bir mücadele verilmezse, ona mani olunmaya çalışılmazsa zamanımızda yaşanacağı gibi, ileride de katlanarak ve rahat bir şekilde yayılıp yaşanacaktır bütün bu çirkinlikler. Günümüzde yaşanan ve geçmiştekilerin bize miras bıraktığı münkerler gibi.

Evet ey müslüman! Unutma ki Allah'tan başkalarının rızası gözetilerek yapılan bütün işler "hebaen mensura" olacağı gibi, karşılığında da büyük bir azap vardır.

Yapılacak olan bir mağrufta olsun veya nehyedilmesi gereken bir münkerde olsun, eğer bir başkasının rızası veya gadabı gözetiliyorsa, o insanın havale edileceği yer rızasını veya gadabını düşündüğü o yerdir.

Konuyla ilgili birkaç hadislerinde Allah Rasulü (s.a.v) şöyle buyuruyor:

"...... Aişe (r.a)'dan; Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: "Her kim insanların gücenmelerine (kızmalarına) mukabil Allah'ı razı etmeye çalışırsa Allah'ta onu insanların zahmetinden kurtarır. Her kimde Allah'ın kızmasına mukabil insanların rızasını ararsa Allah'ta onu o insanlara havale eder..."

Tirmizi / 4.c / 2527

"....Ebu Said el-Hudri (r.a)'dan; Resulullah (s.a.v) bir hutbesinde şöyle buyurdu: "Hakkı söylemekten ve o büyük günü hatırlatmaktan sizi insanlara olan korkunuz engellemesin. Çünkü bu ecelinizi yaklaştırmayacağı gibi, rızkınızı da uzaklaştırmaz."

İbnu Mace / 10.c / 4007. N. H - Tirmizi

İşte  bu yüzden  basiretli her müslüman halkı değil  hakkı memnun etmeye gayret gösterir o batıl karşında susmadığı gibi hakka yardımda da geri durmaz kendisi münkerlerden uzak durduğu gibi, toplumunda da münkerlerin yayılmasına razı olmaz o her zaman her münkeri değiştirmeye gayret göstermekten de geri durmaz.

Yine şuurlu bir müslüman iyi bilir ki, görülen bir münker karşısında bananecilik dinden değildir. Yine o iyi bilir ki, görülen herhangi bir münkerin def'i için çaba sarf etmeme Allah'u Azze ve Celle'nin gazabını ve azabını celb etmektir.

O, hiçbir zaman Allah resulü (s.a.v)'in tüyler ürpertici şu hadisi şeriflerini aklından çıkarmaz:

"...Ebu Bekr(r.a)'dan rivayet edildiğine göre bir hutbesinde Allah'a hamd ve sena ettikten sonra şöyle demiştir:

"Ey iman edenler! Siz kendinize düşene bakınız. Hidayet yolunda olduğunuz zaman sapıtan kimse size zarar veremez..." Maide / 105

Ayetini okuyorsunuz (emr'i bil ma'ruf ve nehy'i anil münkeri terk ediyorsunuz) Halbuki biz Resulullah (s.a.v)'den şunu işittik: "şüphesiz insanlar kötü bir şeyi görüpte menetmedikleri zaman Allah'ın onlara umumi bir ceza vermesi çabuklaşır."

İbnu Mace / 10.c 4005.  / Ebu Davud / 5.c 4338.

... Cerir b. Abdillah el-Beceli (r.a)'dan; Resullullah (s.a.v) şöyle buyurdu: " Hiçbir kavim yoktur ki içlerinde günah işlenir, onlar günah işleyenlerden daha güçlü, caydırıcı üstünlüğe sahip olduğu halde engellemez de Allah onların tümünü cezalandırmaz..."  İbnu Mace  / 10.c 4009. N.,Tirmizi.

 

“...Abdullah İbnu Mes’ud(r.a)’dan; Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“İsrail oğullarında ilk ahdi bozma şöyle oldu; bir kimse başka bir kimseye günah işlerken rast gelirdi. Ve ona: “Ey vatandaş (ey kardeş veya arkadaş) Allah’tan kork, işlediğin günahı bırak, bu sana helal değildir” derdi. Sonra ertesi gün yine aynı şahsa rast gelir fakat bu gün ona (nasıl olsa bir sefer tebliğ ettim, anlattım düşüncesiyle) tebliğ etmezdi, bir daha anlatmazdı. Çünkü beraber yiyor, beraber içiyor ve beraber oturuyordu. Bunu işleyince Allah’u Azze ve Celle bunların kalplerini birbirlerine karıştırdı. Ve şöyle buyurdu:

“İsrail oğullarından kafir olanlar Davud’un ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle lanetlendiler. Bu, günah işlemeleri ve aşırı gitmelerindendir. Onlar yaptıkları münkerlerden birbirlerini alıkoymazlardı. Yapmakta oldukları şey cidden ne kötü idi...” Maide / 78-81 ,kısmına kadar okudu ve sonra şöyle buyurdu:

“Allah’a yemin ederim ki, Ya mağrufu emreder, münkerden de nehy edersiniz,veya zalimin elinden tutar, onu hakka sevk edersiniz. Onu sadece hakkı uygulamaya zorlarsınız...” Ebu Davud: 5.c./4336.N. İbnu Mace:10.c./4006.N. Tirmizi

Eğer zikredilen bu hadisi şerifler Aklı selim bir müslüman tarafından düşünülürse gayet açık ve nettir ki, bir müslüman bir münkerin işlenmesi halinde rahat edemez, suskun kalamaz, o münkeri engellemenin yollarını arar.

Özellikle zikredilen son hadisi şerif daha dikkate şayan bir incelikle anlaşılmalıdır. Burada anlatılan gayet açıktır ki, İsrail oğulları küfürde birden vuku bulmamışlardır. Yavaş yavaş o hale gelmişlerdir.

Ahdi bozmanın ilk merhalesi görülen münkeri bir defa karşı tarafa anlatma, daha sonrasında ise anlatmama ile başladı.

Daha sonra beraber yiyip içip, gülüp oynamaya, aman ticaretimiz aksamasın diye sıkı fıkı olma safhasına gelindi. Derken, Allah’u Azze ve Celle kalplerini birbirlerine karıştırdı. Ve daha sonra, artık karşı tarafa kalbi olarak buğz etme dahi ortadan kalktı. Nihayet Allah’u Azze ve Celle’de onları lanetledi ve kafir olduklarını beyan etti.

İşte bu nokta çok iyi anlaşılmalı ve çok iyi kavranılmalıdır. Allah resulü (s.a.v)’in şu hadisi şerifleri de bu ayeti kerimeyle birlikte anlaşılmaya çalışılırsa mes’ele daha da netleşecektir:

“... Abdullah İbn Mes’ud (r.a)’dan: Resulullah (s.a.v) buyurdular ki; Allah’u Teala’nın gönderdiği her nebinin kendi ümmetinden sünnetini alan ve emirlerine uyan mukakkak ki bir takım havarileri ve sahabileri vardır. Sonra onların ardından yapamayacakları şeyleri söyleyen ve emrolunmadıkları işleri yapan bir takım nesiller zuhur eder. İşte kim bunlara karşı eliyle mücahede ederse o, mü’mindir. Onlara karşı kim diliyle mücahede ederse o da mü’mindir. Onlara karşı kim kalbiyle mücahede ederse o da mü’mindir. Amma bunun ötesinde imandan bir hardal tanesi yoktur.” Müslim /1.c.50.N.

“...Ebu Said (r.a)’dan ...Resulullah (s.a.v)şöyle buyurdu: Sizden her kim bir münker görürse onu eliyle değiştirsin. Eğer eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Eğer diliyle değiştirmeye gücü yetmezse kalbiyle buğz etsin. İşte bu da imanın en zayıf noktasıdır...” Müslim /1.c.49.N.

Görüldüğü gibi imanın en zayıf noktası insanın bu konuda karşı tarafa sadece kalbi bir buğz beslemesiyle iktifa etmesidir. Diğer hadiste ise insan, kalbi bir buğz etmeyi bile yitirmiş ise artık onda imandan eser kalmamıştır.

Yoksa insanlardan bazılarının anladığı gibi, “ yapılmadığında insanda imanı külliyen nefyeden şeyleri yapmayıp ta, terkinde insanı imandan çıkarmayan, imanın şubelerinden herhangi bir şubeyi yerine getirmek, insanda iman vardır anlamına gelmez.”

Daha açık bir ifade ile izah edecek olursak,  imanın öyle şubeleri vardır ki, insan, onları terk etmesiyle imandan çıkar. Öyle şubeleri de vardır ki terkinde hala iman dairesinde olup, sadece imanı o nisbete göre noksanlaşır. Yani iman ondan soyutlanmaz. Dolayısıyla, insanı imandan çıkarmayacak bir iman şubesinin terki, yerine getirilmesiyle de insanı iman ehli yapmaz.

Hülasa, sözün özü: “Şuurlu bir müslüman amellerinin tümünde sadece Allah’ın rızasını gözetir. Endişesi, attığı her adımın, yaptığı her işin insanların değil, Allah’ın rızasına uygun olup olmadığıdır.

İzahını yapmaya çalışacağımız mevzumuzun ikinci noktası ise “Tavizle, yumuşaklılığın ayrı ayrı şeyler olduğu ve bunların birbirinden ayırt edilmesi” noktasıdır.

Konunun bu bölümü, üzerinde  hassasiyetle durulup çok iyi anlaşılması gereken bir noktadır.

Çünkü, bir çoğumuzun henüz anlayıp kavrayamadığı bu nokta sebebi ile birbirimizi karşılıklı itham etmekte ve birbirimizi yerli yersiz suçlamaktayız.

Bilindiği gibi Taviz ve yumuşaklılık birbirinden farklı şeylerdir. İslam, dinden taviz verilmesini istemediği gibi, islamın başkalarına ulaştırılması esnasında da (yani tebliğde de) kabalık ve sertliği istemez ve sevmez. Yani, tebliğci sürekli yumuşak muamele etmekle emrolunmuştur. Çünkü islam yumuşaklık, kolaylık ve hoşgörü dinidir. Binaenaleyh, insanlar fıtratları gereği kabalıktan ve sertlikten nefret ederler. Yumuşaklık ve hoşgörülüğe sempati duyarlar. Bu yüzden Cenabı Hak peygamberine şöyle buyuruyor:

“... Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi...”Al-i İmran /159

İşte bu, insanları davasına davet eden her ferdin sabit bir düsturudur. Davet edilen azgın, inatçı, kaba, zalim biri de olsa, bu düstur geçerliliğini korur. Allah’u Azze ve Celle, Firavun gibi bir mel’una bile bu vasıfla muamele edilmesini istemiştir:

“Firavun’a gidin. O azmıştır. Ona yumuşak söz söyleyin belki öğüt dinler veya korkar...”  Taha /43-44.

Yumuşaklıkla muamelenin hayrın tamamı olduğu ve yumuşak huylu olanında hayırlarla dolu olduğunu, ondan mahrum olanın ise hayırların tümünden mahrum olacağını şu hadisi şerif bize haber vermektedir:

“...Resulullah (s.a.v) buyurdular ki: “Yumuşaklıktan mahrum olan hayrın tamamından da mahrumdur.”(Müslim)

Taviz meselesine gelince, bilindiği gibi mükellefin kendisine dininde mükellef olduğu şeylerin ulaşmasından sonra çeşitli bahanelerle dininden fire vermesi manasıdır.

Artık bu, ya insanların kendisini kınayacağı korkusundan olur... Ya, “sen yeni bir din mi ihdas ettin?” denilip, kendisiyle alay edileceğinden korktuğu için olur... Yada kendisi o an vermiş olduğu o tavize “islami bir maslahat” kılıfı geçirerek onu meşru göstermesinden dolayı olur.

Artık bunun başka yolları ve isimleri de olabilir. Ama unutulmamalıdır ki –Biraz öncede zikrettiğimiz gibi- islam, kendisinden taviz verilmesini istemez ve asla da sevmez. O, her zaman kendi yolunda mertçe, yiğitçe. Adaletli ve sağa sola yalpa yapılmadan hedefe yürünmesini ister ve emreder.

İnsanlar hoşnut olsunlar diye onların keyiflerine göre de renk değiştirmez. Rengini değiştiren sadece insan olur.

İşte, anlatmaya çalıştığımız bu iki noktanın (yani, tavizle yumuşaklılığın) bir birine karıştırılmaması, bunların birbirinden ayırdedilmeyip her birinin yerli yerinde kullanılmaması bir çok çarpıklığın sebebi olmuştur.

Bunlardan bir tanesi ve en önemlisi: “tebliğ edenin tebliği esnasında taviz vermeden hakkı söylemesi, doğruyu anlatması sertlik ve kabalık olarak telakki edilmiştir.”

İşte, taviz ve yumuşaklılığı birbirine karıştıranlar tarafından telakki edilen bu anlayış, Kitap ve Sünnet’in hilafına bir anlayıştır. Böyle bir anlayış islamda yoktur.

İnsanların hoşnutluğunu aramak için (yani onları kızdırmamak için) din’den taviz verilmez. Hak ne ise o en güzel şekliyle anlatılır.

Anlatılan mes’eleye karşı tarafın yabancı olması veya senelerdir o mes’eleyi duymaması ve yahut da anlattığınla taban tabana zıt bir inanca sahip olması, seni anlatacağın haktan geri bırakmamalıdır.

Aman efendim, “Adam senelerdir yanlış bir inanç ve amel peşindedir, şimdi ben bunu kendisine anlatırsam kızar, köpürür. Dolayısıyla, ben şimdilik bunu anlatmayayım da ileride bir gün belki bir fırsatını bulup anlatırım inşallah” demesi bir tavizdir. Ve islam böyle de emretmemiştir. İslam görülen bir münkerin anında münker oluşunun haber verilmesini ve onun elle, dille, kalple ortadan kaldırılmasını emretmiştir.

Allah resulü (s.a.v) bir hadislerinde şöyle buyurmuştur.: “...E bu Said (r.a)’dan; Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Sizden her kim bir münker görürse onu eliyle değiştirsin. Eğer eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Ona da gücü yetmezse kalbiyle buğz etsin. İşte bu imanın en zayıf noktasıdır.”Müslim /1.c.49.N.

Allah resulü (s.a.v)’in gerek bu hadisinde gerekse islamın bidayetinden (başlangıcından) vefatına kadar olan davet üslubunda görülüyor ki, irili ufaklı hiçbir münkerin gözünün yaşına bakmamış, onlara mani olmaya çalışmıştır. Bu konuda yakın ve uzak hiç kimsenin gönlünü kırmaktan da çekinmemiştir. Öyle ki bu kendisiyle bile alakalı olsa, aynen şu hadislerinde buyurduğu gibi:

“Sakın hıristiyanların İsa’yı layık olmadığı bir mevkiye çıkardıkları gibi, sizde beni layık olmadığım mevkilere çıkarmayın. Sizler benim için; “ Allah’ın kulu ve Resulüdür” deyin.”

Yine bir hadislerinde, kendisine babasının durumunu soran insana açık bir şekilde “Baban ateştedir” buyurması da aynen, hakkın olduğu gibi anlatılmasının bir misal ve numunesidir.

Bizim bu konuda zannedersem unuttuğumuz veya anlayamadığımız bir nokta var. O da:

“Biz istiyoruz ki, kendilerine dini anlattığımız insanlar, anlattığımız şeyleri anında kabul edip ve birde bize teşekkür etsinler.

Acaba bizim bu isteğimiz ne derece doğrudur? Ve yine, bizim bu isteğimiz doğrultusunda, kendilerine dinleri anlatılan hangi insanlar anında teslimiyet göstermişlerdir ki?

Bırakın normal davetçileri, Allah’ın resulleri dahi, insanlara dini tebliğ ederken, onlara bir şeyler aktarırken, onların yanlışlıklarını zikredip. “Bunun şu şekilde olması gerekir” dediğinde ne bizim zannettiğimiz şekilde karşılık görmüşlerdir, ne de bizim istediğimiz doğrultuda cevap almışlardır.

En güzel davet üslubu ile donatılmış o insanlara dahi (Allah’ın selamı üzerlerine olsun) hakkı anlattıklarında:

“Sen yeni bir din mi ihdas ettin?”... dediler. “... Senin şu anlattıklarını biz ne atalarımızdan ne gördük ne de dedelerimizden duyduk. Dolayısı ile senin şu anlattıklarını kabul etmiyoruz, yalanlıyoruz...” dediler. Ve amcasına “Muhammed ilahlarımıza küfrediyor (yani yalanlıyor) onu çağır da kafasına biraz akıl koy...” dediler. Daha korkuncu ise:

“... Kendisini taşlamadılar mı?”...”Ka’be de namaz kılarken boynuna deve dölü dolamadılar mı?...”Delilikle suçlamadılar mı?....

Acaba bunlar Muhammed (s.a.v)’in tipini mi beğenmiyorlar da mı bu şekilde hakaret ve işkenceler ediyorlardı? Hiç düşündünüz mü? Yoksa,

Onlara mertçe, yiğitçe, açık açık hakkı, doğruyu anlattığından mı hakaret ve işkencelere maruz kalıyordu. Bu mübarek insan.

Evet ey müslüman! Şunu kafana iyice yerleştir ki, bütün bunlar hakkın söylemesinden, gerçeğin olduğu gibi eğip bükmeden anlatılmasından dolayı yapılmıştır. Yoksa başka hiçbir niyetle değil. Bundan emin olabilirsin.

ISLÂMDA NAMAZI TERKETMENÎN HÜKMÜ

MUKADDİME

"İman eden kullarıma de ki namaz kılsınlar.' ibrahim: 30

Ma'lum ola ki: "namaz", Allah'u Azze ve Celle'nin, kulları üzerine "mi'raç"da farz kıldığı en azim fi'ili bir ibadettir. Bize farz kılındığı gibi, bizden önceki "ümmetlere" de farz kılınmıştır. Allah'u Azze ve Celle bu ibadet'ten bir cüz olan "secde" ile "melek"leri imtihana tâbi tutarak, itaat edip "secde" edenler "fıtrat" ya'ni "islâm" üzere kalmışlardır, tsyan eden "iblis"de kibirlenip secde etmekten imtina ettiği için "kâfir'Merden olmuştur. İşte bu ibadet: böylelikle, "iman" ile "küfür", "islâm" ile "şirk" ve "din"li ile "din"siz arasında bir "alamet'i farika" olmuştur. Zira namazın edası ile insan "mş'min" terki ile de "kâfir" olmaktadır.

Kendisinden başka ilah olmayan Allah'u Azze ve Celle'nin "vucudiyyeü'ni" "la ilahe illallah" sözü ile itiraf eden kulun, eda etmekle mükellef olduğu ilk ibadet "namaz"dır. Lisanen Allah'dan başka ilah olmadığını söyleyen kişinin kendisine "namaz'ın" farziyyeti ulaştığı halde daha hâlâ Âlemlerin Rabbi olan Allah'u Azze ve Celle'nin önünde rüku ve secde etmemesi, kelime'i tevhid'in hakikatim anlamadığına delalet eder. kelime'i tevhid'in hakikatim anlamadan kişinin onu teleffuz etmesi hiç bir şey ifade etmez. Nasıl ki "namaz" kelime'i tevhid'den sonra emredilen ilk ibadet'tir, dinin bekasıda onunladır. Çünkü dinde en son terk edilen ibadet odur. Binaen aleyh "namazı terk edenin'de dini yoktur." Zira namaz ibadetinin olmadığı hiç bir "din'i semavi" yoktur. Zira Allah ResûlU'nUn eshabıda "namaz'dan başka hiç bir ibâdet'in terkini küfür görmezlerdi." "namazın" dindeki bu azim mevki'i, tam bir ihtimamı gerektirirken, ilim ehlinin gayretsizliği ile her gelen nesil indinde bu azim ibadet ihtimamsızlık kaydetmiştir. Artık zamanımızda da öyle olmuştur ki, "namazı terk eden müslüman" namazı terk etmenin zemmi hakkında varid olan Hadis'i Şeriflerden bahsetmek, geçmişteki gayretsizlerin bıraktıktan alışkanlığa muhalefet olduğu için, sapıklık olmuştur. Zira geçmişteki gayretsizler bu Ümmet'e namazı terk edenin kâfir, müşrik, imansız ve dinsiz olduğunu söylememişlerdir. Binaen aleyh kendilerinin müslüman olduğunu zanneden binlerce insanda kitab ve sünnet davetcilerinden bu hakikatları işitince, adeta çıldınrcasına isyan etmektedirler. Bunlarda nereden çıktı biz büyüklerimizden ve âlimlerimizden böyle bir şey işitmedik demektedirler.

NAMAZI TERKEDENlN MÜŞRtK OLDUĞU BABI

Bu mevzuda delil olan Âyet'i Kerime'lerin zikri

"Hep Allah'a dönüp itaat edin, O'ndan korkun ve namaz'ı kılın'da müşriklerden olmayın." Rum Sûresi: 31

"Haram olan aylar "Zilhicce, Muharrem, Safer ve Rebiu'l-evvel" çıktığı zaman, artık o "müşrikledi" nerede bulursanız öldürün: Onları yakalayıp esir edin, onları hapsedin ve geçit yerlerini tutun, "eğer tevbe" ederler, nemaz'ı kılıp zekât'larını verirlerse, kendilerini serbest bırakın. Gerçekten Allah Gafur ve Rahim'dir." Tevbe Suresi: 5

Subhânehu ve Teâlâ Resulüne ve mü'minlere hitaben, haram olan aylar çıktıktan sonra müşriklerle mukatele ederek onları öldürmelerini emrediyor. Allah'u Azze ve Celle katledilecek müşriklerin kıtalden önce yakalanıp geçit yerlerinin kesilip hapsedilmelerini, karılarının ve çocuklarının esir edilip mallarının ganimet olarak alınmasını helâl kılıyor. Akabinde bütün bunlardan kurtulabilmeleri için üç şart zikrediyor.

1- Şirkden avdet ederek tevbe etmek. Ya'ni "kelime'i şehadeti" lisânen ikrar etmesi.

2- Namaz kılarak tevbe ettiğini amelle tasdik etmesi.

3- Zeket'ı eda etmesi. Bu üç şartı yerine getirdikleri an mallan ve canlan müslümanlara haram olur, zira müslüman olmuşlardır.

Namazı terkedenin müşrik olduğunu beyan eden Hadis'i Şeriflerin zikri. Ebu Süfyandan, dedi ki: Ben Câbir'den duydum şöyle diyordu: Ben Nebiyyu (S.A.V.)'den işittim şöyle buyuruyordu:

"Şübhesiz ki, kişi ile "şirk ve küfür" arasında ki şey sâdece namaz'dır." Bu Hadis'i Müslim (82) Ebu Davud (4678) Tirmizi (2619) Nesei (465) ve Ibnu Mâce (1078) rivayet etmişlerdir. Bu Hadis'i Abdurrezzak Musannaf da (5009) Muhammed Ibnu Nasr Kitabu's-Salat da (888) Hibetullah'ıt-Taberi Usulu's-Sünne de (1513) ve Âcurri Şeria da (133) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.

Enes (R.A.)'dan, (şöyle dedi): Nebiyyu (S.A.V.) buyurdu ki: "Kişi ile şirk arasında namazı terketmekten başka bir şey yoktur. Onu terkettiği zaman şirk koşmuştur." Bu Hadis'i Ibnu Mâce (1080) ve Muhammed Ibnu Nasr Kitabu's-Salat da (897) rivayet etmişlerdir. Şeyh Elbâni Ibnu Mâce'nin sahihinde (880) tahric etmiştir.

Câbir Ibnu Abdillah (R.A.)'dan, "namaz kılmayan kâfir'dir" dedi. Bu Eser'i Ibnu Abdu'1-Ber Temhid'de (4/225) sahih bir senedle rivayet etmiştir.

Ibnu Abbas (R.A.)'dan, şöyle dedi: "Her kim ki namaz  ' terk ederse "kâfir" olmuştur." Bu Eser'i Muhammed Ibnu Nasr Kitabu's-SaJat'ta (939) ve Ibnu AbdiPBer * TemhiJ'de (4/225) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.

Ali Ibnu Ebi Talib (R.A.)'dan, şöyle dedi: "Her kim ki namaz'ı kılmazsa o kâfirdir." Bu Eser'i Muhammed Ibnu Nasr Kitabus-Salat'ta (933) Acurri Şeria'da (135) İbnu Ebi Şeybe Musannaf'da (10485) ve Iman'da (126) Beyhaki Şuabul'lman'da (41) ve Buhâri Tarihul'Kebir'de sahih olarak rivayet etmişlerdir

RESÛLULLAH (S.A.V.)'ÎN ASHABININ CEMl'SÎNlN DE NAMAZI TERK EDENÎN KÂFİR OLDUĞUNA KÂÎL OLDUKLARI  BABI

Ebû Hureyre (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.)'in Ashabı "namaz'dan" başka hiç bir amelin terkini "küfür" olarak görmezlerdi. Bu Eser'i Hâkim Müstedrek'te (1/7) Tirmizi Sünen'de (2624) Ibnu Ebi Şeybe Musannaf'da (10495) ve Iman'da (137) ve Muhammed tbnu Nasr Kitab'us-Salat'da (948) sahih olarak rivayet etmişlerdir. Ayriyeten Şeyh Elbani Terğib'in sahih'inde (564) tahric etmiştir.

Mücahid İbnu Cebr (R.A.)'dan, (O da) Câbir İbnu Abdullah (R.A.)'dan, Allah Resulüne arkadaşlık yapmış 16 17 birisidir. Kendisine dedim ki: Allah Resulü (S.A.V.)'in zamanında, sizce amellerden, küfür ile iman'ın arasını ayıran ne idi (diye sordum) (O da) "namaz" (diye cevab verdi.) Bu Eser'i Muhammed Ibnu Nasr Kitab'us-Salat'da (892) ve Hibetullahit-Taberi Usulü' s-Sünne'de (1538) Hasen olarak rivayet etmişlerdir. Ayriyeten Şeyh Elbani Terğib'in sahih'inde tahric ederek Hasen demiştir.

NAMAZI TERKEDENİN DİNİ OLMADIĞI BABI

Bu mevzuda Allah Resûlü'nden varid olan Hadis'i Şeriflerin zikri. :İbnu Umer (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) şöyle dedi: ... namaz'ı olmayanın din'i yoktur ... Bu Hadis'i Tebarini Mu'cemus' Sağir da (60) hasen bir senedle rivayet etmiştir.

Umer İbnu'l-Hattab (R.A.)'dan, şöyle dedi: Adamın biri gelerek Resûlullah (S.A.V.)'e şöyle dedi: "Ya Resûlellah, Allah katında İslâm'da, (en efdal) olan nedir, söyler misin" Resûlullah (S.A.V.) de "Vaktinde namaz kılmaktır" dedi. "Zira namaz'ı terkedenin dini yoktur ..." Bu Hadis'i Beyhaki Şuabu'1-lman da rivayet etmiştir. El-Kenz (21618)

Bu mevzuda Allah Resulü 'nün ashabından varid olan eser'lerin zikri. İbnu Mes'ud (R.A.)'dan, şöyle dedi: "Her kim ki, NAMAZ'ı terkederse onun DİN'i yoktur." Bu Eser'i İbnu Ebi Şeybe Musannaf da (10446) ve İman da (47) Taberâni Mu'cemu'l-Kebir de (8942) Muhammed İbnu Nasr Kitabu's-Salat da (935) ve Beyhaki Şuabu'1-İman da (42) rivayet etmişlerdir.

Ayriyeten Şeyh Elbani Terğib'in sahih'inde tahric etmiştir. Bu Eser'i Buhâri Tarihu'l-Kebir de (7/95) rivayet etmiştir.

NAMAZI TERK EDENlN tMAN'I OLMADIĞI BABI ...

Ebû'd-Derda (R.A.)'dan, şöyle dedi: "Namazı olmayanım iman 'ı da yoktur." Bu Eser'i Hibetu'llahi't-Taberi Usulu's-Sünne'de (1536) Muhammed Ibnu Nasr el-Mervezi Kadru's-Salah da (945) Ibnu Abdil-Ber Temhid de (4/225) hasen bir senedle rivayet etmişlerdir. Ve Şeyh Elbâni de Terğib'in sahihin'de (574) tahric etmiştir.

NAMAZI TERK EDENİN İSLÂM'DAN NASİBİ OLMADIĞI BABI

Umer İbnu'l-Hattab (R.A.)'dan, şöyle dedi: "Namazı terk edenin İslâm'dan nasibi yoktur." Bu Eser'i imam Malik (1/40) Dâre Kutni Sünen' de (2/52) Abdurrezzak Mûsannef'da (5010) Ibnu Ebi Şeybe Mûsannef'da (10410) ve İman'da (103) ve Âcurri Şaria'da (134) sahih bir sened'le rivayet etmişlerdir.

Ebû'l-Muleyh (R.A.)'dan, Umer (R.A.)'yu minberin üzerinden şöyle derken işittim dedi: "Namaz kılmayanın İslân'ı da yoktur." Bu Eser'i Muhammed Ibnu Nasr el-Mervezi Kadru's-Salah da (930) sahih bir sened'le rivayet etmiştir.

NAMAZI TERK EDENİN İSLÂM MİLLET'İNDEN ÇIKTIĞI BABI :

Ubade't-İbnu' es-Samit (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) bize  şöyle tavsiyede bulundu. Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmayın. Namazıda bilerek  terketmeyin. Her kim ki, bilerek kasten "namaz'ı terkederse İslâm millet'inden çıkmıştır". Bu hadis'i Muhammed İbnu Nasr Kitabu's-Salat da (920) Hibetullah'i-Taberi Usulu's-Sünne de (1523) Abdurrahman İbnu Ebi Hatim Sünen'in de ve Taberâni Mu'cem'in de rivayet etmişlerdir.

Yezid İbnu Meryem'den, şöyle dedi: Umer (R.A.) Muaz İbnu Cebel (R.A.)'nun yanından geçerken (Yâ Muaz) bu Ümmeti ayakta tutan nedir diye sordu. (Muaz'da cevaben bu Ümmeti ayakta tutan esas) üçtür işte onlar kurtuluş vesileleridir,

l- İhlas (Tevhid) o ise İSLÂM'DIR. (Allah'ın insanları üzerinde yarattığı din),

2- Namaz o ise milliyettir,

3- İtaat o ise ismet'tir (yani hatalardan beri durmağa vesiledir.)

Bu Eser'i Taberi Tefsir'in de

NAMAZI TERKEDENİN ALLAH'IN ZİMMETİNDEN BERİ OLDUĞU BABI :

Ebu'd-Derda (R.A.)'dan, şöyle dede: Dostum Muhammed (S.A.V.) bana şöyle tavsiyede bulundu. Parça parça kesilsende, yakılsanda, Allah'u Azze ve Celle'ye ortak koşma. Ve farz olan namazı bilerek terketme. Kim ki "farz olan namaz'ı bilerek terk ederse Allah'ın zimmet'i ondan beri olmuştur" dedi.

Bu Hadis'i Ahmed (5/238) İbnu Mace (4034) Taberâni Mu'cemu'l-Kebir de (20/233) Hibetullahi't-Taberi Usulu's-Sünne de (1524) ve Muhammed Ibnu Nasr Kitabu's-Salat da (911) hasen bir senedle rivayet etmişlerdir. Ayriyeten Şeyh Elbâni Ibnu Mâce'nin sahihinde (3259) tahric

Ubeydu'l-Kelâi'den, şöyle dedi: Mekhul (R.H.) elimden tutarak "Yâ Ebâ Vehb! Farz bir namazı kasten terk eden birisi için ne diyorsun?" dedi. Ben de "Âsi bir mü'mindir" dedim. Elimi daha fazla sıktı ve sonra şöyle dedi: "Yâ Ebâ Vehb! İman'm şa'm nefsinde daha azim olsun. Kim ki bir farz namaz'mı kasten terk ederse Allah'ın zimmet'i ondan beri olmuştur. Kimden de Allah'ın zimmeti beri 'olduysa o kâfir olur." Bu Eser'i Ibnu Ebi Şeybe iman da (129) ve Abdurrezzak Musannaf da (5008) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir. Ayriyeten Şeyh Elbâni iman da yukarıdaki rakamda tahric etmiştir.

NAMAZI TERK ETMENÎN KİBİR OLDUĞU KİBİR EDENİN DE CENNETE GİREMİYECEĞİ BABI

Bizim Âyet'lerimize öyle kimseler iman ederler ki, Âyetlerimizle kendilerine öğüt verildiği zaman, "secdeye kapanırlar ve Rab'lerine hamd ile teşbih ederlerde kibirlenmezler." Secde Sûresi: 15 Subhânehu ve Teâlâ bu Âyet'i Kerime'de Âyet'lerine iman eden kişilerin, Kur'ân-ı Kerîm'deki Âyetlerle kendilerine öğüt verildiği zaman, ya'ni,

"Ey Resulüm! İman eden kullarıma de ki namaz kılsınlar." ibrahim Sûresi: 31 Bu ve bunun gibi Âyet'lerle Subhânehu ve Teâlâ kendisine inanan kullarına Kur'ân-ı Kerîm'de "namaz kılmaları için öğüt vermektedir" Allah'ın Âyet'lerine inananlar da bu Âyetler'le kendilerine öğüt verildiği zaman "kibir'lenmeden günde beş vakit Rab'lerinin önünde secdeye vanb ona hamd ve teşbih etmektedirler." Kibirlenerek isyan edip Âyet'lerini yalanlayanlar için de şöyle buyurmaktadır.  Kendilerine Kur'an (ya'ni "namaz kılın" emri okunduğu zaman, secde etmezler (ya'ni "namaz kılmaz'lar"). Daha doğrusu, o  "kâfir olanlar" (bu halleri ile (ya'ni namaz kılmayışları ile) Allah'ın azabından korkmayarak âhireti) tekzib ederler. İnşikak Sûresi: 21/22

Onlara Rükû edin ya'ni "namaz kılın" denildiği zaman "itaat edip Rükû etmezler ya'ni namaz kılmazlar". (Namaz kılmayarak, Allah'ın hükümlerini) yalanlayanların o gün vay haline. Murselât Sûresi: 48/49

Submhanehu ve Teâlâ Melekleri, Âdem'le imtihan etmek istediğinde, Melek'lere hitaben şöyle buyurdu: Biz, Melek'lere: Âdem'e secde edin, demiştik de bütün Melek'ler secde etmişlerdi. Ancak İblis secde etmekten yüz çevirip "kibirlendi de kâfirlerden oldu". Bakara Sûresi: 34

İblis'in bu isyanını insanların isyanına misal verilmesine şaşılmasın zira Allah Resulü (S.A.V.)'den varid olan Hadis'i Şeriif bize, bu cesareti vermiştir. Müslim İbnu Haccac (R.A.) "namazı terk edene kâfirlik isnadının beyanı babı" altında şöyle bir Hadis'i Ebu Hureyre (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "

Âdem oğlu secde Âyet'ini okuyup secde ettiği zaman, şeytan ağlayarak uzaklaşır ve şöyle der: Ey helakim! Adem oğlu secde etmekle emrolundu da secde etti ve Cennet onun oldu. Halbuki ben de secde ile emrolunmuştum. Fakat ben, secde etmekten imtina etmiştim, artık ateş de benimdir. Bu Hadis'i Müslim (81) rivayet etmiştir.

Bana ibâdet etmekten büyüklenib yüz çevirenler, muhakkak ki küçülmüş kimseler olarak Cehennem'e gireceklerdir. Mu'min Sûresi: 60

Abdullah İbnu Mes'ûd (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) "Kalbinde hardal dânesi kadar imanı bulunan kimsecehenneme girmez."kalbinde hardal danesi kadar kibir bulunan kimsede cennete girmez" buyurdu. muslim--91

NAMAZI TERK EDENlN KIYAMET GÜNÜNDE FÎRAVN'LA, HÂMAN'LA, KARUN'LA VE UBEYY İBNU HALEP'LE BERABER OLACAĞI BABI '

Abdullah İbnu Amr. İbn'l-As (R.A.)'dan o da Resûlullah (S.A.V.)'den, naklederek (şöyle dedi:) Bir gün Resûlullah (S.A. V.) namaz'dan konuştu. Dedi ki: "Her kim şu beş vakit namazı muhafaza ederse, namazı, kıyamet gününde ona nur, burhan ve nacat olur. Her kim ki de; beş vakit namazı muhafaza etmezse kıyamet gününde ona ne burhan ne nur ve ne de necat olur. "Kıyamet gününde de Karun'la, Haman'la, Firavn'Ia ve Ubeyy ibnu Halefle beraberdir".

Bu Hadis'i Ahmed (2/169) Darimi (2/301) ve îbnu Hibban (1448) Âcurri Şeriada (135) Muhammed ibnu Nasr el-Mervezi Kitabû's-Salet'da (58) . Taberani Kebirde Beyhaki Şuabû'1-iman da sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.

îbnu Kayyım (R.A.) "kitabu's-salat" isimli eserinde bu Hadis'i Şerifi naklettikten sonra şöyle diyor. Namazı terk edenin hasseten bu dört kişi ile beraber olacaklarının zikredilmesinin sebebi şudur ki, bu dört kişi küfür reisleridir. Burada bedi'i bir işaret vardır. Zira namazı terk eden, malının, mülkünün, riyasetinin veya ticaretinin meşkuliyyeti ile terk eder. Her kim ki, malının meşkuliyetiyle namazı terk ederse, "Karun'la" beraberdir. Mülkünün meşkuliyetiyle terk eden de "Firavn'la" beraberdir. Riyasetinin sebebiyle terk eden ise "Haman'la" beraberdir. Ticaretinin meşkuliyetiyle terk eden de "Ubeyy ibnu Halefle" beraberdir. İbnu Kayyım'ın sözü burada bitti.

NAMAZI TERK EDENlN KUR'ÂN-IN ÂYET'LERİNÎ VE AHİRETl YALANLADIĞI BABI

O halde, onlarda ne var ki, "iman etmezler" kendilerine "Kur'ân" ya'ni "namaz kılınız" âyet-i okunduğu zaman, (Allah'ın emrine teslim olup da) "namaz kılmazlar". Daha doğrusu (namazı terk ederek) "kâfir olanlar hesab gününü yalanlıyorlar". Halbuki Allah, içlerinde ne sakladıklarını en iyi bilendir. Onun için (Ey Resulüm) sen onları "acıklı bir azab'la 28 29 müjdele". Ancak "iman edib de salih ameller işleyenler müstesne" onlar için, bitmez tükenmez bir mükâfat var. Inşikak Sûresi: 20/21/22/23/24/25

Bu Âyet'lerin hülasası şöyledir. Ne oluyor ki onlara, "namazın farz olduğu" Kur'ân'la bildirildiği halde "namazı eda ederek iman etmezler". Aslında "namazı terk ederek kâfir olanlar hesab gününe inanmıyorlar". Her ne kadar lisânen iman ettiklerini bile söylemiş de olsalar. Zira Allah'u Azze ve Celle, onlar için Kur'ân'da şöyle buyuruyor. İnsanlardan bir kısmı vardır ki, biz "Allah'a ve âhiret gününe inandık" derler. Halbuki onlar, "iman edenler değillerdir". Bakara Sûresi: 8 İnşikak Sûresi'ndeki Âyet'te devam ederek diyor ki: "halbuki Allah içlerinde ne sakladıklarını en iyi bilendir". Ya'ni lisânen Allah'a ve Âhiret gününe iman ettiklerini söyleyib de, "namaz kılmayanlar müslüman olduklarını isbat edemezler".

Hem müslümanları da aldatamazlar. Onlar ancakkendi nefislerini aldatırlar. (İnsanlardan bir kısmı vardırki, biz Allah'a ve Âhiret gününe inandık derler. Halbuki onlar, iman edenler değillerdir.) Onlar bu halleri ile güya Allah'ı ve mü'minleri aldatmaya çalışırlar. Bilmezler ki, onlar ancak kendi kendilerini aldatırlar. Bakara Sûresi: 9

» Onlara "namaz kılın denildiği zaman", itaat edib namaz kılmazlar. (Namaz kılmayarak Kur'ân'ın Âyetlerini) yalanlayanların O gün vay haline. Artık (bu ahmaklar) Kur'ân-ın Âyetlerinden sonra neye inanacaklar. Murselât Sûresi: 48/49/50

"Tasdik etmedi, namaz da kılmadı. Ancak (Kur'ân-ın Âyetlerini) yalanladı, (amel etmekten) yüz çevirdi." Kıyamet Sûresi: 31/32

NAMAZI TERK EDENİN ÂHİRET'TE ŞEFAAT EDENİ OLMAYACAĞI BABI

"(Kitab'ları sağ ellerinden verilenler) Cennettedirler: "mücrim'lerden" sorarlar. — "sizi bu sakar cehennem'ine sokan nedir?" Onlar şöyle derler. — "biz namaz kılanlardan değildik", yoksula yedirmezdik, batıla dalanlarla beraber dalıyorduk, "hesab güniinüde yalan sayardık". Nihayet bize ölüm gelib çattı. Fakat (o vakit) "şefaat'cıların şefaat'ı onlara fâide vermez". Müddesir Sûresi: 40/41/427 43/44/45/46/47/48

Âyet'i Kerîme'deki zikredilen "mücrim'lerin" yarın Âhirette "şefaat'cıların şefaat'ından mahrum olmalarının sebebi" dört şey'e binaen'dir.

1- Namaz kılanlardan olmadıkları için.

2- Yoksula yedirmedikleri için.

3- Kâfir'lerle oturup kalktıkları için.

4- Hesab gününü yalanladıkları için.

Bu dört sıfat ile muttasıf olan "mücrim'ler" yarın Âhiret'te kendilerine hiç bir "şefaat'cı" bulamıyacaklardır. Zikredilen bu dört sıfatların en tehlikelileri, "namaz'ın terki ile hesab gününü yalanlamaktır" bu iki sıfat'm herbirisi müstakilleri sahibini "İslâm'dan çıkaran" hasletlerdir. Kişi de bu iki sıfattan birisinin olması "İslâm'dan çıkmasına ve âhirette şefaat'cıların şefaat'ından mahrum olmasına kâfidir" illa bu iki sıfat'ın bir arada olması gerekmez. Eğer illâ bu iki sıfat'ın bir kişide mevcud olduktan sonra ancak  Mevzumuza daha da açıklık getiren başka bir Hadis'i Şerif'de Resûlullah (S.A.V.) şöyle buyuruyor:

Ebu Said el-Hudri (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) (bir gün) hutbe irad eyledi de tam şu Âyet'e geldi. "Her kim Rabbine mücrim olarak varırsa, şübhesiz ki ona cehennem var; orada ne ölür ne de hayat bulur". Kim de ona mu'min olarak, sâlih ameller işlemiş olduğu halde varırsa, işte onlarada en yüksek dereceler var. Taha Sûresi: 74/75

"Cehennem ehli olanlar, (ya'ni ebedi orada kalacak olanlar) oralıdırlar, ne ölürler ne de yaşarlar". Amma ebedi Cehennem ehli olmayanları ise, Cehennem hafif bir ölümle öldürür, sonra (ya'ni azâblarıriın müddeti bitince) "şefaat edecekler gelirler şefaat ederler". Onlardan bir topluluk ahnarak "hayevan veya hayat" denilen bir nehre getirilirler. (Orada yıkanırlar) sonra da sel kenarında biten otlar gibi hayat bulurlar." "İslâm'dan çıkar ve şefaat'cıların şefaat'ından o zaman mahrum olur" diyen çıkarsa bizde deriz ki, bu bir kaç bab önceki "namazı terk edenin âhireti yalanladığı babı"nda biz bu mes'eleyi güzelce açıkladık. Öyle de olsa zaten "namazı terk eden âhiret-i de yalanlamıştır"

Binâen aleyh "şefaat'cıların şefaat'ından mahrum olacaktır" halbuki, Resûlullah (S.A.V.)'in Şefaat'ı "ehli kebâir" içindir. Eğer "namazı terk eden" islâm'dan çıkmayıp büyük günahkârlardan olsa idi "âhirette şefaat'cılann şefaat'ından mahrum olması gerekmezdi."

Enes İbnu Mâlik (R.A.)'dan, Resûlullah (S.A.V.)'den, naklederek şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) şöyle dedi: "Benim Şefaat'ım, Ümmetimin ehli kebâirinedir." Bu Hadis'i Ebû Dâvud (4739) Tirmizi (2435) Ibnu Mace (4310) ve Ahmet (3/213). sahih birsenedle rivayet etmişlerdir.

"Ey Allah'ın kulu! Yukarıda da okuduğun gibi kim Rabbine "mücrim" olarak kavuşursa, ya'ni namaz kılmaz olarak ölürse" ona Cehennem vardır, orada ne ölecektir, ne de yaşayacaktır. Artık o mücrim'ler" kendileri için Cehennem'de neler hazırlandığını düşünsünler." Subhanehu ve Teâlâ öyle demiyor mu Kur'an da? "Artık "müslüman'lara, mücrim 'lere davrandığımız gibi mi davranacağız" ......... O Kıyamet gününde Rabbul-îzzet'in "sâk'ı" açılacak da, bütün "mücrimler secde'ye çağrılacaklar; Fakat güçleri yetmeyecektir. Gözleri düşkün bir halde, kendilerini bir zillet saracaktır. Halbuki, vaktiyle (dünya'da) başlan selâmette iken, bu "namaza davet olunuyorlardı da kılmıyorlardı". O halde (Ey Resulüm) (namaz kılmayarak) bu Kur'ân-ı yalanlayanları, sen bana bırak. Biz onları, bilemiyecekleri yönden derece derece azaba yaklaştırırız. Ben onlara mühlet veririm; "Yiyin, zevk edin dünyada biraz; çünkü "mücrim'lersiniz" (nasıl olsa âhirette "sakar" Cehennem'ine gireceksiniz). Allah'ın hükümlerini yalanlayanların o gün vay haline j Onlara: "namaz kılın, denildiği zaman", itaat etmezler. Allah'ın hükümlerini yalanlayanların o gün  haline. Artık (bu ahmaklar) Kur'ân'dan sonra hangi söze inanacaklar?" Murselat Sûresi: 46/47/48 49 750

"Muhakkak ki "mücrim'ler" şaşkınlık ve çılgın ateşler | içindedirler. O gün, yüzleri üstü ateşte sürünecekler; (ve onlara) — Tadın "sakar" Cehennem'inin dokunuşunu denilecek." Kamer Sûresi: 47/48

NAMAZIN İSLÂM'DAN OLDUĞU BABI

Umer İbnu'l-Hattâb (R.A.)'dan, şöyle dedi: Bir gün Resûlullah (S.A.V.)'in yanında bulunurken birden bire yanımıza elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah, üzerinde yolculuk eseri görülmeyen ve bizden de kendisini kimsenin tanımadığı bir zat çıkageldi. Nihayet Resûlullah (S.A.V.)'in yanına oturdu. Öyle ki iki dizini onun iki dizine dayadı, iki avucunu da kendi dizleri üzerine koydu ve "Yâ Muhammedi Bana "islâm'dan" haber ver" dedi. Resûlullah (S.A.V.)"İslâm Allah'dan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in O'nun Resulü olduğuna şehad; t etmendir" dedi. Ebu Hureyre (R.A.)'ın rivayetinde ise şöyle naklolunmuştur. Resûlullah (S. A. V.)"İslâm Allah'a hiç bir şey'i ortak koşmadan ona ibâdet etmendir" (buyurdu:) Ebu Hureyre (R.A.)'ın, rivayetinin getirmiş olduğu açıklık şudur ki, "Allah'dan başka ilah yoktur, Muhammed Onun Resulüdür" demenin hakikati, "Allah'a hiç bir şey'i ortak etmeden ona ibadet etmektir". Zira mücerreden "kelime-i şihadet'in" teleffuzu hiç bir ma'na ifade etmemektir. Bu mevzudaki geniş izahımız daha ileride gelecektir, İnşa' Allah. Cibril Hadis'i devam ederek, Resûlullah (S.A.V.) şöyle buyuruyor: Ve "namazı ikâme etmendir" (Ebu Hureyre (R.A.)'ın rivayetinde ise) "farz olan namazı ikâme etmendir" (buyurdu.)

. Ve "zekât 'ı vermen", "ramazan orucuna tutman" yoluna gücün yeterse "Beyti hacc etmendir", buyurdu. O, (soruyu soran tanınmayan kişi) doğru söyledin dedi. Umer (R.A.) dedi. Umer (R.A) dedi ki: Biz ona hayret ettik, hem (bilmiyormuş gibi) soruvuor,

Mihcan (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Bir gün Resûlullah (S.A.V.) ile bir mecliste iken namaz için ezan okunur, Resûlullah (S.A.V.) kalkarak cemaat'a namazı kıldırıp yerine döner. Bakar ki Mihcan (R.A.) daha hâlâ yerinde, Resûlullah (S.A.V.) Mihcan (R.A.)'ya hitaben "senin cemaat'la namaz kılmana ne mani'i oldu ki, yoksa sen müslüman birisi değil inisin?" dedi. Mihcan (R.A.) cevaben "Evet Yâ Resûlallah ben "müslüman birisiyim" ve lâkin ben bu namazı evimde kılmıştım" dedi. Resûlullah (S.A.V.)'de cemaate geldiğinde namazı evde kılmış bile olsan cemaatle namaz kıl buyurdu. Bu Hadis'i Mâlik (1/132) Ahmed (4/34) Nesei (2/112) İbnu Hibban (433) ve Hâkim (1/244) sahih bir rivavet etmişlerdir,

Umer İbnu'l-Hattâb (R.A.)'den, şöyle dedi: "Namaz'ı terk edenin İslâm'dan nasibi yoktur". Bu eseri Mâlik (1/40) Dâre Kutni (2/52) Abdurrezzak (5010) İbnu Ebi Şeybe Musanef'de (10410) İman'da •t "' (103) ve Ahmed Ahkam'un-Nisâ'da (225) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.

NAMAZ'IN ALLAH'A İMAN ETMEKTEN OLDUĞU BABI

Ebu Cemre'den, şöyle dedi: Ben tbnu Abbas (R.A.)'nun önünde onunla insanlar arasında tercümanlık yapıyordum. Derken İbnu Abbas'a bir kadın geldi. Ona "cer" denilen testinin şırasından soruyordu. İbnu Abbas ona şöyle dedi: Abdu'1-Kays heyeti Resûlullah (S.A.V.)'e geldi. Resûlullah (S.A.V.) "Siz kimlerin heyetisiniz? Yahut siz kimlersiniz?" diye sordu. "Biz Rabiadar.iz" dediler. "Cemaat hoş geldi. Yahut heyet hoş geldi, sefa geldi. Utanıcılar ve pişmanlık duyucular olmayarak" buyurdu. Bunun üzerine: "Ya Resûlellah! Biz sana çok uzak mesafeden geliyoruz. Seninle bizim aramızda Mudar kâfirlerinden şu kabile vardır. Biz sana, haram aydan başka bir zamanda gelmeye muktedir olamıyoruz. O halde bize özlü bir şey emret de geride bıraktıklarımıza da öğretelim ve o sebeble de Cennete girelim" dediler. Resûlullah (S.A.V.) onlara dört şey emretti, dört şeyden de nehyetti: Resûlullah (S.A.V.) onlara, "bir olan Allah'a iman etmeyi emretti" (sonra) "bilir misiniz bir olan Allah'a iman etmek ne demektir?" diye sordu. "Allah ve Resulü en iyi bilendir" dediler, ("tek olan Allah'a iman etmer") Allah'dan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Resûlullah olduğuna şehadet ;tmek, "namazı kılmak", zekâtı vermek, Ramazan orucunu tutmak ve ganimetin beşte birini tediye etmenizdir" buyurdu ........ .. 41 Bu Hadis'i Buhâri (53) ve Müslim (17) rivayet etmişlerdir.

Ey Allah'ın kulu! Yukarıdaki zikretmiş olduğumuz Hadis'i Şerif'de bir çok sağır kulakların duyup istifâde edeceği faideler vardır. Bu faideleri zikretmeden geçmek ilmi emânete ihanet edenlere göz yummak olacağından, herkesin anlayabileceği bir üslubla izah etmeyi münasib gördük. Hadis'i Şerifin muhtevi olduğu faideler şunlardır.

1- İslâm'ı öğrenmek isteyene ilk emredilecek şey'in "tek olan Allah'a iman etmek" olduğu.

2- "Tek olan Allah'a iman etmenin" ne demek olduğunu öğretiyor.

3- "Tek olan Allah'a iman'ın" sadece dil ile ikrar ve kalb ile tasdik olmayıp, cevarih ile amel etmenin'de bu ta'rife dahil olduğu.

4- Hasseten mevzumuz ile alakalı "namaz'ın Allah'a iman etmekeen olduğu". Böylelikle bizde, "amel iman'dan cüz değildir kaidesiyle yürüyen, "namaz iman'dan" değildir diyen miirciiyye" taifesinin ve zamanımızdaki avanelerinin en sesine bir şamar indirir, bize kitab ve sünnet'e uymayı nasib eden Rabbimize hamdederiz.

İşte bu adları geçenler, Allah'ın kendilerine ni'met ihsan ettiği peygamberlerden, Âdem soyundan ve gemide Nuh ile beraber taşıdıklarımızın neslinden, İbrahim ve İsrail neslinden, hidayete erdirdiğimiz ve seçtiğimiz kimselerdendir. Kendilerine Rahman olan Allah'ın (gibi) ayetleri okunduğu zaman, ağlayarak secdeye kapanırlardı". Sonra, bu peygamberlerle, salih kimselerin arkalarından (kötü) bir nesil geldi ki, "namazı terk ettiler", şehvetlerine uydular; bunlar da Cehennemdeki "gayya" vadisini boylayacaklar. Ancak "tevbe edip iman eden ve salih amel" işleyenler müstesna; çünkü bunlar, zerre kadar zulme uğratılmayacaklar, Cennete gireceklerdir. Meryem Sûresi: 58/59/60

Ey Allah'ın kulu!

Görüyorsun ki peygamberler ve salih kimselerden sonra gelen kötü neslin terk etmiş oldukları şey sadece namaz'dır. Eğer "namaz'ı terk edenin iman'ı olsaydı" hemen takib eden Âyette ancak tevbe edip iman eden ve salih amel işleyenler müstesna" dermiydi? Rabbimiz ve Teâlâ. Şehvetlerine uymaya gelince, artık "namaz'ı terk ettikten" sonra onları kötülükten koruyan kalkanları elden düşmüştür. Zira Subhanehu ve Teâlâ şöyle buyuruyor. Ey Resulüm! namaz'ı kıl. Gerçekten "namaz, kötü işten ve münker'den alıkor".

Ankebut Sûresi: 45 Taberi (R.A.) meşhur Tefsirinde şöyle diyor: Allah'u Azze ve Celle'nin vasfetmiş olduğu namaz'ı terk eden kötü nesil" mu'min olsalardı Allah'u Azze ve Celle, iman edenleri onlardan müstesna etmezdi. Ve denilmiştirki. Zikredilen kötü nesil bu ümmet'tendir bunlar Ahir Zaman'da olacaklardır. Ata İbnu Rabah'da diyor ki: "Bu kötü nesil Ümmet'i Muhammed'dendir." Mucâhid (R.A.)'da diyor ki: "Bu kötü nesil Kıyamete yakın, Ümmet'i Muhammed'in salihleri gittikten sonra gelecektir" diyor. Taberi Tefsiri 16/99

Ey Allah'ın kulu!

Subhanehu ve Teâlâ'nın Âyet'i Kerime'de zikretmiş olduğu o kötü nesli tanıyabildiysen dünya ve Ahirette felah'a erdin demektir. işte o kötü nesil namazı inkâr ederek değil sadece şehvetlerine uyarak terkettiklerinden "gayya vadisini" boylayacaklardır. O halde, onlarda ne var ki, "iman etmezler" kendilerine "Kur'ân" ya'ni "namaz 44 kılınız" Âyet'i okunduğu zaman, (Allah'ın emrine teslim olup da) "namaz kılmazlar". Daha doğrusu (namazı terk ederek) "kâfir olanlar hesab gUnünü yalanlıyorlar" .... "ancak iman edib sâlih aneller işleyenler müstesna" .... İnşikak Sûresi 20/21/22 — /— /25

Ey Allah'ın kulu!

Yukarıdaki Âyet'i Kerime'de de görüyorsun ki. namaz'ı terk edenler iman etmemekle ve küfür'le itham ediliyorlar" sonra da "iman edenler onlardan müstesna kılınıyor" eğer namazı terk eden "kâfir" olmasa idi iman edenleı namazı terk edenlerden müstesna kılınır mıydı. Ey Allah'ın kulu! Zannetme ki bu bizim anlayışımızdır. Zira Allah'u Azze ve Celle'nin kendilerinden razı olduğu sahabe böyle anlatıyor.

Ebu'd-Derdâ (R.A.)'dan, şöyle dedi: "namazı olmayanın iman'ı da yoktur"............ Bu Eser'i abdul-Ber Temhid de (4/225) sahih bir senedle rivayet etmiştir. Ve Şeyh Elbâni Terğib'de (574) tahric etmiştir. 45

BiR VAKiT NAMAZI TERK EDENlN YAPMAKTA OLDUĞU AMELLERİNİN BATIL OLDUĞU BABI

Gerçekten sana ve senden öncekilere şöyle vahy olundu: Eğer (sen bile) Allah'a ortak koşarsan, muhakkak amelin boşa gider. Ve elbette hüsrana uğrayanlardan olursun. Zumer Sûresi: 65

Kim küfrederse (ya'ni iman'ın mucibi olan amelleri yapmaz kâfir olursa) bütün yaptıkları batıl olmuştur: Ve o, Ahirette hüsrana uğrayanlardandır. Maide Sûresi: 5

Bu Hadis'i Ahmed Müsned'in de rivayet etmiştir. Heysemi Mecmua'z-Zevaid de bu rivayetin Ravileri Sahih'in ravileridir demiştir.

Yukarıdaki zikredilen Âyet'i Kerimelerde, Allah'a şirk koşanın ve iman'ın mucibiyle amel etmeyip kâfir olanların, yapmakta oldukları amellerinin hepsinin batıl olduğunu ifâde etmektedirler. Ey Allah'ın kulu iyi bilki geçen bablarda "namaz'ı terk edenen müşrik ve kâfir olduğunu" delilleriyle isbat etmiştik, tekrarına lüzum olmasa gerek. Eğer unuttuysan tekrar dönüp okuyabilirsin. Umumi ma'na da Allah'a ve Resulüne isyan edenlerin amellerinin batıl olduğuna delâlet eden daha bir çok Âyet'i Kerime vardır ki bizim da'vâmızı te'yid eder.

Gerçekten kâfir olub da Allah yolundan yüz çevirenler, hak kendilerine belli olduktan sonra peygambere karşı gelenler; Allah'a hiç bir şeyle zarar veremezler. "Allah onların amellerini boşa çıkarır". Muhammed Sûresi: 32

Ey Allah'ın kulu

"namazı terk ederek kafir oluş" Mevzumuza daha da açıklık getiren bir Âyet'i Kerime'de Subhanehu ve Teâlâ şöyle buyuruyor.  Onlara: "namaz kılın, denildiği zaman, zaman kılmazlar". Yalanlayıcıların o gün vay haline. Murselat Sûresi: 48/49

Allah'ın en azim emirlerinden olan namaz emri kendisine ulaştığı halde Allah'a itaat edip'de namaz kılmayanlar bu isyanları ile yapmakta oldukları sair amellerimde batıl etmektedirler. Zira Allah ve Resulüne yapılan isyan, yapılan sair amelleri de batıl eder. Subhanehu ve Teâlâ Kur'ân'da şöyle buyuruyor.

"Ey iman edenler Allah'a ve Resulüne itaat edin de amellerinizi ibtal etmeyin." Muhammed Sûresi: 33

Yukarıdan beri zikredile gelen Âyetlerin hepsinin ma'nası umumidir. Ya'ni Allah'a ve Resulüne yapılan isyan ne olursa olsun yapılan sair amelleri batıl etmektedir. Mes'elemizi hususileştiren bir Hadis'i Şeıif de Resûlullah (S.A.V.) şöyle buyurmaktadır. Ebu'l-Meliyh'den, şöyle dedh Biz Bureyde (R.A.) ile bulutlu bir günde gazada bulunuyorduk. Burey'de (R.A.) bize hitaben ikindini ilk vaktinde kılınız dedi. Çünkü Resûlullah (S.A.V.) "Kim ikindi namazını terk ederse onun bütün amelleri boşa gitmiştir" dedi:

Bu Hadis'i Buhari (553) rivayet etmiştir. Ey Allah'ın kulu! Görüyorsun ki sadece bir ikindi namazını terk edenin bütün amelleri batıl oluyor da bütün ömür boyu hergünkü beş vakit namazını terk edenin hali ne olur, düşünebiliyor musun?

NAMAZI TERK EDENlN ALLAH'DAN KORKMADIĞI BABI

Hep Allah'a dönüb itaat edin. "O'ndan korkun VE namazı kılın da" Müşriklerden olmayın.

Rum Sûresi: 31 Ey Allah'ın kulu! Görüyorsun ki, Subhanehu ve Teâlâ kendisine iman eden kullarına "rablerinden korkarak namaz kılmalarını emrediyor". Ve ondan korkan kullarıda Rablerine itaat ederek secdelere kapanıyorlar. Bu Âyet'i Kerime'yi izah eden bir Hadis'i Şerifte şöyle rivayet olunmaktadır.

Ukbet' Ibnu Amir (R.A.)'dan, Resûlullah (S.A.V.)'i şöyle derken işittiğini haber verdi: Resûlullah (S.A.V.) şöyle dedi: "Dağ tepelerindeki koyun çobanından Allah'u Azze ve Celle hoşlanır. Zira o namaz için ezan okur ve "namaz kılar". Buna binaen Allah'u Azze ve Celle şöyle buyurur. Şu kuluma bakın, ezan okuyup "namaz kılıyor ve benden korkuyor". Ben de o kulumun günahlarını mağfiret büyürdüm ve onu Cennetime koyacağım" der.

Bu Hadis'i Ebu Dâvud (1203) ve Nesei (2/20) Ahmed (4/145) İbnu Hıbban (260) ve Taberâni Kebir de (17/833) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir. Aynyeten Şeyh El-Bâni Silsiletü's-Sahıda'da (41) tahric etmiştir.

Ey Allah'ın kulu!

Görüyorsun ki, Allah'u Azze ve Celle "namaz kılan kulu için" kendisinden korktuğunu yaraşmaz. Hem sunuda iyi bil ki tek olan Allah'dan korkmak "la ilahe illallah'ın" iktizasındandır. Bunu izah eden bir Âyet'e Kerime'de Subhanehu ve Teâlâ şöyle buyuruyor. "Ben'den başka hiç bir ilah yoktur. Öyle ise ben'den korkunuz". Nahl Sûresi: 2

DİN'DE EN SON TERK EDİLEN AMELlN NAMAZ OLDUĞU BABI

Enes İbnu Mâlik (R.A.)'den, (şöyle dedi:) Nebiyyu (S.A.V.) buyurdu ki: "Dininizden ilk terk edeceğiniz şey emanettir. En son da namazı terkedersiniz."

Bu Hadis'i Ebu Nuays Hıylada (6/265 ve Ahbar'da 2/213 İbnu Mes'ud'dan Taberâni kebirde (9754) Haraiti Mekarim de (77) ve Taberâni Evsatta (1/138)

Umer İbnul-Hattab'dan Evet din'den en son terk edilen "NAMAZ" olduktan sonra, artık o kişide dinden hiç bir şey kalmamıştır. Daha önceki bab'larda da Hadis'i Şerif de geçtiği gibi "namaz'ı olmayanın dini'de yoktur".

NAMAZI TERK EDENİN ÖLDÜRÜLECEĞİ BABI

"O haram olan aylar (Zilhicce, Muharrem, Safer ve Rabiu'l-evvel) çıktığı zaman, artık "o müşrikleri nerede bulursanız öldürün"; onları yakalayıp esir edin, onları hapsedin ve geçit yerlerini tutun. "Eğer tevbe ederler, namazı kılıp zekâtlarını" verirlerse, kendilerini serbest bırakın. Gerçekten Allah Gafur'dur Rahim'dir." Tevbe Sûresi: 5

Subhânehu ve Teâlâ Resulüne ve Mü'minlere hitaben, Haram olan aylar çıktıktan sonra Müşriklerle mukatele etmelerini emrediyor. Allah'u Azze ve Celle katledilecek Müşriklerin kıtalden önce yakalanıp, geçit yerleri kesilip haspedilmelerini (ya'ni karılarını, çocuklarını ve mallarını Müslümanlara ganimet olarak helâl kılıyor.) Akabinde bütün bunlardan kurtulabilmeleri için üç şart zikrediyor.

l- Şirkten avdet ederek tevbe etmek. Ya'ni "kelime'i şehadeti" lisanen ikrar etmesi. 52

2- "Namaz kılarak" tevbe ettiğini amelle tasdik etmesi. Zira namaz kılmadığı müddetçe Kelime'i tevhidi tasdik etmemiştir.

Bunun içindir ki, Subhânehu ve Teâlâ Kur'ân'da şöyle buyuruyor.  "Tasdik etmedi, "namaz'da kılmadı". Ancak yalanladı, (amel etmekten) yüz çevirdi." Onlara: "Namaz kılın, denildiği zaman, namaz kılmazlar. Yalanlayıcıların o gün vay haline". Murselat Sûresi: 48/49

Ey Allah'ın kulu! Âyet'i Kerime'lerden de anlaşıldığı gibi, Allah'u Azze ve Celle'nin "namaz kıl" emrine itaat etmemek, Allah'ın indirmiş olduğu hükümleri yalanlamaktır.

3- Allah'ın farz kilmiş olduğu "zekat'ı eda etmek'tir". Bu şartlan yerine getiren her kişinin canı, malı ve ırzı Müslümanlara haramdır. Bunların haricindeki günahları için allah Gafur ve Rahim'dir.

Buhari (R. H.) bu Âyet'i Kerîme'nin izahında şu Hadis'i Şerifi zikrediyor.

. İbnu Umer (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: Allah'dan başka İlah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna şehadet, "namazı kılana", zekâtı eda edinceye kadar insanlarla muharebe etmek bana emrolundu, Onlar bunları yapınca kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak İslâm'ın hakkı mukabili olmak müstesna, insanların (sair ve gizli işlerinden dolayı olan) hesabları da Allah'a âiddir. Bu Hadis'i Buhari (25) ve Muşum (22) rivayet etmişlerdir.

Enes îbnu Mâlik (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: Ben insanlarla Allah'dan başka İlah olmadığına ve Muhammed'in O'nıın kulu V takdirde canları ve mallan bize haram olur. Ancak (İslâm'ın hakkı müstesna) ve Müslümanların, lehte veya aleyhde sahib oldukları bütün hukuka sahib olurlar. Bu Hadis'i Ebu Dâvud (2641) Tirmizi (2611) ve Ahmed (2/161/269) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.

Abdurrahman İbnu Ebi Nuaym'dan Ebu Said' el-Hudri'den şöyle duyduğunu haber verdi: Ebu Said'el-Hudri dedi ki: Aliyyu'bnu Ebi Talib (R.A.) Yemen'den Resûlullah (S.A. V.)'e tabaklanmış bir meşin içinde henüz toprağından tasviye edilmemiş altun cevheri göndermişti. Resûlullah bu altun cevherini şu dört kişj arasında paylaştırdı: Uyeynetu'bnu Hısn, Akra'ubnu Habis, Zeydu'1-Hayl, dördüncüsü ya Alkametu'bnu Ulase idi yahud Amiru'bnu Tufeyl idi. Peygamberin sahabelerinden bir kimse: "Biz bu ihsana bunlardan daha layık bulunuyorduk" dedi. Bu söz Resûlullah'a ulaşınca: "Siz bana itimad etmiyor musunuz? Ben yedi kat semanın üstündeki Rabbu'l-İzzet'in Eminiyim. Sabah akşam bana gök yüzünün haberi (ya'ni Vahyi) geliyor" buyurdu. Bunun üzerine, iki gözü çökük, yanağının iki elmacığı çıkık, anlı yüksek, gür sakallı, başı tıraşlı, izarını yukarı çemremiş bir kişi ayağa kalkıb: "Ya Resûlellah! Allah'dan kork" dedi. Resûllah: "Veyl sana! Ben, yeryüzündeki insanların Allah'dan korkmaya en layıkı değil miyim?" buyurdu. Sonra o kimse arkasına dönüb gitti. Halid Ibnu'l-Velid: "Ya Resûlellah! Şunun boynunu vurayım mı?" dedi. Resûlullah (S.A.V.): "Hayır vurma! "Namaz kılan birisi olabilir" dedi. Bunun üzerine Halid: 56 "Ya Resûlellah! Namaz kılanlardan nice kimseler vardır ki, onlar gönüllerinde olmayan şeyi dilleriyle söylerler" dedi. Resûlullah (S.A.V.) "ben insanların kalb'lerini açmaya, karınlarını yarmaya me'mur değilim" buyurdu ........... Bu Hadis'i Müslim (1064) rivayet etmiştir.

Ubeydullah İbnu Adiy'den, Abdullah İbnu Adiyy Resûlullah (S.A.V.)'den, tahdis ederek şöyle haber verdi. Resûlullah (S.A.V.) bir gün eshabının arasında otururken, bir adam çıkageldi. Resûlullah (S.A.V.)'le konuşmasında sesini yükselterek şöyle dedi: O kişi (yani öldürmeyi istediği adam için) "Allah'dan başka ilah olmadığına şehadet etmiyor mu?" "Evet ediyor Ya Resûlellah, fakat onun şehadeti yoktur." Resûlullah (S.A.V.) tekrar, "Pekiyi o adam namaz kılmıyor mu?" dedi. Adam da "Evet Ya Resûlellah, namaz kılıyor, fakat onun namazı yoktur" dedi. Resûlullah (S.A.V.)'de işte ben, Allah'dan başka ilah  ilah olmadığına şehadet edib, namazı kılanları öldürmekten nehyolundum" dedi. Bu Hadis'i İbnu Hıbban (12) ve Beyhaki (8/196) rivayet etmişlerdir.

Ey Allah'ın kulu!

Görüyorsun ki, bu bab'ın evvelinde zikretmiş olduğumuz Âyet ve Hadis'ler, — Kelime'i şehadet'i ikrar etmeyeni, — Namazı terk edeni, — Zekât'ı eda etmeyenin, malının, canının ve ırzının müslüman'lara helâl kılındığını haber vererek öldürülmeleri gerektiğini emrediyor. Takib eden Hadis'lerde de, sadece "namazı terk edenin dahi öldürüleceğini" isbat ediyor. Binaen aleyh bir kişinin öldürülmesi için illa üçünü birden terk etmesine lüzum yoktur. Zira sahih rivayetle sabittir ki, Ebu Bekr (R.A.) sadece zekât'ı terk edenlere karşı harb ilan etmiştir. Mevzumuzla alâkalı olmadığı için burada zikretmeye lüzum görmedik.

MÜSLÜMAN OLAN KiŞiYE ÖĞRETİLECEK İLK ŞEYİN NAMAZ OLDUĞU BABI

Taberani Kebir'de ve Bezzar Müsned'inde (338) sahih bir senedle rivayet etmiştir. Heysemi Mecmeûz-Zevaid' de Raviyeleri Ricâlü's-Sahih demiştir (1/293)

AHİRETE İLK HESABI SORULACAK AMELİN NAMAZ OLDUĞU BABI

Enes İbnu Mâlik (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "Kulun, Kıyamet gününde hesabını vereceği ilk ameli "NAMAZIDIR". Eğer namazı salah bulursa (Ya'ni hesabından kurtulursa) sair amelleri de salah bulur. (Ya'ni sair amellerinin hesabıda kolay olur). Eğer namazı ifsâd olmuş ise (Ya'ni namazın hesabından kurtulamazsa) sair amelleri de ifsad olur. (Ya'ni sair amellerinin hesabından kurtulamaz.) Bu Hadis'i İbnu Mes'ud'dan Taberani Kebir de (10435) İbnu Ebi Asım Evail de (35) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir. Ve Şeyh Elbâni

İSLÂM'DAKİ KARDEŞLİĞİN ANCAK NAMAZI KILMAKLA MÜMKÜN OLDUĞU BABI

Eğer tevbe ederler, "namazı kılarlar ve zekâtı verirlerse, din'de kardeşleriniz olurlar". Biz Âyetleri, anlayacak bir kavme açıklarız. Tevbe Sûresi: 11

Subhanehu ve Teâlâ bu Âyet'i Kerîme ile İslâm'daki kardeşliğin sadece namazı kılmakla mümkün olduğunu beyan ediyor. Zira namazı terk edenin "iman'dan ve islâm"dan çıkmasıyla bu kardeşliğin te'sisi muhal oluyor. Zira her "namaz"ı kılan "mu'min"dir, her "mü'min'de "kardeş"tir. Ve Subhanehu ve Teâlâ Kur'ân'da bunu izah eden bir Âyet'i Kerîme'de şöyle buyuruyor. »  "Mu'min'ler ancak (din'de) kardeştirler." Hucurat Sûresi: 10

Madem ki "mu'minler din kardeşleridirler". Kardeş olandan başkalarını da kendilerine dost edinemezler. Zira Subhanehu ve Teâlâ Kur'ân'da Mu'min'lerden başkalarının dostluğunu kat'iyyetle yasaklıyor.

"Ey iman edenler! Mu'min'leri bırakıb da kâfirleri dostlar edinmeyin." Nisa Sûresi: 144

"Namazı terk edenin de kâfir olduğunu", elinizdeki bu risalemiz isbat etmiştir."Ey iman edenler! Ne sizden önce kitâb verilenlerden dininizi oyuncak ve eğlence yerine tutanları, ne de diğer kâfirleri dost edinmeyin. Eğer gerçek mu'min'lerseniz Allah'dan korkun." Ve bunu takib eden Âyet'i Kerîme'de yukarıda zikredilen kâfirlerin istihzalarının ezan okunduğunda icabet edecekleri yerde namaza icabet etmemeleri ve namaz kılan mu'min'lerle eylenmeleri olduğunu beyan ederek şöyle buyuruyor. Maîde Suresi 57

(Ezan'la) birbirinizi namaza çağırdığınız zaman  "namaz'ı" bir eğlence ve oyun yerine koyuyorlar. Bu davranışları, kendilerinin aklı ermez bir topluluk olmalarındandır. Mâide Sûresi: 58

Ey Allah'ın kulu! Bu âyet'i Kerîme'nin delaletiyle iyi anlamalısın ki, ezan'ı işittiği halde "namaz'a" icabet etmeyen ve Allah'ın emirlerini hiçe alarak istihza edenler bizim dostlarımız değillerdir. Bizim dostlarımız, Allah, O'nun Resulü ve "namaz kılan mu'min'lerdır". Subhanehu ve Teâlâ şöyle buyuruyor:

"Sizin dostunuz ancak Allah'la O'nun Resûlü'dür; bir de iman edenlerdir ki, onlar namaz'ı kılarlar" ve namaz kılar oldukları halde zekât verirler. Mâide Sûresi: 55

NAMAZ'I TERK EDENİN MÜSLÜMAN'A, MÜSLÜMAN'IN DA NAMAZ'I TERK EDENE MİRASÇI OLA MACAĞI BABI

Bu Hadis'i Buhâri (6764) Müslim (1614) Ebu Dâvud (2909) Tirmizi 42108)ibnu Mâce (2729) Dârimi (3002) Mâlik (2/519) ve Ahmed (2/200) rivayet etmişlerdir.

Ey Allah'ın kulu! Bundan önceki bablarda da okuduğun gibi "namaz'ı terk edenin kâfir" olduğunu isbat ettik, ayrıyeten burada zikretmeye lüzum olmasa gerek. Hadis'i Şeriflerin delaletiyle namazı terk edenin kâfir olduğuna kail olan, "ehli hadis'in" imam'ı olan Ahmed İbnu Hanbel'de "Namazı terk edenin Müslüman'a, Müslüman'ın da namaz'ı terk edene mirasçı olamıyacağına kail olmuştur. Kendisinden, de şöyle bir rivayet nakl olunmuştur. Abbas İbnu Muhammed el-Yemâmi Tarsus'da haber vererek şöyle dedi: Ebu Abdullah'a (ya'ni Ahmed İbnu Hanbel'e) Resûlullah'dan rivayet olunan, terk ederse kâfir olmuştur" dedi. Binâen aleyh dedim ki: Pekiyi "namaz kılmayandan miras alınır mı?" Cevaben de şöyle dedi: Hayır ne "miras alır ve ne de miras'ı alınır". Ahmed İbnu Hanbel Ahkamu'n-Nisa'da (208)

NAMAZ KILMAYAN ERKEK VE KADININ NİKÂHLARININ SAHlH OLMADIĞI BABI

"Ey mu'minler! Allah'a şirk (ortak) koşan kadınlarla, onlar iman etmedikçe evlenmeyin. İmanı olmayan müşrik bir kadın sizin hoşunuzada gitse de, iman etmiş bir câriye elbette ondan daha hayırlıdır. Müşrik erkeklere de irnan etmedikçe onlara mu'min kadınları nikahlamayın; müşrik bir erkek sizin hoşunuzada gitse mu'min bir köle elbette ondan daha hayırlıdır. Onlar sizi Cehenneme çağırırlar. Allah ise izniyle Cennet'e ve mağfirete da'vet ediyor da Âyet'lerini insanlara beyan buyuruyor. Olur ki, düşünüp ibret alırlar." Bakara Sûresi: 221

Ey Allah'ın kulu!

Risalemizin başlarında "namazı terk edenin müşrik olduğunu" isbat etmiştik, burada tekrarına lüzum olmasa gerek. Binaâen aleyh namazı terk eden her erkek ve kadın bu Âyet'i Kerîme'nin muhatabıdır. «

Ebu Hureyre (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) şöylş buyurdu: "Kadın dört şey için nikâh edilir. Malı için, soyu için, güzelliği için, "dini için". Sen (bunlardan "dindar olanını) seçmeye çalış, değilse (âhirette) fakirliğe düşersin." Bu Hadis'i Buhâri (3/16) ve Müslim (1466) rivayet etmişlerdir.

Ey Allah'ın kulu! Görüyorsun ki, Allah Resulü sadece dini olan kadınları nikahlamamızı emrediyor. Daha önceki bablarda da geçtiği gibi, Allah Resulü şöyle buyurmuyor mu?

Umer Ibnu'l-Hattâb (R.A.)'dan, şöyle dedi: Adamın biri gelerek Resûlullah (S.A.V. )'e şöyle dedi: Yâ Resûlellah, Allah indinde İslâm'da, en efdal olan nedir söyler misin?" Resûlullah (S.A.V.) "Namazı vaktinde kılmaktır" dedi. "Zira namazı terk edenin dini yoktur". Bu Hadis'i Beyhaki Şuab'ul Iman'da hasen bir senedle rivayet etmiştir. El-Kenz (21618) Binaen aleyh "namazı terk eden kadının da dini yoktur" böylelikle şer'i bir nikâha müsâid değildir. Ehli Hadis'in İmam'ı olan Ahmed İbnu Hanbel'den de şöyle bir kavil rivayet edilmiştir.

Muhammed İbnu'1-Fadl İbnu Ziyad'dan, (şöyle dedi:) Ahmed İbnu Hanbel'e, kocası içki içip "namaz'ı kılmayan" bir kadın'dan soruldu, Ahmed İbnu Hanbel de cevaben, "Eğer o kadının velisi varsa ikisini ayırır" dedi. Ahmed Ahkamu'n-Nisa (206)

NAMAZ KILDIĞI MÜDDETÇE HALİFEYE İSYAN EDİLEMlYECEĞİ BABI

Peygamber'in zevcesi Ününü Seleme (R.A.)'dan, o da Resûlullah (S.A.V.)'den, Resûlullah (S.A.V.) şöyle buyurdu: "Şu muhakkak ki, sizin üzerinize bir takım âmirler ta'yin olunacak da sizler onların işlerinden bazısını güzel göreceksiniz, bir kısmını da çirkin görüb inkâr edeceksiniz. Çirkin işi çirkin gören onun günahından beri olur. İnkâr ve red eden de günaha iştirakten salim olur. Fakat çirkin işe rızâ gösteren ve o işte faillerine tabi olan ise günahdan beri olmaz, cezadan salim kalamaz." Sahâbiler: "Yâ Resûlellah! Böyle münker iş yapan âmirlerle mukatele yapmayalım mı?" diye sorduklarında Resûlullah: "namazı kıldıkları müddetçe hayır" cevabını verdi. Bu Hadis'i Müslim (1854) rivayet etmiştir.

Hadis'i Şerifin hülasası:

1- Namaz kıldığı müddetçe halifeye isyan edilemiyeceği. Halife'den maksad devlet idarecisidir. İyi bilinmelidir ki, zamanımızdaki devlet idarecilerinin hiç birisi, Hâlife değildir. Halife bile olmuş olsalardı hepsinin katledilmesi gerekirdi, zira hiç birisi namaz kılmıyor. Onlarla mukatele edecekleri yerde devlet reisi diye itaat edip, karşılarında el pençe duranların kulakları çınlasın.

2- Halifeler "namaz kılar bile olsalar" yaptıktan kötü işleri reddedip razı olmamak gerekir.

"namazı terk ederse kâfir olmuştur" dedi. Binâen aleyh dedim ki: Pekiyi "namaz kılmayandan miras alınır mı?" Cevaben de şöyle dedi: Hayır ne "miras alır ve ne de miras'ı alınır". Ahmed İbnu Hanbel Ahkamu'n-Nisa'da (208)

NAMAZ KILMAYAN ERKEK VE KADININ NİKÂHLARININ SAHlH OLMADIĞI BABI

"Ey mu'minler! Allah'a şirk (ortak) koşan kadınlarla, onlar iman etmedikçe evlenmeyin. İmanı olmayan müşrik bir kadın sizin hoşunuzada gitse de, iman etmiş bir câriye elbette ondan daha hayırlıdır. Müşrik erkeklere de irnan etmedikçe onlara mu'min kadınları nikahlamayın; müşrik bir erkek sizin hoşunuzada gitse mu'min bir köle elbette ondan daha hayırlıdır. Onlar sizi Cehenneme çağırırlar. Allah ise izniyle Cennet'e ve mağfirete da'vet ediyor da Âyet'lerini insanlara beyan buyuruyor. Olur ki, düşünüp ibret alırlar." Bakara Sûresi: 221

Ey Allah'ın kulu!

Risalemizin başlarında "namazı  terk edenin müşrik olduğunu" isbat etmiştik, burada tekrarına lüzum olmasa gerek. Binaâen aleyh namazı terk eden her erkek ve kadın bu Âyet'i Kerîme'nin muhatabıdır. «

Ebu Hureyre (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) şöylş buyurdu: "Kadın dört şey için nikâh edilir. Malı için, soyu için, güzelliği için, "dini için". Sen (bunlardan "dindar olanını) seçmeye çalış, değilse (âhirette) fakirliğe düşersin." Bu Hadis'i Buhâri (3/16) ve Müslim (1466) rivayet etmişlerdir.

Ey Allah'ın kulu!

Görüyorsun ki, Allah Resulü sadece dini olan kadınları nikahlamamızı emrediyor. Daha önceki bablarda da geçtiği gibi, Allah Resulü şöyle buyurmuyor mu?

Umer Ibnu'l-Hattâb (R.A.)'dan, şöyle dedi: Adamın biri gelerek Resûlullah (S.A.V. )'e şöyle dedi: Yâ Resûlellah, Allah indinde İslâm'da, en efdal olan 65 nedir söyler misin?" Resûlullah (S.A.V.) "Namazı vaktinde kılmaktır" dedi. "Zira namazı terk edenin dini yoktur". Bu Hadis'i Beyhaki Şuab'ul Iman'da hasen bir senedle rivayet etmiştir. El-Kenz (21618)

Binaen aleyh "namazı terk eden kadının da dini yoktur" böylelikle şer'i bir nikâha müsâid değildir. Ehli Hadis'in İmam'ı olan Ahmed İbnu Hanbel'den de şöyle bir kavil rivayet edilmiştir.

Muhammed İbnu'1-Fadl İbnu Ziyad'dan, (şöyle dedi:) Ahmed İbnu Hanbel'e, kocası içki içip "namaz'ı kılmayan" bir kadın'dan soruldu, Ahmed İbnu Hanbel de cevaben, "Eğer o kadının velisi varsa ikisini ayırır" dedi. Ahmed Ahkamu'n-Nisa (206)

NAMAZ KILDIĞI MÜDDETÇE HALİFEYE İSYAN EDİLEMlYECEĞİ BABI

Peygamber'in zevcesi Ününü Seleme (R.A.)'dan, o da Resûlullah (S.A.V.)'den, Resûlullah (S.A.V.) şöyle buyurdu: "Şu muhakkak ki, sizin üzerinize bir takım âmirler ta'yin olunacak da sizler onların işlerinden bazısını güzel göreceksiniz, bir kısmını da çirkin görüb inkâr edeceksiniz. Çirkin işi çirkin gören onun günahından beri olur. İnkâr ve red eden de günaha iştirakten salim olur. Fakat çirkin işe rızâ gösteren ve o işte faillerine tabi olan ise günahdan beri olmaz, cezadan salim kalamaz." Sahâbiler: "Yâ Resûlellah! Böyle münker iş yapan âmirlerle mukatele yapmayalım mı?" diye sorduklarında Resûlullah: "namazı kıldıkları müddetçe hayır" cevabını verdi. Bu Hadis'i Müslim (1854) rivayet etmiştir.

Hadis'i Şerifin hülasası:

1- Namaz kıldığı müddetçe halifeye isyan edilemiyeceği. Halife'den maksad devlet idarecisidir. İyi bilinmelidir ki, zamanımızdaki devlet idarecilerinin hiç birisi, Hâlife değildir. Halife bile olmuş olsalardı hepsinin katledilmesi gerekirdi, zira hiç birisi namaz kılmıyor. Onlarla mukatele edecekleri yerde devlet reisi diye itaat edip, karşılarında el pençe duranların kulakları çınlasın.

2- Halifeler "namaz kılar bile olsalar" yaptıktan kötü işleri reddedip razı olmamak gerekir.

Muaz Ibnu Cebel (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) Tebûk gazvesinde iken ......... Güneş batıya doğru kaydıktan sonra hareket etmeyi niyet ettiğinde öğle ile ikindiyi (öğle vaktinde) beraberce cem ederek kılar sonra hareket ederdi. ................. Güneş battıktan sonra yola çıkmayı niyet ettiği zaman ise, yatsıyı acele ettirerek akşam namazı ile (akşamın vaktinde) cem ederek kılar, sonra hareket ederdi. Bu Hadis'i Ebu Dâvud (1220) Tirmizi (2/438) ve Ahmed (5/241) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.

Zikredilen Hadis'i Şerif'de seferde iken ikindiyi öğlenin vaktinde öğle namazı ile, yatsıyı da akşamın vaktinde akşam namazı ile kılınabileceğine ruhsat vardır. İyi biline ki, namazın kazasına ruhsat veren gayretkeşler, sarih nas olduğu halde seferde cem etmeye ruhsat vermemektedirler. Vaktinden sonra kılınmasına! cevaz veren mazeretler ise şunlardır.

Enes Ibnu Mâlik (R.A.)'dan, Resûlullah (S.A.V.)'den, haber vererek şöyle dedi: Yolculuk acele sürüp gittiği zaman Resûlullah (S.A.V.) öğleyi, ikindinin ilk vaktine kadar bırakır, müteakiben her iki namazı cem' ederdi. Akşam namazını da kızıllık kayb 72 olana kadar geciktirir, sonra yatsı namazı ile cem' ederdi. Bu Hadis'i Müslim (704) rivayet etmiştir.

Enes İbnu Mâlik (R.A.)'dan, şöyle dedi: Nebiyyu (S.A.V.) buyurdu ki: "Her kim ki namazı unutarak veyahut uyuyarak kılmazsa, hatırladığında veyahut uyandığında kılsın, bundan başka o namazın kefareti yoktur. Bu Hadis'i Buhâri (597) ve Müslim (684) rivayet etmişlerdir.

İbnu Abbas (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) Medine'de korku ve yağmur olmaksızın öğle ile ikindiyi, akşam ile yatsıyı birleştirerek kıldı. 73 (Ravilerden Veki'in hadisinde ise) Dedim ki: İbnu abbas'a: "Bunu niçin yaptı?" dedim. "Ümmetine zorluk vermemek için" dedi. (Ebu Muaviye'nin hadisinde ise) İbnu Abbas'a: "Bunu ne maksatla yaptı?" diye soruldu. "Ümmetine güçlük vermemek istedi" dedi. Bu Hadis'i Müslim (705) rivayet etmiştir.

Bu bab'daki Hadis'i Şeriflerin hülasası:

1- Seferde iken, öğle ile ikindinin, akşam ile yatsının birbirlerinin vaktinde takdimen ve te'hiren kılınabileceğine delâlet eder.

2- Hadar'da da bazı şer'i mazeretlere binaen bu namazların birbirlerinin vaktinde takdimen ve te'hiren kılınabileceğine delalet eder. Tenbih: Hadar'da cem etme iyi bilinmelidir ki, Ümmet'e ağırlık olmaması için bir ruhsattır. Bu zorluğu herkesin kendisi ta'yin eder. Değilse şialar gibi devamlı cem etmeye ruhsat yoktur.

Bu bab'daki Hadis'i Şeriflerin hülasası:

1- Seferde, öğle ile ikindi namazını öğle vaktinde akşam ile yatsıyı da akşamın vaktinde kılına bileceğine delalet eder.

2- Seferde, öğle ile ikindiyi ikindinin vaktinde ve akşam ile yatsıyı, yatsının vaktinde kılınabileceğine delalet eder.

3- Unutarak veyahut uyuyarak kılanamayan namazın, takdimen veya te'hiren cem ederek kılınabileceğine delalet eder. Yukarıdaki zikredilen şer'i mazeretlerin haricinde namazları vakitlerinin dışında kılınmaya ruhsat veren başka bir şer'i mazeret yoktur.

BAZI ŞÜBHELERÎN İZALESİ BABI

Namazı terk edenin hakkındaki varid olan bu hükümlerin ağır geldiği bazı şübheciler, "BEYNAMAZLARIN" gayretli müdafileri olarak, bize bazı sorular tevcih ederek bunca nassın karşısında anlayamadıkları bazı Âyet ve Hadis'lerle, sanki Allah'ın dininde bir birine zıd hüküm isbat edercesine itirazda bulunmaktadırlar. Zira bunca zikredilen Âyet ve Hadis'ler "namaz'ı terk edenin, kâfir, müşrik, imansız ve dinsiz" olduğunu isbat ettikten sonra "hayır namazı terk eden müslümandır" demek ve birde bunu Kur'ân ve Hadis'le isbattan maada ifsad etmeye çalışmak, "Allah'ın dininde tezat olduğunu iddia etmektir". Ey Allah'ın kulu! Şunu iyi bilmelisin ki, "vahy-i ilâhi olan kitab ve sünnet'te" birbirine zıd hükümler yoktur. Böyle bir şeyi düşünmek dalalet, bilmeden söylemek ise cehaletin katmerlisidir. Binaen aleyh Subhanehu ve Teâlâ buyuruyor ki: ma'nasmı düşünmeyecekler mi? Eğer o (Kur'ân) Allah'dan başkası tarafından olsa idi, muhakkak ki içinde birbirini tutmayan bir çok sözler ve hükümler bulacaklardı. Nisa Sûresi: 82

Başka bir Âyet'i Kerîme'de ise şöyle buyuruyor: Allah sana "Kur'ân'ı ve sünnet'i" indirdi: Evvelce bilmediklerini sana öğretti." Nisa Sûresi: 113

Binaen aleyh Resûlullah (S.A.V.) buyuruyor ki:   Ebu Hureyre (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.)'den, şöyle buyurdu: "Ben hak olandan başka bir şey söylemem." Ashabından bazıları "Pekiyi yâ Resûlellah sen bazen bizimle şaka da yapıyorsun (ya'ni bunlarda mı hak) "Evet ben haktan başka bir şey söylemem" buyurdular. Bu Hadis'i Ahmed (2/340) ve Tirmizi (2058) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.

Madem ki Allah Resulü (S.A.V.)'in her söylediği haktır, hak olan sözlerde de birbirine muhalif kaviller bulunmaz, zira ihtilaflı birbirine uymayan sözler batılın hakkıdır.

Subhanehu ve Teâlâ buyuruyor ki:  "Hak olandan sonra da dalaletten başka ne vardır?" Yunus Sûresi: 32

Ey Allah'ın kulu! Bu külli kaideyi iyi anladı isen sana anlatılan her mes'eleyi rahatlıkla anlayacağın muhakkaktır. Şimdi anlayamadığın her mes'eleyi sorabilirsin.

Soru: Deniliyor ki, sahih Hadis'te sabittir, "la ilahe illallah diyen herkes cennete girecektir" binaen aleyh namazı terk eden kâfir olamaz âsi günahkâr bir müslümandır, buna ne dersiniz? Bize cevab verin Allah da size ecir versin.

Cevab: Evet Allah Resulü (S. A. V.)'den öyle bir sahih Hadis ya'ni "Allah'tan başka ilah yoktur diyen herkes cennet'e girecektir" diye bîr rivayet varid olmuştur. Yalnız istidlal mevzuu hatalıdır. Zira şimdiye kadar bu risalemizde namazı terk edenin hakkında nakl etmiş olduğumuz bütün rivayetlere muhalif bir istidlaldir. Zira "namazı terk eden müşrik'tir, kâfir'dir, dini ve iman'ı yoktur" diyenle "la ilahe illallah" diyen herkes cennete girecek diyen aynı zattır, ya'ni Allah Resulü (S.A.V.)'dir. Yukarıda da izah ettiğimiz gibi Allah'ın dininde birbirine muhalif hükümlerin bulunması hakkaniyyetine zıddır. Böyle bir şey düşünülemez bile.

— Fakat diyebilirsiniz ki evet dediğiniz gibi dinde birbirine muhalif hükümler yoktur ama bize anlatanlar böyle anlattığı için biz böyle anlıyoruz. — Biz de deriz ki, burada size anlatılmayan ve anlamakta istemediğiniz mühim bir mes'ele var.

Evet Allah Resulü (S.A.V.) buyuruyor ki:  Ubadet' Ibni es-Samit (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.)'den, şöyle buyurdu: "Her kim Allah'dan başka ilah ve Muhammed'in Resulü olduğuna şehadet ederse Allah ona cehennem'i haram kılmıştır." Başka bir rivayette ise şöyle varid olmuştur: "Her kim ki, Allah'tan başka ilah yoktur derse cennet'e girer" denilmiştir. Evet La ilahe illallah diyen cennet'e girer fakat şunu iyi bilmek gerekir ki, bu sözün muktezası vardır. Herkesin ma'lumudur ki, gereği yapılmayan her sözün insanlar indinde değeri yoktur, insanlar arasında böyle olunca biz nasıl olurda bizim yanımızda değer taşımayan şeylerin Allah indinde değerli olmasını taleb ederiz. Allah'tan başka ilah yoktur diye ikrarda bulunan kişi, Bunu daha bariz bir şekilde izah edebilmek için o şübheciye şöyle bir soru tevcih etsek ne der acaba.

— Bir kişi düşünün ki "Allah'tan başka ilah yoktur" sözünü, ikrar ediyor, sadece Kur'ân'ın Ayet'lerinden bir tek Âyet'i inkâr ediyor, acaba bu kişinin hükmü nedir? Tabiîki şübheci efendi "kâfirdir" diyecektir. Pekiyi senin kaiden üzere bu kişi "Allah'tan başka ilah yoktur" diyor, ne dersin sen de "la ilahe illallah" diyen kişiyi tekfir ediyorsun. Böylelikle az önceki kaideden irtidad etmiş olmadın mı? Bu sorunun karşısında ne diyeceğini şaşıran şübheci kendisini toparlayarak, evet ama Kur'ân'ın bir tek âyet'ini de olsa inkâr edenin kâfir olduğuna Kur'ân'dan ve Hadis'ten sarih nass vardır diye itirazda bulunmaya başladı.

— Bizde dedik

ki: Be Allah'ın kulu risalenin başından beri bizim zikrettiğimiz naslar nedir, bunlar sana namazı terk edenin kâfir, müşrik, dinsiz ve imansız olduğunu isbat etmiyor mu? — Evet ama "namazın farziyyetini inkâr etmiyor". — Pekiyi sen bize namazın farziyyetini inkâr eden kâfir olur diye birtek nas bulabilir misin? Eğer böyle bir şey yapabilirsen bizde kavlimizden avdet ederiz. Dikkatlice okuduysan farkına varmışındır ki zikretmiş olduğumuz bütün deliller, namazı terk edenin müşrik, kâfir, namazı olmayanın dinsiz ve imansız

olduğuna delâlet "Kendilerine Kur'ân (ya'ni "namaz kılın" emri) okunduğu zaman, secde etmezler. (Ya'ni "namaz kılmazlar". Daha doğrusu, o "kâfir olanlar" bu (halleri ile ya'ni namaz kılmayışları ile, Allah'ın azabından korkmayarak âhireti) tekzib ederler." Inşikak Sûresi: 20/21

"Onlara "namaz kılın" denildiği zaman, "itaat edip namaz kılmazlar". (Namaz kılmayarak Allah'ın hükümlerini) yalanlayanların o gün vay haline." Murselât Sûresi: 48/49

"Bizim Âyet'lerimize öyle kimseler iman ederler ki, Âyet'lerimizle kendilerine öğüt verildiği zaman, secdelere kapanırlar ve rab'lerine hamd ile teşbih ederler de kibirlenmezler". Secde Sûresi: 15

Sonra, bu peygamberlerle, salih kimselerin arkalarından (kötü) bir nesil geldi ki, "namazı terk ettiler", şehvetlerine uydular; bunlar da Cehennem'deki "gayya" vadisini boylayacaklar. Ancak "tevbe edip iman eden ve salih amel" işleyenler müstesna." Meryem Sûresi: 59

Ey Allah'ın kulu

görüyorsun ki, yukarıda zikredilen taifeler "namazı kılmayarak" bu hareketleriyle Allah'ın Âyet'lerini yalanlamış oluyorlar, senin dediğin gibi namazın farziyyetini inkâr ederek değil. Bu Âyet'lerin karşısında sükût eden, şübheci başka bir itiraz getirmek istercesine biraz düşündükten sonra şöyle dedi. — Pekiyi kabul edelim ki "namazı terk eden müşrik ve kâfirdir" bize deniliyor ki, şirk ve küfür iki kısımdır,

1- islâm'dan çıkaran şirk ve küfür.

2- İslâm'dan çıkarmayan şirk ve küfür.

Acaba namazı terk eden kişi bunların hangisinde vuku' bulmuştur ki, siz hemen namazı terk edene müşrik ve kâfir diyorsunuz.

Cevap: Biz ümid ederiz ki, namazı terk eden islâm'dan çıkarmayan şirk ve küfürde vuku' bulmuştur. Hem biz milyonlarca müslümana müşrik veya kâfir diyemeyiz.

Ey Allah'ın kulu iyi dinle, senin bu müşkilatın geçen mes'elen kadar mühim değil fakat tahrif yönünden çok şerli bir mes'eledir. Evet söylemiş olduğun gibi şirk ve küfür iki kısımdır.

Birincisi islâm'dan çıkaran kısım, ikincisi ise islâm'dan  çıkarmayan kısmıdır. Biz sana önce şirki anlatalım, sonra da küfrü anlatırız.

Şirkin kısımları şunlardır:

1- Sahibini ebedi cehennemde koyan şirk.

2- Küçük şirk denilen gizli şirk ya'ni riya.

Biz sana önce küçük şirk ya'ni sahibini ebedi cehenneme sokmayan "riya"dan bahsedelim, sonra sen kendin büyük şirkin ne olduğunu anlarsın bi iznillah.

Ahmed Ibnu Hanbel Müsnedin'de Resûlullah (S.A.V.)'den şöyle bir Hadis rivayet etmektedir.  Mahmud Ibnu Lebid (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) şöyle buyurdu: "Sizin için en çok korktuğum şey küçük şirktir". Sahabeler dediler ki: "küçük şirk nedir yâ resûlellah?" Allah Resulü (S.A.V.)'de cevaben "küçük şirk riyadır" buyurdu. Bu Hadis'i Ahmed Ibnu Hanbel (5/428) sahih bir senedle rivayet etmiştir.

Ve başka bir Hadis'i Şerif'de de Resûlullah (S.A.V.) Ebu Said el-Hudri (R.A.)'dan, şöyle dedi: Bir gün bizler kendi aramızda "mesihu'd-deccaF'dan konuşurken Allah Resulü (S.A.V.) çıka geldi. (Bize hitaben) şöyle buyurdular: "Benim yanımda sizin için "mesihu'd-deccaP'dan daha korkulu bir şeyi size haber vereyim mi?" Bizde "Evet yâ Resûlellah haber verin" dedik. (O) "gizli şirk"tir buyurdular. Kişi namaz kılmaya kalkar da birisinin kendisine baktığını anlayınca namazını güzelleştirir" dedi. Bu Hadis'i Ibnu Mace (4204) ve Beyhaki hasen bir senedle rivayet etmişlerdir.

Yukarıdaki zikredilen Hadis'i Şerifler "İslâm'dan çıkarmayan" şirkin ne olduğunu itiraz bırakmayacak bir şekilde izah etmektedir. Ya'ni küçük şirkin "diya" olduğunu anladıktan sonra namazı terk etmenin "büyük şirk" olduğunu anlamışındır artık.

Küfrün kısımlarına gelince onlar da şöyledir:

1- Küfrü Billah.

2- Küfrü'n-Ni'me.

Cabir İbnu Abdullah (R.A.)'dan, şöyle dedi: Bir bayram günü Resûlullah (S.A.V.) ile birlikte namazda hazır bulundum. ................. İnsanlara, Allah'a karşı takva üzere bulunmalarını emir, Allah'u Teâlâ'ya itaata teşvik ederek va'z ve tezkir'de bulundu. Sonra yürüdü. Kadınların bulunduğu tarafa gelince onlara da va'z ve tezkirde bulundu. Onlara. "Sadaka verin. Zira siz kadınların çoğu cehennem kütüğüdür" buyurdu. Kadınların en hayırlılarından ve yanakları kırmızımtırak olan biri ayağa kalkıp: "Yâ Resûlellah! Niçin?" diye sordu. Resûlullah: "Çünkü siz halinizden çokça şikâyet eder, ni'met'e karşı küfür (ya'ni nankörlük) edersiniz" cevabını verdi. Bu Hadis'i Müslim (885) rivayet etmiştir.

Böylelikle de islâm'dan çıkarmayan küfrün ne olduğunu öğrenmiş oldun. Aslında, şirkin izahından sonra böyle bir izaha lüzum yoktu, ama yine de faidesi olur inşa' Allah. Şübhecilerin getirmiş oldukları başka bir itiraz da şudur.

Resûlullah (S.A.V.) rivayet olunuyor ki: Ubadet' İbnu es-Samit (R.A.)'dan, şöyle dedi:  "Günde beş vakit namazı Allah (müslümanlara) farz kıldı. Kim abdestlerini güzel alarak, rukularına, huşularma riayet ederek, onları vaktinde kılarsa, o kimse Allah'u Teâlâ'dan hatasını af edeceğine ahd ya'ni söz almış olur. Kim böyle yapmazsa Allah'u Teâlâ onu ahd ya'ni söz vermiş olmaz, dilerse o kimseyi bağışlar, dilerse azab eder. Bu Hadis'i Ebu Davud (421) Ahmed ve Nesei (462) rivayet etmişlerdir.

Bu zikredilen rivayette, namazı terk edeni Allah isterse af eder, isterse azab eder diye bir lafız yoktur. Zira namazı vakitleri içerisinde rukuları ve huşuları ile muhafaza etmemek başka, namazı terk etmek başkadır. Zira namazdaki itmi'nanın zayi olmasıyla kişinin İslâm milletinden gayrı bir millette öleceğine dair rivayetler bir hayli kabarıktır.

Hem de bizzat Ubadet' İbnu es-Samit (R.A.)'nun kendisinden namazı terk edenin İslâm milletinden çıktığına dair rivayet vardır ki, geçen bablarda zikrettik, burada zikrine lüzum olmasa gerek.

İbnu Hazm (R.H.) meşhur "muhalla"nam eserinde şöyle diyor. Bu mevzuda ya'ni namazın terki hususunda bize, Umer İbnu'l-Hattab, Muaz İbnu Cebel, Abdurrahman İbnu Avf Ebu Hureyre ve daha sair sahabelerden (R.A.)'den namazın farz olduğunu bilerek terk edenin "kâfir ve mürted" olduğuna dair bir çok rivayetler ulaşmıştır. Sahabelerin bu icma'ına muhalif hiç bir şey duyulmamıştır.

Mezheb imamlarından, Hadis ehlinin imamı kabul edilen Ahmed İbnu Hanbel'de namazı terk eden için şöyle diyor. "Namazı terk eden kâfirdir, mürted"dir, tevbe etmesi istenir. Eğer tevbe etmezse böylece öldürülür, ne yıkanır ne namazı kılınır ve ne de müslüman kabristanlığına gömülür.

İbnu Teymiye (R.H.)'de "vasiyyet'ul-kübra"da şöyle naklediyor. Buluğ çağına ermiş birisi farz namazlarından birisini terk eder veya farziyyetinde ittifak edilen erkanlarından birisini terk ederse, tevbe ettirilir eğer tevbe etmezse öldürülür. Âlimlerden bazıları ise şöyle demişlerdir, namazı terk eden kâfir'dir mürted'dir, ne namaz) kılınır ve ne de gömülür. Vasiyyetu'l-Kübra (320) V elhamdülillah! rabbi-1-âlemin

HICRET

Hicret dedigimiz zaman manasi <intikal,yani bir kimsenin bir beldeden bir beldeye intikali>Bu umum manasi gerek maddi,gerek manevi,gerek çalisma,gerekse dini yüzünden olsun bir beldeden diger bir beldeye intikaline denir.

Burada tabi iki beldeden kasit küfür diyarindan Islam diyarina intikaldir.Mevzuya geçmeden önce bilmemiz gereken iki husus vardir.

Buda Islam da Darul Küfür ve Darul Islam mefhumunun anlasilmasi, yani hangi diyar Islam diyaridir,hangi diyar küfür diyaridir?

Bu gün en çok tartisilan mevzulardan biride budur.

DARUL KÜFÜR dedigimiz zaman,kafirlerin hükmettigi küfür kanunlarinin icra edildigi,kafirlerin nüfusunun o beldede hakim oldugu diyardir.

Buda iki çesittir,bir kismi Darul Harp:.Ikinci kismi Darul Sulh. Bir harp halinde olup,sulh içinde yasanmasina Darul Sulh diyoyoruz.

DARUL SULH :Müslümanlar ile kafirler arasinda sulumet,baris olan diyardir.Hükümler kafirlerin olup,aralarinda Müslümanlarin da bulundugu beldedir.

DARUL ISLAM:Veya Islam diyari dedigimiz zaman,müslümanlarin hükmettigi veya Islam hükümlerinin icra olundugu ve nüfusun müslümanlara ait oldugu diyardir.Velevki nüfus yönünden kafirler teskil etse bile,O Islam diyaridir.Önemli olan Islam kanunlarinin geçerli olmasi ve icra edilmesidir.

Kuranda Hicreti Emreden,Sünnet de Hicreti Emreden Deliller

Nisa Suresi / 97. Kendilerine yazik edenlerin canlarini aldiklari zaman onlara: "Ne yaptiniz bakalim?" deyince, "Biz yeryüzünde zavalli kimselerdik" diyecekler, melekler de:"Allah'in arzi genis degil miydi? Hicret etseydiniz ya!"cevabini verecekler. Onlarin varacaklari yer cehennemdir.Orasi ne kötü dönülecek yerdir!

/98. Çaresiz kalan, yol bulamayan zavalli erkek, kadin ve çocuklar müstesnadirlar.

/99. Iste Allah'in bunlari affetmesi umulur. Allah Affedendir, Bagislayandir.

Evet bu ayeti kerimeler bize hicretin faziletini anlatmaktadir.Islam kafir diyarindan veya müsrik diyarindan,Islam diyarina _Abdullah’in oglu Cerir Rasulullah (sav)den :Müsriklerin arasinda ikamet eden her müslümandan ben beriyim diyor,dedilerki ya Rasulallah niye ?

_Çünkü ikisinin atesi birbirine benzemez.Yani birbirinin hükümleri,kanunlari,nizamlari ayni degildir.

(Ebu Davud 2645/Tirmizide de sahih olarak gelmistir.)

*Kim bir müsrikle bir olursa onunla bir mesken kurarsa oturursa,muhakkak ki onun gibidir( Ebu Davud ) Burada bir müsrikle cima üç surette olur

Birincisi bir müsrik kadinla evlenmek sureti ile,ikincisi bir müsriki kendine dost edinip onunla yasamak sureti ile,üçüncüsüde bir müsrik kadinin veya bir müsrik erkegin müslüman olduktan sonra müsrik kadinla veya erkekle esi ile kalmasi sureti ile olur.Iste bunlardan birtanesi vuku bulursa onunla yerlesirse onun gibidir.

Bir müsrik müslüman olduktan sonra müsriklerden ayrilmadik ca , Hicret etmedikçe Allah onun hiçbir amelini kabul etmez (Nesei , Zekat 73 / Ibni Mace hudut 2 / Ahmet 5/5)

Rasulullah (sav)den sunu isittim; Tevbe kesilinceye kadar hicret kesilmez ve hicret devama eder , Kiyamete kadar bakidir , Günes battigi yerden doguncaya kadarda tevbe kapisi kapanmaz.( (Ebu Davud 2475 / Darimi/ Ahmet 99/4)

Müsriklerele beraber yerlesmeyiniz mesken edinmeyiniz ve onlarla beraber olmayiniz . Kim onlarla mesken kurarsa ve birlesirse o kimse bizden degildir . (Hakim Müsteddede zikretmistir / Hafiz Zehebide sahih demistir.)

Evet böyle bir giristen sonra Hicretin manasina gelelim ;

Lugatta : Terk etme , bir boslugun dolmasi manasindadir.

Istilahta : Küfür ve sirk diyarindan Islam diyarina intikaldir.

Hicret iki çesittir ;

1_Maddi ve cismani Hicret vardir , buda intikaldir .Kisinin maddeten ve cismen intikal etmesi , buda hicretin her yerini kapsar herhalde

(Ikinci manasi vardir ki aslinda ilk hicretten önce maddi ve cismani hicretten bu ikinci hicret daha önemlidir.Buda hakiki ve manevi hicrettir ki cesette buna tabi olur . Buda söyledir ki ;)

2_Baskasinin yani Allah tan gayri bütün efradin her seyin muhabbetinden ve kullugundan Allah in muhabbet ve kulluguna hicret .Baskasinin korkusundan veya ümidinden veya baskasina tevekkülden Allah a dönme Ona intikal etme buki manevi hicrettir . Bu manada Rasulullah (sav)den bir rivayet vardir.

Muhacir (hicret eden kimse ) Allah in nehyetmis oldugu yasakladigi masiyet saydigi seyleri terketme (Ebu Davud 2481/Buhari / Müslim )

__Bir müsrik Müslüman olduktan sonra müsriklerden ayrilmadikça hicret etmedikçe Allah onun hiçbir amelini kabul etmez.(Nesei zekat_73/Ibn i Mace hudut 2 )

AKLIMIZA SÖYLE BIR SORU GELEBILIR _Hicretin gayesi maksadi amaci nedir ? Niye yapilmaktadir?

Evet Islam izzet ve kuvvet dinidir . Bir müslümanin kafire kafirlere zelil olmasini kabul etmez.Bir müslüman onlarin aralarinda kaldikça ister istemez kendi kalbinde , hislerinde asagilik kompleksi dogar .Ve bu sekilde onlara dayanma durumuna düser. Ve nitelendirilebilir

Bu yüzden Islam dini hicreti farz kilmis gücü yeten bir müslümanin onlar arasinda müsaade etmemistir .Bu gibi sebepler yüzünden , ancak zaruretler müstesna .

HICRETIN KISIMLARI Hicretin birkaç tane kismi vardir ;

a)Darul harpten veya Darul küfürden Islam diyarina hicrettir .Bunun farziyeti ilk hicretten beri “yani müslümanlarin sav zamanindan tutunda Habesistan hicretinden , Mekkeden Medineye hicretten ta kiyamete kadar bu hicret bakidir .(az önceki rivayet buna delildir Ebu Davut 2475) Evet tevbe kapisi kapanincaya kadar Hicret kapanmaz .

b)Ikincisi ise ; Bidat beldesinden çikmak ; Karamilitanlarin , zindiklarin bulundugu beldeden .

Imami Malik (ra) dediki; Selefi Salihine sövüldügü , eza edildigi , küfredildigi bir beldede bir kimsenin ikame etmesi helal degildir . Bunu Ibnul Arabi Ahkamul Kur an tefsirinde 1/484 de nakletmistir . Evet bundan sebep onlarin bidatine aldanabilir onlar gibi yani bidat ehli olur korkusuyladir.

c)Haramin galip oldugu beldeden çikmak ; çünkü helali talep etmek her müslümana farzdir. Düsünün bir beldede galibiyet haramda , yiyecek içecek te kazançta artik bir müslümanin orada haramdan kurtulmasi maddeten mümkün olma durumu varsa ;bu defe ne yapar? Helali kazanmak kastiyla baska bir memlekete hicret eder . Çünkü neden ? Helali aramasi, talep etmesi farzdir . Ama yasadigi beldede kendi ihtiyaçlarini karsilayacak helal seyler varsa ; ondan kazanabiliyorsa ; bu defa bundan muaf tutulur. Ama öyle bir duruma düser ki Artik kendi ihtiyaçlarini haramlik yüzünden gideremez . Galibiyet haramdir. Artik oradn intikal etmesi gerekir .

d)Bir müslümanin nefsine yapilan eziyet yüzünden o yerden çikmasi gerekir . Müslümana eziyet ediliyor dövülüyor , hapse atiliyor , çesitli eziyetler yapiliyorsa müslümanin oradan çikmasi intikal etmesi gerekir. Bunu dinler tarihinde ilk olarak Ibrahim as yapmistir . Çünkü kavminden korkunca (Hani biliyorsunuz putlari kirdi , onlarin taptiklarinin batil oldugunu her seyi anlatti onlardan beri oldugunu söyledi ) dediki ; Ben Rabime hicret ediyorum (Ankebut 26) Ben Rabbime gidicem ve O bana yol göstericektir (Saffat 11)

Biliyorsunuz ki bunu Musa as da yapmistir. Askerlerden bir kiptiyi öldürünce Firavunun sarayindan biri gelip çik burdan bir topluluk seni öldürmek için yola çikti dediginde ; Oradan ayrilip Suayp as min oldugu yere Medyene hicret etmistir .

e)Müslümanin malina veya namusuna eziyet korkusu varsa oradan çikabilir . Çünkü müslümanin mali ve namusunun hicreti , kaninin haramligi gibidir . Müslümanin kani diger müslümana nasil haramsa mali ve namusuda haramdir .

f)Zararli bir beldede , yani o beldede hastalik varsa ve o beldeyi hastalik sardiysa o beldeden temiz olan bir beldeye çikabilir. Peygamber efendimiz sav “ haramilere beldeleri zarar görünce oturmaz hale gelince Merc denilen yere çikmalarina izin vermistir .Taki beldeleri düzelinceye kadar.(Sihhi yönden düzelinceye kadar. )Ancak hadiste bir istisna gelmistir. Taun hastaligi çikan yerden çikmak yasaklanmistir. Çünkü o hastalik baska yere sirayet etmesin diye taun olan beldeden disarida çikmasini ,içeride girmesini yasaklamistir. Tabiki bu istisna kilinmistir.

Muhterem kardeslerim simdi asil konumuza geçelim ; Darul harpte veya Darul küfür de ikame eden kimseler yani müslümanlar üç kisimdir ;

1.Kisim Bunlar kafirlerle ikame ediyor ve onlara ragbet ediyor , dost olarak onlari seçiyor , dinlerinden razi oluyor ve onlari meth ediyorsun . Müslümanlara karsi o kafirlere yardimci oluyorsun , böyle yapan bir sahis kafir olur. Islamin hükmü bu sahis hakkinda budur , yani o adam kafirdir.

2.Kisim Mal , evlat veya memleket sevgisi yüzünden onlarla ikamet ederse ; düsünün ki oturdugu memleketi kafirler istila etmis , orada dogdun , orada büyüdün , malin orada, ailen orada , her seyin orada , o memlekette dinini izhar edemiyorsa ,(izhardan kasit ; Eshedü enla ilahe illallah ve eshedü enne muhammeden abdehü verasuluh demek degil , namaz kilmakta yeterli degil , yani dini açiktan ilan etmektir) dinini yasayamiyorsa , Ben müslümanim , siz kafirsininiz , aramizda düsmanlik vardir ! demesi , bunu izhar etmesi lazim , bu izhari yapamiyorsa , Hicrete de gücü varsa , bunu yapmiyorsa , Hicreti terk etmesi yüzünden Allah ve Rasulüne asi gelmistir . Bu sekilde büyük bir günah islemistir. Ancak bu memlekette yani mal ve evlat sevgisi yüzünden o memlekette kaldigi için tekfir edilmez , ama büyük günah islemis bir sahistir . Yani nefse zulmedenlerdendir. BU mevzuuyla ilgili olarak Rasulullah sav zamaninda bir vakia olmus .

***Abdullah bin Mesut naklediyor ; Müslümanlardan bir topluluk kafirlerle beraber idiler . Müsriklerle beraber idler ve müsriklerin toplulugunu çogaltiyordu , onlarla beraber olunca . müsriklerle kalan bir müslümana ok isabet eder ve böylelikle onlardan bir tanesi ölür.

Veya müsrikler ne yapar yapar onu öldürür . Iste onlar hakkinda Allah Nisa 97 yi indirir

Allah teala tevbe 24. ayeti ile zikrolunan sekiz tane sinif yüzünden olan özrü geçersiz saydi. Bunlar nedir ? Baba , ogul , kardes , akraba ,biriktirilen mal , zayi olmasindan korkulan ticaret , razi olunan mesken bunlar yüzünden kisi hicret edemiyorsa , gücü yettigi halde , Allah cc onun bu özrünü kabul etmiyor .

Onun için hicrete gücü yettigi halde Cenabi Hak onu fasiklardan saymistir . Büyük günah islemistir . Allah a ve Rasulüne asi gelmistir ki ve bulunduklari belde Mekke beldesiydi ,Allah a en sevimli olan belde , en muhabbet duyulan beldeydi .O gün o beldede kalmk özür sayilmiyordu ise artik ondan gayri olan beldelere ne demeli .

3.Kisim Darul harpte ,Darul küfürde 3. grup müslümanlardan ; Kafirler arasinda beis olmayan kimselerdir .Yani küfür beldesinde kalmasinda beis olmayan kimselerdir .Bunlarda iki kisimdir ;

a ) Birinci sinif dinini aralarinda izhar eder , kendi dinini kafirler arasinda izhar eder . Ve onlarin küfrründen , küfür elinden kafirlerden teberrü eder . Evet onlarin batilda oldugunu kendilerinin Hak ta oldugunu onlara tahsih eder. Evet sav müsriklere ilk zaman okudugu

ayetlerden bir tanesi _Ey kafirler toplulugu / kafirun _Siz Benden berisiniz , Bende sizden beriyim . Böyle açikça dinini yasayabiliyorsa

tahsih edebiliyorsa o zaman onlarin o beldeden baska beldeye hicret etmeleri gerekmez. O beldede kalmalarinda herhangi bir beis yoktur .Sayet bir Islam beldesi kurulma durumu olursa o zaman gider yoksa kalmasinda bir beis yoktur.

b)Ikinci sinif ise mustazaaf yüzünden yani zarureti yüzünden de geçtigi gibi Nisaa75 Size ne oldu da Allah yolunda ve "Rabbimiz! Bizi, halki zalim olan bu sehirden çikar, bize tarafindan bir sahip gönder, bize katindan bir yardimci yolla!" diyen zavalli erkekler, kadinlar ve çocuklar ugrunda savasmiyorsunuz! Yani kafirlerden tagullüs etmeye gücü yetmiyor , çikmaya kurtulmaya , yol bulmaya durumu yoksa , aciz ise , ihtiyar , yasli , çocuk veya esir durumda olan kimseler istisna edilmistir. Ve bunlar bir ayeti kerimede diyor ki Rablerine söyle dua ederler ; Ey Rabbim bizi ehli zalim olan bu köyden bizi bur dan çikar ve senin yaninda bize bir dost gönder.

Bu kimseler mustazaaf , tabi bu devirde mustazaaf insan çok az veya yok gibidir .

Baska bir mesele daha var . Buda kafir diyarinda veya darul harpte , ister darul hunpta i ister darul sulhta olsun bunlar Darul küfrün kisimlaridir .

Küfür diyarina ticari maksatla gitmeye gelince ; Alimler demislerdir ki dinini izhar edebilip kafirlerle dost olmazsa kendinden emin ve dinini izhar edebilecekse bu sekilde küfür diyarinda ticareti caiz görmüslerdir. Hatta bazi sahabelerden böyle hicret edenler olmus Imami Ahmet in müsnedinde rivayetler vardir . lakin aksine kafire dinini izhar edemeyip onlarla dost olma korkusu varsa , yani onlar gibi olma korkusu varsa bu defa kati suretle islam beldesinden çikmasi caiz degildir . Kafir beldeye yolculugun yasaklanmasi veya Kur anin o beldeye götürülmesi yasak . Alimler böyle hamlediyorlar . Sayet dini yasamama korkusu varsa bu defa kati surette gitmesi caiz degildir ..Böylelikle bu Hadisi serif düsman olan bir memlekete Kur an ile seyahati yasaklamistir. Ve bu rivayet sahsa initbah eder .

Çalisma is maksadiyla hicret veya göç böyle bir diyara gitme ayni hükme baglidir .

Allah Rasulü (sav) biliyorsunuz O’nun hicretinden önce Habesistane hicret oldu.Ve ondan sonra Müslümanlar sahabeler Mekke den Medine ye hicret ettiler.Osman ibni Affanin kafilesi ile 83 kisi hicret ettiler.Ve Mekke’de sadece Rasulullah (sav),Ebu Bekr,Ali (ra) ve

Esma binti Ebu Bekr ,birde rivayetlerde Ibni Hisamin siretinde geldigi gibi Hz.Ebu Bekrin oglu Abdullah oda Mekke de bulunuyordu.

Tabi Mekke müsrikleri Rasulullah (sav)’in ona iman eden bir toplumun artik buradan göç edip baska bir yerde onlara karsi toplanip,birlesip harp açacaklarindan Rasulullah (sav)efendimizin böyle bir ise tesebbüs edeceginden bir devlet kuracagindan korktuklarindan dolayi Rasulullah (sav),çikartmaya ve onu öldürmeye kasdetmislerdi.

Buda Rasulullah (sav),hicretinden bir gece önce daha evvel anlastiklari bir vakitte devamli istisare yaptiklari Darul Nedve denilen yerde toplandilar, Rasulullah (sav)in durumunu konustular.Artik tahammül edilmez hale geldigini ve ona iman eden kimselerin çok oldugunu ve bunlarin ileride onlara bükük bir tehlike arz edecegini bu gibi meseleleri konustular.Bir aralik içeri insan suretinde Iblis (la)

Içeri girdi.Evet bir seyh suretinde içeri girdi.Ibni Hisamin siretinde bu sekilde naklediliyor. Ve kendisine soruldu _Sen neredensin ?

Dedi ki _Ben necitliyim ve ondan sonra bende sizlerle bu konuyu görüsmek istiyorum,bende görüslerimi söylemek istiyorum .Onlarda tamam dediler Sende gel ve içeride aralarinda çesitli kararlar aldilar her aldiklari karara bu iblis hayir diyordu Ancak en sonunda Ebul Idalcem dedikleri Ebu Cehil almis olduklari kabul etti.O karada su idi _Her kabileden bir genç alin ve bu her gencin eline keskin bir kiliç verin ve böylelikle yarin geceleyin Muhammed yatagina girecegi zaman birden bire üzetrine varsinlar ve onu öldürsünler,böylelikle

Kan bütün kabilelere dagilmis olacaktir.Abdil menaf ogullari kabilelere karsi gelemeyecektir,hangisinden kan talep edecektir.Böylelikle

Sayet diyet isterlerse diyeti veririz,Böylelikle Muhammed ten kurtulmus oluruz.Ebu cehilin vermis oldugu karar veya görüs buydu ve bu görüs ikrar edildi ve kabul edildi.Her kabileden Rasulullah (sav),dinine ve ashabina düsman olan bir gencin eline keskin bir kiliç verildi ve o gece Cenabi Hak Cibril (as)gönderdi Dediki Ya Rasulallah sen bu gece burada yatma tabi Rasulullah (sav),orada yatmadi ve yerine hz Aliyi yatirdi ve kendisine yaterken giydigi burdesini ona verdi sen burada yat dedi Rasulullah (sav) de orada bulunuyordu fakat yatili degildi tam o sirada geldiler yanlarinda Ebu Cehilde vardi lakin gençlerde vardi Rasulullah (sav) öldürmeye gelen gençler

Bu kim diyordu Rasulullah (sav) onlar tam girme sirasinda Yasin suresinin 1,11 ayetine kadar okudu ve üzerlerine toprak saçdi ve attigi o toprak her müsrikin basinda yer etti O an tabi Rasulullah (sav) göremediler Cenabi Hak onlara göstermedi.Yasin 8. okurken aralardan geçip gitti ve tabi içeriye girmeden önce baktilar ki hepsinin üzerinde toprak var.Nereye kaybuldu diye sasirdilar göremediler.Ileride ki sahislar dediler ki Muhammedi mi ariyorsunuz o çoktan buradan gitti dediler birde içeriye girip baktilar ki Hz Ali yatakta yatiyor Rasulullah (sav) kendisi bu defa daha sonra Ebu Bekr (ra)evine geldi tabi Ebu Bekr(ra) Rasulullah (sav)den hicretten sonra Müslümanlarin Mekke den Medine ye hicretinden sonra kendisi paygamber (sav)den hicret izni istiyordu Fakat Rasulullah (sav)

Onun her isteyisinde diyordu ki _Umulur ki Allah sana bir Dost gönderir onunla beraber hicret edersin ve bu söz onun kalbine yer etmisti Oda onunla beraber olmak istiyordu bu hicrette.Ve kendisi bu sebeple iki deve satin almisti bu sebeple onlari sakliyordu

Bir tanesi kendine bir tanesi Rasulullah (sav) me Hz Aise ra anlatiyor diyor ki ;sav diger o gün hiç gelmedigi bir saatte geldi ve dedi ki ;

Ebu Bekir Allah bana hicret etme müsaadesi verdi _ve defa Ebu Bekir ra dedi ki ; Dostluklarinimi ariyorsun Ya Rasulallah beraber hicret etmemizi istiyorsun .Evet Hz Aise diyordu ki _O gün bir insanin ferahladiginda aglayacagini hiç düsünemiyordum. Ferahliktan diger bir aglama geldi. Ferahliktan Ebu Bekir’ e aglama geldi. Bu defe Abdullah arkad denilen bir dellal tuttular ve bunu kiraladilar. Oradan Ebu Bekir ( r.a )’ nin evinin arkasindan ayrildilar, gittiler. Daha önce ogluna dediki: Ey Abdullah biz sevr magarasina gidiyoruz.

Birkaç gün orada kalacagiz .Sen bak insanlar ne diyorlar , bize haber getir. Ve bu dellalla beraber sevr magrasina gittiler. Orada sav üç gün kaldilar ve Esma anlatiyor ; Ben onlara yiyecek getirip götürüyordum .Abdullah ise gizlice haber topluyordu ve haber getiyordu .

_Kim Muhammedi bulursa ölü veya diri getirirse ona 100 tane deve ödül olarak verilecektir. Tabi sav orada üç gün kalmisti .Ve ondan sonra rehberlerle beraber oradan Medine ye hicret etmislerdi . Yolda giderken bu ödüle sahip olmak için Sürekabin Malik isimli birisi Mekke ehlinden ati ile beraber yola çikiyor ve onlara ulasiyor, onlari ileride görüyor. Lakin onlara her ulasmak istediginde atinin ayaklari yere batiyordu ve kendisi iniyor ayaklari çikariyordu .tekrar biniyor yeniden gidiyordu ve yeniden ayaklari batiyordu topraga ve bu bir çok kereler tekrarlandi . Ondan sonra onlarin arkasinda bir duman gördü ve onlarla Rasulullah sav’e kendisi arasinda onlarin ulasmasini engelleyen bir kuvvet vardi . Ve arkaddan onlarin pesini birakmiycam dedi , yani kasti artik tamamen degisti .Ve yanlarina varinca Rasulullah (sav)’den bir yazi isted.Hz Ebu Bekr Ona bir yazi verdi ve kendisi Mekke’ye döndü.Mekke’nin fethinde Islamini izhar etti.

Evet Mekke müsriklerinin magraya gelip hani orada magranin agzinda ag yapan örümcekten,yuva yapan yaban güvercininden bahseden rivayetler varya bunlarin hepsi uydurmadir.

Ve Rasulullah (sav) Sevr magrasindan Medineye hicret ettiginde Hz Ebu Bekr (ra)ile hicret hicret etmislerdir.Ilk olarak Kuba’ya geldiler

Rasulullah (sav) uzaktan gelisini bir yahudi gördü.Ve sahibiniz geliyor diyerek haber verdi Ve böylelikle müslümanlar,sahabiler göz yasilariyla

Karsilamis oldular. Rasulullah (sav)’in hicreti böyle böyle olmustur.Hicreti miladi 622 yilinda gerçeklesmistir.Bu hicret baslangicida müslümanlarin ilk takvimi sayildi ki buna HICRI TAKVIM diyoruz.Rabiulevvel ayinin 11/12. günleri hicret vuku buldu.Tabi bu takvimle diger tavim arasinda 6 asirlik bir fark gözetiyor.Bu gün kafirlerin tiger takvimi kullandirmalari sirf bu hicreti unutturma maksadiyladir,müslümanlarin zihninden tamamen bunu silme maksadiyladir.Çünkü hicretin islam tarihinde büyük bir degeri vardir.Hicretin maksadi Islam Devletine gitmesinden dolayidir.Bu gün bir müslümana sorsan hangi hicri aydayiz çogu bilmez,hangi gündeyiz bilmez.Niye ?Çünkü artik bizim takvimimiz olmaktan çikmistir.Fakat bu gün Kasim ayinda oldugumuzu senenin 2001 oldugunu çok iyi biliyoruz.Lakin Hicri kaçinci senedeyiz kim biliyor?

Takviminde diger aylar gibi 12 tane ay ismi vardir bunlar

*Muharrem *Safer* Rabiul Evvel*Rabiul Ahir*,Cemazil Evvel*Cemazil Ahir* Recep*Saban*Ramazan*Sevval*Zilkade*Zilhicce*

Ve bu aylar hilale göre hesap görmektedir.Toplam günleri 355 gündür.Ayin bitimi 29/30 arsi olur.Hicretle alakali oldugundan takvimden kisaca bahsetmek istedik .BASARI ALLLAH’TANDIR...

“....... NAMAZDA ELLERİ KALDIRMA......”

... Malik bin El-Huveyris(r.a)’dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Resulullah(s.a.v) iftidah tekbirini aldığı zaman kulaklarının yakınına kadar ellerini kaldırırdı. Ruku’ya gittiği zaman aynı şeyi yapardı. Ve ruku’dan başını kaldırdığı zaman da aynı şeyi yapardı...“Buhari : 2.c / 753.s”“İbn Mace : 3.c / 859.n”

... Muhammed bin Amr bin Ata(r.a)’dan şöyle demiştir: Ben Ebu Humeyd es-Saidi(r.a)’dan işittim. Kendisi Resulullah(s.a.v)’in ashabından on zatın arasındaydı. On sahabeden birisi Ebu Katade bir Rib’i idi. Ebu Humeyd, orada bulunan on sahabeye: Ben Resulullah(s.a.v)’in namazını hepinizden daha iyi bilirim. Resulullah(s.a.v) Namaza durduğu zaman dimdik doğrulurdu, ve ellerini omuzları hizasına kadar kaldırdıktan sonra “Allahu Ekber” derdi. Ruku’ya varmak istediği zamanda ellerini omuzları hizasına kadar kaldırdı, sonra tam doğrulurdu. İki rekatten (üçüncüye) kalktığı zaman tekbir alırdı ve iftitah tekbirinde yaptığı gibi ellerini omuzlarının hizasına kadar kaldırırdı. “Tirmizi : 1.c / 303n”“İbn Mace : 3. c / 862n”

Ali bin Ebu Talib(r.a)’dan, şöyle demiştir: Peygamber(s.a.v) farz namaza kalktığı zaman tekbir getirirdi ve ellerini omuzları hizasında oluncaya kadar kaldırırdı. Ruku’ya gitmek istediği zaman bunun aynısını yapardı. Ruku’dan başını kaldırdığı zaman da bunun aynısını yapardı ve ikinci rekattan üçüncüye kalktığı zaman bunun aynısını yapardı. “İbn Mace : 3.c / 864.n”

... Vail bin Hicr(r.a)’den şöyle demiştir: Ben kendi kendime dedim ki: Resulullah(s.a.v)’e muhakkak ve iyiice bakayım, nasıl namaz kılıyor. Bunun üzerine baktım. S.A.V kalktı kıbleye doğru durdu. Sonra ellerini kulaklarının hizasına kadar kaldırdı. Sonra ruku’ya gittiği zaman ellerini bu şekildi kaldırdı. Başını ruku’dan kaldırınca ellerini yine kaldırdı. “İbn Mace : 3.c / 867.n”

... Salim babası Abdullah(r.a)’dan şöyle dedi: Resulullah(s.a.v)’i namaza başladığı zaman, ruku’ya gitmeden evvel ve birde ruku’dan doğrulduğu zaman ellerini omuzları hizasına vardırıncaya kadar kaldırdığını gördüm. İki secde arasında kaldırmazdı. “Buhari : 2.c / 752.s” “Ebu Davud : 1.c / 721.n”“Müslim : 2.c / 390s”“Tirmizi : 1.c / 255.”“Nesei : “ “İbn Mace : 3.c / 858.“Muvatta : 1.c 94.s”

... Enes bin Malik(r.a)’dan şöyle demiştir: Resulullah(s.a.v) namaza girdiği zaman ve ruku’ya gittiği zaman ellerini kaldırırdı.“İbn Mace : 3.c / 866.n”

... Ebu-z Zubeyr(r.a)’dan rivayet edildiğine göre, Cabir bin Abdillah(r.a) namaza başlarken ellerini kaldırdı, ve ruku’ya gittiği zaman ile ruku’dan başını kaldırdığı zaman bunun aynısını yapardı.. ve, Ben Resulullah(s.a.v)’i gördüm böyle yaptı derdi.“İbnu Mace : 3.c / 868.n”

... Mali bin Huveyris(r.a)’dan, Resulullah(s.a.v)’i namazında ruku ettiği zaman. Ruku’dan başını kaldırdığı zaman, secde ettiği zaman ve secdeden başını kaldırdığı zaman ellerini kulakları hizasına kadar kaldırırken gördüğünü haber verdi.“A. İ. Hanbel : 3.c / 436.”“Nesei : 1.c / 1143.n”

... Abdul Cebbar bin Vail b. Hucur(r.a)den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Ben küçük bir çocuktum, babamın namazını hatırlayamıyorum Vail bin Alkame, babam Vail bin Hucr’dan bana nakletti. Dedi ki:

Resulullah(s.a.v) ile namaz kıldım. Tekbir aldığı zaman ellerini kaldırırdı. Sonra örtündü. Sonra sol bileğini sağ eliyle tuttu. Her iki elini de elbisesinin altına soktu. Ruku yapmak istediği zaman ellerini elbisesinden çıkardı.ve onları kaldırdı. Ruku’dan başını kaldırmak istediği zaman ellerini yine kaldırdı. Sonra yüzünü iki avucu arasına koyarak secde etti. Secdeden başını kaldırdığı zaman yine ellerini kaldırdı. Namazdan çıkana kadar hep böyle yaptı. Muhammed bin Cihade diyor ki : Bunu Hasen bin Ebu el-Hasene anlattım. O da şöyle dedi. O , Resulullah(s.a.v)’min namazıdır. Onu yapanlar sünneti yaptı, yapmayanlar sünneti yapmadı. Dedi.“Ebu Davud : 1.c / 723.n”“İbn Hazm Muhalla : 4.c / 91.”

...  Katade’den şöyle dedi: Enes ibnu Malik’e Resulullah(s.a.v)’in namazı nasıldı bize göster dedim. Kalktı ve namaz kıldı. Ellerini her tekbirde kaldırıyordu.“Taberani. Evsat’ta”“Zevaid’de Sahih”

... Cabir ibn Abdillah(r.a)’dan şöyle dedi: Resulullah(s.a.v) namazında ki her tekbirde ellerini kaldırırdı. “A. İ. Hanbel :”“Zevaid’de Hasen : 2.c / 101”

... Abdullah ibnu Ömer(r.a)’dan şöyle dedi: Resulullah(s.a.v) ruku’ya ve secdeye gittiğinde ellerini kaldırırdı.“Buhari  Cüz’ünde”“Hasen Olarak : 25”

... Enes ibnu Malik(r.a)’dan: Resulullah(s.a.v) ruku’da ve secde de ellerini kaldırırdı.“İbn Hazm Muhalla : 4.c / 92.” Sahihdir “İbn Ebu Şeybe : 1.c / 230.”“Şeyh Albani İrvaul Ğalilde Senedi Sahih diyor : 2.c / 68.”

... Ala ibnu Abdurrahman, Salim ibnu Abdullah babası Abdullah ibnu Ömer’in, başını secdeden kaldırdığı zaman ve ayağa kalkmak istediği zaman ellerini kaldırdığını haber verdiğini işitti. “Buhari  Cüz’ünde : 12Sahih Bir Sened’le”

... Nafi’i (r.a)’dan: Abdullah ibnu Ömer (r.a) başını birinci secdeden kaldırdığında ellerini kaldırrdı.“İbnu Ebi Şeybe : 1.c / 271Sahih Bir Sened’le”

... Nafi’i (r.a)’dan: Abdullah ibnu Ömer (r.a) namaza girdiği zaman, Ruku’ya gittiği zaman, Semiallahu Limen Hamideh deyip ruku’dan doğrulduğu zaman, secdeye gittiği zaman ve birinci teşehhühden kalktığı zaman ellerini kaldırırdı.“İbn Hazm Muhalla’da : 4.c / 93. Sahih Bir Sened’le”

... Süleyman bin Yesar(r.a)’dan: Resulullah(s.a.v) tekbir alırken ellerini kaldırdığını rivayet etti.“Ebu Davud : 1.c / 738.n”“Muvatta : 1.c / 95.s”

“ELLER YALNIZ BİRİNCİ TEKBİRDE KALDIRILIR HADİSİNİN MÜDREÇ OLUŞU”

... Abdullah ibnu Mesud(r.a)’dan rivayet edilmiştir. Dedi ki: Size Peygamber(s.a.v)’in namazını kıldırayım mı? Müteakiben namaz kıldı ve yalnız başlangıçta ellerini kaldırdı.“Ebu Davud : 1.c / 748.n”“Tirmizi : 1.c / 257.n”“Ebu Davud   Bu Hadis Zayıftır”“A. İ. Hanbel         : Bu Hadis Zayıftır”“Yahya İbn Adem       : Bu Hadis Zayıftır”“İbn Mübarek     : Bu hadis Zayıftır”“Ebu Hatim         : Bu Hadis Zayıftır”“İbn Hibban  : Bu Hadis Zayıftır”“İbn Abdil Ber   : Bu Hadis Zayıftır”“El Bezzar          :Bu Hadis Zayıftır”

Bera bin Azib(r.a)’dan. Resulullah(s.a.v) namaza başladığında ellerini kaldırdığını gördüm. Sonra namazdan çıkana kadar ellerini bir daha kaldırmadı.“Ebu Davud : 1.c / 752.n”“D. Kutni : ““Tahavi :    

“EBU DAVUD”: Bu hadis sahih değildir. Çünkü bazı raviler “sonra bir daha kaldırmazdı” cümlesini zikretmemişlerdir. Diyor.

“EL MENHEL YAZARI” : Şöyle diyor : Bera’nın hadisi el kaldırmamaya delalet etmez. Çünkü Buhari, A. İbnu Hanbel, İmam Şafi, İbnu Uyeyne, İbnu Zubeyr, Darimi ve başka imamlar bu hadisi zayıf görmüşlerdir.

Ayrıca hadis lafızları (sonra bir daha kaldırmazdı) cümlesinin hadisden olmayıp ravi Yezid bin Ziyad’ın sözü olduğunda ve haberin “MÜDREÇ” olduğunda ittifak etmişlerdir. Nitekim Şube. Sevri, Halid el-Tahhan, Zübeyr ve başka hafızların rivayetinde bu cümle yoktur.“Ebu Davud : 1.c / 750.n”

“EL-HÜMEYDİ” : Bu ilaveyi (yani bir daha kaldırmazdı sözünü) Yezid yapmıştır. Yezid ilave yapar demiştir.

“EL-BEZZAR” : Bu ziyade (yani bir daha kaldırmazdı sözü) sahih değildir. Dari Kutni, bu ilave olmaksızın hadizi Yezid bin Ebi Ziyad yoluyla El-Bera’dan rivayet etmiştir.doğrusu da budur demiştir. Dari Kutni’nin Ali bin Asım yoluyla Muhammed bin Ebi leyla’dan onunda Yezid bin Ebi Ziyad’dan olan rivayetinde bu ilave mevcuttur.

Ali demiştir ki: Ben Kufe’ye vardığım zaman Yezid’in hayatta olduğu söylendi. Bunun üzerine, ona gittim. Kendisi bana bu hadisi rivayet etti. Rivayetinde bu ilave yoktur. Bunun üzerine ben ona İbn Ebi Leyla’nın bana haber verdiğine göre sen: Sonra bir daha kaldırmazdı demişsin, dedim. Yezid bana: ben bunu hatırlayamayacağım, dedi. Ben tekrar onu ziyaret ettim. Yine: ben bunu hatırlayamıyorum dedi.

İbnu Ömer (r.a)’dan, Resulullah(s.a.v) namaza başlarken ellerini kaldırırdı, sonra bir daha kaldırmazdı.“Beyhaki El-Hilafiyat’ta”“EL-HAKİM” : Bu hadis batıl ve Mevzudur.

“İBNİ KAYYIM EL-CEVZİ” : Şöyle diyor: Hadisin sonundaki “Bir daha kaldırmazdı” sözü sahih değildir.“Zad’ül Mead : 1.c / 151.s”

“ABDULLAH İBNU MUBAREK” : Ez-Zuhri’nin Salim’den babasından rivayet ettiği hadisi zikrederek şöyle dedi:Ellerini kaldıran kişinin hadisi sabittir. Ve İbnu Mes’ud’un Resulullah(s.a.v) yalnız birinci defasında (yani namazın başında) ellerin kaldırırdı hadisi sabit değildir.“Tirmizi : 1.c / 256.n”

“SECDEYE GİDERKEN ELLER ÖNCE YERE KONULUR”

... Ebu Hureyre(r.a)’dan şöyle dedi: Resulullah(s.a.v) buyurdu ki: sizden biriniz secde ettiği vakit devenin çöktüğü gibi çökmesin önce ellerini sonra dizlerini koysun.“Nesei : 2.c / 1091.”“Buhari Tarih : 1.c / 139”“Tahavi : 1.c / 245.”       “Ebu Davud : 2.c / 840.”“A. İ. Hanbel : 2.c / 381.”  “D. Kutni : 1.c / 345.”“Ebu İshak el-Harbi : “        “Beyhaki : 2.c / 99.”“Darimi : 3.c / 1327.”

... İbnu Ömer (r.a)’dan şöyle dedi: Resulullah (s.a.v) secde ettiği vakit ellerini dizlerinden önce yere koyardı.“Buhari : 2.c / 796.s”“D. Kutni : 1.c / 344.”“Tahavi : 1.c / 254. 56”“İ. Huzeyme : 627.”“Hakim”

... Mervezi el-Mesail’inde imam Evzai’den naklettiği sağlam bir haberde şöyle demiştir: Ellerini dizlerinden önce yere koyan insanlar gördüm.“Mervezi El-Mesail : 1 / 147 / 1.”

“KONUYLA İLGİLİ ZAYIF HADİSLER

Vail ibnu Hucr (r.a)’dan şöyle dedi: Resulullah (s.a.v) secdeye gittiği vakit, dizlerini ellerinden önce koyardı. (secdeden kıyama) kalktığı zamanda ellerini dizlerinden önce kaldırırdı.“Ebu Davud : 2.c / 839.n”“İbnu Mace : 3.c / 882.n”“Tirmizi : 1.c / 267.n”

“EBU İSA” (TİRMİZİ) : Bu hadis “hasen gariptir” dedi. Ve “Şerik” ten başka bu hadisi rivayet eden tanımıyoruz. Hammam bu hadisi Asım’dan mürsel olarak rivayet etmiş, senedinde Vail b. Hucr’u zikretmemiştir.“Tirmizi : 1.c / 267.n”

“DARİ KUTNİ” : de Sünenin’de : Şerik rivayetinde teferrüt ettiği zaman (yani tek kaldığı zaman) onun rivayeti zayıf demiştir.“D. Kutni : Sünen’de”

“ABDUL HAK” : ise El-İhkam eserinde ellerin dizlerden önce yere konulacağı hadisinin sahih olduğunu söylemişve bunun Vail ibn Hucr hadisinden daha sağlıklı olduğunu da Kitabu’t Teheccüd’de kaydetmiştir.“Abdul Hak El-İhkam : 54 / 1.”“Kitabu’t Teheccüd : 56 / 1.”“ŞEYH EL-BANİ” : Hatta bu hadis isnad yönünden de sağlam değildir.“El-Bani : Ed-Daife : 929”“El-İrva : 357”

 

“TESETTÜR”                           26 / 11 / 1999

Bilinip veya bilinmemesiyle, mahiyeti hakkında hiçbir değişiklik olmayacak bazı hakikatler vardır. Yani kainatta mevcut olan eşyanın cüzden küle, küçükten büyüğe ne var ise hepsinin var oluşunda, yaratılışında mutlak bir gayesi vardır. Allah Subhanehu ve Teala onu bu hedef ve gaye için yaratmıştır. Çünkü ayeti kerimede buyurduğu gibi :

“Göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları boş yere yaratmadık. Bu, inkar edenlerin zannıdır. Ateşe girecek olanların vay haline!...” (Sad Suresi (38)/ 27)

Allah(c.c) yaratıkları boşuna yaratmadığını haber veriyor. Bilakis onları zatına ibadet etsinler ve O’nu birlesinler için yaratmıştır. Sonra onları mahşer gününde toplayacak, itaat edenleri mükafatlandırırken kafirleri azaba uğratacaktır.

Ama ne var ki bizim için yani, insanoğlu için illa o eşyanın ne için hangi maksatla yaratıldığını bilmemiz mümkün değildir. Bize hangisi hakkında malumat verilmiş ise ancak onun ne için yaratıldığını biliriz. Bazıları da tabiaten vakıa olarak bilinir. Yani bir ineğin , arının, binek hayvanlarının varlığı içtimai sosyal hayatımızda ne için kullanıldığı bilindiği için onun bizim aramızdaki varlığı yaratılış itibarıyla ona ait olan hizmeti eda etmek içindir. Başka hiçbir şey değildir. Ama bazıları bildirilmiştir. -Bu bunun için yaratılmıştır, bu bunun için yaratılmıştır diye. Buda aynen:

“Ben cinleri ve insanları, ancak  bana ibadet etmeleri için yarattım.” (Zariyat(51)/ 56)

Onlara muhtaç olduğumdan değil sadece onlara Bana ibadet etmelerini emretmek için yaratmışımdır. Diyor. İbn Abbas (r.a)’dan gelen rivayette “Bana kulluk etsinler diye yarattım “ kısmını şöyle açıklıyor: İsteyerek veya istemeyerek Bana ibadeti kabul ve ikrar etsinler diye yarattım.

Bunu Kur’an bildiriyor. Biz diyor insanı sadece bize ibadet etmesi için yarattık, diyor. Onun için bilinip veya bilinmemesiyle mahiyeti hakkında hiçbir değişiklik olmayacak öyle hakikatler, gerçekler vardır ki insanoğlunun bu gerçekleri bilmemezlikten gelmesi o gerçeğin mahiyeti hakkında hiçbir değişiklik yapmaz. Bu ancak şunu gösterir, buna rağmen insan bilmemezlik gibi bir hal arzı endam ederse bu insanoğlunun aptallığını, akılsızlığını, eblelliğini gösterir.

Aynen; kişinin güpegündüz güneşe karşı gözlerini kapayıp güneşin yokluğunu iddia etmesi gibidir. Bu adam sadece gözlerini kapamıştır. Güneş onun için yoktur. Değilse güneş hakikaten yok değildir. Aynen de böyle insanoğlunun bağnazlığını ifade eden bu olay bir şeyi değiştirmiyor. Binaenaleyh, Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın dediği gibi:

“Sizi biz yarattık, o halde tasdik etmeniz gerekmez mi?”  (Vakıa(56)/ 57)

İnsanoğlu ister kabul etsin ister etmesin insanı Allah, Subhanehu ve Teala yaratmıştır. İnsanoğlunun bunu inkar etmesi ve-Benim bir yaratıcım yok- demesi, gerçekten, hakikatten hiçbir şey değiştirmiyor.

Çünkü insan yokken var olan bir mahluktur. Binaenaleyh yaratılmıştır. Yaratılmış ise bir yaratan vardır. İster bunu kabul etsin ister etmesin. Hiç önemli değildir. Hakikat şudur ki insanoğlu sair mevcudat gibi her şey gibi yaratılmış bir varlıktır. Yaratılmışlık yönüyle sairlerinden bir farkı yoktur. Onlar gibidir. İnsanoğlunun varoluşu onu varidenin mevcut oluşunu gösterir.

Aynen evinizdeki bir komodini, sehpayı düşünün. Burada aklı ve kalbide devrede olarak düşünen bir insan için bu komodini yoktan var oldu ve yahut bu bir zamanlar ağaçken kendi kendine kesildi, biçildi ölçülü bir hale getirildi, birleştirildi, cem edildi ve yerden maden olarak çıkarılan bir şey kendi kendine ince ince eridi bunlar birleşti çivi oldu. Geldi buraya bu parçaları birbirine birleştirdi demesi ne kadar ahmaklığına delalet ederse, insanın kendisi içinde hiç yoktan öyle bir yaratıcı olmadan var olduğunu iddia etmesi bundan daha aptallığını ifade eder.

Bunu itiraf etse de etmese de onu Allah yaratmıştır.  Yeryüzündeki mahlukatın en şereflisi insanoğludur. Şu da bir gerçektir ki bir zerrenin dahi varoluşu gayesiz ve maksatsız değilse insanoğlunun hiç değildir. O onlardan daha çok bir gaye için yaratılmıştır. Fakat inkar, insanoğlunun ifade ettiği sözler kendisini sairlerinden de aşağıya “esfeli - safilin” dediğimiz bir seviyeye düşürmektedir. Bunun içindir ki Allah Subhanehu Teala şöyle buyurur:

“Biz insanı en güzel bir şekilde yarattık. Sonrada iman edenler ve salih amel işleyenler hariç, onu, aşağıların en aşağısına ittik.”  (Tin Suresi(95)/ 4 - 6)

Güzel bir şekilde yaratılan; güzel hasletlerle teçhiz edilerek yaratılan, var edilen insanın sonrada aşağıların aşağısına -Esfeli - safilin- dediğimiz yere atılması mutlak belli bir tedenni (yani aşağıya doğru iniş) yukarı çıkmanın zıddına bir iniş eylemine tabi tutulduğunu gösterir.

Demek ki insanoğlu yaratılış itibarıyla hem terakkiye(yükselme) hem de tedenniye (alçalmaya) müsait bir kabiliyet üzere yaratılmıştır. İnsanın hayatı yükselme ve alçalma ile seyrini devam ettirir. Ve daha sonrada bu inişin çıkışın misalini veriyor. Öyle telakki eder ki Alâyı illiyyene çıkar meleklerin dahi gıpta edeceği kıskanacağı bir dereceye hasıl olur. Aksi olursa, inerse -esfeli - safilin- aşağıların aşağına inmesi onu hayvan, hatta hayvanlardan daha aşağıya yapar, diyor ayeti kerimesinde Allah Subhanehu Teala. Bunun için Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

“Biz, cehennem için pek çok cin ve insan yarattık. Onların kalpleri vardır; fakat onlarla anlamazlar; onların gözleri vardır; fakat onlarla görmezler; onların kulakları da vardır; fakat onlarla işitmezler. Bunlar tıpkı hayvan gibidirler; hatta daha sapık.. İşte gaflet içinde olanlar bunlardır.”   (Araf Suresi (7)/ 179)

Evet kardeşlerim, Allah (c.c), onlara bu organları bahşettiği halde bu organlarından hiçbir şekilde yararlanmazlar. Bunu Allah (c.c) hayvanlardan daha aşağı olarak nitelendiriyor. Zira hayvan, çobanın sözünü anlamasa bile, çobanın sürdüğü yere gider. Zira hayvanlar - kafirin hilafına - ya tabiatları veya Allah’ın onların emrine vermiş olmasıyla ne için yaratıldıklarını bilirler. Kafir ise; Allah’a ibadet ve tevhid için yaratılmış olduğu halde, küfre düşüp Allah’a şirk koşmuştur. Bu sebeble kim Allah’a itaat ederse; ahirette benzeri meleklerden daha şerefli olur. Küfredenlerden de hayvanlar daha iyidir. Bu sebeble Allah (c.c) “Onlar hayvanlar gibidirler,hatta daha sapıktırlar...” buyurmuştur.

Ve yine bir ayeti kerimede:

“Yoksa sen onlardan çoğunun söz dinleyip akıl ettiklerini mi sanıyorsun? Oysa onlar hayvan gibidirler; hatta yol itibariyle onlardan daha sapıktırlar.”  (Furkan Suresi (25)/ 44)

Durumları otlamaya giden hayvanlardan daha kötüdür. Zira onlar niçin yaratıldıklarını bilirler. Bunlar ise tek ve ortağı olmayan Allah’a ibadet için yaratıldıkları halde bir başkasına tapınmakta ve aleyhlerine hüccet koşulmuşken Allah’a ortak koşmaktadırlar.

Evet, Allah Subhanehu Teala bu şekilde yükselmeye ve alçalmaya  muhatap olanların yarısı da kadınlardır diyor. Binaenaleyh, dünya hayatının iki unsuru olan erkek ve kadın birbirlerine ihtiyaç duyacak hasletlerle techiz edilerek, birbirlerine meyletmeleri fıtratlarının, tabiatlarının gereği olmuştur.

Yani eşrefi mahlukat, yaratılmışların en şereflisi insan, yani yükselme ve alçalmaya müsait bu insanın yarısı da kadınlardır.

Yeryüzünün iki unsuru vardır. Kadın ve erkek. İşte yeryüzünün iki unsuru olan bu varlıklar birbirlerine ihtiyaç duyacak, birbirlerini arzulayacak hasletlerle yani duygu ve hislerle yaratılmıştır. Binaenaleyh, bu hasletin akabinde birbirlerine meyletmeleri tabiatlarının, yaratılışlarının bir gereği olmuştur. Bir ayeti kerimede;

“Size, kendi nefsinizden, kendisiyle huzura kavuşabileceğiniz eşler yaratıp aranıza sevgi ve merhamet koyması da O’nun delillerindendir.”   (Rum Suresi (30)/ 21)

Allah (c.c) Hz. Havva’yı Adem’in sol ve kısa olan kaburga kemiğinden yaratmıştır. Şayet Allah (c.c) Ademoğullarının hepsini erkekler, cinden veya hayvandan olmak üzere kadınları da başka bir cinsten yaratmış olsaydı, gerek onlar arasında ve gerekse eşler arasında birbirine ısınma meydana gelmezdi.

Buda gösteriyor ki kadın ve erkek aynı cinstendir. Yani bir bütünün yarım iki parçası telakki ediliyor. Ve bu meyanda neden bunu yaptık diyor. -Birbirinize ülfet duyasınız, birbirinizi sükunete kavuşturasınız diye, diyor. Ve sonra aranızda “meveddeden ve rahmeten” bir sevgi ve rahmet kıldık, diyor.

“Mevedde” kelimesini ele aldığımızda ilk mana sevgi manasındadır. Sevgi kelimesi, toplumun ona yüklediği mana sadece iki tarafın kadın ve erkeğin birbirine çekicilik arzeden fiziki yönleridir. Bunun neticesi ancak bir sevgi hasıl olur. Ama “mevedde” dediğimiz şey yani muhabbet ve sevgi dediğimiz bu şey “mevedde” kişileri birbirine karşılıksız bağlayan esaslardır.

Yani nasıl ki gençliğinde birbirine ihtiyaç sahibi iseler,ihtiyarlayıp gençliğinde değer verdikleri bazı şeyleri kaybetmişte olsalar gençliklerinden daha çok birbirlerine ihtiyaç duyan ve aralarındaki bağı kasteden sevgiyi bahsediyor. Ve bu rahmet ancak telakki ediliyor.

Ve kadın ve erkeği birbirine bağlayan “mevedde” yi başka bir şeyde görmemiz mümkün değildir. İşte bunda insanoğlunun ibret alması için, Allah’ın büyüklüğünü, azametini anlayabilmesi için, ibret almaları gereken çok büyük ayetler yani delillerdir, diyor.

Yukarıda zikrettiğimiz ayette öncelikle şunu vurguluyor;

“İnsanoğlu kabul etsede etmesede, tasdik etsede etmesede, inansada inanmasada onu biz yarattık, diyor.  (Vakıa (56)/ 57)

Sonra dönüyor bu yaratılışı bir izah ile anlatmaya, tafsile tabi tutuyor. Önce siz aslında birsiniz onu bir olan insanı iki yarım parça halinde yarattığını belirtiyor. Hemde sizin cinsinizden halk ettim, diyor. Ve sizin ibret almanız için aynı cinsten var olan iki yarım parça. Ve hemde bu iki unsur, birbirini tamamlayan iki yarım ve birbirine meyledecek ihtiyaç hissedecek hasletlerle, duygularla fıtratlarının gereği yaratılmışlar.

Bunu birbirine bağlamada kasıt şu; Eğer insanoğlunun bekasını, devamlılığını sağlayan bu ilişki bizi kul edinen Allah (c.c.)’nin sair emir ve nehiylerine tabi olmaklık gibi kendi irademize, kendi isteğimize bırakılan bir şey olsaydı o zaman şunu beklemek mümkün olmazdı.

Yani şöyle; Ananın çocuğuna karşı muamelesi ananın tabiatında fıtratında onunla beraber yaratılan bir duygudur. Ananın çocuğuna bakması çocuğu ile ilgilenmesi, onu kötülükten koruyabilmesi için fedakarlığın en üstün seviyesini dahi sergileyebilmesi onun yolunda birçok meşakkate katlanması işte bu şefkatin ve merhametin bir payıdır. Bunu karşılıksız yapıyor. Yani sen bunu yaparsan iyi bir kulsun, sana şöyle şöyle mükafatlar var, demiyor.

Ama çocuğun ana - babaya karşı yaptığı her şey bir “itaat” aksi Allah’a bir “isyanı” telakki ediyor. Bunu kayda almış. Onlara:

“Rabbin yalnız kendisine kulluk etmenizi, ana-babaya iyi davranmanızı emretti. Onlardan biri veya her ikisi de senin yanında yaşlanırsa, onlara -öf bile - deme, onları azarlama ikisine de güzel söz söyle.” (İsra Suresi (17)/ 23 , Ankebut Suresi (29)/ 8), (Taberani 5.c.272. / Müslim / 2551- 85.)

Buna rağmen açın Kur’anı ve Sünneti çocuklarınıza şöyle şöyle iyi davranın, gece bakın, şunu edin, onlara tahammül edin gibi bir tek delil bulamazsınız. Ama aksi düşünüldüğünde onlara- öf bile- demeyin ,diyor.

Yani ananın babanın çocuğa yaptığı karşılıksız olan bir iş, fakat çocuğun ana  babasına yaptığı bir itaat ve isyan meselesidir.

Aynen insanlığın devamı bekası için kadın ve erkek ilişkisi de birbirlerine ihtiyaç duyması fıtratlarının bir gereği. Yani ikili ilişkiye geçtiği taktirde şöyle şöyle sevaplar var diye bir şey yok, teşvikte yok. Tabiatının yaradılışının bir gereği kılınmıştır. Buda “mevedde” dediğimiz ve rahmet dediğimiz esaslara bağlı kalarak gidilmiştir.

İşte böyle birbirine muhtaç olarak yaratılan bu iki yarım varlık birbirinin yarısını tamamlayan tek bir bütündür.

Birbirlerinden ayrı kaldıkları zaman müddetince yarım şahsiyet oldukları gibi uhrevi yani ahiret hayatını kazanmada da vesile olması hasebiyle dinleri de yarım olarak tabir edilir. Bu hakikate parmak basan bir esasta Allah’ın Resulu (sav) şöyle buyuruyor:

“Kul evlendiği zaman dinin yarısını tamamlamış olur. Diğer yarısında da Allah’tan korksun.” (Tergib veTerhib 4.c / 203sy, - Beyhaki ,- Taberani / Evsat’ta ,- Hakim)

Yukarıdaki sözün manası bu oluyor. Yani ayrı kaldıkları müddetçe bu iki yarım şahsiyet yarım telakki ediliyor. Ancak bir olduklarında yani evlendiklerinde bir bütün oluyorlar. Bu dünyevi hayatlarında olduğu gibi uhrevi hayatlarını kazanmakta da bir yarımlılık sayılıyorlar.

Hadiste de, kul evlendiğinde dininin yarısını tamamlar, yani evlenmeyen bir kadın ve erkek dünyada yarım şahsiyet telakki edildiği gibi ahirete dönükte yarım dinli ifade edilir. Evlendiklerinde ancak dinlerinin yarısını tamamlayabiliyorlar. Ve geri kalanda da Allah’tan korksunlar diyor.

Kadına, Allah (c.c) şer’i bir daire çizmiştir. Burada erkeğin kendine de  böyle Allah’ın çizdiği bir şeri daire yok mudur ? sorusunu gündeme getirmez. Ama neden öncelikle kadın ele alınıyordu erkek için böyle bir mesele müşkülat mevzubahis edilmiyor. Neden? Buna biraz sonra değineceğiz. İnşallah.

Allah’ın kadına çizmiş olduğu Kur’an ve Sünnetteki belirtilen şer'i dairenin dışına çıkan kadın kadının muhakkak toplumun ifsadında büyük bir payı vardır. Yani bu dairenin dışına çıktımı kadın, hem kendini ifsat etmede hem de bulunduğu toplumu ifsat etmede büyük bir payı vardır. Bunların şimdi hep aksini düşünmeyeceksiniz. Yani toplumu ifsadında,toplumu bozmada kadının bu kadar büyük payı varda sanki erkek iyice mi masum, yani aksi manasını çıkarmıyor.

Kadının fitnesi, ifsadı insanlığın düşmüş olduğu şirkten en büyük çirkin fitnedir. Kadının toplumu ifsadındaki payı insanoğlunun şirkten sonra düşmüş olduğu en büyük pisliktir. Çünkü kadının salahında (yani kendine çizilen şer'i dairenin içinde kalması kadının salahında) hayra, fesadında da şerre esas olma istihdadı vardır.

Yani kadın şerre asıl olduysa korkunç bir fitne vardır. Eğer kadın hayra asıl olduysa muhteşem bir hayır vardır. İkisine de çekirdek olacak istihdadadır kadın.

Çünkü, içtimai yönden yani sosyal hayatımızda insanlığın salahı, insanlığın düzgünlüğü kadının salahına bağlıdır. Yine içtimai hayatımızın bozulması kadının bozulmasına bağlıdır. Binaenaleyh toplumda ilk ifsat edilmeye çalışılan nüve kadındır. Bunu anladınız değil mi.

Kadının salahında yani iyi olmasında toplumun iyi olmasına, kadının bozulmasında toplumun bozulmasına bir esas alma nüvesi vardır. Onun için kadının salahı toplumun salahı kadının ifsadı toplumun ifsadı telakki ediliyor. Yani içtimai hayatımızın salahı kadının salahına kılınmış erkeğin değil. Burada zıt düşünmeler devam ediyor. Ama daha farklı bir mana kazanarak, neden erkeğin salahına bağlanmıyor da  kadının salahına bağlanıyor. Allah’ın Resulu (sav) bir hadisi şeriflerinde:

“Sizin en hayırlınız ehline en hayırlı olanınızdır” diyor.  (Tirmizi / 2743 / 1171- Hakim, Müstednek 1/ 53,- İbn Mace / 1609)

Bu ne yapıyor, şu ifadeden daha da özelleştirilmiş şekle indiriyor.

Yani neden erkeğin iyi olması, kadına iyi davranmasına bağlı kalıyor. Az öncekini siz aksi düşünürseniz, kadınlar erkeklere de bunu böyle düşünmesi gerekir. Neden benim iyi olmam onlara iyi davranmama bağlı olsun ki der. Ama böyle denmiş. “Sizin iyi olmanız, kadınlara iyi davranmanıza bağlı.”

Onun için toplumun salahı kadınların salahına, toplumun ifsadı kadının ifsadına bağlıdır. Şimdi bu buna endeksli, orantılı olunca toplumda ilk ifsat edilen kim oluyor! Kadın oluyor. Buna vakıa olarak da baktığımızda toplumlara, her şey ifsat yönüyle kadının üzerinde işlenmeye çalışılıyor. Erkek değil. Çünkü o ifsat edildi mi otamatikman erkekte ifsat olur. Eğer kadını ifsat başarılırsa toplumun diğer yarısını oluşturan erkekleri de rahatlıkla ifsat edebilirsin. Çünkü erkeği ifsat etmede kadından daha tesirli bir vasıta yoktur. Zira Allah’ın Resulu (sav) şöyle buyuruyor:

“Benden sonra erkekler için kadından daha zararlı bir fitne bırakmadım” diyor.                                       (Tirmizi / 2929, - İbn Mace / 3998, - Buhari)

Evet benim vefatımdan sonra siz erkeklere en büyük imtihan, kadınlardır diyor. Bunu mücerret bir şekilde olsanız bazılarının yaptığı gibi Allah göstermesin kadını aşağılayıcı  itham edici bir söz cümlesi olarak ele alınıyor. Demek ki fitnenin kaynağında kadından büyük bir fitne yokmuş gibi bir şekilde anlaşılıyor. Bu toplumun hemen anladığı gibi değil öyle. Yani benden sonra yani benimle şirk halledildi bir yere kadar, ama sizin devamlı uyanık kalmanız gereken bir cihet var, o da kadın.

Buradaki fitne öncelikle zihinlerdeki yanlış anlaşılmasını defetmek için söylüyorum, buradaki fitne kelimesi imtihan manasında.  “Benden sonra size en büyük fitne kadınlardır. Yani onların ifsat olması.”

Bu mefhumu, muhalifi doğurur. Şimdi bundan ne anlaşılmalı. Sizin hayrınız, sizin salahınız kadınlarınızdır, dikkat edin! Bize söylenen söz arkadaşlar illa da söylendiği şekliyle ele alınmaz. “Kadınlar sizin için büyük bir fitne ama sizin içinde çok büyük bir hayır manası taşır.”

Bu söz yani fitne kelimesi kullanıldığı yere göre mana taşır. Neden? Erkekler büyük fitne değil de kadınlar büyük fitne, erkekler büyük fitne olmadığı için. Neden büyük fitne olmaz? -Hayırda büyük olmadığı için. Şu denk getirilir.

Mesela; benim elimin üzerinde yarım santimlik bir yarık olsa birde kalbimin üzerinde yarım santimlik bir yarık olsa hangisi tehlikelidir. İkisi de aynı kelimeyle ifade ediliyor. Ama diğerine göre elin üzerindeki yarım santimlik  yarığın ne önemi var.

Bunu şimdi fitne isimleriyle ayırt edin. Erkeğin fitnesi el üzerindeki yarım santimlik yara gibidir. Kadının fitnesi kalp üzerindeki yarım santimlik yara gibidir. Kadındaki küçük bir şey çok büyüklere sebep olduğunu düşündüğündendir. Değilse Allah göstermesin Allah’ın Resulu (sav) - “Benden sonra size kadından daha büyük fitne bırakmadım”- sözü onu küçümseyici, aşağılayıcı mahiyette ele alıcı bir söz değildir. Bilakis kadrini anlaması içindir.

Toplumun salahı kadının salahına orantılı ise ifsadı da aynı olur. Binaenaleyh Allah’ın Resulu(sav)’in bir sözünde bunu ifade eden bir hadisi şerifte şöyle buyuruyor:

“... İnsan vücudunda bir et parçası vardır. O iyi olduğu zaman bütün ceset iyi olur. O bozuldu mu bütün ceset bozulur. İşte o et parçası kalptir” diyor.Buhari / 4.c 1900 , Müslim / 1599 - 2564 , Dârimi / 2535 , İbn Mace / 3984 , Nesai / 443

Yani nasıl kalbin salahı cesedin salahına, kalbin ifsadı cesedin ifsadına bağlantılı tutuluyorsa kadında böylece toplumun salahına ve toplumun ifsadına bağlantılı tutulmuş.

Kadının gündeme gelmesi değerli olduğundandır. Erkeğin fitnesinin gündeme gelmemesi erkeğin fitnesinin hiçbir değeri olmadığındandır. Erkek bu mevzuda fitneye düşürülendir. Onun için zararda hiç önemli değildir. Hadisi şerif bunu anlatır. Geliyor şimdi neden bunu böyle diyor? Zira kadının yaratılış icabı sahip olduğu cazibe, bir çekicilik vardır. Bunu daha başka yönüyle de ele alabilirsiniz aynı hal kadının şefkatiyle gündeme gelse. Bu şefkat kadında da var, erkekte de var. Ama kadınınkiyle erkeğin ki hiçbir zaman ölçülemez. Yani denk olamaz. Ve kadınla erkeği fiziki yönden eşit tutsa bile şefkat yönüyle eşit yapamazsın. Ve erkekte illa kadın gibi şefkatli olacak denemez, bunu yapamazsın.

Küçük bir çocuğu ele alın. Kadına ve erkeğe - alın buna bakın - deyin. İkinizde eşitsiniz deyin. Erkek buna iki gece iki gündüz dayanamaz. Ama kadın bunu hiç yüksünmeden yapar. Neden? Bu onun fıtratına müsaittir. Erkeğin fıtratına müsait değildir. Aynen erkeklerde de bir cazibelik mevzubahistir. Ama kadınınki gibi değildir. Neden bu böyle ele alınıyor. Zira kadının yaratılış icabı sahip olduğu cazibe çekicilik erkeği kendisine meylettiren, meylettirmeye vesile olan Allah’ın emirleri dahilinde olunmazsa (demin başta söylediğim gibi) şer'i bir töre içinde kendisine çizilen ölçüler içinde kalmazsa bu korkunç bir ifsat olur. İşte bu cazibede şer'i bir cazibe dahilinde nizama alınmazsa çok büyük fitne olur.

Burada ilk koyacağımız nokta şu. Kadının cazibeliğini çerçeveye alan ne? Tesettür’dür. Yani bizim tesettürü tatbikimiz, Allah(c.c) kapanmayı emretmiştir. KAPAN tipinde birilerine tebliğ değildir. Bu tesettürün ilk önce şer'i ölçünün çerçeveye aldığı kadının çekiciliğidir.

Şimdi bu çekicilik cazibe bir hadle mi ele alınmış? Mesela, erkekte denildiği gibi erkeğin tesettürü:

“Göbekle diz kapağı arasıdır.”  (Taberani Mucemus Sağır / 709)

Bu bunun haddidir. Onun dışında bir çekiciliğe şer'i ölçüyle kayıt getirmiyor. Kadın gündeme geldiğinde Allah’ın Resulu (sav)’in dediği gibi,

“Kadın avrettir. Ve süslenerek sokağa çıktığı zaman şeytan onu ayartır .”                                                                                         (Tirmizi / 1182)

Avret dediğimizde yani kadın çekici ve cazibelidir, dediğimizde bütün kadın ele alınıyor. Erkekler gibi sadece “göbekle diz kapağı arası”gibi değil. İşte bu şer'i ölçü dahiline alınmalıdır. Eğer kadının tesettürünü, kapanmalısın böyle emretmiştir. Tipinde ele alabiliriz ama. Bu sahih olan bir amel olsa da ihlası gündeme almaz.

Bir amelin kabulü için iki şart vardır. Halis olacak, sahih olacak. Sahihliği nedir? Şer'i ölçülere alınmasıdır. Ama halis olması bunun Allah rızası için yapılmış olmasıdır. Başka bir düşünceyi gündeme getirerek yapmak mümkün değil. Aksi olur. Bazen bunu yaşadığımız ortam farklı gösterir.

Türkiye ortamında genç bir kız kapanıyorsa bu neyin alametidir? İmanlı olduğunun değil mi? Bu onun dinine bağlılığını gösterir. Ama Suudi Arabistan’da bir genç kızın kapanması illa imanlı olduğunu göstermez. Neden? Toplumda öyle kapanması gerekiyor da ondan. Aynı bizim İç Anadolu’da olduğu gibi. Köylü kadınları geniş şalvar giyer, başını örter ama hiç alnı secdeye varmamıştır. Bu bir adet olarak yapıla gelmiştir. Bu büyük şehirlerde olsun bir genç kız kapandı mı bu onun imanına delalet ediyor. Ama Suud gibi bir ortamda buna delalet etmez.

Bu neyi gösteriyor şimdi ortamın verdiği imkan bu toplumda kadının kapanması  onun şuurlu olduğunu gösteriyor. Hele okuyan bir talebe kızı düşünün bu ortamda kapanması onun imanlı olduğunun alametidir. İşte bu kapanmada ihlas var. Ama ortam Suud gibi bir ortama kaysa önemli olan orada kapanma değil, kapalı olduğu halde fuhuş bile işleyen çıkabilir. Ama bu toplumdaki alameti farklıdır.

Bizim işte bu gibi bir toplumdaki kapanmayı muhafaza eden his ve duyguları taşımamız gerekir. Aksi olursa onun erimesi çok basit olur. Ve hem de iman alameti olmaktan çıkar. Yaptığımız iş şekil değil bir iman alameti olmalıdır. Bunu iyi anlamak gerekiyor. Yaptığımız iş şekilcilik değil ana-baba emrettiğinden değil, Allah Subhanehu Teala emrettiğinden yapılmalıdır. Eğer böyle olursa iman alameti olur. Yoksa ana - babanın emriyle kapanma iman alameti değildir.

Bununla neyi söylemek istiyoruz? Zorla yaşatılan bir iman eyleminin faydası yoktur. Zorla yaptırılan bir küfründe zararı yoktur. Birisi gelip senin alnına tabancayı dayasa zorla dine ters bir şeyi söyleyeceksin dese bu o insana zarar vermiyor. İkrah var. Aynen zorla yaşatılan imanında sahibine bir faydası yoktur. Yaşadığımız şey şekil değil imanımızın bir alameti olması gerekir. Değilse şekilcilikten ileri gitmez. Onun için buradaki kasıt kadının yaratılışında olan çekicilik cazibelik eğer şer'i ölçüler dahilinde bir daire içerisine alınmazsa şekilcilikten öte gitmez. Amelin ihlas yönünü genişlettiği müddetçe ele alabiliriz. Aksinde vuku bulan ifsada Güya rağbeti artıran esas kabul edilmesine rağmen, ama gerçekte hiçbir payı yoktur.

Bu sözümüzle neyi kastediyoruz şimdi? Açıklık ifade edilirken cazibe ifade edilir. Ama açıklık cazibeyi kaybettiren unsur olur. Bunu anladınız mı? Bakın şimdi. Menfide biz bunu kullandığımızda ifsat yönünden cazibelik diyoruz. ifsat için illa geçerli sebeplerin olması gerekmiyor. Hayır için geçerli sebebiler gündemdedir. Müspete döndü mü açıklık cazibe, çekicilik değil, kapanmak cazibe oluyor.

Bunu şöyle ifade edebiliriz. Dağda yaşayan bir çoban düşünün. Kadından yani insanlardan uzak kalan birisinin şehre indiği zaman normal ayak topuklarından bir karış yukarıda giyinen bir kadın gördüğü zaman bu hareket o erkeği çok çabuk ifsat eder. Bunun kapanmanın yürürlükte olduğu yerdeki yaşayan bir insan için bu geçerli. Ama şehirde yaşayanların açık saçık giyinmeleri çekmiyor. Artık hayvanlaşmış bir ortamda hiç kimse birbirine ilgi duymaz olmuş.

Onun için insanlığın devamının bekasında kapanmak cazibedir aslında. Ama gerçek manayı anlıyoruz. Aksi açıklık ifsatta cazibeliktir, hayırda değil. Onun için çerçeve dahiline alınma insanın “mevedde” dediğimiz rahmetin devamıdır. Şöyle ki, Subhanehu  Teala’nın koymuş olduğu bu “mevedde” ve “rahmet” devamlı şer'i kaidelere uyan hanımlara karşı geçerlidir. Ve yahut kocasına karşı geçerlidir. Aksi olduğu halde fuhşun zirveye gittiği bir ortamda neslin kuruduğu, kesildiği açıkça görülmektedir. Bunu Avrupa ve sair yerlerde görmek mümkün. Bu neslin bekasının devamı için olur. Evet kadının fıtratında bulunan bu cazibe eğer şer'i bir daire içine alınmazsa şeytanın erkekleri ifsat etmede kullanacağı en tehlikeli bir vesile olacaktır, ifsatla. Bu tehlikeyi beyan eden bir hadisi şerifte Allah’ın Resulu (sav) efendimiz şöyle buyuruyor:

“Şüphesiz ki kadın şeytan suretinde gelir, Şeytan suretinde gider. Biriniz bir kadın gördü mü hemen ailesine gelsin. Çünkü bu onun nefsinde olan şeyi giderir.”   (Müslim / 1403)

Ve yine bir hadisi şerifte:

“Kadın bütün olarak cazibedir. Binaenaleyh dışarı çıktığı zaman şeytan onu tezim eder” diyor.            (Taberani /  Mucemus Zevaid, K. Salat 2 / 35)

O çekicilik neymiş, Şeytanın tanzim etmesidir. Evet, kadın dışarı çıktığı zaman şeytan suretinde gelir. Şeytan dışarı çıktığı zaman kadın suretinde gelir. Ve hareketi bu minval üzere olur. Yani artık ifsat edilmek için kullanılır.

Binaenaleyh, Allah’ın Resulu (sav)’in bu tip meselelere arzında dikkat çekici tarafı ifadelerin çarpıcılığıdır. Yani bu mevzuda salah mevkiinde  oturan herhalde ilk insan kim olur. Yani kadının cazibesine kapılmayacak öyle bir ifsada düşmeyecek tek kişi kim olabilir. Allah’ın Resulu (sav) efendimiz değil mi? Misali verirken de bakın kendinden veriyor.

“Cabir (r.a) naklediyor: Allah’ın Resulu (sav) efendimiz bir kadın görmüş: Müteakiben zevcesi Zeyneb’e gelmiş. Zeynep kendine ait bir deri örüyormuş. Allah’ın Resulu (sav) hacetini bitirmiş. Sonra Ashabının yanına çıkarak:

“Şüphesiz ki kadın şeytan suretinde gelir, şeytan suretinde gider. Biriniz bir kadın gördü mü hemen ailesine gelsin. Çünkü bu onun nefsinde olan şeyi giderir”  buyurmuştur.   (Müslim / 1403)

Bakın bu misali kendisinden veriyor. Bir resul, vahiy gelen bir resul, olması sebebiylede olsa böyle bir cazibenin dairesine girebilir. Binaenaleyh şeri ölçüde bir hareket etme mecburiyetinde. Yani kadında olsa şeri çerçeve çiziliyor, erkekte olsa. Kadın için ama başkasını korumak için gündeme geliyor. Erkeğin korunması için bu gündeme geliyor.

Yani kadın hem kendisini koruyor hem de başkasını koruyan oluyor. Erkek sadece kendisini koruyan durumda. Hangisinin işi çok. Kadının vazifesi daha çoktur.

Onun için kadını fitnede odak noktası yaptığı gibi hayırda da odak noktası yapıyor şeriat. Bu bir küçümseme değil. Yani bir şeyin şerre vesile olmasında büyüklüğü varsa hayırda da büyüktür. Bunu daha iyi anlamak için bir misal verelim. Allah Subhanehu Teala şöyle buyuruyor:

“Kim bir kimseyi öldürürse, onun, insanları topluca öldürmüş olacağı, kimde bir kimseye hayat hakkı tanırsa, onun insanlara topluca hayat vermiş olacağı...” (Maide (5) / 32)

Yani insanın bu hareketi hem hayra hem de şerre vesile olmaktadır. Hem de büyük bir şekliyle. Kadın bu durumdadır şimdi. Ama erkek aynı duruma alınmamıştır.

Yine bakıyorsun hadisi şeriflere Allah’ın Resulu (sav) efendimiz şöyle buyuruyor: “Cennet anaların ayakları altındadır.* Şimdi kadın kelimesini kullanırken burada “ana” kelimesi olarak ele alınıyor. “cennet kadınların ayakları altında” demiyor. “Anaların ayakları altında diyor.” Bu iki ifade çok farklıdır. Yani ona mana kazandırma yönüyle farklıdır. “Sizin en hayırlınız ehline en hayırlı olandır” diyor. Hitap erkeklere yine;

“Üç şey dünya saadetindendir. Geniş bir ev ,iyi huylu bir binek, Saliha bir kadın ki size hayırda yardım eder” diyor. Bunu erkeğe diyor. Salih bir erkek demiyor. Saliha bir kadın diyor. Ama erkeğin salih olması gerekmiyor mu? O başka bir meseledir. Ama erkeğin salih olması kadının salih olması gibi değildir. Hatta kullanılan şöyle bir ifade vardır. “ haya güzeldir. Herkeste güzel. Erkeğin hayırlısı iyidir ama haya kadında daha güzeldir” diyor.

Yani hayanın kadına kazandırdığı değer çok farklıdır. Erkeğe de bir şeyler kazandırıyor. Ama kadına kazandırdığı daha çoktur.

Sahabenin biri gidiyor ve Ey Allah’ın Resulu iyilik yapmama en fazla layık olan kimdir? Diye soruyor. Allah’ın Resulu (sav):

“Anandır dedi. Adam: - Sonra kim? - Anan. -Daha sonra kim? Yine anan. Daha sonra kim Ya Resulullah ? deyince. - Babandır, buyurdu.”(Tergib ve Terhib 5.c 126 say - Buhari    Müslim )

Bütün bu mevkiler kadına tayin ediliyor. Bu meseleler kadına tayin edilen mevkiyi müspet ve menfi olarak ele alıyor. Bunu anladınız değil mi?

Önce bir insan olarak ele alınıyor kadın. Ve sonra tutuyor kadını dişi bir varlık olarak  alıyor. Ondan sonra tutuyor ifsat edici yönüyle ele alıyor. Ama anayı ifsat etme yönüyle katiyen ele alamıyorsun. Ama kadını ifsadda kullanmak mümkündür.

ifsat ve fitne kelimeleri kullanılırken bakın şimdi:

“Bilin ki mallarınız ve çocuklarınız ancak birer fitnedir.”                                                                        (Enfal (8)/ 28, Tegâbün (64)/ 15)

“Ey iman edenler! Eşleriniz ve çocuklarınız sizin için bir fitnedir.” (Tegâbün (64)/ 14)

Aynı zamanda ziynettir de diyor. Bakın eşleriniz diyor. Çocuklarımız diyor kız erkek ayırt etmeden. Allah çocuklardan ve eşlerden haber vererek buyuruyor ki: “kimi eşler vardır ki, kocalarının, kimi çocuklarda babalarının düşmanıdırlar”. Düşmanlık onları salih amellerden alıkoyma anlamındadır. Bunları fitne olarak ele alıyor.

Kadını en önce varlık olarak ele alıyor. “Dişi” bir varlık olarak sonra bir “eş” olarak, ondan sonra, “ana” olarak ele alıyor. Sonra da umum manada bırakır. Şimdi:

“Size benden sonra en büyük fitne kadınları bıraktım.” (Buhari 11.c 5188)- derken kadın en büyük fitne diyor. Ne “eş” ifadesini kullanıyor nede “ana” ifadesini kullanıyor. Nedeni de ananın yanında ifsat kelimesini kullanmak mümkün değil. Ama;

“Cennet anaların ayakları altındır.”(Tergib ve Terhib 5.c 114.sy, İbn Mace   - Nesai -     - Hakim)

Derken ifşa eden bir şeyde kullanmaz onu. Ama kadını der. Çünkü umum bir ifadedir. Hususiliğe zarar verecek bir tarafı yoktur. Aynen de “fitne” olarak kimi bıraktım diyor. Kadını değil mi? Bundan şimdi kim gocunacak kadın. Bundan kim gocunmayacak. - Ana - Saliha bir eş -gocunmayacak. Ama kadın olarak herkesin gocunması gerekiyor. Evet bağlandığı yeri anladınız değil mi?

Ondan sonra dönüyor kadına bu kadına bu kadar değeri verirken onun görünümüne yüklediği bazı emir ve nehiylere uyma manzumesi silsilesi vardır. Nasıl? Bir kapanma ile.

Kapanmanın şimdi fiziki ve maddi yönü ele alınırsa kadına bir külfet getirir mi? Getirir. Yazın sıcağında erkeğin başını açarak gezmesi, elini kolunu sallayarak icabında kısa bir şeyler giyerek dolanacak.  Erkeğin bu rahatlığının yanında kadının, kapanması gerektiği gibi kapanması, şeffaf elbise giyinememesi, kolunu açmaması, yüzünü dışarıda açmaması, erkeğin kıyafetinin giyinme emrinin yanında, göbekle diz kapağı arasını kapamakla, kadının “avret” olarak bütün vücudunu kapaması aynı seviyede meşakkati getirmez. Bu bir külfettir bir yerde. Bu külfete kadın ona verilen değerlerin hatırı için katlanır. Tabii öyle bir değer basit gelmez. Yani bu değeri basit bir gayretle kazanmak mümkün değildir.

Hem erkek gibi giyineceksin o yazın sıcağında rahat etmek için, ondan sonrada erkekten o değer bakımından üstün olacaksın. Bu mümkün değil. Şimdi maddi yönden üstünlüğü, kadın için hiçbir önemi olmayan bir olaydır. Neden? İhlasta, onun umumi yönüyle ona kazandırdığı değer ölçülür.

Bak şimdi ki müşkülat neye getirilir. Tam aksinde erkeğin evinde söz sahibi olması kadınlar üzerinde hakim bir durumda olması:

“Erkekler, kadınların yöneticisi ve koruyucularıdır.”(Nisa Suresi (4) 34, E. Davud/ 2142, İbn Mace/ 1850)

“...Erkeklerin kadınlarından bir üstün derecesi vardır.” (Bakara Suresi (2) 228) ve hadisi şerifte şöyle geliyor:

Kays bin Said (r.a)’dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir. “Hira’ya geldiğimde (Küfe’de bir yerin adıdır.) ora halkının önderlerine secde ettiklerini gördüm. Bende kendi kendime; Resullullah (sav) secde olunmaya daha layıktır, dedim. Allah’ın Resulu (sav)’e geldim. Ey Allah’ın Resulu ben Hira’ya vardım, onların önderlerine secde ettiklerini gördüm. Ey Allah’ın Resulu bizim sana secde etmemize sen daha layıksın, dedim. Resullullah (sav): “Sakın bana ve kabrime secde etmeyin, eğer bir kimseye diğer bir kimsenin secde etmesini emretseydim, Allah’ın kadınlar üzerinde erkek için yarattığı haktan dolayı kadınların kocalarına secde etmelerini emrederdim” buyurdu.                                                                  (E. Davud/ 2140)

Ona maddi yönden verilen üstünlük. (Teşbihte hata olmaz.) Hadi seninde hatırın olsun. Kadına verilen manevi bir değerin yanında - sende ona hükmeden birisi ol. Sanki bu erkeği avutmak için verilmiştir. Bunu anladınız değil mi? Bu ibareleri kullanırken de dikkat etmek gerekir.

Yani erkeğe verilen evinde hakim olması, evinde buyruk olması, evinde en son söz sahibi olması inanın avutmak için bir pay sayılır arkadaşlar.

Kadına verilenle ölçülecek olursa kadının küçücük bir eziyetine, külfetine, kapanmasına  karşılık verilen  dereceye bak. Erkeğin bu serbestliğine bak. Sen böyle serbest giyineceksin ondan sonrada seviye sahibi olacaksın. İşte alınmasın diye, seninde hatırın olsun, seninde seviyen olsun, seninde gönlün olsun der gibi. Kendi evinin reisi ol. İşte denmiş.

Şimdi birisi gelip de neden onlara evin reisliği verilmiş diye münakaşa etmeye kalkarsa. Veya, kadın gelip de neden onlara evin reisliği verilmiş diye münakaşa etmeye kalkarsa. Veya, kadın geliyor şimdi erkeğe; -herif neden senin bu evde söz söylemeye hakkın var diye. Bu münakaşaya başladığında kadın, sahip olduğu değerleri mükafatları vermeye başlamıştır. Gider ona şimdi: ben buna razı değilim, bana verilene sana verilen bana verilsin. Bu sefer kadının burada hak iddia etmeye çalışması erkek gibi, eşit olmaya çalışması o mevkide değerini kaybetme ortamıdır. Bunu şimdi gerçek olarak ele aldığımız gibi vakıa olarak da bakabiliriz.

Türkiye’de Cumhuriyetten bu yana kadın eşitlik iddiasında , erkeğin sahip olduğu hep “maddi” değere sahip olmaya çalışmıştır. Bakın manevi değere değil. Aynen bende sahip olmak istiyorum diyor. Hak olarak ne almış arkadaşlar? Bu iddia edenlere bakın ne almış. Hiçbir şey. Reddetmiş, Allah Subhanehu Teala’nın verdiği değeri mükafatı. Önce bir ticaret metaı olmuş . Birisi çiklet satacak, müstehcen bir kadın resmiyle satıyor. Birisi araba tekeri satacak reklamlarda çıplak bir kadın tekeri tutuyor vs. Bir reklam, para kazanma aracı olmuş. Verilen bir değer yok.

Ve kadın sadece ve sadece fuhuşta bir malzeme olarak kullanılmıştır. İleri gitmemiştir.  Bilakis değeri verilmemiştir. Yine 2. 3. 4. Evliliği reddetmiş hürriyet kazanmak için yüzlerce gayri meşru münasebetin malzemesi edilmiş kadın.

Eğer kadın, Allah Subhanehu Teala’nın kendisine vermiş olduğu hakları rıza göstermezse onu terk etmeye kalkarsa, bununla yetinmezse, bunun dışında hak iddia etmeye kalkışması, sahip olduğu hakların kaybının başlangıcıdır. Bu misalle bu denli hepsini ölçebiliriz.

Erkeğin fiziki yönüyle üstünlüğü fazileti değil, kadının fiziki yönden zayıflığı acizlik değildir. Aciz, güçsüz olan değildir, arkadaşlar. Aciz, başka yönüyle mukavemet edemeyendir. Erkeğin bir çocuğun bakımında, sabrını ve şefkatini ölçme mukayese bile kabul etmez. Erkek bu yönüyle kadının karşısında acizdir. Kadının sabrının yanında acizdir. Kadının metanetinin yanında, fedakarlığının yanında acizdir. Erkekte kadında gördüklerini göremiyorsun. Her ne kadar şeri ıstılah ifadeleri adil kullanılsa bile, kullanılırken, kaybedilen yönüyle hislerde aynı tesiri yapmaz.

Bunu anlamanız için şöyle bir misal verebilirim. Şeri hukuk adil ifadeler kullanır. Zina yapan erkek ve kadına tek isim verir. İkisi de zanidir. Bu adildir. Her ne kadar verilen isim adilse bile her hangi bir kötülüğün eyleme dönüşmesinin akabinde bıraktığı lekeler farklıdır,, arkadaşlar vicdanda. Şöyle düşünün; müslüman bir aileyi, bir babayı düşünün. Kızının yabancı bir erkekle çıktığını düşünün, oğlu yabancı bir kızla çıkmış, müslümanda olsa çocuklar şeriat ikisine de aynı adı vermesine rağmen gönüllerdeki bıraktığı tesir aynı mı? Ama seri hukukta aynı adı veriyor. İkisine de zani diyor. Müslüman bile olsa. Yani kızının ve oğlunun yabancı birileriyle cinsel ilişki kursa, kızın bıraktığı tesir ile erkeğin bıraktığı tesir aynı değildir.

Erkeğe de bu isim verilir ama sanki değerinden birşey kaybetmeden verilir. Ama kadına verilen bu isim bir daha kazanamayacağı bir şekilde kaybettiği bir değerin adı olur ve lekesi olur.

Bu vakıalar tesettürü ele alırken düşünülmelidir. Şekli değildir tesettür. O tesettürün ruhuna ihlasına sahip olacak esaslarla ele almak gerekir. Ondan sonra tesettür önem taşır arkadaşlar.

Şekli olan tesettürde bakın böyle çok kapalı kadın görürsünüz. Pencere açarken, çamaşır asarken kolu yarıya kadar açıktır. İcabında bir kapıdan geçen yabancı bir erkeğin misafirde olsa aniden önüne çıkacağını düşünmelidir. Tedbiri gerektirir. Ve bunun üzerinde hassasiyeti geliştirir.

Dışarıda tam kapanan bir kadın, evinde aynı ihtimamı gösteremiyorsa her hangi bir doğal müşkülatı karşısında bu kadının şekli kapanması vardır, görünümde. Ama ihlas yönünden ihtimamı yoktur. Aynen Türkiye’de kapanan bir genç kıza bu kapanmasının iman alameti olduğu, Suud’da kapanan bir genç kıza olmaması gibi. Namazda böyledir. Sair ibadetlerde böyledir. Herkesin mecburen namaz kıldığı bir ortamda namaz iman alameti olmaz, her zaman. Göründüğü yerde kılar görünmediği yerde kılmaz. Tesettüre yaklaştığımızda bu esaslarla ele almamız gerekiyor. Ve gündeme bunun neticesinde -ihlas-samimiyet- meselenin ruhu gündeme gelir.

O meseleler sana ister ispat etme, ister nefyetme yönüyle olsun gündeme geldiğinde müşkülatla karşılaşmasın. Kendini ikna etmek için hiçbir tereddütte vuku bulmaz. Ve bu sefer hassasiyet gündeme gelir. Bu sende olur bir başkasında olur.

Bunu şöyle izah edebilirim. Devamlı bizimkilerin konuştuğu bir Sütçü İmam vardır. Maraş’ta bu adam. Dindar müslüman birisi. Yoldan geçen müslüman bir kadının yüzündeki peçesini, Maraş’ı zorla işgal eden Fransız askeri açmak ister. Sütçü İmam bu askeri çeker vurur. Şimdi hassasiyete bak. O kadın o adamın akrabası değil hanımı değil, kızı değil ama hassasiyet ister kendi hanımı olsun, kızı olsun ister başka bir müslüman hanımı, kızı olsun dert mi. Topluca namusu iffeti, kendi namusu iffeti kabul etmesi gerekir. Bu birincisi. İkincisi sadece o kadının yüzü açılıyor. Şu ortamda birde bizim bir çoğumuzun yüz açmayı kapamayı hiçbir şeyden kabul etmeyişinden düşünün. Birde o ortamda bir harbi patlatacak bir harekete sebep olduğunu düşünün hassasiyet ne yapıyor.

Gittikçe kaybolan bu hassasiyeti kazanmak isterseniz tesettürü bir şekil değil. Rabbimiz böyle emrettiği için, böyle yapıyoruz diye ele almalıyız. Ve o  emre ihtimam göstermeliyiz. Cüzünde olduğu gibi külünde de hassasiyet. Hassasiyet oldukça ihtimam önemli olur. Bakın şimdi, kadının sesini haram kılmıyor. Ama konuşman hassasiyete dönüştüğü noktada “işveli” olmayacak kaidesini koyuyor. Neden? Çünkü hassasiyet gittikçe ziyadeleşmiyor. Ama aksi olduğu zaman bizim şu ortamda çok basit kabul ettiğimiz şeyler  var. (Ahzab suresi 32. ayeti okuyun ve düşünün).

“Ey Peygamber kadınları! Siz, sâir kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer Allah’tan sakınıyorsanız, edalı konuşmayın; aksi halde kalbinde bozukluk olan kimse, kötü ümitlere kapılır. Daimâ uygun söz söyleyin.”

İslamın hassasiyeti vardır. İslamı yaşamada hassas olan bir toplumda bir kadının birisine bakarken bile takındığı tavır, ölçü öyle hale gelmiş ki normal iki erkeğin iki kadının tokalaştığı gibi kadın ve erkek tokalaşıyor hatta bir yerde hoş geldin deyip yanak yanağa öpüşmesi bile çok basit oluyor. Basitleşiyor bu. Yine bakıyorsun müslümanım diyen ailelerin kadının kadınla oturduğu erkeğin erkekle oturduğu gibi karışık oturuyor ve bu kadar laşgalamış ve basitleşmiştir ki hassasiyet ve ihlas kalmamıştır. İşte burada tesettür şekilden öteye geçememiştir.

Ahzab suresinde bir ayet var. Bizim için çok önemli. Bakın Allah Subhanehu Teala ne buyuruyor:

“Peygamberin eşlerinden bir şey istediğinizde perde arkasından isteyin. Böyle yapmanız hem sizin kalpleriniz için, hem de onların kalpleri için daha temizdir.”                                                     (Ahzab suresi (33)/ 53, - Buhari/ 10.c.- 4672.sy)

Önce demek istediğim ayet bu şimdi. Onlar derken kimi kastediyor? Peygamberin hanımları derken, kadınlardan bir şey isterken perde arkasından isteyin demiyor. Peygamberin hanımlarından diyor. Kim olur? Müminlerin anneleri. Yine bu sureye baktığımızda müminlerin anneleriyle alakalı bakın Rabbimizin bir emri var:

“Ey Peygamber! Biz, mehirlerini vermiş olduğun eşlerini, Allah’ın sana ganimet olarak verdiklerinden sahip bulunduğun cariyelerini, amcanın ve halalarının, dayının ve teyzelerinin seninle beraber hicret eden kızlarını sana helal kıldık. Birde kendini peygambere hibe eden ve Peygamberinde kendisini nikah suretiyle almak istediği mümin kadını sana helal kıldık. Bu hüküm diğer müminlere değil ancak sana mahsustur.”(Ahzab suresi (33)/ 50)

Bakın, Peygamberden  sonra nikahı başkalarına haram kadınlar. Misal verdiklerine bakın. Bize nikahı haram olup, annemiz mevkiinde ama tesettürde yabancı kabul edilenler. Sana öz annenden misal veremez değil mi? Böyle bir şey mevzubahis değil bakın.

Nikahı haram, anne mertebesinde ama tesettürde sana bir yabancı, Peygamber hanımları bunlar. Sahabeye  bakıyorsun. Allah’ın Kur’anda çokça methettiği insanlar. Dikkat edin misaldeki hassasiyeti vurgulamak istiyorum.

Yani, onlardan bir şey, istediğinizde perde arkasından isteyin, onlar ve sizin kalpleriniz için en hayırlı bu olur, demek. Bu mücerret lafızlar arkadaşlar. Çok ama çok istifade edilmesi gereken yerdir. İfadenin muhteviyatını anlayın.

Peygamberin hanımları, müminlerin anneleri, çocukları da kabul edilen insanlarla karşı karşıya kalsalar, kalplerinden bir kötülük geçmesi mümkün mü? Bu düşünülemez bile.

Peygamberin arkadaşları, Allah’ın Kur’an da methettiği, imanda kıyamete kadar bütün insanlığın üstadı olan bu insanların anneleri hakkında kalplerinden bir kötülük geçmesi mümkün mü? Buda değil.

Bütün bunun yanında “sizin ve onların” kalpleri için en hayırlı olandır demekte murat ne olur? Hassasiyeti anladınız değil mi arkadaşlar.

Bakın karşı karşıya kaldığınız annenizde olsa kadına dönük, çocuklarınızda olsa nikahınız haram biride olsa tesettürde yabancı kabul edilip en yakın olana bile takınacağınız tavır işte bu.

Sana nikahı haram olmayan annen mertebesinde olmayanlara takınacağın tavır herhalde daha farklı olmalı. Bu burada meselenin hassasiyetini yani şeytana, fitneye ifsada açık yani küçücük bir delik dahi bırakmamak için bu misali veriyor.

Neden misaller itaatlerde isyanlarda devamlı zirveden verilir. Mesela:

“Ey iman edenler! Adaleti ayakta tutun ve kendiniz, ana- babanız ve yakın akrabanız aleyhine de olsa, yalnız Allah için şahitlik eden kimseler olun...”(Nisa suresi (4)/ 135)

Bir insanın babası aleyhine şahitliği zor iştir. Lehinde çok kolay. Yabancı birinin aleyhinde de kolaydır, lehinde zordur. Onun için en yakını misal veriyor.

Nikahı haram, anan hükmünde, oğlu mesabesinde, ama tesettürde en uzak sayılan insan oluyor. Eğer Peygamberin hanımlarına, sahabelerine bu emredilmişse biz ne demek oluruz. Bu çok açıktır___ Bilene ___

Birisi dese şimdi.__canım oradaki perde arkasından isteme Peygamberin hanımlarına hastır. Haslık menfide mi olur, müsbetlikte mi olur? Müsbetlikte olur. Benim annemin dışarıya çıkarken kapanmasıyla benim yanımda kapanması aynı mı?

Yani kapanmayı Peygamberin hanımlarına has kılamazsın. Aksi has olur. Çocuklarının yanında kapanma hasmı olur. Annelerinin yanında onların kapanması hasmı olur. Değildir. Tam aksine buradaki hususiyet müminlerin hanımlarına sairlerine kabul edilir. Yani onların daha çok kapanmaları gerekir.

Önce bu ayetleri bu yönlü ele almalıyız. Hemen metni yönüyle değil. Metin amelimizin salih olduğunu gösterir. Yani, Kur’an ve Sünnete dayandığını. Yani okuduğumuz metin ya Kur’an olmalı yada Sünnet veya her ikisi. Farkına vardıysanız burada hem Kur’an hem Sünnet ama sahabenin yaşantısıyla veriyor. Mesela Allah Subhanehu Teala Kur’an da:

“Eğer sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse, şüphesiz hidayete ererler. Yok eğer yüz çevirirlerse, onlar, muhakkak, düşmanlık içindedirler...”        (Bakara suresi (2)/ 137)

Sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse, derken neyi kastediyor? Neden? Resule senin iman ettiğin gibi demiyor da, “sizin iman ettiğiniz gibi” diyor.

Çünkü sahabenin iman ettiği Resulun onlara canlı olarak yaşattığıdır. Binaenaleyh müminlerin anneleri bu mevzuda tek örnek verilecek insandır.

Onların iman ettiği gibi derken, onların örtündüğü gibi, örtünürseniz gerçek iman etmiş olursunuz. Tesettürde bu ayeti böyle alırız. Onların oruç tuttuğu gibi onların namaz kıldığı gibi, onların Peygambere iman ettiği gibi evet “iman” umum bir kelimedir arkadaşlar. İman etmen için hepsini yapman gerekiyor. Çıkman için illa hepsini inkar etmen gerekmiyor birini inkar etsen kafi.

Yani bu iman meselesi tesettürde düz olarak ele alınırsa “Onların iman ettiği gibi iman ederseniz siz ancak hidayette olursunuz”, yani onlardan kasıt Sahabelerdir. Yani onlar gibi kapanırsanız. Bu çok açıktır.

Kur’andan delil alıyoruz, Sünnetten delil alıyoruz. Kur’an ve Sünnet üzereyiz demek öyle yaşıyorum demek doğru yolda olduğumuzun alameti midir? Hayır.

Çünkü KUR’AN ve SÜNNET doğrunun kendisidir. Onun üzerinde olduğumuzun bizde bir alameti olması gerekir. Herkes “KİTAB  ve SÜNNET” diyor. Aksini diyen var mı? Yok. Aslı “KİTAB  ve  SÜNNETİN” üzerinde olduğumuzun alameti şimdi ne oluyor anladınız mı? Sahabenin iman ettiği gibi iman etmek, onların bu ayeti anlayıp, yaşadıkları gibi yaşamak, onların hacc ettikleri gibi hacc etmek, onların oruç tuttukları gibi oruç tutmak, onların namaz kıldıkları gibi namaz kılmak vb. ancak o zaman hidayet üzere olursunuz.

Bu konuda ikinci aldığımız ayet yine Ahzab suresinde ; Allah Subhanehu Teala şöyle buyuruyor:

“Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle ki...” diyor.                                                                                                    (Ahzab suresi (33)/ 59)

Burada ki hicab emri birine farklı birine farklımı yoksa üçüne bir mi? Üçüne bir değil mi? Hanımlarına, kızlarına, müminlerin hanımlarına üçüne de emir aynı. Peygamberin hanımlarına has diyecek bir şey yok, burada . müminlerin hanımları daha farklı örtünebilirler veya daha az örtünebilirler böyle bir ifade yok burada. Bu hususiyeti ayıran tek bir şey var. Bakın Nur suresinde Rabbimiz:

“Evlenme ümidi kalmamış yaşlı kadınların ziynetlerini açığa vurmaksızın üslerini çıkarmalarında üzerlerine herhangi bir günah yoktur. Fakat sakınıp örtünmeleri, kendileri için daha hayırlıdır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir” diyor.(Nur suresi (24)/ 60)

Buradaki hususiyet nasıl? Erkeğe ihtiyaç duymayan bir kadının dış örtüsünü çıkarmasında bir beis yok diyor. Ama taşırlarsa bu onlar için daha hayırlıdır. Bu bile hayırlı olarak ifade ediliyor.

Yani bakın çok dikkat edin. Mükellefiyet bitmiş bu konuda, sorumluluk kalkmış indirebilir, açabilir. Bir çekicilik kalmamış artık, bırakabilir. Bu mümkündür. Ama diyor, örtünürse bu onun için daha hayırlıdır. Sübhanallah, Rabbim biz nankör kulların sana ne kadar hamd etsek azdır. Sen ki bizi en ufak bir açık kapı dahi bırakmadan uyarıp doğru yolu gösteriyorsun. Yarabbi bizleri, ehlimizi dininde sabit kıl, kalblerimizi dininde sabit kıl __AMİN__

Şimdi başa aldığımız zaman, bir kızın ne zaman örtünmesi farzdır? Kur’an bunu şöyle açıklıyor;

“Çocuklarınız ergenlik çağına girdiklerinde, kendilerinden öncekiler izin istedikleri gibi onlarda izin istesinler.”  (Nur suresi (24)/ 59)

Burada yaş belirtilmiyor. Buluğa erdiğinde diyor. Ama bir hadisi şerifte konuya biraz ışık tutması açısından diyorum. Peygamber (sav) şöyle buyuruyor:

“ Çocuk on beş yaşına geldiğinde, artık şeri cezalar onda tatbik edilir.”Beyhaki “Hılafiyyat” ta Enes (r.a)’ dan rivayet ediyor.

Buluğ çağına erdiği andan itibaren örtünmesi farzdır. Şöyle diyebilir miyiz? Tamam benim kızım açık gezsin buluğa erdiği an kapatırım, diyebilir miyiz? O yaşta farz ise bunu diyebilir miyiz? Bu şekilde lakayıt davranma yetiştirmenin en kötü noktasıdır. Bu çocuğu münafık olarak yetiştirmedir. Daha önce alıştırılmalıdır. Bu daha hayırlıdır.

On iki - on üç yaşına gelmiş bir kızın o yaştan sonra kapanması kolay mı? Bu mümkün değil. Kapansa bile çocuk anasından babasından korktuğu için kapanacak. Çocuğu münafık yapan anası babası olur bakın.

Ama küçükken çocuk buna alışmış kendinden bir parça olarak bunu kabullenmişse bu ona hiç yük olmaz. Bu yüklüğün tesirini azaltmak için geleneksel tipini demekte istemiyorum. Hiçbir zaman geleneksel örtünmeye fırsat vermemek gerekiyor.

Yine bunda unutmamak gerekir ki, kız çocuğunu bir kız gibi erkek çocuğunu da bir erkek gibi yetiştirmek gerekiyor. Bu küçükten olur. Küçük bir kız çocuğunu düşünün erkek çocuklarla büyüyor. Bir bakarsınız onlar gibi yumruk atmalar, onlarla top oynamalar, sert tabiat. Aksi bir erkek çocuğunu da kızlarla büyütürseniz yani onlarla oynatırsanız gider evcilik oynar, ip atlar, bebekle oynar. Terbiyeyi ufak yaşta vermeliyiz. İnsan yetiştiği yere göre huy alır. Bu insanın tabiatında var. Bu konuda Allah’ın Resulünun şu sözünü çokça duymuşsunuzdur.

“Kırda yaşayan kabalaşır, av peşinde koşan gafil olur, devlet, adamına yaklaşan ya dininden ya canından olur.”  (Nesei / 4289- Tirmizi / 2357)

Yine,

“Her Peygamber muhakkak koyun çobanlığı yapmıştır. Koyun çobanı mülayim, deve çobanı aksi olur.”     (Buhari)

Evet insan yaşadığı yetiştiği yere göre özellik alır. Bir hadis daha zikredelim ve konumuza böldüğümüz yerden devam edelim. İnşallah,

“Allah (c.c), Adem’i yeryüzünün hepsinden avuçladığı bir avuç topraktan yarattı. Bunun için Ademoğulları, yeryüzünün renkleri ve tabiatları kadar değişik şekillerde geldiler. Onlardan kimi kızıl, kimi beyaz, kimi siyah, kimi bunların karışımı, kimi yumuşak, kimi sert, kimi kötü, kimi de iyi geldi.”       (Tirmizi / 3130 - Ebu Davud / 4693)

Bakın koyun çobanlığı insanı mülayim yapıyorsa, deve çobanlığı insanı küfürbaz aksi yapıyorsa, köyde yaşamak insanı kabalaştırıyorsa, çocuğun yetiştiği ortama çok dikkat etmeliyiz. Misali yakaladınız mı? Hayvanların güdülmesi bile insanı menfi ve müspet yönde etkiliyorsa gerisini siz hesaplayın.

O zaman ne yaparız? Kızı tabiatından, fıtratından uzaklaştıran, erkeği fıtratından uzaklaştıran bir terbiye usulünü evden kaldırmak gerekiyor. Bunu küçükken hissettirmemiz gerekiyor. Erkeğe, hiç erkek çocuk kadınların yanına girer mi? Kapıyı vurur izin alırsın, dersin. O terbiyeyi Kur’an da bile verirken;

“Ey İman edenler! Ellerinizin altında bulunan köle, cariye veya hizmetçilerinizle, içinizden ergenlik çağına erişmemiş olanlar odanıza girmek için sizden üç defa izin istesinler.”   (Nur suresi (24)/ 58)

Anaların babaların odalarına girerken bile izin isteyerek girmeyi emrediyor. Bu terbiyeyi verdiğimiz zaman, erkek erkekliğini hisseder. Kıza verdiğin zaman kızlığını anlar. Bu tabiatının verilişidir. Ondan sonra örtünmek, kadın erkek ilişkisinde ölçü ona artık ağırlık vermez. Aksi olursa öyle bir yaralar açılır ki ömür boyu bu yaralar telafi edilemez.

Anadolu’ya baktığımızda bir kayınbirader yengenin yanına çok rahatlıkla girer çıkar ama bu büyük bir beladır bunun farkında bile olmaz. Kimsede bunu halletme yoluna gitmez. Bakın Allah’ın Resulu (sav) efendimiz ne diyor?

“Tek başlarına iken, kadınları ziyaret etmekten sakının. Bunun üzerine Ensar’dan bir adam. -Ya Resulullah, ya koca tarafından olursa (kardeşi tarafından). Buyurdu ki - Koca tarafından akraba olursa o ölümdür.”(Tirmizi / 1180, - Darimi / 2645, - Müslim / 2172, - Buhari / Nikah, 111 (6/ 159)

Ayrıca Tirmizi de şu ziyadelik vardır.

“...bir erkek bir kadınla baş başa kalmasın! Aksi takdirde üçüncüleri mutlaka şeytandır.”

Görüyorsunuz İslamda ki hassasiyeti. Birde bizim yaşadığımız topluma bakın, bizi islam esaslarından tamamen nasıl uzaklaştırmış. Yani, hah şimdi düzeldik dediğimiz bir yerde dahi bir çok müşkülatlar çıkıyor. Neden? Temelde birçok şey zamanında halledilmemiş. Büyürken çocuğa dikkat edilmemiş.

Demek ki biz bu davayı yüklenmeliyiz ki bizden sonraki gelenler daha rahat islamı yaşayacakları ortamı bulabilsinler. Aksi olursa bu pislikten kurtulmak mümkün değil. Buda yani kurtulamamamız meselenin hep şekliyle  meşgul olduğumuzdan kaynaklanıyor.

Bir hadis daha zikretmek istiyorum. Bakın Allah’ın Resulu (sav) bizim için ne diyor?

“Kocaları yanında olmayan kadınları ziyaret etmeyin. Nitekim şeytan herhangi birinizin damarlarında kanın dolaşımı gibi dolaşmaktadır. Biz - Sende mi? Dedik. Buyurdu ki: benimde. Fakat şeytana karşı Allah bana yardım etti ve o, benim şeytanım boyun eğd.” (Tirmizi / 1181, - Müslim / 2174, - Darimi 2785, - Ebu Davud / 4719)

Evet, misaldeki dersi alabildik değil mi? Allah’ın Resulu misali kendinden veriyor. Daha fazla üzerinde durmayacağım- bu anlattığımız esaslarla bu hadisi bir düşünün neden söylüyor.

Buluğa ermiş bir çocuğa elini yüzünü kapatacaksın, bir araya geldiğinde aileler haremlik selamlık uygulanacak demek, bu şekil, bizi kurtarmıyor arkadaşlar.

İnanın şu ortamda kapandığı halde, peçe taktığı halde kocası da müslümanım dediği halde daha hala kayınbirader, enişte veya aileden kabul edilen güya insanlarla bir oturup kalkan insanlar vardır. Bu aşılamamıştır. Neden? Halen şekilcilikten kurtulup eğitimi veremediğimizden bu müşkülatlar doğuyor. Bakın Allah’ın Resulu (sav) efendimiz bize ne nasihat ediyor:

“Kişi, dostunun üzeredir. Bu yüzden her biriniz, dost edindiği kişiye dikkat etsin.”(Tirmizi / 2484, - Ebu Davud - Edeb / 16)

İnsan iyiye de kötüye de meyillidir. Bu yüzden Allah’ın Resulu (sav) uyarıyor. Dikkat edin diyor. Uyarıyorsa bu bizim başımıza gelecek demektir.

Şimdi meselenin nass yönünü, ihlas yönünü ele aldığımızda nasslardaki sebatı şöyle tespit etmeliyiz. Ahzab suresindeki:

“Ey peygamber! Müminlerin annelerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle. Cilbablarından bir kısmıyla örtünsünler bu onların tanınıp eziyet edilmemeleri için en hayırlı olandır. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.”   (Ahzab Suresi (33)/ 59)

İfade bu. Cilbablarıyla demiyor, bir kısmıyla örtünsünler diyor. Ama bir çok meale baksanız bu ifadeyi bulamazsınız. Bunu iyice anlamak için. Müminlerin annesi Aişe (r.a) ‘ın ifk hadisesine bir bakalım.

“Aişe (r.a) dedi ki: Resulullah yapmak istediği bir gazvede aramızda kura çekti ve bu kurada benim adım çıktı. Ben Rasulullah’ın beraberinde sefere çıktım. Bu sefer Hicab ayeti indikten sonra idi. Ben hevdecimin içinde taşınır ve onun içinde olarak yere indirilirdim. Bütün yolculuğu bu şekilde yürüdük. Nihayet Resulullah bu gazvesinden ayrılıp da döndüğü ve Medine’ye yaklaştığımızda bir yerde konakladı. Geceleyin hareket edilmesini bildirdi. Hareket emrini verdiği zaman ben kalkıp hacetimi yerine getirmek için yalnız başıma ordunun konakladığı bölgeyi seçtim. Hacetimi yerine getirdiğim zaman dönüp yerime geldim. Baktım ki Yemen boncuğundan dizilmiş gerdanlığım kopup düşmüş. Hemen dönüp gerdanlığı aradım. Fakat onu aramak beni yoldan alıkoymuştu. Benim yol nakliyatımı yapmakta olan kimseler gelip benim hevdecimi yüklemişler ve binmekte olduğum deve üzerinde götürmüşler. Onlar beni hevdecin içinde sanıyorlarmış. O zaman kadınlar hafif hafif  idiler, şişmanlamazlardı, et ve yağ onları ağırlaştırmazdı. Çünkü az yemek yerlerdi. Bu sebeple bana hizmet edenler hevdeci ağırlık derecesine bakmadan yüklemişler. Ordu gittikten sonra ben gerdanlığımı buldum. Akabinde ben ordu birliklerinin konakladığı yere geldim. Fakat oralarda kimse kalmamış. Ve onlar beni hevdecde bulamazlarda beni aramak üzere yanıma gelirler diye düşündüm. Ben bu düşünce ile yerimde otururken uyumuşum.

Safvan İbnul Muattal es-Sulemi sonra ez-Zekvani arkadan gelmekte, kalmış olan eşyalarını toplamak ve diğer konak yerine götürerek sahiplerine vermekle görevli idi. Bu zat askerin arkasından sabaha kadar yürümüş. Benim bulunduğum yere gelmiş. Uyuyan bir insan karaltısı görünce benim yanıma gelmiş ve beni görünce tanımış. Bu zat beni Hicab’tan önce görür idi. Ben onun beni tanıdığı sırada onun:

“ İnna lillahi ve inna ileyhi raciun”   (Bakara (2)/ 156) istirca sözlerini söylemesiyle uyandım.

Uyanınca hemen feraceme bürünüp yüzümü örttüm. Allah’a yemin ederim ki, o bana bir tek kelime söylemedi, bende ondan “inna lillahi ve inna ileyhi raciun” istirca sözünden başka bir kelime işitmedim. Devesini ıhtırıp çöktürdü. Benim binmem için devenin ön ayağına bastı, bende deveye bindim. Safvan, bindiğim deveyi önünden çekerek yürüdü. Nihayet kafile konak yerine indikten sonra, öğle sıcağında orduya yetiştik...” (Buhari - 10. c / 4598 - Ebu Davud / 4735 - Müslim / 2770)

Aişe annemiz ne diyor, istirca sözüyle uyandım, onu karşımda görünce hemen yüzümü kapadım diyor. Ve o beni Hicab’tan öncede tanırdı diyor.

Şimdi bu kelimelerin üzerinde biraz durun. Hicab’tan önce derken, hicab emri ne burada? Üzerini örtünmüyor bakın, sadece yüzünü örtüyor. Hicab katiyen kadının üzerini örtmesi değildir. Üzerinde olan cilbabın bir parçasıyla yüzünü örtmesidir. Aişe annemizin yaptığı gibi

Yani hicab dediğimizde eli ve yüzü örtme emridir. Değilse vücudu bedeni örtme değil. Ondan önce kadınlar açık saçık mı geziyorlardı. Hatta Mekke’de bile müslüman kadınlar örtünüyordu.

Misal mi, Allah’ın Resulu (sav), Arafat’ta hacılara tebliğ ederken yoruluyor ve bir ağacın altına oturuyor dinlenmek için. O sırada kızı Rukiye (r.a) geliyor. Elinde su kabı ile. Allah’ın Resulu (sav)’in eline su döküyor, elini yıkıyor su içiyor. O sırada Rukiye’nin gerdanı açılmış. Allah’ın Resulu (sav) - Kızım gerdanını kapat diyor. (Ahmed b. Hanbel)

Yani bakın daha Mekke’de iken bile tesettürün bu kısmına dikkat edilen taraf var. Değilse hicab gelmeden evvel müslüman kadınları açık saçık gezemiyorlardı. Oradaki hicab emri yüzünün kapanmasıdır. Üstünü örtme değil. Aişe validemiz üstünü örtmüyor. Örtülüydü. Sadece uyku haliyle yüzü açıktı. O beni Hicab’tan öncede tanırdı, diyor. Ve yüzünü kapatıyor.

Şimdi ayetle tanınıp eziyet edilmemeleri sözüyle o beni Hicab’tan öncede tanırdı deyip yüzünü kapamayı alakalandırdınız değil mi?

Hicab yüzü örtmedir. Tanınmama onu kapamadır. Açık tutarsan kapanır. Şimdi bu ayetin tefsirini biz ne ile yaptık., sahabenin yaşantısıyla. Bakın bir hadiste Aişe annemiz:

“Biz ihramlı olarak Resulullah (sav)’le beraber bulunurduk. Kafileler bizim yanımızdan geçerlerdi. Tam hizamıza geldikleri vakit biz kadınlardan herhangi birimiz başından örtüsünü yüzüne indirir, kafile geçince yine açardık. “   (Ebu Davud / 1833 - İbn Mace / 2935)

Yine bir hadisi şerifte,

“Abdül Habır bin Kays Şemmas (r.a)’dan - Ümmü Halad denen bir kadın yüzü peçeli olarak Allah’ın Resulu (sav)’e geldi. Oğlunu soruyordu. Halbuki oğlu harpte öldürülmüştü. (SAV)’in ashabından birisi ona; yüzün peçeli olduğu halde mi geldin, oğlunu soruyorsun? Dedi. Kadın,”Oğlumun ölmesiyle musibete uğradımsa da, hayam hususunda da mı musibete uğradım.” Cevabını verdi...” (Ebu Davud / 2488)

Bunlar şimdi neyi gösteriyor? Sahabenin yaşantısını. “Onlar gibi iman ederseniz” ayetini anladınız değil mi? Ayriyeten kadının ihramı ne? Allah’ın Resulu (sav):

“İhramlı kadın yüzüne peçe vurmasın ve ellerine eldiven giymesin” buyurdu.                                                                   (Buhari - 4.c / 1729 - Ebu Davud / 1826)

Bu neyi gösteriyor? Demek ki hacdan evvel “el ve yüz” kapanıyormuş. Şimdi bu kat’i ifadeyi yakaladınız değil mi?

Ondan sonra bu mevzuda şüphe getiren nassların izahını farklı bir boyutta ele alamazsınız şimdi gelen şüphelerden bir tanesi şu:

“Mümin erkeklere söyle de, gözlerini haramdan sakınsınlar...”

“Mümin kadınlara da söyle, onlarda gözlerini haramdan sakınsınlar...”                                                                                            (Nur suresi (24)/ 30- 31)

Bazıları şimdi bu ayeti ele alarak diyor ki; şimdi gözlerini yere diksinlerden maksat ne? Demek ki diyor. - gözlerini yere dikmeleri yüzü açıkta ondan diyor. Şimdi bu bir gerçek. Peki yüzleri yere dikmek ille de yüz açıklığından mı? Hayır katiyetle. Neden? O ortamda sadece müslümanlar mı yaşıyor? Yahudi ve Hıristiyan kadınlarda vardı.

Gelelim bu topluma bu toplumda bu mümkün mü, herkesin aynı şekilde kapanması. Mümkün değil. Burada gözleri korumak başka bir maksat için. O ortamda bir kadın hiç kapanmasa da gelse birileri de görse - Ha bakın müslüman kadınlar hiç kapanmıyormuş - manasını çıkarabilir mi. Bunun manası çıkmaz. Orada görünen bir tane insan o kadar. Ne zaman bakmak caiz olur şeriatta ancak evlenme kastı olursa bunu nereden çıkarıyoruz tabii ki yine Kitap ve Sünnetten.

“Bir gün Allah’ın Resulu’nün huzuruna bir kadın geldi de nefsini Resullullah’a arz etti. - Ya Resurullah! Bana ihtiyacın var mı, yani beni nikahlar mısın dedi. Peygamber (sav) gözlerini kadına dikip tepeden tırnağa süzdü ve indirdi sukut etti...” (Buhari 11.c / 5210)

Kadına baştan aşağı bakıyor, ihtiyaç duymadım, diyor. Nasıl bakıyor. Bir erkek bir kızı istediğinde onun yüzüne bakabilir.

“Ebu Hureyre (r.a) dedi ki, ben Allah’ın Resulu’nün yanında idim. O sırada bir kimse geldi ve Ensardan bir kadınla evlenmek istediğini Peygambere haber verdi. Allah’ın Resulu ona: - O kadına baktın mı? diye sordu. O zat, hayır bakmadım dedi. Allah’ın Resulu; öyleyse git ve o kadına bakıp gör. Çünkü Ensarın gözlerinde  bir küçüklük vardır.”       (Müslim / 1424 - İbni Mace / 1964)

Onun yüzüne bakabilirsin diyor, ama evlenme kastıyla. Yine bir hadisi şerifte:“Cerir bin Abdullah (r.a)’dan dedi ki:”Allah’ın Resulu(sav)’e ani olarak bir yabancı kadına bakmanın hükmünü sordum ve derhal gözümü çekmemi emretti”.  (Tirmizi / 2925)

Gelen bir müşkülatı böyle defetmen mümkün. Çünkü önce asıl öğrenilmeli. Ayete bakıyorsun, Sünnete bakıyorsun ve “Onların iman ettiği gibi”, yani sahabelerin anladığı gibi yaşıyorsun. Olay bu kadar basit. Gerisi hiç önemli değil.

Konu şimdilik burada bitti. Velhamdülillahi Rabbilalemin.

“Ey İman edenler sizi, size hayat verecek şeye davet ettiklerinde, Allah’a ve Resülu’ne icabet edin. Bilin ki Allah kişi ile kalbi arasına girer ve siz, mutlaka O’na varıp toplanacaksınız.”        (Enfal Suresi(8)/ 24)

******************************** 16 / 11 / 1999******************************

Konuda geçen ayetler :   *TESETTÜR *

Sad/ 27 - Zariyat/ 56 - Vakıa/ 57 - Tin/ 4-6 - Araf/ 179 - Furkan/ 44 - Rum/ 21 - İsra/ 23

Ankebut/ 8 - Maide/ 32 - Enfal/ 8 - Tegâbün/ 5 - Nisa/ 34 -  Bakara/ 228 - Ahzab/ 53 , 50

Nisa/ 135 - Bakara/ 137 - Ahzab/ 59 - Nur/ 60 , 59 -  Bakara/ 156 - Nur/ 30 , 31

KONUDA GEÇEN AYETLERİN İÇERİĞİ:

“... Biz insanı en güzel bir şekilde yarattık. Sonrada iman edenler ve salih amel işleyenler hariç onu, aşağılayanların ve aşağısına ittik...”          (Tin (95) / 4-6)

“... Onların kalpleri vardır; fakat onlarla anlamazlar; onların gözleri vardır; fakat onlarla görmezler; onların kulakları da vardır; fakat onlarla işitmezler...”    (A’raf  (7) / 179)

“... Oysa onlar hayvan gibidirler...”      (Furkan (25) / 44)

“Size, kendi nefsinizden, kendisiyle huzura kavuşabileceğiniz eşler yaratıp aranıza sevgi ve merhamet koyması da onun delillerindendir...”  (Rûm (30) / 21)

“Rabbın yalnız kendisine kulluk etmenizi, ana-babaya iyi davranmanızı emretti...”

(İsra (17) / 23)

“Biz insana, ana ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir..”

(Ankebut (29) / 8)

“... Kim bir kimseyi öldürürse, onun, insanları topluca öldürmüş olacağı, kimde bir kimseye hayat hakkı tanırsa, onun insanlara topluca hayat vermiş olacağı...” (Maide (5) / 32)

“Biliniz ki, sizin malınızda, çocuklarınız da bir “fitne”dir.”       (Enfal (8) / 28)

“Mallarınız ve evlatlarınız da sizin için birer denemedir...”      (Tegabün (64) / 14)

“... Erkekler kadınların yöneticisi ve koyucularıdır...”               (Nisa (4) / 34)

“... Erkeklerin kadınlarından bir üstün derecesi vardır...”         (Bakara (2) / 228)

 

“Ey Peygamberi! Mehirlerini verdiğin eşlerini,  Allah’ın sana ganimet olarak verdiklerinden... sahip bulunduğun cariyelerini, amcanın, halalarının, dayının ve teyzelerinin seninle beraber hicret eden kızlarını sana helal kıldık...”                (Ahzab Suresi (33) / 50)

“Ey iman edenler! Adaleti ayakta tutun ve kendiniz, ana -babanız ve yakın akrabanız aleyhinize de olsa, yalnız Allah için şahitlik eden kimseler olun...”          (Nisa (4) / 135)

“Eğer sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse, şüphesiz hidayete ererler. Yok eğer yüz çevirirlerse, onlar , muhakkak, düşmanlık içindedirler...”           (Bakara Suresi (2) / 137)

“ Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mü’min kadınlarına  söyle ki...”

(Ahzab Suresi (33) / 59)

“Evlenme ümidi kalmamış yaşlı kadınların ziyaretlerini aşağıya vurmaksızın üslerini çıkarmalarında üzerlerine herhangi bir günah yoktur...”

(Nur Suresi (24) / 60)

“Çocuklarınız ergenlik çağına girdiklerinde, kendilerinden öncekiler izin istedikleri gibi onlarda izin istesinler. Nur Suresi (24) / 59

... Biz Allah’a aidiz ve elbette Ona döneceğiz... Bakara Suresi (2) / 56

“Mü’min erkeklere söyle de haramdan sakınsınlar...” “Mü’min kadınlara da söyle, onlarda gözlerini haramdan sakınsınlar...” Nur Suresi (24) 30-31

Konuda Geçen Hadisi Şerifler :

Tergib ve Terhib___ 4.c/ 203.sy - 5.c/ 126.sy - 5.c/ 114.sy

Tirmizi_Hadis No:__2743 - 1171 - 2929 - 1182 - 3130 - 1180 - 1181 - 2484 - 2925 - 2357

Buhari_Cilt, Sayfa No: 4.c/ 1900 - 11.c/ 5188 - 10.c/ 4598 - 4.c/ 1729 - 11.c/ 5210,                                     10.c/ 4672

Müslim___________1599 , 2564 , 1403 , 2172 , 2174 , 2770 , 1424 ,2551.

Darimi____________ 2535 , 2645 , 2785

İbn Mace__________ 3984 , 3998 , 2935 , 1964 ,1609 , 1850

Nesei_____________4431 , 4289

Taberani, Mucemus Sağır__ 709 ,5.c. / 272.

Ebu Davud________4963 , 4719 , 4735 , 1833 , 2488 , 1826 , 2140 , 2142

 

KONUDA GEÇEN HADİSLERİN İÇERİĞİ

“... Evlenin dininizin yarısını tamamlayın...”  Tergib 4c- 203sy - Beyhaki - Taberani - Evsat’ta- Hakim.

“... Sizin en hayırlınız ehline en hayırlı olanı...” Tirmizi 2743 / 1171 - Hakim, Müstednek 1/53 - İbn Mace / 1609

... O iyi olduğu zaman bütün ceset iyi olur. O buzuldu mu bütün ceset bozulur. İşte o et parçası kalptir.”  Buhari / 4.c 1900, Müslim / 1599 - 2564, Darimi / 2535, İbn Mace / 3984, Nesai / 443

“Erkeğin tesettürü göbekle diz kapağı arasıdır.”  Taberani (Mucemus Sağır) / 709

“Kadın avrettir.” Tirmizi / 1182

“Biriniz  bir kadın gördü mü hemen ailesine gelsin. Çünkü bu onun nefsinde olan şeyi giderir.” Müslim / 1403

“Kadın bütün olarak cazibedir.” Taberani, Mucemuz Zevaid, K. Salat 2 / 34

“Erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucularıdır.” Nisa suresi(4) / 34 - E. Davud 2142, - İbn Mace / 1850

“Ey Allah’ın Resulu iyilik yapmama en fazla layık olan kimdir?” Tergib ve Terhib 5.c 126 say, - Buhari, - Müslim

“Cennet anaların ayakları altındadır.” Tergib ve Terhib 5.c, 114. say, - İbn Mace - Nesai - Hakim

“ Size benden sonra en büyük fitne kadınları bıraktım.” Buhari / 11. c/ 5188

“Kırda yaşayan kabalaşır, av peşinde koşan gafil olur, devlet, adamına yaklaşan ya dininden  ya canından olur.” Nesai / 4289 - Tirmizi / 2357

“Allah (c.c) Adem’i yeryüzünün hepsinden avuçladığı bir avuç topraktan yarattı.” Tirmizi / 3130, - Ebu Davud / 4693

“Tek başlarına iken, kadınları ziyaret etmekten sakının...” Tirmizi / 1180, Darimi / 2645, - Müslim / 2172, - Buhari / Nikah, 111 (6/159)

“Kocaları yanında olmayan kadınları ziyaret etmeyin.” Tirmizi / 1181, - Müslim / 2174, Darimi 2785, Ebu Davud / 4719

“Kişi dostunun üzeredir.” Tirmizi / 2484, Ebu Davud , Edeb /16

İfk Hadisesi. Buhari 10.c / 4598, Ebu Davud / 4735, - Müslim / 2770

“... Kızım gerdanını kapat diyor.” Ahmed b. Hanbel

“... herhangi birimiz başında örtüsünü yüzüne indirir, kafile geçince  yine açardık.” Ebu Davud / 1833, - İbn Mace / 2935

“Musibete uğramakla hayanın da musibete uğramayacağı.”  Ebu Davud / 2488

HALAVETUL-ÎMAN -  İMANIN TADI

İman nimetinden daha büyük bir nimet yoktur. Allah Azze ve Celle’nin kendisinin taatine muvaffak kılmasından  daha büyük bir nimet yoktur. İnsanlık iman için yaratılmıştır. Kendisinden başka hakkıyla ibadet edilmeye layık başka bir ilah olmayan Allah’a iman. Bunun için gece ve gündüz, sabah ve akşam, bunun için gökler ve yer yaratıldı. Bunun için hesap ve sorgu var edildi. Bu öyle bir iman ki, hayatın her lahzasında, zamanın her anında kainatta meydana gelen her hareket, gerçekleşen her bir olay bize bir olan, kendisinden başka hakkıyla ibadet edilmeye layık bir ilah olmayan Allah Azze ve Celle’yi hatırlatmaktadır. Gece ve gündüzün birbiri ardınca gelmesi, geceleyin gökyüzünde yıldızların belirmesi, ayın parıldaması hepside bize Lâ ilâhe illalâhı hatırlatıyor. Bu öyle bir iman ki, bu kâinatta ki her şey onu doğrulayıp tasdik ediyor ve ona işâret ediyor. İnsanoğlu her hâlukârda  ve her defasında  buna şahitlik ediyor. Kâinatta gerçekleşen bu mucizevi olaylar bizleri Allah Azze ve Celle’yi birlemeye, onu tevhide götürüyor. Bunun  içindir ki Allah Azze ve Celle insanı iman  için yaratmıştır.

Allah Azze ve Cellenin buyurduğu gibi: “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat: 56)

Allah Subhânehu ve Teâla insanı ancak kalbini bir olan Allah’ın tevhidi ile doldurması için yaratmıştır. İnsanın bu hayattaki en mutlu anı, kişinin gerçek manada, Allah’a iman eden bir kul olduğunu hissettiği andır. İnsanın hayatındaki en mutlu anı kalbi, Allah Azze ve Celle’ye tamamen inanmış bir şekilde dolduğu zamandır. İşte bu şekilde kalp, her işinde iman ile birlikte yaşar. İşte bu, Allah’a, hiçbir şek ve şüphe olmaksızın  tamamen iman etmektir.

Bu hayatta bir müminin özen göstermesi gereken en önemli mesele, kalbini Allah’a imanla doyurmasıdır. İmanın girdiği kalbi Allah, muhakkak genişletir. İmanın girdiği göğüs, muhakkak Allah’ın zikriyle  mutmain olur, huzura kavuşur. Bir kulun Rabbisini tanıdığı o andan kendisini sevindirici, mutlu edici başka bir an yoktur. O anda insan kendisini yaratan Rabbisine yaklaşmış, kullukta Allah Subhânehu ve Teâla’ya boyun eğmiştir. Bu iman Allah  ile senin arandaki tek kapıdır. Bu imanın bir lezzeti ve kalplerde  de bir eseri vardır. Bu lezzet imanın halaveti, yani tadı ve güzelliğidir. Bu şekilde insan iltizamın tadını tadar. Bunu ancak Rahman olan Allah’ın  muhabbetine, sevgisine mazhar olmuş bir mümin tadabilir.

Bir kulun ise Allah’ın rızasını kazanmada ve O’nun taatinde,  ihlaslı bir şekilde çaba ve gayret sarfetmeye  ve bu yolda hızlı ve güvenilir adımlarla  ilerlemeye ihtiyacı vardır. Bir insan  bir tatlıdan tattığı kadarıyla  onun lezzet ve tadını alabilir. Şayet tadını tattığı şey, alemlerin Rabbi olan Allah katında çok yüce ise o zaman ondan daha lezzetli bir şey yoktur. Bu ise halavetul-iman, imanın lezzeti, Rahman olan Allah’a yapılan  kulluğun ve taatin lezzetidir. Bu tadı tadan bir insan başına bir kötülük gelse sabreder, başına sevindirici, onu mutlu edici bir olay gelse, Allah’a bundan dolayı şükreder. İnsan, imanın tadını tattığı zaman Allah’a  masiyetteki bütün lezzetleri unutur. İmanın bu tadı her türlü münkeratı, kötülüğü, her türlü fuhşiyatı terk etmeye sebeptir. Kâinatın efendisi olan Allah Azze ve Celle’ye kullukta boyun eğmeye sebeptir. Kalpteki imanın gücü ne kadar da yücedir. Kalplerdeki imanın tadı ne kadar da yücedir.

Halavetul İman-İmanın Tadının Alametleri

Muhakkak ki imanın tadının alametleri vardır. Bunları bizlere Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem beyan etmiştir. Buhari de gelen rivayet bunu açıklamıştır:

Enes’in -Allah ondan razı olsun- bildirdiği hadiste Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

«"Kimde şu üç haslet bulunursa îmânın tadını almış olur: Allah ve Rasûl'ü ken­disine başkalarından daha sevgili olmak; bir kimseyi yalnız  Allah için sevmek, (iman ettikten sonra tekrar) küfre dönmekten tıpkı ateşe atılacakmış gibi hoşlanmamak".»

Bu üç haslet, kullukta Allah’a boyun eğmiş kuvvetli kimselere muhtaçtır. Allah ile senin aranda bir haslettir bu. Yine, Allah’ın dostları ile senin aranda bir haslettir bu. Bir mümin bu üç hasleti her zaman ve mekânda kalbine arz eder. Şayet bu hasletler, bu özellikler noksan olursa kalbinde ki iman lezzeti noksan olur. Allah Azze ve Celle bunu bizden korusun.

Birinci Haslet: Senin ile Allah azze ve celle arasında olan haslet. Bu ise Allah ve Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellemin  sana her şeyden daha sevgili gelmesidir. Yani Allah ve Rasulünü sevmek iki şey içermektedir. Üçüncüsü ise onun semeresi, meyvesidir. Bunlardan birincisi: Alimler şöyle diyor: Bir insanın bir şeye muhabbet duyması, muhakkak bir sebebe binaendir. Bu muhabbet ya sadece dünyevidir, veya sadece uhrevidir, veya da dünya ve ahiret arasında her ikisini de toplayıcıdır. Ancak Allah sevgisi sevginin bu üç sebebini de bir araya getirmiştir. Muhabbetullah, Allah sevgisi din sebebiyle olur ki bu da senin dünya ve ahirette kurtuluşundur. Bir de bu muhabbet dünyevi bir sebepten olur ki, bu hayatta sadece mal toplamak, mal biriktirmek değildir. Ancak mutlu olan kişi Allah’tan hakkıyla korkan ve dünya ve ahiret saadetini elde edebilen insandır.

Muhabbetullah, yani Allah sevgisine gelince, alimler söyle demişlerdir: Bütün sebepler bunun için hazırlanmıştır. Şayet bir insan  babasını sevse; onu kendisine olan ihsanından, sürekli onu koruyup gözetmesinden ve maddi ihtiyaçlarını karşılamasından dolayı sever. Hal böyle iken, göz açıp kapayıncaya kadar ki zamanda bile seni koruyan, sana her türlü nimeti veren Allah Azze ve Celle’ye karşı davranışımız, O’na karşı muhabbetimiz nasıl olmalı? Şayet muhabbet, sevgi ihsan ise, kendine yapılacak iyilik ise, sen Allah’ın ihsanın neresindesin. Şayet muhabbet, nimetler ise, sen Allah’ın sana verdiği nimetlerin neresindesin. Düşün ki bir borç veya sıkıntı sebebiyle senin için bütün yollar tıkanmış, bütün kapılar yüzüne kapanmış. Kime gitsen derdine ilaç bulamamışsın. İşte böyle bir durumda birisi gelir sana yardım elini uzatır ve senin hacetini giderir. Şayet o kimsenin sana yaptığı iyilik seni fazlasıyla mutlu eder, kendine yapılan bu iyiliği  konuşmaya başlar ve o insanı gece gündüz översin. Hal böyleyken kardeşlerim, Allah’ın sana verdiği nimetler nerede? Allah’ın sana verdiği hayırlar nerede? Allah Azze ve Celle seni defalarca sıkıntıdan kurtarmadı mı? Geceleyin hastalandığında eşin ve çocukların başında beklerken, sen sağına ve soluna bakındın. Lâkin Allah’tan başka sana yardım edebilecek, sana şifa verebilecek, acını dindirebilecek, Allah’tan başkasını bulamadın. O anda Allah’a yöneldin ve Rabbâhu Rabbâh! diyerek inledin. Allah’ım bana şifa ver! Allah’ım sıkıntılarımı gider! diyerek Allah’a yalvarmaya başladın. İşte o esnada Allah’ın rahmeti geldi ve içinde bulunduğun sıkıntıdan seni kurtardı. İşte böyle bir durumda hiç günlerden bir gün Allah’ın senin üzerine  olan nimetini hatırladın mı? İnsanların yanında Allah’ı sena edip övdün mü? Allah’ın senin üzerine olan fazlını zikrettin mi?

Bunun içindir ki Allah Azze ve Celle’nin muhabbetinden daha doğru bir sevgi yoktur. Kulun Rabbisini sevdiği gibi kimse hakikatte sevmez. Allah dışında ki her sevgi gaflet demektir. Sen Allah’ı her ne kadar çok sevmiş olsan da, her ne kadar onu yüceltmiş olsan da muhakkak ki Allah Azze ve Celle’nin senin üzerindeki hakkını ödeyemezsin.

Muhakkak ki Muhabbetullah’ın, Allah sevgisinin bazı alametleri vardır. Alimler bunları açıklamışlardır. Bunu açıklayıcı olarak âlimlerden biri şöyle demiştir:

Allah sevgisi ancak Allah Azze ve Celle’nin vaciplerini, emrettiklerini yerine getirmek ve yasaklarından da uzak durmakla  gerçekleşir. Şayet bu gerçekleşirse o zaman kul, Allah’ın sevdiği bir kul demektir. Bu iki haslet, bu iki özellik yani Allah’ın farzlarını yerine getirip haramlarını terk etmek bir kulda bir araya gelirse o zaman o kul, Allah’ın habibi, Allah’ın sevgili bir kuludur.

Bazı alimler şöyle demişlerdir: Kulun Allah’ı sevdiğinin göstergesi, Allah’ın o kulu kendisine taatinde muvaffak kılmasıdır.

Bir kul Allah’ın emrettiklerinde eksikliğe  gittiği miktarda  yine haramlarını terk etmede noksanlığa gittiği miktarda  Allah’ın muhabbetinde, O’na  olan sevgisinde eksiklik meydana gelir. Bu sebepten dolayıdır ki bir insanın kalbinde  Allah sevgisinin devam edebilmesi için o kulun Allah’ın  farzlarını yerine  getirmeye ve haramlarından da uzak durmasına, bunu devam ettirmesine ihtiyacı vardır. Her kim Allah’ı severse her an Allah’ın emirlerden bir emir bekler ki o emri yerine getirsin. Yine her an Allah’ın yasaklarından bir yasak bekler ki ondan uzak durarak onu terk ederek, Allah Azze ve Celle’ye yaklaşsın.

Allah sevgisinin alâmeti bu iki haslettedir. Allah sevgisi Allah’ın farzlarını yerine getirmek ve Allah’ın haramlarından kaçınmakla gerçekleşir. Bir Müslüman, Allah’ın farzlarından bir farz ile veya Allah’ın  hadlerinden bir had ile, şeri bir ceza ile karşılaştığında çok iyi bilmelidir ki o Muhabbetullah da, Allah sevgisinde imtihan edilmektedir.

Allah sevgisi, Muhabbetullah’tan sonra  beklenilen en şerefli ve ulaşılan en yüce sevgi: Muhabbetur-Râsul, yani Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’in sevgisidir. Allah Azze ve Celle her kimi Muhabbetur-Rasûl’e, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’in sevgisine muvaffak kılarsa onu cennet yollarından bir yola muvaffak kılmıştır. Bir kimse Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’i severse  tıpkı susayan  bir insanın suya özlem duyması gibi, O’nun sünnetine özlem duyar ve Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellemin sünnetine uymanın hasretini çeker.  Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellemi sevmek, O’na itaat etmek, O’nun sünnetine uymak kurtuluşa ermenin ve kişiyi cennetlere götürecek tek yoldur.

Bazı alimlerin dedikleri gibi : Muhakkak ki Allah, kendisine ulaşan bir tek yol dışında bütün yolları kapatmıştır. O da Peygamberi sallallahu aleyhi ve sellem için seçtiği yoldur. Bu manaya işâret eden kavlinde Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur:

Bu hiç şüphesiz benim dosdoğru yolumdur, bu itibarla  ona uyun diğer yollara uymayın. Aksi halde  sizi  O’nun yolundan ayırır. İşte sakınasınız diye Allah size bunları tavsiye etmiştir. (En’am: 153)

Şayet bir kulun Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’e muhabbetinin miktarını öğrenmek istersen, ilim olarak, amel olarak, davet olarak ve uygulama olarak  sünnete karşı hırsına bak. Bunun içindir ki bazı alimler şöyle demişlerdir:

İnsanlar içinde Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellemin sevgisinde en sadık, en doğru olanlar, sünnetle amel eden ve ona davet eden Ehli Sünnettir.

Şayet bir insanın Allah  Rasûlü sallallahu aleyhi ve selleme karşı olan muhabbetinde, sevgisinde, samimi olup olmadığını öğrenmek istiyorsan onun hasletlerine, sıfatlarına bak. Onun bu hareketlerini Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’in adabıyla karşılaştır. Yani terazinin bir kefesine onun amellerini, hasletlerini, diğer kefeye de Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’in amellerini koy. Şayet O’nun yolunu izliyorsa, O’nu örnek alıyorsa, O’nun sünnetini öğrenme çabası içerisinde ise vallahi o Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellemi seviyor demektir ve ne güzel sevgidir bu!

Bunun içindir ki Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’in muhabbetinde sâdık olan bir müminin önem vermesi gereken ilk şey: Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetini öğrenmek, onu araştırmak, onunla amel etmeye ve uygulamaya hırslı olmak ve gücü yettiği nispette ona davet etmektir.

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellemi seven bir kimse abdest alırken Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’in nasıl abdest aldığını hatırlar, elini suya uzattığında, bir uzvunu yıkarken sanki o, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’i görür gibidir. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’in abdesti gibi abdest alır O’nun guslettiği gibi gusleder. Namaz kılarken  Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’in kıyamını, kıraatini, rukusunu, secdesini, duasını hatırlar. Tıpa tıp Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetine uymaya teşvik eder. Şayet Allah Azze ve Celle, bir kulun dünya ve ahiret hayrını dilerse ona Rasûlü sallallahu aleyhi ve selleme  muhabbete, sevgiye muvaffak kılar.

Allah ve Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’in sevgisini tadan bir insan bunun meyvesi olarak  artık akşamladığı ve sabahladığı zaman her halûkârda kalbi Allah’a bağlıdır. Allah için kalkar, Allah için oturur, Allah için konuşur, her işinde Allah’ın rızasını gözetir.

Bazı alimler şöyle demişlerdir: Bir mümin Rabbini sever ise yaptığı her işte, söylediği her sözde Allah’a bağlı olur.

Kâdi İmam Hafız ibnu Dekikil- id Rahimehullah’tan şöyle bir olay nakledilir: Kendisi bir konuda hüküm vermiş ve hakkında hüküm verdiği adam bu konuda ona itiraz ederek: Vallahi sen bana karşı adil davranmadın ve sen hükmünde acele ettin, der. Onun bu sözü üzerine  İmam Hafız şöyle dedi: Sen böyle mi söylüyorsun ? Kendisinden başka hakkıyla ibadet edilecek başka bir ilah olmayan Allah’a yemin ederim ki ben kırk seneden bu yana Allah’ın huzurunda cevabımı hazırlamadan hiçbir kelime konuşmadım.

Evet kardeşlerim bu ise ancak Muhabbetullah’ın, Allah’a olan sevginin kemalindendir. Bunun içindir ki bazı alimler bu hadisin şerhinde şöyle demişlerdir:

Kalbi Allah sevgisi ile dolu olan bir mümine ikinci bir semere, meyve gelir ki o da Allah’ın sevdiğini sevmesi, Allah’ın düşmanına düşmanlık etmesidir. Bu sayede Allah’ın yaklaştıklarına yaklaşır ve Allah’ın uzak olunmasını emrettiği kişilerden de uzaklaşır. İşte bu da Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’in "Sevdiğini yalnız Allah için seven kimse" sözüyle işaret ettiği manadır.

İkinci Haslet ise: el Muhabbetullahi fillah: Sevdiğini Allah için sevmektir. İmandan sonra en sağlam ip, el hubbu fillah vel bağdu fillah. Allah için sevmek ve Allah için buğz etmektir. Bunu ise üç başlık altında inceleyeceğiz.

Birincisi: Sâdık muhabbetin sebepleri nelerdir. Allah için sevdiğini ve Allah için sevmediğini buğuz ettiğini ne zaman bilirsin?

Bazı alimler şöyle demişlerdir: Allah için sevmek, ancak buna ileten sebep Allah ise bu gerçekleşir. Şayet onu, Allah’ı razı edecek ameller işlediğini görürse veya Allah’ı  razı edecek ameller işlediğini duyarsa onu Allah için sever. Bunun içindir ki bir insan kâmil bir imana sahip ise nereye girerse girsin, gözleri Allah’a itaat eden birilerini gördüğünde onu sever. Çünkü o gördüğü insan Allah’a kulluk etmektedir. Onun ne ismini ne de nesebini bilmez. Belki de onu Allah’ın taatinde ilk defa görmüştür. Allah için sevmeye ileten sebebin Allah ve Âhiret yurdu olması imanın  kemalindendir.

Bu yüzden Allah için sevmek imanın alametlerinden bir tanesidir. Bazı alimler şöyle demişlerdir:

Şayet bir insan, kendisindeki imanın kemalini imtihan etmek isterse, kendisini Allah için sevgide ve Allah için düşmanlıkta imtihan etsin.

Bu ise kardeşlerim, bizim hayatımızda tecrübe edebileceğimiz bir şeydir. Bu konuda kendinizi imtihana tabi tutun: Kalbin iman ile dolup taşmış iken bir mescide girdiğinde sağa bakarsın, namaz kılan birisini görürsün ve onu seversin. Önüne bakarsın, Allah’ı zikreden birini görürsün ve onu seversin. Bu ise ancak imanın kemalindendir. Şayet sen imanın zayıf bir halde mescide girersen gaflet ve umursamazlık içinde olursun. Bu namaz kılıyormuş, şu Kuran okuyormuş, o Allah’ı zikrediyormuş. Hiç biri umrunda olmaz.

Bunun içindir ki Allah’ın sevdiği kullarını ve dostlarını  böyle bir mecliste toplandığımız  gibi toplandıklarını, o meclisten ayrılırken birbirlerine selam verdiklerini, birbirlerine sarıldıklarını görürsün. Çünkü onlar biliyorlar ki böyle bir mekanda hazır olan kimse ancak Allah’ı ve Ahiret yurdunu isteyen kimsedir. Burada ancak mümini seven ve ona dostluk besleyen kimse hazır bulunur. Allah Azze ve Celle’nin buyurduğu gibi:

Allah Azze ve Celle müminlerin kalplerini iman ile bir araya getirmiştir. İmanın, müminleri bir araya getirdiği gibi, kullar arasında insanları bir araya getiren bundan daha büyük, daha sâdık ve daha temiz bir şey yoktur. Bu öyle bir iman ki, daha İslamın başında muhacir ve ensarı bir araya getirmiştir. Kalpleri Allah’a imanda ve Allah’a imanda ve Allah’a ve Rasûlüne taatte bir araya getirmiştir. Bu kalpler ne güzel kalpler ve bu bir araya gelme ne büyük nimettir.

Baktığımız zaman bir çok insan dünyalık bir şehvet, oyun ve eğlence için toplanmaktalar. Ancak Allah’a imanı tadan bir kimse kardeşleri ile beraber Allah’ın taati ve muhabbeti üzere bir araya gelir. Allah için sevmede sadık oluşunun delili, ona ileten sebebin Allah’ın taati ve O’nun rızasını kazanmaktır.

Bazı alimler, insanların, Allah için sevme ve Allah için düşman olmada mertebelere ayrıldıklarını söylemişlerdir. Bazı insanlar Allah için sevme ve Allah için düşmanlık beslemede en üst derecede olurlar. Bazı insanlar bundan daha aşağı mertebededir. Allah için sevmek ve Allah için düşmanlık kaidesi gereği bir araya gelenlerin arasında gökyüzü ile yeryüzü arası gibi fark vardır. İmanın tadını almış bir çok kimse Allah için sevgi üzere bir araya geldikleri ilk anda, onların ictimaları Allah Azze ve Celle’ye dostlukta  sâdık olarak bir araya gelmedir. Onları kalpleri Allah Azze ve Celle’ye olabilecek en yüksek hûşu içerisindedir. Şayet insan hidayete erdiği  ilk zamanlardaki oturumlarına baktığı zaman, acaba o zamanki oturumları nasıldı. Meclise ilk oturduğunda imanı zayıf idi, meclisin sonunda ise imanı kuvvetli bir şekilde oradan ayrılmıştır.

Şayet bir insan kardeşini Allah için severse bu muhabbet dahilinde bütün his ve duygularını kontrol etmesi gerekir. Bu sebepten dolayı bazı alimler şöyle demişlerdir:

Şeytan insana Allah için muhabbet kapısından girebilir. Allah için sevgi gün be gün azalmaya  ve sonunda Allah korusun dünya için muhabbete dönüşür.

Şayet birini Allah için sevmiş isen, bu muhabbette kalbini her gün murakabe etmek, onu gözetmen gerekir. Şunu da iyice bilmen gerekir ki, kalp amellerinden  olan bu muhabbet karşısında muhakkak ki sen ecrini alırsın. Şayet bu konuda bir an bile yalnız bırakmaz. Belki de başlangıçta birini yalnız Allah için, O’nun rızası için seversin. O Allah için sevdiğin kardeşin bir gün senin maddi bir sıkıntını giderir veya seni bir makama bir mevkiye getirir. Şeytan’da bu duygulardan  içeri girerek bu muhabbeti ifsad eder. Artık kardeşini dünya menfaatleri için sevmeye başlarsın . Başlangıç rahmet iken, sonuç Allah korusun azâb olur.

Şayet bir insan birini Allah için seviyor ve bunun sebebiyle imanın tadını  tatmak istiyorsa,  bu muhabbette sadık olması, samimi olması gerekir. Allah için sevdiği kardeşi ile beraber, ancak Allah’ın rızasını ve Ahiret yurdunu umarak beraber olması gerekir. Bu sadık muhabbetin, bu samimi muhabbetin yerine getirilmesi gereken unsurları vardır. Alimlere bunu iki hasletle zikretmişlerdir.

Birinci Haslet: İyiliği emretmek.

İkinci Haslet ise: Münkerden nehyetmektir.

Bir insan, her ne kadar Allah’ın taatinde olsa, istikamet ehli olsa, Allah için sevse de, unuttuğunda Allah’ı hatırlatacak, onu Allah’ın taatinde sebat ettirecek kardeşlere ihtiyacı vardır.

Bunun içindir ki Allah için sevginin gereklerinden biri de kardeşin kardeşine Allah’ın taatinde ve muhabbetinde yardımcı olması gerekir. Bazı alimler şöyle demişlerdir.

Şayet insan bir kardeşine: Seni Allah için seviyorum, dese, sonra da  o kardeşinde velev ki Allah’ı zikirde noksanlıkta olsa bunu onda görse, Allah Azze ve Celle o kardeşinin bu konuda ki noksanlığından ve onun buna sessiz kalmasından dolayı onu hesaba çeker.

Allah için sevmek tasdik edilmeye, doğrulamaya ve uygulamaya ihtiyaç duyan bir iştir. Bazımızın bazısına söylediği: Ben seni Allah için seviyorum, sözü, yeterli değildir. Allah için sevmek, İslam bağlarından kendisine yapışılacak güvenilir sağlam bağ üzere şehadettir. Allah’ın taati ve rızası ile yaşamasını sürdürmek gerekir. Allah Azze ve Celle bunun güzel etkilerini zikretmiştir. Bunların en büyük tesirlerinden biri de: Allah’ın taatine ve muhabbetine yardım etmesidir. Bu konuda Peygamberi Musa aleyhisselamın sözüne işaret ederek şöyle buyurmuştur.

«Musa şöyle demişti: Rabbim göğsümü aç bana işimi kolaylaştır. Dilimden şu düğümü çöz . Sözümü anlasınlar. Ailemden bana bir vezir çıkar. Kardeşim Harun’u, beni onunla kuvvetlendir. İşimde onu bana ortak kıl. Seni daha çok tesbih edelim ve daha çok analım. Şüphesiz sen bizi görmektesin.» ( Taha: 25 35)

Muhakkak ki din kardeşin sana Allah’ın zikrinde ve Allah’ın taatinde yardımcı olur.

Allah için kardeşliğin meyvelerinden biride şudur kardeşlerim: İslam kardeşliği, kişinin Allah’ın haramlarından ve şeri cezalardan uzak durmasına yardımcı olur. Bunun içindir ki kardeşlerim, kişinin nefsi kendisine bir kötülük emrettiği zaman veya Allah’ın haramlarından bir haramı yapmasını emrettiği zaman hemen Allah için sevdiği din kardeşinin yanına gitmelidir. O da kendisini Allah’ın azabıyla korkutur ona Allah’ın güç ve kuvvetini ve O’nun cezalandırmasını hatırlatır.

İmanın üç tadından ikincisi olan: Allah için sevmek ve Allah için buğz konusunda, Allah bir kulunu muvaffak kılarsa üçüncü bir semere gelir ki, o da: İman ettikten sonra  tekrar  küfre dönmeyi tıpkı ateşe  atılacakmış gibi kerih görmektir. İmanın tadını almış bir mümin, kendi nefsinde  iman ettikten sonra bunun zıddı olan küfre  dönmekten hoşlanmaz. Bu ise ancak bir kulun  kalbine iman girdiği ve bunu doğruladığı zaman  gerçekleşir. Bir mümin imanın bir gereği, bir göstergesi olarak, her zaman küfre düşmekten korkar. Sahabe, Allah onlardan razı olsun, kendi nefislerinde hep nifaktan korkarlardı.

Seleften bazısı şöyle demiştir: Vallahi her ne zaman sözümü ve amelimi Kuran’a  arz etsem, nefsimi, nifakı ile ittiham ederim.

Bir başkası da şöyle demiştir: Vallahi ne zaman nefsimi Kuran’a arz etsem nefsimi nifakta derine dalmış sayarım.

İmandan sonra tekrar küfre dönmekten hoşlanmamak iki durumu içermektedir.

Birincisi: Küfürden korkmaktır. Buna ise Allah Rasulu sallallahu aleyhi ve sellem şu şekilde işaret etmiştir. “ İman ettikten sonra  tekrar küfre dönmeyi tıpkı ateşe atılacak gibi kerih görmektir.”

Şayet bir insana: Allah’ı inkâr  etmeyi mi, yoksa ateşe atılmayı mı  tercih edersin? diye sorulsa, Allah’ı inkâr edip küfre düşmektense ateşe atılmayı tercih eder. Çünkü iman, onun kalbini doldurmuş, onun kalbine işlemiştir. Allah Azze ve Celle’den bizleri ve sizleri bu dereceye ulaştırmasını niyaz ederiz. Bizleri ve sizleri bu menzileye ulaştırmasını dileriz.

Muhakkak ki insan, sonunun kötü olacağından emin olamaz. Allah Azze ve Celle’nin buyurduğu gibi: أَفَأَمِنُواْ مَكْرَ اللَّهِ “Yoksa onlar Allah’ın tuzağından mı emin olmuşlardı.”  (Araf: 99) Ayette gelen soru gösteriyor ki, bir insan her ne kadar doğru yolda olursa olsun Allah’ın tuzağından emin olamaz. Bunun içindir ki alimler şöyle demiştir.

Bir insanın dinine karşı doğruluğu, salahı, Allah Azze ve Celle’ye karşı takvası arttıkça, topukları üzerinde gerisin geri dönüp hüsrana  uğrayanlardan olmaktan daha çok korkak.”

Bu haslet, bu özellik, insanın imanının bir göstergesidir. Çünkü o imanı kalbine yerleştirip imanın tadını tattığında, bunun zıddı olan küfürden korkar. Küfürden, kâfir olmaktan ise  ancak  imanında sâdık olan bir mümin korkar. Bunun içindir ki kardeşlerim, yüce Arşın sahibi olan Allah Azze ve Celle’den kalplerimizi dininde sabit kılınmasını, tâki Allah’a kavuşana kadar imanımızı ziyadeleştirmesini niyaz ederiz.

İkincisi ise: Hayrın noksanlığından korkmaktır. Bunun içindir ki alimlerden bazıları şöyle demişlerdir:

Geceleri namaz kılmak  ve gündüzleri de oruçlu geçirmek gibi bir taatle Allah’ın rızıklandırdığı kimse, şayet bunda bir noksanlık görürse, bunlara tekrar dönmek için mücadele etsin. Çünkü o kimse, Allah Azze ve Celle’nin kendisini terk etmesinden ve topukları üzerinde geri dönüp hüsrana uğramasından emin olamaz.

Bunun içindir ki mümin bir kimsenin, Allah katında nefsini murakabe etmesi, sürekli gözlemlemesi gerekir. Şayet hayır hasletlerinden bir haslet üzereyse ve onu ne olursa olsun terk etmiyor ise, muhakkak ki Allah, insanı bazı musibetlerle imtihan eder. Şayet geceleri yatağından kalkıp ibadet eden birisi ise, bazı meşguliyetler, uğraşlar ile seni imtihan eder. Şayet sen imanında sâdık isen, o ibadetinde süreklilik göstersin ve Allah da sana sebatın, istikrarın tadını tattırır.

Alimlerden bazıları şöyle dedi: “Şayet bir insan Allah’a itaat eder ve hayır hasletlerinden bir haslet ile Allah’a yaklaşmak isterse, şeytan ona bir fitne, bir hile ile gelir. Şu iyice bilinmelidir ki, Allah onu bu haslet ile imtihan eder.”

Taat ile alakalı bir haslette imtihan  edilen  ve bunda sebat gösteren bir insan, genellikle bunun tadını, Hesap günü, Allah Azze ve Celle’nin huzurunda alır. Seleften bazısı şöyle demiştir:

“Namaz’da nefsimle yirmi sene mücadele ettim. Ondan ise kırk sene lezzet aldım.”

Yirmi yıl, ona her yönden dünya meşguliyeti, düşünceler ve vesveseler gelir. O ise bunlara karşı sabreder ve ecrini de  Allah’tan bekler. Sonunda Allah bütün  tehlikeleri giderir ve ona namazın tadını tattırır.

Dini yaşamaya yeni başlayan bir gence yalnızca Allah’ın bildiği düşünce ve vesveseler gelir. Şayet o genç, bunlara karşı sabreder ve bunun ecrini de Allah’tan beklerse, bütün düşünce ve vesvelerden kurtulur. Tıpkı geceden sonra gündüzün, aydınlığın olduğu gibi aydınlığa çıkar.

Bütün bu saydıklarımızdan sonra, acaba: İmanın Tadına Nasıl Ulaşabiliriz?

Bu üç haslet her kimde bir araya gelirse muhakkak ki o, imanın tadını tatmıştır. Allah Azze ve Celle bunun uygulanmasına, gerçekleştirilmesine ise ancak evliya ve sevdiği kullarına muvaffak kılar. Bunun için son soru: Bu muhabbette ulaşılmanın yolu nedir? Allah’ın en güzel isimleri ve en yüce sıfatları ile istediğimiz bu imanın tadını nasıl tadarız?

Buna ulaşmadaki en yüce ve en yakın yol, duadır kardeşlerim. Allah’tan, imanın tadını tatmayı istemendir. Rahman’a kulluğun lezzetini tattırmasını istemendir. Bir kul, Allah’a dua ederse, muhakkak duasına icabet eder. Bir kul, Rabbinden bir şey isterse, muhakkak onu verir ve muradına ulaşır. Bunun içindir ki Allah Allah Azze ve Celle Kitabında: ادْعُونِي أَسْتَجِبْ لَكُمْ «Bana dua edin duanıza icabet edeyim.» ( Mümin/ Gafir: 60 ) buyurmuştur.

İkincisi ise zikrettiğimiz sebeplere sarılmaktır. Bunların en üstünü de, din de anlayış sahibi olmak ve alemlerin Rabbine taatine giden yolun bilinmesidir. Allah Azze ve Celle, her kimde bu iki güzelliği bir araya getirir ve onu bu iki şeyle rızıklandırırsa hiç şüphe yok ki o kul, imanın tadını alır ve Rahman’ın taatine muvaffak kıldığı kullardan olur.

Allah’ım Sen bizim Rabbimizsin. Senden başka hakkıyla ibadet  edilecek başka bir ilah yoktur. Bizleri kendisinden sonra hiçbir acılığın olmadığı imanın tadını tatmayla rızıklandır ya Rabbi!

Kendisinden sonra Küfür olmayan bir imanla rızıklandır ya Rabbi!

Kendisinden sonra mutsuzluk olmayan bir saadetle rızıklandır ya Rabbi!

Kendisinden sonra azab olmayan bir rahmetle rızıklandır ya Rabbi!

Muhakkak ki sen her şeye kâdirsin.

Bizans imparatoru Heraklius SORULARI VE CEVAPLAR

Müşrikler Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’i, Mekke döneminde rahat bırakmadıkları gibi Medine’ye hicret ettikten sonra da hiç rahat bırakmadılar. Gerek civar kabileleri ayaklandırarak, gerek Medine'ye saldırarak, gerekse aleyhte propaganda yaparak altı yıl içerisinde üç büyük savaşa onlarca seriyye'ye sebep oldular. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem hicretin altıncı yılında şartlar aleyhte olmasına rağmen Mekke site devletinin reisleri ve civar kabilelerle on yıllığına ‘Hudeybiye Barış Anlaşması'nı imzaladı. Artık Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem tebliğ, İslam'a dâvet ve eğitime ağırlık vermeye başladı. Zamanın üç büyük süper devleti olan İran Kisrâ'sına, Bizans Kayser'ine, Mısır Mukavkıs'ına "Eslim Telsem (Müslüman ol, kurtul)" mesajını gönderdi... Süleyman aleyhisselâm'ın Belkıs'a gönderdiği gibi... Mûsa aleyhisselâm'ın Firavun'a bildirdiği gibi... İbrahim aleyhisselâm'ın Nemrud'a haykırıdığı gibi... Allah Rasûlü'nün mektubunu Medine'den asırlarca insanlığı sömüren Bizans imparatorluğunun kralına Dihyetü'l-Kelbî ulaştırdı... Rasûlullah'tan sonra en güzel ve yakışıklı olan Dihyetü'l-Kelbî... Cebrâil'in onun sûretine girerek vahyi getirdiği Dihye... Sahabeler de civar memleketlere yayıldılar. Çöle inen nuru ötelere taşımak için...

Küfür cephesine gelince: Onlar dünyalık menfaat ve çıkardan başka ne tanırlar? Uzun zamandır ticaret yapamayan Ebû Süfyan ve otuz küsur kişilik bir ticaret kervanıyla Şam diyarına yola çıkıyor... Mallar yükleniyor, develer hazırlanıyor... İbnü İshâk el-Megâzî'de İbn-i Şihâb ez-Zührî yoluyla Ebû Süfyan'nın şöyle dediğini nakleder: "Biz tüccar bir kavimdik. Ancak harp bizi ticaretten alıkoydu. Sulh dönemi başlayınca kureyşten bir grupla birlikte Şam'a ticaret yapmaya çıktım. Allaha yemin ederim ki, kervanın yola çıkacağı duyulunca, Mekke'de tanıdığım hiç bir erkek ve kadın kalmadı ki satmam için bana bir mal getirmiş olmasın..."

Rasulullah (sav.) kisra ve kayser'e mektup yazdı. Kayser mektubu okuyunca "Şimdiye kadar hiç böyle bir mektup almamıştım" dedi. Böylece Heraklius emniyet müdürünü çağırttı ve ona "Şam'ın altını üstüne getir ve bana bu adamın (peygamberimizi kastediyor) kavminden birilerini bul getir" diye emretti. Ebû Süfyan diyor ki "Vallahi, biz Gazze şehrindeyken bir de Bizans akerleri bize hücûm etti ve hepimizi alıp saraya götürdüler"

İmparator Heraklius Îylîyâ şehrinde idi. Bu şehre "İlyâ" da denilir. "Allah'ın Evi" anlamına gelir. Günümüzün Kudüs'üdür. Bir rivayete göre bu şehir ismini Nuh aleyhisselâm'ın oğlu Sem'in torunu "İlya"dan almaktadır.

Taberî  "Târih"inde der ki: "İran kisrası ordusunu Bizans topraklarına sürdü. Bir çok yeri yakıp yıktı. Sonra Kisra, ordu komutanlarından Şehrebıraz'ı öldürmek üzere bir komplo hazırladı. Şehrebıraz bunu öğrendi ve askerleriyle birlikte Bizans imparatoru Heraklius'un tarafına geçti. Böylece Heraklius İran askerlerinin yardımıyla Kisra'yı hezimete uğrattı. Bu nedenle Heraklius Allah'a teşekkürün bir ifadesi olarak Hımıs'tan İlya'ya kadar yürümeye karar verdi. İmparator İlya'ya varıncaya kadar yollarına kırmızı halılar serip kokular sürüyorlardı."

Kervan saraya ulaşınca Ebû Süfyan ve beraberindekiler İmparatorun huzuruna çıkarıldılar. Bir de baktılar ki İmparator Heraklius başında tâcı, yanında Rum'un liderleri, Ruhban ve Kıssîs'ler ile birlikte tahtında oturuyor... İmparator tercümanlarını çağırttı ve:

- Onlara sor. Arap diyarında çıkan ve peygamber olduğunu iddia eden bu adama kan bağı bakımından hanginiz en yakın?

Kervandakiler Ebû Süfyan'ı işaret ediyor. Ebû Süfyan:

- O'na nesep bakımından en yakın benim, diyor. Çünkü kervanının içinde Abd-i Menaf oğullarından Ebû Süfyan'dan başka kimse yoktu.

Heraklius:

- Ona yakınlık derecen nedir?, diye sorar. Ebû Süyfan:

- Amcamın oğludur, der.

Zira Abd-i Menaf hem Ebû Süfyan'ın hem de Rasulullah (sav.)'in dördüncü kuşaktan babasıdır. Rasulullah (sav.)'in babası Abdullah, O'nun babası Abdulmuttalip, onun babası Hâşim, onun babası Abd-i Menaf'tır. Ebû Süfyan'ın babası Harp, onun babası Ümeyye, onun babası Abd-i Şems, onun babası Abd-i Menaf'tır. İmparator Heraklius, Ebû Süfyan'ı öne çıkarttırır. Kervandakileri de onun arkasına saf halinde dizer. Sonra tercümanlarına der ki:

- Arkadaki adamlara söyleyin. Bu adama, peygamberlik iddia eden o zat hakkında sorular soracağım. Eğer yalan cevap verirse, hemen müdahale edip düzeltsinler... İmparator Heraklius, çok zeki bir adam. Zaten Ebû Süfyan, İbn-i İshâk'ın rivayetinde bunu açıkça zikrederek "Allah'a yemin ederim ki o güne kadar bu adamdan daha dâhî hiç kimseyi görmedim" diyor.

Zira, o dönemin şartlarında kocaman bir imparatorluğun krallığını yürütmek sıradan insanların işi değildir. Ancak bir takım yetenekler ister. Demek ki imparatorda sıradan insanlarda olmayan bazı özellikler vardı. Zaten Ebû Süyfanı öne çıkartıp kervandakleri arkaya dizmesi buna işaret eder.

Ebû Süfyan diyor ki:

- Allah'a yemin ederim ki, benim hakkımda "yalan konuşuyor" demelerinden utanmasaydım, sorduğu sorulara yalan cevap verirdim. (İbn-i İshak'ın rivayetinde:) "Allah'a yemin ederim ki, eğer yalan söylemiş olsaydım bile, arkamdakiler imparatorun huzurunda yalanımı ortaya çıkarmazlardı. Ancak ben lider bir adamdım. Yalan söyleyerek şerefimi küçük düşüremezdim. İyi biliyorum ki, eğer orda yalan söyleseydim arkamdakiler imparatorun huzurunda beni yalanlamasalar bile, başka yerlerde bunu konuşacaklardı. Bu nedenle yalan söylemedim"

Bu cümleler gösteriyor ki, cahiliyye dönemininin liderleri bile yalanı çirkin görüyorlardı. Yalanın, liderin şanını, şerefini, onurunu zedeleyeceğini biliyorlardı. Bir lider yalana tenezzül etti mi, onun değerinin yıkılacağını, insanlar nezdinde liderlik sıfatının yıkılacağını anlıyorlardı. Peki, günümüz dünyasında yalan söyleyen politikacılara, liderlere, bakan ve vâlilere ne demeli? Bunların hangisi câhilî, hangisi modern?!

Bizans imparatoru Heraklius SORULARI VE CEVAPLAR

Birinci Soru:  - (Peygamberlik iddia eden o zâtın) içinizdeki nesebi nasıldır? -O içimizde soylu bir nesebe sahiptir.

İkinci soru: -    Sizin (Kureyşin veya Arapların) içinde bu sözleri ondan daha önce söyleyen hiç kimse varmıydı? -     Hayır.

Üçüncü soru:- Babaları içinde kral olan var mı? - Hayır.

Dördüncü soru: - Zenginler (meşhur insanlar) mı ona tâbi oluyor, zayıflar mı? - Bilakis zayıflar.

Beşinci soru: -Ona tâbi olanlardan daha sonra ona kızıp dini beğenmediği için dinden dönen var mı? - Hayır.

Altıncı soru: - Sayıları artıyor mu, azalıyor mu? - Bilakis artıyor.

Yedinci soru: - Peygamberlik iddia etmeden önce onu hiç yalancılıkla itham ettiğiniz oldu mu? - Hayır.

Sekizinci soru: - Anlaşmasını bozar mı? (Verdiği sözden döner mi? Hile yapar mı?) - Hayır. Ancak onunla şu anda bir anlaşma içindeyiz. Gelecekte anlaşmasını bozup bozmayacağını bilmiyoruz. (Ebû Süfyan'ın katabileceği tek itham bu oldu. Çünkü gelecekte ne olacağını kimse bilemezdi. Ancak gelecek şahit oldu ki Hudeybiye anlaşmasını Beşerin Efendisi değil Kureyş bozdu)

Dokuzuncu soru: -      Onunla hiç savaştınız mı? - Evet. Bazen biz yendik, bazen o.

Onuncu soru:  - Size neyi emrediyor?  - Yalnızca Allah'a kulluk yapmayı, O'na hiç bir şeyi ortak koşmamayı, namaz kılmayı, dürüst olmayı, iffetli yaşamayı, akrabalarla ilgi kurmayı.

İMPARATORUN CEVAPLARA YORUMU

Bizans imparatoru Heraklius bu sorulardan sonra Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem Allah tarafından gönderilen bir peygamber olduğunu anladı ve bunu açıkça şöyle ifade etti.

1-  Sana nesebini sordum, sen de soylu bir nesebe sahip olduğunu söyledin. İşte peygamberler böyledir. Kavminin içinde soylu bir aileden seçilirler.

2- Sana bu sözleri daha önce içinizden hiç kimse söyledi mi?" diye sordum, sen de "Hayır" dedin. Eğer bölgenizde daha önce bu sözleri söyleyen birisi olsaydı "Bu adam önce söylenilen bir şeyi taklit ediyor" derdim.

3- Sana "Babaları içinde kral olan var mıydı?" diye sordum. Sen de "Hayır" cevabını verdin. Eğer babaları içinde kral olan birisi olsaydı "Babasının krallığının talep ediyor" derdim.

4- Sana "İnsanların zenginleri (tanınmışları) mı ona tabi oluyor yoksa zayıfları mı?" diye sordum, sen de "Zayıfları" dedin. İşte o zayıflar peygamberlerin tebaasıdır.

5-   Sana, sayıları artıyor mu, azalıyor mu?" diye sordum, sen "Bilakis artıyor" dedin. İşte tamamlanıncaya kadar iman da böyledir. (İman bir ışık yakar. Sonra o ışık, namaz, zekat, oruç gibi emirlerle kemale erinceye kadar artmaya devam eder. O nedenledir ki Rasulullah'ın (sav.) son senesinde "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim ve size olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslamı seçtim" ayet-i kerimesi nâzil oldu.

6-   Sana, "O'na tâbi olanlardan hiç kimse dinine kızdığı için dinden döndü mü?" diye sordum, sen de "Hayır" cevabını verdin. İşte imanın ferahlığı kalplere girince böyle olur (Bir daha geri çıkmaz). İbn-i İshak'ın rivayetinde "İşte imanın lezzeti böyledir. Bir kalbe girdi mi daha oradan çıkmaz!"

7-    Sana, "O zât, bu söylediklerini iddia etmeden önce, onu hiç yalancılıkla itham ettiğiniz oldumu?" diye sordum, sen de "Hayır" cevabını verdin. Kesinlikle anladım ki insanlara karşı hiç yalan söylemeyen bir kimse Alah'a nasıl yalan söylesin? (Mahluka yalan söylemeyen, Hâlık'a nasıl yalan söylesin? Yaratılmışa hiç yalan söylemeyen bir kimse, kâinatın Yaratıcısı Azamet sahibi yüce varlığa karşı nasıl yalan söyleyebilsin?! Yalan yere Allah bana vahiy göderdi diyebilsin?! Bu imkansızdır! Bu Muhaldir!..)

8-   Sana "Hilekarlık yapıp anlaşmasını bozuyor mu?" diye sordum, sen de "Hayır" cevabını verdin. İşte peygamberler de böyleir. Anlaşmalarını bozmazlar.

9-   Sana "Onunla hiç savaştınız mı?" diye sordum. Sen de "Evet" dedin. "Onunla savaşınızın neticesi nasıl oldu?" diye sordum, sen de "Harp bizimle onun arasında bir keşiktir. Bazan biz kazandık, bazan o kazandı" dedin. İşte peygamberler böyle imtihan edilirler. Ancak nihaî zafer onlarındır.

10- "Size neyi emrediyor" diye sordum. Sen de "Yalnızca Allah'a kulluk yapmanızı, O'na hiçbir şeyi denk tutmamanızı, namaz kılmayı, dürüstlüğü, iffetli yaşamayı, akarabalarla ilgi kurmayı emrediyor" dedin.

SORU VE CEVAPLARIN YORUMLARI

İmparator Heraklius'un sorduğu bu on sorudan Efendimiz aleyhisselatü vesselâm'ın şahsında peygamberlerin on vasfını sırayla şöyle çıkarabiliriz:

1-    Soylu bir aileden gelir. Üstün bir nesebe sahip.

2-   Körü körüne taklitçi değil

3-    Dünyalık bir çıkar ve menfaat gözetmiyor. Krallık talep etmiyor.

4-    Haksızlık ve sömürü altında ezilen halkları kurtarıcı. Güçlüyü değil haklıyı üstün tutuyor.

5-   Hak yolda sebatkâr ve azimli. Gönüllere hitap ediyor, kalplerde taht kuruyor.

6-   Cezbedici, etkileyici, günden güne gelişiyor ve kuvvetleniyor.

7- Büyük-küçük,  leyhte  ve  aleyhte  hiç  bir  meselede  yalan söylemiyor.  Yalana  tenezzül  etmiyor.  Yalan  söyleyen  bir kimse   ya   kendi   yaptığı   ve   söylediği   şeylerin   yanlış olduğunu  bildiği için yani hata ettiği için ya da başkalarından kortktuğu için yalan söylediğine göre, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem hatasız, söyledikleri ve yaptıkları doğru. Bu nedenle Allah'tan başka hiç kimseden korkmuyor.

8-    Anlaşmalarına bağlı, sözünde duran, hile yapmaz

9-    Zalimlere, müstekbirlere, zorbalara karşı izzetli, gerektiğinde onlara karşı güç kullanıp onları hakka döndürebilen

10- Getirdiği sistem yerin ve göklerin Yaratıcısına itaat ve O'nu noksan sıfatlardan tenzih etme üzerine kurulu. Dürüst, iffteli, saygın, iyilik peşinde koşan fertlerden oluşan faziletli toplumlarla dolu bir dünya kurmak istiyor.

Bizans imparatoru Heraklius sorularını sorup cevapları yorumladıktan sonra Ebû Süfyan'a dönüp şöyle dedi:

- Eğer söylediklerin doğru ise, O (zât) işte şu ayaklarımı bastığım yerlere hakim olacaktır. Onun çıkacağını biliyordum. Ancak O'nun sizin içinizden çıkacağını zannetmemiştim. Eğer ona ulaşabileceğimi bilsem, hemen yolculuğa başlardım. Eğer O'nun huzurunda olsaydım, O'nun ayaklarını yıkardım!..."

SON SÖZÜN YORUMU:

İmparator Heraklius'un bu sözlerinin anlamı şudur:Eğer sorularıma doğru cevap verdiysen, o zat pek yakında şu ayaklarımı bastığım yere hakim olacaktır: Muhaddisler bu sözü iki şekilde yorumlamışlardır:

1-  Bu cümle Kudüs ve Şam diyarının fethedileceğine işaret eder. Çünkü Heraklius Şam diyarının bir parçası olan İlya şehrinde yani Kudüs'te oturuyordu.

2-  Heraklius "Ayaklarımı bastığım yere hakim olacaktır" derken bütün saltanatını kastetmiştir. Çünkü bu sözleri söylerken tahtında oturuyordu. "Ayaklarımı bastığım şu yere" derken tahtını kastemişti. Bu da bütün bizansın yani İstanbul'un fethedileceğine işaret eder. Daha sonra tarih şahit olmuştur ki İmparator heraklius'un bu sözü gerçekleşmiş Hz. Ömer döneminde Kudüs fethedilmiş, ardından bin dörtyüz elli üç yılında Bizansın merkezi Kostantiniyye sultan Muhammed Fatih'in iman dolu askerleriyle fethedilmiş ve Kostantiniyye semalarında asırlar boyu son peygamberin ismi zikredilmiştir. İmparator Kıssîs ve Ruhban'larla istişare ederdi. Kuran-ı Kerim'in de bildirdiği gibi İsa aleyhisselâm kendisinden sonra son peygamberin geleceğini müjdelemiştir. Yesrib'teki yahudilerrin konuşmalarından anladığımıza göre onlar da bir peygamberin geleceğini bekliyorlardı. Ancak O'nun nereden, kimin içinden çıkacağı yalnızca ve yalnız Allah'ın irade ve Meşiet'ine bağlıdır. O lütfunu dilediği kimselere verir. Eğer ona ulaşabileceğimi bilsem, hemen yolculuğa başlardım: Bu cümle Heraklius'un sağ-salim Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve selleme ulaşabilmekten endişe ettiğini, öldürülme korkusundan dolayı O'na ulaşmanın mümkün olmayacağı kanaatide olduğunu gösterir.

Zira Dağatır kıssasından da anlaşıldığına göre Dihye, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem'ın mektubunu imparatora takdim ettikten sonra Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve selleme inanan hırıstiyan din alimleinden birisi Dihyetü'l-Kelbi'yi sarayın koridorlarında yakaladı ve "Git, bu mektubun sahibine söyle. Ben şehadet ederim ki o, efendimiz Mesih'in bize müjdelediği son peygamberdir" Sonra beyaz elbiselerini giydi. İmparatorun huzuruna çıktı. Orada bulunanları islama çağırdı. Kelime-i Şehadet getirince oradakiler hemen ayağa kalkıp onun üzerine saldırdılar ve öldürdüler.

EFENDİMİZ'İN (ASV.) BİZANS İMPARATORUNA GÖDERDİĞİ MEKTUP

Ebu Süfyan diyor ki:Daha sonra Heraklius, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem'in Dihye ile Busra valisi yoluyla Heaklius'a gönderdiği mektubu istetti ve okudu. Mektupta şunlar vardı:

Rahman ve Rahîm Allah'ın adıyla

Allah'ın kulu ve elçisi Muhammed'ten, Rum lideri Heraklius'a: Selâm Hidayete tabi olanların üzerinedir. Bundan sonra: Seni İslamın çağrısına davet ediyorum. Müslüman ol, (huzur bulup) kurtul, ki Allah mükâfâtını iki kat versin. Eğer yüz çevirirsen, (kendi günahınla birlikte) bütün halkının günahını yüklenirsin. Ey Ehl-i Kitap! Bizimle sizin aranızda ortak olan bir kelimeye gelin: Allah'tan başkasına kulluk yapmayalım. Ona hiç bir şeyi denk tutmayalım. Allah'ı bırakıp birbirimizi Rabb edinmeyelim. Eğer onlar (ehl-i kitap, yahudi ve hırıstiyanlar) yüz çevirir iseler, (onlara) deyin ki "Şahit olun! Biz (Allah'a teslim olan) Müslümanlarız".

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellemın Bizians İmparatoruna yolladığı bu kısa ibareli ama geniş anlamı mektup bir çok hikmetlerle doludur.

Bunları şöyle sıralayabiliriz:

1-   Allah'ın kulu ve elçisi Muhammed'ten: Tahrif edildikten sonra, dünyanın en büyük süper devletinin resmi dini haline gelen hırıstiyanlık Hz. İsa'yı – hâşâ- ilah olarak görüyordu. Yaratıcıyı yaratılmış menzilesine indirgeyen bu anlayış Bizans İmparatorluğunda bir çok zulümlere sebep oldu. Hem Allah'a hem de hz. İsa'ya büyük bir iftira olan bu anlayışa Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem "Allah'ın kulu ve elçisi" ibaresiyle bir reddiye verdi. Zira peygamberler asla Allah'ın dengi değil, bilakis kulu ve elçileridir. Hem kulluk makamı makamların en üstünüdür. Zira, yerin ve göğün Yaratıcısı, Habibini Furkan ve İsra surelerinin başında "Kuluna Furkanı indirenin Şân'ı ne yücedir", "Kulunu bir gece Mescid-i Haramdan, ayetlerimizi göstermek için etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya götüren her türlü noksanlıklardan münezzehtir" ibareleriyle övmüştür.

2-  Selâm Hidayete tâbi olanların üzerinedir: Tâhâ suresindeki bu ayet-i kerime'yi Musa aleyhisselam yeryüzünün en büyük zalimlerinden biri olan Firavun'a söylemişti. Şimdi asırlar geçtikten sonra aynı ibareyi son peygamber dünyanın diğer bir sulüm imparatorluğunun kralına söylüyordu.

Bu ibarede hem büyük bir teşvik, hem de büyük bir tehdit ve ihtar vardır: Hidayet Allah'ın indirdiği vahiydir. Vahye tabi olan dünyada da âhirette de kurtulur. Selâmete, huzura ve mutluluğa kavuşur (Teşvik). Yalanlayıp yüz çeviren ise acıklı bir azap altında işkence çeker. Zaten "Selam, Hidayet'e tâbi olanların üzerinedir" ayet-i kerimesinin hemen ardından "Allah'ın can yakıcı azabı da yalanlayıp yüz çevirenin üzerinedir" ayet-i kerimesi gelmektedir. O halde, "Ey zamanın firavunları ve kralları! Vahye tâbi olun ve kurtulun! Aksi takdirde azabınız şiddetlidir!" mesajı vardır. Bu da bir tehdit ve uyarıdır. Bu ayet-i kerimenin akabinde efendimiz (asv.) "Bundan sonra," diyerek kendi cümleleriyle bu ayetin kapalı olarak içerdiği manaları beyan edip tekit etmiştir.

3-  Seni İslam'ın çağrısına davet ediyorum: O çağrı da Nûh'un çağrısı, İbrâhim'in çağrısı, Mûsa ve Îsa'nın çağrısı olan Tevhît inancıdır. Yeryüzünde Allah'tan başka ilah, otorite, güç ve mabud tanımamayı ifade eden "Lâ ilâhe illallah" çağrısıdır. Yerin ve göklerin yaratıcısına itaat çağrısıdır.

4- Eslim, Teslem" Müslüman ol, kurtul): Cevâmiu'l-Kelim (az kelimelerle, geniş manalar ifade etme) yeteneğine sahip olan Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellemin bu iki kelimelik cümlesi dünya tarihindeki olaylar ve dünyanın geceğinde insanların yapacağı olayları özetleyecek kadar geniş anlamlı iki kelimelik bir cümledir. Zira dünhya tarihi insanın hayat sahnesidir. İşte bu sahnede –geçmişte yaşanan olayların bize ıspatladığı gibi- yaratıcıya teslim olan, O'na itaat eden, O'nun emir ve yasaklarını aynen uygulayan kimseler selamete erip taat kurtulmuşlardır. Yaratıcıya teslim olmayan , O'na itaat etmeyen kimseler ise dünya ve ahiretin fitneleri altında helak olmuşlardır. İşte tarihte yaşananlar bunun şahididir. Nerede şimdi Âd ve Semûd kavmi!?.. Nerede Yaratıcıya isyan eden Lût kavmi?... Nerede Mûsa'nın peşinden koşan Firavun ve ordusu?... Nerede İbrahimi ateşe atan Nemrutlar?... Nerede Ebu Cehil'ler?... İşte son peygamber bir kere daha haykırıyor zulmün liderine... "Müslüman ol, kurtul" diyor!.. Kıyamete kadar gelen zalimlere!...

5-  Ki Allah sana ödülünü iki kat versin: Hem hz. İsa'ya, hem de hz. İsa'nın emrine uyup son peygambere inanıp itaat ettiğin için... Hem kendin inandın, hem de senin inanmanla sana tabi olanların inanmasına vesile olduğun için... Allah Teâlâ buyuruyor ki:

"Bundan evvel kendilerine kitap verdiğimiz (nice kimseler vardır ki) onlar buna (Kuran'a) inanıyorlar. Onlara (kuran ayetleri) okunduğu zaman "Buna inandık. Şüphesiz ki bu, Rabbimizden gelen bir Hakk'tır. Hakikat biz bundan evvel de İslam'ı kabul emiş kimselerdik" derler. İşte bunlara, sabır ve (sebat) ettiklerinden dolayı, mükâfaatları iki defa verilir"

Ebu Mûsa el-Eş'arî (r), Allah elçisinin şöyle dediğini rivayet etti:

"Üç sınıf insan vardır ki bunlara ödülleri iki kat verilecektir:

i- Ehl-i Kitaptan olup ta hem kendi peygambrine hem de muhammed'e iman edenler.

ii- Hem Allah'ın haklarını hem de efendisinin haklarını yerine getiren köleler.

iii- Cariyesi bulunan ve bu cariyeyi eğiten, eğitimini de güzel yapan, sonra da onu azât edip evlenen kimseler. Bedir ehlinden Ebû Mes'ûd Ukbe bin Amr (r), Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle dediğini rivayet etti: "Kim bir iyiliğin yapılmasına vesile olursa, o iyiliği yapan kimsenin ecri gibi sevap alır"

6-   Eğer Yüz Çevirirsen ( kendi günahınla birlikte) bütün Halkının Günahını Yüklenirsin: Çünkü halk yığınları sana tâbidir. Senin kararın milyonları etkileyecektir. Hatta o milyonların torunları, onların torunları ve onların yansımalarıyla birlikte kıyamete kadar gelen nesillerin mesulyetini taşıyacaksın. Bu kısa cümlelerin ne anlama geldiğini anlayan Heraklius'un yüzünen terler boşalmaya başladı. Zira, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem  bir başka hadis-i şerifte şöyle buyurur:

"İnsanları doğru yola çağıran kimseye, kendisine uyanların sevabı verilir. Ona uyanların sevaplarından  da hiç bir şey  eksilmez. Başkalarını delâlete çağıran kimseye de ,  kensisine uyan kimselrin günahları verilir. Ona uyanlrın günahlarından da hiç bir şey eksilmez"

İbn-i Mes'ûd (r), Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dediğini rivayet etti: "Haksız olarak öldürülen hiç kimse yoktur ki Âdem'in ilk oğluna ondan bir nasip yazılmış olmasın. Çünkü öldürme olayını ilk o başlatmıştı..."

Ardından Efendimiz(asv.) yahudi ve hırıstıyanlarla stratejimizi belirleyen bir ayet-i keimeyi bildirdi: "Ey ehl-i Kitap! Bizimle sizin aranızda ortak olan bir kelimeye gelin: Bu ifade o ortak kelimenin hem Hz. İsa'ya, hem Hz. Musa'ya hem de Hz. Muhammed'e (asv.) ortak olarak vahyedildiğine işaret eder. Hz. Musa'ya, Hz. İsa'ya vahyedilen o ortak kelimenin ne olduğunu ve orijinal ibaresini Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem'e indirilen vahiy açıklıyor:

i-   Allah'tan başkasına kulluk yapmayalım

ii-   O'na hiç bir şeyi denk tutmayalım

iii-   Allah'ı bırakıp bir birimiz rabb'ler edinmeyelim

Böylece "Ey hırıstiyanlr! Eğer siz Hz. İsa'yı gerçekten seviyor iseniz ona vahyedilen bu kelimeye tâbi olun! Ey yahudiler! Hz. Musa'nın bağlıları olduğunuzu iddia ediyorsanız ona vahyedilen bu kelimeye gelin" mesajı veriliyor..

- Ama maalesef ehl-i kitap buzağıya taptılar...

- Hz. İsa'yı ve Uzeyr'i Allah'a denk tuttular

- Ahbar ve ruhbanlarını rabb edindiler

Adiyy bin Hâtim boynunda bir haç olduğu halde Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellemin huzuruna çıktığında Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem "Onlar (ehl-i kitap) Ahbar'larını (yahudi din alimleri) ve ruhaban'larını (hırıstıyan din alimleri) Allah'ı bırakıp rabb'ler edindiler. Meryem oğlu İsa'yı da... Halbuki onlar (tevrat ve incilde) tek bir ilahtan başkasına kulluk yapmamamakla emrolunmuşlardı. Ondan başka ilah yoktur. O , onların ortak koşup denk tuttukları şeylerden münezzehtir ( Yücedir)" ayet-i kerimesini okudu. Adiyy bin Hâtim: "Biz ruhbanlarımıza ibadet etmiyorduk" diyerek itiraz etti. Bunun üzrine Efendimiz (asv.) meseleyi izah etti:

- O ruhbanlar, Allah'ın helal kıldığını haram, haram kıldığını da helal yapmadılar mı?

- Evet

- Siz de onlara itaat etmediniz mi?

- Evet

- İşte bu onları rabb edinmenizdir.

O halde Allah'ın kanunlarını bırakıp kendi kafalarına göre kanun koyanlar (haramı helal, helali haram yapanlar), kendilerini ilah yerine koyanlardır. Onlara itaat edenler de o ilahları rab edinenlerdir. O halde ey ehl-i kitap! Musa aleyhisselâm'ın, İsa aleyhisselâm'ın ve Muhammed aleyhissalâtü vesselâm'ın dünya halklarına bildirdiği ortak meseja gelin:

i- Allah'tan başkasına kulluk yapmayalım

ii- O'na hiç bir şeyi denk tutmayalım

iii- Allah'ı bırakıp birbirimizi rabb edinmeyelim.

"Eğer onlar (yahudi ve hırıstıyanlar) yüz çevirir iseler ( bu esasları kabul etmeyip Vahy'e tâbi olmazlar iseler) onlara deyin ki "Şâhit olun. Biz (kendimizi Allah'a teslim eden) müslümanlarız": Biz yerin ve göğün Yaratıcısına teslim olduk. O'na itaat ettik. O'nun gönderdiği vahyi (emir ve yasakları) kabul ettik. O'nun gönderdiği son peygambere, son kitaba, tarihte gönderilen bütün peygamberlere, bütün kitaplara iman ettik, tasdik ettik, kabul ettik. Artık sizin yolunuz size, bizim yolumuz bizedir.Yeniden Diriliş Günü, Yerin ve Göğün Yaratıcısı bizimle sizin aranızdaki hükmünü verecektir.

Ibn'ü Hacer el-Askalânî "Fethu'l- Bârî Bi Şerhi Sahîhi'l-Buhârî" adlı muhteşem eserinde der ki: "Bu mektubun kısa cümleleri dört ince latife ile doludur (Emir, Teşvik, Uyarı ve Tehdit):

i-   Müslüman ol (Emir)

ii-   Ki (selâmete erip) kurtulasın ve Allah mükafatını iki kat versin (Teşvik ve sevdirme)

iii-   Eğer yüz çevirirsen (Uyarı)

iiii-   Halkının günahını yüklenirsin (Tehdit)

Ebû Süyfan diyor ki: Bizans imparatoru Heraklius sorularını sorup mektubu okumayı bitirir bitirmez salonda bir gürültü koptu. Sesler yükselmeye başladı. Bizidışarı çıkardılar. Arkadaşlarımla baş başa kalınca onlara dedim ki:

- Andolsun ki Ebû Kebşe'nin oğlunun durumu muazzam bir durumdur. Zira, Asfar (sarı) oğullarının kralı ondan korkuyor. O'nun bir gün  galip geleceğini biliyordum. Tâ ki Allah beni İslama dahil edinceye kadar..." Ebu Süfyan "Ebû Kebşe'nin oğlu" ibaresiyle Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem'i kastediyor. Zira büyük işlerde kapalı ibareler kullanmak Arapların âdeti idi. Ebû Kebşe Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem'in dedelerinden birisinin adıdır.

HERAKLİUS'UN SON DURUMU

İbnü Hacer el-Askalânî "Fethu'l-Bârî"de şöyle der: "Dihye, imparatorun huzuruna çıkıp mesajı iletince Heraklius, şura üyesi danışmanlarından bir hırıstiyan din âlimine meseleyi arz etti. O âlim:

- İşte bu, (yıllardır) beklediğimiz ve Efendimiz İsa'nın bize müjdelediği zât'tır. Ben onu tasdik ediyorum ve O'na tabi oluyorum, dedi. Kayzer ise:

- Eğer ben bunu yaparsam saltanatım gider, dedi.

Dihye diyor ki:

- (Koridorda) bu hırıstıyan din âlimi beni yakalayıp şöyle dedi: "Bu mektubu al ve Efendine git. Ona selam söyle. Ona de ki "Ben şehadet ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur ve Muhammed Allah'ın elçisidir. Ben ona iman ettim ve tasdik ettim. Onlar ise beni reddettiler". Sonra bu âlim içeri girdi ve onu öldürdüler.

 

 



[1] Hadis öğrenim ve öğretim yollarından olan icazet, hocanın talebesine rivayet hakkına sahip olduğu hadislerin veya kitapların tamamını yahut bir kısmını rivayet etmesi için, yazılı veya sözlü olarak müsaade etmesidir.

[2] Zındık (çoğulu zenadıka:zındıklar) kelimesi mecusilerin kutsal kitabı Zend-Avesta’yla bağlantılı bir kelime olup Zend-ik yani Zend’e bağlı, o kitapla amel eden demektir. İran’ın fethinden sonra Mecusilerin bir kısmı İslam’ı içten yıkmak amacıyla İslamı kabul etmiş gibi görünüp eski inançlarını devam ettirdiler. Örneğin zındıkların en büyük alameti biri hayır diğeri şer ilahı olmak üzere iki ilahın kainatı yönettiğine dair inanıştır ki buna Seneviyye (dualizm, ikicilik) ismi verilir. Bu inanç tamamen mecusilere aittir. Kısacası Zındık terimi Kur’an’daki münafık kavramıyla eş anlamlı olarak kullanılır. Fıkıh kitaplarında içindeki küfrü ortaya çıkan münafıklara uygulanacak ahkam zındığın hükmü başlığı altında incelenmiştir. Ayrıca İslam toplumu içinde ve İslami kisveyle ortaya çıkmalarına rağmen küfür olan düşünceleri savunan batıniler, filozoflar ve vahdeti vücutçular  da  zındık olarak adlandırılmıştır. Bu eserde olduğu gibi bazı İslami kaynaklarda ise her türlü dinsiz, inkarcı akım zındıklık/zındıka olarak nitelenmiştir. Günümüzdeki komünizm ve masonluk gibi fikir akımları da zındıklık olarak değerlendirilebilir. Zaten kitabın ilerleyen sayfalarında zındıkların Kur’an’a yönelttikleri ithamları gördüğümüzde bunların benzerlerinin hatta bazen tıpatıp aynılarının günümüzdeki din düşmanları tarafından da dile getirildiğini ibretle müşahede edeceğiz.

[3] İmam Beğavi ilgili ayetin tefsirinde bu meseleyi şöyle izah etmektedir: “Şayet: Dünyada olmayan ve Allah’a isyan etmemiş bir deriye nasıl azap edilir? denilirse: Cevaben şöyle denir: Her defasında o ilk deri yenilenir.. “Başka derilerle” denilmesi ise, niteliğinin değişmesi nedeniyledir. Örneğin:“Bu yüzüğümden, başka bir yüzük yaptım” denilir. İkinci yüzük birinci yüzüktendir. Ancak sadece yapım ve nitelik değişmiştir. Yine örneğin: Bir kimse arkadaşını sıhhatli bir halde terkedip sonra döndüğünde onu hasta ve bitkin bir halde gördüğünde arkadaşı ona: Ben, beni bıraktığından farklıyım, der. Aslında bu ilk kişidir. Ancak niteliği değişmiştir.
Süddi der ki: Deri, kafirin etinden bir deriyle değişir. Sonra deri, eti getirir. Sonra etten başka bir deri çıkarır. Denildi ki: Derinin kendisi azap edilmez, onun sahibi derisine azap edilir. Çünkü Allah daha sonra: “Ta ki azabı tatsınlar” buyurmuştur, “litezüka; o deri tatsın” diye buyurmamıştır. Abdulaziz İbni Yahya der ki: Allah (celle celaluhu) Cehennem’liklere acı çekmeyen deriler giydirir. Bu onlar için daha büyük bir azap olur: Derinin her yanışında, bu başka bir deriyle değiştirilir. Örneğin Allah: “Elbiseleri Katran’dandır.” (İbrahim 14/50) buyurur. Elbiseler azap görmez, onlara azap verir. (Ta ki azabı tatsınlar. Şüphesiz Allah azizdir, hakimdir.)” (Beğavi, Mealim’ut Tenzil)

[4] İbnu Abbas (r.anhuma) “O gün durumlar çeşitlidir. Bazan konuşacaklar, bazan da ağızlarına mühür vurulacaktır.” demiştir. (bkz: Taberi Tefsiri el-Murselat 77/35. ayetin açıklaması)

[5] İmam Ahmed (rh.a) şu hadise işaret etmektedir: Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: «Allah (celle celaluhu) yeryüzünün her tarafından alınan birer avuç topraktan Adem (a.s)'ı yarattı. İşte insanlar bu yüzden toprak gibi değişik değişiktir. Bazıları siyah, bazıları kırmızı, bazıları da beyazdır. Bazıları yumuşak, bazıları çirkef, bazıları da temizdir. (Ebu Davud; Tirmizi; Ahmed; İbni Hibban; Beyhaki rivayet etti. Tirmizi bu hadis için hasen-sahih dedi. Hakim bu hadis için Buhari ve Müslim'in şartlarına göre sahihtir, dedi.)

[6] Ekinoks adı verilen bu durum 21 Mart ve 21 Eylül günlerinde meydana gelir.

[7] 21 Aralık

[8] 21 Haziran

[9] Buradaki ifadede çelişki gibi görülen azap ve ceza ile kasdedilen husus şu şekilde açıklanabilir. Bu dünyada verilen karşılık  ceza olarak adlandırılmaktayken ahirette verilen karşılık ise azap olarak adlandırılmaktadır. Yani Allah onları domuza çevirerek bu dünyada cezalandırmıştır oysa Firavun ve ailesine ahirette çok büyük bir azap vardır.

[10] Cehennemin 7 kapısı bazı müfessirlerce cehennemdeki yedi tabaka olarak adlandırılmıştır. Bazı rivayetlere göre ilk tabaka olan Haviye günahkâr müminler için, Sakar Yahudiler için, Sa’ir Hıristiyanlar için, Cahim Sabiler için, Leza ateşperestler için, Hutame putperestler için ve pek çok farklı isimle adlandırılan yedinci kapı (tabaka) cehennem ise münafıklar içindir.

[11] Cehmiye, Cehm bin Safvan et-Tirmizi’ye müntesib olanlardır. Sıfatları nefyetmeyi ve ta’tili açıkça dile getiren odur. O ise bu kanaatleri Abdullah bin Halid el-Kasri’nin, Vasıt’ta kurban niyetine kestiği el-Cad bin Dirhem’den almıştır. el-Ca’d ise Harran’lı Sabii filozoflarla ilişkiye geçmişti. O aynı şekilde dinlerini tahrif eden ve Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)'e büyü yapan, büyücü Lebid bin el-A’sam ile bağlantıları bulunan ve dinlerini tahrif eden bir takım Yahudilerden bazı şeyler de öğrenmişti. (Geniş bilgi için bkz: el-Akidet’ut Tahaviyye ve şerhi sf 539 ve krş için Türkçe terc. Sf 456)

[12] - “Sumeniyye” de denilen bu topluluk Hind filozoflarından (İndo-Budist felsefeciler olarak bilinmekle beraber aynı zamanda Harranlı müşrik felsefeciler de aynı isimle adlandırılmıştır. Mesudi el-Tenbih ve'l-İşraf 138-139) bir gruptur. Bunlar maddi olarak hissedilenler dışındaki şeylerin bilgisini inkar ederler. Böyle materyalist bir topluluk olmalarına karşın el-Fark Beyne'l-Firak muellifi Abdu'l-Kahir Bağdadi’nin verdiği bilgiye göre tenasuhu yani reeenkarnasyonu kabul etmektedirler. (bkz, a.g.e 12. bölüm: Ashabu’t tenasuh) Kısacası bu grubun batini/ezoterik görüşlere sahip bir tür gizli cemiyet olduğu söylenebilir. Yukarda ki dipnotta kaydettiğimiz hususlar da göz önünde bulundurulursa Cehmiyye’nin de diğer bid’at fırkalarında olduğu gibi Yahudiler ve de masonluğa benzer bir takım çevrelerin İslam toplumuna soktuğu bir fitne unsuru olduğu rahatlıkla görülür.

[13] Bu süre zarfında namazı terk ettiği ve hiçbir ilaha ibadet etmeden durduğu söylenir.

[14] Allah'ı yaratıklarına benzeten fırkaya verilen isim. Cehm bin Safvan (öl. 128/746) Allah'ın sıfatlarını inkar edip tatile saptıktan sonra buna bir tepki olarak Allah'ı insanlara benzetme hareketi başlamıştır. Allah’ı cisim olarak tasavvur eden Mücessime fırkası da bu akımın içinden doğmuştur. Gerçek Müşebbihe’nin en önemli temsilcisi Hişam bin Hakem adındaki bir Şii’dir. –Haşa- Allah’ın boyunun kendi karışıyla yedi karış olduğunu iddia etmiştir. Ayrıca Kerramiye mezhebi de Müşebbihe sınıfından sayılabilir. Bir de Cehmiyye, Mutezile gibi bazı dalalet fırkaları Allah’ın sıfatlarını ispat ettikleri için Ehli sünneti Müşebbihe olmakla itham ederler.

[15] Mu’tezile’nin kurucularından olup, Hasan el-Basri’nin öğrencisiyken büyük günah işleyenin hükmü konusunda ondan ayrılan Vasıl bin Ata’nın arkadaşıdır.

[16] Ragıb el-İsfahani diyor ki: “جعل” beş vecih üzere kullanılır: Birinci vecih “صارَ” yani “yapmaya başlamak, meydana gelmek” manasınadır. “جعل زيد يقول” yani “Zeyd söylemeye başladı” gibi. İkinci vecih, icad manasınadır. “وَجَعَلَ الظُّلُمَاتِ وَالنُّورَ” (el-En’am 6/1) yani “karanlıkları ve aydınlığı varetti” kavlinde olduğu gibi. Üçüncüsü; bir şeyden bir şeyi çıkarmak manasına وَجَعَلَ لَكُم مِّنْ أَزْوَاجِكُم بَنِينَ  “eşlerinizden de sizin için oğullar varetti.” (en-Nahl 16/72) kavlinde olduğu gibi. Dördüncüsü bir şeyi bir halden diğer bir hale çevirmek manasına:الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ الأَرْضَ فِرَاشاً “yeri sizin için bir döşek kıldı.” (el-Bakara 2/22) kavlinde olduğu gibi. Beşinci olarak da bir şey ile diğer bir şeye hükmetme manasında kullanılır.إِنَّا رَادُّوهُ إِلَيْكِ وَجَاعِلُوهُ مِنَ الْمُرْسَلِينَ “Biz, muhakkak onu sana iade edeceğiz ve kendisini peygamberlerden biri yapacağız.” (el-Kasas 28/7) ayetinde olduğu gibi. (Geniş bilgi için bkz. Ragıb el-İsfahani, el-Mufredat, جعل maddesi)

[17] Buradaki “emir” kavramı hakkında başka açıklamalar da yapılmıştır. Nitekim Kurtubi’nin naklettiğine göre İbn İsa şöyle demiştir: Emir, yüce Allah'ın mübarek gecede kullarının halleri ile ilgili olarak hükme bağladığı şeylerdir. (el-Camiu li Ahkam’il Kur’an)

[18] Bu hadisin Kitabu Sünne’de birçok rivayeti vardır. Kitab el-Sünne 62-32 “Salsala” kelimesi “gürleme” sesi anlamındadır. Tirmizi’de yer alan rivayette ise “silsile” yer almaktadır ki bu kelime “demir bir zincirin bir kayaya sürtülmesiyle oluşan ses”i ifade eder.

[19] Kitapta Ahmed bin Hanbel kimi zaman tek bir şahsı kastederek cevap vermekte kimi zamansa çoğul hitaplar kullanmaktadır.

[20] Ahmed bin Hanbel burada her iki ayeti ayırmadan tek ayetmiş gibi birlikte vermektedir.

 

[21] Cehm bin Safvan, Allah’ın hiçbir sıfatla nitelenemeyeceğini ve kulların onu hiçbir şekilde bilemeyeceklerini, bundan aciz olduklarını ileri sürer. Bu düşüncesini Sabiilerden aynen iktibas etmiştir. Zanlarınca tamamen meçhul bir varlık olan Allah’ın görülmesini ise haliyle mümkün görmemektedirler.

[22] Kitab el-Sünne, 42

[23] Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)'den gelen ve ru’yetullah’a delalet eden hadisi şerifler ile ashabının bu husustaki sözleri mütevatirdir. Bu hadisleri sahih, müsned ve sünen te’lif eden hadis âlimleri eserlerinde rivayet etmişlerdir. Bu hadislerden birisi şudur: Ebu Hureyre (ra) dedi ki: "Bazıları: Ey Allah’ın Rasulü! Kıyamet gününde Rabbimizi görecek miyiz? diye sordular. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: Ondördünde ay’ı görmekte herhangi bir zorluk, bir sıkıntı çeker misiniz? Hayır, ey Allah’ın Rasulü dediler. Bu sefer: Önünde herhangi bir bulut yokken güneşi görmekte bir sıkıntı çeker misiniz? Onlar yine: Hayır, dediler. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: İşte siz O’nu böylece göreceksiniz." Hadisi uzun uzadıya Buhari ve Müslim rivayet etmişlerdir. Daha fazla bilgi için Tahavi Akidesi’nin İbnu Ebi’l İzz tarafından yapılan şerhinin Ruyetullahla alakalı bölümüne ve ayrıca İbn’ul Kayyim’in Türkçeye “Cennetteki Hayat” adıyla çevrilen “Had’il Ervah” isimli eserinin ilgili bölümüne müracaat edilebilir. İmam Ahmed’in muhtasar olarak değindiği bu konuya mezkur eserlerde hem geniş olarak yer verilmiş, hem de Cehmiye’nin getirdiği şüphelere doyurucu cevaplar verilmiştir.

[24] Kitab el-Sünnede yer alan rivayette, rivayet zincirinde Süfyan atlanmış ve Hz Peygamber’den (sallallahu aleyhi ve sellem) hadisi duyan kişi olarak Hz Ebu Bekir (ra) verilmiştir Kitab el-Sünne, 51

[25] Kitab el-Sünne’de birçok farklı şekilde rivayetlerine yer verilmiştir. Hadisin uzunca anlatıldığı bir rivayetinde bazı farklılıklara yer verilmiştir. Kitab el-Sünne 1/44-45

[26] Kitab el-Sünne, 1/44

[27] Bu rivayetin kaynağı tespit edilememiştir. Kitab el-Sünne 1/64 ve 2/153

[28] Buradaki ifade bozukluğu transkripte yer alan bir hatadan oluşmuş olmalı, bu haliyle bir anlam ifade etmemektedir. Biz çeviri yaptığımız metinde yer aldığı için metin içerisinde olduğu gibi yer verdik.

[29] Kenz el-Ummal’da bu hadisin Ebu Davud, Tirmizi, Nesai, İbni Hibban, İbn Ebi Şeybe ve Taberani’den birçok değişik rivayeti vardır. (Kenz el-Ummal 463; 480; 481;491)