İnanıyor ve diyoruz ki: Allah her şeyi bilir ve hiçbir şey O'na gizli, kalamaz. Allah Hayy u Kayyûm'dur: Diri ve kendiliğinden var olandır. Kendi Zatına ait ezelî bir hayatla diri olup varlığı kendisiyle kaimdir ve diğer bütün varlıkları ayakta tutan da 'O'dur. Ezelî olduğu gibi Ebedîdir de. O'ndan başka ezelî bir varlık bulunmadığı gibi, O'nun yaratmasıyla varlığa kavuşan yaratıklardan Ebedî ve Bakî olan da yoktur. Her mahluk mutlaka ölümü tadıcı ve zevale ericidir yok olucudur.
Ehli Sünnetin
Esasları
Ey Rabbimiz,
bizlere tarafından büyük bir rahmet ihsan eyle, işlerimizi kolaylaştır ve
hakikate yönelt! Bizleri doğruluk ve iyilikten ayırma.
Sonsuz hamd ü
senalar olsun O yüce Allah'a ki, dostlarına Celal ve Cemal sıfatlarıyla zuhur
edip kendi zatı ve sıfatları hakkında onların kalblerini aydınlatmış, kemal
sıfatlarının müşahadesiyle onları kemale erdirip bahtiyar etmiştir. Aynı
zamanda Kendisini onlara nice nimet ve lütuflarıyla tanıtmış, kulları içinde o
dostlarını ilim ve marifetle seçkin kullar kılmıştır. Böylece onlar da O'nu,
eşi ve benzeri olmayan, hiçbir eksiği ve ihtiyacı bulunmayan bir Zat olarak
tanımışlar, O'nu zatında, sıfatlarında ve fiillerinde ortakdan tenzih edip
birlemişler; O'nu O'nun istediği ve Kitab'ında emredip öğrettiği şekilde tevhid
etmişlerdir. Her ne kadar O, haddi zatında Zat'mm künhü ve özü itibariyle
hakkıyla bilinemese de, Zat'ına ait sıfatları ve fiilleri hakkında kendi
dostlarını haberdar kılıp onları seçkin eylemiş ve bu en mühim konuda ifrad ve tefride
düşmekten sağa-sola sapmaktan korumuştur.
Şüphesiz ki
kullardan hiç biri, hakkıyla Allah'ı bilip tanıyamaz. Hiç bir kul hakkıyla O'na
kulluk edemez! Allah kendisinin bildiği ve Övdüğü gibidir. Nitekim bütün
kullara kulluğun kılavuzu olarak gönderilen ve bütün Allah elçilerinin en
keremlisi ve en şereflisi kılınan efendimizin mübarek lisanından çıkan' bir
mübarek sözde de böyle ifade edilmiştir.
Ancak bu; O'nu
zatıyla, zatının künhü ve özüyle tanımak bakımındandır. Yoksa Zatına ait
sıfatlar ve fiiller itibarıyla O'nu, O'nun enbiyası ve evliyası tanımakta ve bu
tanıyış ile seçkin kılınmış bulunmaktadırlar, İşte bu tanıyış iledirki,
başkalarına tanıtmanın kılavuzluğunu da yapmış bulunmaktadırlar. Nitekim Allah
Rasulu sallallahu aleyhi ve sellem'in en büyük ve ebedi mucizesi bulunan yüce
kitabımızın nice ayetleri bunun açık delili ve beyanı olduğu gibi, Allah Rasulu
sallallahu aleyhi ve sellemin hadislerinde de bunun örnekleri çoktur.
Sahih bir hadise
göre, şöyle buyurmuştur:
"Ey Allah'ım,
sen evvelsin, senden evvel bir şey yoktur! Sen ahirsin, senden ahir bir şey
yoktur! Sen zahirsin, senden zahir bir şey yoktur! Sen batınsın, senden daha
yakın bir şey yoktur." Müslim. Ebu Davud. Tirmizi, 3481
İşte biz, bu ve
benzeri dini tabirlere dayanarak inanıyor ve diyoruz ki: Allah evveldir, öyle
bir evveldir ki, O'ndan evvel bir şey yoktur; Allah ahirdir, Öyle bir ahirdir
ki, O'ndan ahir hiç bir şey yoktur; Allah zahirdir, O'ndan daha zahir hiç bir
şey yoktur; Allah batındır, öyle bir batındır ki, O'ndan daha batın, bize ve
bütün eşyaya O'ndan daha yakın hiçbir varlık yoktur.
İnanıyor ve
diyoruz ki: Allah her şeyi bilir ve hiçbir şey O'na gizli, kalamaz. Allah Hayy
u Kayyûm'dur: Diri ve kendiliğinden var olandır. Kendi Zatına ait ezelî bir
hayatla diri olup varlığı kendisiyle kaimdir ve diğer bütün varlıkları ayakta
tutan da 'O'dur. Ezelî olduğu gibi Ebedîdir de. O'ndan başka ezelî bir varlık
bulunmadığı gibi, O'nun yaratmasıyla varlığa kavuşan yaratıklardan Ebedî ve
Bakî olan da yoktur. Her mahluk mutlaka ölümü tadıcı ve zevale ericidir yok
olucudur.
Evet biz, sünnet
ve cemaat ehli müslümanları olarak inanıyor ve biliyoruz ki: Allah aynı zamanda
işitici ve görücüdür. Kullarının ihtiyaçları muhtelif ve dilekleri çeşitli
olduğu halde O, her bir kulunun her bir ihtiyacını bilmekte, dilek ve duasını
işitmektedir.
O'nun indinde hiç
bir şey, hiç bir şeye perde olmaz. O'na niyaz edenlerin sesleri Ve dilekleri
asla birbiriyle karışmaz. O, kullarının ısrarla kendisinden istemelerinden asla
usanmaz. O; bütün bunları bilen ve işiten bir Zat olduğu gibi, aynı zamanda
karanlık bir gecede mermer bir kaya üzerinde yürümekte bulunan kara karıncanın
ayak seslerini de işiten ve görendir.
Şüphesiz bundan
daha gizli ve güzel olanı da O'nun, bir kulunun kalbinin en küçük hareketini
dahi bilmesi ve görmesidir. Kulu, kalben O'na en küçük bir meyil gösterse, O da
kuluna güzel kabul yüzünü gösterir. Kulu kalben "Rabbim." dese, O da hemen "buyur kulum" diyerek karşılar. Kulu şayet O'na arka çevirse,
kulunu hemen düşmanına havale etmez ve kolay kolay kulunu terketmez. Aksine
kuluna son derece merhametli davranır. Zaten kulunun O'na en küçük bir meyil
göstermesi, O'nun kuluna olan ikbal ve merhameti neticesindedir.
O'nun kuluna olan
ikbal ve merhameti o kadar büyüktür ki, çok şefkatli bir annenin büyük bir
şefkat ve merhametle büyütmeye ve korumaya çalıştığı yavrusuna karşı duyduğu
merhametten, kıyas edilemeyecek derecede daha çok ve daha fazladır.
O'na arka çeviren
ve O'nun emrine aykırı giden bir kulu, bu kusuruna pişman olup da tevbe ettiği
zaman kulunun bu tevbesinden o kadar sevinir, o kadar razı olur ki; O'nun bu
sevinci ve rızası yanında, korkunç bir çölde her şeyini üzerine yüklediği
binitini kaybedip de bulamayınca helak olacağına kesin gözüyle bakan bir
yolcunun, ölmek üzere uzandığı yerde, bir ara gözünü açtığında kaybettiği
binitini başucunda bulunca duyduğu sevinç bir zerre bile değildir...
Elbette kuluna bu
derece yakın olan, bu kadar onun iyiliğini isteyen ve kolay kolay kulunu
bırakmayan yüce Allah'ın emir ve yasaklarına hiç aldırmayan, Allah'a olan isyan
ve tuğyanında ısrar edip hiçbir pişmanlık duymayan ve hiç bir şekilde O'nun
rahmet ve rızasına vesile olacak şeylere yanaşmayan, Allah'ın düşmanı olan
şeytanla tam bir sulh ve barış içinde bulunan bir kul da, tam helak olmayı
haketmiş olur.
Allah'ın kullarına
olan rahmet ve ikbalinin böylesine büyüklüğü ve sonsuzluğu karşısında illa da
şeytana olan dostluğunda sonuna kadar ısrar eden bir kulun, bu tutum ve
anlayışı karşısında bütün insanlar hayretler içinde kalsalar, elbette yeridir. Zaten
böylelerinden başka helak olanlar da yoktur.
Doğrusu ben,
Allah'ın bütün bu kullarına olan lütuf ve ihsanını, ikbal ve merhametini
ruhumun ta derinliğinden duyarak, O'na olan iman ve teslimiyetimi, yine O'nun
bana olan müstesna bir nimeti sayarım. O'nun her nevi lütuf ve ihsanlarına
karşı acizane O'na hamdler ederim.
O'na olan iman ve
şahadetimin islamî bir ifadesi bulunan kelime-i şehadetimizi tekrarlayarak iman
ve irfanımı tazeler ve yenilerim. Ben şehadet ederim ki: "Allah'tan başka
hiç bir ilah yoktur! Allah birdir, O'nun hiç bir ortağı yoktur! Ö, her bakımdan
bir ve eşsizdir! O'nun hiç bir dengi ve benzeri bulunmamaktadır. O, ehad ve
samed'dir. Her şey O'na muhtaç, fakat O hiç bir şeye muhtaç değildir."
Ben Allah'ı hem
ehadiyet'le (birliğiyle), hem de samediyetle (hiç bir şeye muhtaçsızlığıyla)
tevhid ederim. Bir dileğim olduğunda veya başım darda kaldığında, hep O'na
yönelir, O'ndan yardım isterim. O'nu bırakıp da haşa mahluklardan herhangi
birine teveccüh etmem.
Kalbim ve ruhumla,
O'ndan başkasına asla sığınmam. O ortağı, eşi, benzeri, misli, niddi ve zıddı
bulunmayan yüceler yücesi Rabbime; hiç bir eş ve ortak koşmam. O'nu daima bütün
ortaklardan, kusur ve eksikliklerden münezzeh ve mukaddes bilirim.
Hep böyle inanır,
böyle derim. Amel ve fiillerimde de hep böyle davranır, böyle hareket etmeye
dikkat ve gayret gösteririm. Kıldığım namazlarda, ettiğim niyazlarda da hep
beni bunda muvaffak kılmasını O'ndan isterim.
Yalnız kendi adıma
değil, bütün tevhid ehli kulları adına bunu O'ndan ister, samimi ve şuurlu bir
şekilde: "Ey bütün alemlerin Rabbı, Rahman ve Rahîm olan, din gününün
yegane Malik'i ve Hakim'i bulunan yüce Allah; bizler ancak sana ibadet eder,
ancak senden yardım isteriz. Bizleri doğru yol üzerinde sabit ve daim
eyle." diyerek O'na yalvarıp yakarırım.
Hiç şüphesiz,
O'nun sevgilisinin ifadesiyle: "Onun verdiğini geri çevirebilecek olan
yoktur. O'nun vermediği bir şeyi te'mine güç yetirecek olan da yoktur. Hiç bir
kimse O'nun emrine karşı duramaz ve hiç bir varlık O'nun hükmünü geçersiz kılamaz."
Mealen gördüğümüz
bu hadis-i şerifte ifadesini bulan bu yüce iman hakikatinin, bir ayi celilede
de yine gayet açık bir şekilde ifadesini bulmuş olduğunu görüyor ve bütün
bunlarla islamî iman ve tevhidimizi yeniliyoruz. İşte o ayetin meali de şöyledir:
"...Allah bir kavme kötülük istedi mi artık onu
geri çevirecek olan yoktur! Zaten bütün kulların, O'ndan başka koruyup
kollayanları da yoktur.". Ra'd Suresi: 11
Ben yine bütün
varlığımla inanır ve derim ki: "Allah
Rasulu sallallahu aleyhi ve sellem Allah'ın
kulu ve rasulüdür." İlahi emirlerin ve hakların yerine getirilmesinin
kaimi, davetçisi ve eminidir. Allah'ın yarattığı kulların da en hayırlısıdır.
Allah onu alemlere rahmet olarak göndermiş, Allah'a karşı saygılı olanların
önderi kılmıştır.
Kafirler ise O'nu
kendilerîne düşman edinmiş, O'nun getirdiği nuru söndürmek için durmadan
çalışıp didinmiştir. Fakat asla O'nun nurunu söndürememişlerdir. Allah Rasulu
sallallahu aleyhi ve sellem ise küfrün ve şirkin kalelerini yıkmış, bütün
alemlere hak ve hakkaniyetin, güzelim islamiyetin kahramanı ve hücceti
olmuştur.
Evet, bir fetret
devresi sonrasında son peygamber olarak gönderilen Allah Rasulu sallallahu
aleyhi ve sellem insanları yolun en doğrusu ve en açığına davet edip
kavuşturmuştur. O, Allah'ın elçisi olduğundan Allah O'nun candan sevilmesini,
O'na can ü gönülden itaat edilmesini, O'nu büyükleyip haklarına riayette
bulunmayı kulları üzerine farz kılmıştır.
Cennete giden
bütün yolları da O'nun yolundan geçirmiştir. Eğer herhangi bir yol O'nun yoluna
uğramadan devam edip gidiyorsa, kesinlikle bilinsin ki o yol çıkmaz yoldur ve
asla cennete uğramayacaktır. Yolcularına da hiç bir iyilik ve saadet
getirmeyecektir.
Allah Rasulu
sallallahu aleyhi ve sellem, öyle bir Allah elçisidir ki, Allah yüce Kur'an'ındâki
"elem neşrah leke" suresini O'nun hakkında indirmiştir. Gerçekten
O'nun göğsünü açıp genişletmiş, arkasındaki yükünü indirmiş, O'nun adını ve
şanını çok yüce kılmıştır. O'na karşı çıkıp muhalefet edenleri ise alabildiğine
alçaltmıştır.
Evet, O öyle bir
Allah elçisidir ki, yüce Allah O'nun hakkında: "Ey Rasülüm, senin ömrüne
andolsun ki onlar, kendi sarhoşlukları içinde bocalıyorlardı!" buyurarak
and içmiştir. O'nun adını kendi adına yaklaştırıp Kendisi anıldıkça onu da
andırmıştır. Nitekim kelime-i şehadetlerde, hutbelerde ve ezanlarda bu hep
böyledir.
Allah Rasulu
sallallahu aleyhi ve sellem de, Allah'ın elçisi sıfatıyla Allah yolunda
öylesine çalışmış, öylesine mücadele etmiştir ki, hiçbir kimse ve hiçbir kuvvet
kendisini bu yoldan çevirememiştir. İnsanlar fevc fevc İslama girip hidayete
erinceye, alemler O'nun nuruyla doluncaya kadar mücadelesine devam etmiştir.
Sonra daveti tamam olunca da yüce Allah azze ve celle O'nu dünyasından göçürüp
yanına almıştır. O da her fanî gibi Allah'ın rahmetine kavuşmuş, Allah'ın
kendisi için hazırladığı ilahi lütuf ve nimetlere ermiştir.
Kısaca özetlemek gerekirse O; elçilik görevini
yerine getirmiş, emaneti eda etmiş, insanlara tebliğ ve nasihatta bulunmuş,
Allah yolunda hakkıyla mücahede ederek bütün mücahidlere hakkıyla imam ve önder
olmuştur. Neticede Allah'ın dinini hakim kılıp dimdik ayakta tutmuştur. Ahirete
göçmezden önce bütün müslümanları, gecesi gündüz gibi aydınlık bulunan bir yola
ve dine kavuşturmuştur. Gayet haklı olarak, yüce Kur'an'ımızın da haber verdiği
gibi, bu hususta şöyle buyurmuştur:
"İşte benim
yolum budur! Ben insanları Allah'a basiretle davet ederim. Ben ve bana uyanlar
işte hep böyleyizdir. Allah'ı tenzih ve takdis ederim. Ben asla Allah'a ortak
koşanlardan değilim!" Yusuf Suresi: 108
Ben bütün bunlara
inanan ve şehadet getiren biri olarak tam bu noktada diyorum ki: Yüceler yücesi
Allah, kullarını yaratıp da başıboş bırakmış değildir. Bilakis onları sorumlu
ve yükümlü kılmıştır. Onlara emretmiş ve nehyetmiş, emir ve nehiylerini
yanlışsız ve eksiksiz olarak anlamalarını ve uygulamalarını onlardan
istemiştir.
Neticede kimi
kazanmış, kimi de kaybetmiştir. Kullarına güzel ve yeterli bir istidat vermiş,
ilmin ve amelin imkan ve iktidarını onlara bahşetmiş; kalb, akıl, göz ve kulak
gibi uzuvlarla kendilerini donatmıştır.
Bütün bunlar,
O'nun kullarına olan büyük nimet ve lütuflandır. Kuluna ise, bu nimetleri veren
yüce Rabbine şükür ve kulluk etmek gerekir. Her kim Allah'ın verdiği nimet ve
imkanları Allah'a itaat yolunda kullanır, kulluğunun özü ve cevheri ile Allah'ı
tanımak ve O'na O'nun kendisini tanıttığı şekilde arif ve alim olmak
istikametinde ilerlerse; hem Rabbine şükretmiş, hem de O'nun rızasını kazanmış
olur.
Her kim de,
Allah'ın kendisine verdiği bu imkan ve nimetleri, kendi nefsinin istek ve
arzuları istikametinde kullanırsa, şüphesiz o da dalalet ve hüsran yolunu
tutmuş olur. Bir kimse ki yaratanını tanımamış ve O'nun kendisine verdiği
imkanları O'nun yolunda değil de, nefsinin arzuları istikametinde kullanmışsa;
böylesinin hüsrandan başka nasibi olamaz. Böyle bir kimse sonunda hiç bir
kimseye kabahat yükleyemez.
Sonunda iman ve
amele göre ceza ve mükafatın bulunduğunda ise hiç şüphe yoktur! İşte o hesab ve
ceza gününde kul; kendisine verilen akıl, kalb, göz ve kulaktan birer birer
sorguya çekilecektir. Her nevi kusur ve eksikliklerden yüce ve münezzeh bulunan
yüce Rabbimizin bir ayeti de, bu islami ve ilahi hakikati ne güzel
açıklamaktadır:
"Sakın bilmediğin bir şeyin ardına düşme!
Çünkü kulak, göz ve gönül, evet bunların hepsi ondan (o yaptığı şeyden) mutlaka
sorumludur." İsra Suresi: 36
İnsana bahşedilen
çeşitli organların merkezi ve mihveri durumunda olan kalbdir. Kalb; tıpkı
askerleri üzerinde her emrini icra eden ve onları kendisine itaat ettiren bir
hükümdar gibidir, insanın bütün organlarının ahvali, hareket ve istikameti
tamamen kalbe bağlı bulunmaktadır. Allah Rasulu sallallahu aleyhi ve sellem bu
hususu, bir hadislerinde şöyle beyan buyurmuşlardır:
"Haberiniz olsun ki, bir insanın kalbi iyi
ve istikametti oldu mu, onun bütün bedeni ve azaları da iyi ve istikametli
olur." Buharı, Kitabü'l-lman: 1/19.
Görüldüğü gibi,
beden mülkünün meliki, bedenin ve bütün organların merkezi ve emredicisi
kalbdir. Beden mülkünde emrini infaz eden kalbdir. Kalbin emri, kasdı ve niyeti
olmadıkça bir iş meydana gelmez. Bu itibarla esas sorumluluk kalbe aittir. Bu
sebeble iyi ve istikametli, selim ve sıhhatli olmasına ihtimam gösterilecek
olan da kalbdir.
İşte bunu bildiği
içindir ki Allah'ın düşmanı olan İblis, bütün imkanı ve dikkatiyle insanoğlunun
kalbini çeşitli vesveseler, vehimler ve şehvetlerle doldurmak ister. Onu doğru
yoldan sapıtabilmesi için pek çok hile ve tuzaklar kurar. Allah'ın kullarını
Allah'ın rızası ve tevfıkinden mahrum bırakmak için olanca kuvveti ve şeytanatı
ile çalışır durur.
Bir kul; devamlı
Allah'ın inayet ve hidayetine sığınmadıkça şeytanın hile ve tuzaklarından
kurtulamaz. Bunun için bizler devamlı Allah'a sığınmak, Allah'ın rızası ve
tevfıkine vesile olan hayırlı ve salih amellere sımsıkı sarılmalıyız. Bütün
dikkat ve gayretimizle Allah'a kullukta kusur etmemeye çalışmalıyız, İşte o
zaman, bizler de yüce Allah'ın şu fermanındaki kulları katarına katılmış
oluruz:
"Ey İblis! Benim Öyle halis kullarım vardır
ki, senin onlara karşı bir gücün yoktur! Sen ancak, sana uyan azgınları azdırabilmiş
olacaksın." Hicr Suresi: 42
İşte bu ayette
Yüce Allah'ın "kullarım" dediği kullar, Şeytan'ın tesir sahasının
dışındadırlar. Çünkü onlar alemlerin Rabbına karşı kullukta samimi ve
ihlaslıdırlar. Ubudiyet makamının gereklerini gerçekleştirmiş bulunmaktadırlar.
Onların kalbleri iman ve tevhid nuruyla nurlanıp şuurlanmış, işleri ihlaslı
olmuş, yakın ve tahkikleri de devamlı bulunmuştur.
Artık onlar,
taklidden kurtulup tahkike ermişlerdir. Allah indinde "mukarrabîn"den
(Takva ve ubûdiyyet ile evliya derecesinde) olmuşlardır. Bu sebebten yüce Allah
azze ve celle onları bir ayetinde de şu şekilde müstesna kıldırmıştır.
Yani kendilerine
zarar veremeyeceğini Iblis'e itiraf ettirip onun dilinden bildirerek ederek
şöyle buyurmuştur: "Ancak ya Rabbi,
kendilerine ihlas verilmiş kulların müstesnadır! Benim onları etkileyip de
azdırmam mümkün olmayacaktır." Hicr Suresi: 40.
Ben hiç şüphe
etmiyorum ki, bütün amellerin ve hallerin iyi veya kötü oluşlarının esas medarı
kalbdir! Kalbdeki kasıd ve niyetin iyi veya kötü oluşudur...
Bizler bazen,
kişinin kalben ve manen "ölmüş" olduğundan bahsederiz. Aslında bu
nedir ve nasıl olmaktadır? Şüphesiz başlangıç, kalblerin düşmanları bulunan
şeytanların vesveseleridir.
Bazı kalbler,
şeytanî vesveseleri kabullenmekte, sonra bu vesveseler kalblerde meyvelerini
vermektedir. Sonra da bu iş ve amel olarak ortaya çıkmaktadır. İş ve amellerin
kötü oluşu da tekrar kalbleri karartmaktadır. Yani şeytanların vesvesesi
yüzünden kasıd ve niyetlerinde az da olsa bozulmalar meydana gelen gönüller
bulunmakta, sonra bu kötü amele dönüşmekte, kötü işler de kalbin fesadına sebeb
olmaktadır.
Neticede kalb
tamamen bozulup kararmakta; hastalık bir diğer hastalığa sebebiyet vererek
artmakta ve sonunda kalb ölmektedir. Artık o kalbde, hiç bir hayat ve nur
kalmamaktadır. İşte bu kitap akide inancını sağlamlaştıracak ve bozulan kalpler
tekrar hayat bulacak.
Akîde kelimesi lügatte: ‘Akd’
kelimesinden alınmıştır. Bu kelime sıkı sıkıya yapışmak, bağlamak,
sağlamlaştırmak, kesinlik ve eksiksiz yapmak demektir.
Istılahta ise: Yüce Allah’a kesin şüphesiz bir şekilde
ve tevhidin gereklerine uygun olarak iman etmek, Meleklerine, Kitaplarına,
Rasûllerine, Ahiret Gününe, hayır ve şerriyle Kadere iman etmek ve dinin
esasları kapsamına giren diğer hususlara da iman etmektir.
Nitekim Seleften
birçok kimse Sahih Akîdeyi, es-Sunne diye isimlendirmişlerdir. Bununla sapık
fırkaların akide ve görüşlerini birbirinden ayırmışlardır. Zira Ehli Sünnet
ve’l-Cemaat’in Akîdesi olan Sahih Akîde; Kur’ân’ın açıklayıcısı olan Allah
Rasulu sallallahu aleyhi ve sellem’in Sünnet’inden alınmıştır.
Seleften bazıları
Akîde hakkında yazdıkları kitaplara es-Sunne ismini vermişlerdir. İmam Ahmed b.
Hanbel’in es-Sunne adlı eseri ile İbn Ebî ‘Asım’ın ve başkalarının es-Sunne
adlı eserleri bunlardandır.
Yine bazı âlimler
de Akîdeye Usûlu’d-Dîn adını vermişlerdir. Allah Rasulu sallallahu aleyhi ve
sellem’in dini; İtikadîyyât ve Amelîyyât olmak üzere iki kısma ayrılmıştır.
Amelîyyât ile kastedilen; namaz, zekât, alışveriş gibi amellerin keyfiyetine
dair kurallar ve hükümlerdir.
Bunlar; Fer‘îyye
veya Fur‘û diye isimlendirilir. Bu da Akîde ilminin Fer‘î’dir. Zira Akîde
itaatlerin en şereflisidir ve ameli ibadetlerin kabulü, Akîdenin sahih olmasına
bağlıdır. Akîde bozulduğu zaman ibadet kabul edilmez ve ecri de geçersiz olur.
Kulların buna
ihtiyaçları herşeyden çoktur. Hiçbir şeyle kıyas edilmeyecek kadar buna zorunlu
olarak muhtaçtırlar. Çünkü kalpler rab’lerini, ma’budlarını ve kendilerini
yoktan yaratıcılarını isim, sıfat ve fiilleriyle tanımaksızın hayat bulamazlar.
Bütün bunlarla birlikte kalplerin herşeyden çok onu sevmeleri gerekir ve bütün
gayretleri diğer yaratıklar bir tarafa, sadece O’na kendilerini yakınlaştırmaya
yönelik olmalıdır.
Akılların kendi
başlarına bunları etraflı bir şekilde bilip, idrâk etmeleri imkânsız bir
şeydir. Bundan dolayı aziz ve rahim olan Allah, rahmetinin gereği olarak
kendisini tanıtan, yoluna çağıran, çağrılarını kabul edenleri müjdeleyen,
kendilerine muhalefet edenleri korkutup uyaran peygamberler göndermiş; onların
davetinin anahtarını, risaletlerinin özünü, şanı yüce ma’bûdu isim, sıfat ve
fiilleriyle tanımak olarak tesbit etmiştir. Zira risaletin başından sonuna
kadar bütün gerekleri bu bilgi üzerine bina edilir.
Sonra bunun
arkasından iki önemli esas gelir:
Birincisi kendisine
ulaştıran yolun tanımıdır. Bu da emir ve yasaklarını ihtiva eden şeriatidir.
İkincisi kendisine
ulaşmalarından sonra bu yolu izleyenlere verilecek olan ebedî nimetleri
bildirmektir.
Buna göre insanlar
arasında Allah’ı en iyi tanıyanlar kendisine ulaştıran yola en çok uyan ve
huzuruna varacakları vakit O’nun yolunu izleyenlerin durumunun ne olacağını en
iyi bilen kimselerdir. İşte bundan dolayı yüce Allah, Rasûlüne indirdiklerine
"ruh" adını vermiştir. Çünkü gerçek hayat buna bağlıdır. Diğer
taraftan hidayet bulmak da O’na bağlı olduğundan ötürü yine bu yolu
"nur" diye adlandırmıştır.
Usûlu’d-Dîn ilmi,
ilimlerin en şereflisidir. Zira her bir ilim dalının şerefi, konusunun
şerefindendir. Bu ise fer’î hükümlerin
fıkhına nispetle en büyük fıkıh, Fıkh-ı Ekber’dir. Bu yüzden İmam Ebû
Hanife dinin Usûlu’d-Dîn ile ilgili
sayfalarda topladığı sözlerini Fıkhu’l-Ekber diye adlandırmıştır. Kulların buna
olan ihtiyaçları her şeyden çoktur. Her şeyden çok buna zorunlu olarak
muhtaçtırlar. Zira kalpler rablerini, mabudlarını ve kendilerinin yoktan
yaratıcısını isim, sıfat ve fiilleriyle tanımaksızın hayat bulamazlar. Bütün
bunlarla birlikte kalplerin her şeyden çok O’nu sevmeleri gerekir ve bütün
gayretleri diğer yaratıklar bir tarafa, sadece O’na kendilerini yakınlaştırmaya
yönelik olmalıdır. Bazı âlimler böylece Akîdeye Fıkhu’l-Ekber ismini
vermişlerdir. Çünkü Akîde, dinin aslıdır. Amelî fıkıh ise daha önce geçtiği
gibi Fıkhu’l-Asgar ve Furu’îh: Küçük Fıkıh ve Dalları diye isimlendirilmiştir.
İmam Ebû Hanife de Akîde risalesini Fıkhu’l-Ekber diye isimlendirmiştir.
Ehli Sünnet
ve’l-Cemaat:
Onlar, Allah
Rasulu sallallahu aleyhi ve sellem’in sahâbeleri ve kıyamet gününe kadar onlara
doğru bir şekilde tabi olanlardır.
Onlar, bidat ve hurafelerin şübhesinden uzak, Allah Rasulu sallallahu
aleyhi ve sellem’in üzerinde bulunduğu ve ashâbının üzerinde ittifak ettikleri sahih Akîdeye
sarılanlardır.
Ehli Sünnet
isminin verilmesinin sebebi, amellerinin; Kur’ân’ın açıklayıcısı olan Allah
Rasulu sallallahu aleyhi ve sellem’in Sünnet’ine uygun olması ve Allah Rasulu
sallallahu aleyhi ve sellem’in şu hadisiyle amel etmelerindendir:
‘Benim sünnetime
ve benden sonra kendilerine hak yol gösterilmiş olan Raşit halifelerimin
sünnetine uyun. Ona hırsla sarılın.’ Tirmizî, 2676,
Ehli
Sünnet ve’l-Cemaat şeklindeki isimlendirme doğru bir vasıftır. Allah Rasulu
sallallahu aleyhi ve sellem’e tabi olan sahih Akîde mensupları ile Allah Rasulu
sallallahu aleyhi ve sellem’in yolundan başka yol tutan diğer fırkaları bu
vasıf ayırır. Bu fırkalardan olanlar Akîdelerini insanların akıllarından ve
Yunan felsefesinden varis oldukları kelam ilminden alırlar. Böylece bu
Akîdelerini Allah azze ve celle’ın kelamının ve Allah Rasulu sallallahu aleyhi
ve sellem’in Sünnet’inin önüne geçirerek, sabit şer‘î nasları reddederler veya
sırf bazı beşeri akılların kabul etmediği veya akılların bu nasların delalet
ettiği anlamları mümkün görmediği için tevil ederler. Felsefeciler, Kaderîyye,
Maturidîyye, Cehmîyye, Mu‘tezile ve bazı görüşlerinde Cehmîyye’yi taklit eden
Eş‘ârîler bu fırkalardandır.
Sözlükte
Sünnet: Sözlükte fiil olarak: “Senne’l-emra”
bir işi açıkladı anlamındadır.
Sünnet, ister övülen, ister yerilen olsun izlenen yol ve
gidiş anlamındadır. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın şu hadisinde bu
anlamıyla kullanılmıştır: “Sizden öncekilerin yollarına (senen) karış karış ve
arşın arşın uyacaksınız.” (Buharî ve Müslim) Yani din ve dünya ile ilgili
yollarını izleyeceksiniz.
Peygamber efendimizin şu hadisinde de bu anlamda
kullanılmıştır: “Kim İslam’da güzel bir sünnet ortaya koyarsa, ona hem o
sünnetin ecri, hem de ondan sonra onunla amel edenlerin ecri -onların
ecirlerinden bir şey eksiltilmeksizin- verilir. Kim de İslam’da kötü bir sünnet
ortaya koyarsa...” (Müslim) yani bir
yaşayış şekli, tarzı ortaya koyarsa demektir.
Terim Olarak
Sünnet: Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve
sellem-’ın ve ashabının ilim, itikad, söz, davranış ve takrir (yapılıp ta
itiraz etmedikleri) hususlarda izledikleri yol demektir.
Sünnet aynı zamanda ibadet ve itikadlardaki sünnetler
hakkında da kullanılır. Sünnetin karşıtı bid’attir. Peygamber -sallahu aleyhi
ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Gerçek şu ki sizden benden sonra yaşayacak
olanlar pek çok ayrılıklar görecektir. Size benim ve doğru yolda hidayet üzere
bulunan halifelerin sünnetine bağlanmanızı tavsiye ederim.” Süneni Ebu Davud
Cemaat: Sözlük anlamıyla cemaat, bir şeyin parçalarını birbirine
yaklaştırmak suretiyle, katmak ve eklemek demek olan cem’den alınmıştır. Ben
onu cem ettim o da cem oldu, denilir.
Cemaat, içtimâdan türemiştir. Ayrılıp dağılmanın ve
ayrılığın zıttıdır.
Cemaat çok sayıdaki insan topluluğu demek olduğu gibi, belli
bir maksat etrafında toplanmış bir kesim insan anlamında da kullanılır.
Yine cemaat herhangi bir iş üzere toplanmış olan topluluk
demektir.
Terim Olarak
Cemaat: Müslümanların cemaati demek olup,
bunlar da ashab, tabiîn ve kıyamet gününe kadar onlara güzel bir şekilde uyan,
kitab ve sünnet etrafında toplanmış, Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve
sellem-’ın zahiren ve batınen gittiği yolu izleyen bu ümmetin selefi demektir.
Yüce Allah mü’min kullarına cemaat olmalarını, birbirleriyle
kaynaşıp yardımlaşmalarını emr ve teşvik etmiş, onlara tefrikayı, ayrılığı ve
birbirini boğazlamayı yasaklamıştır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Allah’ın
ipine topluca sarılın ve ayrılmayın.” (Al-i İmran, 3/103);”Siz kendilerine
apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın.”
(Al-i İmran, 3/105)
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- da şöyle
buyurmuştur: “Şüphesiz bu ümmet yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Bunların
yetmişikisi ateşte, bir tanesi ise cennette olacaktır ki o da cemaattir.” Süneni Ebu Davud
“Cemaatle birlikte olmaya bakınız, tefrikadan uzak durunuz.
Şüphesiz şeytan tek başına kalanla beraberdir. İki kişiden ise nisbeten
uzaktır. Kim cennetin geniş yerini istiyor ise o halde cemaatten ayrılmasın.” Ahmed
Yüce sahabi Abdullah b. Mes’ud -radıyallahu anh- da şöyle
demiştir: “Cemaat tek başına olsan dahi hakka uygun düşen şeydir.” Lâlekâî, Şerhu
Usuli İ’tikadi Ehl-i Sünneti Ve’l-Cemaa
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat birtakım nitelik ve özellikleriyle
diğerlerinden ayrılırlar. Bunların bazıları şunlardır:
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat ister itikad, ister ahkâm, ister
yaşayış bakımından ifrat ile tefrit, aşırı gitmek ile katılık arasında vasat ve
itidal üzere olanlardır. O halde bu ümmet diğer ümmetler arasında vasat olduğu
gibi, onlar da bu ümmetin fırkaları arasında vasat olanlardır.
Dinin hükümlerini sadece kitab ve sünnetten alırlar. Bunlara
gereken önemi verirler. Bunların nasslarına teslim olur ve selef yönteminin
gereklerine göre bunları kavrarlar.
Onların, sözlerinin tamamını aldıkları ve ona uymayan
herşeyi bir kenara bıraktıkları, Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’ın
dışında tazim ettikleri herhangi bir imamları yoktur. Rasûlullah’ın hallerini,
sözlerini ve fiillerini insanlar arasında en iyi bilenler onlardır. Bundan
dolayı insanlar arasında sünneti en çok seven, ona tabi olma gayretini en çok
ortaya koyan ve bu sünnet ehlini en çok sevenler de onlardır.
Din hususunda düşmanlıkları terkederler, düşmanlık
yapanlardan uzak kalırlar. Helal ve haram meselelerinde tartışmayı bir kenara
bırakırlar, dinin tamamını esas alır ve kabul ederler.
Selef-i salih’i tazim eder, selef yolunun en esenlikli, ilme
en uygun ve en muhkem olduğuna inanırlar.
Tevili kabul etmezler, şeriata teslim olurlar. Bununla
birlikte nakli, akıldan (zihni tasavvurlar) öncelikli kabul ederler ve
ikincisinin, birincisine boyun eğmesini sağlarlar.
Aynı mesele ile ilgili değişik nassları birlikte ele alırlar
ve müteşabih olanları muhkem’in ışığında anlamaya çalışırlar.
Hak üzere sebatları, akide hususları üzerinde ittifak edip,
değişip duran kanaatlere sahib olmamaları, ilim ve ibadeti şahıslarında
toplamaları, Allah’a tevekkül etmekle birlikte sebeplere yapışmaları, dünya
nimetlerini elde ederken dünyaya karşı zâhidâne yaşayışları, korku ile ümit,
sevgi ile buğz duygularını birlikte taşımaları, mü’minlere karşı merhametli ve
yumuşak olmakla birlikte, kâfirlere karşı ise sert ve şiddetli olmaları, zaman
ve mekânın değişmesi ile birlikte değişikliğe uğramamaları suretiyle hakka
hidayet eden ve dosdoğru yolu gösteren salihlerin önderleridirler.
Onlar İslam,
Sünnet ve Cemaatin dışında herhangi bir isim almazlar.
Sahih akideyi, dosdoğru dini yaymaya, insanlara bunları
öğretip, doğruya iletmeye, onlara içten nasihat edip, onların işleriyle
ilgilenmeye önem verirler.
İnsanların sözlerine, inançlarına ve davetlerine karşı,
insanlar arasında en çok sabredenler, tahammül gösterenler onlardır.
Cemaate ve kaynaşmaya çokça gayret ederler, buna davet eder,
insanları buna teşvik ederler. Ayrılıkları ve tefrikayı bir kenara bırakırlar,
insanları bunlardan sakındırırlar.
Yüce Allah onları birbirlerini tekfir etmekten korumuştur.
Başkaları hakkında da ilme ve adalete uygun olarak hüküm verirler.
Birbirlerini severler, birbirlerine karşı merhametlidirler.
Kendi aralarında yardımlaşırlar, birbirlerini tamamlarlar. Ancak dini esaslara
bağlı olarak başkalarını dost ya da düşman bilirler.
Özetle ehl-i sünnet ve’l-cemaat, insanlar arasında huyları
en güzel olanlar, yüce Allah’a itaat etmek suretiyle nefislerini temizlemeye en
çok gayret gösterenlerdir. En geniş ufuklu insanlar, en uzak görüşlüler,
başkalarının görüş ayrılıklarına en çok tahammül gösterenler, bunun adabını ve
usulünü en iyi bilenler onlardır.
Akîdelerini çoğu
zaman heva üzerine kuran şeyhlerinin ve imamlarının görüşlerinden alan Sufîyye,
Rafızîyye gibi fırkalar da bunlardandır. Onların sözlerini, Allah azze ve
celle’nın kelamının ve insanların en hayırlısı olan Allah Rasulu sallallahu
aleyhi ve sellem’in kelamının önüne
geçirirler.
Yine bu
fırkalardan kimisi Akîdelerini tesis eden ve esaslarını koyarak inşa eden
önderlerine nispet edilmiştir. Mesela Cehmîyye; Cehm b. Safvân’a, Eş‘ârîler;
Ebû’l-Hasen Eş‘ârî’ye ve Ebadîyye; Abdullah b. Ebâd’a nispet edilerek bu ismi
almışlardır. Her ne kadar Eş‘ârî bu Akîdeden dönerek Ehli Sünnet ve’l-Cemaate
katılmışsa da taklitçileri onun dönüş yaptığı; Allah Rasulu sallallahu aleyhi
ve sellem’in yoluna muhalif olan Akîdesi üzerinde devam etmişlerdir.
Bu fırkalardan
kimisi de Allah Rasulu sallallahu aleyhi ve sellem’in yoluna aykırı olan
Akîdevî görüşlerine veya bazı kötü fiillerine nispet edilmişlerdir. Mesela
Rafîzîler; Ebû Bekir ve Ömer’in
imamlıklarını inkâr edip onlardan uzak oluşları sebebiyle bu ismi almışlardır.
Kaderîyye; kaderi inkâr etmelerinden dolayı, Haricîler; yöneticilere karşı
ayaklanmaları sebebiyle bu isimlere nispet edilmişlerdir.
Allah azze ve
celle, Ehli Sünneti hata ve yanlıştan korunmuş olan, semadan vahiyle
desteklenmiş olan, hevasından konuşmayan, ancak kendisine bildirilen vahiyle
konuşan Rasûlüllâh Muhammed b. Abdullah’in Sünnet’inden başkasına tabi olmaktan
ve nispet edilmekten korumuştur. Onların es-Sunne’den başka nispet edildikleri
bir isimleri yoktur
Bazı âlimler Ehli
Sünnet’e, Hadis Ashâbı veya Hadis Ehli ismini vermişlerdir. Zira onlar Allah
Rasulu sallallahu aleyhi ve sellem’in hadislerine gerek rivayet ve gerekse
dirayet bakımından önem gösterir, hadislerde gelen akide ve hükümlere tabi
olurlar.
Selef kelimesi
lügatte; önceki topluluklar demektir. Selefe - Yeslufu denilerek geçmiş kastedilir. ‘Kişinin Selefi’ denildiğinde geçmiş babaları ve ataları kastedilir.
Istılahta ise; Allah Rasulu
sallallahu aleyhi ve sellem’in sahâbeleri ve onlara tabi olarak, üstün kılınan
üç asırda yaşayıp onların yolunda yürüyen din imamları demektir.
Halef kelimesi lügatte; sonraki
demektir ve geçenlerden sonra gelen kimse hakkında kullanılır. Istılahtaki
anlamı ise; Allah Rasulu sallallahu aleyhi ve sellem’in ve sahâbelerinin yoluna
Akîde konusunda muhalefet eden; Haricîler, Rafızîler, beşeri aklı, şer‘î
nasların önüne geçiren Kelamcılar, Cehmîyye, Mu‘tezile, Eş‘ârîyye, Kaderîyye,
Mürcie ve benzerleri gibilerdir.
Ehli Sünnet
ve’l-Cemaat; Selefin menheci, metot ve yöntemi üzerinde yürüyenlerdir. Onların
önünde Allah Rasulu sallallahu aleyhi ve sellem’in sahâbeleri, başlarında Raşîd
Halifeler olan Ebû Bekir, Ömer, Osman ve
‘Alî vardır.
Selefî Sâlihîn’in
Akîdesi – Allah Rasulu sallallahu aleyhi ve sellem’in sahâbelerinin ve onların
menheci üzerinde gidenlerin akîdesidir ki bu da- daha önce geçen hadisteki
gibi; Allah Rasulu sallallahu aleyhi ve sellem’in yoludur.
Halef menheci,
metot ve yöntemi üzerinde gidenlere ise: Halefî denilmiş ve Halef, bu
isimlendirmeyi ikrar etmiştir. Hatta onlardan pek çoğu Halefin mezhebini;
önünde Rasûlüllâh’in sahâbesi olan
Selefin mezhebinden daha üstün tutma cüretini göstermişlerdir. İşte bu, onların
yolunun Allah Rasulu sallallahu aleyhi ve sellem’in başında olduğu
sahâbelerinin yoluna muhalif oluşunun açık bir itirafıdır. Bu itiraf, Sahih
Akîdeden yüz çevirmek olarak yeterlidir.
SÜNNETE
UYMAK VE ONUNLA ÇELİŞEN SÖZLERİ TERK ETMEK
HAKKINDA MÜÇTEHİT ÂLİMLERİN GÖRÜŞLERİ
Müçtehit âlimlerin bu konuyla ilgili
görüşlerinden ulaşabildiklerimizi veya bir bölümünü aktarmamız faydalı olacaktır.
Belki bu görüşler, onları hatta daha alt seviyede olanları körükörüne
taklit eden ve onların mezheplerine ve görüşlerine gökten inmiş açık hüküm
ve delil gibi sarılan insanlara bir nasihat ve uyarı olur. Allahu Teâlâ
şöyle buyurmaktadır: “Rabbinizden size indirilene uyun. O’nu bırakıp da
başka dostların peşlerinden gitmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz!” A’raf, 3
1- Ebû Hanife
İmam Ebû Hanife
Numan b. Sabit’tir. Mezhebinden olanlar, ondan çeşitli söz ve ifadeler
nakletmişlerdir. Hepsi de aynı sonuca götürmektedir ki, o da, “Hadisle amel
etmenin ve imamların ona ters olan görüşlerini terk etmenin vacip olmasıdır.”
1- “Hadis sahih olduğunda, o benim mezhebimdir.” İbn Abidin,
“Hâşiye” (1/63), “Resmü’l-müftî, Mecmûatü’r-resâil” (c.1, s.4) ve Şeyh Sâlih
Fullânî, “Îkâz’ul-himem” (s.62) ve başkaları nakletmişlerdir. Ayrıca İbn
Abidin “Şerhu’l-hidaye”de, İbnu’l-Hümam’ın hocası İbnu’ş-Şahna Kebîr’den onun
şöyle dediğini nakleder:
“Hadis
sahih olduğunda, mezhebin görüşüne ters de olsa hadisle amel edilir. Bu
durumda o kişinin mezhebi, amel ettiği o hadisin hükmü olur. Hadisle amel
etmekle kişi, Hanefî olmaktan çıkmaz. Çünkü Ebû Hanife’nin “Hadis sahih
olduğunda, o benim mezhebimdir.” sözü sabit olmuştur. İbn Abdülberrr bu sözü,
Ebû Hanife’den ve başka âlimlerden rivâyet etmiştir.”
Bu,
onların ilim ve takvadaki olgunluklarından ileri gelmektedir. Çünkü onlar
sünnetin tamamını bilmediklerine işaret etmişlerdir. İleride geleceği üzere,
İmam Şafiî bunu açık bir şekilde dile getirmiştir. Bazen kendilerine
ulaşmamış bir sünnete ters görüş beyân etmişler; fakat bizlere sünnete
uymamızı ve o sünneti onların görüşü ve mezhebi olarak kabul etmemizi
emretmişlerdir. Allah hepsine rahmet etsin.
2- “Nereden aldığımızı
bilmedikçe hiç kimseye bizim görüşümüzle amel etmesi helâl değildir.”
Bir başka rivayette: “Delilimi bilmeyen kimsenin görüşlerimle
fetva vermesi haramdır.” İbn
Abdülberr, “İntikâ fî fedâili’s-selâseti’l-eimmeti’l-fukahâ” (s. 145); İbn Kayyim,
“İ’lâmu’l-muvakkiîn” (2/309); İbn Abidin “Bahru’r-râik”e yaptığı “Haşiye”
(6/293), “Resmü’l-müftî” (s.29,32); Şa’rânî, “Mîzân” (1/55), ikinci rivâyet.
Üçüncü rivâyeti ise, Abbas Dûrî, İbn Main’in “Târîh”inde (6/77/1), İmam
Züfer’den sahih bir senedle rivâyet etmiştir. Benzer bir söz de Ebû Hanife’nin
talebeleri Ebû Yusuf, İmam Züfer, Afiye b. Yezid’den rivâyet edilmiştir; bkz.
“Îkâz”, s. 52. İbn Kayyim, Ebû Yusuf’tan gelen rivâyetin kesinlikle sahih
olduğunu söyler (2/344). “ Îkâz”a yapılan yorumda yer alan fazlalık (s.65), İbn
Abdülberr ve İbn Kayyim’den rivâyet edilmiştir.
Delillerini
bilmeyenler hakkında müçtehid âlimlerin sözleri böyle ise, görüşlerinin delile
muhalif olduğunu bile bile onların sözlerini esas alarak, delile aykırı fetva
verenlerin durumu nedir acaba! Bunun üzerinde düşün. Çünkü bu söz bile tek
başına, kör taklidi yıkmaya yeterli belgedir. Bundan dolayı bir taklitçi hoca,
delilini bilmeden Ebû Hanife'nin görüşüyle fetva verip de ben onun bu fetvasını
Ebû Hanife'nin yukarıdaki sözüyle reddettiğimde bu sözün ona ait olduğunu
kabul etmemiştir.
Bir başka
rivayette: “Çünkü biz insanız. Bugün bir söz söyler, yarın ondan
vazgeçebiliriz.” şeklinde ziyade vardır.
Bir diğer rivâyette:
“Aman ey Yakub (Ebû Yusuf)! Benden duyduğun her şeyi yazma. Çünkü ben bugün
bir görüş dile getirir, yarın onu terk edebilirim. Yarın bir görüş dile getirir,
öbür gün ise onu terk edebilirim.” Ebû Hanife, çoğu zaman görüşlerini
kıyasa dayandırıyordu. Sonra daha güçlü bir kıyası görünce veya o konu hakkında
kendisine Hz. Peygamber’in bir hadisi ulaşınca, hadisi esas alıyor ve önceki
görüşünü terk ediyordu.
Şa’rânî
“Mîzân” (1/62)’da özetle şöyle demektedir: “İmam Ebû Hanife hakkında bizim ve
her insaf sahibi insanın kanaati şudur: Şayet o, şer’î deliller derlenip
düzenlendikten, bu amaçla hadis hafızlarının çeşitli bölgelere yaptıkları
seyahatler bittikten sonra yaşamış ve bu hadislere ulaşmış olsaydı, kesinlikle
hadisleri esas alır, hadise ters kıyasları terk ederek, hadisle amel ederdi.
Bu takdirde diğer mezheplerde az olduğu gibi onun mezhebinde de kıyas az
bulunurdu. Ancak şer’î deliller, onun döneminde ve tabiûn ve tebeu’t-tabiîn
dönemlerinde çeşitli şehir ve bölgelerde dağınık bir hâlde bulunuyordu. Böyle
olunca, zorunlu olarak, onun mezhebinde kıyas sayısı diğer mezheplere oranla
daha fazla olmuştur. Çünkü kıyas yaptığı meselelerde, diğer müçtehit âlimlerin
aksine o delile sahip değildi. Diğer müçtehit âlimlerin dönemlerinde hadis
hafızları çeşitli şehir ve bölgelere yaptıkları yolculuklar sonunda hadislerin
toplama işini bitirmişler ve onları ilmî bir disiplin altında biraraya
getirmişlerdi. Böylece toplanan hadisler, sorunların da çözümünü getirmişti.
Kıyasın sayısının onun mezhebinde çok, diğer müçtehitlerin mezheplerinde
ise az olmasının nedeni budur.”
Bu
bilgilerin büyük bir bölümünü Ebü’l-Hasenât, “Nâfiu’l-kebîr” adlı kitabında
nakletmiş (s.135) ve bunu açıklayıcı ve destekleyici bilgilerle
zenginleştirmiştir. Dileyen oraya baksın.
Eğer
Ebû Hanife’nin bazı sahih hadislere muhalif fetva vermesinin ardındaki özrü bu
olunca -kaldı ki bu kesinlikle geçerli bir özürdür; çünkü Allah hiç kimseyi
gücünün üstünde bir şeyle sorumlu tutmaz- bazı cahillerin yaptığı gibi bu
konuda onu eleştirip, kötülemek doğru olmaz. Aksine ona karşı daha terbiyeli
olmak gerekir. Çünkü o, bu dinin korunmasına ve bize kadar ulaşmasına sebep
olan büyük âlimlerden biridir. Ayrıca hata da etmiş, doğruya da ulaşmış olsa
her halükarda sevap kazanmıştır. Ona saygı duyanların, onun, sahih hadislere
ters olan görüşlerine bağlı kalmaya devam etmeleri de doğru değildir. Çünkü
belirlediği genel prensibe göre, sünnete ters bu görüşler onun mezhebi
değildir. Onlar bir tarafta, bunlar bir tarafta; hak ise onlarla bunların
arasındadır. “Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi
bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz!
Şüphesiz ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin!” (Haşr, 10)
3- “Allah’ın Kitabı’na ve Hz. Peygamber’in hadislerine ters
bir görüş bildirirsem, o görüşümü almayın.” Fullânî, “Îkâz” s.50. Bu görüşü İmam
Muhammed’e nisbet etmiş ve şöyle demiştir:
“Elbetteki
bu ve benzeri sözler müçtehit âlimler için söylenmemiştir. Çünkü müçtehit
âlimin bu konuda onların görüşlerine ihtiyacı yoktur. Bilakis bu görüş,
mukallitler hakkında geçerlidir.”
Şa’rânî
“Mîzân”da bu söze istinaden şöyle demiştir (1/26): “Şayet müçtehit âlim vefat
ettikten sonra, sahih olduğu ve onun bunlarla amel etmediği belli olan
hadisleri ne yapayım? dersen, buna şöyle cevap verilebilir: Senin hadislerle
amel etmen gerekir. Çünkü mezhep imamın, bu hadislere ulaşsa ve bunlar onun
kriterlerine göre sahih olsaydı, kesinlikle sana bunlarla amel etmeni emrederdi.
Çünkü imamların hepsi dine ileri derecede bağlıdırlar. Bu şekilde yapan hayrı
iki eliyle avuçlamış olur. “Mezhep İmamımın amel etmediği bir hadisle ben amel
etmem.” diyen kimse, pek çok hayrı elinden kaçırmış olur. Nitekim mezhep
mukallitlerinin çoğununun durumu böyledir. Halbuki onlara düşen, mezhep
imamlarının vasiyetlerini yerine getirerek onlardan sonra, sahih olduğu belli
olan her hadisle amel etmektir. Biz şuna inanıyoruz ki, onlar yaşasalar ve
kendilerinden sonra sahih olduğu anlaşılan hadisleri elde etselerdi,
kesinlikle hadisleri esas alarak, gereğiyle amel ederler ve yapmış oldukları
bütün kıyasları ve ileri sürmüş oldukları tüm görüşleri bırakırlardı.
2- Malik b. Enes
İmam Malik şöyle
demiştir:
1- “Ben bir
insanım; doğruya ulaştığım da olur, yanıldığım da olur. Benim görüşlerime
bakın; onlardan Kitap ve Sünnet’e uyanları alın, onlara uymayanları bırakın.” İbn Abdülberr,
“Câmi” (2/32). Ondan naklen İbn Hazm, “Usûlü’l-ahkâm” (6/149). Ayrıca bkz.
Fullânî (s. 72).
2- “Allah Rasûlü (s.a.v.)’nden başka
herkesin sözü alınır da, terk edilir de. Ancak Hz. Peygamber (s.a.v.) bunun
dışındadır.”
Bu sözün İmam Malik’e ait olduğu, sonradan gelen âlimler arasında meşhurdur.
İbn Abdülhâdî, “İrşâdü’s-sâlik” (1/227) adlı kitabında bu sözün ona ait
olduğunu doğrulamıştır. İbn Abdülberr “Câmi” (2/ 91)’de, İbn Hazm “Usûlü’l-ahkâm”
(6/145,179)’da bunu Hakem b. Uteybe ile Mücahid’in sözü olarak nakletmişlerdir.
Takıyuddin es-Subkî de “Fetâvâ” (1/148)’da bunu İbn Abbas’ın sözü olarak
nakletmiş ve çok güzel bir söz olduğunu dile getirerek, şöyle demiştir:
“Bu
sözü İbn Abbas’tan Mücahid, o ikisinden de İmam Malik almıştır. Daha sonra onun
sözü olarak meşhur olmuştur.”
Sonra
da onlardan İmam Ahmed almıştır. Ebû Davud “Mesâilu’l-İmam Ahmed” (s. 276)
adlı kitabında şöyle der: “Ahmed’in şöyle dediğini işittim: Hz. Peygamber (s.a.v.)
dışında her insanın bazı görüşleri alınıp, bazı görüşleri terk edilebilir.”
3- İbn Vehb şöyle
demiştir: İmam Malik’e, abdest alırken ayak parmaklarının aralarını yıkama
meselesi sorulduğunda şu cevabı verdiğini duydum: “Bu, insanlar için, yapmaları
zorunlu olan bir şey değildir.” İnsanlar çevresinden dağılıncaya kadar
bekledim. Sonra ona: “Bu konuda bizde bir sünnet var.” dedim. “Nedir o?”
dedi. Dedim ki: “Leys b. Sa’d, İbn Lehia ve Amr b. Haris’in bize haber
verdiğine göre; Yezid b. Amr Meâfirî, Ebû Abdurrahman Hubulî’den Müstevrid
b. Şeddad’ın şu sözünü nakletmiştir: “Allah Rasûlü’nü
(s.a.v.) serçe parmağıyla ayak parmaklarının arasını ovalarken gördüm.” İbn
Vehb şöyle dedi: [Malik dedi ki:] “Bu hasen bir hadistir, ilk defa şimdi duyuyorum.”
Artık kendisine bu mesele sorulduğunda, insanlara parmak aralarını ovalamayı
emrettiğini duydum.
İbn Ebû Hatim, “Cerh ve’t-ta'dil” isimli kitabının önsözü (s. 31, 32). Beyhakî
“Sünen”de (1/81)’de bunu tam olarak rivâyet etmiştir.
3- İmam Şafiî
İmam Şafiî’ye
gelince; bu konuda ondan gelen nakiller daha fazla ve daha güzeldir. İbn Hazm şöyle
demiştir (6/118): “Taklit edilen fakihlerin bizzat kendileri taklidi kabul
etmemişlerdir. Onlar, öğrencilerini taklitten sakındırmışlardır. Bu hususta en
fazla titizlik gösteren de İmam Şafiî’dir. Çünkü o, sahih hadislere uyma ve
hadislerin gereğince amel etme konusunda kimsenin ulaşamadığı seviyeye
ulaşmış ve tümüyle taklit edilmekten de uzak olduğunu açıkça ilan etmiştir.
Allah bu davranışından dolayı onu mükâfatlandırsın ve sevabını ona bol bol
versin. O birçok hayrın sebebiydi.”
Şafiî mezhebinin
müntesipleri, bu nakillerle en fazla ve en iyi şekilde amel eden insanlar
olmuşlardır. Bu konudaki sözlerinden bazıları şunlardır:
1- “Her insana Allah
Rasûlü’nün (s.a.v.) istisnasız tüm sünneti
ulaşmamıştır. Dile getirdiğim görüşlerde ve belirlediğim prensiplerde, Allah
Rasûlü’nün sünnetine aykırı bir durum varsa, bu
durumda Allah Rasûlü’nün hadisi, benim görüşümdür.” Hâkim bunu İmam
Şafiî’ye ulaşan bir rivâyet zinciri ile rivâyet etmiştir. Bkz. İbn Asâkir,
“Târîhu Dımaşk” (15/1/3); “İ’lâmu’l-muvakkiîn” (2/ 363-364) ve “Îkâz” (s.100).
2- “Müslümanlar şu
konuda ittifak etmişlerdir: Allah Rasûlü’nün
(s.a.v.) sünneti açıkça belli olduktan sonra onu başka birinin sözü için terk
etmesi helâl değildir.”
İbn Kayyim (2/361); Fullânî (s.68).
3- “Kitabımda Allah
Rasûlü’nün (s.a.v.) sünnetine ters bir şey bulursanız,
Allah Rasûlü’nün (s.a.v.) sünnetiyle amel edin; benim
görüşümü bırakın.” (Bir başka rivayette: “Ona uyun; başkasının sözüne itibar
etmeyin.”)
Herevî, “Zemmü’l-kelâm” (3/47/1); Hatîb, “İhticâc bi’ş-Şâfiî” (8/ 2); İbn
Asâkir (15/9/1); Nevevî “Mecmû” (1/63); İbn Kayyim (2/ 361); Fullânî (s.100).
Diğer rivâyet için bkz. Ebû Nuaym “Hilye” (9/107); İbn Hibbân “es-Sahîh” (3/284
- İhsân) sahih bir senedle.
4- “Hadis sahih olduğunda, o benim mezhebimdir.” Nevevî, a.y.;
Şa’rânî (1/57) (Bu sözü, Hâkim ve Beyhakî’ye dayandırmıştır); Fullânî
(s.107). Şa’rânî şöyle demiştir: “İbn Hazm şöyle dedi: “Yani hadis, ona veya
başka âlimlere göre sahih olduğunda.”
Onun
bu açıklamasının hemen ardından gelen sözü, bu anlamı açıkça dile
getirmektedir. Nevevî özetle şöyle der: “Mezhep kitaplarından bilindiği üzere
mezhebimizin âlimleri, tesvib meselesinde ve hastalık özürüyle ihramdan
çıkmanın şart koşulması hususunda bununla amel etmişlerdir. Mezhep
âlimlerimizden hadisle fetva verdiği bildirilenlerden ikisi şunlardır: Ebû
Yakub Buveytî, Ebü’l-Kasım Dârekî. Bu sözle amel eden muhaddis âlimlerimizden
biri de İmam Ebû Bekr Beyhakî’dir. Bu sözü kullanan daha başka muhaddis
âlimlerimiz de vardır. Mezhebimizin ilk âlimlerinden bir grup, bir meselede
Şafiî’nin mezhebi hadisle çeliştiğinde hadisi esas alır ve onunla amel eder ve
“Şafiî’nin mezhebi, hadise uygun olandır.” diyerek hadisin gereğince fetva
verirlerdi.
Şeyh
Ebû Amr şöyle demiştir: “Şafiîlerden biri kendi mezhebine ters düşen bir
hadisle karşılaştığında bakar: Şayet mutlak olarak veya sadece o konuda yahut
meselede içtihat etme şartları onda tam olarak mevcutsa, bağımsız olarak o
hadisle amel eder. Fakat bu şartlar onda tam olarak bulunmuyorsa ve hadise
muhalefet için kalbi tatmin edecek bir cevabı bulunmayıp, bu yüzden hadise
muhalefet etmek ona ağır geliyorsa, İmam Şafiî’den başka bir âlim de o hadisle
amel etmişse, o da onunla amel eder. Bu durum, kendi imamının mezhebini
bırakma hususunda onun için mazeret kabul edilir. Bu söylediği, bilinen güzel
bir şeydir. Allah daha iyi bilir.”
Burada
İbn Salâh’ın değinmediği başka bir mesele var.
O
da şudur: Bu kimse, hadisle amel eden birini bulamazsa, bu durumda ne
yapacaktır? Takiyyüddin es-Subkî: “Ma’nâ kavli’ş-Şafiî izâ sahha’l- hadîs”
(c.3, s.102) isimli kitabında bu soruya şu cevabı veriyor:
“Bu
durumda en doğru olan, hadisle amel etmektir. İnsan kendini Hz. Peygamber’in
huzurunda ve hadisi ondan işittiğini kabul etmelidir. Böyle olunca, hadisle
amel etmekten geri kalabilir mi? Allah’a yemin olsun ki, hayır… Herkes anladığı
kadarıyla amel etmekle mükelleftir.”
Bu
konuda geniş bilgi ve araştırmayı, “İ’lâmu’l-muvakkiîn” (2/ 302, 370) ve
Fullânî’nin “Îkâzü himemi uli’l-ebsâr li’l-iktidâi bi-seyyidil-muhâcirîn
ve’l-ensâr ve tahzirihim ani’l-ibtidâi’ş-şâi fi’l-kurâ ve’l-emsâr min
taklîdi’l-mezâhib maa’l-hamiyyeti ve’l-asabiyyeti beyne fukahâi’l-a’sâr” adlı kitabında
bulabilirsin. Bu, alanında eşsiz bir kitaptır. Hakkı seven her kişinin
anlayarak ve üzerinde titizlikle düşünerek bu kitabı okuması gerekir.
5- “Siz
hadisleri
ve ricali benden daha iyi bilirsiniz. Sahih hadis olduğunda onu bana bildirin.
Kûfeli, Basralı veya Şamlı, hangi diyardan olursa olsun, sahih olduğunda ona
gideyim.” Burada hitap İmam Ahmed b. Hanbel’edir. Bkz. İbn Ebû Hâtim
“Âdâbü’ş-Şâfiî” (s.94-95); Ebû Nuaym “Hilye” (9/106); Hatîb “İhticâc
biş-Şâfiî” (8/1); ondan naklen İbn Asâkir (15/9/1), İbn Abdülberr “İntikâ”
(s.75); İbnü’l-Cevzî “Menâkibü’l-İmâm Ahmed” (s.499); Herevî (2/47/2). Bunlar,
üç ayrı senedle Abdullah b. Ahmed b. Hanbel’in, babasından, İmam Şâfiî’nin
böyle dediğini naklettiğini rivâyet etmişlerdir. Bu sözün İmam Şâfiî’ye ait
olduğu doğrudur. Bu yüzden İbn Kayyim “İ’lâm” (2/325) ve Fullânî “Îkâz”
(s.152)’de bu sözün İmam Şâfiî’ye ait olduğunu kesin bir şekilde
dile getirmişler ve şöyle demişlerdir:
“Beyhakî şöyle demiştir: Bu yüzden İmam Şafiî
çoğunlukla hadisi esas almıştır. O, Hicazlıların, Şamlıların, Yemenlilerin ve
Iraklıların ilmini kendisinde toplamıştır. Birini diğerine kayırmaksızın ve
kendi beldesindeki halkın mezhebine meyletmeksizin, kendine göre sahih olan
hadisleri almış ve onlarla amel etmiştir. Hakikat, başkasının veya kendisinden
önce yaşamış olup da sadece belde halkının mezhebiyle yetinip, muhalif olduğu
hadislerin sağlamlık derecesini öğrenmek için gayret göstermemiş olan âlimlerin
görüşlerinde ortaya çıkmış olsa da durum aynıdır. Allah bizi de, onu da
bağışlasın.”
6- “Hadis âlimleri
tarafından benim görüşlerime aykırı olarak sahih hadis rivayet edilecek
olursa, ben hadise muhalif o görüşlerimden sağlığımda da, öldükten sonra da
vaz geçtim.”
Ebû Nuaym, “Hilye” (9/107), Herevî (47/1), İbn Kayyim, “İ’lâmü’l-muvakkiîn”
(2/363), Fullânî (s.104).
7- “Hz.
Peygamber’den (s.a.v.) sabit olan sahih bir hadise rağmen benim ona ters bir
söz söylediğimi görürseniz bilin ki, aklım gitmiştir.” İbn Ebû Hâtim,
“Âdâbü’ş-Şâfiî” (s. 93); Ebû’l-Kâsım es-Semerkandî, “Emâlî”; ondan nakille Ebû
Hafs Müeddib, “Müntekâ” (1/234); Ebû Nuaym “Hilye” (9/106) ve İbn Asâkir
(15/10/1) sahih senedle rivâyet etmiştir.
8- “Hz.
Peygamber’in (s.a.v.) hadisine muhalif olan bütün söz ve görüşlerimde, Hz.
Peygamber’in (s.a.v.) hadisi uyulmaya daha layıktır; beni taklit etmeyin.” İbn Ebû Hâtim
(s.93); Ebû Nuaym ve İbn Asâkir (15/9/2) sahih bir senedle rivâyet etmiştir.
9- “Benden duymamış
olsanız dahi Hz. Peygamber’den rivayet edilen her hadis benim görüşümdür.” İbn Ebû Hâtim
(s.93-94).
4- Ahmed b. Hanbel
İmam Ahmed’e
gelince; o, müçtehit âlimler arasında en fazla hadis toplayan ve onlara en çok
bağlanan kişidir. Hadise bağlılıkta o kadar ileriydi ki, dinin ayrıntı ve reyle
ilgili konularında kitap kaleme alınmasını hoş görmezdi.” İbnü’l-Cevzî,
“Menâkıb” (s.192).
O, hadise bağlılık
hususunda şöyle demiştir:
1- “Beni taklit
etme. Malik’i de, Şafiî’yi de, Evzaî’yi ve Sevrî’yi de taklit etme. Onlar
bilgiyi nereden aldılarsa, sen de oradan al.” Fullânî (s.113), İbn Kayyim,
“İ’lâm” (2/302).
Bir başka rivâyette
şöyle demiştir: “Dininde bunlardan hiç kimseyi taklit etme. Hz. Peygamber’den
(s.a.v.) ve ashabından ne gelmişse, onu al ve onunla amel et. Onlardan
sonraki nesil olan tâbiûndan gelenlere gelince, kişi onların görüşleriyle amel
edip etmemekte serbesttir.”
Bir keresinde de
şöyle demiştir: “İttibâ, kişinin, Hz. Peygamber’den (s.a.v.) ve ashabından
gelene tâbi olmasıdır. Tabiûndan sonra kişi, dilediğine tâbi olmakta serbesttir.” Ebû Davud,
“Mesâilü’l-İmâm Ahmed” (s.276-277).
2- “Evzaî’nin
görüşü, Malik’in görüşü, Ebû Hanife’nin görüşü... Bunların tümü birer görüşten
ibarettir ve bana göre hepsi eşittir. Delil sadece eserlerdedir.” İbn Abdülberr,
“Câmi” (2/149).
3- “Kim Allah
Rasûlü’nün (s.a.v.) hadisini kabul etmezse, o helâkın
eşiğindedir.”
İbnü’l-Cevzî (s.182).
İşte bunlar,
müçtehit âlimlerin sünnete sarılmayı emreden ve kendilerini basiretsiz bir
şekilde taklit etmeyi yasaklayan sözleridir. Bunlar yorum ve tartışma kabul
etmeyecek derecede gayet açık ve net sözlerdir. Bundan dolayı, sünnetle sabit
olan bir şeyi yapan kimse, böyle yapmakla o konuda kendi mezhep imamının bazı
görüşlerine aykırı düşse dahi, onun mezhebinden ve yolundan çıkmış olmaz. Tam
aksine müçtehit imamların hepsine birden tâbi olmuş ve kopması mümkün olmayan
sağlam kulpa tutunmuş olur. Ancak müçtehit âlimlerin görüşlerine aykırı
olmasından ötürü, sabit sünneti terk eden kimsenin durumu bundan farklıdır; o,
âlimlere karşı gelmiş ve onların yukarıda geçen sözlerine aykırı davranmıştır.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Hayır, Rabbine
andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da
verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla
kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” Nisa, 65.
“Bu sebeple, onun
emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belâ gelmesinden veya kendilerine çok
elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar.” Nur, 63.
Hafız İbn Receb
(rah.a.) bu konuda şöyle demiştir:
“Kendisine,
Rasûlullah’ın (s.a.v.) emrinin ulaştığı ve onu bilen her insanın yapması
gereken ve onun hakkında vacip olan şudur: İleri gelen bir âlimin görüşüne
aykırı olsa dahi bu emri halka duyurup açıklamak ve onlara öğüt verip, Hz. Peygamber’in
emrini yerine getirmelerini emretmek.
Çünkü Allah Rasûlü’nün emri,
yüceltilmeye ve uyulmaya, bazı konularda yanılarak sünnete aykırı düşebilen
herhangi bir büyük âlimin görüşünden daha lâyıktır. Bu sebeple sahâbîler ve
onlardan sonra gelen nesiller, sahih sünnete aykırı davranan herkesi
eleştirmişler ve bazen bu eleştirinin dozunu çok yükseltmişlerdir. Bu tutumu
babalarına ve âlimlerine karşı da göstermişlerdir. Nitekim Tahâvî “Şerhu
Meâni’l-âsâr”da (1/372) ve Ebû Ya’lâ da “Müsned”inde (3/1317) ravileri
güvenilir olan sahih bir senedle Sâlim b. Abdullah b. Ömer’in şöyle dediğini
rivâyet etmiştir:
“Mescidde
İbn Ömer’le oturuyorduk. Derken Şamlılardan bir adam geldi ve ona temettü
haccını sordu. İbn Ömer: “Bu, güzel bir şeydir.” dedi. Adam: “Fakat baban bunu
yasaklıyordu.” dedi. İbn Ömer adama: “Yazıklar olsun sana! Babam bunu
yasaklamış olabilir; ama Resûlullah (s.a.v.) bunu yapmış ve yapılmasını
emretmiştir. Şimdi sen Resûlullah’ın emrine mi yoksa babamın yasağına mı
uyarsın?” karşılığı verdi. Adam: “Resûlullah’ın emrine uyarım.” dedi. İbn
Ömer: “Artık git.” dedi. Bu rivâyetin bir benzerini de İmam Ahmed (Hadis no:
5700) rivâyet etmiştir. Tirmizî de “Şerhü’t-Tuhfeti” (2/82) bunu rivâyet etmiş
ve sahih olduğunu söylemiştir. İbn Asâkir (1/51/7) de İbn Ebû Zi’b’in şöyle
dediğini rivâyet etmiştir: “Sa’d b. İbrahim (yani Abdurrahman b. Avf’ın
oğlu), bir adam hakkında Rebia b. Ebû Abdurrahman’ın görüşüyle hüküm verdi.
Bu hüküm adamın aleyhine idi. Ben ona, Resûlullah’tan, bu hükümle çelişen bir
hadis aktardım. Bunun üzerine Sa’d, Rebia’ya: “Bu İbn Ebû Zi’b’tir. Bana göre
güvenilir bir ravidir. Bana, Resûlullah’tan, verdiğim hükmün aksine bir hadis
nakletti.” Dedi. Rebia ona: “Sen içtihat ettin ve hükmün geçerli oldu.” dedi.
Sa’d ise: “Ne acayip durum! Ben Resûlullah (s.a.v.)’ın hükmününü bırakacağım,
Sa’d’ın hükmüyle hükmedeceğim, öyle mi?! Bilakis Sa’d’ın hükmünü bırakıyor ve
Resûlullah (s.a.v.)’ın hükmüyle hükmediyorum.” dedi. Ardından davayı yazdığı
kağıdı getirterek, onu yırttı ve adamın lehine hüküm verdi.”
Bunu ise, o insanlara
kin ve nefret duydukları için yapmamışlardır. Aksine onlar, sevip, değer
verdikleri insanlardır. Ancak gönüllerinde Hz. Peygamber’in sevgisi daha
ileri ve onun emri bütün yaratıkların emrinin üstündedir. Allah Rasûlü’nün (s.a.v.) emri ile başkalarının emri çatışınca, Allah
Rasûlü’nün (s.a.v.) emri öne alınıp uyulmaya daha
lâyıktır. Yanlış içtihadının sorumluluğu bağışlanmış olsa bile, Allah Rasûlü’nün emrine muhalif görüş bildiren âlimlere duyulan sevgi
ve saygı, Hz. Peygamber’in emrine uymaya engel olamaz. Bilakis o bu
içtihadından dolayı ecir alacaktır. Çünkü Resûlullah (s.a.v.): “Hakim için,
içtihat ederek meseleyi veya davayı inceleyerek hüküm verip isabet ettiği zaman
iki ecir, yanıldığı zaman bir ecir vardır.” buyurmuştur. Bu hadisi Buhârî,
Müslim ve başkaları rivâyet etmiştir.
Aksine yanlış
içtihadının sorumluluğu bağışlanmış olan o âlimler, Allah Rasûlü’nün (s.a.v.) görüşüyle çeliştiği zaman kendi görüşlerinin
aksine hareket edilmesini çirkin görmemişlerdir.
Diyorum ki: Mademki
yukarıda geçtiği üzere müntesiplerine bunu emretmişler ve kendilerinin
sünnete aykırı görüşlerini terk etmeyi gerekli kılmışlarken, kendi görüşlerinin
aksine hareket edilmesini ne diye çirkin görsünler? Hatta İmam Şafiî kendi
müntesiplerine, kendisi onu almamış veya aksini almış olsa bile sahih sünneti
kendisine atfetmelerini emretmiştir. Araştırmacı büyük âlim İbn Dakik İyd,
dört imamdan herbirinin sahih hadise teker teker ve topluca muhalif olan
görüşlerini çok büyük bir cilt hâlinde biraraya getirdiği kitabının önsözünde
şöyle der:
“Bu meseleleri
müçtehit âlimlere atfetmek haramdır. Onları taklit eden fakihlerin, bunları
onlara atfederek kendilerine iftirada bulunmamaları için bu meseleleri
bilmeleri gereklidir.”
Fullânî (s.99).
MEZHEB
İMAMLARINA İTTİBA EDENLERİN SÜNNETE UYMAK İÇİN ONLARIN BAZI GÖRÜŞLERİNİ
ALMAMASI
Bütün bu sebeplerden
dolayı, müçtehit âlimlere bağlı olanlar (“(Onların) çoğu önceki ümmetlerden, birazı da sonrakilerdendir
Vakıa, 13-14), bağlı oldukları
âlimlerin görüşlerinin hepsini almamışlardır. Aksine onların pek çok görüşünü,
sünnete aykırı olduğu anlaşılınca terk etmişlerdir. Hatta Allah her ikisine de
rahmet etsin, İmam Muhammed b. Hasan ve İmam Ebû Yusuf, “Hanefi mezhebinin
üçte biri kadar konuda” hocaları Ebû Hanife’ye ters düşmüşlerdir. Fıkhın
ayrıntı meselelerini konu edinen kitaplar, bu durumu açıkça ortaya koyan
belgelerdir. İmam Şafiî’nin yolunu izleyen Müzenî ve başkaları için
de benzer sözler söylenmektedir. Bunların örneklerini aktarmak, sözü uzatacağı
gibi bizi anlatımı kısa tutma hedefimizden de saptırır. Bu nedenle sadece iki
örnek vermekle yetineceğiz:
1- İmam Muhammed
“Muvatta” adlı kitabında şöyle der (s.158): “Ebû Hanife’ye gelince, Allah ona rahmet etsin; ona göre, yağmur
duasında namaz yoktur. Bize göre ise; imam cemaate iki rekât namaz kıldırır,
dua eder ve cübbesini ters giyer.”
2- İmam Muhammed’in
arkadaşlarından ve İmam Ebû
Yusuf’un öğrencilerinden İsam b. Yusuf Belhî. “O da çoğunlukla Ebû Hanife’nin görüşlerinin
tersine fetva veriyordu, çünkü onun delilini bilmiyordu. Başkasının delilini
görüyor ve o delil gereğince fetva veriyordu.” Bu sebeple “rükûya
giderken ve rükûdan doğrulurken ellerini kaldırıyordu.”
Nitekim Allah Rasûlü’nden (s.a.v.) gelen mütevatir sünnette de durum budur. Bu
yüzden üç imamın bu sünnete muhalif görüş bildirmiş olmaları, onu bu sünnetle
amel etmekten alıkoymamıştır. Yukarıda geçtiği üzere, dört mezhep imamının ve
başka âlimlerin de tanıklıklarıyla, her bir müslümanın yapması gereken de işte
budur.
Özetleyecek olursak; mezhep müntesiplerinden hiç kimsenin bu
kitabın metodunu kötüleme ve mezhebe muhalif olduğu iddiasıyla içindeki
sünnetlerden istifadeyi terk etme yönünde bir girişimde bulunmayacağını umarım.
Bilakis müçtehit imamların, sünnetle amel etmenin vacip olduğuna ve sünnete
muhalif görüşlerinin terk edilmesine dair yukarıda geçen sözlerini hatırına
getirmesini dilerim. Şunu bilsin ki, bu metodu kötülemek, hangisi olursa olsun,
taklit ettiği imamı kötülemesi demektir. Zira biz yukarıda da açıkladığımız
üzere bu metodu onlardan aldık. Kim, bu yolda onların yol göstericiliğinden
yüz çevirirse, o büyük bir tehlikeyle karşı karşıyadır. Çünkü bu tavır
beraberinde, sünnetten yüz çevirmeyi getirir. Halbuki bize, anlaşmazlık durumunda
sünnete başvurmamız ve onun hükmüne teslim olmamız emredilmiştir. Allah Teâlâ
şöyle buyurur: “Hayır, Rabbine
andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da
verdiğin hükmü içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla
kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” Nisa, 65
Allah’tan, bizleri,
haklarında şöyle buyurduğu kullarından yapmasını niyaz ederim: “Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve
Rasûlü'ne
davet edildiklerinde, müminlerin sözü ancak “İşittik ve itaat ettik”
demeleridir. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir. Her kim Allah’a ve Rasûlü'ne itaat
eder, Allah’a saygı duyar ve O’ndan sakınırsa, işte asıl bunlar mutluluğa
erenlerdir.” Nur, 51-52.
Ey Rabb'imiz. Bize
dünyâda da bir güzellik ver, âhirettede bir güzellik ver ve bizi o ateş
azabından koru”(Bakara: 201).
“Ey Rabb 'imiz!
Hesâb günü, ayağa kalkacağımız gün bana, ana ve babama ve bütün imân edenlere
mağfireteyle” (İbrâhîm:41).
Velhamdulillahi
Rabbil Alemin Vesselâtü Vesselâmü
Alâ Rasûlünâ Muhammed'in Ve Alâ Âlihî Ve Sahbihî Ecmaîn
Ehli Sünnetin Esasları
- İmam Ahmed Bin Hanbel
Ebu Ya’la el
Hanbeli der ki; “Bu (kitabı) aramak için Çin’e bile yolculuk yapılsa, yine az
gelirdi.”
İmam Ahmed r.a.
dedi ki; “İndimizde sünnetin esasları şunlardır;
1- Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellemin ve ashabının üzerinde bulundukları şeye sıkı
sarılmak
2- Onlara uymak
3- Bidatleri terk
etmek
4- Her bidati
dalalet (sapıklık) olarak bilmek
5- Heva ehli
bidatçilerle tartışmayı ve onlarla oturmayı terk etmek.
6- Dînî hususlarda
çekişmeyi, tartışmayı ve düşmanlığı terk etmek
7- Bize göre
sünnet; Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet edilenlerdir.
8- Sünnet,
Kur’an’ı tefsir eder ve Kur’an’ın delilidir.
9- Sünnette kıyas
olmaz, ona darbı mesel yapılmaz, heva ve akıllar onu tam olarak kavrayamaz.
Şüphesiz bu ancak tabi olmayı ve hevayı terk etmeyi gerektirir.
11- Sünnetin
gereklerinden bir hasleti terk eden, ona iman edip kabul etmeyen, onun ehlinden
olamaz.
12- Kadere hayrı
ve şerri ile iman etmek, bu konudaki hadisleri tasdik etmek, onlara inanmak
gerekir. “niçin?” “nasıl?” diye sorulmaz. Ona iman ve tasdik ancak budur.
Hadisin açıklamasını bilmeyen, ona akıl erdiremeyen, bunun hükmünde iman etmek
ve teslim olmak ile yetinir. Böyle bir kimsenin, “sadıkul masduk”’un hadisinde,
kader, rü’yet, Kur’an gibi konularda varid olan sünnetlerde konuşmaktan
yasaklanmıştır. Sünnetle konuşsa bile, tartışmayı bırakıp teslim oluncaya ve
gelen rivayetlere iman edinceye kadar Ehli Sünnet ashabından olamaz.
13- Kur’an Allah
Kelamıdır, mahluk değildir. “O mahluk değildir” demekte gevşeklik gösterilmez.
Şüphesiz Allah’ın Kelamından hiçbir şey mahluk değildir. Bu konuda tartışmaya
girmekten sakın! Onun lafzı ve başka şeyler hakkında konuşan veya “Mahluk mu değil mi bilmem.” Diyerek tevakkuf
eden de, “O mahluktur” diyen de bidat sahibidir. Şüphesiz o ancak Allah’ın
kelamıdır. Mahluk değildir.
14- Allah’ın
kıyamet gününde görüleceğine iman etmek. Nitekim bu Rasulullah sallallahu
aleyhi ve sellem’den sahih hadislerle gelmiştir.
15- Şüphesiz
peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Rabbini görmüştür. Bu, Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem’den sahih olarak gelmiştir. Bunu Katade,
İkrime’den, o da İbni Abbas radıyallahu anhuma’dan rivayet etti. El Hakem,
Eban’dan, o da İbni Abbas radıyallahu anhuma’dan rivayet etti. Yine Ali Bin
Zeyd, Yusuf bin Mihran’dan, o da İbni Abbas radıyallahu anhuma’dan rivayet
etti. Bize göre bu hadis Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den zahirinde
geldiği gibidir. Bu konuda kelama dalmak bidattir. Lakin biz zahirinde geldiği
gibi iman eder, bu konuda kimseyle tartışmayız.
16- Kıyamet
gününde mizana iman ederiz. Geldiği gibi; kul kıyamet gününde tartılır da sivri
sinek kadar ağırlık taşımaz. Eserde geldiği gibi kulların amelleri tartılır.
Ona iman ve tasdik etmek, bunu kabul etmeyenden uzaklaşmak ve tartışmayı terk
etmek gerekir.
17- Şüphesiz
Allah, kıyamet gününde kullarıyla arada bir tercüman olmadan konuşacaktır. Buna
iman edilir ve tasdik edilir.
18- Havz’a iman
etmek gerekir. Şüphesiz Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in kıyamet
gününde, ümmetinin ona uğrayacağı bir havzı olacaktır. Genişliği de boyu gibi
bir aylık mesafedir. Üzerindeki kapların sayısı gökteki yıldızlar kadardır.
Bundan başka bu konudaki sahih olan haberlere iman ederiz.
19- Kabir azabına
iman etmek gerekir.
20- şüphesiz bu
ümmet kabirlerinde imtihan olunacak, imandan, islamdan, rabbinin kim
olduğundan, peygamberinin kim olduğundan sorulacaklardır. Allah nasıl dilemiş
ve nasıl murad etmişse o şekilde münker ve nekir melekleri gelecektir. Buna
iman ve tasdik ederiz.
21- kömür gibi
oluncaya kadar cehennemde yandıktan sonra bir kavmin Peygamber sallallahu
aleyhi ve sellem’in şefaatiyle oradan çıkacaklarına iman etmek. Onlara cennetin
kapısındaki nehre girmeleri emrolunur. Bu Allah nasıl dilerse öyle olur. Buna
ancak iman eder ve tasdik ederiz.
22- Mesih
Deccal’in çıkacağına, iki gözünün arasında kafir yazılı olacağına iman etmek.
Bu konuda hadisler gelmiştir. Bunların olacağına iman etmek gerekir.
23- şüphesiz
Meryem oğlu İsa aleyhisselam, nüzul ederek deccali Lüd kapısında öldürecektir.
24- İman kavil ve
ameldir. Artar ve eksilir. Tıpkı rivayette; “İman bakımından müminlerin en
kamili, ahlakça en güzel olanıdır” buyrulduğu gibi.
25- “Kim namazı
terk ederse o kafir olur” “Namazdan başka terki küfür olan amel yoktur.” Kim
namazı terk ederse kafirdir. Nitekim Allah onun katlini helal kılmıştır.
26- Peygamber
sallallahu aleyhi ve sellem’den sonra bu ümmetin en hayırlısı Ebu Bekr es
Sıddık, sonra Ömer bin el Hattab, sonra Osman bin Affan radıyallahu anhumdur.
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in Ashabının öne geçirdikleri gibi biz
de bunları öne geçiririz. Bu konuda ihtilaf etmemişlerdir. Bu üçünden sonra beş
şura ashabı; Ali bin Ebi Talib, Talha, Zübeyr, Abdurrahman bin Avf ve Sa’d
radıyallahu anhum gelir. Bunların hepsi hilafet için uygundur. Hepsi de
imamdır. Bu konuda mezhebimiz İbni Ömer radıyallahu anhuma hadisidir;
“Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem hayatta iken, ashabı şöyle sıralanırdı;
Ebu Bekr, sonra Ömer, sonra Osman, sonra susardık.” Bundan sonra Muhacirlerden
ve Bedir ehlinden olan şura ashabı gelir. Sonra Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in Ensar’dan olan Bedir ehli ashabı gelir. Bundan sonra hicretteki
önceliklerine göre sıralanırlar.
27- Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem’in bu sahabelerinden sonra insanların en üstünleri,
O’nun gönderildiği asırda yaşayıp, O’nunla bir sene, veya bir ay, veya bir gün
veya bir saat sohbet eden veya O’nu gören her bir sahabedir. O’nunla beraber
sahabelik yapan, onu işiten ve onu gören, sahabeliğine göre sıralanır. Onların
sahabelik bakımından en altta olanı, topladığı bir çok amellerle Allah’a
kavuşsa bile Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’i görmeyenlerden üstündür.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e sahabelik edenler, O’nu görmüşler, onu
dinlemişlerdir. Onu gözüyle görüp iman eden kimse, bir saatlik görse de,
sahabeliği sebebiyle, bütün hayırlı toplamış olan tabiinden üstündür.”
28- İyi de olsa,
günahkar da olsa ümmetin, insanların etrafında toplanıp razı oldukları, ve
kılıçla halifeliğini kabul ettikleri, müminlerin hilafet makamındaki emirini
dinleyip itaat etmeleri gerekir.
29- Kıyamet gününe
kadar iyi ve facir emirlerle birlikte gazaya çıkmak terk edilmez.
30- Fey’in taksimi
ve hadlerin ikamesi imamlara aittir. Hiç kimse onlara bu hususta hakaret edemez
ve onlarla çekişemez.
31- Zekatları
onlara vermek caiz ve geçerlidir. Zekatını onlara veren kimsenin zekatı,
imamları iyi yada facir olsun yerini bulur.
32- halifenin ve
onun tayin ettiği kimsenin arkasında Cuma namazı kılmak caizdir, tamdır ve iki
rekat olarak kılınır. Bu namazı eksik görüp iade eden bidatçidir, eserleri
(hadisleri) terk ederek sünnete muhalefet etmiş olur. İmamların iyisinin ve
facirinin ardında namaz kılmayı caiz görmezse, o kimseye Cuma’nın faziletinden
bir nasip yoktur. Sünnet ise, namazı onlarla beraber iki rekat olarak
kılmaktır. Bu eksiksiz bir namazdır, gönlünde bu hususta bir şüphe olmasın.
33- İnsanların,
ister halifeliğini razı olarak kabul ettikleri, ister zorla etrafında toplanmış
oldukları Müslüman ümmetten olan bir İmam’a karşı çıkan kimse, Müslümanların
birliğini bozmuş ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den gelen
rivayetlere muhalefet etmiş olur. Bu şekilde ölürse cahiliye üzere ölmüş olur.
34- Sultana karşı
savaşmak helal değildir ve insanlardan hiç kimsenin onlara karşı çıkması caiz değildir.
Kim böyle yaparsa sünnetin ve doğru yolun haricinde bir bidatçidir.
35- Kişinin canına
ve malına saldırırlarsa, canını ve malını korumak için hırsızlara ve haricilere
karşı savaşmak caizdir. Gücü yettiği kadar onlara karşı kendini müdafaa eder. Onlar
bırakıp giderlerse onları takip etmez. Bunu ancak Müslümanların imamı
yapabilir. Kişinin sadece bulunduğu yerde kendisini savunması ve kimseyi
öldürmemeye niyet etmesi gerekir. Şayet canını ve malını müdafaa esnasında
saldırganı öldürürse Allah’tan uzak olanı öldürülendir. Şayet canını ve malını
savunurken öldürülecek olursa, hadislerde geldiği gibi o kimsenin şehid
olmasını umarım. Bu konudaki bütün hadisler, saldırgan ile çarpışmayı emreder
fakat, onu öldürmeyi ve arkasını takip etmeyi emretmez. Eğer onu yaralarsa veya
esir alırsa o öldürülmez. Ona had cezası da uygulanmaz. Onun durumu Allah’ın
kendisine yetki verdiği kimseye havale edilir ve buna o hükmeder.
36- kıble ehlinden
herhangi bir kimsenin işlediği bir amel sebebiyle onun cennetlik veya cehennemlik
olduğuna şahitlik etmeyiz. Salih kimse için ümit besleriz ve günahkar kimse
için de korkar, onun için Allah’ın rahmetini umarız.
37- kim Allah’ın
huzuruna cehennemi gerektiren bir günahta ısrar etmemiş ve ondan tevbe etmiş
olarak çıkarsa, şüphesiz Allah onun tevbesini kabul eder. O, kullarının
tevbesini kabul edendir, kötülüklerini bağışlayandır.
38- bu günahından
dolayı kendisine had uygulanmış olarak Allah’ın huzuruna çıkan kimseye gelince,
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den gelen rivayette olduğu gibi, onun
günahına kefaret olur.
39- ceza
gerektiren bir günaha tevbe etmeden Allah’ın huzuruna çıkan kimseyi, Allah
dilerse azab eder, dilerse bağışlar.
40- kafir olarak
Allah’ın huzuruna çıkan kimse azaba uğrar, bağışlanmaz.
41- evli iken zina
eden kimse bunu itiraf ederse veya zina ettiğine dair delil ortaya konursa,
onun recm edilmesi haktır.
42- nitekim
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem recim cezası uygulamıştır.
43- Raşid imamlar
da recim cezasını uygulamışlardır.
44- Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem’in sahabelerinden birini küçük gören veya yaptığı
bir şeyden dolayı onlardan birine buğzederek kötülüklerini dile dolayan,
ashabın hepsini rahmetle anmadıkça ve kalbi onlar için selim olmadıkça bidatçi
olur.
45- Nifak
küfürdür. Bu; kişinin Allah’ı inkar etmesi ve O’ndan başkasına ibadet
etmesidir, bununla beraber müslümanmış gibi görünmesidir. Tıpkı Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem zamanındaki münafıklar gibi.
46- Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem’in; “Şu üç şey kimde bulunursa o münafıktır”
hadisine gelince, bu vebalin ağırlığını anlatmak içindir. Bunları öylece
rivayet ederiz, yorum yapmayız.
47- Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem’in; “Benden sonra birbirinizin boyunlarını vurarak
sapık kafirlere dönmeyin” hadisi, “iki Müslüman kılıçlarıyla çarpışırsa öldüren
de, öldürülen de ateştedir” hadisi ve “Müslüman sövmek fasıklık, onu öldürmek
küfürdür” hadisi, “kim kardeşine ey kafir derse bu küfür ithamı ikisinden
birini bulur” hadisi ve “zayıf bir ihtimal ile dahi olsa nesebden uzak olduğunu
belirtmek, Allah’ı inkardır” hadisine gelince;
48- bu ve bunlar
gibi sahih olarak ezberlenmiş hadislere, yorumunu bilmesek de teslim oluruz.
Bunlar hakkında konuşup mücadeleye girmeyiz. Bu hadisleri ancak böyle rivayet
edilen hadislerle açıklarız. Bunları en uygun olan anlamına hamlederiz.
49- Cennet ve
Cehennem Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den gelen; “Cennete girdim ve
orada bir köşk gördüm”, “Kevseri gördüm”, “Cennet halkının çoğunun şunlar
şunlar olduğuna muttali oldum..”, “Cehennem’e şöyle muttali oldum..”
hadislerinde olduğu gibi yaratılmışlardır, şuan mevcutturlar. Kim onların
yaratılmamış olduğunu iddia ederse Kur’anı ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in hadislerini yalanlamış olur. Böyle bir kimsenin cennete ve cehenneme
de inandığını sanmam.
50- Kim kıble ehli
bir muvahhid olarak ölürse, onun cenaze namazını kılarız ve onun için
bağışlanma dileriz. İşlediği küçük yada büyük günah sebebiyle onun cenaze
namazını ve ona bağışlanma dilemeyi terk etmeyiz. Onun işini Allah’a havale
ederiz.
000000000000------------00000000000000
FIKHUL EKBER ASIL
ŞERHİ METNİ
Ebû Hanîfe -Allah’ın
rahmeti üzerine olsun- Kûfî
“Fıkh-ı Ekber” adlı kitabına şu sözleri
ile başlamıştır:
Tevhidin aslı ve itikatta sağlam dayanak mükellefin
söylemesi farz olan şu esaslardır: Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine,
öldükten sonra dirilmeğe, kadere, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna, inandım.
“Allahu Teâlâ zatında birdir. Fakat bu birliği sayı cihetinden değil, ortağı bulunmamak
yönündendir.”
Allah azze ve celle İhlâs sûresinde şöyle buyuruyor:
“De ki: O, Allah birdir.Allah sameddir.O, doğurmamış
ve doğmamıştır.Onun hiçbir dengi yoktur..”
Allah'ın yarattığı şeylerden hiçbir varlık ona
benzemez.
Allah azze ve celle geçmişte ve gelecekte Zatî ve
Fi’lî sıfatlar ile vasıflanmıştır.
Allah'ın Zatî sıfatları şunlardır: Hayat, Kudret,
İlim, Kelâm, Semi', Basar, İrade.
Allah'ın fi'lî sıfatları ise tahlîk, terzîk, inşâ,
ibda', sun', ihya, ifna, inbat, inmâ, gibi iş ile ilgili olan sıfatlardır. Tahlîk,
yaratmak demektir. Tarzîk, yaratıkları rızıklandırmaktır. İnşâ
ilk başta yaratmak, ibda', eşsiz bir şekilde yaratmaktır. Sun',
Allah'ın sanatı demektir. İhya diriltmek, ifna yok etmek, inmâ
büyütmek, üretmek; tasvir eşyaya şekil vermek demektir.
Allah Teâlâ'nın isimleri ve sıfatları vardır. O'nun
hiçbir ismi ve hiçbir sıfatı hadis değildir.
Yâni Allah'ın
bütün sıfatları ve isimleri ezelidir, başlangıcı yoktur. Ebedîdir, sonu
yoktur.
Allah Teâlâ'nın ilim sıfatı ile eşyayı bilmesi
gerçektir. İlim sıfatı ezelde Allah'ın sıfatıdır.
Allah her şeyi ezelî sıfatı olan bilgisi ile bilir,
cehaleti doğuran bilgi ile değil. Allah'ın ilmi ezelidir, ebedîdir, ziyade ve
noksanı kabul etmekten münezzehtir. Bilgi sahiplerinin bilgisi böyle değildir.
Artma ve eksilme kabul eder.
Allah Teâlâ'nın isimleri ve sıfatları vardır. O'nun
hiçbir ismi ve hiçbir sıfatı hadis değildir.
Yâni Allah'ın bütün sıfatları ve isimleri ezelidir,
başlangıcı yoktur. Ebedîdir, sonu yoktur.
Kudret sıfatı ile
Allah'ın her şeye gücü yeter. Kudret sıfatı Allah'ın ezelî sıfatıdır.
Allah'ın sıfatları, ezelde yaratılmış değildir.
Allah'ın sıfatlarının yaratılmış olduğunu söyleyen, yahut bu konuda duraklama
gösteren, yahut şüpheye düşen kimse kâfir-i billâhtır.
Kur'an-ı Kerîm, mushaflarda yazılıdır, kalblerde
mahfuzdur, lisanlarda okunan kelâmdır.
Kur'an-ı Kerim, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve
sellem sallellahu aleyhi vesellem üzerine indirilmiştir.
Bizim Kur'an'ı telâffuz edişimiz yaratılmıştır.
Kur'an'ı yazmamız ve onu okumamız da yaratılmıştır.
Allah'ın Kelâmı Nefsisi olan Kur'an Allah kelâmıdır,
yaratılmış değildir.
Allah azze ve
celle'nın Kur'an'da, Musa aleyhisselâm'dan, diğer peygamberlerden, Firavun'dan
ve şeytan'dan bahsettiği hususların hepsi Allah Teâlâ'nın kelâmıdır. Onlardan
haber vermektedir.
Allah Teâlâ'nın kelâmı yaratılmış değildir. Mûsa
aleyhisselâm ve diğer yaratıkların sözleri ise yaratılmıştır. Kur'an, Allah Teâlâ'nın Kelâmıdır, onların
sözü değildir.
Musa âleyhisselâm, Allah Teâlâ'nın kelâmını
işitmiştir. Bu konuda Allah azze ve celle şöyle buyuruyor:
“Ve Allah Musa ile
vasıtasız konuştu.”
Musa ile
konuşmadan önce Allah Teala Mütekellim idi yani konuşan idi. Allah Teala
mahlukatı yaratmadan öncede yaratıcı idi.
Sonra Allah azze ve celle'nın:
“Hiçbir şey Allah gibi
değildir.”
Allah; Musa
aleyhisselâm ile konuşunca, ezelde kendisinin sıfatı olan Kelâm ile
konuşmuştur.
Allah ın bütün
sıfatları mahlukun sıfatlarının hilafınadır.
Kelâm sıfatı Allah
Teâlâ'nın sıfatlarındandır.
Allah'ın bütün sıfatları ezelde vardır. Yaratıkların
sıfatları böyle değildir. Allah bilir, fakat bizim bilgimiz gibi değil.
Allah'ın gücü yeter, fakat bizim gücümüz gibi değil. Allah görür, fakat bizim
gördüğümüz gibi değil. Allah, konuşur, fakat bizim konuşmamız gibi değil.
Bizler âletler, uzuvlar ve harfler yardımı ile konuşuruz. Allah Teâlâ ise
aletsiz ve harfsiz olarak konuşur. Harfler yaratılmıştır. Allah Kelâmı ise
yaratılmış değildir.
Allah azze ve
celle bir şeydir, fakat diğer şeyler gibi değildir. Burada Allah bir şeydir,
sözünden kasdedilen, yani Allah zatı ile ve sıfatı ile vardır. Ancak Allah
Teâlâ, zat ve sıfat bakımından yaratılmış eşya gibi değildir.
Allah Teâlâ'nın diğer eşyaya benzemeyen bir şey
olduğunu ifade etmenin manası, cisimsiz, cevhersiz ve arazsız olarak varlığını ispat
etmektir.
Allah Teâlâ'nm
sınırı yoktur. Zıddı yoktur. Benzeri yoktur. Onun gibisi yoktur.
Allah Teâlâ'nın zatına ve sıfatına lâyık bir şekilde
eli vardır, yüzü vardır, nefsi vardır. Allah'ın Kur'an'da zikrettiği yüz, el,
ve nefs kelimeleri bunların hepsi keyfiyetsiz olarak Allah'ın sıfatlarıdır.
Elden maksat Allah'ın kudreti, yahut nimetidir,
denilemez. Zira bu türlü tevillerde Allah'ın sıfatlarını iptal vardır. Allah'ın
sıfatlarını iptal ise Kaderiye ve Mutezile taifesinin sözleridir. Lâkin
Allah'ın eli, keyfiyetsiz olarak sıfatıdır. Allah'ın gazap ve rızası da yine
keyfiyetsiz olarak Allah'ın sıfatlarıdır. Yâni bu sıfatların nasıl olduğunu biz
bilemeyiz, ancak Allah kendisi bilir.
Allah Teâlâ, eşyayı, hiçbir şey olmaksızın maddesiz
olarak yaratmıştır.
Eşya var olmadan
evvel Allah Teâlâ, ezelde eşyayı biliyordu.
Eşyayı takdir eden ve takdirine göre hüküm veren Allah'tır.
Dünyada ve âhirette Allah'ın dilemesi, kaderi, kazası,
bilgisi yazgısı ve Levh-i Mahfuz'da yazısı olmaksızın hiçbir şey var olmaz.
Ancak, Allah'ın yazması, o şeyi vasf etme şeklinde olup hükmetmek suretiyle
değildir.
Kaza, kader ve meşîet sıfatları keyfiyetsiz olarak
Allah Teâlâ'nın ezeldeki sıfatlarıdır.
Allah Teâlâ, yok olan şeyi yokluk halinde yok olarak
bilir. Ve o şeyi var ettiği zaman nasıl olacağını da bilir. Var olan şeyi,
varlık halinde mevcut olarak bilir. Yine Allah Teâlâ, var olan şeyin nasıl yok
olacağını bilir. Allah Teâlâ, ayakta olanı ayakta bilir, oturduğu zaman oturma
halinde bilir. Allah'ın bilgisinde bir değişiklik olmaz. Allah için sonradan
bir bilgi de hasıl olmaz, ancak sonradan kulların durumlarında değişiklik
meydana gelir.
Allah Teâlâ, yaratıkları, küfür ve imandan boş olarak
yarattı, sonra onları emir ve yasaklar ile muhatap kıldı. Kâfir olan kendi
işiyle ve inkârıyla kâfir oldu, Allah, yardımını ondan esirgeyerek kâfir oldu.
İman eden de kendi fiili, ikrar ve tasdiki ile iman eder. Allah ona yardım
edip imanda muvaffak kılar.
Allah Teâlâ, Âdem
aleyhisselâm'ın zürriyetini, küçük zerre şeklinde, Âdem aleyhisselam'ın
neslinden yaratmış, onlara akıl vererek hitab etmiş, emir ve yasaklarda
bulunmuştur. Kullar da, O’nun Rableri olduğunu ikrar etmişlerdir. Kulların bu
ikrarları iman olmuştur. Bu sebeple bütün kullar, bu İslâm fıtratı üzerine
doğarlar.
İmandan sonra her kim Allah'a olan sözünü bozarak
küfreder fıtri olan imanını değiştirmiş olur. Kim imanını açıklarsa ve bu
açıklamasını kalbi ile tasdik ederse, İslâm dini üzere sabit olur ve devam
eder.
Allah Teâlâ, yarattıklarından hiçbirini küfür, yahut
iman üzerine zorlamamıştir.
Allah Teâlâ, kulların hiç birini mümin, yahut kâfir
olmaya zorlamadığı gibi, yaratırken mümin, yahut kâfir olmaya zorlayarak yaratmamıştır.
Belki Allah kullarını şahıslar olarak yaratmıştır. İman ile küfür, kulun kendi
işleridir. Allah Teâlâ, kâfir olanı küfür halinde iken kâfir olarak bilir.
Küfrü irtikab ettikten sonra iman ederse, ilminde ve sıfatında bir değişiklik
olmaksızın iman halinde mümin olarak bilir.
Kulların, hareket ve durma gibi bütün işleri hakikaten
kendi kazançları mahsulü olan işlerdir. Allah Teâlâ ise o işlerin
yaratıcısıdır.
Kulların bütün işleri Allah'ın dilemesi, bilgisi,
kazası ve kaderi ile meydana gelir. Tâat ve ibadetlerin hepsi Allah'ın emri,
mahabbeti rızası, bilgisi, dilemesi, kazası ve kaderi ile sabit olur. Bütün
kötülükler de Allah'ın bilgisi, kazası, takdiri ve dilemesiyle olur. Fakat,
Allah Teâlâ bunlara razı değildir, bu işleri istemez.
Bütün Peygamberler küçük ve büyük günah işlemekten,
küfürden ve çirkin işlerden korunmuşlardır.
Peygamberlerden bir kısmının bazı kusur ve hataları
olmuştur.
Allah Rasûlü
sallallahu aleyhi ve sellem Allah'ın elçisidir. Nebisidir. Kuludur. Seçtiğidir.
Göz açıp kapayıncaya kadar zaman dahi Allaha şirk koşmamıştır. Allah Rasûlü
sallallahu aleyhi ve sellem büyük-küçük Hiç Bir Günah İşlememiştir.
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem'den sonra
insanların en faziletlisi Ebû Bekr, sonra Ömer b, Hattab, sonra Osman b. Affan,
sonra Ali b. Ebû Tâlib -Allah onlardan razı olsun-.
Geçmişte olduğu gibi bu dört halife hak üzerinde
bakîdirler. Hak ile beraber daimdirler. Onların hepsini severiz.
Allah Rasûlü
sallallahu aleyhi ve sellem'in sahabîlerini yalnız hayır ile anarız.
Ne kadar büyük olursa olsun, helâl olduğuna
inanmadıkça hiçbir müslüman, işlediği herhangi bir günah sebebiyle tekfir etmeyiz,
îman ismini onlardan yok etmeyiz.
Biz, büyük günah işleyen kimseye gerçekten mümin
deriz. Bir kimsenin kâfir olmaksızın fâsık bir mümin olması caizdir.
Mestler üzetine mesh etmek sünnettir.
Ramazan ayında Teravih namazı kılmak sünnettir.
Müminlerden
Allah'a itaat eden ve etmeyen herkesin arkasında namaz kılmak caizdir.
Biz, Mümine işlediği günahlar zarar vermez demiyoruz;
işlediği günah sebebiyle Cehennem ateşine girmez, demiyoruz; fâsık da olsa
dünyadan mümin olarak çıktıktan sonra Cehennemde ebediyyen kalacak, demiyoruz.
Murcie taifesinin
söylediği gibi, demiyoruz ki, yaptığımız iyilikler kabul edilmiştir,
kötülükler de affedilmiştir. Ancak biz şunu söylüyoruz: Şartlarına uygun bir
şekilde açık ayıplardan ve gizli kusurlardan uzak kalarak kim iyi bir amel
işlerse ve dünyadan çıkıncaya kadar yaptığı bu ameli iptal etmezse, Allah Teâlâ
onun bu amelini zayi etmez, belki fazlı ve Keremi ile bu ameli kabul edip
mükâfatlandırır. Allah'a eş koşmaktan başka mümin olarak fakat tevbe edemeden
öldüğü kötülükleri ise Allah Teâlâ'nın dileğindedir. İsterse, affeder, dilerse
azab eder. Fakat ebedî olarak Cehennem ateşinde bırakmaz. Herhangi bir amelde
gösteriş, yahut yaptığı işte kendini beğenmek gibi haller vuku bulursa, o
amelin mükâfatını iptal eder.
Peygamberler için mucizeler, veli kullar için de
kerametler haktır.
Hadislerde haber
verildiği üzere, Firavun, İblis, Deccal gibi Allah düşmanlarında görülen
harikalara mucize adını vermeyiz. Bunlara, ihtiyaçlarının giderilmesi ismini
veririz.
Allah'ın düşmanları, kendilerine verilen bu harikalar
ve nimetler sebebiyle değişirler ve isyanlarını yahut küfürlerini artırırlar.
Bunların hepsi caiz ve mümkündür.
Allah Teâlâ, hiç
bir şeyi yaratmadan evvel de yaratıcı idi. Kimseye rızık vermeden evvel de
rızık verendi.
Allah Teâlâ
ahirette görülecektir. Müminler Allah Teâlâyı cennette teşbihsiz ve keyfiyetsiz
görecektir. Müminler Allah Teâlâ'yı gördükleri zaman, yakınlık ve uzaklık
bakımından bir sınır içinde bulunmayacak.
İman, dil ile
ikrar, kalb ile tasdikten ibarettir.
(Ebu Hanife burada
ehli sünnete muhalif kalmıştır. İman kalp ile tastik dil ile ikrar azalar ile
ameldir. Artar ve eksilir.)
Gök ve yer ehlinin imanı ne artar, ne eksilir.
Bütün müminler
iman ve tevhid noktasında eşittirler.
Ancak amel bakımından farklıdırlar.
İslâm, içtenlikle Allah'ın emirlerine teslim olmak,
görünüşte de boyun eğmektir. Lügatte ise iman ile İslâm arasında fark vardır.
Fakat İslâmsız iman olmaz, imansız da İslâm olmaz. Bunlar insanın sırtı ile
karnı gibidir.
Din, iman ile islâmın her ikisine verilen isimdir.
Bütün şeriatlara da din denilir.
Allah Teâlâ'yı,
kendini tanıttığı şekilde, hakkıyle tanırız.
Hiçbir kimse,
Allah Teâlâ'ya lâyık olduğu şekilde ibadet etmeğe güc yetiremez. Ancak
emrettiği şekilde O'na ibadet eder.
Allah'ı tanımada, din işleri ile ilgili kesin bilgide,
Allah'a tevekkülde, Allah ve Rasûlünü sevmede, kaza ve kaderine rıza
göstermede, Allah'ın azabından korkmada, rahmetini ummada ve iman hususunda
bütün müminler eşittirler. Ancak tasdik ve ikrarın dışında amel, derece ve
makam yönünden farklılık gösterirler.
Allah Teâlâ,
kullarından bazılarına fazlı ile muamele eder. Bazılarına da adaletiyle
muamele eder. Bazen dilediği kullar için lâyık olduğunun kat kat üstünde
sevabı fazlı ile ve keremi ile verir. Kulun günahına karşılık adaleti ile
yalnız lâyık olduğu cezayı verir. Bazı kullarına azab etmeyip fazlı ile
affeder.
Peygamberlerin ve bizim Peygamberimizin müminlerin günahkârlarına
ve büyük günah işleyenlere şefaat etmeleri haktır.
Kıyamet gününde
amellerin özel bir tartı aleti ile tartılması haktır.
Kıyamet gününde hasımlar arasında kısas haktır.
Allah Rasûlü
sallallahu aleyhi ve sellem sallellahu aleyhi vesellem'in havzı haktır. Cennet
ve Cehennem de şimdi yaratılmışlardır.
Cennet ve Cehennem ehlinin hayatları sona ermeyecek,
ebediyen kalacaklardır.
Allah'ın sevabı da
azabı da ebediyyen fani olmaz.
Allah Teâlâ fazlı icâbı dileyeni doğru yola iletir,
adaleti icabı dileyeni saptırır.
Allah'ın saptırması, kuluna yardım etmemesidir. Allah
Teâlâ, kendi yolunu istemeyen, küfür ve isyan da bulunmak isteyen kullarını
razı olduğu amellere muvaffak kılmaz. Bu da Allah'ın adaleti icabıdır.
Allah Teâlâ kimi hidayet yolunda bırakmak isterse, kalbini
Tevhid inancı için genişletir ve nurlandırır. Bunun alâmeti ölmeden evvel
âhiret için hazırlanmak, gurur evi olan dünya hayatından uzaklaşmak ve ebedî
kalış yurduna intisab etmektir.
Sapıklığı isteyen
kişiye yardım etmemesi adaleti icabı olduğu gibi böyle kimselere yaptıkları
kötülükten dolayı azab etmesi de adaleti icabıdır. Biz demiyoruz ki, şeytan
mümin kulun kalbinden imanı zorla yok eder. Ancak biz diyoruz ki: Kul kendi
arzusu ile imanı terk eder. Terk edince şeytan onu bu kuldan yok eder.
Münker ve Nekir
meleklerinin kabirde soru sorması haktır.
Kabirde ruhların
kullara iadesi de haktır. Kabrin kafirler için daralması ve gerek kâfirlere
gerekse müslimlerin bir kısmına kabirde azab edilmesi haktır.
İlim adamlarının
söyledikleri gibi, Allah'ın sıfatlarını, Arapçadan başka sözlerle, meselâ,
farsça ile söylemek caizdir.
Yaratıklara
benzetmeksizin ve bir keyfiyet belirtmeksizin Allah'ın yüzü manasında “Rûy-i
Huda”demek caizdir.
Yani ilim
adamlarının çeşitli lügatlerle zikrettikleri gibi, Allah'ın isim ve
sıfatlarında yabancı dillerdeki karşılığını bizler de Allah Teâlâ hakkında
zikredebilir, onlara uyabiliriz.
Ancak, Kitap ve
Sünnette geldiği üzre “Allah'ın eli” manasında (Yedullah) tâbirini farsça,
yahut başka bir yabancı dille zikretmek caiz değildir.
Allah Teâlâ'ya yakınlık ve uzaklık, mesafe uzunluğu ve
kısalığı manasında olmadığı gibi,keramet ve alçaklık ihsan ve zillet manasında
da değildir.
Ancak Allah'a itaat eden keyfiyetsiz olarak O'na
yakındır; isyan eden de yine keyfiyetsiz olarak O'ndan uzaktır.
Uzaklık, yakınlık ve yönelme halleri Allah Teâlâ'ya yalvaran
kulda da bulunur.
Cennette Allah Teâlâ'ya komşu olmak, Allah'ın huzurunda
bulunmak da keyfiyetsiz olacaktır.
Kur'an-ı Kerîm
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem sallellahu aleyhi vesellem'e indirilen,
mushaflarda yazılı olan Allah Kelamıdır.
Kur'an-ı Kerîm'in bütün âyetleri Allah'ın kelâmı
manasında olup fazilet, azamet bakımından eşittirler.
Ancak bazılarında zikir, bazılarında mezkur fazileti
vardır.
Meselâ, Âyet'Kürsî gibi. Ayet Kürsî'de Allah'ın
Celâli, azamet ve sıfatı mezkurdur. Âyet'el Kürsî'de iki türlü fazilet vardır.
Biri zikir faziletidir, diğeri ise mezkûr faziletidir.
Kâfirlerin hallerini vasfeden âyetlerde ise yalnız
zikir fazileti var olup mezkûr fazileti yoktur. Çünkü bunlarda mezkûr olan
kâfirlerdir.
Kâfirler için fazilet yoktur. Bunun gibi Allah'ın bütün
isimleri ve sıfatları da fazilet ve azamet bakımından eşittirler, aralarında
bir fark yoktur.
Allah Rasûlü
sallallahu aleyhi ve sellem iman özerinde ölmüştür.
Allah Rasûlü
sallallahu aleyhi ve sellemin anne ve babası İslâm gelmeden önce ölmüşlerdir.
Amcası Ebû Talib
kafir olarak ölmüştür.
Kasım, Tâhir, ve
İbrahim, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem'in oğulları idi. Fatma,
Zeynep, Rûkiyye ve Ümm-i Gülsüm de kızları idiler. Allah hepsinden razı olsun.
Bir kimse Tevhid ilminin
ince noktalarında bir şüphe içine girerse, soracağı bir âlim buluncaya kadar o
durumda, Allah katında en doğrusu hangisi ise ona inanıyorum, demesi gerekir.
Kendisinden bilgi öğreneceği ilim adamını aramak işini tehir etmek caiz
değildir. Böyle bir kişi, sorup araştırmadan beklediğinden ötürü mazur kabul
edilemez.
Allah'ın
sıfatlarından herhangi biri hakkında bilgi sahibi olmadığı halde bir ilim
adamını araştırmayıp beklerse, bir şüphe mânasına geleceği için böyle bir
kimse kafir olur.
Allah Rasûlü
sallallahu aleyhi ve sellem'in Miraç haberi haktır. Miracı inkâr eden bidatçı,
sapıktır.
Deccalın çıkması,
Ye'cüc ile Me'cüc'ün çıkması, güneşin batıdan doğması, İsa aleyhisselâmın
gökten inmesi ve sağlam haberlerle geldiği üzre diğer Kıyamet alâmetlerinin
ortaya çıkması haktır, olacaktır.
Allah dileyeni
doğru yola sevk eder.
000000000000000-----0000000000
Sünnet İslam’dır, İslam Sünnet’dir
Bil ki; İslam
Sünnet, Sünnet de İslam’dır. Biri olmadan diğeri (mevcud) olmaz.
Hassan ibni Atiyye
(rahmetullahi aleyh), bu hususta şöyle demiştir: "Cibril (aleyhi selam),
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'e Kur’an'ı getirdiği ve öğrettiği
gibi, Sünnet’i de öylece getirir ve öğretirdi." (İbni Abd'il Berr, Cami’ul
Beyan'il İlm, 2/191)
Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Kim benim Sünnet’imden yüz
çevirirse benden değildir!.." (Buhari; Müslim; Nesai; Darimi; Ahmed)
Ebu Hureyre
(radiyallahu anh)’dan naklonulduğuna göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) şöyle buyurmuştur: "İmtina edenler hariç, bütün ümmetim Cennet'e
girecektir! Sahabe-i Kiram: İmtina edenler de kim? dediler. Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem): Kim bana itaat ederse Cennet'e girer, kim asi
olur (itaat etmezse) o imtina etmiş demektir! buyurdular.” (Buhari)
Ebu Bekir es-Sıddk
(radiyallahu anh) diyor ki: “Sünnet Allah’ın sapasağlam ipidir. Onu terkeden
bir kimse kendisiyle Allah arasındaki ipi koparmış olur.” (İbni Batta, eş-Şerhu
ve’l İbane, 120)
Nakledidiğine göre
İmam Malik (rahmetullahi aleyh) şöyle dedi: “Sünnet, Nuh (aleyhi selam)’ın
gemisi gibidir. Ona binen kurtulur. Ona binmeyen boğulur.” (Şeyh'ul Islam İbni
Teymiyye, Mecmu el-Feteva, 4/57; Suyuti, Miftah'ul Cenne fil İ'tisam bi's
Sünne, 53)
Tabiin döneminin
büyük Alimleri'nden İmam Zühri (rahimehullah) şöyle dedi: "Geçmiş
Ulema'mız derlerdi ki; Sünnet’e sarılmak kurtuluş (vesilesi)dir. İlim, süratli
bir şekilde alınıp yok edilir. Bu sebeple ilmin ayakta tutulması, din ve
dünyanın devamı (demektir). İlmin (yok olup) gitmesinde ise bütün bunların (yok
olup) gitmesi (söz konusudur.)" (Darimi; Abdullah İbn'ul Mübarek, Kitab'uz
Zühd, 281)
Hasan el-Basri
(rahmetullahi aleyh) demiştirki; “Allah’a yemin olsun Sünnetler’iniz haddi
aşanla, haktan uzak kalan arasında kalmıştır. O Sünnetler’e uymada sabrediniz.
Zira Sünnet Ehli, eskiden insanların en azı idiler, gelecekte de insanların en
azı olacaklardır. Sünnet Ehli; ne haddi aşanlarla azgınlıklarına gider, ne de
Bi’datçilerle Bi’datlerine… Bilakis onlar; Rablerine kavuşuncaya kadar Sünnet’e
uymada sabreden kimselerdir. O halde İnşallah siz de böyle olunuz!..” (Darimi;
Şerh'ul Akidetu Tahavi)
Abdullah İbn'ud
Deylemi şöyle dedi: “Bana ulaştı ki
dinin (yok olup) gitmesinin başlangıcı Sünnet’in terk edilmesi (ile olacakdır).
İpin bir büklüm bir büklüm (daha çözülerek yok olup) gitmesi gibi din de bir
Sünnet bir Sünnet (derken yok olup) gider.” (Darimi; Muhammed ibni Vaddah
el-Kurtubi, el-Bid'at ve'n Nehyu Anha, 1/66)
Sünnet Cema'at’e Tutunmaktır
Cema'ate tutunmak (da) Sünnet’tendir.
İbni Ömer
(radiyallahu anhuma ecmain)’den rivayete göre, şöyle demiştir: Ömer
(radiyallahu anh), Şam’ın bir bölgesi olan Cabiye’de bize bir Hutbe vererek
şöyle konuştu: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in bize söylediği bazı
şeyleri size söylemek üzere aranızdayım. O bize şöyle demişti: “Size Ashabım'ı sonra onların peşinden
gelenleri sonra da onların peşinden gelenlerin yaşantılarını tavsiye ederim
bunlardan sonraki nesillerde yalan yayılacaktır. O derece ki kendisinden yemin
etmesi istenmediği halde insanlar yemin edecekler, şahidlikleri istenmediği
halde insanlar yalan şahidliği yapacaklardır. Dikkat edin bir erkek bir kadınla
tek başına kalmasın; üçüncüleri Şeytan'dır. İslam Cema'atinden ayrılmayın,
ayrılıklardan sakının çünkü Şeytan cema'ate katılmayıp tek kalanlarla beraberdir.
Cema'atten olan iki kişiden uzaktır. Kim Cennet'in en güzel yerlerinden köşk
sahibi olmak isterse; İslam Cema'atinden ayrılmasın. Kimi, yaptığı iyilik
sevindiriyor ve kötülükleri de üzüyorsa o kimse Mü’mindir.” (Tirmizi; İbni
Mace; Ahmed, Müsned; Hakim; Kenz'ul Ummal, 1/1033)
Enes ibni Malik
(radiyallahu anh)’dan nakledilen bir Hadis'in metni şu şekildedir; Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “İsrailoğulları yetmiş bir fırkaya ayrıldı. Onların yetmiş tanesi helak
oldu, bir tanesi helak oldu, bir tanesi de kurtuldu. Benim ümmetim de yetmiş
iki fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan yetmiş bir tanesi helak (Cehennemlik)
olacak, bir tanesi de kurtulacaktır. Ya Rasulullah! O kurtulacak olanlar
kimlerdir? diye sordular. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) de: Onlar
cema'attir, cema'attir, buyurdu.” (İbni Mace; Ahmed)
İmam Kurtubi der
ki: "Bize Yahya bin Abd'ul Hamid anlattı (...) eş-Şa'bi'den, O, Abdullah
ibni Mes'ud (radiyallahu anh)'dan rivayetle dedi ki: "Topluca Allah'ın ipine sarılın ve ayrılığa düşmeyin!" (Al-i
İmran 3/103) buyruğu cema'at olun! demektir. Yine ondan ve başkalarından
çeşitli yollarla böyle bir açıklama rivayet edilmiştir. Bütün bunların manası
birbirine yakın ve birbiriyle iç içedir. Şüphesiz yüce Allah, birbirimizle
kaynaşmamızı emretmekte ve ayrılığı yasaklamaktadır. Çünkü ayrılık, (tefrika)
helak olmaktır, cema'at ise kurtuluştur. Şöyle diyen (Abdullah) İbni Mübarek'e
Allah'ın rahmeti olsun: "Şüphesiz
cema'at, Hablullah’tır (Allah'ın ipidir). Ona yapışın, O’nun sapasağlam kulpuna
yapışarak korunun." (Kurtubi, el-Cami li Ahkam'ul Kur’an, 4/156)
Herkim Cema'at'ten gayrısını ister ve
ondan ayrılırsa; İslam boyunduruğunu boynundan çıkarıp atmış, sapan ve
başkalarını saptıran birine çevrilmiş olur.
Bu konuda varid
olan bazı Hadisler şöyledir: "Cema'atten
ayrılan, cahiliye ölümü üzere ölür." (Buhari; Müslim; Ahmed)
İbni Ömer
(radiyallahu anhuma ecmain)’den rivayete göre, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) şöyle buyurdu: “Allah benim
ümmetimi -veya Muhammed Ümmeti'ni- dalalet (sapıklık) üzerine bir araya
getirmeyecektir. Allah’ın yardımı cema'at ile beraberdir. Her kim cema'atten
ayrılırsa Cehennem'e ayrılmış olur.” (Tirmizi)
İbni Abbas
(radiyallahu anhuma ecmain)’den dedi ki: Rasulullah (sallallahu aleyhi
vesellem) şöyle buyurdu: "Her kim
emirinden hoşuna gitmedik bir şey görürse sabretsin. Çünkü cema'atten bir karış
kadar dahi ayrılıp ta ölen bir kimsenin o ölümü cahiliye ölümüdür."
(Buhari; Müslim) Bir başka rivayette: "İslam’ın boyunduruğunu boynundan çıkartmış olur." (Tirmizi;
Ahmed) denilmektedir. (Şerh'ul Akidetu Tahavi, 379-382)
Ashab Cema'at’in Esasıdır
Cema'atin üzerine bina edildiği esas, Muhammed sallahu
aleyhi ve sellem Ashabı'na -Allah tümüne rahmet etsin- dayanır. Onlar Sünnet ve
Cema'at Ehli (Ehl-i Sünnet ve’l Cema'at)’dir.
Tirmizi'de
Abdullah ibni Amr (radiyallahu anhuma ecmain)’den rivayet edilen Hadis'de şöyle
denilmektedir: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “İsrailoğulları yetmişiki fırkaya ayrılmıştı
benim ümmet'im ise yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan biri hariç
gerisinin tamamı Cehennemlik'tir. Bunun üzerine Ashab; O tek fırka hangisidir?
diye sordu. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) de; Benim ve Ashabım'ın
üzerinde bulunduğu fırkadır, buyurdu.” (Tirmizi)
(Dini ve İlmi) onlardan almayan her kimse, sapkın ve
Bid’atçidir.
Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Benim ve benden sonraki hidayete ermiş Raşid Halifeler'in Sünnet’ine
uyunuz, ona azı dişlerinizle sımsıkı bir şekilde sanrılınız.” (Ebu Davud;
Tirmizi; İbni Mace; Darimi; Ahmed, Müsned; İbni Ebu Asım, es-Sünne, 54)
Her Bid’at Dalalet, her Dalalet ve (Dalalet) Ehli de
ateştedir.
Cabir (radiyallahu
anh), Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den nakleder: "Sözün en hayırlısı Allah (Subhenahu ve
Teala)’nın Kitabı'dır. Yolların en hayırlısı Muhammed (sallallahu aleyhi ve
sellem)’ in yoludur. İşlerin en kötüsü, sonradan ortaya çıkarılmış olan
Bid’atlardır. Her Bid’at Dalalet'tir, sapıklıktır.” (Müslim; İbni Mace;
Nesai)
Ebu Şame diye
bilinen Ebu Muhammed, Abd'ur Rahman ibni İsmail'in (665H) şu açıklaması, ne
kadar da güzeldir! O, şöyle der:
"Görüldüğü
gibi, cema'atten ayrılmamak kesinlikle emredilmiş bulunmaktadır. Bundan maksat,
hakka tabi olup asla ondan ayrılmamaktır. Hakka tabi olanların sayısı az,
muhalefet edenlerin sayısı çok olsa da, bu böyle olmalıdır! Çünkü itibar, hakka
tabi olanların sayısına değil, hakkın kendisinedir. Ve hak, saadetli
peygamberimizin zamanındaki ilk cema'atin, Ashab-ı Kiram'ın üzerinde bulunduğu
yoldur. Onlardan sonra, bu yola muhalefet edenlerin sayıca çokluğu ise, asla
muteber değildir. (Kitab'ul Havadis ve'l Bida, 19; İbni Kayyım, İğaset'ul
Lahfan, 69/70 terc, 1/133; Şerh'ul Akidetu Tahavi)
Sünnet ve Cema'at ile Bütün Meseleler
Aydınlatılmıştır
Ömer İbn'ul Hattab
radiyallahu anh demiştir ki: “(Ne
kendisinin) hidayet üzere olduğunu düşünerek sapan kimsenin ne de dalalet
olduğunu düşünerek hidayeti terk eden kimsenin özrü (mazareti) yoktur. Zira,
emirler açıkça konulmuş, hüccetler tespit edilmiş ve özür (mazeret) kalkmıştır."
Kişinin kendisini
Hak üzere zannetmesinin onu sorumluluktan kurtarmayacağı açıktır. Allah (celle
ve celaluhu) şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz bu Şeytanlar onları doğru yoldan
saptırırlar. Onlar ise doğru yolda olduklarını sanırlar." (ez-Zuhruf
43/37);
"Allah, bir kısmına hidayet etti, bir
kısmına da sapıklık layık oldu. Çünkü onlar Allah’ı bırakıp Şeytanlar'ı dost
edinmişlerdi. Kendilerinin de doğru yolda olduklarını sanıyorlardı."
(el-A’raf 7/30)
Hüccet'in
ulaşmasına dair ise; İrbad ibni Sariye (radiyallahu anh) Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem)’den şöyle buyurduğunu nakletmektedir: “Sizi beyazlık üzerine terk ettim, gecesi gündüzü gibidir, benden sonra
ondan ancak helak olan sapar!” (İbni Mace; Ahmed, Müsned; Hakim)
Ömer ibn'ul Hattab
(radiyallahu anh)’ın torunlarından ve alimler tarafından Raşid Halifeler'in
beşincisi olarak nitelenen Ömer ibni Abd'ul Aziz (rahimehullah) şöyle
demektedir: “Sünnet’ten sonra
hiçkimseye, kendisini hak üzere olduğunu düşünerek hata edip sapmasına mazeret
yoktur.” (el-Mervezi, es-Sünne, 95; Ebu Nu’aym, Hilyet'ul Evliya)
Bu; Sünnet ve
cema'atin, dinin tamamını sağlamlaştırıp korumasındandır. İnsanlara bu
açıklan(ıp aydınlatıl)mıştır dolayısıyla insanlara düşen (dinden) razı olup
tabi olmaktır.
İbni Mesud (radiyallahu
anh) diyor ki: “Tabi olunuz, Bid’at
çıkarmayınız. Bu size yeter. Her Bid’at sapıklıktır.” (Darimi; Lalekai,
es-Sünne, 1/96; Mervezi, es-Sünne, 28; ibni Vaddah, el-Bida ve'n Nehyu Anha,
43; Ebu Heyseme, Kitab'ul İlim, 540)
Bil ki -Allah sana
rahmet etsin!- şüphesiz din Allah tebareke ve te’aladan gelendir.
İnsanların akıl ve
görüşlerine terk edilmiş birşey değildir. (Din'in) ilmi, Allah (celle celaluhu)
ve Rasulu (sallalahu aleyhi ve sellem) katındadır. Hevandan (nefsinden)
kaynaklanana uyma ki böylelikle dinden çıkar ve İslam’dan ayrılırsın (Allah
katında) hüccetin de olmaz. Zira, Rasulullah sallalahu aleyhi ve sellem
ümmetine Sünnet’i beyan etmiş ve Ashabı'na açıklamıştır. Onlar (Ashab),
Cema'attir ve Sevad'ul Azam (insanların ekseriyeti olan büyük topluluk; Hak
üzere olan Cema'at)’dır; Sevad'ul Azam Hak'tır ve Ehli de (Hak üzeredir).
Enes (radiyallahu
anh) Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in şöyle buyurduğunu rivayet
ediyor: "Ümmet'im dalalet üzere
İttifak etmeyecektir. Siz bir ihtilaf gördüğünüzde Sevad-ı Azam’a (insanların
ekseriyeti olan büyük topluluğa; cema'ate) tabi olunuz." (İbni Mace;
Ahmed, Müsned)
Ebu Umame
el-Bahili (radiyallahu anh) rivayet ederek dedi ki: "Sevad-ı Azam’a
tutunun! Bir adam dedi ki: Sevad-ı Azam nedir? Ebu Umame (radiyallahu anh)
bunun üzerine dedi ki: Nur Suresi’ndeki şu Ayet:
"Eğer yine yüz çevirirseniz, artık onun
(peygamberin) sorumluluğu kendisine yüklenen, sorumluluğunuz da size
yüklenendir." (en-Nur 24/54)" (Ahmed, Müsned)
İbni Mes'ud
(radiyallahu anh) diyor ki: "Cema'at,
hak üzere olandır, isterse bir kişi olsun!.." (İbni Asakir, Tarihi
Dımeşk, 13/322 2)
"İmam İshak
ibni Rahavey’e adamın birisi Sevad'ul Azam’ın kim olduğunu sordu. İshak ibni
Rahavey cevaben dedi ki: Muhammed ibni Eslem (et-Tusi), onun arkadaşları ve ona
tabi olanlardır. Sonra şöyle dedi: Adamın biri (Abdullah) ibni Mübarek’e sordu:
Ey Ebu Abd'ur Rahman, Sevad'ul Azam kimdir? (Abdullah ibni Mübarek) dedi ki:
Ebu Hamza es-Sukkeri’dir. Sonra İshak dedi ki: Yani o zaman Ebu Hamza’ydı bugün
Muhammed ibni Eslem ve onun takipçileridir. İshak sonra dedi ki: Cahillere
Sevad'ul Azam kimdir? diye sorarsan diyecekler ki: İnsanların çoğunluğudur.
Onlar; cema'atin, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Hadisleri'ne ve
Sünnet’ine uyan (alim) bir şahıs olduğunu bilmezler. Herkim onunla birlikte
olur ve ona tabi olursa işte cema'at odur, herkim de ona muhalefet ederse o da
cema'atten ayrılmıştır. Sonra İshak şöyle dedi: Ben, elli yıldır Muhammed ibni
Eslem’den daha alim birini duymadım." (Ebu Nu’aym, Hilyet'ul Evliya)
İbni Kayyım, Ebu
Şame'den naklen şunları aktarır:"Amr ibni Meymun el-Evdi şöyle der: Ben
Yemen'de bulunduğum müddetçe hiç Muaz (radiyallahu anh)'dan ayrılmadım. Onun
vefatından sonra, insanların en fakihi İbni Mes'ud (radiyallahu anh)'a arkadaşlık
ettim. Ve onun şöyle dediğini işittim:
"Sakın cema'atten ayrılmayınız, çünkü
Allah'ın eli cema'atin üzerindedir."
Bir başka gün ise
şöyle diyordu: "Yakında
idarecileriniz, namazı geciktirerek kıldıracak. Siz namazınızı vaktinde
kılınız, bu farzdır! Sonra onların arkasında da kılınız, bu ise nafiledir. Ben
dedim ki: Ey peygamberin ashabı! Hem bize, cema'atten ayrılmamamızı
emrediyorsunuz, hem de böyle söylüyorsunuz. Bunun sebebi nedir? O bana şu
karşılığı verdi: Ey Amr, ben seni şu kasabanın en anlayışlısı sanıyordum. Sen,
cema'at ne demektir, bilmiyor musun? Bil ki, insanların çoğu, cema'ati
terketmiştir. Cema'at, hakka uygun olandır! Tek başına da olsan, hakka uyduğun
zaman, cema'ate uymuş olursun..."
Nu'aym bin Hammad
da bu hususta şöyle demiştir: "O
şunu demek istemiştir: Cema'at, haktan ayrılıp bozulduğu zaman, sen, bu
cemaatin bozulmazdan önce tabi bulunduğu hakka uy! İşte bu takdirde tek başına
da olsan, sen cema'at sayılırsın!" Bunu, Beyheki ve diğerleri rivayet
etmiştir." (Ebu Şame, Kitab'ul Havadis ve'l Bida, 19; İbni Kayyım,
İğaset'ul Lahfan, 69/70 terc, 1/133)
Herkim Rasulullah sallalahu aleyhi ve sellemin
Ashabı'na –dini meselelerden birşeyde- muhalefet ederse Küfr'e düşer.
Allah (azze ve
celle) sadece Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e muhalefet etmeye karşı
uyarmakla yetinmiyor bundan başka, Kur’an’ın üzerlerine indiği ve dini direk
olarak Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den öğrenen ilk Mü’minlerin,
Sahabe'nin takip ettiği yoldan başka bir yol edinen kimseleri de şiddetle
uyarıyor ve bu tutumun kişiyi yönelteceği acı azaba şöylece değiniyor:
“Kim kendisine 'dosdoğru yol' apaçık belli
olduktan sonra, elçiye muhalefet ederse ve Mü'minlerin yolundan başka bir yola
uyarsa, onu döndüğü şeyde bırakırız ve Cehenneme sokarız. Ne kötü bir yataktır
o!..” (en-Nisa 4/115)
Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) Ashabı'na eziyet edenlere lanet ederek şöyle
buyurmaktadır: “Ashab'ım hakkında
Allah’tan korkun! Ashab'ım hakkında Allah’tan korkun! Benden sonra onları
kendinize hedef haline getirip düşmanlık etmeyin! Kim onları severse bana olan
sevgisinden dolayı sever. Kim de onlara kin beslerse bana olan kininden dolayı
böyle yapar. Kim onlara eziyet ederse bana eziyet etmiş olur. Kim bana eziyet
ederse Allah’a eziyet etmiş demektir. Her kim de Allah’a eziyet ederse çok
geçmeden Allah onun belasını verir.” (Ahmed, Müsned)
Herkim Sahabe'nin
yolunu terkeder ve bundan başka bir yola saparsa, Allah’dan başka –sahte-
ilahlar ihdas eden Rafıziler'in, Batiniler'in ve Hulul Ehli Sufiler'in küfre düştüğü
gibi küfre düşer. Yolları tıpkı kendilerinin bu dünyada kendi yollarını
Sahabe'den ayırdıkları gibi Allah tarafından Ahiret'te Sahabe'nin yolundan
ayrılır.
Dinde Sonradan Ortaya Çıkarılan Herşey
Dalalet'tir
Bilki; insanlar
Sünnet’den bir benzerini terk etmedikçe Bid’at çıkarmazlar. Bid'atlardan kaçın,
zira:Sonradan ortaya çıkarılan herşey Bid’attır, her Bid’at dalalettir ve
dalalet ve (dalalet) ehli de ateştedir. Hassan ibni Atiyye (rahmetullahi aleyh)
dedi ki: "Bir topluluk dinleri
hakkında bir Bid’at çıkardılar mı, mutlaka onun benzeri olan bir Sünnet, Allah
tarafından onların arasından çekilip alınır ve Diriliş Günü'ne kadar onlara
döndürülmez." (Darimi; Lalekai, Şerhu Ehli Sünne ve’l Cema'at; Ebu
Nu'aym, Hilye, 6/73)
Bütün Büyük Bid’at ve Sapkınlıklar Küçük ve
Önemsiz-Değersiz Birşey Olarak Başlamıştır
Küçük (görünen
bütün) Bid’atlardan sakın çünkü (küçük Bid'at) büyük (bir Bid’at ve sapkınlık)
olana kadar büyür.
Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)’in hakkında “Kur’an’ı
şu dört kişiden alınız: İbni Mes'ud...” (Buhari; Müslim) diyerek adını ilk
zikrettiği, Sünnet-i Seniyye’ye son derece önem veren ve bu uğurda gayret
sarfeden ve Bid’atlara karşı mücadele eden büyük sahabi Abdullah İbni Mes'ud
(radiyallahu anh) Kufe’de muallim olarak bulunduğu dönemde vuku bulan ve birçok
farklı yoldan bizlere ulaşan bu olay büyük Bid’at ve sapkınlıkların küçük ve
önemsiz birşey olarak başladığını ortaya koyan en güzel örneklerden biridir:
"Ömer ibni
Yahya dedesinden nakletmiştir: Sabah namazından önce Abdullah ibni Mesud
(radiyallahu anh)'ın kapısında oturuyorduk. Evinden çıkınca beraber mescide
yürüyecektik. Ebu Musa el-Eş'ari (radiyallahu anh) yanımıza geldi: Abdullah
daha çıkmadı mı? diye sordu. Hayır dedik. O da bizimle beklemeye başladı.
Derken Abdullah (ibni Me'sud) evinden çıktı. Hepimiz kalkıp etrafını sardık.
Ebu Musa (radiyallahu anh) ona dedi ki: Ey Abdullah! demin mescitte garibime
giden bir olay gördüm. Fakat, bereket versin ki hayırlı bir iş olarak
görünüyordu. Abdullah (ibni Mes'ud) neydi o iş? diye sordu. Ebu Musa: Yaşarken
(beklersen) sende görürsün dedi. Sonra şöyle anlattı: Mescitte halka olmuş
cema'atler gördüm. Her halkadan bir adam, elinde çakıl taşları olduğu halde
komut veriyordu. Yüz defa Tekbir, cema'at yüz Tekbir getiriyordu. Sonra adam: yüz defa La-ilahe illallah diyordu.
Cema'at emrin gereğini yerine getiriyordu. Sonra adam yüz defa Subhanallah diye
komut veriyor, ve cema'at yine emre uyuyordu. Abdullah: Sen onlara bir şey
söylemedin mi? diye sordu. Ebu Musa: Hayır hiç bir şey demedim. Senin görüşünü
almak istedim dedi. Abdullah: Sen onlara: Siz
o çakıl taşlarıyla günahlarınızı sayın!.. Ben size hayrınızı
eksiltmeyeceğine garanti vereyim, diyemedin mi? dedi. Sonra Abdullah
(radiyallahu anh) Mescite yürüdü. Biz de beraber gittik. Mescite girince bu
halkalardan birine rastladı. Tepelerine dikildi. Nedir sizin şu yaptığınız?
dedi. Onlar: Ey Abdullah, bunlar çakıl taşları, Tekbir, Tehlil ve
Tesbihlerimiz'i sayıyoruz dediler. Abdullah: Siz o taşlarla günahlarınızı
sayın!.. Ben size hayrınızın
eksilmeyeceğine garanti vereyim. Ey Muhammed ümmeti! Helakınız ne de hızlı
yaklaşıyor. Hem de aranızda bu kadar Sahabe varken, Rasulullah (sallalahu
aleyhi ve sellem)'in kefeni daha nemlenmişken, yemek tabağı henüz
kırılmamışken... Beni Kudreti'yle saran Allah adına söyleyin: Siz, Muhammed
ümetinden daha mı fazla hidayette olan bir ümmetsiniz?... Yoksa siz dalalet
kapısını açanlar mısınız?... Onlar: Ey Abdullah, Allah'a andolsun ki, bizim
hayır işlemekten başka bir niyetimiz yok dediler. Abdullah: Nice hayır uman
insanlar var ki asla umduğu hayrı bulamamıştır. Rasulullah (sallalahu aleyhi ve
sellem) Kur'an okuyan, fakat okudukları kalplerine işlemeyen bir topluluk tarif
etmişti. Andolsun ki, sanki o tarife uyanların çoğunluğu sizin aranızda...
Sonra onlardan yüz çevirip gitti… Amr ibni Seleme dedi ki. Nehrevan olayında bu
adamların çoğunluğunu, Hariciler'le beraber bize saldırırken gördük."
(Darimi; Abd'ur Rezzak, Musannef; Taberani, Mucem'ul Kebir, 3/179, 3050;
Münziri, et-Terğîb ve’t Terhib, 42, 246; Heysemi, Mecma'uz Zevaid, 1/280, 1001;
Suyuti, el-Cami'us Sağir, 2/139; Münavi, Feyz'ul Kadir, 6/23)
Bu rivayetin bir
benzeri de İbni Vaddah el-Kurtubi’nin, rivayet zincirinde Tebei Tabiun'dan
Salet ibni Behram ile İbni Mesud (radiyallahu anh) arasında inkıta olan ve bu
sebeple zayıf sayılan (İbni Hacer, et-Tehtib'ut Tehzib) şu Asar'dır: "İbni
Mesud (radiyallahu anh) boncuklarla Tesbih çeken bir kadına uğrar, onları
kopartıp atar. Sonra da taşlarla Tesbih çeken bir adama gelir ve ayağı ile
vurur. Ardından şöyle der: Çok ileriye gittiniz! Karanlık Bid’atlara daldınız!
Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Ashabını ilimde geçtiniz!.."
(İbni Vaddah el-Kurtubi, el-Bid’at ve’n Nehyu Anha, 12)
Bu, ümmetin
içerisinde ortaya çıkarılan her Bid’at da aynı şekilde olmuştur. Önceleri küçük
birşey olarak ve hakka benzer biçimde çıkmış ve bu sebeple de bunları
işleyenler sapmış ve bunu terk edememiştir. (Zamanla) büyüyerek onların
kendisine uydukları bir din halini aldı dolayısıyla Sırat-ı Mustakim’den
saptılar ve İslam’dan çıktılar.
Burada şuna da
işaret etmekte fayda vardır. Bilindiği üzere Bid’atlar çeşit çeşittir. Bu
sebeple ulema, Bid’at'ul Mukeffire (kişiyi İslam Dini’nden çıkartan Bid’atlar)
ile kişiyi İslam Dini’nden çıkarmayan Bid’atları birbirinden ayırmış ve Bid’atları
farklı kategoriler halinde ele almıştır. Buradaki genel ifadeden hareketle her
Bid’at işleyenin Kafir olduğu sonucuna varılmamalıdır. Zira burada Şeyh'in
kişiyi İslam Dini’nden çıkartan Bid’atları kasdettiği aşikardır.
Dini Meseleleri Ciddiye Almanın
Gerekliliği
Bil ki -Allah sana
rahmet etsin!- kendi döneminden olan kimselerin sözlerini dikkatle inceleki,
böylelikle; Nebi sallalahu aleyhi ve sellemin Ashabı'ndan herhangi biri yahut
herhangi bir alim bu mesele hakkında konuşmuş mu? (Bunu) soru(şturu)p görene
kadar amel etmede acele etmeyesin ve (bir yanlışın) içine girmeyesin! Eğer
onlardan delil olacak bir nakil bulursan ona sarıl; hiç birşey yüzünden bu
sınırı aşma ve hiç birşeyi ona tercih etme (Cehennem) ateş(in)e düşersin!..
İmam Evzai’den
şöyle dediği nakledilmiştir: "İlim;
Muhammed (sallalahu alehi ve sellem)’in Sahabeleri'nden gelendir ve hiçbir
Sahabe'den gelmeyen şey, ilim değildir." (İbni Abd'il Berr, Cami’ul
Beyan'il İlm, 2/36)
Hak Yoldan Sapmanın İki Yolu
Bil ki; Hak yoldan
sapmak iki şekilde olur:
İlkinde; hayırdan başka bir isteği olmayan bir
adam hak yoldan sapar bu adamın hatasına uyulmaz çünkü helak olmaya götürür.
(İkincisinde) bir adam hakka karşı inat eder ve
kendinden önce gelen (Selef'den) muttakilere muhalefet eder, işte bu adam sapan
(ve başkalarını) saptıran; bu ümmetin içindeki Asi Şeytan'dır. Onu
tanıyanların, insanları ona karşı uyarmak ve onun Bid’atlarına düşerek helak
olmamaları için onun durumunu insanlara açıklamak (görev/sorumluluk manasında)
bir haktır.
İslam Tamdır ve Teslimiyet İster
Bil ki -Allah sana
rahmet etsin!- kulun İslam’ı, (hakka) uymayıncaya, (onu) doğrulamayıncaya ve
(ona) teslim olmayıncaya kadar tamamlanmaz. Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellemin Ashabı tarafından (gücü yettiği halde açıklamamak suretiyle) İslam’da
yeterince açıklanmamış bir şey kaldığını iddia eden kimse onları yalanlamış
(hatalı bir biçimde itham etmiş), onlardan ayrılmış ve onları ta'n etmiştir. Bu
(şahıs ise); İslam’da olmayan birşeyi ihdas eden bir Mubtedi (Bid’atçı),
(kendisi) sapmış ve başkalarını (da) saptıran bir kimsedir.
İbni Mesud
(radiyallahu anh) şöyle rivayet etmiştir: “Allah
Te'ala kullarının kalplerine baktı. Onların arasında en hayırlı kalp olarak
Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in kalbini gördü. O’nu kendisi için
seçti ve peygamber olarak gönderdi. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’in
kalbinden sonra kullarının kalplerine baktı. Kulları arasında Ashabı'nın
kalplerini en hayırlı kalpler olarak gördü. Ve dini için savaşan kimseler
olarak onları Nebisi'ne vezir kıldı. Müslümanlar'ın güzel gördükleri Allah
(celle celaluhu) katında da güzeldir. Onların kötü gördükleri Allah katında da
kötüdür.” (Ahmed, Müsned; Hakim, el-Müstedrek, 3, 78)
Sünnet’de Kıyasa Yer Yoktur
Bil ki -Allah’ın
rahmeti üzerine olsun!- Sünnet’de kıyas yoktur ve ne de misaller verilerek
mantık yapmak yoktur ve onda hevaya (nefsi isteklere) uyulmaz.
Burada kıyas ile
kasdolunan fasid analoji, akli çıkarımlar ve düşünce ile mantıkdır. Buna
başvurmanın gerekçesi ise, Şeri'at Ahkamı'ndan hoşnut kalmayan kimselerin dini
kendi heva ve heveslerine uygun hale getirme çabalarıdır. İmam İbni Cerir
Taberi ve ibni Kesir’in el-A’raf Suresi 7/12 Ayeti'nin Tefsiri'nde naklettiğine
göre Hasan el-Basri ve İbni Sirin şöyle demişlerdir: "İlk kıyası yapan İblis'tir.” İblis (lanetullahi aleyh), ateşten
yaratılan kendisi ile insan arasında bir kıyas yapmış, ateşin topraktan üstün
olduğunu iddia ederek, Allah’a olan itaatsizliğini haklı çıkarmak, Adem (aleyhi
selam)’a secde etmemesinin doğru olduğunu ispat etmek istemiştir.
Aksine, Rasulullah
sallalahu aleyhi ve sellemden gelen nakilleri, "nasıl?" demeden keyfiyetsiz (nasıl olduğu sorulmadan) ve şerhsiz (nasıl ve neden olduğu sorgulanmaksızın ve açıklama olmaksızın)
doğrulamaktır.
Dinde Kelam, Husumet Cedel ve Çekişmenin
Yerilmesi
Kelam, Husumet, Cedel ve çekişme –kişi hakka ve
Sünnet’e ulamış olsa bile- kişinin kalbine şüphe düşüren bir Bid’attır.
Kelam ilmi, Kur’an
ve Sünnet’ten kaynaklanmayan, Mu'tezili fırkası alimlerinin mülhidlere ve
felsefik düşünce akımlarına karşılık vermek gayesiyle tesis ettikleri bir
ilimdir. Mülhidlere kendi düşünce sistemleri ile (kelam-felsefe) cevap vermek
isteyen Mu'tezile neticede İslam’ın birçok sabit hükmünü kelamın gereği olarak
terketmek durumunda kalmışlardır. Kelam, alimler tarafından yerilmiş ve birçoğu
yanında ilim olarak dahi kabul görmemiştir.
İshak ibni İsa
dedi ki: Malik derdi ki: "Kim dini
kelamla öğrenmek isterse Zındıklık etmiş olur. Kim kimya ile uğraşırsa iflas
eder, kim de Hadis'in garibini elde etme isterse yalancı olur.” (el-Herevi,
Zemm'ul Kelam, K-173)
İmam Malik dedi
ki: "Şayet; kelam bir ilim olsaydı,
Sahabe ve Tabiin, ahkam hakkında konuştukları gibi, kelam hakkında da
konuşurlardı. Ancak o bir batıla delalet eden bir batıldır." (Beğavi,
Şerh'us Sünne)
İmam Şafii dedi ki:
"Kelam erbabı hakkında benim
hükmüm şudur: Onlara sopa atmalı, develerin üzerine başaşağı ters
bindirip aşiretler ve kabileler arasında dolaştırarak: Kitab ve Sünnet'i bir
yana bırakıp da kelamı alanın cezası işte budur, diye nida edilmelidir!"
Rebi, İmam Şafii’nin şöyle dediğini nakleder: "Bir kimse ilmi kitaplarını vasiyet etse, kitapları arasında kelam
kitapları da bulunsa, kelam kitapları bu vasiyete dahil olmaz." (Razi,
Menakıb-ı Şafiî)
Abdullah ibni
Ahmed dedi ki: "Babam, Ubeydullah ibni Yahya ibni Hakan’a bir mektup
yazarak şöyle dedi: Ben kelam sahini mütekellim değilim ve kelamın da herhangi
bir değeri olduğunu zannetmiyorum. Allah’ın Kitabı ve Rasulü’nün Sünneti’nden
başka birşey kabul etmiyoruz. Bunun dışında bir şeyde söz söylemek hoş değildir.”
(el-Herevi, Zemm'ul Kelam, K-216)
İmam Ahmed şöyle
demiştir: "Sünnet’i müdafaa ediyor
olsa dahi Kelam Ehli ile oturma!" (İbn'ul Cevzi, Menakib'ul İmam
Ahmed, 205)
İmam Eşari,
Cuveyni ve Gazali ve hatta Razi gibi çok sayıda alim, kelam ile geçen dönemleri
için Allah’tan af ve bağışlanma dileyerek tevbe ettiklerini söylemişlerdir.
Dinde Cedel genel manada yerilmiştir.
Allah (azze ve celle) şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ın Deliller'i hakkında, ancak Kafir
olanlar çekişirler.” (Gafir/Mü'min 40/4)
Ebu Umame
(radiyallahu anh) anlatıyor: "Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdular ki: Bir kavm, içinde bulunduğu
hidayetten sonra sapıttı ise bu, mutlaka cedel sebebiyle olmuştur.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bunu söyledikten sonra, delil olarak)
şu ayeti okudu:
"Onlar: Bizim
İlahımız mı yoksa O mu daha iyidir? dediler. Sana böyle söylemeleri, sırf
tartışmaya girişmek içindir. Onlar şüphesiz münakaşacı bir millettir!.."
(ez-Zuhruf 43/58)" (Tirmizi; İbni Mace)
Ebu Hureyre
(radiyallahu anh) anlatıyor: "Biz
kader hususunda münakaşa ederken, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
çıkageldi. Öylesine kızdı ki, öfkenin hasıl ettiği kızıllıktan, yüzünde sanki
nar taneleri ortaya çıkmıştı. Bize şöyle çıkıştı: Bununla mı emredildiniz,
yoksa ben size bunun için mi gönderildim!?! Bilin ki, sizden öncekileri, dini
meselelerdeki münakaşalarını çokluğu ve peygamberleri hakkında düştükleri
ihtilafları helak etmiştir." (Tirmizi; İbni Mace)
Adamın biri Hasan
el-Basri (rahmetullahi aleyh)’e gelerek: Ey Ebu Sa’id (Hasan el-Basri)! Din
konusunda münazara edelim deyince, İmam Hasan el-Basri ona şöylece mukabelede
bulunmuştur: "Ben, kendi dinimi
biliyorum, eğer sen dinini yitirdiysen git de dinini (tartışma mevzusu edip)
ara-bul!.." (Acuri, eş-Şeri’a, 57; Lalekai, Usul İ’tikad Ehl'is Sünne,
1/144 215; İbni Batta, el-İbanet'ul Kubra, 586)
Ömer ibni Abd'ul
Aziz (rahmetullahi aleyh) şöyle demiştir: "Dinini münakaşaya açan (bir akide üzere sabit kalmaz) sık sık değişir!.."
(İbni Abd'il Berr, Cami’ul Beyan'il İlm, 2/113; Bağdadi, el-Fakih ve'l
Mutefakkih, 1/235; Darimi, 1/91)
Allah Hakkında Kelam Yapmak Sapkın Bir
Bid’attır
Allah’ın rahmeti
üzerine olsun! Bil ki; Rab te'ala hakkında kelam yapmak, muhdes (sonradan
ortaya çıkmış), Bid’at (uydurulmuş) ve dalalettir. Rab hakkında, O’nun
kendisini Kur’an’da vasfettiği ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin
Ashabı'na açıkladığı dışında hiç birşey söylenmemelidir. O (Allah) celle
senauhu, Tek'dir.
“O'nun benzeri
gibi olan hiçbir şey yoktur. O, Semi (işiten)'dir, Basir (gören)'dir.” (eş-Şura
42/11)
Allah, Evvel ve Ahir’dir İlmi Herşeyi
Kuşatmıştır
Rabbimiz öncesi
olmayan Evvel, sonrası olmayan Ahir’dir. Gizliyi ve gizlinin gizlisini bilir.
Arş’ına İstiva etmiştir. İlmi heryeri kuşatmıştır ve O’nun İlmi'nden uzak
hiçbir mekan yoktur.
Müellif bu
ibaresiyle, Cehmiyye’nin, Allah’ın Zat’ı ile her yerde olduğuna dair inancını
inkar etmektedir. Ehli Sünnet’in bu husustaki inancı –müellifin de vurguladığı
üzere- Allah’ın Zat’ı ile Arş’ın üzerine İstiva ettiği ve İlmi'nin de her yanı
kapladığı yönündedir.
Kelamullah ve Allah’ın Sıfatları
Rabb’in Sıfatları
hakkında Allah’dan şüphe eden şüpheciden başkası "nasıl?" ve "niçin?"
demez. Kur’an, Kelamullah (Allah’ın Kelamı), (indirdiği) Vahyi ve Nuru'dur.
Kur’an mahluk (yaratılmış) değildir. Kur’an
Allah’dandır ve Allah’dan olan birşey yaratılmış değildir. Bu, Malik ibni
Enes, Ahmed ibni Hanbel ve onlardan önce ve sonraki fakihlerin dediğidir ve bu
konuda tartışmak Küfür'dür.
Kur’an Allah’ın Kelamı'dır. Kelam Allah’ın
Sıfatları'ndandır. Allah’ın bütün Sıfatları Ezeli ve Ebedi'dir.
İmam Malik
(rahimahullah) Kur’an’ın mahluk olmayıp yaratılmadığını söylemiştir: "Kur’an Allah’ın Kelamı'dır ve
yaratılmamıştır." (Lalekai, Şerh Usul'us Sunne, 414)
İmam Ahmed ibni
Hanbel (rahimahullah) kendisine Kur’an’ın mahluk olduğunu söyleyen kimse
hakkında sorulduğunda "Kafir'dir."
demiştir. (Lalekai, Şerh Usul'us Sunne, 449)
Kur’an’ın mahluk
olmayıp yaratılmadığı ile alakalı Ehli Sünnet alimlerinin sözleri ve kitapları
çoktur.
Ehli Sünnet ve’l
Cema'at, Kur’an’ın Kelamullah (Allah’ın Kelamı) olduğuna i'tikad eder. Lakin bu
hususta Ehli Bidat’in hücumuna uğrarlar. Bunun yanında, Eşariler ve Maturidiler
de, Zahir'de Kur’an’ın Kelamullah olduğunu söyleseler de, elimizdeki Kur’an’ın
mahluk olduğunu iddia etmek suretiyle Ehli Sünnet’e muhalefet etmektedirler.
Ru'yetullah
Kıyamet Günü’nde
Ru'yet'e (Mü’minlerin Allah’ı görmesine) İman. (Mü’minler) Allah’ı baş
gözleriyle göreceklerdir.
Allah (subhenahu
ve teala) şöyle buyurmaktadır: “Yüzler
vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldayacaktır. Rableri'ne bakacaklardır (O’nu
göreceklerdir).” (Kıyamet 75/22-23)
Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)'den gelen ve Ru’yetullah’a delalet eden Hadis-i
Şerifler ile Ashabı'nın bu husustaki sözleri mütevatirdir. Bu Hadisler'i Sahih,
Müsned ve Sünen te’lif eden Hadis alimleri eserlerinde rivayet etmişlerdir.
Cerir ibni
Abdullah el-Beceli (radiyallahu anh)’tan rivayete göre, o şöyle demiştir:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in huzurunda oturmakta idik.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), dolunay durumundaki Ay'a baktı ve
şöyle dedi: “Siz Rabbiniz'in huzuruna
varacaksınız ve şu Ay'ı gördüğünüz gibi O’nu görecek ve görme konusunda bir
zorluk ve sıkıntıyla karşılaşmayacaksınız. Dolayısıyla gün doğmadan önceki
namaza ve gün batmadan önceki namaza gücünüz yettiği sürece devam edin dedi ve
şu Ayet'i okudu: “…Güneşin doğmasından ve batmasından önce Rabbi'nin
sınırsız Kudret ve yüceliğini tüm eksiksiz övgüleriyle an…” (Ta-Ha 20/130)”
(Buhari; Müslim; Tirmizi)
Ebu Hureyre
(radiyallahu anh)’tan ve ayrıca Ebu Sa’id el-Hudri (radiyallahu anh)’tan
rivayete göre, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Dolunay gecesi Ay'ı görmekte güçlük çeker
misiniz? Veya her zaman güneşi görmekte bir güçlükle karşılaşır mısınız? Ashab:
Hayır! diye cevap verdiler. Bunun üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem): Siz Rabbiniz'i dolunay gecesinde gördüğünüz gibi rahatlıkla görecek ve
hiçbir zorlukla karşılaşmayacaksınız buyurdu.” (Buhari; Müslim; İbni Mace;
Ebu Davud; Tirmizi; Nesai; Ahmed, Müsned; İbni Huzeyme; İbni Hibban)
Suheyb
(radiyallahu anh)’tan rivayete göre, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem);
“İyi ve yararlı işler yapmakta devamlı ve kararlı olanlara karşılık olarak
iyisi ve ziyadesi (ondan daha fazlası) vardır.” (Yunus 10/26) ayeti hakkında
şöyle buyurdu: “Cennetlikler Cennet'e
girdiklerinde bir tellal: Sizin için Allah’ın verdiği bir sözü vardır diye
bağıracak… Cennetlikler de diyecekler ki: Bizim yüzümüzü ak etmedi mi? Bizi
ateşten kurtarmadı mı? Bizi Cennet'e sokmadı mı? Melekler: Evet! diye cevap
verecekler. Bundan sonra perde açılacaktır. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) şöyle sözünü sürdürdü: Allah’a yemin ederim ki, Allah o gün
Cennetlikler'e, Kendisi'ni görmekten daha sevimli bir şey vermemiştir.” (Müslim;
Tirmizi; İbni Mace; Ahmed, Müsned)
Ehli Sünnet
Akidesi'nin ele alındığı her eserde yer bulan bu meseleyle alakalı daha fazla
Türkçe bilgi için Tahavi Akidesi’nin İbnu Ebi’l İzz tarafından yapılan
Şerhi'nin Ru'yetullah'la alakalı bölümüne ve ayrıca İbni Kayyım’ın Türkçeye
“Cennetteki Hayat” adıyla çevrilen “Had'il Ervah” isimli eserinin ilgili
bölümüne ve yine Hafız ibni Hacer el-Askalani’nin “Feth'ul Bari bi Şerhi Sahih
el-Buhari” isimli eserinde Darekutni’nin Ru'yetullah hakkındaki yirmiden çok Hadis'i
topladığı, İbni Kayyım’ın arttırarak otuzdan çok Hadis derlediği ve bu
Hadisler'in çoğunluğunun ceyyid olduğunu Yahya ibni Ma'in’in Ruyetullah
hususunda onyedi Sahih Hadis olduğunu belirttiği bölüme (Feth'ul Bari, 17/448)
müracaat edilebilir.
Ru'yetullah
hususunda da, Mu'tezili ve diğer bazı Bidat Ehli ile Eşariler de Zahiren
Ru'yetullah’ı kabul etmelerine karşın Mu'tezile ile Selef arasında telifçi bir
yaklaşım tarzıyla bazı açılardan bu hususta Ehli Sünnet ve’l Cema'at’e
Muhalefet etmektedirler.
Allah onları perdesiz (Kendisi adına
hareket eden bir kimse olmaksızın) ve tercümansız hesaba çekecektir.
Adiyy ibni Hatim
(radiyallahu anh) şöyle demiştir: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
şöyle buyurdu: "Sizlerden herbir
kişiye Kıyamet Günü’nde Allah muhakkak Kelam söyleyecektir. Öyle bir halde ki,
kendisiyle Allah arasında hiçbir tercüman bulunmaz." (Buhari; Müslim;
Tirmizi; Ahmed, Müsned; Nevevi, Riyaz'us Salihin)
Mizan’a İman
Kıyamet Günü’nde
Hayr'ın (iyiliğin) ve Şerr'in (kötülüğün) tartıldığı -iki kefesi ve lisanı
olan- Mizan’a iman1 (etmek gerekir).
Allah-u Te'ala
şöyle buyurmaktadır: "İşte, kimin tartıları ağır basarsa, artık o, hoşnut
olunan bir hayat içindedir. Kimin tartıları hafif kalırsa, artık onun da anası
(son durağı) Haviye'dir (uçurum/Cehennem)." (el-Karia 101/6-9)
Ebu Hureyre
(radiyallahu anh)'dan rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) şöyle buyurdu: "İki söz
vardır ki onlar dile hafiftirler, terazide ağırdırlar; Rahman olan Allah'a
sevimlidirler, bunlar: Subhanellahi ve bihamidihi (Allah'a Hamd ederek O'nu
noksanlıklardan Tenzih ederim), Subhanellah'il Azim (Yüce Allah'ı Tenzih
ederim)." (Buhari)
"Bitaka
Hadisi" olarak bilinen meşhur Hadis'de, Abdullah ibni Amr ibn'ul As
(radiyallahu anhuma ecmain) Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in şöyle
buyurduğunu rivayet eder: "Allah
Te'ala benim ümmetimden bir kişiyi Kıyamet Günü’nde Mahluklar'ın gözü önünde
kurtarır. O kişi hakkında doksandokuz defter açılır. O defterlerin herbiri
gözün alabileceği kadar büyüktür. Sonra Allah Te'ala o kişiye der ki:
Bu defterde
yazılanlardan bir şeyi inkar ediyor musun? Hafaza Melekler'im sana zulmettiler
mi?
Hayır, ya Rab!
Senin herhangi bir
özrün var mı?
Hayır, ya Rab!
Evet! Bizim
nezdimizde senin bir sevabın vardır. Muhakkak ki bugün sana zulüm yok!
Allah Te'ala bir
kağıt çıkarır. O kağıtta Eşhedu en La-ilahe illallah ve eşhedu enne Muhammeden
Rasulullah (Allah'tan başka -tapılmaya layık- İlah olmadığına ve Muhammed'in
O'nun Rasulü olduğuna Şahidlik ederim) yazılıdır. Bunun üzerine kul sorar:
Bu kağıt, şu
defterlerin yanında ne yapabilir ya Rab?
Sana zulüm
yapılmayacaktır!
Bunun üzerine
defterler terazinin bir kefesine, o kağıt öbür kefesine defterler konur.
Defterler havalanır, o kağıt ağır basar; zira Allah'ın İsmi'nin karşısında
hiçbir şey ağır gelemez." (Tirmizi; Ahmed, Müsned)
"Ebu İshak
şöyle demiştir: ez-Zeccac’ın ifadesine göre Ehli Sünnet; Mizan'ın (terazinin)
varlığına, Kıyamet Günü kulların amellerinin tartılacağına, terazinin bir dili
iki kefesinin bulunacağına ve bunların ameller ile inip kalkacağına iman
noktasında icma etmişlerdir. Mu'tezile, teraziyi inkar etmiş ve bu, "Allah’ın Adaleti'nden ibarettir!"
demiş, böylece Allah’ın Kitabı’na ve Sünnet’e muhalif olmuştur." (Hafız
ibni Hacer el-Askalani, Feth'ul Bari bi Şerhi Sahih'ul Buhari, 17/628; Tercüme,
14/652)
Tartının iki
kefesi olduğunu Hak Ehli kabul etmekteyken Bidat Ehli ise inkar etmiştir. Bidat
Ehli tartı ve kefelerinin hakiki değil mecazi olduğunu ileri sürmüştür. (Ebu'l
Hasan el-Eşari, Makalat'ul İslamiyyin)
Kabir Azabı'na, Sorgu Melekleri Nekir ve
Münker’e İman
Kabir Azabı'na,
Münker ve Nekir (isimli sorgu meleklerin)’e iman (etmek gerekir).
Ebu’l Hasan
el-Eşari (rahmetullahi aleyh)’in belirttiği üzere, Kabir Azabı'na iman
hususunda Ehli Sünnet’te icma vardır. (Risale ila Ehl-i Sağir, 279)
Kabir Azabı, sadece; Hariciler'den ve de
Bağdad'lı Mu'tezile’den bir grup tarafından inkar edilmiştir.
Ebu Abdullah (İmam
Ahmed) kendisine Kabir Azabı ve sorgu Melekler'i hakkında sorulduğunda şöyle
cevap vermiştir: “Bunların hepsine iman
ediyorum ve bunlardan birini her kim inkar ederse o, Cehmi’dir.”
(Neysaburi, Mesail'ul İmam Ahmed, 2/156 1879)
Mü’minlerden olan
ölülere Cennet kapıları açılır ve Cennet kendilerine gösterilir. Onlar ni'met
içerisinde, sıkıntısız ve huzurlu bir şekilde Kabir hayatını yaşarken Kafir
veya Münafık olanlara ise Cehennem kapıları açılır, oradaki azab kendilerine
gösterilir ve kabirlerinde azab görürler. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem)’in buyurduğu üzere: "Kabir
ya Cennet bahçelerinden bir bahçedir veya Cehennem çukurlarından bir çukurdur."
(Tirmizi)
Kabirde Azab'ın olacağını şu Ayet-i Kerime
ifade eder:
"Firavun ve adamları sabah-akşam ateşe
atılırlar. Kıyamet’in kopacağı gün de denilir ki; Firavun hanedanını ateşin en
şiddetlisine sokun!.." (Ğafir/Mümin, 40/46)
Rasulullah
(sallallahu alehi ve sellem) Sahih bir Hadis'de:
"Allah, iman edenlere bu dünya hayatında ve
Ahiret'te, o sabit sözlerinde daima sebat ihsan eder." (İbrahim 14/27)
Ayeti'nin, Kabir Nimeti hakkında indiğini açıklamıştır. (Buhari)
Bazı Hadisler'de,
İsrafil (aleyhi selam)'ın birinci ile ikinci Sur'a üfleyişi arasındaki süre
içerisinde Kabir Azabı gören kimselerden azabın hafifletileceği haber
verilmiştir. Nitekim azab görenler kabirlerinden kalktıkları zaman şöyle diyeceklerdir:
"(Yeniden
dirilişi inkar edenler pişmanlık içerisinde) bize yazıklar olsun! Bizi
kabirlerimizden kim kaldırdı (çıkardı)? derler. (Onlara cevap olarak şöyle
denilecektir:) Bu, Rahman (olan Allah)'ın vadettiği ve doğru sözlü
peygamberlerin haber verdikleri şeydir (Ba's/yeniden diriliştir)!" (Ya-Sin
36/52)
Bunun dışında, Kabir Azabı süreklidir.
Kabir Azabı ile
ilgili Hadis kitaplarında pek çok Hadis zikredilmektedir. İmam Beyheki, İsbat
Azab'ul Kabr başlığı altında konuyla alakalı ikiyüzkırk rivayeti derlemiştir.
Sorgu-sual, Kabir Azabı ve onun Ni'metleri hakkındaki Hadisler, muhtelif
lafızlarla varid olmuştur, sayıca çoktur ve mana bakımından mütevatire
ulaşmıştır. (Kemal ibni Ebi Şerif, el-Musemara bi Şerh'il Museyara, 228)
Rasulullah
(sallalahu aleyhi ve sellem) Kabir Azabı'ndan Allah (subhenahu ve teala)’ya
sığınmamızı ve namazlarda son oturuşta okumamızı bizlere tavsiye etmektedir. “Allah’ım! Cehennem Azabı'ndan Sana
sığınırım. Kabir Azabı'ndan Sana sığınırım. Hayat ve ölüm fitnesinden Sana sığınırım.
Mesih Deccal’in şerrinden Sana sığınırım.” (Buhari; Nesai; İbni Hibban)
Abdullah ibni
Abbas (radiyallahu anhuma ecmain)'den rivayet olunan Hadis'de, o şöyle
demiştir: "Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir mezarlıktan
geçerken, iki mezardaki ölünün bazı küçük şeylerden dolayı azab çekmekte
olduklarını gördü. Bu iki mezardaki ölülerden biri hayatında koğuculuk yapıyor,
diğeri ise idrardan sakınmıyordu. Bunun üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi
ve sellem) yaş bir dal almış, ortadan ikiye bölmüş ve her bir parçayı iki kabre
de birer birer dikmiştir. Bunu gören Ashab, niye böyle yaptığını sorduklarında
şöyle buyurdu: Bu iki dal kurumadığı sürece, o ikisinin çekmekte olduğu azabın
hafifletilmesi umulur." (Buhari; Müslim; Ebu Davud)
Bera ibni Azib
(radıyalahu anh)'dan rivayet olunduğuna göre, o şöyle demiştir: Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) ile birlikte Ensar'dan bir adamın cenazesini
defnetmek için çıktık, kabre geldiğimizde kabir henüz kazılmamıştı. Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) oturunca, biz de onun meclisine saygıdan dolayı
sanki başımızda kuş duruyormuşçasına hepimiz hareketsiz bir şekilde onun
etrafında oturduk. Elinde bir çubuk vardı ve düşünceli bir şekilde çubuğun bir
ucuyla yeri eşeliyordu. Başına kaldırdı ve -iki veya üç defa-:
"Kabir
Azabı'ndan Allah'a sığının!.. buyurdu. Sonra şöyle buyurdu: Mü’min kul,
dünyadan ayrılmak ve Ahiret'e yönelmek üzere olduğu zaman ona gökten yüzleri
sanki güneş gibi olan beyaz yüzlü Melekler iner. Yanlarında Cennet
kefenlerinden ve kokularından vardır. Onun görebileceği yere otururlar. Sonra
Ölüm Meleği gelir, baş tarafına oturur ve şöyle der: Ey güzel ruh, çık ve
Rabbi'nin Mağfiret'ine ve Rızası'na gel! Bunun üzerine o ruh, tulumun ağzından
damlayan bir damla gibi çıkar ve Ölüm Meleği onu alır. Ölüm Meleği, Mü'min
kulun ruhunu aldığında, Melekler onu göz açıp kapayacak kadar Ölüm Meleği'nin
elinde bırakmazlar. Onu Ölüm Meleği'nin elinden alırlar ve bu kefene koyarlar.
O ruhtan, yeryüzünde bulunan en güzel mis kokusu gibi bir koku çıkar. Onu
Melekler arasından geçirirken: Bu güzel ruh nedir? derler. Dünyadaki en güzel
isimlerini söyleyerek: Falan oğlu falandır! derler. en yakın göğe (dünya
semasına) ulaşıncaya kadar çıkarırlar. Melekler onun için kapının açılmasını
isterler. Onlara kapı açılır. Bunun üzerine yedinci semaya ulaşıncaya
kadar her semada bulunan Allah'a yakın Melekler o ruha eşlik ederler. Nihayet
Allah (azze ve celle) şöyle buyurur:
"Kulumun Amel
defterini, İlliyyin'e yazın ve ruhunu yeryüzüne geri gönderin. Çünkü Ben,
onları ondan (topraktan) yarattım ve yine ona döndüreceğim. Bir defa daha
onları (hesaba çekmek üzere) topraktan çıkaracağım."
Bunun üzerine
Mü'min kulun ruhu bedenine iade edilir. Ardından iki Melek yanına gelip onu
oturturlar ve:
Rabb'in kimdir?
derler.
Mü'min kul: Rabbim
Allah'tır, der.
Onlar: Dinin
nedir? derler.
Mü’min kul: Dinim
İslam'dır, der.
Onlar: Size
gönderilen adam hakkında ne dersin? derler.
Mü’min kul: O
Allah'ın elçisidir, der.
Onlar: Sana
bunları bildiren nedir? derler.
Mü’min kul:
Allah'ın Kitabı'nı okudum, ona inandım ve onu tasdik ettim, der.
Bunun üzerine
semadan bir ses gelir: Kulum doğru söyledi. Cennet'ten bir yer döşeyin
(makamını hazırlayın), onu Cennet elbiselerinden giydirin ve ona Cennet'ten bir
kapı açın, der. Bunun üzerine ona Cennet'in esintisinden ve güzel kokusundan
kokular gelir, gözünün görebileceği yere kadar kabri genişletilir. Sonra ona,
güzel yüzlü, güzel elbiseli ve güzel kokular içerisinde olan birisi gelir ve
seni mutlu edecek şeyle sevin. Bugün sana Va'd olunan gündür, der. Bunun
üzerine o: Sen kimsin? Senin o Hayır'lı yüzün nedir, der. O: Ben, senin salih
amelinim der. Bunu işitince, Ya Rabbi! Kıyamet'i çabuk kopar ki, aileme ve
malıma kavuşayım, der.
Kafir kul,
dünyadan ayrılmak ve Ahiret'e yönelmek üzere olduğu zaman, yanlarında kaba ve
sert elbise olan siyah yüzlü Melekler gelir ve onun görebileceği bir yerde
otururlar. Sonra Ölüm Meleği onun yanına gelip başucunda oturur ve ona: Ey
çirkin ruh, haydi çık! Allah'ın öfkesine ve gazabına gel! der. Bunun üzerine
ruhu bedenine dağılır ve ıslak yüne dolaşan pıtrağın (dikenli tohumları
hayvanların kıllarına ve insanların giysilerine takılan bir yıllık ve otsu bir
bitki) yünden çekilip çıkarıldığı gibi, Ölüm Meleği onun ruhunu bedeninden
çekip alır (Ruhu bedeninden güçlükle ayrılır). Ölüm Meleği ruhunu alınca da,
Melekler onu göz açıp kapayacak kadar Ölüm Meleği'nin elinde bırakmazlar. Onu
Ölüm Meleği'nin elinden alırlar ve kaba ve sert elbisenin içine koyarlar. Ondan
yeryüzünde bulunan en pis leş kokusu gibi bir koku çıkar. Onu semaya
yükseltirler. Her semada bulunan meleklerin yanından geçerken onlar: Bu pis ruh
kimindir? derler. Melekler, dünyadaki en kötü ismini söyleyerek: Falan oğlu
falandır, derler. en yakın göğe (dünya semasına) gelince, onun için semanın
kapılarının açılmasını isterler, fakat ona kapılar açılmaz. Sonra Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) şu Ayet'i okudu:
"(Öldükleri
zaman) onlar(ın ruhların)a gök kapıları açılmaz ve deve, iğne deliğinden
geçinceye kadar onlar Cennet'e giremezler. Suçluları işte böyle cezalandırırız."
(el-A'raf 7/40)
Allah (azze ve
celle) şöyle buyurur: "Onun amel defterini Siccin'e (en aşağı tabakaya)
yazın!.." Sonra onun ruhu, gökten yere fırlatılıp atılır. Sonra Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) şu Ayet'i okudu:
"Kim Allah'a
Şirk (ortak) koşarsa, sanki o, gökten düşüp de parçalanmış da kendisini kuşlar
kapmış veya rüzgar onu uzak bir yere sürükleyip atmış kimse gibidir." (Hac
22/31)
Ardından ruhu
bedenine iade olunur da (Münker ve Nekir adlı) iki Melek ona gelip yanına
oturur ve:
Rabbin kimdir?
derler.
Kafir kul: Şey
şey, bilmiyorum, der.
Onlar: Dinin
nedir? derler.
Kafir kul: Şey
şey, bilmiyorum, der.
Onlar: Size
gönderilen adam hakkında ne dersin? derler.
Kafir kul:
Hah…Hah… Bilmiyorum, der.
Bunun üzerine
semadan bir ses: Yalan söyledi, ona Cehennem'deki yerini hazırlayın ve ona
Cehennem'den bir kapı açın! der.
Cehennem ateşinin
sıcağından ve sıcak rüzgarından gelir ve kaburgaları birbirine geçecek şekilde
kabri ona daraltılır. Çirkin yüzlü, kötü elbiseli ve pis kokulu bir adam ona
gelir ve şöyle der: Seni üzecek şeye sevin! Bugün, va'd olunduğun gündür. Kafir
ruh ona: Sen kimsin? Çirkin yüz kötülük getirdi, der. O da: Ben senin çirkin
amelinim, der. Bunun üzerine: Rabbim! Kıyamet'i koparma!.. der." (Ahmed,
Müsned)
Başka bir Hadis'de
şu şekilde ifade edilir: "Ölü mezara konulunca, birine Münker, diğerine
Nekir adı verilen siyah mavi iki Melek gelir; ölüye derler ki: Şu Muhammed
(sallallahu aleyhi ve sellem) denilen zat hakkında ne dersin? O da şöyle cevap
verir. O, Allah'ın kulu ve Rasulü'dür. Ben şahitlik ederim ki Allah'tan başka
İlah yoktur, Muhammed de O'nun kulu ve elçisidir. Bunun üzerine Melekler; Biz
senin böyle diyeceğini zaten bilmekte idik, derler. Sonra onun mezarını yetmiş
arşın genişletirler. Daha sonra bu ölünün mezarı ışıklandırılır ve
aydınlatılır. Daha sonra Melekler ölüye: Yat ve uyu! derler. O da: Aileme gidin
de durumu haber verin der. Melekler ona: zifafa giren ve sadece en çok sevdiği
kişi tarafından uyandırılan şahıs gibi, Mahşer Günü'ne kadar sen uyumana devam
et derler.
Eğer ölü Münafık
olursa, Melekler şöyle der: Şu Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) denilen
zat hakkında ne dersin? Münafık da şöyle cevap verir: Halkın Muhammed hakkında
bir şeyler söylediklerini işitmiş, ben de onlar gibi konuşmuştum. Başka bir şey
bilmiyorum. Melekler ona: Böyle diyeceğini zaten biliyorduk derler. Daha sonra
yere: Bu adamı alabildiğine sıkıştır! diye seslenilir. Yer de sıkıştırmaya
başlar. Öyle ki o kimse kemiklerini birbirine geçmiş gibi hisseder. Mahşer
Günü'ne kadar bu sıkıntı devam eder." (Tirmizi)
Semura ibni Cundeb
(radiyallahu anh) şöyle anlatır: "Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
Sabah Namazı'nı kıldırdığı zaman yüzünü bize döner ve: Bu gece sizden kim rüya
gördü? diye sorardı. Eğer birisi rüya görmüş ise onu anlatır, o da: Maşaallah!
derdi. Yine bir gün bize: Bu gece sizden kim rüya gördü? diye sordu. Biz de:
Gören yoktur! dedik. Bunun üzerine O (sallallahu aleyhi ve sellem):
Ama ben bu gece
bana gelen iki adamı gördüm. Elimden tutup beni Mukaddes Toprağa çıkardılar.
Bir de baktım, orada, oturan bir adamla elinde demir çengel olan ayakta bir
adam var. Bu adam çengeli avurtunun içinden ensesine kadar sokuyordu. Sonra da
avurtunun diğer kenarına sokup aynısını yapıyordu, bu arada diğer tarafı iyi
olunca, o zaman bu tarafa dönüp tekrar aynısını yapıyordu. Ben: Bu nedir?
dedim.
Yürü! dediler.
Yürüdük, sonunda sırt üstü uzanmış bir adama vardık. Başucunda ise ayakta
elinde bir taş bulunan bir adam vardı, taşla başını eziyordu. Taşı vurduğunda
taş yuvarlanıp gidiyor, o da taşı almak için arkasından gidiyordu, tekrar geri
geldiğinde başı iyi olup eski halini alıyor, adam tekrar gelip başına
vuruyordu. Ben: Bu da kimdir? dedim.
Yürü! dediler.
Yürüdük, sonunda tandır gibi bir deliğe vardık, üstü dar, altı geniş olup
altında ateş yanıyordu. Ateş yaklaştırıldığında (alevler yükseldikçe)
içindekiler de yükseliyor, neredeyse dışarı çıkacak oluyorlar, ateş
sakinleşince tekrar içerisine dönüyorlardı. Buranın içerisinde çıplak kadınlar
ve erkekler vardı. Ben: Bunlar da kimdir? dedim:
Yürü! dediler.
Yürüdük, sonunda içerisinde ortasında bir adam bulunan kandan bir nehre vardık.
Nehrin kıyısında önünde birtakım taşlar bulunan bir adam vardı. Nehirdeki adam
gelip dışarı çıkmak istediğinde nehrin kıyısındaki adam onun ağzına bir taş
atarak onu bulunduğu yere gönderiyordu. Adam çıkmak için geldiğinde her
defasında ağzına bir taş atıp yerine döndürüyordu. Ben: Bu da nedir? dedim:
Yürü! dediler.
Yürüdük, sonunda içerisinde büyük bir ağacın bulunduğu yemyeşil bir bahçeye
vardık. Ağacın dibinde yaşlı bir adamla birtakım çocuklar vardı. Bir de baktım
ki ağacın yakınında, önünde yakıp tutuşturduğu ateş bulunan bir adam var.
Sonunda beni ağacın içinden yukarı çıkararak bir eve girdirdiler ki bu evden
daha güzelini asla görmedim. Evin içerisinde yaşlısından gencine birtakım
erkekler, kadınlar ve çocuklar vardı. Sonra beni buradan çıkarıp yine ağaçtan
yukarı kaldırdılar ve bir eve girdirdiler ki bu ev daha güzel ve daha değerli
idi. Yine buranın da içerisinde yaşlılar ve gençler vardı. Ben: Bu gece beni
gezdirip dolaştırdınız, şimdi gördüklerimin ne olduğunu bana haber verin
bakalım, dedim.
Olur, dediler.
Avurtu yarılıp
parçalandığını gördüğün adam, yalancıdır. Yalan konuşur, kendisinden her tarafa
yalan taşınırdı. İşte bu sebeple Kıyamet Günü’ne kadar ona böyle azab edilir.
Başının taşla parçalandığını gördüğün adam, Allah kendisine Kur’an'ı öğrettiği
halde, uykuyu Kur'an'a tercih eder, gündüz de Kur’an-ı Kerim'e göre yaşamazdı.
İşte bu nedenle ona Kıyamet Günü’ne kadar böyle azab edilir. Deliğin içinde
gördüğün erkekler ve kadınlar, zinakarlardır. Nehirde gördüğün adam faiz
yiyenlerdir. Büyük ağacın altında gördüğün yaşlı adam İbrahim (aleyhi
selam)'dır. Çevresindeki çocuklar insanların çocuklarıdır. Ateşi yakan ise
Cehennem'in bekçisi Malik’tir. İlk girdiğin ev, bütün müslümanlar'ın evi, bu ev
ise şehitlerin evidir. Ben Cebrail’im. Bu da Mikail’dir. Başını yukarı kaldır!
dedi.
Başımı kaldırdım,
bir de baktım ki üstümde bulut gibi bir şey duruyor. Bana: İşte bu de senin
evindir, dediler. Ben: Beni bırakın da evime gireyim, dedim.
Ama senin henüz
tamamlamadığın bir ömrün var, şayet tamamlamış olsaydın, evine girerdin,
dediler." (Buhari)
İbni Kayyım
günahkar Müslümanlar'ın da Kabir Azabı'na tabi tutulmalarına dair der ki:
"Bazı durumlarda belirli bir süreye kadar azab edildikten sonra Kabir
Azabı kesilir. Bu azab türü, günahları az olan bazı günahkar Mü'minler içindir.
Bu kimseler, günahlarına göre azab görecekler, -aynı Cehennem'de azab görüp de
sonra onlardan azabın giderileceği gibi-, daha sonra azab onlardan
hafifletilecektir. Ölünün yakın akrabası veya başkası tarafından kendisi için
yaptığı dua, verdiği sadaka, yaptığı istiğfar veya haccın sevabının kendisine
ulaşmasından dolayı Kabir Azabı ölüden kaldırılabilir." (İbni Kayyım,
er-Ruh, 89)
Ayet'te geçen مَعِيشَةً
ضَنكًا "sıkıntılı bir hayat" (Ta-Ha 20/124) tabirinin Kabir Azabı
olduğu belirtilmiştir. İbni Kesir, Ebu Sa’id el-Hudri (radiyallahu anh) ve Ebu
Hureyre (radiyallahu anh)’dan rivayet edilen Hadisler gereğince Kabir Azabı
olarak kabul edilmesi gerektiğini söyler. İbni Hibban’ın Ebu Hureyre
(radiyallahu anh)’dan rivayet ettiği Hadis'de, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem)’in bunu Kabir Azabı olarak açıkladığı bildirilmektedir. (İbni Hibban,
Sahih, 3109)
Kabir Azabı,
Sünnet Ehli tarafından İcma ile kabul edilmiş ve buna muhalefet eden
olmamıştır. Mu’tezile’ye gelince, onlar Cennet ve Cehennem’in henüz
yaratılmadığı iddası ile, Kabir Azabı’nı da inkar etmişlerdir.
Îmânın Lügat ve Istılâh
Mânâsı:
“Îmân” kelimesi lügatte: “Emniyet ve tasdîk” olmak
üzere iki mânâya gelir. Emniyet: “Güven vermekve güven içinde olmak” demek
olup, korkunun zıddıdır. Nitekim âyet-i kerîme’de şöyle buyrulmuştur:
“Allâh onları korkudan emin kıldı.” (Kureyş: 106/4)
Tasdîk ise: “Doğrulama ve onaylama” demek olup,
yalanlamanın zıddıdır. Nitekim âyet-i kerîme’de şöyle buyrulmuştur:
“Onların size inanacaklarını mı
umuyorsunuz.” (Bakara: 2/75)
İslâmî ıstılâhta ise: “Îmân: Kalb ile tasdîk, dil
ile söylemek ve âzâlarla amel etmektir. Artar ve azalır.”
Buna göre îmân: Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve
sellem’in Allâh’u Teâlâ’dan getirdiklerini kalb ile kabul etmek, bunları dil
ile söylemek ve gerektirdikleriyle amel etmektir. İbâdetlerle artar. Günâhlarla
azalır. [Bak: “E-m-n” Maddesi, İsfahânî, el-Müfredat; Firûzâbâdî,
el-Kâmûsu’l-Muhît; İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab; Cevherî, es-Sıhâh; İbn Fâris,
Mucemu Makâyisi’l-Luğa…]
Ehl-i Sünnet Âlimleri
Îmânın Tanımında İcmâ Etmişlerdir:
Ehl-i Sünnet âlimleri îmânın kalb ile tasdîk, dil ile
ikrâr ve âzâlarla amel etmek olduğunda ve itaatlerle artıp, masiyetlerle
azalacağında icmâ etmişlerdir. Nitekim:
1. İmâm Sufyân bin Uyeyne rahîmehullâh şöyle
demiştir: “Îmân, söz ve ameldir. Bizden öncekilerden
onu, söz ve amel olarak aldık. Amel olmadan söz olmaz.”
[Abdullâh bin Ahmed, es-Sünne: 1/346; İbn Battâ, el-İbâne: 2/855; el-Acurrî,
eş-Şeria: 2/604.]
2. İmâm Şâfiî rahîmehullâh şöyle demiştir: “Sahâbe,
tabiin ve onlardan sonra bizim kendilerine yetiştiğimiz kimseler: ‘Îmân: Söz,
fiil ve niyettir. Bu üçünden birisi diğeri olmadıkça geçerli değildir’ diye
icmâ ettiler.” [el-Lalekâî, Şerhu Usuli İtikadi Ehli’s-Sünne:
5/956; İbn Teymiyye, Mecmûu’l-Fetâvâ: 7/209.]
3. İmâm Ahmed bin Hanbel rahîmehullâh şöyle
demiştir: “Tabiinden, Müslümanların imâmlarından, selef
imâmlarından ve çeşitli ülkelerin fıkıhçılarından doksan kişi Rasûlullâh
sallallâhu aleyhi ve sellem’in vefat ettiği esnadaki sünnetine göre: ‘Îmân: Söz
ve fiildir. İtaatle artar, masiyetle eksilir’ diye icmâ ettiler.”
[İbn Receb, Tabakatu’l-Hanabile: 1/130.]
4. İmâm İbn Abdilberr rahîmehullâh şöyle
demiştir: “Fıkıhçılar ve hadîsçiler îmânın söz ve amel
olduğu üzerinde icmâ ettiler. Niyetsiz amel olmaz. Onlara göre îmân itaatle
artar, masiyetle azalır. Onların nazarında bütün itaatler îmândır.”
[İbn Abdilber, et-Temhîd: 9/238.]
5. İmâm Buhârî rahîmehullâh şöyle demiştir: “Çeşitli
ülkelerden binden fazla âlimle karşılaştım. Hiç kimsenin îmânın söz ve fiil
olduğunda, artıp eksilebileceğinde ihtilaf ettiğini görmedim.”
[İbn Hacer, Fethu’l-Bârî: 1/47; Alûsî, Rûhu’l-Meânî: 5/156.]
6. İmâm el-Acurrî rahîmehullâh şöyle
demiştir: “Allâh size ve bize merhamet etsin. Biliniz
ki Müslüman âlimlerin üzerinde icmâ ettikleri esasa göre îmân, bütün insânlara
farzdır. O da, kalb ile tasdîk, dil ile ikrâr ve âzâlarla amel etmektir.
Ve
yine biliniz ki beraberinde dilin söylemesi olmadıkça sadece kalb ile bilmek ve
tasdîk etmek yeterli değildir. Âzâlarla amel etmek olmadıkça da kalb ile bilmek
ve lisân ile söylemek yeterli değildir. Bu üç haslet bir kimsede eksiksiz
bulunduğu zaman mü’min olur. Kur’ân, Sünnet ve Müslüman âlimlerin görüşleri
buna delâlet eder.” [Acurrî, eş-Şeria: 2/611.]
7. İmâm el-Beğavî rahîmehullâh şöyle
demiştir: “Sahâbeler, tabiinler ve onlardan sonra gelen
sünnet âlimleri amellerin îmândan bir cüz olduğu konusunda görüş birliği
içindedirler… Onlar dediler ki: Îmân söz, amel ve akidedir.”
[el-Beğavî, Şerhu’s-Sünne: 1/38.]
8. İmâm İbn Battâ rahîmehullâh şöyle
demiştir: “Allâh size rahmet etsin, bilin ki! Allâh’u Teâlâ kalblerin
kendisini tanımasını ve kendisini, rasûllerini, kitâblarını ve sünnetin
getirdiği her şeyi tasdîk etmesini, dillerin bunu söylemesini ve söz olarak
bunu ikrâr etmesini, bedenlerin ve âzâların emrettiği her şeyi yapmasını farz
kıldı. Amelleri farz kıldı. Bunlardan herhangi birisi diğerleri olmadıkça
geçerli değildir. Kul bunların hepsini kendisinde bulundurmadıkça mü’min
olamaz. Ta ki kalbiyle inanmış, dili ile ikrâr etmiş ve âzâları ile amel etmiş
olsun. Bununla beraber yine de mü’min olamaz. Ancak bütün söylediklerinde ve
yaptıklarında sünnete uygun olduğu, bütün sözlerinde ve amellerinde Kitâb ve
ilme uyduğu zaman mü’min olur. Size açıkladığım her şey Kur’ân’da ve Sünnet’te
geçmektedir ve ümmetin âlimleri bunun üzerinde icmâ etmiştir.” [İbn Battâ,
el-İbâne: 2/778.]
9. İmâm Ebû Ubeyd Kâsım bin Sellâm
rahîmehullâh şöyle demiştir: “Allâh Teâlâ îmânın ancak şartlarına uygun
bir amelle gerçek bir îmân olacağını belirlemiştir. Amel olmaksızın sadece
sözle îmân iddiasında bulunanı gerçek mü’min olarak kabul eden kimse Allâh’ın
Kitâbı’na ve Sünnet’e inatla karşı çıkıyor demektir. Allâh’u Teâlâ’nın
insânları sözün fiille tasdîk edilip edilmediğiyle imtihan ettiğini ve amel
olmaksızın sadece sözden razı olmadığını görmedin mi? Böylece birini diğerinin
bir parçası kılmış olmadı mı? Allâh’ın Kitâ-bı’ndan, Rasûlü’nün Sünneti’nden ve
ondan sonraki selefin metodundan sonra artık başka hangi şeye uyulur? Ki örnek
alınacak ve güvenilecek kimseler onlardır. Şu kitâbımızda naklettiğimiz
şeylerden âlimlerimizin belirlediği bize göre sünnete uygun olan hüküm şudur:
Niyet, söz ve amelin hepsi birden îmândır.” [Kâsım bin Sellâm,
Kitâbu’l-Îmân: 32-34.]
10. İmâm İbn Receb rahîmehullâh şöyle
demiştir: “Âlimlerin çoğunluğu şunu söylemişlerdir. Îmân söz ve ameldir. Bu
selefin tamamının ve hadîs âlimlerinin icmâsıdır. Şâfiî bu konuda sahâbenin ve
tabiinin icmâ ettiklerini belirtmiştir. Ebû Sevr de bunun üzerinde icmâ
olduğunu ifâde etti. Evzâî dedi ki: Seleften bu dünyadan geçip gidenler îmân
ile amel arasında ayırım yapmazlardı. Bunu birden fazla selef âlimi Ehl-i Sünnet
ve’l-Cemaat’ten naklettiler. Fudayl bin Iyâd ve Veki el-Cerrah da bunu Ehl-i
Sünnet ve’l-Cemaat’ten nakledenlerdendir. ‘Îmân söz ve ameldir’ diyenlere
gelince bunlardan bazıları şunlardır: Hasen el-Basri, Said bin Cubeyr, Ömer bin
Abdulaziz, Ata, Tavus, Mücâhid, Şâbî, Nehâî ve Zührî. Bu, Sevrî, Evzâî, İbn
Mübarek, Mâlik, Şâfiî, Ahmed, İshâk, Ebû Ubeyd, Ebû Sevr ve diğerlerinin de
görüşüdür… Îmânın artması ve eksilmesi, âlimlerin cumhurunun görüşüdür.”
[İbn Receb, Câmiu’l-Ulûm: 1/104.]
Kalb İle Tasdik Etmenin
Delîlleri:
Îmânın sahîh olabilmesi için kalb ile tasdîk
edilmesinin gerekli olduğunu beyân eden birçok delîl vardır. Onlardan bazıları
şöyledir: Allâh Subhânehu ve Teâlâ, şöyle buyurmaktadır:
“Îmân henüz kalblerinize girmedi
(yerleşmedi).” (Hucurât: 49/14)
Bu âyet-i kerîme kalb ile tasdîk etmeden îmân
iddiasının geçerli olmayacağının ve îmânın ancak kalben tasdîk ile sahîh
olacağının en açık delîllerindendir. Zîrâ âyette menfaat peşinde koşarak
münafıklık yapan bazı bedevîlere “Îmân henüz kalblerinize girmedi” buyrularak
kalben yakînî olarak îmân etmedikçe mü’minlerden olamayacakları
bildirilmektedir. Nitekim âyetin baş tarafında şöyle buyrulmaktadır:
“Bedevîler, dedi ki: ‘İman ettik.’ De ki: ‘Siz îmân etmediniz; ancak ‘İslâm
(teslim) olduk’ deyin. (Zîrâ) Îmân henüz kalblerinize girmedi.”
Allâh Subhânehu ve Teâlâ, başka bir âyet-i kerîme’de
şöyle buyurmaktadır:
“Ey Rasûl! Kalbleri inanmadıkları halde
ağızlarıyla ‘inandık’ diyenlerle Yahudilerden küfür içinde çaba harcayanlar
seni üzmesin.” (Maide: 5/41)
Bu âyet-i kerîme de bir önceki âyet-i kerîme gibi
îmânın sıhhati için kalb ile tasdîk etmenin şart olduğunun en büyük
delîllerindendir. Âyette kalben inanmadıkça dil ile söylemenin kişiye fayda
vermeyeceği beyân olunmaktadır. Zîrâ âyetin sonunda “İnanmadıkları halde
ağızlarıyla ‘inandık’ diyenlerle Yahudilerden küfür içinde çaba harcayanlar”
hakkında şöyle buyrulmaktadır: “Onlara dünyada bir rüsvaylık (en aşağılayıcı
bir zillet), ahirette ise yine onlara büyük bir azâb vardır.”
Îmânın sahîh olabilmesi için kalb ile tasdîk
edilmesinin gerekli olduğunu ifâde eden birçok hadîsi şerîf vardır. Onlardan
bazıları şöyledir:
“Ebû Said el-Hudrî radıyallâhu anh’dan
rivâyet edildiğine göre, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular:
Cennetlikler cennete, cehennemlikler de cehenneme girdikten sonra Allâh
Subhânehu ve Teâlâ: ‘Kalbinde hardal danesi ağırlığınca îmânı olanı (cehennemden)
çıkarın!’ buyurur.” [(SAHÎH HADÎS): Buhârî (22); Müslim (146)…]
Bu hadîs-i şerîf, kalb ile tasdîk etmeden îmânın sahîh
olmayacağını ve kurtuluşun ancak kalbte bulunan tevhîdî bir îmân ile mümkün
olacağını açık olarak bildirmektedir. Nitekim hadîste: “Kalbinde hardal danesi
ağırlığınca îmânı olanı (cehennemden) çıkarın!” buyrulmuştur.
“Enes bin Mâlik radıyallâhu anh’dan rivâyet
edildiğine göre, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular: (Allâh Azze
ve Celle) ‘Lâ ilâhe illallâh Muhammeden Rasûlullâh’a samimi bir kalble şahitlik
eden herkese cehennem ateşini haram kılar’.” [(SAHÎH HADÎS): Buhârî (128); Müslim (32)
…]
Kalbten yakînî olarak şehâdet edilen kelime-i
tevhid’in, cehennem ateşinde ebedî olarak kalmaya mânî olacağı ifâde edilen bu
hadîs-i şerîf, bir önceki hadîste zikredilenleri takviye ederek kalb ile tasdîk
etmedikçe îmân iddiasının geçerli olmayacağı hakkında açık bir nassdır.
İmâm İbn Kayyim rahîmehullâh kalbin tasdîki hakkında
şöyle demiştir: “Îmânın hakikati söz ve fiilden oluşur. Söz iki kısımdır:
Kalbin sözü ki bu itikattır (kalbin inanması, bağlanmasıdır), dilin sözü ise
İslâm kelimesini konuşmaktır (kelime-i tevhîd’i söylemektir). Fiil de iki
kısımdır: Kalbin fiili ki bu niyet ve ihlâstır. İkincisi organların fiilidir.
Bu dördü bulunmadığı zaman îmân kemâliyle bulunmaz. Kalbin tasdîki bulunmadığı
zaman kalan kısımların faydası olmaz.” [İbn Kayyim Kitâbu’s-Salât: 56.]
Dil İle İkrâr Etmenin
Delîlleri:
Îmânın sahîh olabilmesi için -şer’î özürler haricinde-
dil ile ikrâr edilmesinin gerekli olduğunu beyân eden birçok delîl vardır.
Onlardan bazıları şöyledir: Allâh Subhânehu ve Teâlâ, şöyle buyurmaktadır:
“Deyin ki: ‘Biz Allâh’a ve bize indirilene
inandık’.” (Bakara: 2/136)
Allâh’u Teâlâ, bu âyet-i kerîmesinde îmân esasları
kalben tasdîk edildikten sonra, bunların dil ile de ikrâr edilmesini
emretmiştir. Bu da dil ikrâr etmenin farz olduğuna açık olarak delâlet eder. Bu
sebeble -ikrah hali müstesna- dili ile îmânını ikrâr etmeyen bir kimsenin îmânı
sahîh değildir. Nitekim İmâm Ebû Hanîfe rahîmehullâh şöyle demiştir: “Bir
kimse Allâh’ı tanır, O’nun tasdîk eder ve imkânına rağmen dili ile ikrâr
etmeden ölürse küfür üzere ölmüştür.” [el-Usûlu’l-Munife li’l İmâm Ebî
Hanife: 120.]
Allâh Subhânehu ve Teâlâ, diğer bir âyet-i kerîmesinde
şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz: ‘Bizim Rabbimiz Allâh’tır’
deyip sonra doğru bir istikâmet tutturanlar (yok mu); artık onlar için korku
yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.” (Ahkâf: 46/13)
Allâh’u Teâlâ, bu âyet-i kerîmesinde ise tevhîdi dil
ikrâr ederek bunun gereklerini istikâmet üzere yerine getirenlerin mahzun
olmayacaklarını beyân etmektedir. Ancak ilk olarak zikrettiği şey, îmânın dil
ile ikrâr edilmesidir. Bu da ikrârın amelden önce olduğuna açık olarak delâlet
etmektedir.
Îmânın sahîh olabilmesi için -şer’î özürler haricinde-
dil ile ikrâr edilmesinin gerekli olduğunu ifâde eden birçok hadîsi şerîf
vardır. Onlardan bazıları şöyledir:
“Târık bin Abdullâh el-Muhârî radıyallâhu
anh’dan rivâyet edildiğine göre, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdular: Ey İnsanlar! ‘lâ ilâhe illallâh/Allâh’tan başka -ibâdete layık hak-
ilâh yoktur’ deyin kurtuluşa erin.” [(SAHÎH HADÎS): Ahmed (16603); İbn
Huzeyme (159)…]
Hadîs-i şerîfte ‘lâ ilâhe illallâh’ kelime-i tevhîdini
ikrâr edenlerin kurtulacağı; ikrâr etmeyenlerin ise dünyâ ve âhiret kurtuluşa
eremeyeceği bildirilmektedir. Bu da dil ikrâr olmadan îmânın sahîh olmayacağı
gerçeğine şüphe bırakmayacak bir şekilde delâlet etmektedir.
“Enes bin Mâlik radıyallâhu anh’dan
rivâyet edildiğine göre, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular:
İnsânlar ‘lâ ilâhe illallâh/Allâh’tan başka -ibâdete layık hak- ilâh yoktur’
deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum. Kim Allâh’tan başka ilâh yoktur
derse meşru bir gerekçesi dışında canını ve malını benden korumuş olur. Onun
hesabı -bundan sonra- Allâh’a aittir’.” [(SAHÎH HADÎS): Buhârî (6924); Müslim
(20)…]
Bu hadîs-i şerifin, ‘lâ ilâhe illallâh’ kelime-i
tevhîdinin yani îmânın dil ikrâr edilmesinin gereğine delâlet etmekte olduğu
açıktır. Îmânlarını dil ile ikrâr etmeyen kimselerin savaş ehlinden sayılmaları
ise dil ile ikrâr etmenin îmânın sıhhat (geçerlilik) şartı olması dolayısıyladır.
İmâm İbn Battâ rahîmehullâh, îmânının sıhhat
şartlarını kalb ile tasdîk, dil ile ikrâr ve azarla amel olarak belirterek
şöyle demiştir: “Bilin ki! Allâh’u Teâlâ kalbe Allâh’ı tanımasını, Allâh’ı,
rasûllerini, kitâblarını ve sünnetin getirdiği her şeyi tasdîk etmesini;
dillere bunu söylemelerini ve bunu sözlü olarak ikrâr etmelerini; bedenlere ve
âzâlarla ise emrettiği her şeyi yapmalarını farz kılmıştır. Bunlardan herhangi
birisi diğerleri bulunmadıkça geçerli değildir. Kul bunların hepsini birlikte
yapmadıkça mü’min olmaz. Yani hem kalbiyle inanmalı, hem diliyle ikrâr etmeli,
hem de organlarıyla amel etmelidir. Sonra söylediği ve yaptığı her şey Sünnet’e
uygun olmadıkça, bütün sözlerinde ve amellerinde Kitâb’a ve ilme tabi olmadıkça
yine mü’min olmaz. Size açıkladığım şeylerin hepsi Kur’ân’da zikredilmiştir;
Sünnet’te geçmektedir ve ümmetin âlimleri de bunlar üzerinde icmâ etmişlerdir…”
[İbn Battâ, el-İbâne: 2/761.]
Azalarla Amel Etmenin
Delîlleri:
Îmânın sahîh olabilmesi için -şer’î özürler haricinde-
îmânın gerektirdikleriyle amel edilmesinin gerekli olduğunu beyân eden birçok
delîl vardır. Onlardan bazıları şöyledir:
Allâh Subhânehu ve Teâlâ, şöyle buyurmaktadır: “Allâh
sizin îmânlarınızı asla zayi etmez.” (Bakara: 2/143)
Bu âyet-i kerîmedeki îmândan maksadın namaz olduğu
hususunda icmâ edilmiştir. Allâh Azze ve Celle âyet-i kerîmesinde namaz amelini
îmân olarak isimlendirerek îmândan saymıştır. Nitekim İmâm Kurtubî rahîmehullâh
şöyle demiştir: “Âlimler bu âyetin, Beyt-i Makdis’e doğru namaz kılıp da
ölen kimsenin hakkında inmiş olduğu hususu üzerinde ittifak etmişlerdir…
Görüldüğü gibi burada niyet, söz ve ameli kapsadığından dolayı namaza ‘îmân’
adı verilmektedir.
İmâm Mâlik rahîmehullâh şöyle demiştir:
Ben bu âyet-i kerîme vesilesiyle (amelleri îmândan saymayan sapık) Mürcie’nin:
‘Namaz îmândan değildir’ şeklindeki sözlerini hatırlıyorum (da böyle bir sözü
nasıl söylediklerine şaşıyorum).” [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân:
2/157.]
İmâm Şâfiî rahîmehullâh şöyle demiştir: “Îmân; söz
amel ve kalble itikattır. Görmez misin ki Allâh’u Teâlâ şöyle buyuruyor: ‘Allâh
sizin îmânlarınızı asla zayi etmez.’ Yani ‘Mescidi Aksa’ya doğru kıldığınız
namazları zayi etmeyecektir’ demektir. Allâh Tebâreke ve Teâlâ, bu âyette
namazı, îmân olarak isimlendirmiştir. Namaz da söz amel ve itikattır.” [İbn
Abdilber, el-İntika: 81.]
Allâh Subhânehu ve Teâlâ, şöyle buyurmaktadır:
“İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı
taraflarına çevirmeniz(den ibaret) değildir. Asıl iyilik, Allâh’a, ahiret
gününe, meleklere, kitâb ve nebîlere îmân edenlerin; mala olan sevgilerine
rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, (ihtiyacından
dolayı) isteyene ve (özgürlükleri için) kölelere verenlerin; namazı dosdoğru
kılan, zekâtı veren, antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenlerin ve
zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda (direnip) sabredenlerin tutum
ve davranışlarıdır. İşte bunlar, doğru olanlardır. İşte bunlar, Allâh’a karşı
gelmekten sakınanların ta kendileridir.” (Bakara: 2/177)
İmâm el-Evzâî rahîmehullâh şöyle demiştir: “Îmân
ancak söz ile istikâmet bulur (:doğrulanır). Îmân ve söz ancak amel ile
istikâmet bulur. Îmân, söz ve amel ise ancak Sünnet’e uygun niyetle istikâmet
bulur. Seleften geçip gitmiş olanlar ameli îmândan, îmânı amelden
ayırmıyorlardı. Îmân şu dinlerin kendi isimlerini kapsadığı gibi kapsayıcı bir
isimdir ve amelin onu tasdîk etmesini de kapsar. Her kim ki dili ile îmân eder,
kalbi ile tanır, ameli ile de bunu doğrularsa işte bu kopmayan bir kulptur. Her
kim de dili ile söyler, kalbi ile tanımaz, ameliyle onu doğrulamazsa, onun
îmânı kabul edilmez ve ahirette kaybedenlerden olur.” [el-Lalekâî, a.g.e:
5/956; İbn Battâ, el-İbâne: 2/807.]
İmâm Süfyân es-Sevrî rahîmehullâh ise şöyle demiştir: “Îmân
söz, amel ve niyettir; artar eksilir. İtaatle artar, masiyetle eksilir. Amelle
birlikte olmadıkça sadece söylemek câiz değildir. Niyetle beraber olamadıkça
sadece söz ve amel câiz değildir. Sünnete uygun olmadıkça sadece söz, amel ve
niyet de câiz değildir.” [el-Lalekâî, a.g.e: 1/170; İbn Battâ, el-İbâne, 6/32;
İbn Teymiyye, Mecmûu’l-Fetâvâ: 7/296.]
Îmânın sahîh olabilmesi için -şer’î özürler haricinde-
îmânın gerektirdikleriyle amel edilmesinin gerekli olduğunu beyân eden birçok
hadîs-i şerîf vardır. Onlardan bazıları şöyledir:
“İbn Abbas radıyallâhu anh’dan rivâyet
edildiğine göre: Beni Abdulkays heyeti Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e
gelince Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem onlara (önce) Allâh’a îmân
etmeyi emretti ve onlara: ‘Allâh’a îmân nedir biliyor musunuz? Dedi. Onlar
‘Allâh ve Rasûlü daha iyi bilir’ dediler. Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve
sellem (Yalnızca Allâh’a îmân etmek:) ‘Allâh’tan başka ilâh olmadığına ve
Muhammed’in Allâh’ın rasulü olduğuna şahitlik etmek, namaz kılmak, zekât
vermek, Ramazan orucunu tutmak ve ganimetin beşte birini (İslam devlet
hazinesine) vermeniz demektir’ buyurdu.” [(SAHÎH HADÎS): Buhârî (87); Ebû Dâvud
(4677)…]
Bu hadîsi şerîf, amellerin îmâna dâhil olması hakkında
en açık olan hadîslerden biridir. Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem
kendisine dini öğrenmek için gelen heyete îmânı emretmiş ve “Allâh’a îmân etmek
Allâh’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allâh’ın rasûlü olduğuna
şahitlik etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Ramazan orucunu tutmak ve ganimetin
beşte birini (İslâm devlet hazinesine) vermektir” buyurarak Allâh’a îmân için
gerekli olan şeyleri bildirmiştir. Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem
namaz, oruç, zekât ve ganimetin beşte birini İslam devlet hazinesine vermek
gibi amelleri Allâh’a îmân olarak öğretmiştir. Hadîsin diğer bir metninde gelen
heyete “Bunları ezberleyin ve geride kalanlarınıza da bildirin” şeklinde
buyurarak, ibâdetlerin Allâh’a îmân etmek için gerekli olduğunu insânlara
bildirmelerini emretmiştir. Eğer ibâdetler îmâna dâhil olup hakikatinden
olmasaydı, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem kendisine dini öğrenmek için
gelen bu kimselere ibâdetleri îmân olarak öğretmez ve öğretmelerini de
emretmezdi.
İmâm İbn Ebi’l-İzz rahîmehullâh bu hadîs-i şerîfi
zikrettikten sonra şöyle demiştir: “Amellerin îmânın müsemmasına (kapsamına)
dâhil olduğuna bu delîlin üstünde başka hangi delîl olabilir? Bu hadîste îmân
ameller olarak tefsîr edilmiş ve tasdîk söz konusu edilmemiştir. Çünkü inkâr
ile birlikte bu amellerin bir faydasının olmadığı bilinen bir husustur.” [İbn
Ebi’l-İzz, Şerhu’l-Akîdeti’t-Tahavîyye: 2/487.]
“Ebû Hureyre radıyallâhu anh’dan rivâyet
edildiğine göre, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular: Îmân yetmiş
küsur şubedir. En yükseği ‘lâ ilâhe illallâh’ sözüdür. En aşağısı eziyet veren
şeyi yoldan kaldırmaktır. Hayâ îmândan bir şubedir.” [(SAHÎH HADÎS): Müslim
(37), Ebu Dâvud (4676)…]
Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem, bu hadîste îmânın
şubelerini ifâde etmiş ve amelleri de bu şubelere dâhil etmiştir. Bu da açık
olarak göstermektedir ki, ameller îmânın müsemmasına dâhildir. Nitekim İmâm
Beğavî rahîmehullâh bu konudaki ittifaktan bahsederek şöyle demiştir: “Sahâbe,
tabiin ve onlardan sonra gelen Ehl-i Sünnet âlimleri amellerin îmândan olduğu
hususunda… İttifak etmişler ve şöyle demişlerdir: Îmân; söz, amel ve inançtır.
İtaatle artar, masiyetle eksilir. Îmânın arttığını bizzat Kur’ân söylemiştir.
Eksilmesi ise kadınların vasfedildiği hadîste geçmektedir.” [Beğavî,
Şerhu’s-Sunne: 1/38-39.]
Îmânın Artıp,
Eksilmesinin Delîlleri:
Kur’ân ve Sünnet’te îmânın artıp eksileceğine dair
birçok delîller vardır. Nitekim İmâm İbn Ebi’l-İzz rahîmehullâh şöyle demiştir:
“Îmânın artıp eksildiğine dair Kitâb ve Sünnet’ten delîller ile seleften
gelen rivâyetler gerçekten çoktur…” [İbn Ebi’l-İzz, Şerhu’l-Akîdedi’t-Tahavîyye:
2/479.]
Allâh Azze ve Celle şöyle buyurmaktadır:
“Îmân edenlerin îmânını artırsın…” (Müddessir: 74/31)
Alî bin Ebî Tâlib radıyallâhu anh şöyle demiştir: “Îmân
kalbte bir nükte şeklinde ortaya çıkar. Îmân arttıkça bu nükte de artar.” [İbn
Teymiyye, Mecmûu’l-Fetâvâ: 7/224.]
İmâm İbn Cerir et-Taberî rahîmehullâh ise şöyle
demiştir: “Îmân, söz ve amel midir, artar ve eksilir mi veya onda artma ve
eksilme olmaz mı? Bu konuda söylenecek söze gelince; îmân söz ve ameldir, artar
ve eksilir diyenlerin görüşü doğrudur. Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve
sellem’in ashâbından bir topluluğun bu görüşte olduğu haber verilmiştir.
Geçmişte dîn ve fazilet sâhibi kimseler bu görüşü benimsemişlerdir.” [Taberî,
Sarihu’s-Sünne: 25.]
Allâh Subhânehu ve Teâlâ, başka bir âyet-i kerîme’de
şöyle buyurmaktadır:
“Mü’minler o kimselerdir ki, Allâh
anıldığı zaman yürekleri ürperir, O’nun âyetleri kendilerine okunduğu zaman
îmânlarını artırır ve Rablerine tevekkül ederler.” (Enfal: 8/2)
İmâm İbn Kesîr rahîmehullâh, bu âyet-i tefsîr ederken
şöyle demiştir: “Buhârî ve diğer imâmlar îmânın artıp eksildiğine ve
kalblerdeki îmânın farklılığına bu ve benzeri âyetlerle delîl getirmişlerdir.
Hatta Şâfiî, Ahmed ve Ebû Ubeyd gibi birden fazla imâm bu konuda icmâ olduğunu
haber vermişlerdir. Nitekim ben bunu -Allâh’a hamd olsun- Buhârî’ye yaptığım
şerhin başında uzun uzun açıkladım (arzu edenler oraya bakabilir).” [İbn
Kesir, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm: 4/12.]
Allâh Subhânehu ve Teâlâ, başka bir âyet-i kerîme’de
şöyle buyurmaktadır:
“Onlar öyle kimselerdir ki halk
kendilerine: ‘Düşmanlarınız olan insânlar size karşı ordu hazırladılar, aman
onlardan korkun’ dediklerinde, bu tehdit onların îmânlarını artırmış ve ‘Allâh
bize yeter. O ne güzel vekildir’ demişlerdir.” (Ali İmran: 3/173)
İmâm İbn Ebi’l-İzz rahîmehullâh bu âyeti zikrettikten
sonra şöyle demiştir: “Bu âyet-i kerîme ile ondan önceki âyet hakkında;
buradaki artıştan kasıt, kendisine îmân edilen hususların artışıdır, nasıl
denilebilir? İnsânların söyledikleri bir söz olan; ‘Düşmanlarınız olan insânlar
size karşı ordu hazırladılar, aman onlardan korkun’ sözünde teşrî olarak
bildirilen bir artış var mıdır? Mü’minlerin kalblerine huzur ve sükûnun
indirilmesinde teşrî bakımından bir artış var mıdır?” [İbn Ebi’l-İzz,
Şerhu’l-Akîdedi’t-Tahavîyye: 2/479.]
Îmânın artıp, eksileceğine delâlet eden hadîs-i
şerîflerden bazıları şöyledir:
“Ebû Saîd el-Hudrî radıyallâhu anh’dan
rivâyet edildiğine göre, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular:
Cennetlikler cennete, cehennemlikler de cehenneme girdikten sonra Allâh
Subhânehu ve Teâlâ: ‘Kalbinde hardal danesi ağırlığınca îmânı olanı (cehennemden)
çıkarın!’ buyurur.” [(SAHÎH HADÎS): Buhârî (22); Müslim (146) …]
Bu hadîs-i şerîf îmânın azaldığını beyân eden
nassların en açık olanlarındandır. Nitekim hadîste ifâde edildiği üzere îmân
azalır; ta ki hardal tanesi kadar kalır…
Bu ve benzeri nasslara binâen sahâbelerden Abdullâh
bin Abbâs, Ebû Hureyre ve Ebû’d-Derdâ radıyallâhu anhum şöyle demişlerdir. “Îmân
artar ve eksilir.” [el-Lalekâî, a.g.e: 5/1016.]
Cundub bin Abdillâh el-Becelî radıyallâhu anh ise
şöyle demiştir: “Biz yiğit delikanlılar olarak Rasûlullâh sallallâhu aleyhi
ve sellem ile beraber bulunuyorduk. Kur’ân-ı Kerîm’i öğrenmeden önce îmânı
öğrendik. Sonra Kur’ân-ı Kerîm’i öğrendik ve onunla îmânımızı artırdık.” [el-Lalekâî,
a.g.e: 5/1019; İbn Battâ, el-İbâne: 2/845; Acurrî, Kitâbu’ş-Şeria: 2/583;
Hallal, es-Sünne: 5/48; İbn Teymiyye, Mecmûu’l-Fetâvâ: 7/505.]
“Ebû Umâme radıyallâhu anh’dan rivâyet
edildiğine göre, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular: Kim Allâh
için sever, Allâh için buğz eder, Allâh için verir ve Allâh için mânî olursa
îmânını tamamlamış olur.” [(SAHÎH HADÎS): Ebû Dâvud (4681); Taberânî (Kebir:
7613)…]
Hadîs-i şerîfte ifâde edildiği üzere kişi, Allâh için
sever, Allâh için buğz eder, Allâh için verir ve Allâh için mânî olursa îmânı
artış göstererek tamamlanır; kemâle erer. Bu itibarla diğer ibâdetler de îmânın
tamam olmasında ve kemâlata ulaşmada pay sâhibidirler. Nitekim sahâbelerden
Umeyr bin Habib el-Hutamî radıyallâhu anh şöyle demiştir: “Îmân artar ve
eksilir. Denildi ki: Onun artması ve eksilmesi nedir? Dedi ki: Allâh’ı
zikrettiğimiz ve O’na hamd ettiğimiz ve tesbih ettiğimiz zaman bu, îmânın
artmasıdır. Gaflet ettiğimiz ve unuttuğumuz zaman bu, îmânın azalmasıdır.”
[el-Lalekâî, a.g.e: 5/1019; İbn Battâ, el-İbâne: 2/845; Acurrî, Kitâbu’ş-Şeria:
2/583; Hallal, es-Sünne: 5/48; İbn Teymiyye, Mecmûu’l-Fetâvâ: 7/505.]
Bilinmelidir ki! Ümmetin sünnet ve cemaat ehli
imâmları, îmânın söz, itikat ve amel olduğunda icmâ ettikleri gibi, artıp
eksileceği hususunda da icmâ etmişlerdir. Nitekim İmâm Ebû’l-Hasan el-Eş’arî
rahîmehullâh, selefin üzerinde icmâ ettiği esaslardan söz ederken şöyle
demiştir: “Onlar îmânın itaatle arttığı, masiyetle azaldığı konusunda icmâ
ettiler.” [Risâletun ila Ehli’s-Sağr: 155.]
Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye rahîmehullâh ise şöyle
demiştir: “Îmân artar eksilir, sözü sahâbelerin sözüdür. Bu söze muhalefet
eden herhangi bir sahâbe bilinmemektedir.” [İbn Teymiyye, Mecmûu’l-Fetâvâ:
7/224.]
Îmânın artıp eksildiğine dair ümmetin imâmlarından
birçok rivâyetler naklolunmuştur. Onlardan bazıları şöyledir:
1. Edu Derda radıyallâhu anh, şöyle
demiştir: “Îmân: Artar eksilir.” [el-Lalekâî, Şerhu Usulu İ’tikad:
5/1015; İbn Battâ, el-İbâne: 2/848.]
2. Ebu Hureyre radıyallâhu anh, şöyle
demiştir: “Îmân: Artar eksilir.” [el-Lalekâî, a.g.e: 5/1016; İbn Battâ,
el-İbâne: 2/844.]
3. İmâm Mücâhid rahîmehullâh, şöyle
demiştir: “Îmân: Artar eksilir.” [el-Lalekâî, a.g.e: 5/1023; İbn Battâ,
el-İbâne: 2/806.]
4. İmâm Süfyan İbn Uyeyne rahîmehullâh,
şöyle demiştir: “Îmân: Artar eksilir.” [el-Lalekâî, a.g.e: 5/1028; İbn
Battâ, el-İbâne: 2/813.]
İmâm’a “Îmân artar ve eksilir mi?” diye sorulduğunda
şöyle demiştir: “Siz Kur’ân-ı Kerîm’i okumuyor musunuz? Allâh’u Teâlâ, şöyle
buyurur: ‘Bu onların îmânlarını artırmıştır.’ (Ali İmran: 3/173) Birden
fazla yerde îmânın arttığına işaret edilir…” “Eksilir mi?” diye sorulduğunda
ise şöyle demiştir: “Eksilmeyen bir şey artmaz” [İbn Battâ, el-İbâne:
2/850; Acurri, Kitâbu’ş-Şeria: 2/605.]
5. İmâm İbn Cüreyc rahîmehullâh, şöyle demiştir:
“Îmân: Artar eksilir.” [el-Lâlekâî, Şerhu Usûlu İ’tikâdi Ehli’s-Sunne:
5/1029.]
6. İmâm Süfyân es-Sevrî rahîmehullâh, şöyle
demiştir: “Îmân: Artar eksilir.” [el-Lâlekâî, a.g.e: 1/170; İbn Battâ,
el-İbâne: 2/850.]
7. İmâm Mâlik rahîmehullâh, şöyle demiştir: “Îmân:
Artar ve eksilir.” [İbn Abdilberr, el-İntika: 34; el-Lâlekâî, a.g.e:
5/1028.]
8. İmâm Şâfiî rahîmehullâh, şöyle demiştir: “Îmân:
Artar eksilir… Îmânın (kişiden kişiye göre değişen) halleri, dereceleri ve
tabakaları vardır. Bunların bir kısmı tam ve eksiksizdir. Bir kısmı eksiktir ve
eksiği apaçık bellidir. Bir kısmı da bu ikisinin ortasında olup, bir tarafı
ağır basmaktadır.” [Beyhakî, Menakibu’ş-Şâfiî: 1/387.]
9. İmâm Ahmed bin Hanbel rahîmehullâh, şöyle
demiştir: “Îmân: Artar ve eksilir.” [Abdullâh İbn Ahmed, es-Sünne:
1/307; İbn Battâ, el-İbâne: 2/813.] İmâm’a îmânın nasıl eksildiği sorulunca
şöyle demiştir: “Nasıl artıyorsa öyle eksilir.” [el-Hallal, es-Sunne:
3/588.]
10. İmâm Eş’ârî rahîmehullâh, şöyle demiştir:
“Îmân: Artar ve eksilir. Bu konuda adalet sâhibi sika (güvenilir) ravilerin
yine adaletli ravilerden rivâyet ederek Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve
sellem’de son bularak sahâbelerin, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’den
naklettikleri rivâyetleri kabul ederiz.” [el-Eş’arî el-İbâne an
Usuli’d-Diyâne: 27.]
Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem)’in
Havzı’na İman
Rasulullah sallalahu aleyhi ve sellem’in Havzı’na iman
(etmek gerekir).
Havz hakkında
varid olan hadisler otuzdan çok Sahabe tarafından rivayet olunmuş ve mütevatir derecesine
ulaşmıştır. Mevzubahis Hadisler'in çoğu Buhari ve Müslim tarafından
nakledilmiştir.
Tahavi Akidesi
Şarihi’nin ifade ettiği üzere: "Havz’dan söz eden Hadisler tevatür
derecesine ulaşır. Bu Hadisler'i otuz küsur Sahabi rivayet etmiştir. Hocamız İmad'ud
Din İbni Kesir, "el-Bidaye ve’n Nihaye" adını taşıyan tarihe dair
büyük eserinin son taraflarında bu rivayetlerin bütün yollarını tesbit etmiş
bulunmaktadır.
Bu Hadisler'den
birisini Buhari rivayet etmektedir. Enes ibni Malik (radiyallahu anh)‘dan rivayete
göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Benim
Havz’ımın ölçüleri Eyle ile Yemen’deki San’a arası kadardır. Onda bulunan
ibrik’lerin sayısı ise semadaki yıldızların sayısı kadardır." (Buhari;
Müslim)
Yine ondan gelen
rivayete göre Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur: "Ashabım'dan bir takım insanlar Havz’ın
etrafında yanıma geleceklerdir. Ben onları tanıyacağım ama benden
uzaklaştırılmış olacaklardır. Bu sefer ben: Arkadaşlarım? diyeceğim, bana şöyle
diyecek(ler): Senden sonra ne gibi Bid’at’ler ortaya çıkardıklarını bilmezsin!.."
(Buhari; Müslim) Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.
İmam Ahmed’in
rivayetine göre de Enes ibni Malik (radiyallahu anh) şöyle demiştir. Rasulullah
(sallallahu aleyhi vesellem) bir uykuya daldı, tebessüm ederek başını kaldırdı.
Ya o kendilerine söyledi, yahut onlar ona: "Ne diye güldün? diye sormaları
üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu: Az önce bana bir
Sure indirildi. Sonra da: "Bismillahirrahmanirrahim. Muhakkak Biz sana
Kevser’i verdik" (el-Kevser) Sure'sini sonuna kadar okudu ve sonra şöyle
buyurdu: el-Kevser’in ne olduğunu bilir misiniz? Onlar: Allah ve Rasulu daha
iyi bilir, dediler. Şöyle buyurdu: O aziz ve celil olan Rabbim'in bana
Cennet'te vermiş olduğu bir nehirdir. Onun üzerinde pek çok hayırlar vardır.
Kıyamet Günü’nde ümmetim o nehre geleceklerdir. Onun üzerindeki kaplar
yıldızların sayısı kadardır. Onlardan bir kul (ona yaklaşmaktan) alıkonulunca,
ben şöyle diyeceğim: Rabbim, o benim ümmetimdendir. Şöyle denilecek: Senden
sonra ne Bid’atler çıkardıklarını bilemezsin!.." (Ahmed, Müsned)
Bu Hadisi Müslim
de şu lafız ile rivayet etmiştir: "O
Rabbim'in bana va'adettiği bir nehirdir. Üzerinde pekçok hayır vardır. O
Kıyamet Günü’nde ümmetimin kendisine gelecekleri bir havuzdur."
(Müslim) geri kalan bölümleri ise az önceki rivayet gibidir.
Bunun anlamı
şudur: Bu Kevser’den Havz’a doğru iki kanal bol bol su akıtmaktadır. Havz ise
Sırat’tan önce Arasat’tadır. Çünkü ondan ayrılmaktadır ve topukları arkasına
gerisin geri dönmüş bir takım kimseler ona yaklaştırılmayacaktır. Bu gibi
kimseler ise Sırat’ı da geçemeyeceklerdir.
Buhari ve Müslim,
Cündeb ibni Abdullah el-Beceli (radiyallahu anh)’dan böyle dediğini rivayet
etmektedirler: Ben Rasulullah (sallallahu aleyhi vesellem)’i şöyle buyururken
dinledim: "Ben sizden önce Havz’a
ulaşmış olacağım." (Buhari; Müslim)
Buhari’deki
rivayete göre Sehl ibni Sa’d el-Ensari (radiyallahu anh) dedi ki: Rasulullah
(sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu: "Şüphesiz sizden önce Havz’a varmış olacağım, benim yanıma gelen (ondan)
içer. İçen ise ebediyyen bir daha susamaz. Benim yanıma hiç şüphesiz
kendilerini tanıdığım, kendilerinin de beni tanıdıkları bir takım kimseler de
gelecektir. Sonra benimle onların arasına engel konulacaktır."
Ebu Hazim dedi ki:
Ben onlara bu Hadis'i anlatırken, en-Nu’man ibni Ebi Ayyaş benim sözlerimi
işitince dedi ki: Sen bunu Sehl’den böylece mi dinledin, ben: Evet, dedim. O da
dedi ki: Ben de şahitlik ederim ki Ebu Sa'id el-Hudri (radiyallahu anh)’dan
bunu dinledim ve o fazladan şunları da söylüyordu: "Bunun üzerine ben şöyle diyeceğim: Onlar benim ümmetimdendirler. Bana:
Senden sonra neleri (Bid’at olarak) ihdas ettiklerini bilmezsin denilecek, bu
sefer ben: Benden sonra değişiklikler yapanlar, benden uzak olsunlar, benden
uzak olsunlar." (Buhari; Müslim)" (İbni Ebi’l İzz, Muhazzebu
Şerh'il Akidet’it Tahaviyye)
Salih aleyhi selam
dışında her Nebi’nin Havzı vardır; onun Havzı ise devesinin memesidir.
Her peygamber
kendisine tabi olanlarla, kendi Havzından su içer Salih (aleyhi selam) ve kavmi
ise, dişi devenin memesinden su içer. Lakin; Salih (aleyhi selam)’ın Havzı
olmadığı ve onun Havzı'nın devesinin memesi olduğuna dair nakiller Sahih
olmayıp bu konuda Sahih bir nakil bize ulaşmış değildir. İbn'ul Cevzi, Zehebi
ve İbni Hacer gibi çok sayıda alim bu gibi haberlerin Münker ve uydurma olduğu
kanaatindedir. (İbn'ul Ukeyli, ed-Duafa el-Kebir, 3/64; İbn'ul Cevzi,
el-Mevzuat, 2/417; Zehebi, Lisan'ul Mizan, 4/52; ibni Asakir, Tarih, 10/458)
Tahavi Şarihi de istisna
olmaksızın herbir peygamberin bir Havzı olduğuna dair Hadisler bulunduğunu
belirterek şöyle der: "Bazı Hadisler'de de varid olduğuna göre:
"Herbir peygamberin bir Havzı vardır. Peygamberimizin Havzı ise bunların
en büyüğü, en değerlisi ve gelip su içeceklerinin sayısı en fazla
olanlarıdır." Lütuf ve Keremi'yle Yüce Allah bizi onlardan kılsın."
(İbni Ebi’l İzz, Muhazzebu Şerh'il Akidet'it Tahaviyye)
Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem)’in
Şefaat Edeceğine İman
Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellemin Kıyamet Günü’nde (Mü’minlerden) mücrimlere (suçlu
günahkarlara) –Sırat (Köprüsü) üzerinde olanların Cehennem’den çıkmasına
sebebiyet vermek için- şefaat edeceğine iman (etmek gerekir). Her Nebi'nin
şefaatı vardır keza sıddıkların, şehidlerin ve salihlerin de (şefaatı vardır).
Bundan sonra, Allah (kendilerinden razı olup) dilediklerine lütufta bulunacak
ve yanıp kömüre dönmüş kimseler Cehennem’den çıkartılacaktır.
Şefaat'in birçok
çeşidi vardır. Diriliş Günü vuku bulacak olan Şefaat altı kısımdır. Delillerle
ispatlanmış bu altı kısımdan üçü Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem)’e
hastır. Şeri'at nezdinde ispatlanmış ümmet tarafından ittifak ile kabul edilmiş
altı çeşit Şefaat'i şu şekilde sıralayabiliriz:
Şefaat'ul Uzma
(Büyük Şefaat): İnsanoğlunun efendileri olan Rasul ve Nebiler arasında; "Seyidil Enbiya ve'l Mürselin",
"Hatem'ul Enbiya" ve
"Eşref-i Mahlukat" olan
Muhammed (sallalahu aleyhi ve sellem)’e hastır.
Cennet Ehli’nin, Cennet’e girmesi için
Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem)’in Şefaati.
Rasulullah
(sallalahu aleyhi ve sellem)’in, amcası Ebu Talib’in Cehennem'deki azabının
hafiflemesi için Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem)’in şefaati. Bu şefaat
türü Rasullulah (sallalahu aleyhi ve sellem)’in yalnızca amcası Ebu Talib’e has
kılınmıştır. Ebu Talib dışındaki diğer Kafirler için şefaat söz konusu
değildir. Allah Te'ala Kafirler'in Hesap Günü’ndeki hallerinden bahsederek
şöyle buyurmaktadır:
"Artık,
şefaat edenlerin şefaati onlara bir yarar sağlamaz." (el-Müddessir, 74/48)
Amelleri sebebiyle Cehennem’e girmeyi
hakeden kimselerin Cehennem’e girmemeleri için yapılacak şefaat.
Cehennem’e girmiş
kimselerin Cehennem’den çıkmaları için yapılacak şefaat.
Cennet’e girmiş
kimselerin Cennet'deki derecelerinin yükseltilmesi için yapılacak şefaat. Bu
tür şefaat, Rasulullah (sallahu aleyhi ve sellem), diğer Nebi ve Resuller,
salih kimseler, Melekler ve Mü’minlerin küçük yaşta ölmüş çocukları tarafından
yapılacaktır.
Bütün bu şefaat
türleri Ehli Tevhid için sözkonusudur. Ehli Tevhid’den olup da Cehennem’e
girmiş kimseler orada ebedi olarak kalmayacak ve Cehennem’de arındıktan sonra
çıkartılıp Cennet’e sokulacaklardır.
Rasulullah
(sallalahu aleyi ve sellem)’den Sahihayn’da nakledildiği üzere yanıp kömür
olduktan, kavrulup karardıktan sonra Hayat Irmağı’na atılan bazı kimselere
şefaat edilmek suretiyle Cehennem’den çıkartılıp Cennet’e sokulacaklardır.
Rasulullah
(sallalahu aleyhi ve sellem)’in –Harici ve Mut'ezili gibi Ehli Bid’at
fırkalarının inkarının aksine- büyük günah işlemiş Müslümanlara şefaat edeceği
ile alakalı zikredilen Hadisler mütevatire ulaşmıştır.
Unutulmamalıdır
ki; hiç kimse Allah (azze ve celle) kendisine izin vermedikçe ve onun için
belli bir sınırı tesbit etmedikçe şefaat edemeyecektir.
Şefaat hususunda
Ehli Sünnet’e muhalefet edenler genel manada iki grupta değerlendirilebilir.
İlk olarak şefaati inkar edenler ki bunlar Harici ve Mu’tezililerdir. İkinci
olarak Sufiler ve kabirperestler ki onlar, kabirlere yönelmiş ve onlardan
yardım ve şefaat talep etmişler tıpkı önceki Cahiliye dönemi insanları gibi
Allah katında şefaatçileri olmaları için onlara ibadet sunmak suretiyle onları
Allah’a ortak koşmuşlardır.
Sırat’a İman
Cehennem üzerinde
olan Sırat’a iman (etmek gerekir). Sırat (Köprüsü), Allah’ın dilediklerini
tutacak, Allah’ın dilediklerinin geçmesini sağlayacak ve (Allah’ın)
dilediklerinin Cehennem’e düşmesini sağlayacaktır. (Üzerinden geçen) insanlar,
imanları ölçüsünde nurlanacaktır.
Allah (Celle
Celaluhu) şöyle buyurmaktadır: "Sizden ona (Cehennem’e) girmeyecek hiç
kimse yoktur. Bu, Rabbi'nin kesin olarak üzerine aldığı bir karardır. Sonra,
takva sahiplerini kurtarırız ve zulmedenleri diz üstü çökmüş olarak
bırakıveririz." (Meryem 19/71-72)
Peygamberler'e ve Melekler'e İman
Nebiler'e ve Melekler'e iman (etmek gerekir).
Allah Te'ala şöyle
buyurmaktadır: "Peygamber, kendisine Rabbi'nden indirilene iman etti,
Mü'minler de (iman etttiler). Tümü, Allah'a, Melekleri'ne, Kitabları'na ve
Rasulleri'ne inandı. O'nun elçileri arasında hiç birini (diğerinden)
ayırdetmeyiz. İşittik ve itaat ettik. Rabbimiz bağışlamanı (dileriz). Varış
ancak Sana'dır! dediler." (el-Bakara 2/285)
Ebu
Hureyre r.a.’den; Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki; “Muhammed’in(sallallahu
aleyhi ve sellem) ruhu, kudreti ile yaşayan Allah’a yemin olsun ki, şu Yahudi
ve Hristiyanlardan, beni işitip de haberdar olan, sonra beraber gönderilmiş
olduğum hükümlere inanmadığı halde ölen bir kimse yoktur ki ateş ehlinden
olmasın!” Müslim(153,240) Ahmed(2/350)
Allah
Azze ve Celle buyurur ki; “Ey İman edenler! Allah’a, Rasulüne ve
peygamberine indirdiği Kitab’a ve daha önce indirdiği kitap(lar)a iman(da sebat) edin! Kim Allah’ı,
meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkar ederse, o
takdirde doğrusu (haktan) uzak bir dalalet ile sapmış olur.” Nisa; 136
“Şüphesiz
ki iman edip sonra inkar edenler, sonra inanıp, tekrar inkar eden, sonra da
inkarında aşırı gidenler yok mu, (bu inkarlarında devam ettikleri müddetçe)
Allah onları ne bağışlayacak, ne de doğru yola iletecektir.” Nisa; 137
Katade
r.a. der ki; “Bu ayet Yahudiler hakkındadır. Onlar Hz. Musa’ya iman ettiler,
sonra buzağıya tapmak suretiyle kafir oldular. Sonra Musa a.s. dönünce tekrar
iman ettiler, daha sonra İsa a.s.’ı inkar ettiler, sonra da Muhammed sallallahu
aleyhi ve sellem’i inkarları sebebiyle küfürleri arttı.” Taberi de bu şekilde
tefsir etmiştir.
İbni
Abbas r.a.; münafıklar da bu ayetin hükmüne dahildir demiştir. Muhtasarı İbni
Kesir(1/448)
“Allah’a
ve Rasulüne sadık kaldıkları takdirde, zayıflara da, hastalara da sarf edecek
bir şey bulamayanlara da (cihaddan geri kalmalarından dolayı) bir günah yoktur.”
Tevbe; 91
Bu
ayette Allah Azze ve Celle, mazeret sahiplerinin mazeretini, ancak kendisine ve
Rasulüne bağlı kalmaları şartıyla kabul edeceğini beyan etmektedir.
“Mü’minler
ancak o kimselerdir ki; Allah’a ve Rasulüne iman etmişlerdir, ictimai bir iş
için Onunla beraber bulundukları zaman ondan izin almadan gitmezler…” Nur;
62
Allah
Azze ve Celle, rasulüne iman etmeyi ve rasulünden izin alınarak hareket
edilmesini imanın özelliklerinden saymışken, O’na iman etmeyenlerin mümin
olması düşünülebilir mi?
“(Ey
Habibim!) De ki; “Ey insanlar! Muhakkak ki ben, sizin hepinize göklerin ve
yerin mülkü kendisinin olan Allah’ın peygamberiyim. O’ndan başka ilah yoktur. O
hayat verir ve O öldürür. Öyleyse Allah’a ve O’nun ümmi peygamber olan rasulüne
iman edin; O ki, Allah’a ve O’nun kelimelerine (kitaplarına) iman eder, Ona
tabi olun ki, hidayete eresiniz.” A’raf, 158
Bu
ayet, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in peygamberliğinin bütün halk
için umumi oluşunu açıklar.
“Şüphesiz
ki Biz seni, bir şahid, bir müjdeleyici ve bir korkutucu olarak gönderdik. Ta
ki Allah’a ve Rasulüne iman edesiniz ve Ona (dinine ve peygamberine) yardım
edesiniz…” Fetih, 8-9
“Celâlim
için, sen o kitap verilmiş olanlara, bütün delilleri de getirsen, yine de senin
kıblene tabi olmazlar, sen de onların kıblesine tabi olmazsın. Zaten onlar da
birbirlerinin kıblesine tabi değiller. Celâlim hakkı için, sana gelen bunca
ilmin arkasından sen tutar da onların arzu ve heveslerine uyacak olursan, o
zaman hiç şüphesiz, sen de zâlimlerden olursun.” Bakara 145
Bu
ayet, Ehli Kitabın boş ümitlerini kesmek için indirilmiştir. Çünkü Yahudiler
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’i aldatmak için; “eğer (Kudüs’e
yönelerek) bizim kıblemize devam etseydin, senin beklemekte olduğumuz peygamber
olacağını ümit ederdik” dediler. Yahudiler ve Hristiyanlar birbirlerinin
kıblesine dönmezler. Zira her iki grup da İsrailoğullarından olmalarına rağmen,
aralarında şiddetli ihtilaf ve düşmanlık vardır.
“Halbuki
kim Allah’a ve Rasulüne iman etmezse, hiç şüphesiz ki Biz, o kafirler için
alevli bir ateş hazırlamışızdır.” Fetih, 13
Bu
ayet, Allah’a iman etse bile, rasulüne
iman etmedikçe kişinin kafir olduğunu belirtir.
“Mü’minler
ancak o kimselerdir ki, Allah’a ve Rasulüne iman ederler, sonra şüpheye
düşmezler…” Hucurat, 15
“O
halde Allah’a , Rasulü’ne ve indirdiğimiz o nur’a iman edin!..” Tegabün, 8
Allah
Azze ve Celle, kendisine, Rasulü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e ve
Kur’anı Kerim’e iman edilmesini şart koşmakta, bunlara imanı, kendisine iman
ile bir tutmaktadır.
“Onlar
için ister mağfiret dile, ister mağfiret dileme (fark etmez). Eğer onlar için
yetmiş defa da istiğfar etsen, Allah onları asla bağışlamayacaktır. Bu şüphesiz
ki onların, Allah’ı ve Rasulünü inkar etmeleri sebebiyledir…” Tevbe, 80
Peygamber
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e iman; O’nun sadece bir peygamber
olduğuna inanmanın ötesinde bir anlam ifade eder. Bu da; Onun Allah’tan alıp
bize bildirdiklerinin bütününü, Onun her bakımdan örnek alınmasını ve Ona
itaati de gerektirir.
Peygamber
efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e imanın farz olduğunu ifade eden hadis-i
şeriflere gelince, bunlardan birkaçı şöyledir;
Ebu
Hüreyre radıyallahu anh, merfuan rivayet ediyor;
“İnsanlarla
Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet edinceye, Bana ve getirdiğim hükümlere
iman edinceye kadar savaşmakla emrolundum…” Buhari(24,1321,2748) Müslim(22)
“Kul
kabire konulup yakınları kabrin başından ayrıldıklarında ayaklarının sesini
işitir. Ona iki melek gelir ve konuşturur; “Muhammed hakkında ne diyorsun?”
derler…sonra kafir ve münafığa gelirler…kafir der ki; “Bilmiyorum, halkın
söylediğini söylüyordum.” Sonra demir balyozlarla ensesine vurulur. Bir çığlık
atar ki onu insan ve cinlerden başka her şey işitir.” Buhari(cenaiz 87)
“İslam
beş (temel) üzerine bina edilmiştir; Allah’tan başka ma’bud olmadığına ve
Muhammed’in O’nun kulu ve Rasulü olduğuna şehadet, namazı dosdoğru kılmak, hak
sahiblerine zekatı vermek, Beyt’i haccetmek ve Ramazan orucunu tutmak.” Buhari(7)
Müslim(21)
Peygamber
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e imanı emreden birçok ayet varken, bunun
aksini iddia edenler Bakara suresindeki şu ayeti delil gösteriyorlar;
“Şüphesiz
ki, (zahiren) iman edenler, Yahudi olanlar, hristiyanlar ve sabiilerden, kim
Allah’a ve ahiret gününe iman edip Salih bir amel işleyenlerin Rableri katında mükafatları vardır. Onlara
korku yoktur ve mahzun da olmazlar.” Bakara, 62
Halbuki
ayetin nüzul sebebi şöyledir; “Selman radıyallahu anh, Rasulullah sallallahu
aleyhi ve sellem’in yanına gelince, kendi halkının ibadetlerinden ve dini
yorumlarından haber vermeye başladı. Dedi ki; “Ey Allah’ın Rasulü! Onlar namaz
kılıyor, oruç tutuyor, sana iman ediyor ve senin peygamber olarak
gönderileceğine iman ediyorlardı.” Selman radıyallahu anh, onları övmeyi
bitirince Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, “Ey Selman! Onlar cehennem
ehlidirler.” Buyurdu. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu. Hakim(3/600)
İbni
Abbas radıyallahu anhuma’nın tefsiri; “Bundan murad, peygamber sallallahu aleyhi
ve sellem gönderilmezden evvel, Yahudilik ve hristiyanlığın batıl
itikadlarından uzak olarak Hz. İsa aleyhisselam’a inanmış olan kimselerdir.
Mesela; Kuss Bin Saide, Rahib Bahira, Habibun Neccar, Zeyd Bin Amr Bin Nüfeyl,
Varaka Bin Nevfel, Selman-ı Farisi, Ebu Zerr el Gıfari ve Necaşi’nin
heyetindeki kimseler gibi… Buna göre sanki Hak Teala şöyle demektedir;
“Muhammed
(sallallahu aleyhi ve sellem) gönderilmezden önce Yahudilerin batıl dini üzere
ve hristiyanların batıl dini üzere olanlardan, Hz. Muhammed peygamber olarak
gönderildikten sonra Allah’a, ahiret gününe ve Hz. Peygambere iman eden herkes
için Rableri katında mükafat vardır.” İbni Kesir(1/48-49)
Bu
ayetin nüzulünden sonra Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyurdular ki;
“Kim beni duymadan İsa’nın dini üzere, İslam üzere ölürse o, hayır üzeredir.
Ama her kim bugün beni duyduğu halde bana iman etmezse şüphesiz ki o helak
olmuştur.” Taberi(1/256)
Kur’an,
Kitap ehli olanlardan Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları elçiye tabi olanları
över, onlar için ve bütün insanlar için kurtuluş yolunun ancak Efendimiz
sallallahu aleyhi ve sellem’e iman ve ittiba etmek olduğunu belirtir;
“Yanlarındaki
Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Peygamber'e uyanlar (var
ya), işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara
temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki
zincirleri indirir. O Peygamber'e inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve
onunla birlikte gönderilen nûr'a (Kur'an'a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa
erenler onlardır.
(Ey
Habibim!) De ki; “Ey insanlar! Muhakkak ki ben, sizin hepinize göklerin ve
yerin mülkü kendisinin olan Allah’ın peygamberiyim. O’ndan başka ilah yoktur. O
hayat verir ve O öldürür. Öyleyse Allah’a ve O’nun ümmi peygamber olan rasulüne
iman edin; O ki, Allah’a ve O’nun kelimelerine (kitaplarına) iman eder, Ona
tabi olun ki, hidayete eresiniz.” A’raf, 157-158
Ayrıca
Ehl-i Kitap olanların Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e iman
ettikleri takdirde rahmetten iki kat nasib alacakları belirtilir;
“(Ey
geçmiş peygamberlere) iman edenler! Allah’tan korkun ve Rasulüne iman edin ki,
size rahmetinden iki kat nasib versin ve sizin için bir nur kılsın ki onunla
(doğru yolu bulup) yürürsünüz. Günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah, Gafurdur,
Rahimdir.” Hadid, 28
Peygamber
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e uymayanlar sadece heveslerine uymuş
olurlar ki, onlar şu tehdide muhatapdırlar;
“Allah’tan
bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık kim olabilir.”
Kasas, 50
Ehli
Kitab’ın Peygamber Efendimiz’e iman etmedikleri takdirde akibeti cehennemde
sonsuza kadar kalmaktır;
“Kitab
ehlinden ve müşriklerden kafir olanlar, kendilerine apaçık bir hüccet gelinceye
kadar (bulundukları dinden) ayrılacak değillerdi.
(istedikleri
bu delil) Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir ki (onlara) temiz
kılınmış sahifeleri (Kur’an’ı) okur.
Onda
dosdoğru yazılar (hükümler) vardır.
Böyleyken
o kitap verilenler, ancak kendilerine o apaçık delil geldikten sonra ayrılığa
düştü.
Halbuki
ancak dinde ihlaslı olmaları, hakka yönelmişler olarak O’nun (rızası) için
yalnız Allah’a kulluk etmeleri, namazı hakkıyla eda etmeleri ve zekat vermeleri
emrolunmuştu.
İşte
bu ise doğru dindir. Şüphesiz ki, kitap ehlinden ve müşriklerden inkar edenler
cehennem ateşindedirler.
Orada
ebedi kalacaklardır. İşte mahlukatın en şerlileri onlardır.” Beyyine, 1-6
HZ .
PEYGAMBERİN NESEBİ
Babası Abdullah ,
Annesi Amine Hatundur.
ZEVCELERİ; Hatice ,Aişe
,Hafsa, Zeynep binti Caşh , Ümmü Seleme , Safiyye , Ümmü Habibe, Meymune , Sevde ve Cüveyriye (r a)
CARİYELERİ; Mariye , oğlu İbrahim in annesi ,
Reyhane , Zeyneb Binti Caşhın bağışladığı bir cariye , bir savaştan Ona düşen
güzel bir cariye.
ÇOCUKLARI;
Kasım , Zeynep , Rukiye, Ümmü Gülsüm , Fatıma , Abdullah ve İbrahim , (
İbrahim hariç hepsi Hz Hatice r a nındır.
AMCALARI; Hz Hamza , Abbas , Ebu Talib , (adı Abdü menaftır)
Ebu Leheb (adı Abdüluzza dır) Zubeyr,
Abdulkabe , Muvakım , Dırar , Kusem ,
Muğıre , (lakabı : Haceldir ) Gaydak
(adı Musabdır _ Nevfel olduğuda
söylenmiştir) Avvam . { bunlardan yanalız Hamza ve Hz Abbas( r a ) Müslüman
olmuştur.}[Amcalarının en yaşlısı Haris ,
en küçüğü Hz Abbas (r a) dır]
HALALARI ; Safiyye, (Zübeyr Bin Avvam’ın
annesidir) Atike , Berra , Erva , Ümeyme , Ümmü Hakim el Beyza {bunlardan
Safiyye ve Erva Müslüman olmuştur.}
TEYZELERİ ; Erva, Berre , Ümeyye , Ümmü Hakim
,
ANANNESİ; Abdul Uzza kızı
Berre , Berrenin annesi Esed kızı Ümmü Habib
onun annesi de Avf kızı Berre dir. Böylece soy ağacı uzar gider.
BABANNESİ; Amr kızı Fatma dır . Amr babası
Aid , Aidin babası İmran , onun ki de Mahzundur. Böylece soy ağacı gider.
***Allah Rasulu (sav)
sizden biriniz uykudan uyandığı zaman elini yıkasın çünkü onun nerede gecelediğini bilmez
buyurmuştur.
( Tirmizi 24 Ebu Hureyre)
GİYİNİŞİ
*Elbisesini ,
gömleğini , ayakkabısını . yani ne yaparsa sağdan başlamayı severdi.Yeni bir
elbise giydiğinde “ Allah’ım bu gömleği
Sen bana giydirdin . Onun hayırlı olmasını ve yapıldığı amaçta kullanılmasını
senden dilerim .Onun şerrinden ve kötü amaçla yapılmışsa onun şerrinden Sana
sığınırım “ derdi.(Ebu Davud 4020 _
Tirmizi 1767)
*Yün giymeyi
severdi . Hz Aişe (r a) yün bir hırka ördü . Onu giydi terleyip yünün kokusunu
duyunca (hissedince ) çıkardı. Hoş kokuyu severdi. (Ebu Davud 4074)
Elbiseyi bir kimse
çalım satarak eteklerini yerde sürürse , Allah kıyamet günü onun yüzüne bakmaz
buyurmuştur.( Müslim 2085)
*İbni Mesut[ra]dan
_Bir adam ey Allah’ın Rasulü [sav]
doğrusu ben elbisemin ve ayakkabımın güzel olmasını severim,buda kibirmi dir ?
diye sordu
Hz Peygamber
cevaben _Hayır Allah güzeldir,güzelliği sever.Kibir gururdan dolayı hakkı
kabullenmemek ve insanları hor görmektir (Müslim,Ebu Davud,İbni Mace/4173)
YEMEK
MEVZUSU
Yemek konusunda
var olanı reddetmez,bulunmayanı araştırmazdı.Hoş yiyeceklerden ne konulursa
yer,tiksindiği bir şey olursa kendisi yemez,başkalarına da haram kılmazdı.
Hiçbir zaman bir yemeğe kusur bulmamıştır.Dayanarak
yemek yemezdi,bağdaş kurarak yemek yediği hiç görülmemiştir (Buhari, ,İbni Mace
3263,Tirmizi1830)
*Namazda oturduğu
gibi veya dizini kaldırarak oturur yerdi,yüzü koyun yatarak yemeyi de
yasaklamıştır (İbni Mace 3370,Ebu Davud 3775)
*Yemeğin
başlangıcında besmele çeker,sonunda hamd ederdi.Yemeği bitirince
‘Elhamdülillah’ derdi.(İbni Hibban 1352)
*Bazende yediren
içiren kolaylıkla boğazdan geçiren Allah’a hamd olsun derdi (Ebu Daavud 3851)
*Misafirse,Allah’ım
onlara verdiğin rızkları bereketlendir,
*Onları bağışla ve
onlara acı derdi (Müslim 2024) Veya
yemeğinizi iyi kişiler yediler,melekler size dua okudu da derdi.(Ebu D avud
3854)
*Ey çocuk! Besmele
çek,sağ elinle ye ve önünden ye (Müslim 2022)
*Oturarak su
içerdi,ayakta içeni men ederdi(Müslim 2034)
*Kendisi
içtiğinde solunda daha büyük birisi
bulursa,bardağı sağındakine uzatırdı.(Buhari 74/13
*Enes (ra)dan
gelen bir rivayette Rasulullah (sav) üç solukta içer ve böylesi daha
kandırıcı,elemden salim kılıcı ve daha kolay
akıcıdır
dedi.(Müslim 2028)
*Rasulullah Sizden
biriniz su içerken kaba solumasın,fakat soluduğunda kabı ağzından uzaklaştırsın
dedi.(İbni M ace 3427)
*Ayrıca Rasulullah
(sav) kapları örtünüz,kırbaların ağzını bağlayın.Çünkü sene içinde öyle bir
gece vardır ki o gecede veba hastalığı iner .Üzerinde örtü bulunmayan bir kaba
veya üzerinde bağı bulunmayan bir kaba uğrarsa,muhakkak bu vebadan oraya
iner. (Cabir bin Abdullah Müslim 2014)
*Hz.Peygamber
(sav)bir çöple bile olsa kapların örtülmesini emretmiştir(Müslim 2012)
*Allah
Rasulü(sav)su kabının ağzından içmeyi yasaklamıştır (Buhari 10/79,Ebu Davud
3721)
*Ayrıca kırık
kaptan,kırık bardaktan su içilmesini ve içeceğe üflenmesini yasaklamıştır (Ebu
Said el-Hudri(ra) Ebu Davud 3722)
UYKU
HALİ
Kimi zaman
yatakta,kimi zaman post üzerinde,hasır üzerinde,yerde,divanda,siyah kilim
üzerinde uyurdu.Abdullah b.Temim (ra) Allah Resulü (sav) mescidde bir ayağını
diğerinin üzerine koyarak arkası üstü yattığını gördüm diyor (Müslim 2100)
Yatağı tabaklanmış
deri olup dolgu maddesi lif idi.Sözün
özü hz.Peygamber (sav)yatakta uyudu,üzerini yorganla örttü ve
Hanımlarına da
‘’Ben Aişe dışında sizlerden biriyle bir yorgan altında iken Cebrail bana
gelmedi’’ dedi.(Buhari 51/7,8-62/30,)
*Uyumak için
yatağa yattığında ‘’Bismikallahümme ehya ve emutu’’Senin adınla Allah’ım
dirilirim ölürüm derdi’’ (Buhari 80/7,8,16,Müslim 2711,Tirmizi 34/3)
*Avuçlarını
birleştirir içlerine üfler İhlas,Felak,Nas,surelerini okur,sonra bedeninin ön
kısımlarından ,başı ve yüzünden başlamamak üzere avuçlarını vücudunun
sürebildiği yerlerine sürerdi.Bunu üç kere yapardı.(Buhari 11/107,Ebu Davud
5056)
*Sağ yanına
yatar,uyur,sağ elini sağ yanağının altına koyar sonra ‘’Allah’ım kullarını
yeniden dirilteceğin günde beni azabından koru ‘’diye dua ederdi.(Ebu Davud
5045)
*Yatağına
girdiğinde ‘’Bizi yediren içiren,bizi koruyan bize sığınak olan Allah’a hamd
olsun.Nice kimseler vardır ki kendisine yeterli olacak,onu
koruyacak,barındıracak kimsesi yoktur’’derdi (Müslim 2715)
*Uykudan
uyanınca’’Bizi öldükten sonra dirilten Allah’a hamd olsun,kıyamette onun
huzurunda haşr olacağız’’derdi
(Müslim 2711)
Sonrada dişlerini misvakalardı (Müslim 763)
EVLİLİK
MEVZUSU
Rasulullah
(sav)ümmetini evlenmeye teşvik etmiş ve ‘’Evlenin çünkü ben diğer ümmetlere
karşı sizin çokluğunuzla övüneceğim’’ demiştir.(Ebu Davud 2050)
*Rasulullah(sav)
‘’Ben kadınlarla evlenirim,hem uyurum,hem de gece namaza kalkarım,hem oruç
tutarım ve hem de tutmam.
Benim sünnetimden
yüz çeviren benden değildir. demiştir. (Müslim 1401)
*Abdullah b.Mesud(ra)
Gençler evlenmeye gücünüz yetenler evlensin,gözü engeller,namusu korur,gücü
yetmeyenler oruç tutsun oruç onun şehvetini kırar.(Müslim 1400)
*Evlenirken kadının
malı,nesebi,güzelliği ve dindarlığı dolayısı ile nikah edilir. Dindar olanı
seçmezsen,fakirliğe düşersin demiştir (Müslim 1466)
*Cinsi birleşmeden
evvel‘’Bismillahi Allahümme Cennibiş şeytane ve Cennibiş şeytane ma razektane
(Sizden biriniz eğer eşiyle cima edeceğinde ‘’Bismillah Allah’ım bizi şeytandan
ve şeytanıda bizi rızıklandırdığın şeyden uzak eyle’’ derse Allah bir çocuk
verirse şeytan ona ebedi olarak zarar veremez.
*Rasulullah karısı ile oynar ve onu öperdi (Ebu Davud
2386)
* CABİR (ra)
Rasulullah (sav)oynaşmadan birleşmeyi yasaklamıştır.Birleşme şekillerinden en
güzeli oynaşma ve öpüşmeden sonra ...Birleşme zürriyet yeri olan birtek yerdenolur.
(müslim 1435_3002 Ebu davut 2163_4804
İbni Mace 1923 Tirmizi 3395_135)
*Ebu Said El Hudri
den “Rasulullah (sav) Sizden biri eşiyle
birleşir sonra yeniden birleşmek isterse abdesh alsın “ buyurmuştur.
TUVALET ADABI
Hz Peygamber
(sav) gerek toprak üzerine , gerek
hasır ve halı üzerine otururdu .Zaman zaman sırt üstü yatıp uzandığı olurdu
.Bazen ayak ayak üzerine otururdu.
Tuvalete girerken “Allah ım görünen _ görünmeyen bütün
pisliklerden , Kovulmuş şeytandan sana sığınırım (müslim 375) > Çıkıncada “ Bağışla Rabbım “ derdi(Tirmizi 7 _Ebu Davud 30 )
*Küçük Abdesh bozmak
için yumuşak topraklı yer arardı. Hz Aişe (ra)
“ size kim Hz Peygamber (sav )
ayakta bevlederdi diye söylerse onu tastik
etmeyin . O daima oturarak bevlederdi .(
Tirmizi 12 _İbn M ace 307)
SELAM MEVZUSU
Abdeshi bozarken biri
Ona selam verirse , onun selamını almazdı . (müslim 370)
*Selam konusunda ; Hz
Ali insanların Allah a en evlası , selama ilk başlayandır. (Tirmizi 2695)
*Bir topluluk
geçtikleri zaman içlerinden birisinin selam vermesi onlara kafi gelir.
Oturanlara da içlerinden birisinin selamı cevaplandırması yeterlidir buyur ulur(Ebu Davud 5210)
*Enes (ra) Nebi (sav)
oynamakta olan çocukların yanından geçti de onlara selam verdi . (müslim 2169)
*Ebu Hureyre (ra) dan
;Biriniz bir meclise vardığı zaman selam versin , oradan kalkmak istediği zamanda selam versin .( Ebu Davud 5208 )
AKSIRANA DUA
Biriniz hapşırdığı
zaman _ELHAMDÜLİLLAH _ desin , arkadaşları ; _YERHAMUKALLAH _ desin . oda ;
YEHDİKUMULLAHU VE YASLEHU BALEKUM desin (Ebu Davud 5033_ Buhari edep bölümü 10/502)
MECLİSTE ZİKR MEVZUSU
Bir meclisten
kalkarken ‘’Subhanekallahümme ve bi hamdike eşhedü ellailahe illa ente
estağfiruke ve etübü ileyh’’ derse Allah onun bu mecliste olan hatalarnı
örter buyurmuştur.(TİRMİZİ
2429)
*Ebu Hüreyre (ra)
‘’Bir mecliste oturup da orada Allah’ı zikretmeden kalkan hiçbir topluluk
yoktur ki oradan,eşeğin leşi gibi kalkmış olmasınlar.
En büyük zarar da
onlar içindir’’demiştir.(4855)
ÖFKELENDİĞİ ZAMANKİ
TAVRI
Rasulullah (sav) öfkelendiği
zaman Euzü çekerdi .(Müslim 2610)
*Atiyye ibni urve (ra)
Öfke şeytandandır şeytan ateşten yaratılmıştır ,ateş su ile söner,Biriniz
öfkelendiği zaman abdest alsın
demiştir.(Ebu Davud 4784)
*Başka bir hadiste
öfkelenen kişi ayakta ise oturmasını,oturuyor ise yatmasını emretmiştir.(Ebu
Davud 4782)
KOKU MEVZUSU
Allah Rasulu kendisine
sunulan güzel kokuyu geri çevirmezdi (MÜSLİM 2253)
*Kıymetli koku bulunan
bir kabı vardı,ondan sürünürdü en çok sevdiği koku misk idi,kına çiçeğinden de
hoşlanır idi.(Ebu Davud 416)
BIYIK ,SAKALVE TIRNAK
MEVZUSU
Bıyıkları kısaltmada
tutumu ise şu hadisler açıklamaktadır ‘’Bıyıkları kısaltın,sakalları
bırakın,böylece mecusilere muhalefet edin’’buyurmuştur.(Müslim 260)
*Enes (ra)
Hz.Peygambere bıyığı kısaltma ve tırnakları kesme konularında bize vakit
sınırlaması getirdi.Bu ,işleri kırk gün kırk geceden fazla aksatmama sınırı
koydu.(Müslim 258)
KONUŞMASI,GÜLÜŞÜ,AĞLAMASI
*Konuştuğu
zaman,konuşması kalplerin anlayacağı şekilde tane tane idi (MÜSLİM 2493)
*Çoğunlukla gülüşü tebessüm
idi,kimi zaman ağlar,ağlarken bağıra bağıra ağlamaz ancak gözleri yaşla dolar
boşalırdı.
Kimi zaman ölüye
merhametinden,kimi zaman ümmeti için korktuğundan,kimi zaman Allah
korkusundan,kimi zaman Kuran dinlerken,korku,muhabbet ve saygı
İle ağlardı.(Müslim
2315)
*Nisa suresi 41.ayeti
okunduğunda ağlamıştır.(Müslim 800)
*Güneş tutulduğunda
ağlamıştır.Kusuf namazı kılarak da ağlamış ve ‘’Rabbim sen bana ben onların
arasında iken ve onlar bağışlanma dilerken onlara azap etmeyeceğini vaat
edmemişmiyidin ?diye dua etmiştir (Nisa 3/137 Ebu Davud 1194)
*Kızlarından birinin
mezarı üzerine oturduğunda da ağlamıştır.(Buhari 27 / 72)
TEBRİKDE TUTUMU
*İnsanları
evlendirdiği zaman tebrik eder şöyle derdi:’’Allah sana mübarek
eylesin,ikinizede mübarek olsun.Allah aranızı hayırla birleştirsin.(Ebu Hüreyre
Tirmizi 1031)
YENİ DOĞAN ÇOÇUĞUN
KULAĞINA EZAN OKUNMASI
*Ebu Rafi (ra)Rasulullah (sav)Alinin oğlu Hasan doğduğunda
kulağına ezan okutturdu.(Tirmizi 1514,Ebu Davud 1500)
EŞEK ANIRMASI VE
HORAZ SESİ
*Eşek anırmasını duyduğunuz
zaman şeytandan Allah’a sığınınız,zira o şeytanı görmüştür,Horoz sesi
duyduğumuz zaman ise Allah’ın fazlını isteyiniz
Zira o melek
görmüştür..demıştır.(Ebu Hureyre(ra) Müslim 2729)
BELA UĞRAYAN I
GÖRENİN DUASI
*Belaya uğramış birini
gören kimse:senin tutulduğun beladan bana afiyet veren Yaratılanlardan bir
çoğuna beni faziletli kılan Allah’a hamd olsun derse
ona bu bela isabet
etmez(Ebu Hüreyre (ra)Tirmizi 3428)
ZAMANA SÖVMEDE NEHY
*Rasulullah(sav)Sizden
biri zamana sövmesin ,sizden biri vay zamanın musibetine demesin
demiştir.(Müslim 2246)
İĞRENDİM DEMENİN
YASAKLIĞI
*Hz Peygamber kişinin
iğrendim demesini yasaklamış ve midem bulandı demesini tavsiye etmiştir(Müslim
2251)
KEŞKE DEMEYİN
*Bir şeyi kaçırdıktan
sonra ‘keşke şöyle şöyle yapsaydım’ diyen kişinin böyle söylemesini yasaklamış
‘Keşke sözü,şeytanın ameline yol’ açar buyurmuştur
‘’Bunu Allah taktir
etti,O dilediğini yapar,’’de diye tavsiye etmiştir.(Müslim 2664 İbni Mace 79)
Veya Allah’ım endişe
ve hüzünden,acizlik ve tembellikten,cimrilik ve korkaklıktan,borç yükünden ve
insanların galebesinden sana sığınırım (Buhari 80/36,Tirmizi 3480)
EVE GİRERKEN VE EVDEN ÇIKARKEN Kİ TUTUMU
*Evinden
çıktığında:Allah’ın adıyla Allah’a
tevekkül ettim ,Allah’ım sapıklığa düşmekten ve düşürülmekten,ayağımın kaymasından
veya kaydırılmasından
Zulmetmekten ve zulme
uğramaktan,cehalete düşmekten veya cahil görünmekten sana sığınırım.(Tirmizi
3423/Ebu Davud 5094)
*Hz Aişe (ra) Eve
onları şaşırtacak şekilde farkına varmadan ansızın girmezdi,aksine ailesi
girişinden haberdar olarak girerdi.Onlara selam verir,hal hatır sorardı.(Müslim
1154)
BAŞKASININ EVİNE
İZİNSİZ BAKMAK
*Allah Rasulü(sav)’Kim
bir gurubun bulunduğu eve,onların izni olmaksızın bakarsa ,onlara o kişinin
gözünü çıkarmaları helal olur .(Müslim 2158)
*Yine şayet bir adam
izinsiz olarak senin evinin içine baksa sen ona çakıl atsan,böylece onun gözünü
çıkarmış olsan hiçbir günaha girmiş olmazsın (Müslim 2158)
*Yine bir kişi
izinleri olmaksızın bir grubun bulunduğu eve o bakan kişinin gözünü çıkarırsa
bundan dolayı ne diyet ne kısas vardır(Nesei 6/61)
İZİNDEN ÖNCE SELAM
VERİLMESİ MEVZUSU
Allah Rasulu (sav) izin istemeden önce selam vermeyi emr
etmiş,nitekim bir adam kendilerinden izin istedi ve gireyimmi dedi
Rasulullah(sav)başka
birine ‘’bu adamı çıkart ve izin istemeyi öğret ‘’dedi.Adam o şahsa’’ selam ver
ve izin iste ‘’dedi O şahısta Esselamü Aleyküm
girebilirmiyim ? dedi.Bunun üzerine Rasulullah (sav)izin verdi(Ebu Davud
5177/Müslim 1479)
*Biriniz bir meclise
girdiği zaman selam versin ve Allah’ım bana Rahmet kapılarını aç desin.Çıktığı
zaman ise Allah’ım senin fazlını diliyorum desin.(Ebu Humeyd (ra) Müslim 713)
HASTALIĞA DUA
Osman İbni Ebil-As(ra)rivayet edildiğine göre vücutta bir
ağrıdan şikayet edildi.Nebi (sav)elini vücudunun ağrıyan yerine koy ve üç
defa’’ Bismillah’’de yedi defa da hissettiğim ve sakındığım ağrının şerrinden
Allah’a ve kudretine sığınırım’’de (Müslim 2202)
*Hz.Aişe (ra)Ey
İnsanların Rabbi !Rahatsızlığı gider,şifa ver.Şafi sensin şifandan başka şifa
yoktur.Hastalık bırakmayan şifa ver derdi
ve sağ eliyle mesh
ederdi (Müslim 2191)
KABİR ZİYARETİNDEKİ
TUTUMU
*Kabirlere gittiğinde ‘’Müslüman ve Müminlerden oluşan ey
diyar sakinleri!Size selam olsun,inşeallah bizlerde sizlere ulaşacağız
Allah’tan bize de,size
de afiyet dileriz.(Müslim 975)
RÜZGAR VE
GÖKGÜRÜLTÜSÜNDE TUTUMU
Rüzgar estiği zaman
‘’Allah’ım senden onun hayırlısını isterim,O rüzgarla gönderdiğinin hayırlısını
dilerim.Onun şerrinden sana sığınırım Onunla gönderdiğinin şerrinden sana
sığınırım diye dua etmiştir.(Hz.Aişe Müslim 899)
*Gökgürlediği zaman
konuşmayı bırakır ve Allah’ı noksanlıklardan tenzih ederim derdi.Ka’b (ra)löyle
diyor:Bunu kim üç defa
söylerse gök
gürültüsünden emin olur (selamet bulur ) (Muvatta 2/992,Buhari Edebül Müfred 2/186)
İLİMLE İLGİLİ
*Ubey bin Ka’b (ra):Rasulullah(sav)şöyle
buyururdu ; Musa (as) İsrailoğullarına hutbe okumak için ayağa kalkınca
kendisine insanların en alimi kimdir ? diye bir soru soruldu ; En alimi benim
dedi . Bu yüzden Allah onu kınadı. Çünkü Allah bilir demeliydi.(buhari ve
müslim)
HAYVANLARA
İŞKENCENİN YASAKLANMASI
* İbni Ömer (ra) ;
herhangi bir insan serçe veya daha büyüğünü haksız yere öldürürse ; muhakkak
Allah ona bu hareketini sorar. Serçenin hakkı nedir Ya Rasulallah ? dediler :
Efendimiz ; keser yersin , başını koparıp atmazsın buyurdu. ( Nesei _ve
hayvanlara işkenceyi yasaklamıştır.)
RIZIK TALEBİNDE ORTA
YOLU TUTMAK
*İbn Mesud (ra) SAV
den şöyle buyurdu ; Benim emrettiğim ameller dışında cennete yaklaştıran hiçbir
amel yoktur ve Benim yasak ettiğim ameller hariç cehenneme yaklaştıran hiçbir
amel yoktur. Sizden hiç biri rızkını
gecikmiş saymasın , Çünkü Cebrail (as) benim kalbime hiç kimsenin rızkını
tastamam almadan dünyadan çıkmaz, ölmez diye ilham etti . Ey insanlar Allah tan korkunuz ve
rızkınızı talep etmede güzel bir yol tutunuz . Sizden biri rızkını gecikmiş
sayarsa onu haram yollardan Allah a karşı masiyet işleyerek taleb etmesin
Şüphesizki Allah ın ihsanına Ona karşı masiyet işleyerek ulaşılmaz ( Terhib ve
Tergıb)
*Ebu Hureyre (ra)
Rasulullah sav den şöyle dua ettiğini
rivayet etmiştir ; Allah ım faydasız ilimden , korkmayan kalpten , doymayan
nefisten ve kabul olmayan duadan sana sığınırım ( İBN Mace_ Nesei_ Müslim ve
Tirmizide Zeyd Bin Erkam dan ilim
babında rivayet edilmiştir )
Cennet ve Cehennem’in Hak Olduğuna ve Her
İkisinin de Yaratılmış Olduklarına İman
Cennet’in ve Cehennem’in hak olduğuna iman
(etmek gerekir).
Cennet ve
Cehennem’in halihazırda yaratılmış olduğu hususunda Ehli Sünnet ve’l Cema'at
arasında farklı bir görüş sözkonusu değildir. Cennet ve Cehennem’in halihazırda
yaratılmamış oldukları ve Kıyamet Günü’nde yaratılacağını iddia eden bazı
Mu'tezili ve Kaderiler dışında bu hususta farklı bir kanaat ileri süren de
olmamıştır. Bu görüşleri icmaya muhalif olduğu gibi delilden de yoksundur. İbni
Kayyım el-Cevziyye ‘Hadi'l Ervah İla Bilad'il Efrah’ isimli eserinde meseleyi
detaylıca ele almakta, ‘Rasulullah’ın Ashabı, Tabiin ve Tebe-i Tabiin, Sünnet
ve Hadis Ehli hiç istisnasız olarak ve her çağda İslam Fakihler'i, Tasavvuf ve
Zühd bu inanç ve bu inancı ispat üzere olmuşladır’ dedikten sonra ehli Ehli
Sünnet ve’l Cema'atin görüşünü ispatlayıp, bu hususta ‘Müşebbihe ve Cehmiyye
özellikleri taşıdıklarını’ ifade ettiği Mu'tezili ve Kaderilerin görüşünü
reddetmektedir.
Cennet ve Cehennem’in her ikisi de mahluktur
(yaratılmışdır). Cennet semanın (gök yüzünün) yedinci katındadır, onun tavanı
Arş’tır.
Ehli Sünnet ve’l
Cema'at arasında Cennet'in semanın (gök yüzünün) yedinci katında olduğu
hususunda fikirbirliği vardır. Zahiriler'den İbni Hazm ise, Cennet'in semanın
altıncı katında olduğunu söylemişse de bu reddedilmiştir. Kelamcılar'dan
Taftazani ve ona tabi olan bazı Eşariler ise, doğru olan bunun ilmini Allah’a
havale etmektir diyerek Tevafuk yolunu seçmiş ve bu görüşleriyle Ehli Sünnet
ve’l Cema'atten ayrılmışlardır.
Cehennem (ise)
yerin yedi kat altındadır. Her ikisi de yaratılmıştır. Allah Te'ala, Cennet
Ehli’nin sayısını ve oraya girecekleri ve; Cehennem Ehli’nin sayısını ve oraya
girecekleri (de) bilir. (Cennet ve Cehennem’in) her ikisi de ebediyen yok
olmazlar. Her ikisi de Allah ile ebediyyen baki kalacaktır.
Metinde yer alan:
'(Cennet ve Cehennem’in) her ikisi de ebediyen yok olmazlar. Her ikisi de Allah
ile ebediyyen baki kalacaktır.' şeklindeki ifadenin ilk kısmı olan ‘(Cennet)
fani değil sonsuzdur. Allah ile ebediyyen baki kalacaktır.’ şeklindeki yargı,
bütün Ehl-i Sünnet ve’l Cema'atin İcma ile kabul ettikleri bir husustur. Bu
ifadedeki ikinci önerme olan:
‘(Cehennem) fani değil sonsuzdur. Allah ile
ebediyyen baki kalacaktır.’ şeklindeki yargı hususunda ise Ehl-i Sünnet ve’l
Cema'atin iki görüşü bulunmaktadır. Birinci görüşe göre; Cehennem tıpkı Cennet
gibi sonsuz olacaktır, bu Cumhr'un görüşüdür. Bu husustaki ikinci görüş ise;
Ömer (radiyallahu anh), İbni Me’sud (radiyallahu anh), Ebu Hureyre (radiyallahu
anh), İbni Abbas (radiyallahu anhuma ecmain) Ebu Sa’id el-Hudri (radiyallahu
anh) gibi Sahabeler'den ve Selef'den birçokları tarafından dile getirilen,
Cehennem'in çok uzun zaman geçtikten sonra içerisindekileri de yiyip yutarak
son bulacağı görüşüdür. Bu konuyla alakalı geniş bilgi, İbni Kayyım
el-Cevziyye’nin ‘Had'il Ervah İla Bilad'il Efrah’ isimli eserinde ve yine
Tahavi’nin Akide’sine İbni Ebi’l İzz el-Hanefi tarafından yapılan Şerh'de ve
başka kaynaklarda bulunabilir.
Adem (aleyhi selam) Cennet’teydi ve
İtaatsizlik Ettiği İçin Oradan Çıkarıldı
Adem aleyhi selam
sonsuza kadar kalacak olan ve (halihazırda) yaratılmış olan (mükafat yurdu)
Cennet’teydi lakin Allah’a asi olmasından (itaatsizlik etmesinden) sonra oradan
çıkarıldı.
Adem (aleyhi selam)’ın
mükafat yurdu olan Cennet’ten mi yoksa, başka bir Cennet'ten mi çıkarıldığı
hususunda iki farklı görüş vardır. Meşhur olan görüş, Adem (aleyhi selam)’ın
mükafat yurdu olan Cennet’ten çıkarıldığı yönündedir ancak bazıları da başka
bir Cennet'ten çıkarıldığını söylemişlerdir. İkinci görüşte olanlar da iki
görüşe ayrılmış; kimileri bu Cennet'in yeryüzünde olduğunu söylemişken
diğerleri ise semanın yedinci katında olduğunu söylemiştir. Bundan başka İbni
ebi Hatib ve ayrıca Fahr ed-Din er-Razi gibi bazı Kelamcılar ise bu konuda
Tevafuk (sessiz kalmak) görüşünü ortaya atmışlar ve böylelikle bu meseledeki
doğruya dair ilmi Allah’a havale ettiklerini söylemişlerdir.
Mesih Deccal
Mesih Deccal'a
(Deccal'ın geleceğine) iman (etmek gerekir).
Mesih Deccal’la
alakalı çok sayıda Sahih Hadis alimler tarafından kaydedilmiştir. Bu konuda
varid olan hadisler mütevatire ulaşmıştır.
Abdullah ibni Ömer
(radiyallahu anhum ecmain)'den rivayet edilmiştir ki: "Rasulullah
(sallalahu aleyhi ve sellem) Veda Haccı sırasında bir ara: Halk susup dinlesin!
buyurdu. Sonra Allah'a Hamd ve Sena'da bulunup, arkadan Mesih (İsa) ve (Mesih)
Deccal'den uzun uzun söz ettiler ve buyurdular ki: Allah'ın gönderdiği her
peygamber, ümmetini onunla inzar etti (ona karşı uyardı). Nuh (aleyhi selam) ümmetini
onunla inzar etti, ondan sonra gelen peygamberler de. O, sizin aranızda
çıkacak. Onun hali sizden gizli kalmayacak. Rabbiniz'in tek gözlü olmadığı size
kapalı değildir. O ise sağ gözü kör birisidir. Onun gözü, sanki (salkımdan)
dışa fırlamış bir üzüm tanesi gibidir. İki gözünün arasında "Kafir"
yazılmış olacaktır. Bunu her Müslüman okuyacaktır." (Buhari; Müslim)
Ebu Sa’id el-Hudri
(radiyallahu anh) anlatıyor: "Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem) bize
Deccal üzerine uzun bir Hadis buyurdu. Bize anlattıkları içinde şöyle
buyurmuştu: Deccal, Medine geçitlerine girmesi kendisine Haram kılınmış olarak
ortaya çıkacak. Derken Medine civarındaki bazı ekimsiz yerlere kadar gelir. O
gün insanların en hayırlısı olan –veya en hayırlılarından– bir kimse onun
karşısına çıkar ve: Sen Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem)'in bize haber
verdiği Deccal'sın! der. Oradakiler: Hayır! derler. Deccal onu öldürür ve sonra
diriltir. Dirilttiği zaman adam: Allah'a yemin olsun. Senin hakkında hiçbir
vakit bugünkünden daha basiretli olmamıştım! der. Deccal onu tekrar öldürmek
isteyecek, fakat musallat edilmeyecek." (Buhari; Müslim)
Rasulullah
(sallalahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kehf Suresi’nin baş
tarafından on ayet ezberleyen kimse Deccal’den korunur!.." (Müslim)
Reb’i İbni Hıraş
şöyle dedi: Ebu Mes’ud el-Ensari ile birlikte Huzeyfe İbni Yeman (radiyallahu
anh)’ın yanına gittim. Ebu Mes’ud ona: Rasulullah (sallalahu aleyhi ve
sellem)’den Deccal hakkında duyduklarını söyle, dedi. Huzeyfe (radiyallahu anh)
da şunları söyledi: “Deccal, yanında bir su ve bir de ateş olduğu halde ortaya
çıkacak. Bazılarının onun yanında gördüğü su gerçekte su olmayıp yakıcı
ateştir. Bazılarının onun yanında gördüğü ateş de gerçekte ateş olmayıp soğuk,
tatlı bir sudur. Sizden Deccal’e kim yetişirse, ateş olarak gördüğü tarafta
bulunsun. Zira o, tatlı, içimi güzel bir sudur. Ebu Mes’ud el-Ensari
(radiyallahu anh), Huzeyfe’nin böyle söylediğini ben de duydum, dedi."
(Buhari; Müslim)
Enes (radiyallahu
anh)’dan rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem) şöyle
buyurdu: “Mekke ile Medine dışında,
Deccal’in ayak basmadığı bir yer kalmaz. Mekke ile Medine’nin bütün yollarında
saf tutmuş Melekler bu iki şehri korur. Deccal kumlu, çorak bir yere iner.
Ardından Medine üç defa sarsılır; Allah Te'ala orada bulunan Kafir ve
Münafıklar'ı dışarı çıkarır.” (Buhari; Müslim; İbni Mace)
Yine Enes
(radiyallahu anh)’dan rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallalahu aleyhi ve
sellem) şöyle buyurdu: “İsfahan
Yahudileri'nden Taylasan'lı yetmiş bin kişi Deccal’in ardından gider.”
(Müslim)
Ebu Hureyre
(radiyallahu anh)’dan rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) şöyle buyurdu: “Biriniz namazda Tahiyyat'ı bitirdiği zaman, dört şeyden
Allah’a sığınarak şöyle desin: Allah'ım,
Cehennem Azabı'ndan ve Kabir Azabı'ndan, hayat ve ölüm Fitnesi'nden, Mesih
Deccal’in Fitnesi'ne uğramaktan Sana sığınırım.” (Müslim; Ebu Davud; Nesai)
Allame
es-Sefferani el-Hanbeli’nin de dikkat çektiği üzere, alimler; Mesih Deccal
hakkındaki Hadisler'i çocuk-talebe yetiştiren ilim adamlarına –bu fitneden
çocuk ve talebelerin korunabilmeleri için bu husustaki ilme vakıf olmalarına
sebebiyet vermek maksadıyla- verilmesi gerekliliğine işaret etmişlerdir.
(es-Seferani, Levami'ul Envar'il Behiyye, 2/106)
İsa (aleyhi selam)’ın Nüzulü
Meryem oğlu İsa
aleyhi selam’ın nüzulüne (tekrar yeryüzüne geleceğine) iman (etmek gerekir).
(İsa Peygamber) nüzul edecek, Deccal’ı öldürecek, evlenecek ve Muhammed
sallallahu aleyhi ve sellemin soyundan olan Müslümanlar'ın lideri (Mehdi)’nin
arkasında namaz kılacaktır. (Daha sonra İsa Peygamber) vefat edecek ve
Müslümanlar tarafından defn edilecektir.
es-Seffarini
el-Hanbeli, İsa (aleyhi selam)’ın nüzulu hususunda İslam alimlerinin bu konuda
ittifak halinde olduklarını belirtir: "Bütün ümmet, Meryem oğlu İsa (aleyhi selam)'ın nüzul edeceği (ineceği)
hususunda ittifak etmiştir. Şeri'at Ehli'nden hiç kimse bu hususta muhalif
olmamıştır." (es-Seffarini, Levami'ul Envar'il Behiyye, 2/94-95)
İsa (aleyhi
selam)’ın yeryüzüne tekrar inmesi ile alakalı olarak İbni Kesir en-Nisa Suresi
4/159 numaralı Ayet'de şu bilgilere yer verir:
“Meryem oğlu İsa
(aleyhi selam)'ın Ahir Zaman'da, Kıyamet Günü’nden önce gökten yeryüzüne
ineceğine ve onun tek ve ortağı olmaksızın sadece Allah'a ibadete da'vet
edeceğine dair varid olan Hadisleri' zikredelim;
İmam Buhari herkesçe kabule mazhar olmuş Sahih'inin
el-Enbiya (Peygamberler) bölümünde şöyle der: Meryem oğlu İsa (aleyhi selam)’ın
Nüzulü Babı:
Bize İshak İbni
İbrahim'in... Ebu Hureyre (radiyallahu anh)'dan rivayetine göre; Rasulullah
(sallalahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular: "Nefsim elinde bulunan
(Allah)’a yemin ederim ki; Meryem oğlu aranıza adaletli hakem olarak inecek,
haçı kıracak, domuzu öldürecek, Cizye koyacaktır. Mal gelecek de hiç kimse kabul
etmeyecektir. Nihayet bir secde dünyadan ve dünyadaki şeylerden daha hayırlı
olacaktır. Sonra Ebu Hureyre (radiyallahu anh) şöyle ekler: Dilerseniz
"Kitab Ehli'nden hiç kimse yoktur ki;
ölümünden önce ona inanacak olmasın. O da Kıyamet Günü aleyhlerinde şahit
olacaktır." (en-Nisa 4/159) ayetini okuyunuz."
Hadisi Müslim de
Hasan el-Hulvani ve Abd İbni Humeyd kanalıyla Ya'kub'dan rivayet etmiş; Buhari
ve Müslim, Süfyan ibni Uyeyne kanalıyla Zühri'den tahric etmişlerdir. Buhari ve
Müslim aynı Hadis'i Leys kanalıyla Zühri'den de rivayet etmişlerdir.
İbni Merduyeh'in
Muhammed ibn Ebu Hafsa kanalıyla... Ebu Hureyre (radiyallahu anh)'dan rivayet
ettiğine göre; Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem), şöyle buyurmuşlardır:
"Meryem oğlunun sizin hakkınızda adaletli bir hakem olması yakındır. O,
Deccal'i ve domuzu öldürecek, haçı kıracak, Cizye koyacaktır. Mal akıp
çoğalacak ve secde sadece alemlerin Rabbı Allah'a mahsus olacaktır. Ebu Hureyre
(radiyallahu anh) der ki: Dilerseniz, "Kitab Ehli'nden hiç kimse yoktur
ki; ölümünden önce ona inanacak olmasın" ayetini okuyunuz. Bu sözü Ebu
Hureyre (radiyallahu anh) üç kere tekrarlamıştır.
Bu Hadis'in Ebu
Hureyre (radiyallahu anh)'dan, başka bir kanalla rivayeti şöyledir: İmam Ahmed
der ki: Bize... Ebu Hureyre (radiyallahu anh)'dan rivayetine göre; Rasulullah
(sallalahu aleyhi ve sellem), şöyle buyurdular: "Meryem oğlu İsa
er-Ravha'da Hacc ve Umre için ya da her ikisi için birden Tehlil
getirecektir." Bu Hadi'si Süfyan İbn Uyeyne, Leys İbni Sa'd ve Yunus İbni
Yezid kanalıyla Zühri'den sadece İmam Müslim rivayet etmiştir.
İmam Ahmed der ki:
Bize Yezid'in... (radiyallahu anh)'dan rivayetine göre; Rasulullah (sallalahu
aleyhi ve sellem), şöyle buyurmuşlardır: "Meryem oğlu İsa inecek, domuzu
öldürecek, haçı imha edecek ve onun için namazda toplanılacaktır. Kabul
edilmeyecek kadar kendisine mal verilecek ve Harac koyacaktır. Ravha'ya inecek
ve oradan Hacc’a gidecek, ya da Umre yapacak veya her ikisini birleştirecektir.
Bundan sonra Ebu Hureyre (radiyallahu anh): "Kitab Ehli'nden hiç kimse
yoktur ki; ölümünden önce ona inanacak olmasın." ayetini okumuştur.
Hanzala, Ebu Hureyre (radiyallahu anh)'ın: "İsa (aleyhi selam)’ın
ölümünden önce ona inanacaktır." dediğini sanmıştır. Ancak ben, hepsinin
Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem)’in Hadis'i mi, yoksa Ebu Hureyre
(radiyallahu anh)'ın söylediği bir kısmı var mıdır bilmiyorum.
Aynı Hadis'i İbni
Ebu Hatim de babası kanalıyla... Zühri'den rivayet etmiştir
Hadis'in başka bir
kanaldan rivayeti şöyledir: Buhari der ki: Bize İbni Bükeyr'in... Ebu Hureyre
(radiyallahu anh)'dan rivayetine göre; Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem)
şöyle buyurmuştur: "İmam'ınız sizden olduğu halde, Meryem oğlu Mesih
aranıza indiğinde siz ne olacaksınız? Hadis'i rivayette Ukayl ve Evzai de ona
tabi olmuşlardır." Hadis'i, İmam Ahmed de Abd'ur Rezzak kanalıyla...
Zühri'den rivayet etmiş; Müslim ise Yunus, Evzai ve ibni Ebu Zi'b kanalıyla
tahric etmiştir.
Hadis'in başka bir
kanaldan rivayeti şöyledir: İmam Ahmed der ki: Bize Affan'ın... Ebu Hureyre
(radiyallahu anh)'dan rivayetine göre; Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem)
şöyle buyurdular: "Peygamberler üvey kardeşlerdir. Anneleri değişik,
dinleri birdir. Ben, Meryem oğlu İsa'ya insanların en layıkiyim. Zira benimle
onun arasında (başka bir) peygamber yoktur. O inecektir. Onu gördüğünüzde
tanırsınız: Kırmızı ve beyaza çalar renkte birisidir. Üzerinde hafif sarı
renkte iki elbise vardır. Kendisine yaşlık isabet etmemiş olsa bile, başından
su damlar gibidir. Haçı kıracak, domuzu öldürecek, Cizye koyacak, insanları
İslam'a da'vet edecektir. Onun zamanında Allah Te'ala İslam dışında bütün
Dinleri kaldıracak ve onun zamanında Mesih Deccal'i helak edecektir. Sonra
yeryüzünde emniyyet hasıl olacak da aslanlar develerle, kaplanlar ineklerle,
kurtlar koyunlarla birlikte otlayacak, çocuklar yılanlarla oynayacak da onlara
zarar gelmeyecektir. İsa (aleyhi selam) kırk sene kalacak, sonra vefat ederek
Müslümanlar onun üzerine (cenaze) namazı kılacaklardır."
Bu Hadis'i Ebu
Davud da Hüdbe İbni Halid'den, o da Hemmam İbni Yahya'dan rivayet etmiştir.
İbni Cerir'in bu ayetin tefsirinde -ki ondan başkası bu ayetin tefsirinde bu
Hadis'i zikretmemiştir- Bişr ibni Mu’az kanalıyla... rivayetinde şu fazlalık
vardır: "İslam üzerine insanlarla harbedecektir." (İbni Kesir,
Tefsir)
İbni Kesir Ayet'in
Tefsir'inin devamında Kıyamet Alametleri’ni ele alırken İsa (aleyhi selam)’ın
yeryüzüne tekrar inmesi ile alakalı olarak bilgilere yer verir. İlgili yere
müracaat ediniz.
Ehli Sünnet ve’l
Cema'at i’tikadına dair bütün kitaplarda, İsa (aleyhi selam)’ın nüzuluna
değinilir. Konuyla alakalı Ayetler ve Hadisler ilim adamlarınca kaynak
gösterilmek suretiyle bu hususta bir şüphe olmadığı ifade edilmiştir.
Zahiriler'den İbni Hazm, en-Nisa 4/157 Ayeti'nin Tefsir'inde İsa (aleyhi
selam)’ın öldürüldüğünü söyleyen kimsenin Mürted ve(ya) Kafir olacağını söyler.
(İbni Hazm, İlm'ul Kelam, 56-57)
İsa (aleyhi
selam)’ın yeryüzüne indikten sonra evleneceğine dair Sahih bir nakil yoktur
yalnızca birtakım zayıf-uydurma rivayetler ve bazı alimlerin bu yönde
açıklamaları bulunmaktadır.
Nu’aym ibni
Hammad, İsa (aleyhi selam)’ın yeryüzüne indikten sonra Kudüs’e döneceği ve
orada Şu’ayb (aleyhi selam)’ın kavminden olan ve Musa (aleyhi selam)’ın eşinin
soyundan gelen bir hanımla evleneceği ve bir erkek çocukları olacağı ve dokuz
yıl kalacağı (Nu’aym ibni Hammad, el-Fiten, 2/578, 1616) yönünde bilgiler ifade
eden bir görüşe yer verir. Lakin bu rivayetin dayandığı bir kaynak olmadığı
gibi, senedinde yer alan Yahya ibni Sa’id el-Attar ‘Zayıf’ (et-Takrib, 7608);
Süleyman ibni Musa el-Siczi ‘yalancı’ (Mizan'ul İtidal, 3/308) olmakla itham
edilmişlerdir.
Hadis olarak İbni
Ömer (radiyallahu anhuma ecmain) yoluyla Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem)’den rivayet edilen bir başka rivayetde ise, İsa (aleyhi selam)’ın
yeryüzüne indikten sonra kırkbeş yıl kalacağı bu süre zarfında evleneceği ve
bir çocuğu olacağından bahsedilmektedir. Hadis'in devamında ise, İsa (aleyhi
selam)’ın öldükten sonra Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in mezarına
gömüleceği, Diriliş Günü’nde Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in ve İsa
(aleyhi selam)’ın, Ebu Bekir (radiyallahu anh) ile Ömer ibn'ul Hattab
(radiyallahu anh) arasındaki mezardan birlikte diriltileceği geçmektedir.
İbn'ul Cevzi, Hadis'in Sahih olmadığını ve rivayet zincirinde yer alan
el-Ifriki’nin ‘tamamıyla Zayıf’ olduğunu (İbn'ul Cevzi, el-İl'el'ul Mutenehiye,
2/915, 1529) söylerken Hafız Zehebi de, Abd'ur Rahman ibni Ziyad el-Ifriki’nin
tercümeyi halinde bu ve benzeri Hadisler'i naklettikten sonra "Bunlar
Münker'dir, (doğru olmaları) muhtemel değildir" (Zehebi, Mizan'ul İtidal,
4/281) demiştir.
Ashab’ın Faziletliler'i
Nebimiz
(Muhammed’in vefatın)’dan sonra bu ümmetin en hayırlısı Ebu Bekir (radiyallahu
anh) sonra Ömer (radiyallahu anh) sonra da Osman (radiyallahu anh)’dır.
Fazilet sıralaması
hususunda Ebu Bekir (radiyallahu anh) ve Ömer (radiyallahu anh) hususunda ümmet
arasında icma vardır. Ehl-i Sünnet dışındaki Bidat Ehli ve Kelamcılar –Havaric,
Mu'tezile, Şia’dan bazıları- da bu hususta Ehli Sünnet ile mutabakat
halindedir.
Ebu Bekir
(radiyallahu anh) ve Ömer (radiyallahu anh)’dan sonra kimin en faziletli olduğu
hususunda ise farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Ehl-i Sünnet ve’l Cema'atin
çoğunluğu Osman (radiyallahu anh)’ın bu ikisini takip ettiğini söylemektedir.
İmam Malik’den nakledilen meşhur görüşüne göre İmam Malik, İmam Şafii ve İmam
Ahmed gibi büyük İmamlar da bu kanaattedir. Kelamcıların çoğunluğu -Mu'tezile,
Eşariler, Kerramiye, Kullabiye- da bu görüştedir.
Kufe ehli ise, Ali
(radiyallahu anh)’ın fazilet bakımından Ebu Bekir (radiyallahu anh) ve Ömer
(radiyallahu anh)’dan sonra geldiği ve Ali (radiyallahu anh)’ın Osman
(radiyallahu anh)’dan fazilet bakımından üstün olduğu görüşündedir. Süfyan
es-Sevri ve Ebu Hanife bu görüştedir. Sonraları bu görüşten döndükleri de
söylenmektedir Allahu A'lem. Zehebi; A'meş'in, Ebu Hanife'nin, Şu'be'nin,
Abd'ur Rezzak'ın ve Abd'ur Rahman ibni Ebi Hatim'in bu görüşte olduğunu
nakleder. (Zehebi, Mizan, 2/588)
Süfyan, İmam
Malik’den nakledilen bir görüşe göre İmam Malik, Yahya el-Kattan ve Yahya ibni
Main’in aralarında olduğu bir grup ise bu hususta Tevaffuk etmeyi tercih
etmişlerdir.
Ehli Sünnet ve’l
Cema'atin çoğunluğunun görüşü olan Osman (radiyallahu anh)’ın Ali (radiyallahu
anh)’dan fazilet bakımından üstün olması hususu aynı zamanda Sahabe'nin
görüşüdür. İmam el-Berbehari’nin de alıntıladığı İbni Ömer (radiyallahu
anh)’dan nakledilen Hadis de bunun delilidir. Bir başka delil de, Ömer (radiyallahu
anh)’dan sonra Halife seçiminde Abd'ur Rahman ibni Avf (radiyallahu anh)’ın
tutumunda görülmektedir. Zira o, Halife seçiminin tamamlandığı süreçte üç gün
üç gece boyunca; Muhacirler, Ensar ve Mü’minlerin anneleri ile istişare etmiş
ve sonunda Osman (radiyallahu anh)’ın bu göreve en layık olan kimse olduğuna
karar vermiştir.
Hallal’ın
aktardığına göre, Abdullah ibni Mübarek’e birisi, Osman (radiyallahu anh) ile
Ali (radiyallahu anh) arasında hangisinin daha faziletli olduğu yolunda bir
soru sormuş, büyük imam da: Abd'ur Rahman ibni Avf (radiyallahu anh) bunun
cevabını bize verdi şeklinde cevap vermiştir. (el-Hallal, es-Sünne, 2/389)
Bu, İbni Ömer
(radiyallahu anhum ecmain)’den naklolunandır, (ki o) şöyle demiştir:
“Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) hayatta iken insanlar arasında fulan fulandan
hayırlıdır, fulan da fulan kimseden hayırlıdır, diye konuşurduk; (önce) Ebu
Bekir (radiyallahu anh), sonra Ömer (radiyallahu anh), sonra Osman (radiyallahu
anh), hayırlıdır, derdik. Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) bunu duyar ancak
bizi eletirmezdi.” Buhari; Ahmed, Müsned; İbni Asım, es-Sünne, 574-578, 1193
Onlardan sonra en
hayırlılar Ali (radiyallahu anh), Talha (radiyallahu anh), Zubeyir (radiyallahu
anh), Sa’d (ibni Ebi Vakkas), Sa’id (ibni Zeyd), Abd'ur Rahman ibni Avf
(radiyallahu anh), (ve Ebu Ubeyde Amir ibn'ul Cerrah). Hepsi hilafete layıktı.
Onlardan sonra (insanların) en hayırlıları; Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem)’in (bunlardan başka) Sahabeleri'dir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem)’in kendilerine (peygamber olarak) gönderildiği ilk nesil (Sahabe),
Muhacir ve Ensar, her iki Kıble'ye (Kudüs ve Mekke) yönelerek namaz kılanlar,
onlardan sonra en hayırlılar Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e bir
gün, bir ay, bir yıl yahut bundan az veya daha çok Sahabelik edenlerdir.
Allah’tan onlara rahmet emesini dileriz. Onların faziletlerinden bahseder,
onların yaptıkları hatalar hususunda susar ve Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem)’in buyurduğu üzere onlardan hiçbiri hakkında hayırdan başka birşey
söylemeyiz:
“Ashabım zikredildiğinde (onların hataları
hususunda) sessiz kalın!” Taberani, el-Mucem'ul Kebir, 10/198; el-Haris bin
Ebu Usame, Müsned, 2/478; Ebu Nu’aym, Hilye, 4/108
Süfyan ibni Uyeyne
(rahimehullah) şöyle demiştir:
“Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in
Ashabı hakkında birtek (olumsuz) kelime konuşan Heva (Bid'at) Ehlindendir!”
Nebi (sallallahu
aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur: “Ashabım
yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız doğru yola iletilirsiniz.”
Şeyh'in Hadis
olarak naklettiği bu rivayet hakkında alimlerin bazı itirazları olmuştur.
Rivayetler birbirine yakın ifadeler ile şu şekillerde nakledilmiştir:
“Ashabım yıldızlar
gibidir, hangisine uyarsanız hidayete erersiniz.” (İbni Abd'il Berr, Cami'ul Beyan'il
İlmi ve Fazlihi, 2/90-91; İbni Hazm, el-İhkam, 6/82; Abd ibni Humeyd, Müsned;
İbni Adi, Kamil; Suyuti, Menahil'ul Safa, 193; 1027; Suyuti, Cami'us Sağir,
4603);
”Ashabım'ın misali
yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayete erersiniz.” (el-Kuda'i,
Müsned'ul Şihab, 109/2);
”Hakikaten Ashabım
yıldızlar gibidir, bundan dolayı eğer onlardan işittiğiniz herhangi bir sözü
kabul ederseniz, hidayete erersiniz.” (İbni Abd'il Berr, Cami’ul Beyan'il İlmi
ve Fazlihi, 2/90-91; İbni Hazm, el-İhkam, 6/82; Abd ibni Humeyd, el-Muntehab
min'el Müsned, 86/1; Darakutni, Feza'il'ul Sahabe)
İlk rivayet için
şunlar söylenmiştir:
Sellam ibni
Suleym, şöyle demiştir: el-Haris ibni Gusay bize Ameş'den o Ebu Süfyan'dan o da
Cabir (radiyallahu anh)'dan o da Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den
rivayet etmiştir.
İbni Abd'il Berr
bu hüccetin kaim olmadığı bir senettir (yani bu senet ile hüccet kaim olmaz).
Çünkü senetteki Haris ibni Gusay Meçhul'dur, diyor. Aynı senetle gelen rivayet
için İbni Hazm bu sağlam olmayan bir senettir. Ebu Süfyan Zayıf'tır; bahsi
geçen Haris ibni Gusay, Ebu Vehb es-Segafi'dir ki Meçhul biridir, Sellam ibni
Süleyman uydurma Hadis rivayet eden biridir -hiç şüphe yokki bu da onlardan
biridir- demektedir. İbni Hibban ise Haris bin Gusay'dan es-Sika'da güvenilir
raviler arasında bahsetmektedir.
“Hakikaten Ashabım
yıldızlar gibidir, bundan dolayı eğer onlardan işittiğiniz herhangi bir sözü
kabul ederseniz, hidayete erersiniz.“
İbni Abd'il Berr
bu rivayeti Muallak bir şekilde nakleder ve İbni Hazm da ondan aktarır;
tamamlanmış Hadis zinciri şöyledir:
Ahmed İbni Yunus
bana haber verdi: Ebu Şihab el-Hannat bize Hamza el-Cazre o da Nafii’den oda
İbni Ömer (radiyallahu anhuma ecmain)’den o da Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem)’den bize bildirdi. (Abd İbni Humeyd, el-Muntekab min'el Müsned, 86/1)
Aynı zamanda İbni
Batta, Ebu Şihab’dan baska bir rivayet zinciriyle rivayet etmiştir. (İbni
Batta, el-İbane, 4/11/2)
Beyheki bu
rivayete yer verdikten sonra, Müslim'de geçen Ebu Musa (radiyallahu anh)
Hadisi'nin bu rivayeti güçlendirdiğini söyler. Ebu Musa (radiyallahu anh)’ın
naklettiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
“Ben de Sahabeler'in emniyetiyim… Sahabeler'im de ümmetimin enmiyetidir.”
(Beyheki, el-İ’tikad, 160) İbni Hacer, Beyheki’nin sözleri hakkında şöyle der:
"Beyheki doğru söylemektedir. (Ebu Musa Hadis'i) genel manada Sahabeler'in
yıldızlara benzemesi hususunun doğruluğunu gösterir lakin (Sahabeler'den
herhangi birini) izleme meselesinde bu husus Ebu Musa (radiyallahu anh)
Hadis'inde açık değildir." (İbni Hacer, Telhis'ul Habir, 4/351)
İmam Ebu'l Hattab
el-Kelvezani el-Hanbeli şöyle der: “Burada kasdedilen Müslüman'ın onlardan
dilediğini taklit etmesinin Caiz olduğu yahut da ‘benden rivayet ettiğinde
hangisini izlerseniz hidayet erişirsiniz’ demektir.” (et-Temhid fi Usul'il
Fıkh, 4/331)
Şeyh'ul İslam İbni
Teymiyye de şöyle der: “el-Kadı (Ebu Ya’la), Sahabe'nin iki görüşünden biri
üzerinde icma etmesi hususunda dedi ki: (Bununla) ihtilaf aradan kalkmaz (…)
çünkü Acurri kitabında İbni Ömer (radiyallahu anhuma ecmain)’den şöyle dediğini
rivayet etmiştir: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) dedi ki: “Ashabım
yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayete erersiniz.” Bunun üzerine ona
denildi ki: Bu Hadis'i ne için delil olarak getiriyorsun? Oysa İsmail ibni
Sa’id şöyle der: (İmam) Ahmed’den Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in:
“Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayete erersiniz.” sözlerini
delil getiren kimse hakkında sordum ve şöyle cavep verdi: "Bu Hadis Sahih
değildir!" Ona şöyle cevap veririz: (İmam) Ahmed Sahabeler'in fazileti
hususunda bunu delil getirir ve buna (bu hususta) itimad eder. Ebu Bekir
el-Hallal, es-Sünne isimli kitabında şöyle der: Ubeydullah ibni Hanbel ibni
İshak ibni Hanbel bize bildirdi, babam bana dedi ki, Ebu Abdullah (Ahmed ibni
Hanbel)’i şöyle derken işittim: Haddi aşmak Muhammed (sallalalhu aleyhi ve
sellem)’in Ashabı'nı (şerr üzere) anmaktır. Çünkü Rasulullah (sallalalhu aleyhi
ve sellem) buyurmuştur ki: “Sahabeler'im (hakkında size) Allah’ı, Allah’ı
(hatırlatırım), onları (haklarında kötü sözler söylemek suretiyle) hedef
etmeyin.” Yine (Rasulullah) şöyle de demiştir: “Ashabım yıldızlar gibidir,
hangisine uyarsanız hidayete erersiniz.” (Kadı Ebu Ya’la) şöyle dedi: Bu lafzı
delil getirmiştir, böylelikle bu, (Hadis'in) ona göre Sahih olduğunu gösterir.”
(Musevvede fi Usul'il Fıkh, 326)
Son olarak
Hadis'in mana olarak doğru olduğunu söyleyenlerden birisi de Aliyy'ul Kari’dir.
O Şifa Şerhi'nde Kadı İyad’ın bu rivayete yer vermesi üzerine şu yorumlarda
bulunur: Belki Kadı İyad bir senete ulaştığından yada çok sayıda Zayıf
rivayetin birbirini kuvvetlendirmek suretiyle Hasen derecesine ulaştığını
düşündüğünden, kendisince rivayeti güzel bulduğundan (yahut da) mevzubahis
etmeye dahi gerek duyulmayan, Zayıf Hadisler'in amellerin faziletleriyle
alakalı kullanılabileceği (prensibi)nden dolayı bu rivayete yer vermiş
olabilir. (Şerhu Şifa 2/91) Aliyy'ul Kari bir başka yerde de Hadis'in
manasının:
"Bilmiyorsanız
Zikir Ehli'ne sorun!" (en-Nahl 16/43) Ayeti ile uyum içerisinde olduğunu
belirtir. (el-Esrar, 372)
Allah (azze ve celle)’nin Sevip Razı
Olduğu İşlerde Emir Sahiplerine İtaat
Allah’ın sevip
razı olduğu işlerde (Emir sahiplerini) işitmek ve (onlara) itaat etmek
(gerekir). Herkim insanların icması ile ve kendisinden razı olmaları ile halife
olursa, o kimse Emir'el Mü’minin’dir.
Ehli Sünnet emir
sahiplerine itaatin sınırlarını çizmekte ve "Allah'a isyanın söz konusu
olduğu yerde kula itaat'in olmayacağı" yönündeki prensibe de bu ifadesiyle
sadık kalmaktadır. Bu prensip Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den İbni
Ömer (radiyallahu anhuma ecmain) vasıtasıyla nakledilen Hadis'de geçmektedir:
"Masiyet de (Allah'a isyan söz
konusu olan yerde) kula itaat yoktur. İtaat ancak Ma'rufta (iyilik ve
hayırda)dır." (Buhari; Müslim; Tirmizi; Ebu Davud; Nesai)
Bir Kimsenin Biatsız Gecelemesi Caiz
Değildir
Dolayısıyla,
hiçkimse için kendisinin (tabi olduğu) –Birr (iyi; salih) olsun, facir olsun-
bir İmam'ı (kendisi üzerinde yasal bir İmam olarak) tanımadan geceleyeceği bir
tek gün geçirmesi Helal (Caiz) değildir.
Müslümanlar'ın
başında, Şeri'at Ahkamı'nı icra eden ve Müslümanlar'ın kendisini emir
seçtikleri veya emir kabul ettikleri bir İmam/Emir bulunduğunda hiçbir
Müslüman'ın İslam Cema'atinden ayrılarak, emir sahibinin velayetini reddetmesi
Caiz değildir. Bu hususta varid olmuş birçok Hadis vardır. Bu Hadisler;
Müslümanlar'ı, yöneticilerine karşı isyan edip ayaklanmaktan, anarşik ortamlara
zemin hazırlamaktan sakındırmaya yönelik emirler içermektedir. Bu Hadisler,
zalim de olsa Müslüman yöneticilere -Allah’a isyan sözkonusu olmadığı müddetçe-
itaat etme fikrini ön plana çıkarır. Bu Hadisler aynı zamanda, Müslümanlar'ın
emirine itaatten çıkan kimselerin İslam bağını boyunlarından çözmüş olacakları
ve Cahiliye ölümü üzere ölecekleri tehditini içerirler. Zira bu tutum aynı
zamanda, Müslümanları'n birliğini bozmaya yönelik bir harekettir ve bu nedenle
şiddetle kınanmıştır. Bu hususta bizlere ulaşan Hadisler'den bazıları
şunlardır:
İbni Ömer
(radiyallahu anhuma ecmain), Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in şöyle
buyurduğunu işittim dedi: “Her kim bir
eli taatten çıkarırsa Kıyamet Günü’nde Allah'a hiç bir hücceti olmadığı halde
kavuşur. Ve her kim boynunda bir bey'at olmadığı halde ölürse, Cahiliyyet ölümü
gibi (bir ölümle) ölür.“ (Müslim)
İbni Abbas
(radiyallahu anhunma ecmain)’den nakledilen bir başka rivayette Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)’in şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Kim emirinden hoşuna gitmeyen bir şey
görürse sabretsin. Zira insanlardan herhangi bir kimse, sultana bir karış kadar
bile karşı çıksa ve bu halde ölse, mutlaka Cahiliyye ölümü ile ölmüş olur!”
(Müslim; Ahmed, Müsned)
Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “…Size beş şeyi emrediyorum ki, onları Allah bana emretti. Cema'atleşmek,
söz dinlemek, itaat etmek, hicret etmek, Allah yolunda cihad etmek. Kim
cema'atten bir karış ayrılırsa, İslam’ın bağını boynundan çözmüş olur. Ancak
cema'ate tekrar katılırsa o hariç. Kim Cahiliye davasını güderse, bu Cehennem'e
diz çöküştür. Dediler ki, ya Rasulullah, namaz kılsa, oruç tutsa da mı?
(Rasulullah) buyurdu ki, namaz kılsa da, oruç tutsa da ve Müslüman olduğunu
zannetse de…” (Ahmed, Müsned)
Ebu Hureyre
(radiyallahu anh)’dan rivayet edilen bir başka hadiste Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Üç kişi vardır ki Kıyamet Günü’nde
Allah onlarla konuşmayacak ve onları temize de çıkarmayacaktır. Onlar için elim
bir azap vardır. Bunlardan (…) ikincisi; sırf dünya çıkarı için bir İmam'a biat
edip eğer İmam kendisine istediklerini verirse biatına vefa gösterip istediğini
elde edemezse biatından dönen kimse (…)” (Buhari)
Emir Sahiplerinin Arkasında Namaz Kılınır
ve Onlarla Birlikte Hacc ve Cihad’a Katılınır
Hacc ve Gazve
(Cihad) emir sahibinin liderliği altında yerine getirilir. Cuma Namazı'nı
(Fasık İmamlar) arkasında kılmak Caiz'dir bundan sonra altı rekat -ikişer
rekatlar halinde- kılınmalıdır. Bu Ahmed ibni Hanbel (rahimehullah)’ın sözüdür.
Ubeydullah ibnu
Udey, Osman (radiyallahu anh)'a: "Sen bütün halkın İmamı'sın ve başına bu
gördüğün durum geldi. Bize de fitne öncüsü (bu işlerin başını çeken kişi) namaz
kıldırıyor. Ancak onun arkasında namaz kılmakta zorlanıyoruz dedi. Osman
(radiyallahu anh): Namaz insanların yaptıklarının en güzelidir. İnsanlar güzel
bir şey yaptıklarında sen de onlarla birlikte güzel şey yap. Onlar kötülük
yaptıklarında sen onlarla birlikte kötülük yapmaktan çekin! dedi."
(Buhari)
İmam Tirmizi'nin
beyanına göre, İmam Şafii ve Ahmed ibni Hanbel Cuma (namazın)’dan sonra kılınacak
olan Sünnet'in iki rekat olduğu görüşündedirler. İmam Ebu Hanife'ye göre bu
Sünnet, dört rekat; talebesi İmam Ebu Yusuf'a göre ise altı rekattır. (Tirmizi,
Sünen, Salat, 376)
Cuma (namazın)’dan
sonra kılınacak olan Sünnet'in ikişer rekatlı toplam altı rekat olduğuna dair
görüş İmam Ahmed’den nakledilen ve kendisinin de tercih ettiği bildirilen
görüşüdür.
Abdullah ibni
Ahmed ibni Hanbel babasının şöyle dediğini aktarır: "Babama, Cuma
Namazı’nın ardından ne kadar (rekat) kılmalıyım diye sordum. Dilersen dört
(rekat) kıl, dilersen –ikişerli olmak üzere- altı rekat kıl (ki) bu benim
tercihimdir lakin dört kılmanda da bir sakınca yoktur dedi." (Mesail, 446)
Ebu Davud, Ahmed
ibni Hanbel’in şöyle dediğini işittiğini nakleder: "Cuma Namazı’ndan sonra
kılınan namaz (hususunda) eğer bir kimse; dört (rekat) kılarsa iyidir, iki
(rekat) kılarsa iyidir." (Mesail, 59)
Bu görüş aynı
zamanda Ashab'dan Ali ibni Ebu Talib (radiyallahu anh), Ebu Musa el-Eşari
(radiyallahu anh) ve Abdullah ibni Ömer (radiyallahu anhuma ecmain)’i ve
İmamlar'dan Süfyan es-Sevri, Ebu Yusuf, Ata ve Tahavi’nin de görüşüdür.
İbni Şeybe’nin
rivayetine göre, Ebu Abd'ur Rahman demiştir ki: "İbni Mes’ud (radiyallahu
anh) bizim yanımıza geldi ve bize Cuma (namazın)’dan sonra dört rekat kılmamızı
emrederdi. Yanımıza Ali ibni Ebi Talib (radiyallahu anh) geldiğinde altı
(rekat) kılmamızı emretti. Ali ibni Ebi Talib (radiyallahu anh)’ın sözünü alıp
(buna göre amel ettik) İbni Mes’ud (radiyallahu anh)’ın sözünü terk
ettik." (ibni Şeybe, Musannef, 4/117)
Ata'dan rivayet
edildiğine göre; "İbni Ömer (radiyallahu anhuma ecmain) Mekke'de olduğu
zaman, Cuma’yı kılınca biraz ilerleyip iki rekat, sonra yine ilerleyip dört
rekat daha kılardı. Medine'de olduğunda ise, Cuma’yı kılar sonra evine döner ve
(evinde) iki rekat namaz kılardı. ‘Mescid'de (birşey) kılmazdı. Kendisine (bu
farklılığın sebebi) soruldu: Rasulullah (sallallalahu aleyhi ve sellem) böyle
yapardı’ cevabını verdi." (Ebu Davud, 1130; Beyheki, es-Sünen'ul Kübra,
3/240)
İbni Mes'ud
(radiyallahu anh), Abdullah ibni Mübarek, Alkame, Nehai, İshak ve Ebu Hanife'ye
göre Cuma’nın son Sünnet'i dört rekattir. Bu görüşte olanların delili Ebu
Hureyre (radiyallahu anh)'dan rivayet edilen şu Hadis olmuştur: "Sizden
Cuma’dan sonra namaz kılan dört rekat kılsın." (Müslim; Tirmizi; İbni
Mace; Nesai; Ahmed, Müsned, 249, 252)
Tirmizi’de
geçtiğine göre Abdullah ibni Mes'ud (radiyallahu anh) Cuma’dan evvel dört,
sonra da dört rekat namaz kılardı. (Tirmizi, Cuma, 24)
Taberani’nin
Ubeyde'den rivayetine göre: "Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
Cuma’dan önce dört ve Cuma’dan sonra yine dört rekat namaz kılardı."
(Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, 4/244-253)
Hilafet İsa (aleyhi selam)’ın Nüzulü'ne
Kadar Kureyş’de Kalacaktır
Hilafet, İsa ibni
Meryem aleyhi selam Nüzul edene kadar Kureyş’de kalacaktır.
İsa (aleyhi
selam)’ın Allah tarafından Ref edilmesi (katına yükseltilmesi) ve Nüzulü
(Kıyamet’e yakın, Ahir Zaman’da tekrar yeryüzüne indirilmesi) geçmişte
Mu'tezili ve diğer Kelam Ehli ile bugün onların takipçisi durumunda olan
modernistler tarafından inkar edilmektedir.
İsrailoğulları İsa
(aleyhi selam)’ı yalancılıkla suçlamış peygamber olduğunu inkar etmiş ve
neticesinde onu çarmıha germek teşebbüsünde bulunmuş bunun üzerine Allah onu
kurtararak kendi katına yükseltmiştir (Al-i İmran 3/55; en-Nisa 4/157-158). İsa
(aleyhi selam)’ın Kıyamet’e yakın, Ahir Zaman’da tekrar yeryüzüne
indirileceğine dair başta Sahihayn ve Kütübü Sitte’de yer alan diğer
Sünenler’de ayrıca İmam Ahmed’in Müsned’inde olmak üzere Hadis Kitablar'ında çok
sayıda Hadis bulunmaktadır. Bu Hadisler'de hadiseler çok detaylı biçimde
işlenmektedir.
Mevzubahis Hadisler'in dışında Ulema:
"Ehl-i
Kitab'dan herbiri ölümünden önce ona muhakkak iman edecektir." (en-Nisa
4/159) Ayet'indeki "ölümünden önce" ve:
"O, Kıyamet’in
kopacağını bildirir" (ez-Zuhruf 43/61) ifadelerindeki "o"
zamirinin İsa (aleyhi selam)'a raci olduğunu, dolayısıyla İsa (aleyhi selam)'ın
Kıyamet’in habercisi olduğunu kaydetmektedirler.
İbni Abbas
(radiyallahu anhuma ecmain), Ebu Hureyre (radiyallahu anh), Katade Malik ibni
Dinar ve Dahhak'a nisbet edilen kıraatlarda ez-Zuhruf Sure’si 43/61 nolu
Ayet'te geçen "ilm" kelimesi "alem" şeklinde okunmaktadır.
Bu duruma göre Ayet'e: "O, Kıyamet için bir alamettir" şeklinde mana
verilmektedir. (Kurtubi, el-Cami, 16/105)
‘İsa (aleyhi selam)’ın Nüzulü’ hususunda
varid olmuş bazı Hadisler şunlardır:
Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Ben, ömrüm uzarsa Meryem oğlu
İsa’ya ulaşacağımı umuyorum. Eğer ecelim acele gelirse, sizden ona ulaşan selamımı
söylesin!..” (Ahmed, Müsned)
Ebu Hureyre
(radiyallahu anh)’dan rivayete göre, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
şöyle buyurdu: “Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, muhakkak yakında
Meryem oğlu İsa, adil bir hakim olarak inecektir. O, haçı kıracak, domuzu
öldürecek, Cizye'yi kaldıracaktır. O zaman, mal o kadar artacak ki, onu kimse
kabul etmeyecek. Artık Allah'a bir kere secde etmek dünya ve dünyanın içinde
olan her şeyden daha hayırlı olacaktır.” (Buhari; Müslim; Ebu Davud; Tirmizi;
Ahmed, Müsned)
Cabir ibni
Abdullah (radiyallahu anh)’tan rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Ümmetimden bir cema'at Kıyamet Günü’ne
kadar hakka yardımcı ve hizmetçi olarak devam edecektir. Nihayet Meryemoğlu İsa
iner, Müslümanlar'ın emiri: ‘Gel, bize namaz kıldır’ der. İsa (aleyhi selam)
‘Hayır, Allah’ın bu ümmete bir ikramı olarak sizin bir kısmınız diğer kısmı
üzerine emirlersiniz’ der.” (Müslim)
Ebu Hureyre
(radiyallahu anh) dedi ki: "Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle
buyurdu: İmamı'nız (devlet reisiniz) kendinizden olduğu halde Meryem oğlu (İsa
aleyhi selam) içinize indiği (İmam'ınıza iktida ettiği) zaman acaba nasıl
olursunuz?" (Buhari; Müslim)
Nevvas ibni Sem’an
el Kilabi (radiyallahu anh)’dan rivayete göre, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) Deccal’den bahsederken şöyle buyurmuştur: “...Sizin için
korktuğum şey Deccal’den başkadır. Eğer Deccal ben sizin aranızda iken çıkarsa
onu sizin yerinize ben delillerle mağlub ederim. Ben aranızda yokken çıkarsa
her Müslüman kendi delilleriyle kendisini savunacaktır. Ben tüm Müslümanlar'ı
onun şerrinden Allah’a emanet ediyorum. Deccal, kıvırcık saçlı bir delikanlı
şeklindedir, gözü dışarıya çıkmış şekildedir. Abd'ul Uzza ibni Katan’a benzer.
Sizden kim onunla karşılaşırsa Kehf Suresi’nin ilk Ayetleri'ni okusun… Deccal,
Şam ile Irak arasından çıkacaktır, sağ sol her tarafı çabucak bozmaya
çalışacaktır. Ey Allah’ın kulları o günleri görürseniz Allah’ın dini üzerinde
kalmaya özen gösterip dininizde sebat ediniz… (Deccal yeryüzünde) kırk gün
kalacaktır; bir günü bir sene uzunluğunda, bir günü bir ay uzunluğunda, bir
günü de bir hafta uzunluğunda olacak diğer günleri ise sizin bu günkü
günleriniz durumunda olacaktır… (Deccal’ın yeryüzündeki hızı) rüzgarın önüne
kattığı bulut gibi olacak bir topluma gelip onları kendisine inanmaya çağıracak
onlarda onu yalanlayacaklar ve sözlerini reddedeceklerdir. Bu kimselerin
malları Deccal’ın arkasından gidecek sabahladıkları vakit ellerinde bir şey
kalmamış olacaktır. Sonra başka bir topluma gelecek onları da Dav'et edecektir.
Onlar da Deccal’e inanacaklardır. Deccal göğe yağmur yağdırmasını emredecekde
gök yağmurunu indirecektir. Toprağa bitkileri bitirmesini emredecek toprakta
bitki çıkaracaktır. O toplumun küçükbaş ve büyükbaş hayvanları o gün her
zamankinden daha fazla etlenmiş semiz durumda memeleri sütle dopdolu olarak
döneceklerdir… Deccal bir harabeye uğrayıp hazinelerini çıkar diyecek ve oradan
ayrılıp gidecek oradaki hazineler de arıların arı beyini takip ettikleri gibi
Deccal’ın peşinden gidecektir. Sonra Deccal genç sağlam atik birini çağıracak
ve kılıç darbesiyle iki parça edecektir. Sonra onu çağıracak oda yüzü
parlayarak ve gülerek gelecektir. Tam bu esnada Meryem oğlu İsa (aleyhi selam);
Şam’ın doğusunda beyaz minarenin yanında iki güzel elbise içersinde ellerini
iki Melek'in kanatlarına koymuş olarak inecektir. Başını eğdiğinde başından
damlayarak başını kaldırdığında ise başından gümüş suyu kadar berrak inci
taneleri gibi su damlacıkları dökülecektir… Onun nefesinin rüzgarı Kafirler'den
her isabet ettiği kimseyi öldürecektir. Onun nefesinin rüzgarı gözünün
görebildiği yere kadar ulaşacaktır. İsa (aleyhi selam); Deccal’ı arayacak ve
onu Kudüs’ün yakınlarındaki Lud Kapısı’nda ona ulaşarak onu öldürecektir. Sonra
Allah’ın dilediği vakte kadar böylece devam edecektir. Sonra Allah; İsa (aleyhi
selam)’a kullarımı Tur Dağı'na doğru götür diye vahyedecek çünkü ben, bazı
kullarımı indirdim ki onlarla savaşmaya kimsenin gücü yetmez ki bunlar Ye’cuc
ve Me’cuc Kavmi'dir. Bunlar her bir tepeden seller gibi akarcasına inip
yeryüzüne dağılacaklardır. İlk grup Taberiyye Gölü’ne inecek ve oranın suyunu
içip bitireceklerdir. İkinci gurup o göle uğrayacaklar ve önceden burada su
vardı diyeceklerdir. Sonra Beyti Makdis Dağı'na varıncaya kadar yürüyecekler ve
şöyle diyecekler: Yeryüzündekilerle savaştık ve hepsini öldürdük haydin şimdide
gökyüzündekileri öldürelim diyecekler oklarını fırlatacaklar da Allah onların
oklarını kana bulanmış olarak geri çevirecektir. Meryem oğlu İsa (aleyhi selam)
ve çevresindekiler kuşatılacaktır. O gün bir öküz başı sizin için yüz dinardan
daha kıymetli olacaktır. Sonra Meryem oğlu İsa (aleyhi selam) ve arkadaşları
Allah’a dua edecekler de Allah o kavmin boyunlarında kurtçuklar meydana
getirecek ve tek bir kişinin ölümü gibi ölüp yok olacaklardır. İsa (aleyhi
selam) ve arkadaşları bulundukları yerden dağılacaklar da yeryüzünde ölüp yok
olan Ye’cuc ve Me’cuc kavminin yağlarının kokmuş etlerinin ve kanlarının
bulunmadığı bir karış yer bile bulamayacaklardır. İsa (aleyhi selam) ve
arkadaşları tekrar Allah’a dua ve niyaz edecekler de Allah o leşlerin üzerine
deve boyunlarına benzeyen kuşlar gönderecek bu kuşlar onların leşlerini derin
bir çukura atarak yeryüzünü temizleyeceklerdir...” (Müslim; İbni Mace; Tirmizi)
Mücemma ibni
Cariye el-Ensari (radiyallahu anh)’dan işittim şöyle diyordu: “Meryem oğlu İsa
(aleyhi selam), Deccal’ı “Bab-ı Lud (Lud Kapısı)” denilen yerde öldürecektir.”
(Tirmizi; Ebu Davud) Tirmizi bu hadisi naklettikten sonra şunları da söylemiştir:
“Bu konuda İmran ibni Husayn (radiyallahu anh), Nafi ibni Utbe, Ebu Berze
(radiyallahu anh), Huzeyfe ibni ebi Useyd, Ebu Hureyre (radiyallahu anh),
Keysan, Osman ibni Ebi’l As (radiyallahu anh), Cabir (radiyallahu anh), Ebu
Umame (radiyallahu anh), İbni Mes’ud (radiyallahu anh), Abdullah ibni Amr
(radiyallahu anhuma ecmain), Semure ibni Cündüb (radiyallahu anh), Nevvas ibni
Sem’an (radiyallahu anh), Amr ibni Avf (radiyallahu anh) ve Huzeyfe ibni Yeman
(radiyallahu anh)’dan da Hadis rivayet edilmiştir.”
Huzeyfe ibni Useyd
(radiyallahu anh)’dan rivayete göre, o şöyle demiştir: Biz aramızda Kıyamet’i
müzakere ederken Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) üst kattan bize baktı
ve şöyle buyurdu: “On alamet görülmeden Kıyamet kopmayacaktır; Güneşin batıdan
doğması, Ye’cüc ve Me’cüc’ün çıkması, en-Neml Suresi’nin 82. Ayet'inde
belirtilen Dabbe’nin çıkması, biri doğuda biri batıda bir diğeri de Arap
yarımadasında meydana gelecek yere batma hadisesi, çöküntüler, Aden’den çıkacak
bir ateş ki daima insanlarla beraber olacak, onlarla beraber gelip gidecek ve
onlarla beraber istirahat edecektir...” (İbni Mace)
Ebu Musa Muhammed
ibni Müsenna; Ebu Nu'man el-Hakem ibni Abdullah el-Icli vasıtasıyla Şu’be’den,
Furat’dan, Ebu Davud’un, Şu’be’den rivayeti gibi rivayet ederek şu ilaveyi
yapmışlardır: “Onuncusu ise ya onları denize dökecek olan bir rüzgar veya
Meryem oğlu İsa’nın inişidir.” Tirmizi: “Bu konuda Ali (radiyallahu anh), Ebu
Hureyre (radiyallahu anh), Ümmü Seleme (radiyallahu anha) ve Safiye binti Huyey
(radiyallahu anha)’dan da Hadis rivayet edilmiştir. Bu Hadis Hasen Sahih'tir.”
demiştir.
Ebu Hureyre
(radiyallahu anh) Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in şöyle buyurduğunu
rivayet etmiştir: "Rumlar, A'mak ve Dabık nam mahallere inmedikçek Kıyamet
kopmaz. Onlara karşı Medine`den bir ordu çıkar. Bunlar o gün arz ehlinin en
hayırlılarıdır. Bu ordunun askerleri savaşmak üzere saf saf düzen alınca,
Rumlar: Bizden esir edilenlerle aramızdan çekilin de onları öldürelim! derler.
Müslümanlar da: Hayır! Vallahi sizinle, kardeşlerimizin arasından çekilmeyiz!.
derler. Bunun üzerine (Müslümanlar) onlarla harb eder. Bunlardan üçte biri
inhizama uğrar. Allah ebediyen bunların tevbesini kabul etmez. Üçte biri
katledilir, bunlar Allah indinde şehitlerin en faziletlileridir. Üçte biri de
muzaffer olur. Bunlar ebediyen fitneye düşmezler. Bunlar İstanbul'u da
fethederler. (Fetih'ten sonra) bunlar, kılıçlarını zeytin ağacına asmış ganimet
taksim ederken, Şeytan aralarında şöyle bir nida atar: Mesih Deccal,
ailelerinizde sizin yerinizi aldı! Bunun üzerine, çıkarlar. Ancak bu haber
batıldır. Şam'a geldiklerinde (Deccal) çıkar. Bunlar savaş için hazırlık yapıp
safları tanzim ederken, namaz için ikamet okunur. Derken İsa İbni Meryem
(aleyhi selam) iner ve onlara gitmek ister. Allah'ın düşmanı, İsa (aleyhi
selam)'ı görünce, tıpkı tuzun suda erimesi gibi, erir de erir. Eğer bırakacak
olsa, (kendi kendine) helak oluncaya kadar eriyecekti. Ancak Allah onu eliyle
öldürür; öyle ki onlara, harbesindeki kanını gösterir." (Müslim)
Ebu Hureyre (radiyallahu
anh) Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir: "Vallahi Meryem oğlu (İsa), Fecc'ur Ravha nam mevkide, Hacc
yapmak veya Umre yapmak yahut da her ikisini de yapmak için Telbiye
getirecektir." (Müslim)
İmamlar'ın -bir
başka deyişle Halifelerin- Kureyş'ten olması hususu; Ehli Sünnet Uleması
arasında, -Sahabe'den varid olan ittifak üzere- icmaya yakın çoğunlukla gerek
mütekaddim ve gerekse de müteahhir herkesce benimsenmiş ve cumhuru ulema İmam
için Kureyşli olmanın şart olduğuna hükmetmiştir.
Bu hususta Dört
Mezheb İmamı'ndan ittifakla nakillere yer verilmiş; Eşari ve Maturidi akaidinin
imamları Ebu’l Hasan Ali ibni İsmail el-Eş’ari ve Ebu Mansur Muhammed ibni
Muhammed el-Maturidi de aynı kanaati paylaşmış, el-Farku beyn'el Firak sahibi
Bağdadi, el-Ahkam'us Sultaniyye isimli eserin müellifi el-Maverdi bundan başka
Zahiriler'in önde gelen alimi İbni Hazm ve bundan başka İmam Gazali onlardan
sonra gelenlerden Nesefi, Begavi, Şehristani, Şeyh'ul İslam İbni Teymiyye hep
aynı görüşü dile getirmiştir. Hülasa, Selefi'nden Eşari'sine, Maturidi'sine,
Zahiri'sine, Şafisi'nden, Hanefi'sine, Maliki'sine, Hanbeli'sine bu görüş kabul
görmüştür. Bu zatları ayrı ayrı saymamızın sebebi, modernist düşünceli
kimselerin bu ve benzeri meseleleri inkara yeltenmeleri ve, Selef-i Salihin'in
ısrarla üzerinde durduğu böyle görüşleri küçük bir azınlığa nisbet ederek
değersizleştirme çabasında bulunmalarıdır. Çeşitli menhec ve mezheb sahibi bu
atlat fikir birliği ederek, Halifelik'de Kureyş şartını kabul etmiştir. Ehli
Sünnet ve’l Cema'atin ittifak ile kabul ettikleri bu husus; tarihte Mu'tezile
ve Havaric ve günümüzde onların devamı olarak sayılabilecek modernistler
dışında; iman, takva, zühd ve ilim sahibi hiç kimsenin üzerinde ihtilaf etmediği
bir meseledir.
Bu hususta çok
sayıda Hadis ve rivayetlere Hadis Kitabları'nda yer verilmiş bundan başka
Fıkıh, Tarih ve diğer İslami ilim dallarında yazan alimler, değişik ilim
dallarına ait kitaplarda bu hususa işaret etmişlerdir. En mühim Siyer kaynaklarında;
Vakidi (Kitab'ur Ridde ve Nebze min Fütüh’ul Irak), İbni Hişam (es-Siret'un
Nebeviyye), İbni Kuteybe (İmame ve’s Siyase), Taberi (Tarih'ul Umem ve’l
Muluk), Busti (Ahbar'ul Hulefa) Suyuti (Tarih'ul Hulefa) Ebu Bekir (radiyallahu
anh)’ın Halife seçilmesiyle alakalı kısımda bu rivayetlere genişçe yer
verilmiştir.
İmam Maverdi,
“Bütün Müslümanlarca kabul edilen bu delile karşı bir şüphe mevcut değildir;
aksi bir rivayet ve bir söz de yoktur.” (Maverdi, el-Ahkam'us Sultaniyye, 7)
demektedir. Ebu Ya’la el-Hanbeli, Kureyş’e mensubiyet şartını açıklarken Ahmed
ibni Hanbel’in “Kureyş dışından Halife olmaz!..” sözüne dayanmıştır. (Ebu Ya’la
el-Ferra, el-Ahkam'us Sultaniyye, 20)
“İmamlar Kureyş'tendir” rivayetinin tevatür derecesine
yükselmiş olduğu söylenmektedir. (Kettani, Nazm'ul Mütenasir min'el Hadis'il
Mütevatir, 103) Bu hususta rivayet edilen bütün Hadisler bir arada
değerlendirildiğinde sıhhatinden şüphe edilemeyecek bir rivayet özelliğini
taşımaktadır. Bu mevzudaki Hadisler arasında şunları nakledelim:
Cabir (radiyallahu
anh)’dan rivayet olunduğuna göre Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem)
buyurdu ki: "İnsanlar hayırda da şerrde de Kureyş’e tabidir."
(Müslim)
Ebu Hureyre
(radiyallahu anh) anlatıyor: Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem) buyurdular
ki: "İnsanlar bu işte Kureyş'e tabidirler. Müslümanları, Müslüman
olanlarına; Kafirleri, Kafir olanlarına tabidirler. İnsanlar madenler gibidir.
Cahiliyede hayırlı olanlar Fıkhı öğrenirlerse İslam'da da hayırlıdırlar. Bu işe
en çok nefret edenleri insanların en hayırlısı bulacaksın. Onlar (rızaları
hilafına) içine düşmedikçe buna talib olmazlar." (Buhari; Müslim;
Taberani, el-Mu’cem'ul Evsat; Hakim, Müstedrek)
İbni Ömer
(radiyallahu anhuma ecmain) anlatıyor: Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem)
buyurdular ki: "Bu iş (emirlik) insanlardan iki kişi baki kaldıkça
Kureyş'te olmaya devam edecektir." (Buhari; Müslim)
"İmamlar
Kureyş’tendir!.." (İbni Ebi Şeybe, Musannef; Tayalisi, Müsned; Beyheki,
es-Sünen'ül Kübra)
“İmamlar
Kureyş'tendir. Onların sizin üzerinizde hakkı vardır; sizin de onların üzerinde
hakkı vardır.” (Ahmed, Müsned; İbni Ebi Şeybe, Musannef; Tayalisi, Müsned;
Beyheki, es-Sünen'ül Kübra; Taberani, el-Mu’cem'ul Kebir; ez-Ziya'ul Makdisi,
el-Ehadis'ul Muhtara)
“İmamlar
Kureyş'tendir. Kim cema'atten bir karış ayrılırsa, boynundan İslam ipini
çıkarıp atmıştır.” (İbni Ebi Şeybe, Musannef)
Humeyd ibni Abd'ur
Rahman, Ebu Bekir (radiyallahu anh)’ın bey’at günü Ensar’a karşı Rasulullah
(sallalahu aleyhi ve sellem)’in şöyle dediğini rivayet eder: “İnsanlar bir
tarafa, Ensar başka bir tarafa gitse; ben Ensar’ın gittiği yoldan giderim. Ebu
Bekir (radiyallahu anh) bu sözü naklettikten sonra Sa’d ibni Ubade (radiyallahu
anh)’a dönüp şöyle diyor: Ey Sa’d! Sen de biliyorsun ki Rasulullah şöyle
demişti; -çünkü sen o zaman oturmuş bu sözü dinliyordun- ‘Kureyşun, Vulatü
haza'l Emr (Kureyş bu işin valileridir)!..’ İnsanların iyileri Kureyş’in
iyilerine, insanların kötüleri de Kureyş’in kötülerine tabidir. Sa’d ibni Ubade
(radiyallahu anh), Ebu Bekir (radiyallahu anh)’ı şu sözüyle tasdik eder: Doğru
söyledin; biz Vüzera'yız (Vezirler), sizler de Umera'sınız (Emirler).” (Ahmed,
Müsned; Heysemi, Mecma'uz Zevaid; Suyuti, Tarih'ul Hulefa)
İbni Hacer şu
rivayeti de kaydeder: "Bu iş, Himyeriler'in elinde idi. Allah onlardan
alıp Kureyş'e verdi. Tekrar onlara dönecektir."
Mevzuya dair
Hadisler'i toplu halde verecek olursak: “Kureyş İmamet Ehli'dir…” (İmam
eş-Şafii, el-Umm), “Melik Kureyş'tedir…” (Heysemi, Mecma’uz Zevaid), “Siz bu
işe (emirlik) insanların en layık olanlarısınız…” (Beyheki, es-Sünen), “Bu iş
(emirlik) Kureyş'tedir.” (Buhari; Ahmed, Müsned; Darimi; Beyheki, Sünen; İbni
Hazm, el-Muhalla; Heysemi, Mecma'uz Zevaid), “İnsanlardan iki kişi var olduğu
müddetçe, bu iş (emirlik), Kureyş’te devam edecektir.” (Buhari; Müslim; Ahmed,
Müsned; İbni Hibban, es-Sahih; Beyheki, Sünen; İbni Hazm, el-Muhalla; Ebu
Ya’la, el-Müsned; Ali ibni Ca’d, el-Müsned; Ebu Avame, el-Müsned) “Kureyş’ten
bir vali var olmaya devam edecektir.” (Heysemi, Mecma'uz Zevaid), “Vülat
(valiler) Kureyş'tendir.” (Beyheki, es-Sünen), ”Kureyş, hayırda ve şerrde
Kıyamet’e kadar insanların valileridir.” (Tirmizi), “Ey Kureyş topluluğu!
Benden sonra bu işin valileri sizlersiniz.” (Ahmed, Müsned; Heysemi, Mecma'uz
Zevaid; Abd'ur Rezzak, el-Musannef; Şafi’i, el-Umm), “Bu iş, sizdedir. Birtakım
marifetler çıkartmadığınız müddetçe, bu işin valileri de sizsiniz...”
(Tayalisi, Müsned; Heysemi, Mecma'uz Zevaid), “Hilafet Kureyş’tedir…” (Ahmed,
Müsned)
Müslümanlar'ın Emirine Başkaldıran
Hariciler'dendir
Müslümanların
emirine başkaldıran Hariciler'dendir7; Müslümanlar arasında ayrılık çıkarmış,
(Müslümanlar arasında Vahdet'in gerekliliğine dair varid olan) Asar'a
(nakillere) muhalefet etmiş ve (bu hal üzere ölürse) Cahiliye ölümü üzere
ölmüştür.
Müslümanlar'ın
emirine başkaldıranların Hariciler'den olduğuna dair bu ifade gerek mezhebleri
fıkhi/ameli olsun gerekse i'tikadi/siyasi düşünce ekolleri yahut dini-politik
hareketleri ele alarak i'tikadi oluşumların inanç ve düşünce biçimlerini,
i'tikadi ve siyasi mezhebler ile siyasal dini akımları tasnif eden alimlerce
bir başka deyişle; fırka, mezheb ve akımları ele alan fırak müellifleri ayrıca
diğer din ve mezheblerin görüşlerini inceleyen Mile'l ve Nihal müellifleri ile
batıl ve sapkın kabul edilen görüşleri red etmek, hak ve doğru addedilen
fikirleri ispat etmek amacıyla kaleme alınan Makalat müllefileri'nin bir kısmı
tarafından da paylaşılmıştır:
Şehristani (H548)
bu fikri genelleştirir ve şu şekilde dile getirilir: “Cema'atin ittifak ederek aralarından seçtiği hak üzere olan devlet
başkanı İmam'a isyan eden her kişi Harici ismiyle anılır. İsyanın Sahabe'nin
yaşadığı devrede Raşid İmamlar'a karşı veya onları takip eden Tabiun devresinde
yahut bütün devirlerdeki İmamlar'a karşı olmasında bir fark yoktur.”
(el-Mile'l ve'n Nihal, 132)
İmam Eşari (H324)
de Makalatın’da şöyle der: “Onlara
Harici adı verildi; çünkü Onlar, Ali ibni Ebi Talib (radiyallahu anh)’a karşı
çıktılar.” (Eşari, Makalat'ul İslamiyyin ve İhtilaf'ul Musallin, 4-5)
Hariciler İslam’ın
ilk dönemlerinde ortaya çıkmış olan bir siyasi akımdır. Genel manada; Ali
(radiyallahu anh) ile Mu'aviye (radiyallahu anh) arasında cereyan eden Sıffin
Savaş’ı ve Tahkim Olayı başlangıç olarak kabul edilir. Şehristani, İblis’in
Allah’a itaatten çıkması ile Haricilik'in teşekkülü arasında bir ilişki kurar
ve Haricilerin, İblis’in sözlerini örnek aldıklarını belirtir. Bu manada
Hariciliğin kökü İblis’e kadar dayandırılmaktadır. (Şehristani, el-Mile'l,
1/31; 1/133) İbn'ul Cevzi, İbni Hazm ve Şehristani gibi bazı Alimler ise Zu'l
Huveysira’nın Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in adaletini ta'n etmesi
(Buhari; Müslim) Hadis'ine istinaden Haricilik'in kökünü Zu'l Huveysira’ya
dayandırmaktadır. Başka bazı alimler ise Osman (radiyallahu anh)’a karşı
ayaklanıp onu şehit eden kimselerin Haricilik'in kökü olduğunu belirtir.
Hariciler, Bedevi
Araplar'dan müteşekkil olup, şiddet ve tassup ehlidirler. Aynı zamanda ibadete
düşkün kimselerdir. Alınları; secdeye çok varmaktan şişmiş, elleri; kuru ve
yakığı toprağa varmaktan deve ayağı gibi sertleşmiş kimselerdir.
Osman ibni Affan
(radiyallahu anh), Ali ibni Ebi Talib (radiyallahu anh), Mu'aviye ibni Ebu
Süfyan (radiyallahu anhuma ecmain) başta olmak üzere, Mü'minlerin annesi Aişe
(radiyallahu anha) ayrıca Talha (radiyallahu anh) ve Zubeyir ibni Avvam
(radiyallahu anh) ile onlarla birlikte Cemel Olayı'nda bulunanları ve de Ebu
Musab el-Eşari (radiyallahu anh) ve onu hakem seçip hükmüne razı olan Sahabe ve
Müslümanları Tekfir ederler. Kebair'den bir Kebire (büyük günah) işleyen
Müslümanları da Tekfir ederler.
Hariciler hususunda Ulema'nın birbirinden
farklı yaklaşımları ve görüşleri vardır. Cumhur ulema Haricileri Tekfir
etmemiştir. Hattabi, İbni Battal bu konuda icma olduğunu ve cumhurun bu görüşte
olduğunu belirtmiştir. (Hallal, es-Sünne, 113; Kadı Iyad, eş-Şifa, 2/1057;
eş-Şafii, el-Umm, 4/3229; Nevevi, Şerhi Müslim li’n Nevevi, 2/50; İbni Kudame,
el-Muğni, 8/106; 12/239; İbni Hacer, Feth'ul Bari, 12/300-301; 12/314; İbni
Teymiyye, Mecmu'ul Feteva, 5/241-245; 13/210; 28/518; İbni Teymiyye, Minhac'us
Sünne, 5/247; Şatibi, İtisam, 2/185) Şeyh'ul İslam İbni Teymiyye de ümmetin,
Hariciler'in kınanmaları ve sapıklıkta oldukları noktasında müttefik olduğunu
ancak Tekfir edilmeleri hususunda meşhur iki görüşe sahip olduğunu söyledikten
başka Malik, Ahmed ve Şafii'ye göre Küfürler'inde tartışma vardır, demiştir.
Ahmed ibni Hanbel ve Ehli Kelam'dan; İmam'ul Harameyn Ebu’l Me’ali, Bakillani,
Gazali gibi alimler'in de Tekfir'den kaçındıkları kaynaklarda belirtilmiştir.
(Hallal, es-Sünne, 145-146; İbni Teymiyye, Mecmu'ul Feteva, 12/486; Kadı İyad,
eş-Şifa, 2/1058; İbni Hacer, Feth'ul Bari, 12/314; Gazali, et-Teferruk Beyn'el
İman ve’z Zenedika) Diğer yandan Müfessirler'in Şeyhi İmam Taberi,
Muhaddisler'in İmamı Buhari, ayrıca; Ebubekr el-Arabi, Şafiiler'den Rafii,
Ebu’l Abbas Kurtubi, Abd'ul Kahir el-Bağdadi ve Takıy ed-Din es-Subki gibi
bazıları da Haricileri Tekfir etmiştir. (İbni Batta, el-İbane es-Suğra, 152;
Rawdat'ut Talibin, 10/52; İbni Hacer, Feth'ul Bari, 12/289-300; Kadı Ebubekir
İbni Arabi, Şerh'ut Tirmizi; Nevevi, Şerhi Müslim li’n Nevevi, 7/160; Subki,
Feteva; Kurtubi, el-Müfhim; Kadı İyad, eş-Şifa, 2/1057; İbni Kudame, el-Muğni,
12/239) Hariciler'in Tekfir edilmesi gerektiğine dair görüşlere Makdisi ve İbni
Teymiyye’de kitaplarında yer vermiştir.
Siyasi bir mezheb
olarak tarihte yerini alan Hariciler zalim olan idarecilere karşı ayaklanmayı
Vacib kabul ederler. Görüşlerinin ekserisi Hilafet ve Halifeler'le alakalıdır.
Hariciler; Emeviler ve Abbasiler döneminde de zalim hükümdarlara/Halifeler'e
karşı ayaklanmışlardır.
Hariciler;
Haruriye, el-Muhakkime, Sürat ve pekçok farklı isim ve lakaplarla
anılmışlardır. Günümüzde –resmi olarak- bu mezhebe bağlı olanlar Umman
Krallığında ve Zengibar çevresinde bulunmaktadırlar.
Gizli Hariciler olarak tanımlanabilecek
bazı gruplara ise; yakın dönemde Mısır’da gün yüzüne çıkan Tekfir ve’l
Hicre isimli Cema'at ile bu topluluğun dağıtılması neticesinde yeryüzünün
farklı noktalarında teşekkül edip kendilerine sorulduğunda Tekfir ve’l Hicre
ile Haricilik fikrini ısrarla ret etmelerine karşın usül olarak aynı usüle
mensup olup bir Haram'ı açıktan işlemenin onu meşrulaştrımak olduğunu ve
dolayısıyla –İstihlal olmaksızın- bir Haram'ı açıktan işleyenin Kafir olduğuna
hükmeden bazı cema'atlerde rastlamak mümkündür.
Hariciler çok sayıda alt kollara
ayrılmıştır.
Bugün halihazırda –resmi Harici Mezhebi olarak- bulunan İbadiyye ayrıca
Ezarika, Necedat, Sufriyye, Sebiyye ve Acaride en çok bilinen Harici
kollarıdır. Bu kollardan başka; Meymuniyye ve Yezidiyye olarak bilinen Harici
kolları ise İslam dini dairesi içinde sayılmamaktadır.
Müellif ‘cahiliye
ölümü üzere ölmek’ tabiriyle meşru Halife'ye biat etmeksizin ölenlerin hükmüne
dair rivayetlere işaret etmektedir. Bu konuda değişik Hadis rivayetleri vardır.
Bunlardan bazıları şöyledir:
"Her kim
boynunda bir bey'at olmadığı halde (bir Halife'ye biat etmeden) ölürse,
cahiliyye ölümü (gibi bir ölüm) ile ölür.” (Müslim);
"Kim itaatten
dışarı çıkar ve cema'atten ayrılır ve bu halde ölürse, cahiliye ölümü ile
ölür.” (Buhari; Müslim; Nesai; İbni Mace);
"Kim ki
emirinde (çirkin) bir şey görürse sabretsin, muhakkak ki cema'atten bir karış
ayrılıp ta ölen ancak cahiliye ölümüyle ölür." (Buhari)
Müslüman Sultana Karşı –Zalim Bile Olsa-
ne Savaşmak ne de Başkaldırmak Caiz Değildir
Müslüman sultana
(emir, yönetici) karşı –zalim bile olsa- ne savaşmak ne de başkaldırmak Caiz
değildir. Bu(nun böyle oluşu) Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Ebu
Zerr el-Gıfari (radiyallahu anh)’a:
“Habeşli bir köle dahi
olsa sabret!” Müslim ve Ensara:
“Havza erinceye
kadar sabredin!” Müslim demesindendir. Sultana (yöneticiye) karşı savaşmak
Sünnet’de yoktur. (Yöneticiye karşı savaşmak) dinin ve dünya işlerinin fesadına
(yokolmasına) yolaçar.
Huzeyfe
(radiyallahu anh) anlatıyor: "Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'e
halk hayırdan sorardı. Ben ise, bana da ulaşabilir korkusuyla, hep şerr'den
sorardım. (Yine bir gün): Ey Allah'ın Rasulü! Biz Cahiliye devrinde ierr
içerisinde idik. Allah bize bu hayrı verdi. Bu hayırdan sonra tekrar şerr var
mı? diye sordum. Evet var! buyurdular. Ben tekrar: Pekiyi bu şerden sonra hayır
var mı? dedim. Evet, var! Fakat onda duman da var! buyurdular. Ben: duman da
ne? dedim. Bir kavim var. Sünnet'imden başka bir Sünnet edinir; hidayetimden
başka bir hidayet arar. Bazı işlerini Ma'ruf (iyi) bulursun, bazı işlerini
Münker (kötü) bulursun! buyurdular. Ben tekrar: Bu hayırdan sonra başka bir
şerr kaldı mı?" diye sordum. Evet! buyurdular. Cehennem kapısına çağıran
davetçiler var. Kim onlara icabet ederek o kapıya dogru giderse, onlar bunu
ateşe atarlar! buyurdular. Ben: Ey Allah'ın Rasulü! Ben (o güne) ulaşırsam,
bana ne emredersiniz? dedim: Müslümanların cema'atine ve imamlarına uy,
onlardan ayrılma. İmam sırtına (zulmen) vursa, malını (haksızlıkla) alsa da onu
dinle ve itaat et! buyurdular. O zaman ne cema'at ne de imam yoksa? dedim: O
takdirde bütün fırkaları terket (kaç)! Öyle ki, bir ağacın köküne dişlerinle
tutunmuş bile olsan, ölüm sana gelinceye kadar o vaziyette kal! buyurdular."
(Buhari; Muslim; Ebu Davud)
Selef İmamları'nın ve Dört Mezheb
İmamı'nın isyandan meneden görüşleri nakledilmiştir. Bu cumhurun görüşüdür.
Ebu Bekir
el-Hallal, İmam Ahmed İbni Hanbel’in kan dökmekden kaçınmayı emrettiğini ve
isyan çıkarmayı da şiddetle yasakladığını belirtir. (el-Hallal, Sünne, 87)
Hanbeli
alimlerinden İbni Akil ve İbn'ul Cevzi’nin bunu Caiz gördüklerini İbni Muflih
belirtmiştir. (İbni Muflih, el-Furu, 10/180-181)
Ebu Hanife’den ise
bu konuda iki farklı görüş nakledilmiştir. İmam Tahavi, Hanefi alimlerinin de
diğer mezheb imamları gibi zalim dahi olsa Emir sahiplerine karşı ayaklanmayı
ve onların aleyhine dua etmeyi Caiz görmediğinden bahseder. (Tahavi Akidesi,
24) Ebu Bekir el-Cessas ise, Ebu Hanife’nin zalimlere ve fasık imamlara karşı
savaşmak gerektiği görüşünde olduğunu söyler. (Cessas, 1/86) Abdullah ibni İmam
Ahmed ibni Hanbel, Ebu Hanife’nin buna Cevaz verdiğine dair iki farklı rivayete
yer verir. İlkinde Abdullah ibni Mübarek’in huzurunda bir adamın Ebu Hanife’nin
buna Cevaz verdiğine dair kelam etmesine karşın Abdullah ibni Mübarek’in buna
muhalefet etmediği şeklindeki rivayetdir. Bir diğer rivayet ise bizzat Ebu
Hanife’nin en önemli iki talebesinden biri olan Ebu Yusuf’un, Ebu Hanife’nin
buna Cevaz verdiğini söylediğine dair rivayettir. (Abdullah ibni Ahmed ibni
Hanbel, es-Sünne, 1/181-182)
Ebu Hanife,
Abbasiler'den gelen kadılık teklifini şiddetle reddetmesi ve Zeyd ibni Ali’nin
Abbasiler'e karşı ayaklanmasını, fetvası ile desteklemesi onun da diğer imamlar
gibi esasında bu fiili caiz görmeyip ancak şartların yerine gelmesi durumunda
yani elde edilecek faydanın, zarardan çok olması durumunda Cevaz verdiği
şekilde yorumlanabilir ki bu diğer alimlerden de nakledilmiştir.
İmam eş-Şafii de
emir sahiplerine karşı isyan etmenin Caiz olmadığı kanaatindedir. Maverdi
(Ahkam el-Sultaniyye isimli eserinde) bunun aksini İmam Şafii’ye nispet
etmiştir. Şafiiler'den İmam el-Harameyn el-Cuveyni de bu görüştedir. (İbni
Muflih, el-Furu, 10/180-181; ez-Zubeydi, İthaf'us Sadet'il Muttakin bi Şerhi
İhya-i Ulum ed-Din, 2/233)
Zahiriler'den İbni Hazm’ın da zalim emir
sahiplerine karşı ayaklanmanın Caiz olduğu görüşünde olduğu söylenmiştir.
İbni Ebi’l İzz,
Tahavi Şerhi’nde bu yasağın hikmetine temas etmektedir. Zulmetseler dahi emir
sahiplerine itaat etmenin gereği, itaatin dışına çıkıp, ayaklanmanın sebep
olacağı kötülüklerin onların zulümlerinden hasıl olacak kötülüklerden kat kat
fazla olmasıdır. (Muhazzebu Şerhi’l Akidet'it Tahaviyye ve Şerhi, 318)
Bundan başka; İmam
Buhari (Lalekai, Şerh Usul İ’tikad Ehli Sünne, 2/172), Sabuni (Akidetu Selef ve
Ashab'ul Hadis), ibni Kudame (Lumuat'ul İ'tikad), İbni Teymiyye (el-Akidetu
Vasıtiyye), İbni Kayyım (İlam'ul Muvakkikin) ve Muhammed ibni Abd'i’l Vehhab
(Kasımilere Mektup) hep bir ağızdan bunun Caiz olmadığını söylemektedirler.
Diğer alimler de aynı isstikamette görüş bildirmiştir.
Son olarak,
Mu'aviye (radiyallahu anh), Hüseyin (radiyallahu anh), Abdullah ibni Zubeyir
(radiyallahu anhuma ecmain) ve sonrasındaki başka örneklerde görüldüğü gibi bu
tarz ayaklanmalara yol açan Müslümanlar bundan dolayı kınanmamıştır. Bunun
sebebi de alimlerin bu eylemleri bir ictihad meselesi olarak değerlendirmesi ve
zafere ulaşılacağına dair oluşan şiddetli inanç gösterilebilir. Bir de Yezid
örneğinde olduğu gibi, fıskın ve zulmün ayyuka çıkması bir başka gerekçe olarak
zikredilebilir.
Hariciler'le, Müslümanlara Saldırmaları
Durumunda Savaşmak Caiz'dir
Haricilerle
savaşmak, onların insanlara, mallarına veya müslümanların ailelerine
saldırmaları durumunda Caiz'dir ancak; eğer (saldırıdan) vazgeçer ve kaçarlarsa
bu durumda ne kovalanırlar ne de yaralıları öldürülür ne de esir olarak
alınanları öldürülür (ne ganimetleri alınır) ne de kaçanları takip edilir.
Hariciler'le
savaşmanın meşrutiyetine dair birtakım Hadisler varid olmuştur. Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ben onlara yetişmiş olsa idim, Ad
Kavmi'nin tepelendiği gibi tepelerdim." (Buhari; Müslim); “Eğer onlara
yetişirsem, Semud Kavmi’nin katledilmesi gibi onları katlederim.” (Buhari;
Müslim); “Onlarla nerde karşılaşırsanız onları katledin çünkü onları katledene
Kıyamet’te ecir vardır.” Ali (radiyallahu anhu) buna binaen şöyle demiştir:
“Eğer onları katletmekte ne kadar ecir olduğunu bilseydiniz, onları öldürdükten
sonra amel etmeye ihtiyaç duymama hissine kapılırdınız.” (Muslim)
İmam Nevevi,
Müslim Şerhi’nde Rasulullah (sallalllahu aleyhi ve sellem)’in; “Semud Kavmi’nin
katledilmesi gibi onları katlederim” buyurduğu Hadis'in açıklamasında bu
Hadis'in, Hariciler'in asileriyle savaşma hususunda apaçık bir delil olduğunu
ve bu konuda Müslümanlar'ın icması olduğunu belirtir. (Nevevi, Şerh Müslim li’n
Nevevi, 7/169-170)
Şeyh'ul İslam İbni
Teymiyye de, Rasulullah (sallalllahu aleyhi ve sellem)’in Raşid Halifeler'den
biri olan Ali ibni Ebu Talib (radiyalalhu anh)’ı Haricilerle savaşmak üzere
görevlendirdiğini söyledikten sonra Sahabe'den dinin imamları, Tabi’in ve
onlardan sonra gelenlerin onlara karşı savaşılması hususunda fikirbirliği
ettiklerini söyler. (İbni Teymiyye, Mecmu'ul Feteva, 3/282) Başka bir yerde
ise; Mü’minlerin emirleri ve onun yanındakilerin Hariciler'le savaştıklarını,
Selef'den ve imamlardan hiç kimsenin –Sıffin ve Cemel Hadiseleri'nde olduğu
gibi- onlarla savaş hususunda ihtilafa düşmediklerini söyler. Hariciler'in
saflarında hiçbir Sahabe'nin yer almadığını ve hiçbir Sahabe'nin onlarla
savaşılmasından men eden bir sözü bulunmadığını da ekler. (İbni Teymiyye,
Mecmu'ul Feteva, 28/512-513) Şeyh'ul İslam, bir başka yerde, Haricileri yol
kesen haydutlarla kıyaslayıp Sahabeler'in ve ulemanın onlarla savaşma hususunda
icma ettiklerini belirtir. (İbni Teymiyye, Minhac'us Sünne, 5/243-44)
Bunun gerekçesi,
asilerin hala Müslüman olarak kabul edilmesidir. Zaruret'in sözkonusu olmadığı
durumlarda ise bir Müslüman'la savaşmak, onu öldürmek Caiz değildir.
Kadı İbni Arabi
kaçtıklarında kovalanmamaları, yaralılarının öldürülmemesi, esir olarak
alınanlarının öldürülmemesi, ganimetlerinin alınmaması ve kaçanlarının takip
edilmemesinin hikmetini çok güzel özetlemiştir. Esirlerin öldürülmemesinin,
kaçanlarının takip edilmemesinin sebebi buradaki maksadın onları defetmek
oluşunda olup asıl maksadın onları öldürmek olmamasındadır. Ashab böyle
durumlarda karşılaştığında hiçbir zaman bu halde olan kimselerin peşine
düşmemiş, esirleri yahut yaralıları öldürmemiştir ne de savaşta öldürdükleri
kimseler yada telef ettikleri mala karşılık fidye ödememişlerdir. İbni Arabi bu
halin Sahabe'nin hali olduğunu ve onların bizler için örnek (ve hüccet)
olduğunu belirtir. (İbni Arabi, Ahkam'ul Kur’an, 4/154)
Kadı İyad,
cumhurun görüşünün Hariciler'in hayvanları ve silahlarının ganimet olarak
alınmaması yönünde olduğunu ancak Ebu Hanife’nin buna izin verdiğini söyler.
(Nevevi, Şerh Muslim li’n Nevevi, 7/170)
Alimler'den bir
kısmı ise, ortaya attıkları Bid'atları ve fitneyi ortadan kaldırmak gibi
sebeplere binaen Hariciler saldırmasa dahi onlara saldırmanın, onlarla
savaşmanın ve onları öldürmenin meşru olduğunu söylemişlerdir.
Şeyh'ul İslam İbni
Teymiyye, Haruriler gibi Hariciler'den olan ve Rafiziler'in ve benzerlerinin
öldürülmesi hususunda fukaha arasında iki görüş bulunduğunu ve İmam Ahmed’den
de bu konuda iki görüş nakledildiğini söyler, onları savaş durumunda öldürmenin
Meşru olduğunu bildirir. (İbni Teymiyye, Mecmu'ul Feteva, 28/499)
İbni Kudame
el-Makdısi ise, bu konuda doğru olanın Hariciler'i öldürmenin meşru oluşudur
der bu hükme iki gerekçe ileri sürer: Hariciler'le savaşma ve onları öldürme
bizzat Rasulullah (sallalllahu aleyhi ve sellem)’in emri doğrultusunda
olmaktadır ve onları öldürmekten dolayı büyük bir mükafat elde edilecektir.
(İbni Kudame, el-Muğni, 8/107)
Kullara İtaat Ancak İyi İşlerdedir
Bil ki –Allah sana
rahmet etsin!- Allah’a masiyette hiçbir insana itaat yoktur.
Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) bu düsturu bildirmiştir:"Allah'a isyan
edildiği yerde İtaat olmaz, itaat sadece iyi işlerde olur." (Buhari;
Müslim);
"Müslüman
kişiye, hoşuna giden veya gitmeyen her hususta itaat etmesi gerekir. Ancak,
Masiyet (Allah'a isyan) emredilmişse o hariç, eğer Masiyet emredilmişse,
dinlemek de yok, itaat de yok." (Buhari; Müslim; Tirmizi; Ebu Davud)
Hiç Kimsenin Cennet Yahut Cehennem Ehli
Olduğuna Şehadet Etmemek
İslam Milleti’nden
hiç kimse için (Cennet’lik yahut Cehennem’lik olduğuna), işlediği bir kötü
yahut iyi amel sebebiyle şehadet edilmez zira onun ölümden önceki son durumunun
ne olacağını bilmezsin. Onun için Allah’ın rahmetini umar ve onun günahları
yüzünden onun için korkarsın (onun lehine olanı umut eder aleyhine olana karşı
korkarsın). Onun ölüm anında neyin kader kılındığını bilmezsin, tevbeye dair ve
Allah’ın onun için eğer İslam üzere ölürse neyi kader kıldığını bilmezsin. Onun
için Allah’ın rahmetini umar ve onun günahları sebebiyle onun için korkarsın!
Mikdad ibni Esved
(radiyallahu anh) şöyle der: “Ben, bir adamın sonunu görmeden onun hakkında iyi
veya kötü bir şey söylemem! Çünkü buna dair Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem)’den bir şey işittim. Kendisine nedir duyduğun denilince şöyle dedi:
Ademoğlunun kalbi (ateşin üzerindeki) tencere gibi (kaynayan bir şeydir)
sürekli değişir (ondan daha fazla değişen bir şey yoktur)!” (Ahmed; Hakim; ibni
Ebi Asım, es-Sünne, 226)
Enes (radiyallahu
anh) der ki, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Sonunu
görmeden, hiç kimsenin amelinden hoşnut olmayın!” (Ahmed; Hakim; ibni Ebi Asım,
es-Sünne, 347-353)
Allah (celle ve celaluhu) Bütün Günahlar
İçin Tevbe'yi Kabul Eder
Kulun tevbe
edemeyeceği hiçbir günah yoktur.
Zina Cezası Olarak Recm Hak’tır
Recm doğru ve haktır.
Ubade ibni Samit
(radiyallahu anh) dedi ki: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
“Benden öğrenin! Benden öğrenin!.. Allah o (kadı)nlara (çıkar) bir yol halketti
(yarattı). Bekarla bekar (zina ederse) yüz değnekle bir sene sürgün; evli ile
evliye yüz değnek ve Recm (var)!” (Müslim; İbni Mace)
İbni Abbas
(radiyallahu anhuma ecmain) dedi ki: "Ömer ibn'ul Hattab (radiyallahu
anh)'ı hutbe verirken dinledim. Şöyle demişti: "Allah Te'ala Muhammed
(sallallahu aleyhi ve sellem)'i hak (din ile) gönderdi ve ona Kitab'ı indirdi.
Bu indirilenler arasında 'Recm Ayeti' de vardı! Biz bu ayeti okuduk ve
ezberledik. Ayrıca, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) zina yapana Recm
cezasını tatbik etti, ondan sonra da biz tatbik ettik. Ben şu endişeyi
taşıyorum: Aradan uzun zaman geçince, bazıları çıkıp: ‘Biz Kitabullah'da Recm
cezasını görmüyoruz!..’ (deyip inkara sapabilecek ve) Allah'ın Kitabı'nda
indirdiği bir farzı terkederek dalalete düşebilecektir. Bilesiniz, Recm, kadın
ve erkekten muhsan olanların zinaları, -delil veya hamilelik veya itiraf
yoluyla- sübut bulduğu takdirde, onlara tatbik edilmesi gereken Kitabullah'da
mevcut bir haktır. Allah'a Kasem (yemin) ile söylüyorum, eğer insanlar: ‘Ömer
Allah’ın Kitabı'na ilavede bulundu’ demeyecek olsalar, Recm Ayet'ini
(Kitabullah'a) yazardım." (Buhari; Müslim; Tirmizi; Ebu Davud; Malik,
Muvatta)
Hariciler'in büyük
çoğunluğu ve Mutezile’den bazıları Recm'i inkar etmektedir. Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)’in evli olarak zina edenlere Recm uyguladığı
tevatüre ulaşan Hadisler ile sabit olmuştur. Ayrıca Ömer ibn'ul Hattab
(radiyallahu anh) Medine’de minberden Recm'i açıkca ilan etmiş Sahabe'den çok
sayıda kimse bulunmasına karşın hiç kimse buna itiraz etmemiştir.
Mestler Üzerine Mesh Etmek
Mestler üzerine Mesh etmek Sünnet’dir.
Mestler üzerine
mesh etmek fıkhi bir mevzu olmasına karşın i’tikada dair olan bu eserde ve İmam
Tahavi’nin Akide isimli eseri gibi i’tikada dair diğer eserlerde yer bulmuştur.
Mütevatir Sünnet ile sabit olan bu mesele Ehli Sünnet ve’l Cema'at nezdinde
kabul bulmuş, Ehli Bidat dışında inkar eden olmamıştır. Ehli Sünnet ve’l
Cema'at ile Ehli Bid'at arasındaki farikalardan biri olması sebebiyle i’tikad
ve akaide dair eserlerde mestlerin mesh edilmesinin Sünnet olduğu inancı dile
getirilmiştir.
ÇORAP
VE AYAKKABI (MEST) ÜZERİNE MESH İLE İLGİLİ HADİSLER
Muğire b. Şu'be
şöyle rivayet etmiştir: Nebî (s.a.v) abdest aldı ve çorapları ve ayakkabıları
(mestler) üzerine mesnetti. Ebû İsa et-Tirmizî ''Bu hadis hasen sahihtir."
demiştir. (Bu lafız, et-Tirmizi'ye aittir.)
1. Haddesenâ Hennâd
ve Mahmud b. Gaylân kâlâ: Haddesenâ Vekî' an Sufyan an Ebî Kays an Huzeyl b.
Şurahbil ani'l-Muğîre b. Şu'be. 2. Haddesenâ Ali b. Muhammed, sena
Vekî', sena Sufyan an Ebî Kays el-Evdî an Huzeyl b. Şurahbil ani'l-Muğîre b.
Şu'be. 3. Haddesenâ Muhammed b. Yahya, sena Mualla b. Mansur ve Bişr b.
Adem kâlâ sena İsa b. Yunus an İsa b. Sinan an ed-Dahhak b. Abdirrahman b.
Arzeb an Ebî Musa el-Eş'arî. 4. Haddesenâ Osman b. Ebî Şeybe, an Vekî'
an Sufyan, Haddesenâ es-Sevrî an Ebî Kays el-Evdî (huve Abdurrahman b. Servan)
an Huzeyl b. Şurahbil ani'l-Muğîre b. Şu'be. 5. Haddesenâ Abdullah,
Haddesenî Ebî, sena Vekî', sena Sufyan an Ebî Kays an Huzeyl b. Şurahbil
ani'l-Muğîre b. Şu'be. 6. Ahberanâ Ebû Tahir, Nâ Ebû Bekr, sena Bundar
ve Muhammed b. el-Velid kâlâ: Haddesenâ Ebû Asım, Nâ Sufyan, Nâ Selem b.
Ca'de, Nâ Vekî' an Sufyan Haddesenâ Ahmed b. Meni' ve Muhammed b. Râfi kâlâ:
Haddesenâ Zeyd b. el-Hubab, Nâ Sufyan es-Sevrî an Ebi'1-Kays el-Evdî an Huzeyl
b. Şurahbil ani'l-Muğîre b. Şu'be. 7. Haddesenâ Vekî' an Sufyan an
Ebi'1-Kays an Huzeyl an Muğîre b. Şu'be.
ÇORAP VE AYAKKABI
(MEST) ÜZERİNE MESH İLE İLGİLİ SAHABENİN UYGULAMASI
Ka'b b. Abdillah
şöyle rivayet etmiştir: Hz. Ali'yi bevledip (daha sonra da abdest alırken)
çoraplarına ve ayakkabılarına (mestlerine ) meshettikten sonra namaz kıldığını
gördüm." (Bu lafız, Abdurrezzak'a aittir.)
Hadisin
Senedîeri1.
Abdurezzak an es-Sevrî an ez-Zeberkân an Ka'b b. Abdillah. 2. Haddesenâ Ebû
Bekr b. Ayyaş an Abdillah b. Saîd an Culas b. Amr kale: Raeytu aliyyen bale
summe meseha ala cevrabeyhi ve na'leyhi. 3. Haddesenâ Veki' an Sufyan an
ez-Zeberkân el-Abdî an Ka'b b. Abdillah enne aliyyen bale summe teveddae ve
meseha ale'l-cevrabeyni ve'n-na'leyni. 4. Haddesenâ Vekî' kale Haddesenâ Yezid
b. Merdanebe an el-Velid b. Serî an Amr b. Kureyb enne Aliyyen teveddae ve meseha
ale'l-cevrabeyn.
Halid b. Sa'd
şöyle rivayet etmiştir: Ebû Mes'ud el-Ensarî kıldan örülmüş çoraplara ve
ayakkabılara (mestlere) meshediyordu. (Bu lafız, Abdurrezzak'a aittir.)
Hadîsin
Senedleri1.
Abdurrezzak an es-Sevrî an Mansur an Hâlid b. Sa'd. 2. Abdurrezzak ani's-Sevrî,
ani'l-A'meş an İbrahim an Hemmam b. Haris an Ebî Mes'ud. 3. Haddesenâ Ebû Bekr
kale: Nâ Numeyr ani'l-A'meş an İbrahim an Hemmam enne Ebâ Mes'ud kâne yemsehu
ale'l-Cevrabeyn. 4. Haddesenâ Vekî ani'l-A'meş ani'l-Müseyyib b. Râfi' an Busr
b, Amr kale raeytu Ebâ Mes'ud bale summe teveddae ve meseha ale'l-cevrabeyn.
Ebu Culas'in
rivayetine göre İbn Ömer çoraplarına ve ayakkabılarına (mestlerine)
meshederdi. (Bu lafız, Abdurrezzak'a aittir.)
Hadisin
Senedleri1.
Abdurrezzak ani's-Sevrî, an Yahya b. Ebî Hayye an Ebi'l-Culas an İbn Ömer. 2.
Abdurrezzak an Ebî Ca'fer an Yahya el-Bukâl kale: Semi'tu İbn Ömer yekûlu:
el-Meshu ale'l-cevrabeyn kel meshi ale'l-huffeyn.
D) Enes B. Malik'm Uygulaması:
Katâde'ye Enes b.
Malik'in çoraplara meshedip etmediği sorulduğunda:
"Evet
mestlere meshettiği gibi çoraplara da meshetmiştir." demiştir. (Bu lafız
Abdurrezzak'a aittir.)
Hadisin
Senedleri1.
Ahberanâ Abdurrezzak kale: Ahberanâ Ma'mer an Katâde an Enes b. Malik. 2.
Haddesenâ Vekî' an Hişam an Katâde an Enes ennehu kâne yemsehu ale'l-cevrabeyn.
3. Haddesenâ İbn Mehdî an Sufyan an Vasıl an Saîd b. Abdillah b. Dırar enne
Enes b. Malik teveddae ve meseha ale'l-cevrabeyn.
E)
Berâ B. Azib'in Uygulaması:
İsmail b. Raca
babasından şöyle rivayet etmiştir: Berâ b. Azib'in çoraplarına ve
ayakkabılarına (mestlerine) meshettiğini gördüm." (Bu lafız, Abdurrezzak'a
aittir.)
Hadisin
Senedleri1.
Abdurrezzak ani's-Sevrî ani'l-A'meş an İsmail b. Raca an Ebihi.2. Haddesenâ
es-Sekafî an İsmail b. Umeyye kale belağanî en-nel-Berâ b. Azib kâne la yerâ
be'sen bilmeshi ale'l-cevrabeyn, ve beleğanî an Sa'd b. Ebî Vakkas ve Saîd b.
el-Museyyib ennehuma kâna la yereyan be'sen bilmeshi ale'l-cevrabeyni. 3.
Haddesenâ Veki' ani'l-A'meş kale Haddesenâ İsmail b. Raca an Ebîhi kale raeytu
Berâ teveddae femeseha ale'l-cevrabeyn.
Culas b. Amr şöyle
rivayet etmiştir: Hz. Ömer Cuma günü abdest aldı ve çoraplarına ve
ayakkabılarına (mestlerine) mesnetti. (Bu lafız, Abdurrezzak'a aittir.)
Hadisin
Senedi1.
Haddesenâ Vekî' an Ebî Hubab an Ebîhi an Culas b. Amr enne Ömer.
İbrahim şöyle
rivayet etmiştir: İbn Mes'ud mestlerine ve çoraplarına meshederdi. (Bu lafız,
Abdurrezzak'a aittir)
Hadisin
Senedi.
Abdurrezzak an Ma'mer ani'l-A'meş an İbrahim.
“Misafir için üç
gece mukiym için gecedir,meshin müddeti.”
Müslim
taharet-85- -Ebu Davud-157-Tirmizi
No95-Nesei-İbn Mace –552,553-Darimi- -
Ahmed
–1/96.100.113,118,120,123,146,149,2/27,4/240,5/213
Çoraplar üzerine mesti, Sahâbe'den
intikal eden Sünnete dayanmaktadır: Ömer b. EI-Hattab,
Ali, Ebû Mes'ûd, Berâ, Enes, Ebû Ümame, Sehl, Amr b. Hureys, İbn Abbâs, İbn
Ömer, İbn Ebî Vakkâs, Ammâr, Bilâl, İbn Ebî Evlâ, Muğîre ve Ebû Musa (Allah
onlardan razı olsun) bu Sahâbe'den bazılarındır. Çoraplar üzerine mesh, ayni
şekilde Tabiînden de menkuldür: Katâde, İbnü'i-Müseyyeb, İbn Cüreyc, Ata,
Nehaî, Hasen, Hilâs, İbn Cübeyr ve Nâfi (Allah onlara rahmet eylesin)
Çoraplar üzerine
mesh hadîsini Ebû Hanîfe, Şafiî, Ahmed b. Hanbel, İshak, Dâvûd-i Zahirî ve ibn
Hazm kabul etmişlerdir.
Kadı Ebu Ya'la
el-Hanbeli, İmam Ahmed’den "Ehli Sünnet ve'l Cema'atten olan Mü’minin
Özellikleri"ni naklederken bunların arasında İmam Ahmed’in "Sefer'de
olsun hazarda (Mukim olarak) olsun mestlerin üzerine mesh eder." dediğini
de nakletmektedir. (Ebu Ya'la, Tabakat'ul Hanabile, 1/294-295)
Yine Kadı Ebu
Ya'la, İmam Ahmed’den "Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Vefat
Ettiğinde Üzerinde Bulunduğu Sünneti" tarif ederken, "Mestler üzerine
mesh etmek." dediğini de nakletmektedir. (Ebu Ya'la, Tabakat'ul Hanabile,
1/131)
İbn'ul Cevzi de
İmam Ahmed’in dilinden "Ehl-i Sünnet ve’l Cema'at Akidesi"ni
aktarırken mesh etmeyi dile getirir: "Çoraplar üzerine mesh etmek (seferi
için) üç gün ve gece, mukim için bir gün ve gecedir." (İbn'ul Cevzi,
Menakib'ul İmam Ahmed ibni Hanbel, 167-171) "
Yolculukta Kasr-ı Salat
Yolculukta Kasr-ı
Salat (namazı kısaltma) Sünnet’dir.
“Abdullah b. Abbas
şöyle demiştir:”Allah c.cPeygamberin lisanıyla namazı yolcu olmama halinde dört
rekat, yolcu iken iki rekat ve korku
anında bir rekat olarak farz kılmıştır. Ebu Davud K.Salah 287.bab –1247no.Müslim,K.Salatin
Misafirun babı Salatün Havf N.143-687 no.Nesei K.Salatil –Havf N. 1533-İbni Mace -Buhari 3c 1060
“Ömer(R A)’a
“Kafirlerin size kötülük yapmalarından korkarsanız, namazı kısaltmanızda bir
günah yoktur.” Ayetini okudum.Ve”Bugün artık insanlar güven içindedirler.
Namazı yine kısaltacaklar mı? Dedim. Ömer(r a) şöyle dedi.”Senin hayret ettiğin
bu hususta bende hayret etmiş ve bunu Resulullah’ a (s a v)
sormuştum.Resulullah (s a v) ; Bu, Allah’ın size verdiği bir sadakadır.
Sadakasına kabul edin.” Buyurdu.Müslim-K.Misafirun 4.bab 686 no- Ebu Davut
k. Sefer bab 1 1199 no-Nesei-1433 Tirmizi-3224-İbn Mace K.İkametil-salat
bab 113-İbn mace 1065
“Aişe(r a)
dan:...Namaz ilk farz olduğunda iki rekat olarak farz kılındı. Hicretten sonra,
sefer namazı olduğu gibi bırakıldı.Hazar namazı ise dörde tamamlandı.Nesei-452-456-Müslim,muhtasar
202 no-(685 no)-Ebu Davud-K.Salat 1198 no-Buhari K.Taksir,B.5-3c 1060sy
“Ebu Bekr
(ra)dan:...Ben doğduğum yer Mekke,hicret ettiğim yer Medine, Medine’de derdum
mu Zul Huleyfe’den öteye dönünceye kadar
iki kılarım.Sahabi’nin biri ( Ebul Ali’ye) Ey Allah’ın Resulu ben memleketime
gidiyorum ve iki ay kalıyorum namazı kısaltacak mıyım? Diye sorar. Resulullah
SAV “-Evet, orada elli yılda kalıncaya kadar seferisin dedi.”Ebu Bekr
müsned-135
“Sa’d ile beraber
Şam’ın bazı köylerinde 40 gün kaldık, O namazları kısaltıyordu.”Abdulrezzak ,
Musennaf 4350
İbn Ömer(r a)
Azerbeycanda namazlarını altı ay iki rekat kıldı.Abdurrezzak, Musennaf
4339,Beyhaki 3/152,H. İbn Hacer Telhis 2/47.A.Hambel 5552,Heysani Mecmauz,
Zevail 2/158
“Enes b.Malik (r
a) Şamda iki sene yolcu namazı kılmıştır.” Abdurrezzak, Musennaf 4354,İbn
Ebu Şeybe 517.
“Enes (r a) “
Resulullah S A V’ in Ashabı Ram Hürmüz’de yedi ay kalmışlar ve namazı
kısalttılar .Beyhaki-3/2
“Hasan’i-Basri “
Kabul” da Abdurrahman b.Samure(r a) ile beraber iki sene ikame ettim namazı
kısalttım.Abdurrezzak-4352
“Abdullah İbn
Ömer(r a)’dan” Resulullah S A V ehlinden ayrıldığı zaman dönünceye kadar iki
rekat kılardı.”İbn Mace 1067 no
“Enes(r a)dan,
Resulullah S A V üç mil mesafeye çıktımı farzları iki rekat kılardı.”Ebu
Davud 1201, Müslim, K. Misafirun -
Müsned –3/129
Yolculukta Dileyen Oruç Tutar, Dileyen
Oruç Tutmaz
Yolculuk sırasında
oruç tutmaya gelince, dileyen tutar ve dileyen de tutmaz.
Yolculukta isteyen yavaş
gidebilir, isteyen hızlanabilir. Yolculukta orucu ister tutar, ister bozabilir.
Daha sonra kaza eder. Yolculukta oruç tutmayanı eleştirmesin.
“Ebu Hureyre(r
a)’dan Resulullah S A V “Otlu yolda sefer ettiğiniz vakit deveye hakkını verin.
Orada otlatın,kurak otsuz yerde sefer ettiğiniz vakit süratle seyredin.Hayvan
zaafa düşmesin, gece sonunda seherde istiharat için inmek istediğinizde, yol
kenarına sapın.’’dedi.Ebu Davud-K.Cihad 63. Bab-2569-Müslim-K. İmaret
1926 – Tirmizi,K.edeb – Nesei- İbn Mace
Enes(r a) dan,”
Resulullah S A V “ Yolculuğu gece yapın, yeryüzü gece dürülür” buyurdu.Ebu
Davud 2571-Tirmizi –
“Yolculuk azabtan
bir parçadır. Sizden birisinin uyumasına, yemesine, içmesine mani olur. İşini
gören ailesine dönmeye acele etsin.Buhari, umre- -Müslim, İmaret 1179 -Muvatta 4c 375 sy
“Aişe(r a) dan ,
Resulullah S A V ile beraber yaya olduğum halde koşuya girdim, onu geçtim.
Şişmanladığım vakit yine onunla koşuya girdim, bu sefer Resulullah S A V beni
geçti. Ve benim bu koşuyu kazanışım, senin kazandığın o koşuya karşılıktır.”
Buyurdu.Ebu Davud, K. Cihad 68.bab-2578 no – İbn Mace K.nikah-1979-Ahmed b.
Hanbel, Müsned 39-129
“Cabir(r a) dan
Resulullah S A V, şöyle buyurdu:”Güneş battıktan sonra, yatsı’nın zifiri
karanlığı gidene kadar, hayvanlarınızı bırakmayın. Güneş battığı zaman
yatsı’nın karanlığı gidene kadar şeytanlar yeryüzünde fesat çıkarırlar.”Ebu
Davud-K.Cihad 83.bab – 2604- Müslim K.Eşribe 2013 – Müsned,
14393, 15319
“Aişe(r a) dan
Eslemli Hamza Resulullah S A V ‘e sordu “ Ben devamlı oruç tutarım, seferde de
tutayım mı? Dedi. Resulullah S A V dilersen tut dilersen tutma dedi.Ebu
Davud-2402, Buhari K.savm seferde oruç babı- -Müslim-1121 – Tirmizi - Nesei 2296- İbn Mace 16
Geniş ve Bol Pantolon İle Namaz Kılmak
Geniş ve bol
pantalon (şalvar) giyilerek namaz kılmada bir beis yoktur.
Münafıklık, Küfrü Gizleyerek İman
İddiasında Bulunmaktır
Nifak
(Münafıklık), küfrü içinde gizleyerek İslam’ı dil ile sergilemektir.
Nifak (Münafıklık;
ikiyüzlülük, olduğundan başka görünmek) iki çeşittir:
İ'tikadi Nifak: Müellifin burada
kasdettiği Nifak türüdür. "Kalben inanmadığı halde müslüman gibi
görünmektir" şeklinde tarif edebileceğimiz bu tür Nifak kişiyi İslam
Dini'nden çıkaran Nifaktır.
İ'tikadi Nifak; Rasulullah
(sallalahu aleyhi ve sellem)'i yalanlamak, Rasulullah (sallalahu aleyhi ve
sellem)'in getirdiklerinin bir kısmını yalanlamak, Rasulullah (sallalahu aleyhi
ve sellem)'e buğzetmek, Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem)'in
getirdiklerinin bir kısmına buğzetmek, Rasulullah (sallalahu aleyhi ve
sellem)'in getirdiği dinin başarısızlığını görünce bundan sevinç duymak,
Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem)'in dininin başarı kazanmasına üzülmek,
bundan rahatsızlık duymak olmak üzere altı çeşittir.
Ameli Nifak: Kalbi imanı tasdik
ettiği ve imanın bütün şartlarını yerine getirdiği halde, nefsine uyduğundan
dolayı münafıkların yaptığı haram olan bazı fiilleri işlemektir ve beş
çeşittir. Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:
"Münafığın alameti üçtür; Konuşunca yalan
söyler, söz verince sözünde durmaz, kendisine birşey emanet edilince ihanet
eder." (Buhari; Müslim; Tirmizi; Ahmed, Müsned)
Hadisin başka bir
lafzında ise bunlara ilave olarak şöyle buyurulmuştur:
"Husumet
ettiği zaman haktan ayrılır. Ahdedince ahdini bozar." (Buhari; Müslim; Ebu
Davud; Ahmed, Müsned)
Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)
Ümmeti'nden Hükmen Mü’min ve Müslümanlar
Muhammed
sallallahu aleyhi ve sellemin ümmetinde; hükümleri, mirasları, hayvan
boğazlamaları ve cenaze namazları (hukukunda, hükmen) Mü’min ve Müslümanlar
vardır.
Bir Kimsenin Kamilen Mü’min Olduğuna
Şehadet Etmemek
Lakin, İslam’ın
bütün şer'i emirlerine riyaet etmedikçe hiç kimsenin kamilen Mü’min olduğuna
şehadet etmeyiz. Kişi eğer (İslam’ın şer'i emirlerini) yerine getirmede
eksiklik gösterirse tevbe edene kadar imanında nakıs sayılır. Kişinin imanının
tam yahut nakıs oluşu –İslam’ın şer'i emirlerine riyaet etmediği amellerinde
görünenler müstesna- Allah Te'ala‘ya kalmıştır.
Ehli Kıble’nin Cenaze Namazını Kılmak
Sünnet’tir
Ehli Kıble’den
ölen bir kişinin cenaze namazını kılmak Sünnet’tir. Recm ile öldürülen zinakar
erkek yada kadın, intihar eden kimse, Kıble Ehli’nden olan diğerleri, sarhoş ve
başkaları, onların (cenaze) namazını kılmak Sünnet’tir.
Müslim ve Nesai’de
yeralan Cabir ibni Semure (radiyallahu anh) kanalıyla rivayet olunan bir Hadisde
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) intihar ederek hayatına son veren bir
müslümanın cenaze namazını kılmayı reddetmiştir. Cabir ibni Semura (radiyallahu
anh)'dan rivayete göre o şöyle dedi:
"Nebi
sallallahu aleyhi ve sellem'e kendini oklarıyla öldüren (intihar eden) bir adam
getirdiler de, onun cenaze namazını kılmadı." (Müslim, 978)
İmam Evzai
(rahimehullah) ve Ömer ibni Abd’il Aziz (rahimehullah) bu Hadisi delil alarak
intihar eden bir müslümanın cenaze namazının kılınmayacağını söylemektedirler.
İmam Nevevi
hadisin şerhinde, Hasan el-Basri (rahimehullah), İbrahim en-Nehai
(rahimehullah), Katade (rahimehullah), İmam Malik (rahimehullah), Ebu Hanife
(rahimehullah), İmam eş-Şafii (rahimehullah) ile Kadı İyad (rahimehullah) ve
cumhurun, intihar eden müslümanın cenaze namazının kılınacağını söylediklerini
bildirmektedir.
Cumhur, İmam Evzai
(rahimehullah) ve Ömer ibni Abd’il Aziz (rahimehullah)’ın kendi görüşlerine
dayanak yaptıkları sahih Hadisin intihar eden müslümanın cenaze namazı
kılınmayacağına dair bir delil olmadığını Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem)’in cenaze namazını kılmamasına karşın ashabın bu şahsın cenaze namazını
kıldığını söylemektedir. Buna göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in
intihar eden şahsın cenaze namazını kılmaması, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem)’e has bir uygulamadır. (İmam Nevevi, Sahih-i Müslim Şerhi, 7/47)
Mü’min Vasfı Ancak Kati Birşey ile
Kaldırılır
Allah‘ın
Kitabı'ndan bir ayeti inkar etmedikçe, yahut Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem)’in Asarları'ndan (Hadis, nakil ve rivayetler) birini inkar etmedikçe
veya Allah’tan başkasına namaz kılmadıkça; ya da Allah’tan başkasına kurban
kesmedikçe Ehli Kıble’den hiç kimse İslam’dan çıkmaz. Bunlardan herhangi birini
yaparsa, onu İslam’dan çıkarmak (Tekfir etmek) senin üzerinde bir
yükümlülüktür. Eğer bunlardan herhangi birini yapmadıysa, -hakikatte (batında)
öyle olmasa da- o ismen (hükmen) Mü’min’dir, Müslüman’dır.
İbadet
çeşitlerinden herhangi birisini Allah’tan başkasına yönelten kimse onu Allah’a
ortak koşmuş ve ilahlaştırmış olur. Müellifin örnek olması babında zikrettiği
namaz kılmak ve kurban kesmek ibadet çeşitlerindendir. İbadet çeşitlerinden
bazıları ise şunlardır:
الدعاء Dua, الاستعانة
İstiane (yardım istemek), الاستغاثة İstigase (medet ummak), ذبح القربان Zebh'ul
Kurban (boğazlamak), النذر Nezr (adak adamak), الخوف Havf (korkmak), الرجاء
Reca (umut etmek), التوكل Tevekkül, الإنابة İnabe (yönelmek), المحبة Muhabbet
(sevgi), الخشية Haşyet (bilerek, titreyerek korkmak), الرغبة Rağbet (sevap
umarak yönelmek), الرهبة Rahbet (azabından korkmak), التأله Teelluh (ilah
edinmek, ibadet etmek), الركوع Rüku, السجود Secde, الخشوع Huşu التذلل Tezellül
(küçüklüğünü itiraf ederek ona yönelmek), التعظيم Tazim (yüceltmek)...
Hakikatine Vakıf Olunmasa da, Allah (azze
ve celle) ve Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den Nakledilenlerin Kabul
Edilmesi
Kişinin nakillerde
geçen, duyduğu herşeyi –hakikatına vakıf olmasa da- kabul etmesi, onaylaması ve
Tevfid (keyfiyyetini araştırmaksızın hakikatini Allah’a havale ederek nakilde
işittiği gibi kabul) etmesi gerekir. (Tıpkı:) Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem)’in:
“Kulların kalpleri Rahman’ın parmaklarından
iki parmağı arasındadır.“ Müslim tarafından rivayet edilmiştir.
Allah’ın
parmakları olduğunu Ehli Sünnet ve’l Cema'at kabul etmekteyken, Ehli Bid'at ise
inkar yolunu tercih etmiştir. İbni Huzeyme “Tevhid” isimli eserinde, İmam
Acurri “eş-Şeria” isimli eserinde, İbni Batta “el-İbane” isimli eserinde, İbni
Ebi Asım “es-Sünne” isimli eserinde, İbni Mende “Redd’ul Cehmiyye” isimli
eserinde Darakutni “es-Sıfat” isimli eserinde, Herevi “el-Erbain fi Delail'ut
Tevhid” isimli eserinde, İmam Beğavi “Şerh’us Sünne” isimli eserinde, İbni
Kuteybe “Tevilu Muhtelif'ul Hadis” isimli eserinde Allah’ın parmakları olduğunu
isbat etmekte ve Ehli Bid'atın inkarına reddiye vermektedir.; Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)’in:
“Şüphesiz Allah –Tebareke ve Teala-, en
yakın göğe (dünya semasına) iner.“ Buhari ve Müslim tarafından rivayet
edilmiştir.
Şeyh’ul İslam İbni
Teymiyye, Allah’ın nüzulu hususunda, Ebu Ömer et-Telmanki’den ümmetin selefinin
icmasını nakleder. (Mecmu'ul Feteva, 5/577) ve:
“(Allah), Arafe
Günü’nde iner.“ ve:
“Allah, Kıyamet
Günü’nde iner.“ Bu hususta Darimi’nin Redd ale’l Cehmiyye (72) isimli eserine
bakınız. Allah (azze ve celle) şöyle buyurmaktadır:
“Rabbin geldiği ve
melekler saf saf dizildiği zaman (her şey ortaya çıkacaktır).” (el-Fecr 89/22)
ve:
“Allah –azze ve
celle- ayağını Cehennem’e koymadıkça Cehennem dolmaz.“ Buhari ve Müslim
tarafından rivayet edilmiştir. ve Allah –azze ve celle-‘nin kuluna buyurduğu:
“Bana yürüyerek
gelirsen sana koşar adım gelirim.“ ve (Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in) sözü:
“Allah, Adem
(aleyhi selam)’ı kendi suretinde yarattı.“ Buhari ve Müslim ile İbni Ebi Asım,
es-Sünne’de, Darekutni ise Kitab’us Sıfat’da (58) nakletmiştir.
Allah’ın suretinin
olması selef arasında ihtilaf olmayan bir husustur. Selefin nazarında buradaki
zamir Allah’a aiddir dolayısıyla Allah’ın sureti olduğuna iman etmek vacibdir.
Bu suretin keyfiyyeti, niceliği malum değildir aksine meçhuldur.
Şeyh’ul İslam İbni
Teymiyye’nin bildirdiği üzere Cehmiyye Fırkası’nın ortaya çıkması ile birlikte
üçüncü yüzyıldan itibaren hadisin metninde geçen “kendi suretinde” ifadesindeki
“kendi” zamiri Allah’a atıfken Adem (aleyhi selam)’a döndürülmek suretiyle
tevil ve inkara varmıştır. Bu tarz yaklaşımlar Ebu Sevr, İbni Huzeyme ve Ebu’ş
Şeyh el-Asbahani gibi ilim adamlarından da nakledilmiştir. (Beyan Telbis'il
Cehmiyye fi Tesisi Bidaihim el-Kelamiyye, 6/373-377)
İbni Kuteybe şöyle
demektedir: “Benim kanaatim odur ki: Hiç şüphesiz en iyi bilen Allah’tır,
suret; iki el, parmaklar ve gözden daha çok şaşılacak birşey değildir. Bunlara
olan alışkanlığımız sadece bunların Kur'an'da zikredilmesi sebebiyledir. Suret
kelimesinden ürkülmesi ise, bu kelimenin Kur'an'da bulunmayışındandır. Biz,
bütün bunların (eller, parmak, göz ve suret) hepsine inanır, onlardan
hiçbirinin ne keyfiyyeti, ne de haddi (sınırı, şekli) olduğu hakkında herhangi
birşey söyleriz.” (Tevilu Muhtelif'ul Hadis, 322) ve Nebi (sallallahu aleyhi ve
sellem)’in:
“Muhakkak ki, ben
Rabbimi en güzel suretde gördüm.“ Tirmizi ve Ahmed, Müsned’de, İbni Ebi Asım,
es-Sünne’de ve Abdullah ibni Ahmed, es-Sünne’de (1117) nakletmiştir. sözünde ve
bunun gibi diğer hadislerde olduğu gibi. Bunlardan hiçbirini aklınla/hevanla
tefsir etme zira bunlara iman etmek vacibdir. Bunlardan herhangi birini
hevasıyla tefsir eden yahut inkar eden Cehmi’dir.
Allah’ı Bu Dünyada Gördüğünü Söyleyen
Küfre Düşmüştür
Rabbini bu dünyada
gördüğünü iddia eden Allah’a küfretmiştir (kafir olmuştur).
Ehli Sünnet burada
İslam dininin sınırlarını aşmış sufilere, Allah’ın mahlukatı ile bir olduğunu
iddia eden yahut Allah’ın mahlukatı ile bir olmasının mümkün olduğunu iddia
eden veyahut da Allah’tan kendi şahıslarına has bilgi aldıklarını iddia eden ve
Allah’ı uyanık kalple dünya gözüyle gördüğünü iddia eden zındıklara dikkat
çekmektedir. Allah (subhenahu ve teala) müşrik zındıkların iddialarından
münezzeh ve yücedir.
Şeyh’ul İslam İbni
Teymiyye şöyle demektedir: “Ümmetin selefi ve imamları, mü'minlerin ahirette
yüce Allah'ı gözleriyle görecekleri, dünyada ise bunun mümkün olamayacağı
konusunda icma etmişlerdir. Bu konuda sadece Peygamber (sallallahu aleyhi ve
sellem) hakkında farklı görüşler vardır. Onun sahih hadiste şöyle buyurduğu
sabit olmuştur:
"İyi bilin ki, sizden biriniz ölünceye kadar
Rabbi Azze ve Celle'yi katiyyen göremeyecektir.." (Müslim; Tirmizi)
Kim evliya, ya da
onlardan başka kimseler dünyada gözleriyle Allah'ı görür derse, o kişi bid'atçi
ve sapıktır. Kitab'a, Sünnet'e ve Ümmetin selefinin icmasına muhalefet eder.
Bunlar, bu gibi kimselerin Musa (aleyhi selam)'dan daha faziletli olduğunu
ileri sürecek olurlarsa, tevbe etmeleri istenir. Ederlerse ne ala, değilse
öldürülürler." (Şeyh'ul İslam İbni Teymiyye, Mecmu'ul Feteva, 6/512)
Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) hakkındaki ihtilaf ise, Mirac’da Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)’in Allah (azze ve celle)’yi dünya gözü ile görüp
görmediği hususundadır. Şeyh’ul İslam İbni Teymiyye aynı yerde şöyle
demektedir:
"Sahih
naslarla ve ümmetin selefinin ittifakıyla sabit olan şudur: Dünyada yüce
Allah'ı hiçbir kimse gözüyle göremez. Şu kadar var ki bazı kimseler
Peygamberimiz Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'in Rabbini (Mirac’da)
görüp görmediği konusunda ihtilaf etmiştir. Tek istisna budur. Bununla birlikte
bunlar mü'minlerin Kıyamet Günü’nde, tıpkı (dünyada) güneşi ve ay'ı gördükleri
gibi, Allah'ı görecekleri konusu üzerinde ittifak etmişlerdir." (Mecmu'ul
Feteva, 6/512)
Allah’ın bu
dünyada gözle görülmesi mümkündür ancak sözkonusu olmayacağı bildirilmiştir.
İbni Ebi’l İzz el-Hanefi şöyle der: "Kadı İyad (rahimehullah)’ın dediği bu
söz haktır, çünkü dünyada (Allah’ı) görmek mümkündür, çünkü eğer mümkün
olmasaydı Musa (aleyhi selam) onu sormazdı." (Şerh’ul Akideti’t Tahaviyye,
224)
Allah Teala'nın Zatı Hakkında Düşünmek
Bid'attir
Allah'ın zatı
hakkında düşünmek bid'attir, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in
buyurduğu üzere:
“Mahlukat üzerine tefekkür edin, Allah’ın
zatı hakkında tefekkür etmeyin!..“
Bu manada
birbirine yakın birçok rivayet vardır. Ebu’ş Şeyh (el-Azamet, 5) ve Ebu’l Kasım
el-Asbahani (et-Tergib, 2/73, 174), Suyuti (Cami'us Sağir, 1/132) Ebu Zerr
(radiyallahu anh)’dan ve İbni Abbas (radiyallahu anh)’dan zayıf bir rivayet
olarak nakletmişlerdir. Ancak Ebu Nu’aym (el-Hilye, 6/66-67) Abdullah ibni
Selam (radiyallahu anh)’dan merfu olarak bu hadisin şahidini rivayet etmiştir
ki böylelikle hadis hasen olmaktadır. Bundan başka Taberani, İbni Ebi Şeybe,
İsfehani, Beyhaki’nin rivayet ettikleri şahidleri vardır ki hepsi zayıftır.
(Acluni, Keşf’ul Hafa, 1/311, 357-358, 449)
Burada kınanan ve
yasaklanan tefekkür Allah’ın zatı hakkında tefekkür edip, nasıl, neden gibi
sorular sorarak bunların cevabını bulmaya çalışmaktadır. Acluni’nin rivayet
ettiği bir hadisde: “Allah’ın mahlukatını tefekkür edin, Kendisini değil. Çünkü
buna güç yetiremezsiniz!..“ buyrulmaktadır. (Acluni, Keşf’ul Hafa, 1/311)
Çeşitli varyasyonlarıyla hadis, felsefenin aşıladığı yaratıcıya karşı şüpheci
yaklaşım ve sorgulama üzerine kurulu sistemine de bir reddiye manası taşımaktadır.
Bunların yanısıra, Allah’ın yaratmış olduğu mahlukat, Allah’ın nimetleri, Esma
ve Sıfatları üzerine tefekkür ise yasaklanmış değildir. Bilakis hadisde buna
teşvik vardır.
Zira Allah’ın zatı hakkında tefekkür
kalpte şüpheye yolaçar.
Bütün Mahklukat Allah’ın Emri
Doğrultusunda Hareket Eder
Bil ki;
sürüngenler, yırtıcı (av) hayvanlar(ı) ve bütün hayvanlar örneğin minik
karınca, sinek ve de karınca emrolundukları üzere hareket etmektedirler. Allah
(tebareke ve teala)’nın izni dışında hiçbir şey yapmıyorlar.
Allah’ın İlmi, Henüz Vuku Bulsun-Bulmasın
Herşeyi Kuşatmıştır
Allah’ın zamanın
başlangıcından beri olacak yahut olmayacak herşeyi bildiğine, herşeyi
hesapladığına ve olacak herşeyi kuşattığına iman etmek gerekir. “(Allah) olmuş
yahut olacak şeyleri bilmez!“ diyen azamet sahibi Allah’a küfretmiştir (kafir
olmuştur).
Bu apaçık küfür
olan sözler, Hişam ibni el-Hakem isimli dalalet önderi olan bir şahsa aittir.
Hişam ibn'ul Hakem, Allah (celle celaluhu)’nun yaratana kadar mahlukat hakkında
ilim sahibi olmadığını iddia etmektedir. Euzubillah...
Velisiz Nikah Yoktur
Velisiz, iki adil
şahitsiz ve az olsun çok olsun mehirsiz nikah yoktur. Velisi olmayanın velisi
sultandır.
Velisiz nikahın
olmayacağı prensibi Ebu Musa (radiyallahu anh) tarafından rivayet edilen bir
hadise dayanmaktadır. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle
buyurmuştur: “Velisiz nikah yoktur.“ (Ebu Davud; Tirmizi)
Velisi olmayanın
velisinin sultan olduğu prensibi de bir Hadis'e dayanır. Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem)’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Veli ve iki güvenilir
şahit olmadan nikah olmaz. Bu şekilde kıyılmayan nikah batıldır. Anlaşamazlarsa
sultan velisi olmayanın velisidir.” (Ebu Davud; Tirmizi; İbni Mace; Ahmed,
Müsned)
Üç Talakla Boşamak, Kadını Haram Kılar
Birisi karısını üç
defa ayrı ayrı talakla boşarsa, karısı ona Haram olur. Bir başka adamla
evlenip, boşanıp tekrar ilk kocası ile evlenmeden kadın adama Helal olmaz.
Müslümanın Kanı(nı Dökmek) Üç Durum
Dışında Haramdır
Allah’tan başka
tapılmaya layık bir İlah olmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna
şehadet eden bir müslümanın kanı üç durum dışında dökülmez: Evlendikten sonra
zina etmek, iman ettikten sonra irtidat etmek ve haksız yere bir müslümanı
öldürenin buna karşılık olarak kanının dökülmesi. Bunun dışında, müslümanın
kanı, Kıyamet kopana değin Haram'dır.
Bu hususlar
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den Sahihayn’da nakledilen bir
Hadis'de bildirilmiştir:
"Allah'tan
başka (ibadete layık) ilah bulunmadığına ve benim Allah'ın Rasulü olduğuma
şehadet etmekte olan müslüman bir kimsenin kanı Helal olmaz, ancak şu üç şeyden
biri ile Helal olur: Maktulün hayatı karşılığında öldürülmesi, zina edenin evli
olması, İslam Dini'nden çıkıp müslüman cema'atini terketmesi!" (Buhari;
Müslim)
Mahlukattan Bazıları Yokolacak, Bazıları
Allah’ın Dilemesi İle Yokolmayacaktır
Allah’ın
yokolmasını vacib kıldığı herşey muhakkak yokolacaktır. Cennet ve ateş
(Cehennem) yokolmayacaktır, ne Arş ne de Kürsi, (ne) Levh ve Kalem, ve (ne de)
Sur yokolacaktır. Bunlardan hiçbiri yokolmayacaktır. Sonra Allah, Kıyamet Günü
öldükleri hal üzere mahlukatı yeniden diriltecektir. (Allah) dilediği gibi
onları hesaba çekecek; onlardan bir kısmı Cennet’e ve diğer bir kısmı ise
“es-Seir (tutuşturulmuş ve alevlenmiş yakıcı ateş, Cehennem)’e“ (girecek),
ebedi kalmak için yaratılmamış olan diğer mahlukata (Allah): “Toz-toprak olun!“
diyecek.
Allah Bütün Kullarına Adalet İle
Hükmedecektir
Kıyamet Günü’nde
bütün mahlukat arasında; ademoğlu, sürüngenler, (yırtıcı) av hayvanları hatta
karıncalar arasında bile ta ki Allah’ın, bütün kulları arasındaki adaleti tesis
edene kadar; Ehli Cennet’in Ehli Cehennem’den, Ehli Cehennem’in Ehli
Cennet’den, Ehli Cennet’in birbirlerinden ve Ehli Cehennem’in birbirlerinden
(alıp-vereceği hakkı kalmayacak şekilde) kısasın olduğuna iman (etmek gerekir).
Abdullah ibni
Uneys (radiyallahu anh) dedi ki: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in
şöyle buyurduğunu işittim: “Allah, Kıyamet Günü kullarını -yahut insanları-
çıplak olarak, sünnetsiz olarak ve (bühmen) eşyasız olarak biraraya
toplayacaktır. Biz dedik ki: Bühm ne demektir? Peygamber (sallallahu aleyhi ve
sellem) şöyle buyurdu: İnsanların beraberlerinde hiç bir şeyleri olmamaktır.
Böylece uzakta olan kimsenin duyacağı bir sesle onları şöyle çağıracaktır
(zannedersem, o şöyle demişti: Yakında olan kimse O’nu duyduğu gibi, uzaktaki
de O’nu duyacaktır): Gerçekten Sahib, Sultan benim; Cennet ehlinden hiç
kimseye, Cehennemliklerden birinin zulümden ötürü ona davacı olması halinde,
Cennet’e girmek layık değildir. Cehennem ehlinden de hiç kimseye,
Cennetliklerden birinin zulümden ötürü ona davacı olması halinde, Cehennem’e
girmek layık değildir. (Cennet veya Cehennem’e girmeden önce, bunlara hakları
verilir). Dedim ki: Bu nasıl olur? Biz Allah'a çıplak olarak varlıksız şekilde
gideceğiz, (haklan nereden ve nasıl verebiliriz)? Peygamber (sallallahu aleyhi
ve sellem): Sevablarla ve günahlarla.. buyurdu.” (Ahmed, Müsned; Buhari,
el-Edeb el-Müfred, 970)
Kul’un Amelleri, İhlas ile ve Şirkden Uzak
Olmalıdır
İhlaslı amel Allah içindir.
Allah’ın Kazasını Kabul Etmek ve bundan
Razı Olmak
Allah’ın
kazasından razı olmak, Allah’ın hükmüne karşı sabırlı olmak, Allah’ın
buyurduklarına iman etmek, Allah’ın takdir ettiklerinin tümüne; hayrıyla
şerriyle, acısıyla tatlısıyla iman (etmek gerekir), Allah kullarının ne
yapacaklarını ve hangi istikamete doğru gittiklerini bilir. Onlar Allah’ın
ilminden kaçıp-kurtulamazlar. Ne yerlerde ne de göklerde Allah’ın bilmediği
birşey yoktur. Bilmelisin ki; sana isabet eden (hayır yahut şerr) şaşmayacaktır
ve sana isabet etmeyen (hayır yahut şerr) sana isabet etmeyecektir.
Ebu’l Abbas
Abdullah ibni Abbas (radiyallahu anhuma ecmain)’den şöyle dediği rivayet
edildi: “Bir gün Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’in arkasındaydım bana
buyurdu ki: Ey çocuk sana birkaç kelime
öğreteceğim: Sen Allah’ı(n dinini) koru ki, Allah’ta seni korusun, sen
Allah’ı(n dinini) koru ki, Allah’ı karşında bulursun. İstediğin zaman Allah’tan
iste, yardım dilediğin zaman Allah’tan yardım dile. Bilki ümmet eğer sana bir
şeyle fayda vermek üzere toplansa, sana ancak Allah’ın senin lehine yazdığı şey
ile fayda verebilirler, ve eğer sana birşey ile zarar vermek üzere
toplansa ancak Allah’ın senin aleyhine yazdığı şeyle sana zarar verebilirler.
Kalemler kaldırıldı ve ve sahifeler kurudu.” (Tirmizi; Ahmed, Müsned;
Nevevi, 40 Hadis; Abd ibni Humeyd, Müsned)
Hayrı ve şerriyle
Allah’ın kaza ve kaderine iman etmek imanın şartlarındandır. Hayrı ve şerriyle Allah’ın kaza ve kaderine iman etmek
dört esas üzeredir: Olacak herşeyi Allah’ın bildiğine, olacak herşeyi
Allah’ın Levhi Mahfuz’a yazdığına, olan herşeyin Allah’ın dilemesi ile olduğuna
ve herşeyi; hayır ve şerri ile Allah’ın yarattığına iman etmek.
Ehli Sünnetin
söylediği sana isabet eden (hayır yahut şerr) şaşmayacaktır ve sana isabet
etmeyen (hayır yahut şerr) sana isabet etmeyecektir yargısının aksine i'tikad
etmek, Allah’tan başka bir yaratıcı olduğunu iddia etmek olurki, bu da Şirk ve
Küfür'dür.
KADERE İMAN
Kader: Allah’ın
kainattaki her şeyi ezeli ilmi ve hikmeti doğrultusunda takdir etmesi, o ilmine
uygun bir şekilde düzenlemesidir.
Kişinin kadere imanının tam ve uygun bir şekilde olabilmesi için şu dört
mertebeyi gerçekleştirmesi gerekir.
El-İlmu-İlim: Allah’ın ilmen, cümleten ve tafsileten ezeli
ve ebedi her şeyi bildiğine inanma. Kullarının fiilerini, olacak olmayacak her
ne varsa ilmi ile kaimdir(bilir). Yarattığının rızkını ne kadar olacağını
fiilini ve cennetemi cehennememi gideceğini bilir. Şüphesiz kendi yolundan
sapanları en iyi bilen Rabbım’dır. Doğru yolu bilenleride en iyi bilen O’dur.
Gaybın anahtarı O’ndadır. Ve onları O’dan başkası bilemez. Karada denizde olanı
bilir. Hiçbir yaprak düşmesinki onu bilmesin. Yani dalındaki bir yaprak bile O’nun
ilminin dışında düşmez. Yeryüzünün
karanlıklarında hiçbir dane hiçbir yaş ve kuru olmasın ki apaçık kitabda Levhi
Mahvuzda yazılı bulunmasın. Olacağı, olanı, olmayışı ve olmayacağı mabudu yok
ve mevcudu var olanıda biliyordu. Allah(cc) yarın onların itirazı olmasın diye
onlara Resuller gönderiyor.
EL-KİTATU-YAZI: Allah cc’ın
yazması kıyamete kadar yaşayıp, yaşatacağı mahlukun kaderini, ilminin heryeri
kuşatmasından dolayı “levfi Mahfuz” da yazmıştır. Allah cc kıyamete kadar,
50.000 yıl önce yazılmıştır.
El halku (YARATMA): Bu mertebede
Allah'tan gayrı kainattaki her şeyin yoktan var olma zatlarıyla, sıfatlarıyla,
hareketleriyle Allah'ın mahluku olduğuna iman etmeyi gerektirmekte dir.
Ehli Sünnetin Kader İnancı Ve Akidesi:
Yüce
Allah her şeyin yaratıcısı, sahibi ve yöneticisidir. Hiçbir şeyi daha
yaratmamışken olacak her şeyin kaderini çizmiş, kullarının ve diğer bütün
mahlukatın ölümlerini, ömürlerini, rızıklarını, yapacakları işleri, ahlaki
durumlarını (iyi ya da kötümü olacaklarını) apaçık bir kitap olan levhi
mahfuzda yazmış ve saymıştır. Allah neyi dilerse olur. Neyi de dilemezse hiç
kimsenin onu meydana getirmeye gücü yetmez. O’nun her şeye gücü yeter. Kimi
dilerse hidayete, kimide dilerse sapkınlığa erdirir. O neyin olduğunu, neyin
olacağını, neyinde meydana gelmediğini, eğer meydana gelse idi nasıl olacağını
da çok iyi bilir. Kullarında Allah’ın kendileri için çizmiş olduğu kader
doğrultusunda, yapmak istedikleri şeyleri dileme ve güçlerini bu doğrultuda
kullanma hakları vardır. Tabi ki kulların ancak Allah’ın dilediği şeyleri
dileyebileceklerine itikat edip buna inanmaları gerekir.
Şüphesiz
ki Allah kullarını fiillerini yaptığı işleri yaratandır. Fakat kullar bu işleri
fiiliyatta yapanlardırlar. Kulun yapılması gerekli olan şeylerin terkedip,
yapılması haram olan şeyleri fiiliyata dökmeleri hususunda Yüce Allah’a karşı
kullanabilecekleri bir özürleri,
hüccetleri yoktur. Bilakis hüccet kulların üzerine ikame edilmiştir. Kulun
nefsine gelen musibetler için bu kaderdir demesi caizdir. İşlediği günahlar
için bu Benim kaderimde vardı demesi caiz değildir. Eğer hatalarından tövbe
ederse o zaman bu şekilde söylemek caiz olur.
Yüce Allah’ın kainatta yarattığı fiiller
iki kısma ayrılır.
Birincisi: Yüce Allah’ın
mahlukatın fiillerini, onların istek, irade ve seçme hakları dışında yönlendirmesi,
kendi isteğine göre şekillendirmesidir. Çünkü Yüce Allah sadece kendi
dilediğini yapar. Öldürmek, diriltmek, hastalık ve şifa vermek gibi fiiller bu
kabildendir.
İkincisi: İrade ve isteği
olan her türlü mahlukatın kendi istek ve arzuları doğrultusunda yapmış
oldukları fiillerdir.
Kişi bir işin, bir
olayın kendi isteği dışında cereyan etmesi ile kendi arzuları doğrultusunda
vuku bulması arasındaki farkı anlayabilir. Şöyle ki bir kişinin binanın
çatısından merdivenle aşağıya inmesi ile birinin onu çatıdan aşağıya zorla
itmesi buna bir örnektir. Sonuç olarak ikiside aşağıya inmiştir. Ama birincisi
kendi arzusu, diğeri ise zorunlu olarak inmiştir.
Allah’ın Kulun
Fiillerini Yaratması Ve Kulun Fiilleri İşlemesi:
Yüce Allah kulu ve
onun fiiliyatını da yaratmıştır. Ve ona o fiili yapabilme gücü ve isteğini de
vermiştir. Kul o fiili gerçekte yapan, fiil ile temas halinde bulunandır. Kişi
eğer iman ederse bu onun kendi gücü ve isteği ile yapmış olduğu bir şeydir.
Şayet küfür ve inkar ederse buda yine O’nun isteği doğrultusunda meydana
gelmiştir. Bu aynı bu meyve şu ağaçtandır, şu mahsul bu topraktandır dememiz
gibidir. Yani ondan meydana gelmiş demektir.
Yüce Allah her şey
için bir başlangıç noktası ve buna bağlı olarak yaşamını, devamını bu
noktalardan sağlayan mahlukatı yaratmıştır. Ağacı yaratan Allah’tır, meyve
ağaçtan Allah’ın dilemesi ile türemiştir. Meyve ağaçtandır ama onu yaratan
Allah’tır. Bunun gibi daha bir çok örnek gösterilebilir. İşte bu şekilde
Allah’ın yaratması ile kulun fiili işlemesi arasında bir bağlantı vardır,
aralarında herhangi bir çelişki yoktur. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Allah sizi ve
sizin yaptıklarınızı da yaratmıştır.” (Saffat Suresi 96. ayet) ve şöyle
buyurmuştur:
“Kim (malından) verir ve (Allah’ın
azabından) sakınırsa, en güzeli tasdik ederse Bizde onu en kolaya (hesaptaki
kolaylık) hazırlarız. Kimde cimrilik edip (malından) vermezse, kendisini zengin
sayıp, en güzel olanıda yalanlarsa Bizde onu en zor olana yöneltiriz.” (Leyl
Suresi 5-10. ayetler)
Kulun kadere inancında iki şey ona gerekli
ve farz olur.
Birincisi:
Kulun
yapılması kendisine yasaklanan şeylerden kaçınmasına ve kendisi için takdir
edileni (farzları ve Sünnet’leri) fiiliyata dökmesinde Allah’tan yardım
dilemesi, onu kolaya yöneltip, zorluktan uzaklaştırması için Allah’a dua etmesi
ona farz olur. Böylece kul Allah’a tevekkül eder ve kötülüklerden O’na sığınır,
hayra ulaşıp şerden sakınmada Allah’ın yardımına muhtaç olduğunu bilir.
İkincisi: Kul kendisi için
takdir edilmiş musibetlere sabredip, umutsuzluğa kapılmamalıdır. Gelen
musibetin Allah’ın katından geldiğini bilip, razı olmalıdır. Böylece dünyada
selameti bulur. Bilir ki kendisine bir musibet gelecek olsa o musibeti ondan
uzaklaştıracak hiçbir kuvvet yoktur. Aynı şekilde kendisi için takdir edilmemiş
bir musibet kesinlikle ona isabet edecek değildir.
Kulun
kendisi için takdir edilen kadere rıza göstermesi gerekir. Çünkü kadere olan
rızası onun Yüce Allah’ın rububiyetine tam manası ile iman etmesinden ileri
gelir. Her müslüman Allah’ın iradesine uygun bir şekilde cerayan eden kaderin
fiiliyatı olan kazaya iman etmesi, rıza göstermesi imanın şartlarından biridir.
Yüce Allah yaptığı her işi adalet ve hikmet çerçevesinde yapar, kulun kalbinin
Allah’ın verdiği musibetin yanlışlıkla kendisine gelmeyeceğine, yanlışlıkla kendisine
gelecek bir musibetinde Allah’ın iradesi ve kazası olmadan isabet etmeyeceğine
inanması, onun meydana gelen olaylar karşısında tereddüde düşmesine ve
hayretler içinde kalmasına engel olur. Sitres ve huzursuzluktan arınır, emin
olur. Kaybettiği şeylere üzülmez, geleceğinden korkmaz. Böylece insanların en
huzurlusu, aklı ve fikri rahat olanı haline gelir. Her kim ömrünün sınırlı
olduğunu, korkaklığın ömrünü uzatmayacağını, rızkının belli olduğunu,
cimriliğin rızkını artırmayacağını bilirse kalbi ve gönlü rahatlar, mutmain
olur. Kendisine isabet eden musibetlere sabreder, yapmış olduğu yanlış işler
için tevbe eder, Yüce Allah’ın onun için takdir ettiğine razı olur. Böylece
kendisine gelen musibetlere sabrettiği gibi emredilenleride yapmış, bu ikisi arasını
birleştirmiş olur.
İrade Çeşitleri
İrade (dilemek,
dilediğini yapmak) Yüce Allah’ın kitabında iki çeşit olmak üzere varid
olmuştur.
Birincisi: Kevni
İrade:Bu
irade Yüce Allah’ın yarattığı bütün her şey için geçerlidir. Dilediği meydana
gelir, dilemediği ise vuku bulmaz. Yüce Allah’ın murad ettiğinin muhakkak
olması gerekir. Kainatta vuku bulan her şeyin Yüce Allah tarafından sevilmesi,
hoşnut olunması meydana gelmesi için şart değildir. Kevni irade, Yüce Allah
tarafından yerler ve gökler yaratılmadan önce takdir edilmiştir. Eğer kevni
irade ile Şer’i irade bir yerde, bir noktada çakışırsa işte o zaman Yüce Allah
o kevni iradeyi sever ve ondan razı olur.
Yüce Allah şöyle
buyurmuştur: “Allah kimi hidayete
erdirmek isterse onun göğsünü islama açar” (Enam Suresi 125. ayet)
İkincisi: Şer’i
İrade:
Şer’i
irade Allah’ın istediği, dilediği, razı olduğu amellerin, hadiselerin vuku
bulmasını sağladığı, bu sevdiği, istediği şeyleri yapanlardan razı olduğu
iradedir. Yüce Allah’ın bir şeyi sevmesi vuku bulacağı manasına gelmez. Ancak
kevni irade ile meydana gelmesi istenirse o zaman vuku bulması gerekli olur.
Bu konuda Yüce
Allah şöyle buyurmuştur: “Allah sizin
için kolaylık diler, zorluk dilemez.” (Bakara Suresi 185. ayet)
Yüce
Allah kulunun iman etmesini, itaatte bulunmasını, iyi ameller işlemesini ister,
bunu arzular ve sever. Kullarına sevdiği işleri yapmaları için emreder.
Emirlere uyanları mükafatlandırır, güzel bir karşılık verir. Hiç kimse Allah’ın
iradesi olmadan isyan edemez, asilik yapamaz. O’nun dilediğinden başka hiçbir
şey vuku bulmaz.
Kaderi Değiştiren
Sebepler
Yüce Allah kulunun
başına gelecek kaderin dua, sadaka, kulun yapmış olduğu işlerde dikkatli davranması, ilaç kullanması, yaptığı
işi en sağlam bir şekilde yapması gibi sebeplerle değiştirilebileceğini başa
gelecek olan kaderin bertaraf edilebileceğini bildirmiştir. Çünkü olacak her
şey Allah’ın ezeli ilminde sabittir. Kader değişse de bu kulun kaderinde zaten
vardır, çizilmiştir. Bu sadece bir kaderden diğerine geçiştir. Kulun acizliği ve
başarılı olması dahi kaderinin bir parçasıdır.
Kader Allah’ın Bir
Sırrıdır
Kader
Allah’ın yarattıklarından gizlediği bir sırrıdır. Kainattaki her şeyin gerçek
halini Yüce Allah’tan başka hiç kimse bilemez. Kulun sapkınlığa düşmesi,
hidayete ermesi, ölmesi, dirilmesi, kiminin bolca nimetlenip, kiminin de az
rızık alması hepsi Allah’ın takdirindendir.
Yüce Allah’ın
ezeli ilmi ile olacakları ve olan her şeyi bilmesi insanlık için ğaybı bir
meseledir. Gayb ise Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği bir ilimdir. Ve gayb
kulların nazarında meçhul bir şeydir. Bu sebepten dolayı hiç kimse kaderi,
yapmış olduğu günahlara “Kaderimde vardı” diyerek delil olarak getiremez. Eğer
böyle bir şey olacak olsaydı, günah işleyenlere hesap sorulamaz, zalimlere ceza
verilemezdi. Müşrikler öldürülemez, had cezaları uygulanamazdı. Zalimler
zulmünden alıkonulamaz, din ve dünya fesada boğulurdu.
Kul dünya yaşantısında iki türlü musibetle
karşı karşıya kalır.
Birincisi: Kulun kendi
elinden gelen musibeti bertaraf edecek gücü vardır. Böyle olduğu halde o
musibet karşısında acizlik gösteremez, elinden geleni yapmak zorundadır.
İkincisi ise: Kul kendisine
gelen musibet karşısında yapacak hiçbir şeyi yoktur. Böyle bir durumda
ümitsizliğe, paniğe kapılmadan Yüce Allah’a yönelmeli, ondan probleminin
çözümünü istemelidir. Çünkü Yüce Allah musibetleri daha vuku bulmadan nasıl ve
ne zaman vuku bulacağını çok iyi bilir. Her musibet için meydana gelişi
esnasında bazı sebepler yaratmıştır. Böylece musibetin bertaraf edilişinin
yollarını da bize öğretmiştir. Dolayısıyla kul eğer sebeplere sıkı sıkı
sarılırsa musibetleri bertaraf edecek gücüde kendisinde bulacaktır. Dinimiz
sebeplere sarılmayı emretmiş, sebepler doğrultusunda hareket etmeyeni
ayıplamıştır. Çünkü kul bu fiili ile kendisini tehlikelerden korumamıştır.
Bütün bunların yanı sıra eğer kulda musibetlere karşı koyacak güç ve imkanı
yoksa o zaman kul mazur olmuş olur.
Kulun sebeplere
sarılması, Allah’a tevekkül etmesine engel değildir. Çünkü sebepler kaderin
cüzlerinden biridir. Dolayısıyla kader sebepler ile bir bütündür. Her halükarda
Allah’a tevekkül etmeyi gerektirir. Kul yapacağı işlerde sebeplere sarıldıktan
sonra Allah’a tevekkül eder, ondan kaderinin hayırlı olmasını ister. Eğer
başına bir musibet gelecek olursa da şöyle der: "قدر
الله ما شاء فعل" “Allah takdir etti ve dilediğini de
yaptı.”
Kula musibet
gelmeden evvel musibeti önleyecek sebeplere sarılması gerekir. Çünkü kader
ancak başka bir kader ile defedilir. Şüphesiz ki bütün peygamberler kendilerini
düşmanlarından koruyacak sebeplere sarılmışlardır. Halbuki Yüce Allah onları
korumuş, onlara davetleri esnasında yardım etmiş ve vahiy ile desteklemiştir.
Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem Allah’a tevekkül edenlerin
efendisi olmasına rağmen sebeplere sarılırdı.
Soru:
Rızık
artar ve eksilir mi? Rızık sadece yenilen şeyler midir, yoksa kulun sahip
olduğu her şey rızık mıdır?
Cevap:
İki türlü rızık vardır:
Birincisi: Allah’ın, kişinin rızkı olacağını, yiyeceğini bildiği
şey. Bu rızık değişmez.
İkincisi: Allah’ın yazdığı
ve meleklere bildirdiği rızık. Bu rızık, sebeplere bağlı olarak artar da
eksilir de. Çünkü Allah meleklere, kul için bir rızık yazmalarını emreder. Eğer
Allah’ın rahmeti kula erişirse, bu rızkı onun için arttırır. Nitekim sahih bir
hadiste peygamber efendimizin (s.a.v.) şöyle buyurduğu rivayet edilir: “Kim, rızkının genişlemesinden ve yaptığı
hataların unutulmasından hoşlanıyorsa, sıla-ı rahimde bulunsun, akrabalık
bağlarını gözet-sin.” Buhari, Buyû, 12
Aynı şekilde Davud peygamberin (a.s.) ömrü
altmış sene olarak yazılmıştı. Kırk yaşına geldiğinde, Allah ömrünün yüz sene
olmasını öngördü.
Tirmizi, 3076
Hz.
Ömer’in şu sözü de bu kapsama girer: “Allahım!
Eğer benim bedbahtlardan olmamı yazmışsan, bunu sil ve beni mutlulardan kıl.
Çünkü sen dilediğini siler ve dilediğini sabit bırakırsın.”
Nuh’un
(a.s.) şu sözü de buna örnektir: “Allah’a
kulluk edin; O’na karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin ki, Allah bir
kısım günahlarınızı bağışlasın ve sizi belli bir vadeye kadar tehir etsin.”
Nuh, 3-4 Bunun birçok örneği
vardır.
Rızık elde edilmesine aracı kılınan rızıklar da yüce
Allah’ın takdir edip yazdığı şeyler arasında yer alırlar. Eğer Allah, kulun
çalışması ve kazancıyla rızıklanmasını öngörmüşse, ona çalışmayı ve kazanmayı
ilham eder. Çalışmayla elde edilmesi öngörülen bu
rızık, çalışma dışında elde edilemez. Çalışma ise iki türlüdür. Çalışmanın bir
türü tamamen rızık elde etme içindir. Zanaat, ziraat ve ticaret gibi. Bir kısım
çalışma da dua, tevekkül ve mahlûkata ihsan etme şeklinde olur. Çünkü kul
kardeşine yardım ettiği sürece Allah da ona yardım eder.
Rızık kavramıyla iki şey kast edilir:
Birincisi: Kulun yararlandığı şeyler.
İkincisi:
Kulun sahip olduğu
şeyler.
“Kendilerine verdiğimiz rızıklardan infak ederler.” Bakara, 3
“Size verdiğimiz rızıktan harcayın.”
Münafikun, 10 ayetlerinde bu ikinci kısım rızık kast ediliyor. Bu, Allah’ın helâl olarak
kişiyi sahip kıldığı mallardır.
Birinci
kısım rızıktan ise şu ayette söz edilmiştir:
“Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah’ın üzerinedir.”
Hud, 6 Peygamberimizden (s.a.v.)
rivayet edilen şu hadiste de bu tür rızıktan söz edilmiştir: “Kişi, kendisi için takdir edilen rızkı
tamamlamadan ölmez.” İbni Mace, Ticarat, 2 Bunun gibi örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Kul,
helâl da yer haram da. Bu yedikleri, birinci kısım rızık
itibariyle rızıktır, ikinci kısım rızık itibariyle değil. Kulun çalışarak
kazandığı, ama yemediği şey de ikinci kısım itibariyle rızıktır, birinci kısım
itibariyle değil. Çünkü bu, gerçekte miras aldığı bir maldır, kendi malı
değildir. Doğrusunu Allah herkesten daha iyi bilir.
Soru:
Bir
adam, yol kesse, hırsızlık yapsa veya haram yese, bu yediği ve çalıp çırptığı şeyler, onun
Allah tarafından garanti edilen rızkı mıdır, değil midir?
Cevap:
Bu,
Allah’ın ona mübah kıldığı rızık değildir. Allah bunu sevmez ve bundan razı da
olmaz. Bu nitelikteki bir maldan infak edilmesini de emretmemiştir. “Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden
infak ederler.” Bakara, 3 “Size
rızık olarak verdikleri-mizden infak edin.” Münafikun, 10 ayetlerinin kapsamına haram yollardan
elde edilen mallar girmezler. Bilakis, haram yollardan elde ettiği bir şeyi
infak eden kimseyi yüce Allah kınamıştır. Böyle bir kimse, dinine göre, dünya
ve ahirette azabı hakkeder. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: “Mallarınızı aranızda haksız yollardan
yemeyin.” Bakara, 188 Soruda
belirtilen durum, malın haksız ve batıl yollardan yenilmesi kapsamına girer.
Ancak
bu, Allah’ın önceden bildiği ve takdir ettiği rızıktır. Nitekim sahih bir
hadiste İbni Mes’ud peygamber efendimizden (s.a.v.) şöyle rivayet
eder: “Sizden birinizin yaratılışı şöyle
gerçekleşir: Anasının karnında kırk gün nütfe halinde kalır. Sonra bunun gibi
kırk kan pıhtısı halinde kalır. Sonra kırk gün bir çiğnem et halinde kalır.
Sonra onun yanına iki melek gönderilir ve bunlara şu dört söz emredilir ve
denilir ki: Rızkını, ecelini, amelini, mutsuz veya mutlu olacağını yaz.” Buhari,
Kader, 1; Müslim, Kader, 1 Allah,
kulun hayır ve şer olarak işleyeceği şeyleri bildiği gibi, hayırdan dolayı
sevap, şerden dolayı da ceza verecektir. Aynı şekilde helâl ve haram olarak kişinin edindiği rızıkları da
yazmıştır. Bunun yanında haram yollardan elde ettiği rızıklardan dolayı kulu
cezalandıracaktır.
Haram
rızık, Allah’ın takdir ettiği ve
meleklerin yazdığı bir şeydir. Bu da Allah’ın dilemesinin kapsamına girer,
Allah’ın yarattığı şeyler arasında yer alır. Bununla beraber Allah bunu haram
kılmıştır. Yasaklamıştır. Bunu işleyen kimseye, hakkettiği oranda gazap
edecektir, onu yerecek ve cezalandıracaktır. Allah doğrusunu herkesten daha iyi
bilir.
Kişi,
kendisine emredilen sebebi yerine getirir ve ğücünün dışında olan hususlarda
ise Allah’a tevekkül eder. Tıpkı toprağı süren ve tohumu eken
kimsenin, bunları yaptıktan sonra yağmurun yağması, ekinin yeşermesi ve zararlı
unsurların bertaraf edilmesi hususunda Allah’a tevekkül etmesi gibi. Aynı
şekilde tüccar da mal getirmek ve bir yerden bir yere nakletmek hususunda bütün
çabasını sarf eder; ancak insanların kalbine bu malı talep etme duygusun koyma,
kar edeceği bir fiyatı verme gibi hususlar kulun gücü dahilinde değildir. Kişi
gücünün yettiği şeyleri yaparsa, Allah, aciz kaldığı şeylerden dolayı onu
cezalandırmaz. İstek belli bir şeye yönelik olmaz. Bilakis, rızkın kendisine
yetmesini sağlayan şeylerle ilgili olur. Tıpkı, herhangi bir belirlemede
bulunmadan, Allah’tan yeterli derecede rızık isteyerek dua eden kimse gibi.
Çalışmaya
gücü yeten bir kimsenin kendisinin, çoluk çocuğunun nafakasını temin etmesi ya
da borcunu ödemesi gereken kimse gibi. Alimlerin ortak görüşüne göre, böyle bir
kimsenin çalışması vaciptir. Çalışabildiği halde bunu terk ederse, günahkâr bir
asi olur.
Peygamberlerin
(a.s.) geneli, rızıklarını elde etmelerine yarayan işler yapmışlar, sebepler
gerçekleştirmişlerdir. Nitekim İbni Ömerin rivayet ettiği bir hadiste peygamber
efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Kıyametin hemen öncesinde, insanlar tek ve ortaksız Allah’a
ibadet etsinler diye,
kılıçla gönderildim. Benim rızkım mızrağımın gölgesindedir. Benim emirlerime
muhalefet edenler için alçaklık ve küçüklük vardır. Bir kavme benzeyen
onlardandır.”
Ahmed, 2/50 Sahih bir hadiste
peygamberimizin (s.a.v.) şöyle buyurduğu rivayet edilir: “Kişinin yediğinin en üstünü kendi kazancıdır.” Nesai, Buyû,
1 Davud peygamber kendi kazancını yerdi, zırh yapardı. Zekeriya peygamber
(a.s.) marangozdu. İbrahim peygambe-rin (a.s.) sürüleri vardı. Öyle ki
tanımadığı kimselere semiz bir buzağı ikram edebiliyordu. Ancak varlıklı olan
biri bu şekilde davranabilir.
Allah
her şeyin yaratıcısıdır. Fakat Kur’an ve hadislerde kötülük ancak aşağıda
işaret edilen üç şekilde yüce Allah’a izafe edilir:
Birincisi: Genelleştirme
yoluyla. “Allah her şeyin yaratıcısı-dır.” Rad, 16, Zümer,
62 ayetinde olduğu gibi.
İkincisi: Sebebe izafe etmek sûretiyle. “Yarattığı şeylerin şerrin-den...”
ayetinde olduğu gibi.
Üçüncüsü: Fail
hazfedilerek. “Bilmiyoruz, yeryüzündekilere kötülük mü murat edildi, yoksa rableri
onlara bir hayır mı diledi?” Cin, 10
Bu
üç ifada tarzının üçünün de Fatiha suresinde yer aldığını görüyoruz: “Alemlerin rabbi olan Allah’a
hamd olsun.” burada genelleştirme söz konusudur. “Nimet verdiklerinin yoluna. Gazaba uğramışların... değil.” burada ise gazabın faili hazf edilmiş. “ve saapmışların....” burada
ise sapma olgusu mahlûka izafe
edilmiş. Buna Hz. İbrahim’in (a.s.) şu sözünü de örnek
gösterebiliriz: “Hasta olduğum zaman,
bana şifa veren O’dur.” Şuara, 80
Hızırın şu sözü de: “O’nu kusurlu kılmak istedim.” “Böylece istedik ki, rableri onun yerine kendilerine, ondan daha temiz
ve daha merhametlisini versin.” “Rabbin
istedi ki, o iki çocuk güçlü çağlarına erişsinler.” Kehf, 79-82
Allah
şöyle buyurmuştur: “O ki, yarattığı her
şeyi güzel yapmış...” Secde, 7
“Bu, her şeyi sapasağlam yapan Allah’ın sanatıdır.” Neml, 88 Buna göre mahlûkat, yaratılışına esas
oluşturan hikmet itibariyle hayır ve
hikmetten ibarettir. Başka açıdan şer de içerse de. Bu ise, arızi ve cüz’i bir olgudur. Salt şer
değildir. Bilakis, ağır basan hayır
amaçlanarak işlenen şer de hikmet sahibi bir fail açısından hayrın
göstergesidir. Bu işi gerçekleştirdiği mahal açısından şer olsa da.
Allah’ın
kudretinin herşeyi kapsaması
Allah’ın
her şeye gücü yeter. Hiçbir şey bu genelliğin dışında değildir. Fakat, varlığı
tasavvur edilebilene “şey” adı verilir. Fakat özü itibariyle imkânsız olan ise,
aklı başında herkesin ittifak ettiği üzere “şey” olarak değerlendirilemez.
Zıt
olan şeyleri yaratma kudreti, bunları alternatifli olarak yaratma kudretidir.
Allah, kulunu hareket eden yapmak istediği zaman, yapar. Onu hareketsiz yapmak
istediğinde de, yapar. İman, küfür ve başka hususlar için de bu kural
geçerlidir. Fakat kulun, aynı anda zıt olan iki şeyle vasfedilmesi mümkün
değildir. Hem Allah’ın muttaki velilerinden sadık bir mü’min olması hem de Allah’ın düşmanı münafık bir
kâfir olması gibi. Bununla beraber kul da, imandan bir şube ile nifaktan bir
şubenin bulunması mümkün-dür.
Kulun
bilmesi gerekir ki, Allah’ın bilgisi, kudreti, hikmeti ve rahmeti eksiksizdir,
mükemmeldir, bundan daha fazlası tasavvur edilemez. Daha doğrusu, eksiksiz
kemal tasavvur edildikçe, bu, yüce Allah açısından vacip olur. Bazı kullar, Allah’ın
bazı hikmetlerini bilirler. Allah’ın gizlediği bazı hikmetler de onlardan gizli
kalır.
Allah’ın
hikmetini, rahmetini ve adaletini bilme bakımından insanlar birbirlerinden
üstün olabilirler. Kulun varlıkların hakikatine dair ilgisi arttıkça, Allah’ın
hikmetine, adaletine, rahmetine ve kudretine dair bilgisi de artar. Bilir ki,
Allah işlediği güzel ameller ve bu amellerin sevapları itibariyle kendisine
nimet bahşetmiştir. Yine bilir ki, işlediği günahlardan dolayı başına gelen
azap da Allah’ın adaletinin bir göstergesidir. Günahın
kendisinden sadır olması, Allah’ın takdirinin bir parçası olsa da, kendi
nefsinin yetersizliğinin, acizliğinin ve bunun bir sonucu olan cahilliğinin
sonucudur. Kendisinde bulunan iyilikler de Allah’ın fiilidir. Bunların varlığını Allah
bahşetmiştir. Allah, nefsi yaratmış ve ona şekil vermiştir. Ona günahını da
takvasını da ilham etmiştir. Günah ve takvanın ilham edilmiş olması, sınırsız
bir hikmetin göstergesidir. Şayet Adem oğullarının öncekileri ve sonrakileri
içindeki bütün aklı başındaki kimseler, bundan daha mükemmel bir hikmet bulmak için toplansalar, bulamazlar.
Soru:
Maktul
eceliyle mi ölmüştür, yoksa katil ecelini dolmadan kesmiş midir?
Cevap:
Maktul
ve diğer ölüler, ecelleri dolmadan ölmezler. Hiç kimse de önceden belirlenmiş
ecelinden sonra ölmez. Hatta diğer hayvanların ve ağaçların da öne alınamaz ve
ertelenemez ecelleri vardır. Çünkü bir şeyin eceli, ömrünün sonudur. Bir şeyin
ömrü de hayatta kalış süresidir. Buna göre, ömür, hayatta kalış müddeti, ecel de ömrün sona ermesi demektir.
Sahihi
Müslim’de ve başka kaynaklarda peygamber efendimizin (s.a.v.) şöyle buyurduğu
rivayet edilmiştir: “Allah, gökleri ve
yeri yaratmazdan elli bin sene önce, mahlûkatın kaderlerini belirlemişti. O
sırada Allah’ın arşı suyun
üzerindeydi.”
Müslim, Kader, 16 Sahihi Buhari’de ise peygamberimizin (s.a.v.) şöyle
buyurduğu rivayet edilir: “Allah vardı ve
Ondan önce hiçbir şey yoktu. Arşı suyun üzerindeydi. Her şeyi zikirde yazdı.
Gökleri ve yeri yarattı.-rivayetin bir diğer versiyonunda lafız şöyledir:-
sonra gökleri ve yeri yarattı.” Buhari, Bed’ul halk, 1 Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur:
“Ecelleri geldiği zaman onlar ne bir saat
geri kalabilirler ne de öne geçebilirler.” Nahl, 61
Daha
olmadan, Allah, olanı bilir. Bunu yazmıştır da. Şunun karın ağrısıyla, şunun
zatulcenab hastalığıyla, şunun yıkıntı altında kalarak veya boğularak, yahut
başka sebeplerle öleceğini bilir. Şunun, zehirlenerek veya kılıçla yahut taşla
ya da başka bir şeyle öldürüleceğini bilir.
Allah’ın
bütün bunları bilmesi ve yazması, hatta her şeyi dile-mesi ve her şeyi
yaratması, kişilerin bunlardan dolayı övülmelerine, yerilmelerine, sevap
kazanmalarına veya cezalandırılmalarına engel değildir. Bilakis, Allah yolunda
cihad eden kimse gibi, bir insan, Allah’ın ve resulü’nün emri uyarınca birini
öldürürse, bundan dolayı sevap kazanır. Yol kesenlerin ve saldırganların yaptığı
gibi, bir kimse de Allah ve resulü’nün haram ettiği şekilde birini öldürürse,
bundan dolayı cezalandırır. Kısas olayında olduğu gibi, mübah olarak birini
öldürürse, ne sevap kazanır, ne de ceza görür. Ancak bu bağlamda iyi ya da kötü
bir niyet taşımış olması başka.
İki
türlü ecel vardır: Allah’ın bildiği
mutlak ecel... Şartlara bağlı
ecel.... Bununla, peygamber efendimizin (s.a.v.) şu sözlerinin anlamı
anlaşılmış oluyor. Buyuruyor ki: “Kim,
rızkının genişlemesinden ve yaptığı hataların
unutulmasından hoşlanıyorsa, sıla-ı rahimde bulunsun, akrabalık bağlarını
gözetsin.”
Buhari, Buyû, 12 Çünkü yüce Allah, meleğe şöyle emretmiştir: Ecelini yaz. Ama sıla-ı rahmi gözetirse, ona fazladan şu kadar
ömür vereceğim.... Melek, ömrün uzatılıp uzatıl-mayacağını bilmez. Fakat Allah, işin nereye varacağını bilir.
Bu sonuç da gerçekleştiği zaman, ecel ne bir saat ileriye alınır, ne de bir
saat ertelenir.
Allah’ın hükmü iki türlüdür: Yaratma ve
Emretme.
Birincisinin
kapsamına, takdir ettiği musibetler girer.
İkincisinin
kapsamına, emir ve yasakları girer. Kul, her iki durumda da sabretmekle
yükümlüdür. Dolayısıyla yapması emredi-len şeyi yapmak ve yasaklanan şeyi de
terk etmek hususunda sabretmesi gerekir. Aynı şekilde Allah’ın takdir
ettiklerine sabretmesi de lazım gelir.
İnsanlar dört
kısma ayrılırlar
1)
Kendisi için değil, rabbi için buğzedenler. 2) Rabbi için değil, kendisi için
buğzedenler. 3) Her ikisi için de buğzedenler. 4) Her ikisi için de buğzetmeyenler...
Kadere tanıklık etmek hususunda da dört
kısma ayrılırlar.
1)
İyiliğin Allah’ın fiili, kötülüğünse kendisinin fiili olduğuna inananlar. 2)
İyiliğin kendi fiili, kötülüğünse Allah’ın fiili olduğuna inananlar. 3) Her
ikisinin de Allah’ın fiili olduğunu düşünenler. 4) Her ikisinin de kendi fiili
olduğunu düşünenler...
İşte
Rububiyeti müşahede etme hususunda insanlar bu dört gruba ayrılırlar. Bu,
insanların Allah ve kendileriyle ilgili olarak takındıkları tavırların
odaklandığı taksimdir. Ayrıca Allah ve kendileriyle de bu şekilde gruplanırlar.
Salt olan taksim ise, Allah ile Allah için amel etmektir. Kendisiyle kendisi
için değil.
Saidler ve Şakiler
Soru:
Sırf mutluluğa özgü kılınmış veya sırf mutsuzluğa özgü kılınmış topluluk yahut
mutsuz olmayacak mutlu ya da mutlu olmayacak mutlu var mıdır? Şayet bizden önce
amellerin varlığı söz konusuysa, o zaman amel etme hususunda nefsi yormanın ve
onu lezzetlerden alıkoymanın ne anlamı var? Değil mi ki ezelde yazılan şey
kaçınılmaz olarak gerçekleşecek?
Bu Meseleye
Resulullah’ın Cevabı
Cevap:
Allah Resulu (s.a.v.) birden çok hadiste bu soruya cevap vermiş.
Müslim
sahihinde Züheyr’den, Ebu Zübeyr’den ve Cabir b. Abdullah’tan şöyle rivayet
eder: Süraka b. Malik b. Cü’süm geldi ve dedi ki: “Ya Resulallah! Sanki şu anda yaratılmışız gibi bize dinimizi açıkla.
Bu gün ne için amel edilir? Kalemlerin mürekkep-lerinin kuruduğu ve kaderlerin
takdir edildiği şeyler için mi? Buyurdu ki: “Bilakis; kalemlerin kuruduğu ve
kaderlerin takdir edildiği şeyler için.”
Dedi ki: Şu halde neden amel etmeyelim ki? Züheyr şöyle der: Burada Ebu Zübeyr
anlamadığım bir şey söyledi. Ne dediğini sordum. Dedi ki: Amel edin, çünkü
herkese kolaylaştırılır.” Müslim, Kader, 8
Buhari
ve Müslim’de Ali’den (r) şöyle rivayet edilir: “Bir gün Resulullah (s.a.v.)
elinde bir değnek yeri eşeliyordu. Bir ara başını kaldırdı ve şöyle dedi: Sizden hiç kimse yoktur ki cennetteki ve
cehennemdeki menzili şu anda biliniyor olmasın.” Dediler ki: “Ya Resulallah! O halde ne diye amel ediyoruz? Tevekkül
etsek daha iyi olmaz mı? Buyurdu ki: Hayır; amel edin! Çünkü herkese,
yaratıldığı akıbete uygun ameller kolaylaştırılır.” Ardından şu ayetleri
okudu: “Fakat kim verir ve
korkup-sakınırsa ve en güzel olanı doğrularsa, biz de onu kolay olan için
başarılı kılacağız. Kim de cimrilik eder, kendini müstağni görürse ve en güzel
olanı da yalan sayarsa, biz de ona en zorlu olanı (azaba uğramasını)
kolaylaştıracağız.” Leyl, 5-10 Buhari, Kader,
4
Peygamber
efendimiz (s.a.v.) bu ve benzeri hadislerde, Kur’an’ın da haber verdiği gibi,
yüce Allah’ın, kulların varacakları mutluluk ve mutsuzluğu önceden bildiğini,
yazdığını ve takdir ettiğini haber veriyor. Kulların ve başka varlıkların
hallerini önceden bilip yazdığı gibi. Nitekim Buhari ve Müslim’de Abdullah b.
Mesud’dan şöyle rivayet edilir: Doğru
sözlü ve sözleri her zaman doğrulanan Resulullah (s.a.v.) şöyle anlattı: “Sizden her birinizin ana rahmindeki
yaratılışının ilk kırk günü nütfe şeklinde geçer. Sonraki kırk günde bir kan
pıhtısı olur. Ondan sonraki kırk günde bir çiğnem et olur. Sonra Allah bir
meleği dört kelimeyle ona gönderir. Melek onun amelini,
ecelini, rızkını, mutsuz veya mutlu oluşunu yazar. Sonra onun içine ruh üfler.
Kendisinden başka ilah olmayan Allah’a yemin ederim ki, içinizden biri sürekli
olarak cennet ehlinin amelini işler, nihayet onunla cennet arasında bir zira
kadar mesafe kalır ki, daha önce yazılmış olan kader öne geçer de, o
adam ateş ehlinin amelini işleyerek ateşe girer. Yine içinizden biri sürekli
olarak ateş ehlinin amelini işler, nihayet onunla ateş arasında bir zira kadar
bir mesafe kalır ki, daha önce yazılmış olan kader öne geçer de, o adam cennet
ehlinin amelini işleyerek cennete girer.” Buhari, Bed’ul halk, 6
Yüce Allah’ın
varlıkları ve türlerini yaratmadan önce onları bildiğine, yazdığına,
hükmettiğine ve takdir ettiğine dair nasslar ve rivayetler oldukça fazladır.
Resulullah
efendimiz (s.a.v.) bunun, mutluluk ve mutsuzluğa yol açan amellerin varlığına
engel olmadığını, mutluluk ehli olana mutluluk ehlinin amelinin
kolaylaştırıldığını açıklamış, kişinin nasıl olsa önceden yazılmış bir kader
vardır diye amel etmeyi terk etmesini yasaklamıştır. Bu yüzden önceden yazılmış
kadere güvenerek emredilen amelleri terk edenler, amel olarak en büyük hüsrana
uğrayan, emekleri dünya ve ahirette boşa giden kimselerdir. Dolayısıyla
yapmakla yükümlü oldukları amelleri terk edişleri, kendileri için takdir edilip
de kendilerine kolaylaştırılan mutsuzluk ehlinin amelleri arasında yer alır.
Çünkü mutluluk ehli olanlar, emredilenleri yapıp yasaklananlardan kaçınan
kimselerdir. Bu bakımdan, kadere yaslanarak kendisine emredilen vacip amelleri
terk edip, yasaklanan amelleri işleyen kimse, kendilerine mutsuzluk ehlinin
amelleri kolaylaştırılan mutsuzlardan biridir.
Peygamber
efendimizin (s.a.v.) bu son derece doğru ve isabetli cevabı, Tirmizi kanalıyla
rivayet edilen bir diğer hadiste yer alan şu cevabına benziyor: Denildi ki: “Ya Resulallah! İlaçlarla tedavi olalım mı?
Ayet ve dua ile hastalıktan korunalım mı? Hastalık korkusuyla önceden tedbir
alalım mı? Bunlar, Allah’ın takdir ettiği bir şeyi engeller mi? Buyurdu ki:
Bunlar da Allah’ın takdirleridir.” Tirmizi, Tıp, 21
Çünkü yüce Allah, varlıkların bütün
durumlarını ve mahiyetlerini bilir, buna göre yazar. Allah, bir şeyin amel veya
başka sebepler aracılığıyla olacağını bilip yazdığında ve bunu takdir
ettiğinde, bu gibi şeylerin, Allah’ın sebep kıldığı şeyler olmadan
olabileceklerini düşünmek caiz değildir. Bu durum, bütün hadiseler için
geçerlidir.
Bir
örnek verecek olursak: Allah, şu erkek ve kadının bir çocuğunun olacağını bilip
yazdığı zaman ve Allah bunun gerçekleşmesini kadınla erkeğin birleşmelerine,
çocuğun oluşumunu sağlayan meninin ana rahmine akmasına bağlı kıldığı vakit,
artık Allah’ın, çocuğun varlığını bağlı kıldığı sebep olmaksızın çocuğun var
olabilmesi caiz değildir. Çocuğun olmasının sebepleri, alışıla gelen (normal)
ve alışık olunmayan (normal ötesi) olmak üzere iki kısma ayrılırlar.
Normal sebepler: Ademoğullarının bir anne ve bir babadan dünyaya
gelmeleri.
Normal ötesi sebepler: Bir insanın sadece bir anneden dünyaya gelmesi, İsa
(a.s.) gibi. Ya da sadece bir babadan dünyaya gelmesi, Havva gibi. Yahut anasız ve babasız dünyaya gelmesi,
insanlığın atası Adem’in çamurdan yaratılması gibi.
Allah bütün sebepleri önceden bilmiş ve
yazmıştır. Onları takdir etmiş, hükme bağlamıştır. Bunların sonuçlarla
irtibatlarını da önceden belirlemiştir. Bitkilerin yaratılmasına aracı olan
yağmurun yağması gibi sebepler de bu kapsama girer. Nitekim yüce
Allah şöyle buyuruyor:”Ve Allah’ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda,
yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında...” Bakara, 164 “Orada suyu indirir ve onunla türlü türlü
meyveler çıkarırız.” Araf, 57
“Ve her canlı şeyi sudan yarattık.” Enbiya, 30 Bunun gibi daha birçok ayeti örnek gösterebiliriz. Şu halde
bunların tümü önceden takdir edilmiş ve
bilinen şeylerdir. Oluşlarından önce hükme bağlanıp yazılmışlardır.
Soru:
Yüce
yaratıcı saptırır mı hidayete mi erdirir?
Cevap:
Varlık
aleminde olan her şey Allah tarafından
yaratılmıştır. Her şeyi dilemesi ve kudretiyle yarattı. O’nun istediği olur,
istemediği de olmaz. Veren de O’dur, vermeyen de. Alçaltan da O’dur, yükselten
de. Üstün kılan da O’dur, alçaltan da. Zengin eden de O’dur, fakir eden de.
Kimini saptırır, kimini de doğru yola iletir. Kimini mutlu eder, kimini
bedbaht. Mülkü dilediğine verir, dilediğinden de çekip alır. Dilediği kimsenin
göğsünü islâma açar, dilediği kimselerinde göğsünü göğe yükseliyormuş gibi
sıkıştırır. O, kalpleri çekip çevirendir. Bütün kulların kalpleri Rahman’ın iki
parmağının arasındadir. Bunlardan dilediğini dosdoğru tutar, dilediğini de
kaydırır. Mü’minlere imanı sevdiren, onu kalplerine
süslü gösteren, onların küfürden, fısktan ve günahtan tiksinmelerini
sağlayan O’dur. İşte bunlar doğru yol üzere olanlardır.
Allah
her şeyin yaratıcısı, rabbi ve sahibidir. O’nun dilediği olur, dilemediği de
olmaz. O’nun her şeye gücü yeter. Kulu, sabırsız, aceleci, kendisine bir
kötülük isabet ettiğinde feryadı basan, kendisine bir iyilik dokunduğunda ise,
başkasına vermeyen bir karakterde yaratmıştır. Bununla beraber kul, gerçek bir
faildir, bir dilemesi ve kudreti vardır. Nitekim yüce Allah bu hususla ilgili
olarak şöyle buyur-maktadır: “Sizden doğru
yolda gitmek isteyenler için. Alemlerin Rabbi Allah
dilemedikçe siz dileyemezsiniz.” Tekvir, 28-29
“Şüphesiz bu bir öğüttür. Artık dileyen
Rabbine doğru bir yol tutar.Sizler ancak Allah’ın dilemesi sayesinde
dileyebilirsiniz.”
İnsan, 29-30
“Asla! Bilsinler ki bu, gerçekten bir
ikazdır. Dileyen öğüt alır. Bununla beraber, Allah dilemeksizin onlar öğüt
alamazlar. Sakınılmaya layık O’dur, mağfiret sahibi de
O’dur.”
Müddessir, 54-56
Müsbetlikte ve
menfilikte kaderin hakkına tecavüz etmemek gerekir, örneğin, rızkı temin etmek,
esbaba tevessüle bağlı kılınmıştır, Rızık konusunda insanlar üçe ayrılırlar;
1)- Rızkı ben
kazandım diyen (kafirler)
2)- Rızkı Kabbim
verdi diyen (mü'minler.)
3)- Rızkı manevi
şekilde bulanlar (muhlisler)
Allah ile birlikte başka bir yaratıcı
yoktur.
İnsanın kendi
fiillerini yarattığını iddia ederek kaderi inkar eden Kaderiyye ve biri hayır
diğeri şerri yaratan iki ilaha inanan Mecusiler'in aksine müellifin vurguladığı
Allah’ın tek yaratıcı oluşu yargısı elbetteki insanların fiillerini de
kapsamaktadır. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) geleceğe dair verdiği
bilgiyle bizleri kaderin inkar edilişine dair uyarmaktadır:
“Her ümmetin
Mecusi'si vardır. Benim ümmetimin Mecusileri ise 'Kader yoktur' diyenlerdir.
Onlardan biri ölürse, cenazesine katılmayın, hasta olursa ziyaretine gitmeyin.
Onlar Deccal taifesidir. Allah’ın onları Deccal’e ilhak ettirmesi (ona katılmış
bir grup olarak değerlendirmesi) hakkıdır.” (Ebu Davud)
Allah (azze ve
celle) insanları ve fiillerini yaratığını buyurmaktadır: “Oysa sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah
yaratmıştır.” (es-Saffat 37/96)
Allah, insanoğlunu iyi ve kötüyü seçme
hususunda serbest bırakmıştır:
"Şüphesiz Biz
ona (doğru) yolu gösterdik; ister şükreder, ister nankörlük eder." (İnsan
76/3)
Allah, iyiliği
emreden ve kötülükten sakındıran peygamberler göndermiş insanoğlunu
sapkınlıktan kurtulmaya davet etmiştir. Neticesinde Allah insanları
fiillerinden sorumlu tutmuştur. İnsanlar fiillerinin karşılığı olarak da,
Cennet yahut Cehennem ile mükafatlandırılacaktır. İmam Buhari, bu hususta Halk
Efal’ul İbad (Kulların Fiilleri Yaratılmıştır) isimli müstakil bir eser
yazmıştır.
Cenaze Namazında Dört Tekbir Vardır
Cenaze namazında
dört tekbir söylenilmelidir. Bu; Malik ibni Enes, Süfyan es-Sevri, Hasan ibni
Salih, Ahmed ibni Hanbel ve fakihlerin görüşüdür ve Rasulullah sallallahu
aleyhi ve sellemin kavlidir.
Buhari ve Müslim
tarafından nakledilen Hadisde Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in
Necaşi’nin cenaze namazında dört tekbir getirdiği kaydedilmiştir.
Ebu Hureyre
(radiyallahu anh)'dan rivayet olundu ki (o, şöyle demiştir): "Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) Necaşi'nin vefatını, Necaşi öldüğü gün bizzat
haber verdi. Akabinde namaz yerine çıktı, sahabilerini saf yaptı ve dört tekbir
aldı." (Buhari; Müslim)
Herbir Yağmur Damlası ile Gökten Yeryüzüne
İnen bir Melek Vardır
Herbir yağmur
damlası ile, Aziz ve Celil olan Allah’ın kendisine emrettiği yere (yağmur
tanesini) yerleştirene kadar gökten yeryüzüne inen bir melek olduğuna iman
(etmek gerekir).
İmam Taberi, bu
görüşü sahih bir isnadla, tabiin döneminin önder imamlarından Hakem ibni Uteybe
(H115)’den nakleder. (Taberi, Tefsir, 14/19) Ebu’ş Şeyh (Azamet, 761) ve İbni
Kesir (el-Bidaye ve’n Nihaye) ise Tabiin döneminin bir başka önder imamı olan
Hasan el-Basri’den bu görüşü hasen isnad ile nakletmişlerdir.
Mekke Müşriklerinin Ölüleri; Bedir Günü,
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Sözlerini İşittiler
Bedir Günü,
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem kuru kuyuya atılan (müşrik ölüler) ile
konuştuğunda müşriklerin (ölülerinin) onun kelamını işittiklerine iman (etmek
gerekir).
Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) Bedir Günü, müşriklerden öldürülmüş Mekke
liderlerinin isimlerini birer birer zikretmiş ve onlara hitaben
"Rabbinizin size vaadettiğini hak buldunuz değil mi?" diye sormuştur:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Bedir Günü, müşriklerden öldürülmüş
Mekke liderlerine şöyle seslenmiştir: "Ya Ebu Cehil ibni Hişam! Ya Umeyye
ibn'ul Halef! Ya Utbe ibni Rebia! Ya Şeybe ibni Rabia! Rabbinizin size
vaadettiğini hak buldunuz değil mi? Ben Rabbimin bana vaadettiğini hak buldum.
Ömer (radiyallahu anh), Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in sözünü
işitmiş de: Ya Rasulullah! Nasıl işitsinler, nasıl cevap versinler ki? Hepsi
leş olmuşlar, demiş. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem): Nefsim elinde
olan Allah’a yemin ederim ki: Benim söylediklerimi siz onlardan daha iyi işitir
değilsiniz. Lakin onlar cevap vermeye kadir olamazlar." (Buhari; Müslim)
Allah Hastalık Sebebiyle Kulunun
Günahlarını Siler
Bir adam
hastalandığında, Allah’ın onu hastalığı sebebiyle ödüllendireceğine iman (etmek
gerekir).
Abdullah İbni
Mes'ud (radiyallahu anh) şöyle demiştir: “Ben Peygamber (sallallahu aleyhi ve
sellem)'in hastalığında vücudu hummanın hararetinden şiddetle sarsıldığı sırada
huzuruna vardım ve: Ya Rasulullah, şübhesiz ki, humma hararetinden çok ıztırab
çekmektesin! dedim. Ardından: Ya Rasulullah, bu şiddetli hummanın şüphesiz iki
kat ıztırabı var, elbette buna karşılık size de iki kat ecr ve mükafat vardır
diye arzettim. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem): Evet. Herhangi
müslümana bir eza isabet ederse, muhakkak ağacın yapraklarının düşmesi gibi,
Allah o Müslümandan günahlarını düşürür, buyurdu.” (Buhari; Müslim)
İsabet eden bela,
eza ve hastalıkların müslümanın günahlarına kefaret olması ve günahlarını
silmesi ile alakalı alimler arasında bazı ihtilaflar vardır.
"Müslümana
isabet eden musibet sebebiyle Allah kulunun sadece küçük günahlarını mı siler
yoksa bütün günahlarını mı siler?" şeklindeki ihtilafa dair İbni Hacer
şöyle der: “(Hadisin) zahiri umumen bütün günahlara aid olmasını ifade eder,
lakin alimlerin çoğunluğu bunu küçük günahlara has kılmışlardır.” (İbni Hacer,
Feth’ul Bari, 13/14)
Bu mevzuda nakledilen
çok sayıda hadisden anlaşıldığı üzere, kişiye isabet eden musibetler günahların
silinmesine vesile olduğu gibi aynı zamanda kişinin sevap kazanmasına ve
derecesinin yükselmesine de vesile olur. Bu noktada alimler arasında bir başka
ihtilaf da, "kişinin sevap kazanması ve derecesinin yükselmesi bizzat
hastalık sebebiyle midir yoksa hastalığa tutulan şahsın buna sabretmesi
sebebiyle midir?" şeklinde cereyan etmiştir. Kurtubi, İzz ed-Din ibni
Abd’us Selam, Şeyh’ul İslam İbni Teymiyye, Hafız ibni Kayyım ve onlarla aynı
görüşte olan alimlere göre; musibetler, hastalıklar ve ezalar sadece işlenmiş
günahlara verilen karşılıktır ki böylelikle Allah kişinin günahlarını siler.
Yani musibetler, hastalıklar ve ezalar günahlara kefaret olur ancak kişi bundan
dolayı sevap kazanmaz ve derecesi de yükselmez zira sevap yalnız kesb yolu ile
kazanılır yani insan sevabı işlediği ameli ile kazanır, mücerred musibetin
isabet etmesi ile kazanmaz. Bu görüş Abdullah ibni Mes’ud (radiyallahu anh)’dan
sahih olarak nakledilmiştir. Diğer taraftan, Karafi, İmam Nevevi, Hafız ibni
Receb el-Hanbeli, Hafız İbni Hacer el-Askalani ve onlarla aynı görüşte olan
diğer alimlere göre; mücerred musibetin büyüklüğüne göre günahlara kefaret olur
günahlar silinir, kişi musibete karşı sabrederse kefaret daha çabuk elde edilir
ve karşılık büyür. Hafız İbni Hacer, ilgili hadisin şerhinde geniş açıklamalar
yapar. (İbni Hacer, Feth’ul Bari)
Allah Şehidleri Ödüllendirir
Allah şehidi
(Allah yolunda) ölümü sebebiyle ödüllendirir.
Çocuklar Bu Dünyada Ağrı Hisseder
Çocukların bu
dünyada kendilerine bir musibet isabet ettiğinde ağrı hissettiklerine iman
(etmek gerekir). Bekre ibni Uhti Abd’ul Vahid “onlar ağrı hissetmez!“ demiş ve
yalan söylemiştir.
Bekre ibni Uhti
Abd’ul Vahid ibni Zeyd el-Basri. Ehli Zühd ve Ehli Bidat’ın liderlerindendir.
İbni Hazm onun Havaric fırkasına mensup olduğunu söyler. Küçük günahlardan
birini dahi işleyenin kafir ve müşrik olduğunu ve Cehennem’e gideceğini söyler.
Bedir Ehli'nden olup da günah işleyenlerin kafir ve müşrik olduğunu ancak
Cennet’e gireceklerini söyler. (İbni Hacer, Lisan’ul Mizan, 2/60-61)
İbni Hacer, Bekre
ibni Uhti Abd'ul Vahid’in talebesi Abdullah ibni İsa’dan çocukların bu dünyada
agrı hissetmeyecekleri görüşünü nakleder. Ardından da, İbni Kuteybe’nin bu görüşü
bizzat Bekre ibni Uhti Abd’ul Vahid’den naklettiğini söyler: "Abdullah
ibni İsa derki: Deliler, çocuklar ve hayvanlar başlarına gelen hastalıklardan
dolayı ağrı çekmezler, çünkü Allah hiç kimseye zerre kadar zulüm etmez. İbni
Kuteybe ise bu ağrılar meselesini Bekre’nin kendisinden nakleder."
(Lisan’ul Mizan, 2/358-359)
Allah’ın Rahmeti ile Olması Müstesna Hiç
Kimse Cennet’e Giremez
Bil ki; Allah’ın
rahmeti olmadan hiç kimse Cennet’e giremez. Allah hiç kimseyi günahlarının
miktarının karşılığı olmaksızın cezalandırmaz. Eğer onların hepsini;
gökyüzündekileri, yeryüzündekileri, iyi ve facir olanlarını cezalandırırsa,
onlara karşı adilce azab etmiş olur.9
Ubeyy ibni Kab
(radiyallahu anh)’ın naklettiği bir hadisde Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) şöyle buyurmuştur: "Eğer Allah, sahip olduğu göklerin halkını ve
yer (küresin)in halkını tazip etseydi onlara zulüm etmiş olmadan azab vermiş
olurdu. Eğer onlara merhamet etseydi Allah'ın rahmeti, onlar için kendilerinin
işledikleri amellerinin karşılığından daha hayırlı olurdu." (Ebu Davud;
İbni Mace; Ahmed, Müsned; İbni Hibban, Sahih)
Şeyh’ul İslam İbni
Teymiyye, Allah’ın zulme kadir olduğunu ancak adaleti, hikmeti ve rahmeti
gereği zulmü terkettiğini söylemektedir: "Zulmü reddeden bu deliller
ispatlamaktadır ki, (Allah’ın) cezasında adalet olacak ve amel sahibi kendi
amellerini azaltmamalıdır. Allah’ın azablandırdığı kişiler hakkında dediği
sözler de bunun gibidir:
"Biz onlara
zulmetmedik, ancak onlar kendi nefislerine zulmettiler. Böylece Rabbinin emri
geldiği zaman, Allah'ı bırakıp da taptıkları ilahları, onlara hiç bir şey
sağlayamadı." (Huud 11/101);
"Biz onlara
zulmetmedik; ancak onların kendileri zalimlerdir." (ez-Zuhruf 43/76)
Katillerin
cezasının günahlarının karşılığında adalet olduğu beyan ediliyor, yoksa; onlara
zulmetmedik ve hiçbir günahları olmadan onları cezalandırdık manasını ifade
etmiyor. Sünen’deki
"Eğer Allah,
sahip olduğu göklerin halkını ve yer (küresin)in halkını tazip etseydi onlara
zulüm etmiş olmadan azab vermiş olurdu. Eğer onlara merhamet etseydi Allah'ın
rahmeti, onlar için kendilerinin işledikleri amellerinin karşılığından daha
hayırlı olurdu." Hadisi de beyan etmektedir ki; eğer azap sözkonusu olsa
mutlaka onlar buna (azaba) layık oldukları için sözkonusu olurdu yoksa hiçbir
günahları olmadan (azabın) sözkonusu olacağını göstermemektedir. Bu da
göstermektedir ki, günah işlememiş birini cezalandırmak da red olunmuş
zulümdendir." (Mecmu'ul Feteva, 18/138-144)
Aziz ve Celil olan
Allah’ı zalim olarak tarif etmek Caiz değildir çünkü zalim kendisine ait
olmayanı alandır oysaki mahlukat ve emir Allah'ındır. Mahlukat O’nun
yarattıklarıdır ve dünya evi O’nun evidir. Yaptıklarından sorguya çekilmez, ama
onlar (yarattıkları) sorguya çekilecektir. “Neden?” ve “Nasıl?” diye sorulmaz.
Allah ve yarattıkları arasına kimse (aracı) giremez.
Aziz ve Celil olan
Allah, kulunun duasını işitip cevap vermektedir. Dolayısıyla kişinin herhangi
birini aracı kılması manasızdır. Üstelik Aziz ve Celil olan Allah, aracıya
ihtiyaç duymadığı gibi bundan münezzehtir. Aracılık şirki önceki toplumlarda
olduğu gibi günümüz müşrik toplumunda da çok sık rastlanılan şeylerdendir. Aziz
ve Celil olan Allah şöyle buyurmaktadır:
"Kullarım
sana, Beni sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit
dua edenin dileğine karşılık veririm. O halde (kullarım da) Benim davetime
uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulalar." (el-Bakara 2/186)
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem)’in Hadis’ini Kabul Etmeyenin İslam’ından Şüphe Et!
Bir adamın Asarı (nakilleri/hadisleri)
ta'n ettiği (eleştirdiği)ni; kabul etmediğini yahut Rasulullah sallallahu
aleyhi ve sellemin haberlerini inkar ettiğini işitirsen, onun İslam’ından şüphe
et zira o kötü bir söz ve mezhep (yol, görüş) sahibidir. O (böylelikle) şüphesiz,
Rasulullah sallallahu aleyhi ve selleme ve ashabına ta'n ediyor. Biz Allah’ı ve
Rasulü'nü, Kur’an’ı ve dünya ve ahiretdeki hayrı ve şerri yalnızca Asarlar ile
biliyoruz.
Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) bu tehlikeye karşı ümmetini uyarmıştır:
"Sakın sizden
birinizi koltuğuna yaslanmış otururken, kendisine emrettiğimiz veya
yasakladığımız hususlardan bir husus geldiğinde: Biz bunu bilmiyoruz. Biz
Allah'ın Kitabı'nda ne bulduksa ona tabi oluruz, diyen biri olarak
görmeyeyim." (Ebu Davud; Tirmizi; İbni Mace);
"Dikkat edin!
Bana Kitap, bir de Vahy-i Gayri Metluv (onun kadarı) verilmiştir. Yakında karnı
tok olan ve koltuğuna yaslanan bir kişi: Siz sadece bu Kur'an'a sarılın. Siz
onda neyin Helal olduğunu görürseniz onu Helal sayın ve neyin de Haram olduğunu
görürseniz onu Haram sayın, diyecektir." (Ebu Davud; Tirmizi; İbni Mace;
Ahmed, Müsned);
"Dikkat edin
olabilir ki, koltuğuna yaslanan bir kimseye benim Hadisim ulaşır. O da der ki:
Bizimle sizin aranızda Allah'ın Kitabı bulunmaktadır. Onda neyin Helal olduğunu
görürsek onu Helal sayarız. Neyin de Haram olduğunu görürsek onu Haram sayarız.
Dikkat edin. Allah'ın Rasulu'nün Haram kıldığı, Allah'ın Haram kıldığı
gibidir." (Tirmizi; Darimi)
Abdullah ibni
Abbas (radiyallahu anhuma ecmain) şöyle demiştir: “Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem)’in dışında herkesin görüşü alınır yahut terkedilir."
(Subki, Feteva, 1/148) İmam Malik, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in
kabrini göstererek: “Bu kabir sahibinin dışında, herkes söylediklerinden tenkide
tabi tutulur, demiş ve Allah Rasulü’nün kabrine işaret etmiştir. (İbni Abd’il
Berr, Cami’ul Beyan’il İlm ve Fadlihi, 1/91: el-İhkam fi Usul’il Ahkam, 1/45)
Ebu Davud şöyle der: “Ahmed’i şöyle söylerken işittim; Nebi (sallallahu aleyhi
ve sellem)’in dışında herkesin görüşü alınır veya terkedilir.” (Ebu Davud,
Mesail İmam Ahmed, 276)
İmam Ahmed yine
şöyle demiştir: “Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Hadisini inkar
eden helakın eşiğindedir!..” (Tabakat’ul Hanebila, 2/15; İbni Batta,
el-İbanet’ul Kubra, 1/97)
Allah’ın Kaderi Hakkında Kelama Dalmak
Yasaktır
Hususi olarak
kader hakkında (yerme kasdı ile); kelam(a dalmak), cedel (yapmak) ve husumet
(gütmek) bütün fırkalar nezdinde yasaktır. Zira Kader Allah’ın sırrıdır. Celil
olan Rabb, enbiyanın (peygamberlerin) kader mevzusunda (bu şekilde)
konuşmalarını neyh etmiştir (yasaklamıştır). Nebi sallallahu aleyhi ve sellem
kader konusunda husumeti neyh etmiştir. Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellemin Ashabı ve Tabi’un bunu Kerih görmüştür. Ulema (alimler) ve Ehli Vera
da (Haramlardan ve şüpheli şeylerden uzak duran kişiler) kader üzerine cedeli
Kerih görmüştür. Sana düşen; Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin bütün
meselelerde söylediklerine teslim olmak, ikrar etmek (tasdik etmek), iman etmek
ve i'tikad etmektir, bundan başka meselelerde ise sükuttur (susmaktır).
İsra ve Mirac’a İnanmak
Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellemin bir gece gökyüzüne kaldırıldığı, Arş’a
çıkarıldığı, Allah'ın kelamını işittiği, Cennet’e girdiği, ateşi (Cehennemi)
gördüğü, melekleri gördüğü, peygamberlerin kendisine gösterildiği, Aziz ve
Celil olan Allah ile konuştuğuna iman (etmek gerekir). (Rasulullah) Arş’ın
örtüsünü, Kursi’yi ve gökte ve yerdekilerin tümünü uyanık vaziyette gördü.
Cebrail (aleyhi selam) onu gökleri gezdirerek taşıyan Burak üzerinde götürdü. O
gece beş vakit namaz ona farz kılındı. Aynı gece Mekke’ye geri döndü bu
(olanlar) Hicret’ten önce oldu.
Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) İsra ve Mirac vuku bulduğunda, (Mekke’deki)
Mescid-i Haram’dan, (Kudüs’deki) Mescid-i Aksa’ya ata benzer beyaz bir Cennet
bineği olan "Burak" ile gelmiştir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) şöyle buyurmuştur:
"Bana Burak'ı
getirdiler -bu merkepten büyük, katırdan küçük, uzun ve beyaz bir hayvandı.
Adımını gözünün görebildiği en son noktaya koyardı- ben buna binerek Beyt-i
Makdis’e (Süleyman Mabedi’ne) geldim ve Burak'ı benden önceki peygamberlerin
hayvan bağladıkları halkaya bağladım." (Buhari; Müslim)
‘Burak’ ismi, bu
binite renginin son derece parlak olması sebebiyle veya hızı şimşeği andırdığı
için verilmiştir. (Nevevi, Şerh'ul Müslim, 2/210; İbn'ül Esir, en-Nihaye,
1/120) ‘Burak’ katırdan küçük, merkepten büyük beyaz renkli çarptığında
ayaklarını hızlandıran, uyluğunda iki kanadı olan ve adımını gözünün gördüğü
mesafenin biraz daha ilerisine atabilen bir binek hayvanıdır. (İbni Sa'd,
Tabakat, 1/214; Aliyy'ul Kari, Şerh'uş Şifa, 1/381) Rivayetlerde Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)’den önceki bazı peygamberlerin de bu binite
bindiği vakidir. (İbni Hişam, es-Siret'un Nebevi, 2/397; İbni Sa'd, Tabakat,
1/150)
İsra ile alakalı
nakledilen rivayetler Sahih’tir ve Buhari, Müslim gibi çok sayıda muhaddis
tarafından nakledilmiştir.
Suyuti,
"el-Ayat’ul Kubra fi Şerh Kıssat’il İsra" ismini verdiği müstakil bir
eser kaleme almış ve eserinde İsra ile alakalı rivayet edilen hadisleri
derlemiştir. Suyuti “Kıtaf’ul Ezhar’il Mutesanira fi’l Ahbar’il Mutevatira”
isimli eserinde ise, İsra ve Mirac ile akalalı olarak yirmiyedi sahabeden
rivayetler bulunduğunu dolayısıyla İsra ve Mirac hakkındaki hadislerin
mutevatir olduğunu söyler.
Şehidlerin Ruhları Yeşil Kuşların
Kursağındadır!
Bil ki; şehidlerin
ruhları Cenneti (serbestçe) gezip-dolaşan ve Arş’ın altındaki kandillerde4
barınan yeşil kuşların kursağındadır.
İbni Mes'ud
(radıyallahu anh)'dan rivayet edildiğine göre, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) şöyle buyurdu: “Şehidlerin ruhları, Allah katında (ahirette), yeşil
kuşların içlerine girerler, gündüzleyin Cennet’te, istedikleri gibi gezerler.
Sonra Arş’ın altında bulunan kandillerin içine barınırlar.” (Müslim)
Abdullah ibni
Abbas (radiyallahu anhuma ecmain)’den rivayet edildiğine göre Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Uhud savaşında kardeşlerimiz
şehit olunca Allah onların ruhlarını yeşil kuşların içine yerleştirdi. Onlar
Cennet nehirlerinden içerler, meyvelerinden yerler ve Arş’ın gölgesi altında
asılı bulunan altın kandillere konarlar. Onlar yiyecek ve içeceklerinin tadını,
eğlenip dinlendikleri yerin güzelliğini görünce de: Kardeşlerimizin cihaddan
uzak durmamaları ve savaştan yüz çevirmemeleri için, bizim Cennet'te
rızıklandırıldığımızı onlara kim bildirecek?, dediler. Allah Te'ala: Sizin
arzunuzu onlara Ben duyururum, buyurdu. Bunun üzerine bu ayetler indi:
“Allah yolunda
öldürülenleri ölü saymayın, bilakis onlar Rabb’leri katında diridirler.
Allah’ın bol nimetinden onlara verdiği şeylerle sevinç içinde rızıklanırlar.
Arkalarından kendilerine ulaşmayan kimselere, kendilerine korku olmadığını ve
kendilerinin üzülmeyeceklerini müjde etmek isterler.” (Al-i İmran 3/169-170).”
(Müslim; Ebu Davud; Tirmizi; İbni Mace)
İbni Abbas
(radiyallahu anhuma ecmain)’den rivayet olunduğuna göre, Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Uhud'da, arkadaşlarınız vurulduğu zaman,
Allah onların ruhlarını yeşil kuşların içine koydu. Cennet gündüzlerinde,
gelir. Cennet meyvelerinden yerler. Sonra Arş’ın altında asılı olan altın
kandillerin içinde barınırlar.” (Ebu Davud; Ahmed; Hakim; Beyheki)
Sa'id ibni Mansur,
İbni Abbas (radiyallahu anhuma ecmain)’den rivayet ettiğine göre şöyle
demiştir: “Şehidlerin ruhları, yeşil kuşların içine girerler. Cennet ağaçları
içinde uçuşurlar, meyvesinden yerler.”
Baki ibni
Muhalled, Ebu Sa'id el-Hudri (radiyallahu anh)’dan rivayet ettiğine göre,
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Şehidler, sabah
gelir, akşam giderler. Sonra Arş'a asılı kandillerin içine barınırlar. Cenab-ı
Hakk onlara: Size yaptığım ikramdan daha üstün bir ikram biliyor musunuz? der.
Onlar ise şöyle derler: Hayır, fakat ruhlarımızın cesedlerimize iade etmeni
isteriz ki, bir daha savaşıp Sen'in yolunda şehid düşelim.”
Hennad ibni Sirri,
“Zühd” kitabında ve İbni Mende, Ebu Sa'id el-Hudri (radiyallahu anh)’dan
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den şöyle buyurduğunu rivayet
etmişlerdir: “Şehidlerin ruhları, yeşil kuşlar içinde, Cennet bahçelerinde
gezinirler. Sonra Arş'a asılı kandillerin içinde barınırlar. Sonra Allah ile
onlar arasında yukardaki konuşma geçer.”
Ebu Şeyh, Enes
(radiyallahu anh)’dan, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir: “Allah şehitlerin ruhlarını Arş'a asılı kandiller
içinde barınan, ak kuşların cevfinde diriltir.”
İbni Mende, Sa'id
ibni Süveyd'den rivayet ettiğine göre, o ibni Şihab'dan mü’minlerin ruhlarının
nerede barındıklarını sormuş. İbni Şihap demiş (ki): “Bana ulaştı ki,
şehidlerin ruhları, Arş’da uçuşan yeşil kuşlar gibidirler. Gelir sonra, Cennet
bahçelerine giderler. Her gün Cenab-ı Hakk Sübhanehu ve Teala'ya gelir, ona
selam verirler.”
İbni Ebi Hatim,
İbni Mes'ud (radiyallahu anh)’dan rivayet ettiğine göre, şöyle demiştir:
“Şehidlerin ruhları Arş’ın altında kandiller içinde yeşil kuşların
cevfindedirler. İstedikleri gibi Cennet'te gezerler. Sonra kandillerine
dönerler. (...) Mü’min çocuklarının ruhları ise serçelerin içine girerler.
Cennet’de istedikleri gibi gezerler.”
Ebu Derda
(radiyallahu anh)’dan rivayet edildiğine göre, ona şehidlerin ruhları
sorulduğunda şöyle karşılık vermiştir: “Onlar yeşil kuşlardır. Arş’a asılı
kandiller içindedirler. Cennet bahçelerinde istedikleri gibi gezerler.”
Tirmizi'nin
rivayeti ise, şöyledir: “Şehidlerin ruhları, Cennet meyvesi veya Cennet ağacı
yiyen yeşil kuşlar içindedirler.”
Suyuti derki:
“Şehidlerin ve ruhları Cennet’de olan diğer mü’minlerin hayatları arasında iki
yönden fark vardır:
Biri: Şehidlerin
ruhları için, kuş şeklinde cesetler yaratılır, kursağına yerleşirler ki, o
kuşun organlarıyla soyut ruhtan daha fazla ve daha mükemmel nimetlensinler.
Çünkü şehidler, cesedlerini Allah yolunda feda etmişler. Buna mukabil Berzah’ta
onlara bu cesedler verilmiştir.
İkinci fark:
Şehidler Cennet’ten rızıklanırlar. Halbuki diğer ölüler hakkında böyle kesin
bir ifade yoktur. (...) Ala kulli hal, yemekte, nimet ve istifadede de şehitler
derecesinde değiller. Allah gaybı daha iyi bilir.” (Şerh’us Sudur, 343)
İbni Kayyım,
“Kitab'ur Ruh” isimli eserinde ruhların Kıyamet’e kadar nerede kalacağı
mevzusunu işlemiş orada şehidlerin ruhlarının nerede olacağına temas etmiş ve
bu konuda nakledilen hadisler ile selefin ve alimlerin görüşlerini delilleri ve
mukayesi ile birlikte zikretmiştir.
Suyuti de,
“Tezkiret’ul Kurtubi”nin şerh ve genişletilmiş hali olan “Şerh’us Sudur” isimli
eserinde “Ruhlar’ın Makarrı ve Berzah Alemi” mevzusuna dair uzunca bir bölüm
ayırmış ve orada şehidlerin ruhlarının yeşil kuşların cevfinde olduğuna dair
hadisleri derlemiştir.
Mü’minlerin ruhları Arş’ın altındadır.
Ka'b ibni Malik
(radıyallahu anh)'dan rivayet edildiğine göre, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) mü'min kulun ruhu ile alakalı olarak şöyle buyurmuştur: “Mü'minin ruhu
Cennet ağacına konan, ondan yiyen bir kuştur. Sonra Kıyamet Günü’nde, Allah onu
cesedine iade eder.” (Tirmizi; Nesai; Ahmed, Müsned; Malik, Muvatta)
İbni Mende, Ümmü
Kebşe Binta Ma'rur'dan rivayet ettiğine göre şöyle demiştir: Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) yanımıza girdi. Biz ondan mü’minlerin ruhlarını
sorduk. Öyle anlattı ki, evdekileri ağlattı. Buyurdu ki: “Mü’minlerin ruhları,
yeşil kuşlar içindedirler. Cennet’de gezerler. Meyvelerinden yer, suyundan
içerler. Arş’a asılı altın kandiller içine barınırlar. Ya Rabbi kardeşlerimizi
de bize kavuştur. Bize va'd ettiğini ver! derler.”
İbni Kayyım,
“Kitab'ur Ruh” isimli eserinde ruhların Kıyamet’e kadar nerede kalacağı
mevzusunu işlemiş ve bu konuda nakledilen hadisler ile selefin ve alimlerin
görüşlerini delilleri ve mukayesi ile birlikte zikretmiştir.
Suyuti de,
“Tezkiret’ul Kurtubi”nin şerh ve genişletilmiş hali olan “Şerh’us Sudur” isimli
eserinde “Ruhlar’ın Makarrı ve Berzah Alemi” mevzusuna dair uzunca bir bölüm
ayırmış ve orada mü’minlerin ruhlarının Cennet’de gezinmeleri ile alakalı
hadisleri derlemiştir.
Kafirlerin ve facirlerin ruhları Siccin’de
Barahut Kuyusu’ndadır.
Abdullah ibni Amr
(radiyallahu anhuma ecmain)’den rivayet olunduğuna göre: “Kafirlerin ruhları
Hadramevt’de bulunan Berhut Kuyusu’ndadır.”
Dilbilginlerine
göre; Berhut, Yemen’de Hadramevt bölgesinde bulunan bir kuyunun adıdır.
(el-Hamevi, Mucem'ul Buldan, 1/405; Feth’ul Kadir, 2/506)
İbni Kayyım
“Kitab'ur Ruh” isimli eserinde (145-147), İbni Receb el-Hanbeli ise “Ahval’ul Kubur”
isimli eserinde (255-263) bu görüşün yanlış olduğunu belirtmektedirler. Kur’an
ve Sünnet’in ilettiği doğru görüş kafirlerin ruhlarının yerin yedi kat altında
Siccin’de olduklarıdır Allahu a’lem. Bu görüş aynı zamanda müfessirlerin imamı
Taberi tarafından da tercih edilen görüştür. (Taberi, Tefsir, 30/94)
İbni Kayyım “Bir
kısmı da: Mü'minlerin ruhları Zemzem Kuyusu'ndadır. Kafirlerin ruhları ise
(Hadramevt'te bulunan) Berhut kuyusundadır, demektedir.” dedikten sonra
ilerleyen sayfalarda içeriğini bu konuya ayırdığı bir fasıl açmış ve şunları
söylemiştir:
“Mü'minlerin
ruhları, büyük bir havuzdadır. Kafirlerin ruhları ise Hadramevt'te bulunan
Berhut Kuyusu’ndadır. Ebu Muhammed ibni Hazm der ki: "Bu, Rafizilerin
görüşüdür!.." Ancak bu İbni Hazm'ın dediği gibi değildir. Ehl-i Sünnet’ten
de aynı görüşte olanlar vardır.
Ebu Abdullah ibni
Mendeh der ki: "Sahabe ve Tabiinden rivayet edildiğine göre onlar,
mü'minlerin ruhlarının büyük bir havuzda olduğunu belirtmişlerdir." Bu
bilgileri verdikten sonra, Ebu Abdullah ibni Mendeh anlatır: Bize Muhammed ibni
Yunus, o da Ahmed ibni Asım'dan, o da Ebu Davud Süleyman ibni Davud'dan, o da
Hemmam'dan, o da Katade'den, o da bir adamdan, o da Sa'id ibni Müseyyeb'den, o
da Abdullah ibni Amr (radiyallahu anhuma ecmain)’den şöyle dediğini nakleder:
"Mü'minlerin ruhları büyük bir havuzda toplanır. Kafirlerin ruhları ise
Hadramevt'te Berhut denilen tuzlu, çorak bir arazidedir."
Hammad ibni
Seleme, Abd’ul Celil ibni Atiyye'den, o da Sehr ibni Huşeb'den naklettiğine
göre Ka'b, Abdullah ibn Amr (radiyallahu anhuma ecmain)’i insanlar etrafında
toplanmış, ona soru sorarlarken görür. Soru soranlardan birine yaklaşarak:
"Abdullah ibn Amr’a mü'minlerin ve kafirlerin ruhlarının nerede olduğunu
sor!" der. Adam da bunu kabul edince, Abdullah ibn Amr'a sorar. Abdullah
ibn Amr (radiyallahu anhuma ecmain) der ki: "Mü'minlerin ruhu büyük bir
havuzdadır. Kafirlerin ruhu ise Berhut'tadır. (Berhut, Hadramevtte kafir
ruhların içerisinde toplandığı bir kuyudur.)
İbni Mendeh der
ki: "Bu hadisi Ebu Davud ve diğerleri Abdullah ibni Celil’den rivayet
etmişlerdir. Sonra, Süfyan'ın Ferat el-Kazzaz'dan, o da Ebu Tufeyl'den, o da
Ali (radiyallahu anh)'dan rivayet ettiği hadistir. Ali (radiyallahu anh) der
ki: "Yeryüzünde en hayırlı kuyu Zemzem Kuyusu’dur. En şerli kuyu ise
Hadramevt'te bulunan Berhut Kuyusu’dur. Yeryüzünün en hayırlı vadisi, Mekke
Vadisi ve Adem (aleyhi selam)'ın yeryüzüne indiği Hind Vadisi’dir. Yeryüzünün
en şerli vadisi ise Hadramevt'te kafir ruhların bulunduğu Ahkaf (rüzgarın
oluşturduğu kum tepe) Vadisi’dir."
Yine İbni Mendeh:
Hammad ibni Seleme Ali ibni Yezid'den, o da Yusuf ibni Mihran'dan, o da İbni
Abbas (radiyallahu anhuma ecmain) yoluyla, Ali (radiyallahu anh)'dan şöyle
dediğim nakleder: "Yeryüzünün en kötü yeri Hadramevt'teki içerisinde
kafirlerin ruhları bulunan, gündüzleri bile, üzerine atılmış zehirden dolayı
kanayan yaradan çıkan kan gibi simsiyah suyu bulunan Berhut denen bir
Kuyu’dur."
İsmail ibni İshak
el-Kadi de Ali ibni Abdullah'tan, o da Süfyan'dan, o da Eban ibni Tağlib'den
şöyle dediğini nakleder: Adamın biri geldi ve: "Bir gece bu bölgede Berhut
Vadisi’nde kaldım. İnsanların korkunç çığlıklar attığını ve: "ey Devme! ey
Devme!" diye bağırdıklarını duydum. Eban derki: Ehli Kitab’dan biri bana,
Devme'nin kafirlerin ruhlarıyla görevli melek olduğunu söyledi.
Süfyan de ki:
"Bunu Hadramevt sakinlerine anlattık. Bize dediler ki: Hiç kimse orada
geceleyemez."
Bu görüşle ilgili
bildiğim şeyler bunlardan ibarettir. Abdullah ibni Amr (radiyallahu anhuma
ecmain), genişliğine, güzelliğine benzeterek ruhların kalacağı yeri Cabiye'ye,
yani büyük bir havuza benzetiyorsa bu yorum uzak değildir. Yok bundan bilfiil
diğer yerler dışında sadece büyük havuzu kastediyorsa biz bunu bilemeyiz. Zaman
bunu bize gösterir. Bu bilgiyi Abdullah ibni Amr (radiyallahu anhuma ecmain)’in
Ehli Kitab'dan birinden almış olması muhtemeldir.” (İbni Kayyım, Kitab'ur Ruh,
145-147)
Hafız İbni Receb
el-Hanbeli şöyle der: "Alimlerden bir grup kafirlerin ruhlarının Berhut
Kuyusu’nda olması görüşünü tercih etmiştir. Onların arasında ashabımızdan Kadı
Ebu Ya’la da yer alır ve bunu "el-Mutemed” isimli kitabında demektedir. Bu
ise, (İmam) Ahmed’in açık sözlerine muhaliftir; (İmam Ahmed diyor ki)
kafirlerin ruhları ateştedir. Berhut Kuyusu’nun altından Cehennem ile bir ilgisi
vardır. Nasıl ki; "Deniz’in altı Cehennem’dir” diye rivayet edilmiştir.
Doğrusunu Allah bilir!.” (İbni Receb, Ahval’ul Kubur ve Ahvalu Ehliha ile’n
Nüşur, 196)
İbni Receb’in bu
te’vili İmam el-Berbehari’nin sözleriyle de uyum içerisindedir. Çünkü o, denizin
altındaki mağma ateşi ile Cehennem’in ateşi arasında bir ilgi kurmakta ve bu
şekilde izah etmektedir. İmam el-Berbehari de kafirlerin ruhlarının Berhut
Kuyusu’nda olduğunu, Berhut Kuyusu’nun ise Siccin’de olduğunu söyler.
Ölünün Ruhu Bedene Dönecek ve Kabir
Sorgusuna Çekilecek
Ölünün kabirde
oturtulacağına, Allah’ın ölünün ruhunu bedenine geri göndereceğine ve Münker ve
Nekir (isimli sorgu melekleri) tarafından İman ve gerek(şartları, hüküm)lerine
dair sorguya çekileceğine iman (etmek gerekir). Sonra hiçbir acı hissetmeksizin
ruhu alınacak. Ölü, kendisini ziyaret etmeye gelen ziyaretçiyi tanır. Allah’ın
dilediği şekilde; mü’min’e kabirde nimetler verilir, facire ise (kabirde) azab
verilir.
Ruhu iade edilip
kabirde oturtulup kabir sorgusuna çekileceği gibi bu haldeyken "Ölü
kabrine konulduktan sonra oradan ayrılıp giden ehlinin ayak seslerini işitir.”
(Buhari; Müslim; Ebu Davud; Nesai; Ahmed, Müsned)
Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) Sahihayn'da geçtiği üzere Bedir Günü,
müşriklerden öldürülmüş Mekke liderlerinin isimlerini birer birer zikretmiş ve
onlara hitaben "Rabbinizin size vaadettiğini hak buldunuz değil mi?"
diye sormuştur. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) mezarlığa gittiğinde
kabir ehline selam vermiş (Müslim; Ebu Davud; Nesai; İbni Mace; Malik, Muvatta)
onlara: "Esselamu aleykum ya Ehl’ul Kubur! Yagfirullahı lena ve lekum
entum selefuna ve nahnu bi’l eser" (Tirmizi; Ahmed, Müsned) diyerek hitab
etmiştir.
İbni Abbas
(radiyallahu anh)’dan nakledilen bir hadisde ise, tanıdığı mü’min bir kişinin
mezarının yanından geçerken ona selam verdiğinde, kabirdeki onu tanır ve
selamına cevap verir (Hafız İbni Abd’il Berr, İstiskar, 2/165) denilmeketdir.
Bu hadisi Abdullah ibni Mübarek, İbni Abd’il Berr, Ebu’l Abbas el-Kurtubi,
Hafız Abd’ul Hak el-İşbili, Şeyh’ul İslam İbni Teymiyye, İbni Kesir, Iraki,
Zubeydi, Suyuti, Azımabadi ve Şevkani 'Sahih' olarak kabul etmişlerdir. İbni
Kayyım bu konuda çokça nakilde bulunmuş ve şöyle demiştir: "Ölünün
ziyaretçilerini tanıması tevatüren sabit olduğu gibi selef alimleri de bu
konuda müttefiktirler." (Kitab'ur Ruh, 10) İbni Kesir de bunu dile
getirir. (İbni Kesir, Tefsir, 6/325)
Kabir, Berzah ve
Ahiret hayatına dair eserlerde buna benzer çok sayıda nakile yer verilmiştir.
(İbni Ebi’d Dünya, el-Kubur; Kurtubi, Tezkire; İbki Kayyım, er-Ruh; İbni Receb
el-Hanbeli, Ahval’ul Kubur; Suyuti, Şerh’us Sudur)
Bu ve bunun gibi
diğer nakiller göstermektedir ki, Allah (azze ve celle), kabir ziyareti
sırasında cereyan eden bu olaylarda ölüye işittirmektedir. Ölüyü tam olarak
nasıl işittirdiğine dair açık, sağlam bir nakil bulunmadığı için bu durum
bizler için gaybi bir hal almaktadır. Nass olmaksızın gaybi konularda görüş
bildirmeden, nasıl olduğunu araştırmaksızın Allah’a havale ederiz.
Allah (celle celaluhu)’nun Musa (aleyhi
selam) ile Konuştuğuna İman
Tur Günü, Musa
ibni İmran (aleyhi selam) ile konuşanın Allah olduğuna, Musa’nın Allah’ın
kelamını duyduğuna, (Musa’nın) işittiği sesin O’ndan olduğuna ve başkasından
olmadığına iman (etmek gerekir). Herkim bundan gayrısını söylerse Azim olan
Allah'a küfretmiştir.
Şeyh’ul İslam İbni
Teymiyye şöyle der: "Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den,
Sahabeler'den, Tabiin'den ve onlardan sonraki Ehli Sünnet alimlerinden Allah’ın
çağırdığında ses ile çağırdığına dair çokca nakil vardır. Musa (aleyhi selam)’ı
ses ile çağırdı ve Diriliş Günü’nde kullarını ses ile çağıracaktır. Vahyi ses
ile konuşur. Seleften bir kişinin bile, Allah ses olmaksızın konuşur yada
kelimeler olmaksızın (konuşur) dediği rivayet edilmemiştir ne de birteki bile
Allah’ın ses ile ve kelimelerle konuştuğunu inkar etmiştir." (Mecmu'ul
Feteva, 12/304-305)
Abdullah ibni Ahmed ibni Hanbel, babasından bu mevzuda
şunları nakleder:
"Babama;
Allah, Musa (aleyhi selam) ile konuştuğunda ses ile konuşmadığını söyleyen insanlar
hakkında sordum. Babam (İmam Ahmed ibni Hanbel) ise şöyle dedi: Aksine, Rabbin
ses ile konuştu. Bu (konudaki) hadisleri (bizden öncekilerden bize)
nakledildiği şekilde (inkar etmeden, tevil etmeden) naklediyoruz."
(es-Sünne, 532)
Abdullah ibni
Ahmed yine şunu nakleder: Ebu Ma’mer el-Huzeli’nin şöyle dediğini işittim:
"Allah’ın konuşmadığını (iddia eden), ve de duyduğunu, gördüğünü,
kızdığını, memnun olduğunu (bazı sıfatları zikrediyor) inkar eden Allah’a
küfretmiştir. Bir kuyu kenarında durduğunu görürseniz, onu kuyuya atın! İşte
bu, Allah katında benim dinimdir çünkü onlar Allah’a küfretmişlerdir."
(es-Sünne, 535)
İmam Acurri derki:
"Allah bize ve size merhamet etsin! Bil ki; geçmişte ve şimdi, kalpleri
hakikatten döndürülmemiş ve hakka hidayet ettirilmiş müslümanların sözü
(şudur): Kur’an Kelamullah'dır (Allah’ın Kelamı'dır). Yaratılmamıştır zira
Allah’ın ilmindendir. Allah’ın ilmi yaratılmamıştır. Allah bundan münezzehtir.
Bu Kur’an, Sünnet, sahabelerin sözleri ve alimlerin sözleri ile ispatlanmıştır.
Pis Cehmi dışında hiçkimse (bu prensibi) reddetmemiştir. Alimlerin görüşü
Cehmiyye’nin kafir olduğu yönündedir." (Acurri, eş-Şeri’a, 75)
Her İnsana Akıl Verilmiştir ve Kendisine
Verilen Akıl Uyarınca Amel Etmelidir
Akıl, insana
doğumu ile verilir. Her insana Allah’ın dilediği kadar akıl verilir. Tıpkı
gökyüzündeki zerre(lerin birbirinden farklı oluşu) gibi insanların akılları
birbirlerinden farklıdır.
"Ashabımız
der ki; Bir aklın başka bir akıldan daha kamil ve daha üstün olması mümkündür.
Bunu Ebu Muhammed el-Berbehari, Ebu’l Hasan et-Temimi ve Kadı söylemiştir.
Şeyhimiz (İbni Teymiyye) dedi ki: Ebu Muhammed (el-Berbehari) Şerh’us Sünne’de
dedi ki: "Akıl, insana doğumu ile verilir. Her insana Allah’ın dilediği
kadar akıl verilir. Tıpkı gökyüzündeki zerre(lerin birbirinden farklı oluşu)
gibi insanların akılları birbirlerinden farklıdır. Her insandan Allah’ın ona
verdiği akla uygun amel etmesi talep olunur." Şeyhimizin dedesi (Abdu’l
Halim ibni Abd’us Selam) dedi ki: Ebu’l Hattab ve İbni Akil ise bir aklın diğerinden
üstün olmasının caiz olmaması görüşüne yöneldiler. Bu ise –Kadı’nın nakletiğine
binayen- Mutezile’nin ve Eşarilerin mezhebidir. Eşariler derki: İnsanların,
"filanın aklı falanınkinden üstündür" şeklindeki sözlerine gelince bu
sadece tecrübelere aittir çünkü tecrübeler akıl olarak adlandırılabilir. Bu
fasid(geçersiz)dir." (el-Musvedde fi Usuli’l Fıkh, 560)
Her insandan Allah’ın ona verdiği akla
uygun amel etmesi talep olunur.
Allah (celle
celaluhu) akli yetisi olmayan kimseleri sorumlu tutmadığı gibi
cezalandırmayacaktır da. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle
buyurmuştur: "Kalem (dinen sorumlu tutulmak), üç kişiden kaldırılmıştır:
(Uykusundan) uyanıncaya kadar uyuyan kimseden, akıl-baliğ oluncaya kadar
çocuktan, akli dengesi yerine gelinceye kadar deliden." (Buhari; Ebu
Davud; Tirmizi; Nesai; İbni Mace; Ahmed, Müsned; Darimi; Hakim)
Akıl sonradan elde edilen birşey değildir
aksine Allah’ın verdiği bir nimettir.
Allah Bazı Kullarını diğerlerinden daha
Fazla Nimetlendirir ve bunu Tam bir Adalet ile Yapar
Bil ki; Allah,
dünyevi ve dini işlerde bazı kullarını diğerlerinden daha üstün kılmıştır ve bu
O’nun adaletindendir. (Ne, Allah kuluna) adaletsizlik (zulm) etti ne de
haksızlık etti denilmez. Herkim Allah, mü’min ile kafiri aynı oranda nimetlendirir
derse Bid'atçıdır. Aksine Allah; mü’mini kafire, itaatkarı asiye, Masum'u
Mehzul'a üstün kılmıştır ve bu O’nun adaletindendir. Bu Allah’ın fazlıdır;
dilediğine (dilediğince) verir ve dilediğini (dilediğince) ondan mahrum eder.
Masum; korunmuş,
müdafa olunmuş manasında kullanılmaktadır.
Mehzul; çaresiz,
terkolunmuş manasında kullanılmaktadır.
Müslümanlardan Samimi Nasihatı Gizleyen
kimse Onlara İhanet etmiştir
Birr (iyi,
takvalı) olsun facir olsun hiçbir müslümandan, dini meselelerde samimi nasihatı
gizlemek Helal değildir. Gizleyen kişi müslümanlara karşı hıyanet etmiştir.
Müslümana hıyanet eden dine de hıyanet etmiş olur. Dine hıyanet eden de,
Allah’a, O’nun Rasulü'ne ve mü’minlere hıyanet etmiş olur.
"Nasihat",
Arap dilinin en kapsamlı kelimelerinden biridir. Bazı dil bilimciler, Arapçada
nasihat ile felah kelimeleri kadar dünya ve ahiret hayırlarını bünyesinde
toplayan kelime olmadığını söylerler. Arap dilinde nasihat halislik, temizlik
ve samimilik ifade eder. Nasihat sözünün manalarından biri hayır dilemektir ve
bu hayır samimi ve halis olmalıdır. Aynı zamanda, öğüt vermek, iyi ve hayırlı
işlere davet, kötü ve şer olan şeylerden nehyetmek, bir işi sadece Allah rızası
için yapmak manalarında da kullanılır. Netice itibariyle nasihat; ihlas, samimiyet,
sadakat ve itaat manalarını içermektedir.
Müslümana düşen
Allah’a, Kitabına, Rasulüne, mü’minlerin yöneticilerine ve tüm müslamanlara
karşı halis ve samimi olmaktır. Temim ed-Dari (radiyallahu anh)’dan rivayet
olunduğuna göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
"Din nasihattır! Biz kendisine: Kimin için nasihattır? dedik. Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem): Allah’a, Kitabı'na, Rasulü'ne, mü’minlerin
yöneticilerine ve tüm müslamanlara (nasihattır) buyurdu." (Buhari; Müslim;
Ebu Davud; Tirmizi; Nesai)
Allah, İşitir, Görür ve Bilir
Allah işitir, görür, işitir ve bilir. Her iki eli de
açıktır.
Allah’ın
sıfatlarıyla alakalı olarak özet olarak söylenecek şudur:
Allah’ın ve
Rasulü’nün tasdik ettiği sıfatları bizler de tasdik ederiz. Sıfatın taşıdığı
manaya iman ederiz. Yine iman ederiz ki bu sıfatın taşıdığı mana herhangi bir
mahlukun taşıdığı sıfatın manasından farklıdır. Son olarak; bu sıfatın
keyfiyyetini, nasıllığını ancak Allah bilir der ve Allah’a havale ederiz.
Allah yaratmadan
önce, yaratdıklarının asi olacaklarını bilirdi. Allah’ın ilmi onların hepsine
nüfuz eder. Allah’ın onlar hakkındaki ilmi, onları İslam'a hidayet etmesine
mani olmadı. Allah onları keremi, cömertliği ve lütfu ile nimetlendirdi, hamd
O’nadır.
Kişi Öldüğünde Üç Şeyden Biri İle
Müjdelenir
Bil ki; biri
öldüğünde ona verilen müjde üç çeşiddir: Denilir ki, "Ey Allah’ın sevimli
kulu, müjdeler olsun sana Allah’ın rızası ve Cennet’i!.." Yada denilir ki:
"Ey Allah’ın düşmanı, müjdeler olsun sana Allah’ın gazabı ve ateşi
(Cehennemi)!.." Yada denilir ki: "Ey Allah’ın kulu, müjdeler olsun
sana İslam’dan dolayı Cennet!.." Bu İbni Abbas (radiyallahu anhuma
ecmain)’in sözüdür.
Diğer bir nüshada
ise "İslam" sözü yerine "intikam" yazılıdır. Bu şekilde
yazıldığında şöyle olur: "Ey Allah’ın kulu, müjdeler olsun sana intikamdan
sonra Cennet!.." Burada "intikam" teriminin manası kişinin
günahlarına göre Cehennem’de azap çektikten sonra Cennet’e dahil olmasıdır
Allahu A'lem!..
Ruyetullah’ı İnkar Küfürdür
Bil ki; Allah
Te'ala’yı Cennet’te ilk görecek olanlar körlerdir İbni Kesir, Tefsir,
2/531-538; el-İşbili, el-Akidetu fi Zikr’il Mevt, 118 sonra erkekler daha sonra
kadınlar. Kendi gözleri ile (Allah’ı) göreceklerdir tıpkı Rasulullah sallallahu
aleyhi ve sellemin söylediği gibi:
"Şüphesiz ki
sizler, bu ayı (ondördünde dolunay) gördüğünüz gibi Rabbinizi göreceksiniz ve
O’nu görmekte, sıkıntı çekmeyeceksiniz." Buhari; Müslim; Ebu Davud;
Abdullah ibni İmam Ahmed, es-Sünne, 4 de rivayet etmiştir.
Buna iman etmek Vacib, bunu inkar ise
küfürdür.
Kelam; İnançsızlığa,
Şüpheciliğe, Bidatçılığa, Sapkınlığa ve Kafakarışıklığına Yolaçar
Bil ki -Allah sana
rahmet etsin!- dinde; zındıklık, küfür, şek (şüphe), bid'at, dalalet ve
şaşkınlık kelam (ilmi) ve: kelam, cedel, münakaşa ve husumet ehli dışında bir
sebepten zuhur etmemiştir. Allah:
"Allah'ın
ayetleri konusunda inkar edenlerden başkası mücadele etmez." (Ğafir/Mü'min
40/4) buyurmasına karşın insanın münakaşa, husumet ve cedele cüret etmesi ne
kadar da acayib(şaşılası birşey)dir. Sana düşen, Asarlara (nakillere) ve Asar
(Hadis) Ehli'ne teslim olmak ve onlardan razı olmak, (kelamdan) kaçınmak ve
(ilmin olmayan konularda) sükut etmektir.
Allah, Cezayı Hakeden Kullarını
Cehennem’in İçinde Cezalandıracaktır, Cehmiyye’nin İnandığı Gibi Cehennem’in
Yanında Değil
Allah’ın (cezayı
hakeden) kullarını ateşin (Cehennem’in) içinde kelepçelerle, köstekler ve
zincirlerle cezalandıracağına iman (etmek gerekir). Ateş (Cehennem) onların
içlerinde, üstlerinde ve altlarında olacaktır. Halbuki Cehmiyye, onlardan Hişam
el-Futi, Allah’ı(n) ve Rasulünü(n sözünü) inkar ederek, der ki: “(Şüphesiz),
Allah onlara ateşin (Cehennem’in) yanında azab edecek!..”
Ebu Abdullah Hişam
ibni Amr el-Futi (H228), Basra’lı olup, köken bakımından Şeybani’dir. Mutezili
önderlerinden ve davetçilerindendir. Mutezile içerisinde kendi tabiilerine
Hişami, ekolüne ise Hişamiyye denmiştir. Bağdadi bu fırkayı şu sözlerle takdim
etmiştir: "Onun kader konusundaki sapıklıklarını, birtakım saçmalıklarını
takib eder."
Meşhur Mutezili
alimi(!) Ebu’l Huzeyl’in talebesi ve dostlarındandır. Şeyhleri arasında Nazzam
ve Muammer ibni Abbad da bulunmaktadır. En meşhur talebesi Abbad ibni Süleyman
es-Saymeri’dir. Abbasiler zamanında, Halife Me’mun döneminde yaşamıştır.
Cenazesini Hanefilerden ve Mihne döneminin meşhur Mutezili başkadısı Ahmed ibni
Ebi Duad’ın kıldırdığı kaydedilmektedir. Kendisine ait herhangibir eser
ulaşmadığı için, görüşleri mezhepler tarihi alanındaki eserler aracılığıyla
bizlere ulaşmıştır.
"Allah’ın
Cehennem’in yanında, ateşin bizzat kendisi dışında birşey ile azab
edeceği" görüşü gibi birçok batıl görüş sahibiydi. Allah’ı
"Vekil" ismiyle çağırmayı yasaklamak amacıyla "Hasbunallahu ve
Ni’me’l Vekil (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir)!" demeyi Haram kılmıştı.
Allah’ın insanlara hidayet verdiğini yahut azdırdığını inkar ediyordu. Onun
saçmalıklarınan biri de Osman (radiyallahu anh)’ın asilerce evinin muhasara
altına alındığını zorla ve zorbaca öldürüldüğünü inkar etmesiydi. O, küçük bir
topluluğun, muhasara olayı olmaksızın, onu gaflete düşürerek öldürdüklerini
iddia ediyordu. Cennet ve Cehennem’in henüz yaratılmadığını iddia ediyordu.
el-Futi, mezhebine karşı olanların, doğrudan veya hile ile öldürülmesinde,
kafir saydıkları için mallarının zorla alınması ve çalınmasında bir sakınca
görmemiş, onların canlarını ve mallarını Helal saymıştır.
Bağdadi
el-Futi’nin saçmalıklarını listeledikten sonra sözlerini şöyle sonlandırır:
"Şimdi Sünnet Ehli, bu el-Futi ve arkadaşları için: ‘Kanları ve malları
müslümanlara Helaldir ve beşte bir ganimet düşer’ deseler, birşey gerekir mi?
Üstelik onlardan birini öldüren kimseye ne Kısas, ne Diyet ve ne de Keffaret
düşer. Aksine onu öldürene, Yüce Allah’ın katında yakınlık ve yüksek mertebeler
vardır; bundan dolayı da Allah’a hamd olsun!"
Ebu Abdullah Hişam
ibni Amr el-Futi ile alakalı bilgiler aşağıdaki kaynaklardan derlenmiştir:
İbni Hacer,
Lisan’ul Mizan, 6/195; İbni Hazm, Kitab’ul Fasl fi’l Milel ve’l Ehva ve’n
Nihal, 5/62; Bağdadi, Kitab’ul Fark Beyne’l Fırak ve Beyan’ul Fırkat’in
Naciyeti Minhum, 96-100; Şehristani, el-Milel ve’n Nihal, 75-76; DİA, Hişam b.
Amr, 18/151-152
Farz Namazlar Beş Vakittir, Sabit Namaz
Vakitleri Vardır ve Seferi, Namazlarını Kasr ve Cem Edebilir
SÜTRE BABLARI
NAMAZ
KILARKEN SÜTRE İTTİHAZ ETMENİN VÜCUBİYYETİ BABI
1) Sadakatu'bni Yesar, İbnu
Umer (R.A.)'yu, şöyle derken işittiğini rivayet etti: Resûlullah (S.A.V.) "Sadece
sütreye doğru namaz kıl" buyurdu. (Bu hadisi İbnu Huzeyme (800)
Abdurrezzak (2305) Beyhaki (2/272) ve Hakim (1/251) sahih bir senedle rivayet
etmişlerdir.)
SÜTREYE DOĞRU KILINMAYAN
NAMAZIN
ŞEYTAN, EŞEK, HAYIZLI KADIN VE
SİYAH KÖPEK
TARAFINDAN
KESİLDİĞİ BABI
2) Sehl -İbnu Hasme (R.A.)'dan, şöyle dedi:
Resûlullah (S.A.V.) sizden biriniz sütreye doğru namaz kılacağı vakit, sütreye
yakın dursun ki, şeytan onun namazını kesmesin buyurdu. (Bu hadisi Ebu Davud
(695) ve Hakim (1/251) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)
3) Ebu Zer (R.A)'dan, şöyle
dedi: Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "Sizden biriniz namaza durduğu
vakit, önünde deve semerinin arka kaşı kadar bir şey bulunursa, o kendisini
sütreler. Önünde semerin arka kaşı kadar bir şey bulunmazsa bunun namazını
eşek, kadın ve siyah köpek keser."
; Ravi Abdullah İbnu Samit der ki: "Ya Eba Zerr! Siyah
köpeğin kırmızı köpekten, sarı köpekten farkı nedir ki?" dedim. "Ey
kardeşimin oğlu! Bunu, senin bana sorduğun gibi bende Resûlullah'dan
sordum:" "Siyah köpek şeytandır", buyurdu, dedi. (Bu hadisi
Müslim (510) Ebu Davud (702) ve İbnu Huzeyme (831) rivayet etmişlerdir.)
RESÛLULLAH
(S.A.V.) SAHRADA
NAMAZ KILDIĞI VAKİTTE SÜTRE EDİNDİĞİ BABI
4) İbnu Umer (R.A.)'dan,
(şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) bayram günü (namaz için sahraya) çıktığı
zaman (hizmetçisine) bir harbe taşımasını emrederdi. (Harbe namaza duracağında)
karşısına dikilir, kendisi de ona doğru namaz kılar, halk da arkasında namaza
dururlardı. Bunu sefere çıktığında da yapardı. (Resûlullah (S.A.V.)'in
vefatından sonra) Halifelerde bunu âdet ittihaz ettiler. (Bu hadisi Buharı
(494) Müslim (5O1) ve Ebu Davud (687) rivayet etmişlerdir.
MESCİD
DAHİLİNDE DE SÜTRE İTTİHAZ EDİNİLECEĞİ BABI
5) Yezid İbnu Ebi Uheyd şöyle
dedi: Selemet'ubnu Ekva ile (mescide) geldim. Mushaf sandığının olduğu direğin
yanında namaza durdu. Dedim ki: "Ya Eba Müslim, seni hep bu direğin
yanında namaz kılmağa çalıştığını görüyorum." Dedi ki: "Ben Resûlullah
(S.A.V.)'i hep bu direğin arkasında namaz kılmağa çalıştığını gördüm." (Bu
hadisi Buharı (502) ve Müslim (509) rivayet etmişlerdir.)
MESCİDİN
İÇİNDE SÜTRE BULAMAYINCA BİR ASA DİKİLEREK ONA DOĞRU NAMAZ KILINABİLECEĞİ BABI
6) Yahya İbnu Ebi Kesir şöyle
dedi: Enes İbnu Malik'i, Mescid'il-Harem'de bir asa dikerek ona doğru namaz
kıldığını gördüm. (Bu hadisi İbnu Ebi Şeybe (1/277) sahih bir senedle
rivayet etmiştir.)
MESCİDİN İÇİNDE SÜTREYE
DOĞRU YOL BULAMAYINCA OTURAN BİRİSİNİN ARKASINI DÖNDÜRTEREK ONA DOĞRU NAMAZ KILMA
BABI
7) Nafi'i şöyle dedi: İbnu
Umer (R.A.) Mescid'in direklerinden birisini sütre edinmek için (oraya kadar
gitme) imkânı bulamayınca, bana sırtını dön derdi. (Bu hadisi İbnu Ebi Şeybe
(1/279) sahih bir senedle rivayet etmiştir.)
MESCİD'DE DİREKLERİN
ARKASINDA, OTURANLARDAN DAHA ÇOK
NAMAZ KILMAK İSTEYENLERİN HAK SAHİBİ OLDUKLARI
BABI
8) Umer (R.A.)'dan, şöyle
dedi: Namaz kılmak isteyenler, direklerin arkasında oturanlardan daha çok orada
hak sahibidirler. (Bu hadisi Buharı (502) ve Beğavi (2/453) Ta'likan İbnu
Ebi Şeybe (2/370) ve Humeydi ( ) Mevsulan sahih bir senedle rivayet
etmişlerdir.)
SÜTREYE DOĞRU NAMAZ
KILMAYAN GÖRÜLDÜĞÜ ZAMAN GÖREN
TARAFINDAN SÜTREYE DOĞRU İTİLECEĞİ BABI
9) Muaviyetu'bnu kurre
babasından rivayed ederek şöyle dedi. Umer (R.A.)'dan, iki direk arasında namaz
kılan birini gördü. Adamı tutarak direğin birisine doğru itti ve ona (direğe)
doğru namaz kıl dedi. (Bu hadisi Buharı (502) ve Beğavi (2/453) Ta 'likan ve
İbnu Ebi Şeybe (2/370) Mevsulan sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)
NAMAZDAKİ SÜTRENİN
KEYFİYYETİNİN BEYANI BABI
10) Aişe (R.A.)'dan, şöyle
dedi: Resûlullah (S.A.V.)'e, namaz kılanın sütresinden soruldu. "Semerin
arka kaşı gibidir" buyurdu. (Bu hadisi Müslim (500) rivayet etmiştir.)
OTURAN VEYA UYUYAN BİR
İNSANA DOĞRU SÜTRE KASDI İLE
NAMAZ KILINABİLECEĞİ BABI
11) Aişe (R.A.)'dan, (şöyle
dedi:) Resûlullah (S.A.V.) geceleyin, kendisi ile kıblesi arasında ben,
cenazenin uzanması gibi karşısında uzanmış olduğum halde (bana doğru) namaz
kılardı. (Bu hadisi Buharı (512) ve Müslim (512) rivayet etmişlerdir.)
12) Nafi'i (R.A.)'dan, şöyle
dedi: İbnu Umer (R. A.) Mescid'in direklerinden birisini sütre edinmek için
(oraya kadar gitme) imkânı bulamayınca, "Bana sırtını dön" derdi. (Bu
hadisi İbnu EbiŞeybe (1/279) sahih birsenedle rivayet etmiştir.)
HAYVANA DOĞRU SÜTRE
KASDI İLE NAMAZ KILINABİLECEĞİ BABI
13) îbnu Umer (R.A.)'dan,
(şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) devesine doğru namaz kılar idi. Ravilerden
İbnu Numeyr: "Resûlullah (S.A.V.) bir deveyi karşısına alarak namaz
kıldı" dedi. (Bu hadisi Müslim (502) rivayet etmiştir.)
NAMAZ KILANIN SÜTREYE
YAKIN OLACAĞI BABI
14) Sehl İbnu Sa'd es-Saidi
(R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.)'in musallası (yani secde ettiği
yer) ile (kıble cihetinde ki) duvar (veya sütre edindiği şey ile) arasında bir
davar geçebilecek kadar yer olurdu. (Bu hadisi Buharı (496) ve Müslim (508)
rivayet etmişlerdir.)
İMAMIN SÜTRESİNİN
CEMAATİN SÜTRESİ OLDUĞU BABI
15) İbnu Abbas (R.A.)'dan,
şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) Mina'da insanlara namaz kıldırdığı sırada dişi
bir merkebe binerek karşıdan geldim. Ben o zaman buluğ yaşına yaklaşmıştım.
Safın önünden geçtim. Merkebi otlasın diye salıverdim, ondan sonra safa girdim,
bu yaptığıma kimse ses çıkarmadı. (Bu hadisi Buharı (493) ve Müslim (504) rivayet
etmişlerdir.)
NAMAZ KILANIN ÖNÜNDEN
GEÇENİN GÜNAHKÂR OLDUĞU BABI
16) Bize Yahya İbnu Yahya
tahdis edip dedi ki: Malik'in huzurunda okudum. O da, Ebu'n-Nadr'dan, o da Busr
İbnu Said'den: Busr İbnu El-Hadramiyi Zeyd İbnu Halid El-Cuheni, namaz kılanın
önünden geçen kimse hakkında Resûlullah 'dan ne duyduğunu haber vermesi için
Ebu Cuheym El-Ensari'nin yanına gönderdi. Ebu Cuheym'de şöyle dedi: Resûlullah
(S.A.V.) buyurdu ki: "Namaz kılanın önünden geçen kimse, üzerine ne kadar
(günah aldığını) bilse idi. O namaz kılanın önünden geçmektense kırk (bilmem ne
kadar zaman, yerinde) durması daha hayırlı olur." Ravi Ebu Nadr dedi ki:
Kırk gün mü, ay mı yoksa sene mi dedi bilmiyorum. (Bu hadisi Buharı (510) ve
Müslim (507) ve Malik (1/154) rivayet etmişlerdir.)
NAMAZ KILANIN
ÖNÜNDEN ISRARLA GEÇMEK İSTEYENİN ŞEYTAN OLDUĞU BABI
17) Ebu Said el-Hudri
(R.A.)'dan, Resûlullah (S.A.V.) şöyle buyurdu: "İçinizden birisi namaza
durduğu zaman, önünden geçecek olan hiç bir kimseyi bırakmasın. Gücü yettiği
nisbette onun geçmesine mani olsun. Eğer dinlemezse onunla doğuşsun. Çünkü o
ancak bir şeytandır." (Bu hadisi Buhari (509) ve Müslim (505) rivayet
etmişlerdir. )
NAMAZ KILANIN
ÖNÜNDEN GEÇMEK İSTEYENİ MEN ETME BABI
18) Bize İbnu Hilal (yani
Humeyd) tahdis edib şöyle dedi: Ben ve bir arkadaşım beraberce hadis müzakere
ettiğimiz sırada hemen Ebu Salih es-Semman: Ben Ebu Said'den işittiğimi ve
gördüğümü sana tahdis edeyim, dedi şöyle anlattı: Ben Ebu Said ile beraber
bulunduğum sırada bir cum'a günü Ebu Said kendisini gelenden geçenden setr
edecek bir şeye doğru namaz kılıyordu. Birden bire Ebu Muayt oğullarından genç
bir adam geldi ve Ebu Said'in önünden geçmek istedi. Ebu Said'de göğsüne
dokunub onu def etti. O genç etrafına bakındı fakat Ebu Said'in önünden başka geçecek
(yol bulamadı. Dönüb yine (önünden) geçmeğe davrandı. Ebu Said birinci
defakinden daha şiddetli bir surette onu göğsünden iterek def etti. Bu sefer
karşısına dikilip Ebu Said'e sövdü. Sonra insanları sıkıştırarak çıkıb gitti.
Mervan'ın yanına girdi. Ebu Said'in yaptığı muameleden şikâyet etti. Arkasından
Ebu Said'de Mervan'ın yanına giı;di. Mervan ona: Şu kardeşin oğlu ile ne alıb
veremiyorsun? Geldi senden şikâyet ediyor, dedi. Bunun üzerine Ebu Said şöyle
dedi: Resûlullah (S.A.V.)'den işittim, buyuruyordu ki: "içinizden biri
kendisini gelenden geçenden koruyacak bir sütreye karşı namaza durub da biri
önünden geçmeye davranacak olursa onu göğsüne dokunarak def etsin, dinlemezse
onunla doğuşsun etsin. Çünkü o ancak bir şeytandır. (Bu Hadis Buharı (509)
ve Müslim (505) rivayet etmişlerdir.)
SÜTRE MEVZU'UNDA NAKL
OLUNAN ZAYIF RİVAYETLER BABI
19) Abdullah İbnu abbas
(R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "Uyuyan ve
konuşanın arkasında namaz kılmayın." (Bu Hadisi Ebu Davud (694) ve İbnu
Mace (959) zayıf bir senedle rivayet etmişlerdir.)
Bu rivayetin zayıf oluşunun
sebebi şudur ki: Ebu Davud'un rivayetinin senedinde iki ravi Mecburdur. İbnu
Mace'nin rivayetinde ise Ebu'l-Mikdam Hişam İbnu Ziyad vardır ki, Hadis'de
Metruk'dur. Ayrıyeten bu mevzuda yani uyuyan veya başka birisinin arkasında
namaz kılınabileceğine dair Resûlullah (S.A.V.)'in amelinden Buhari ve
Müslim'de delilimiz vardır. Bu Hadis'i Şerifi II numarada zikr ettik.
20) Ebu Hureyre (R.A.)'dan,
(şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "Sizden biriniz namaz
kılacağında yüzü cihetine sütre edinmek için bir şeyler koysun. Eğer, koyacak
bir şey bulamazsa, bir asa diksin. Eğer yanında asa'sı da yoksa, bir hat
çizsin. Sonra önünden gelib geçenler ona zarar veremez." (Bu Hadisi Ebu
Davud (689) ve İbun Mace (943) ve Abdurrezzak (2286) ve Beyhaki (2/271) zayıf
bir senedle rivayet etmişlerdir.
Bu rivayetin zayıf olmasının
sebebi ise, senedde Ebu Umer İbnu Muhammed İbnu Haris ve dedesi vardır ki:
İkisi de Hadisde Mechul'dur.
İbnu Kudame "El-Muharrer" isimli eserinde bu
rivayetin senedi Muddarib'dir diyor.
SAFF BABLARI
SAFLARI TESVİYE ETMENiN
VUCUBİYYETİ BABI
1) Enes İbnu Malik (R. A.)
'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) "Saflarınızı düzeltiniz. Çünkü
saffın düzgünlüğü namazın tamamındadır" buyururdu. (Bu Hadisi Buharı
(723) Müslim (433) Ebu Davud (668) îbnu Mace (993) rivayet etmişlerdir.
2) Ebu Hureyre (R.A.)'dan,
(şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "Safı ikame ediniz. Çünkü
safın ikamesi, namazın güzelliğindendir." (Bu Hadisi Buharı (722) ve
Müslim (435) rivayet etmişlerdir.)
SAFLARDAKI
DUZGUNSUZLÜĞÜN MÜSLÜMANLAR ARASINDAKİ
İHTİLAFLARIN SEBEBLERİNDEN OLDUĞU
BABI
3) Ebu Mes'ud (R.A.)'dan,
şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) namazdan evvel omuzlarımıza dokunarak şöyle derdi:
"Doğru durunuz, ayrı ayrı hizalarda durmayınız ki, kalbleriniz birbirine
muhalefet etmesin. Akıl ve ilim sahibleri hemen arkamda, onlardan sonra
gelenler daha arkada, daha sonra gelenler daha arkada dursunlar", buyurdu.
Ebu Mes'ud: "Siz ise bugün son derece ihtilaf üzeresiniz" buyurdu. (Bu Hadisi Muslim (432) rivayet etmiştir.)
4) Nu'man İbnu Beşir R. A dedi
ki: Resûlullah S.A.V i şöyle buyururken işittim: Ya saflarınızı düzeltirsiniz,
ya da Allah'u Teala'nın yüzlerinizi ayrı ayrı şekillere çevireceğini muhakkak
biliniz. Bu Hadisi Müslim (436) rivayet etmiştir.
CEMAATIN SAFLARI
TESVİYE ETMESİNİ ÖĞRENENE KADAR İMAMIN SAFLARI TESVİYE EDECEĞİ BABI
5) Simak İbnu Harb'dan, (dedi
ki:) Nu'man İbnu Beşir (R.A.)'dan işittim şöyle diyordu: Resûlullah (S.A.V.) saflarımızı,
bir okçu yaptığı okları nasıl dümdüz ederse öylece dümdüz bir hale getirirdi.
Bunu ta biz anlayıp layıkıyla öğreninceye kadar yaptı durdu. Nihayet günün
birinde yine namaz kıldıracağında tam tekbir getirecekti ki, göğsü saf dan
dışarıya çıkmış birini gördü. Bunun üzerine: Ey Allah'ın kulları! Ya
saflarınızı düzeltirsiniz ya da Allah'u Teala'nın yüzlerinizi ayrı ayrı
şekillere çevireceğini biliniz" buyurdu. (Bu hadisi Müslim (436)
rivayet etmiştir.)
SAFLARI DÜZELTİRKEN
İMAMIN CEMAATE YÜZÜNÜ
DÖNMESİ BABI
6) Enes (R.A.)'dan, şöyle
dedi: Namaz için kamet getirilmişti, Resûlullah (S.A.V.) yüzünü bize döndü:
"Saflarınızı dosdoğru ve sımsıkı tutunuz. Hakikat ben sizi, arkamdan da
görüyorum" buyurdu. (Bu hadisi Buharı (719) rivayet etmiştir.)
İMAMIN, ARKA SAFLARI
TESVİYE ETMESİ İÇİN BİRİSİNİ TAYİN ETMESİ BABI
7) Nafi'den, (şöyle dedi:)
Umer (R.A.) (namaza durmadan önce) safların tesviyesini emrederdi. Kendisine
safların düzeltildiğini gelip haber verdikleri zaman tekbir alır (namaza
dururdu. (Bu hadisi Malik (1/158) sahih bir senedle rivayet etmiştir.
8) Malik'in amcası Ebu Süheyl
İbnu Malik babasından, şöyle rivayet ediyor. Şöyle dedi: "Usman İbnu Affan
ile beraber olduğum bir sırada namaz için kamet getirildi. Ben ise Usmanla
konuşuyordum. Bana da ayrıyeten "Sen de safta düzgün dur" desin diye.
Ben usmanla konuşmaya devam ediyordum, o da nialleri ile taşları düzeltiyordu.
Ta ki safları tesviye etmek için tayin ettiği kimseler gelib safların tesviye
olunduğunu haber verdiler. Ve bana da saf da düzgün dur dedi ve tekbir
getirdi." (Bu hadisi Malik (1/158) sahih bir senedle rivayet etmiştir.)
BİRİNCİ SAFIN FAZİLETİ
BABI
9) Ebu Hureyre (R.A.)'dan,
(şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "Ön safdaki olan; (hayrı)
bilse idiniz, veya bilselerdi. Kur'a atmak zaruri olurdu". (Bu hadisi
Müslim (439) ve Buhari (721) rivayet etmişlerdir.
10) Cabir İbnu Semure
(R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) bizim yanımıza çıkmıştı. Buyurdular
ki: "Meleklerin Rableri huzurunda saf tuttukları gibi, saf tutmaz mısınız?"
Biz: "Ey Allah'ın Resulü, melekler Rableri huzurunda nasıl saf
tutarlar?" dedik. Resûlullah (S.A.V.) "önceki safı tamamlarlar ve sık
tutarlar" buyurdu. (Bu hadisi Müslim (430) ve İbnu Mace (992)
11) Ebu Hureyre (R.A.)'dan,
şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "Erkeklerin en hayırlı safları
ilkleri, sevabı en az olanları da geridekilerdir. Kadınların en hayırlısı
safları geridekilerdir, sevabı en az olanları da öndekilerdir." (Bu
hadisi Müslim (440) Ebu Davud (678) Tirmizi (224) ve Nesei (2/93) rivayet
etmişlerdir.
12) Ebu Said El-Hudri
(R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) sahabelerinin namaz saflarında
gerileyişlerini gördü de onlara hitaben şöyle buyurdu: İlerleyin de bana uyun.
Sizden sonrakiler de size uysunlar. Bir takım kimseler vardır ki, (birinci saf
dan) geri kala kala nihayet Allah'u Teala da onları geriletir. (Bu hadisi
Müslim (438) ve Ebu Davud (678) rivayet etmişlerdir.)
BİRİNCİ SAFA İLİM VE
AKIL SAHİHLERİNİN DURMAĞA DAHA ÇOK HAK SAHİBİ OLDUKLARI BABI
13) Ebu Mes'ud (R.A.)'dan,
şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) namazdan
evvel omuzlarımıza dokunarak
şöyle derdi: " ........................... Akıl ve ilim sahibleri hemen arkamda, onlardan sonra gelenler daha
arkada, daha sonra gelenler daha arkada dursunlar" buyurdu. (Bu hadisi
Müslim (432) rivayet etmiştir.)
İLİM SAHİBİNİN BİRİNCİ
SAFDAKİ BİRİSİNİ GERİYE ÇEKİP YERİNE DURABİLECEĞİ BABI
14) Kays İbnu Ubad 'dan,
(şöyle dedi:) Bir defasında ben, mescidde ilk safda bulunuyordum. Arkamdan bir
adam bini sertçe geriye çekti. Sonra benim yerime geçti. Nasıl namaz kıldığımı
bilemedim. Namaz bitince birde ne göreyim beni geriye çeken adam Ubeyy İbnu
Ka'b imiş. Bana şöyle dedi: "Delikanlı, Allah seni kötülüklerden korusun.
Benim bu hareketim Resûlullah (S.A.V.)'in bize bir emridir. Bize kendi arkasına
durmamızı emrederdi .......... (Bu hadisi Nesei (2/88) hasen bir senedle
rivayet etmiştir. Ayrıyeten Şeyh Elbani Nesei'nin sahihinde (778) tahric
etmiştir.)
SAFIN DÜZGÜN OLMASI
NAMAZIN TAMAMINDAN OLDUĞU BABI
15) Enes Ibnu Malik (R.A.)'dan,
şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) saflarınızı düzeltiniz. Çünkü safların
düzgünlüğü namazıa tamammdadır. (Bu hadisiBuhari(732)Müslim
(433)EbuDavud(668) ve îbnu Mace (993) rivayet etmişlerdir.)
SAFIN DÜZGÜN OLMASI
NAMAZIN GÜZELLİĞİNDEN OLDUĞU BABI
16) Ebu Hureyre (R.A.)'dan,
(şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.)'den, buyurdu ki: "Saffı ikame ediniz.
Çünkü safın ikamesi, namazın güzelliğindendir." (Bu hadisi Buhari (722)
ve Müslim (435) rivayet etmişlerdir.)
SAFLARIN NASIL TESVİYE
EDİLECEĞİ VE İLK YAPILACAK İŞİN SAFDAKİLERİN AYNI HİZADA OLACAĞI BABI
17) Ebu Mes'ud (R.A.)'dan,
şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) namazdan evvel omuzlarımıza dokunarak şöyle
derdi. "Doğru durunuz, ayrı ayrı hizalarda durmayınız."
........................ (Bu hadisi Müslim (436) ve Ebu Davud (664) rivayet
etmişlerdir.)
SAFLARIN TESVİYESİNDE
GÖĞÜSLERİNDE AYNI HİZADA OLACAĞI BABI
18) Simak İbnu Harb'dan, (dedi
ki:) Nu'man İbnu Beşir (R.A.)'dan, işittim şöyle diyordu: Resûlullah (S.A.V.)
saflarımızı bir okçu yaptığı okları nasıl dümdüz ederse öylece dümdüz bir hale
getirirdi. Bunu ta biz anlayıp layıkıyla öğreninceye kadar yaptı durdu. Nihayet
günün birinde yine namaz kıldıracağında tam tekbir getirecekti ki, "göğsü
saf dan dışarıya çıkmış" birini gördü. Bunun üzerine: "Ey Allah'ın
kulları! Ya saflarınızı düzeltirsiniz ya da Allah'u Teala'mn yüzlerinizi ayrı
ayrı şekillere çevireceğini biliniz buyurdu. ( Bu hadisi Müslim (436)
rivayet etmiştir.)
SAFLARIN SIKLAŞTIRILIP
BOYUNLARINDA AYNI HİZADA TUTULACAĞI BABI
19) Enes İbnu Malik (R.A.)'dan
(şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "Saflarınızı sıklaştırın.
Aralarını yakınlaştırın. Boyunlarınızı bir hizaya koyun. Nefsim elinde olan
Allah'a yemin olsun ki, ben safın boş kalan aralıklarından şeytanın hazef gibi
girdiğini görüyorum. Hazef: Hicaz taraflarında yetişen bir nev'i koyundur. (Bu
hadisi Ebu Davud (667) ve Nesei (2/92) sahih birsenedle rivayet etmişlerdir.)
SAFLARIN TESVİYESİNDE OMUZLARINDA
AYNI HİZADA OLACAĞI BABI
20) Abdullah İbnu Umer
(R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "Saflarınızı ikame
ediniz. "Omuzlarınızı hizalayın." Aralıkları kapatın ...............
" (Bu hadisi Ebu Davud (666) Nesei (819) ve İbnu Huzeyme (1549) sahih
bir senedle rivayet etmişlerdir.)
SAFLARIN TESVİYESİNDE
OMUZLARI, DİZ KAPAKLARI VE AYAK TOPUKLARINI BİRBİRİNE BİTİŞTİRME BABI
21) Enes (R.A.)'dan, (şöyle
dedi:) Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "Saflarınızı dosdoğru tutunuz,
hakikat ben sizi, arkamdan da görüyorum." (Enes şöyle dedi:) Her birimiz
omuzunu, yanındakinin omuzuna, ayağını yanındakinin ayağına yapıştırırdı. (Bu
hadisi Buharı (725) rivayet etmiştir.)
22) Ebu Kasım El-Cedeli,
Nu'man İbnu Beşir'i şöyle derken işittiğini rivayet ediyor: Resûlullah (S.A.V.)
yüzünü insanlara döndürerek şöyle dedi: "Allah'a yemin ederim ki, ya saflarınızı
dosdoğru tutarsınız, ya da Allah kalblerinizi birbirine çevirir. Nu'man İbnu
Beşir (bu ikazdan sonra insanların) omuzunu, arkadaşının omuzuna, dizini
arkadaşının dizine, topuğunu arkadaşının topuğuna yapıştırdığını gördüm"
dedi. (Bu hadisi Ebu Davud (662) sahih bir senedle rivayet etmiştir.)
SAFLARI BİTİŞTİRENE
ALLAH'IN VE MELEKLERİN DUA ETTİĞİ BABI
23) Aişe (R.A.)'dan, (şöyle
dedi:) Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "Allah'u Azze ve Celle ve
Melekleri, saflardaki aralıkları bitiştirenlere dua ederler." (Bu
hadisi İbni Huzeyme (1550) hasen bir senedle rivayet etmiştir.)
SAFLARI BİTİŞTİRENLERE RESÛLULLAH
(S.A.V.) DUA EDİP BİTİŞTİRMEYENLERE DE BEDDUA ETTİĞİ BABI
24) Abdullah İbnu Umer
(R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: Saflarınızı ikame
ediniz. Omuzlarınızı hizalayın. Aralıkları kapatın. Safa girmek isteyen
kardeşlerinize yumuşak olunuz. Şeytanın girmesi için aralıklar bırakmayın. Ve
kim safları bitiştirirse Allah ona rahmet etsin. Ve kim de bitiştirmez ise
Allah'da ondan rahmetini kessin. (Bu hadisi Ebu Da vud (666) Nesei (819) ve
İbnu Huzeyme (1549) sahih senedle rivayet etmişlerdir.)
ERKEĞİN TEK
BAŞINA SAF OLAMAYACAĞI
VE SAFSIZ OLARAK KILMIŞ OLDUĞU NAMAZIN İADE ETTİRİLECEĞİ BABI
25) Vabise (R.A.)'dan, (şöyle
dedi:) Resûlullah (S.A.V.) saff gerisinde tek başına namaz kılan birini gördü.
Ona namazını iade etmesini emretti. (Bu hadisi Ebu Da vud (682) Tir m izi
(230) İbnu Mace (1004) Ahmed (4/23) İbnu Hibban (401) ve Beyhaki (3/105) sahih
bir senedle rivayet etmişlerdir.)
KADINLARIN TEK BAŞINA
SAF OLABİLECEĞİ BABI
26) Enes Ibnu Malik
(R.A.)'dan, şöyle dedi:Ben ve yetim bizim evimizde Resûlullah (S.A.V.)'m arkasında namaz kıldık.
Annem -Ümmü Seleym
de-arkamızda yalnız başına (saff) yapmıştı.(Bu hadisi Buharı (727)
rivayet etmiştir.)
BİR VEYA İKİ KiŞi
HALiNDE İMAMIN NERESİNE DURULACAĞI BABI
27) Cabir (R.A.) Resûlullah
(S.A.V.)'den şöyle nakletti: ........ Hadis'in burasına uzunca zikrettikten
sonra şöyle dedi ....... Sonra gelib Resûlullah (S.A.V.)'in sol tarafında namaza
durdum. Resûlullah (S.A.V.) eliyle beni tuttu ve sağ yanında dikeltinceye kadar
döndürdü. Takiben Cebbar Ibnu Sahr geldi ve abdest aldı. Sonra gelib Resûlullah
(S.A.V.)'in solunda namaza durdu. Resûlullah (S.A.V.) ikimizinde ellerimizi
tutarak bizi arkasında dikeltinceye kadar geriye itti ........... (Bu hadisi
Buharı (726) muhtasaran ve Müslim (3010) rivayet etmişlerdir.
28) Ubeydullah Ibnu Abdullah
(R.H.)'dan şöyle dediği rivayet olundu: Gündüz ortası Ömer tbnu'l-Hattab'ın
nafile namaz kıldığı bir esnada yanma girdim ve bende arkasında namaza durdum.
Beni sağ hizasına getirinceye kadar kendisine yaklaştırdı. (Sonra kölesi) Yerf
e gelince ben geriye doğru çekildim beraberce (Yerfe'yle Ömer'in) arkasında saf
yaptık. (Bu eseri Malik (1/154) ve Beğavi Şerh de (3/384) rivayet
etmişlerdir, isnadı ise sahihdir.)
İLLETEN BİNAYEN İMAMIN YANINA DURULACAĞI
BABI
29) Aişe (R.A.)'dan, şöyle
dedi: Resûlullah (S.A.V.) hastalığı sırasında Ebu Bekre insanlara namaz
kıldırmasını emretti. Ebu Bekr namaz kıldırıyordu ki: (Urve şöyle dedi:)
Resûlullah (S.A.V.) nefsinde bir hafiflik bularak (cemaata) çıktı. Ebu Bekr
insanlara namaz kıldırıyordu. Ebu Bekr Resûlullah (S.A.V.) geldiğini görünce
yerini terkederek gerilemeğe başladı. Resûlullah (S.A.V.) yerinde kalması için işaret
etti. Resûlullah Ebu Bekr 'in hizasında yanı başına oturdu. Ebu Bekr
Resûlullah'ın namazını kılıyor, insanlar da Ebu Bekr'in namazını kılıyorlardı. (Bu hadisi Buharı (683) rivayet etmiştir.)
DUVAR VEYA
PERDE ARKASINDANDA İMAMA İKTİDA OLUNABİLECEĞİ BABI
30) Aişe (R.A.)'dan, şöyle
dedi: Resûlullah (S.A.V.) geceleyin odasında namaz kılıyordu. Odanın duvarı
alçak olduğundan dışarıdan insanlar Resûlullah (S.A.V.)'in namaz kıldığını
gördüler. Bazıları gelib Resûlullah iktida edip namaz kılmaya başladılar.
Sabahleyin bunu herkese anlattılar. Bunu duyanlarda ikinci gece gelib,
Resûlullah (S.A.V.)'m arkasında namaza durdular. Bunu iki veya üç gece
yaptılar. Bundan sonra Resûlullah (S.A.V.) ayakta namaz kılmayı terkederek
oturdu. Sabahleyin Resûlullah (S.A.V.) neden böyle yapıldığı soruldu. De ki:
Gece namazının üzerinize farz olmasından korktuğum için yaptım dedi. (Bu
hadisi Buhar i (729) rivayet etmiştir.)
İKİ DİREK ARASINDA SAF
TUTMANIN YASAK OLDUĞU BABI
30) Muaviyetu'bnu Kurre,
babasından şöyle rivayet etti: Kurre (R. A.) dedi ki: Biz Resûlullah (S.A.V.)
zamanında (safları kestiği için) direkler arasına saf tutmaktan nehy olunurduk.
(Tutan görüldüğü zaman da) şiddetle uzaklaştırılırdık. (Bu hadisi İbnu Mace
(1002) İbnu Huzeyme (1567) îbnu Hibban (400) Hakim (1/218) Bey haki (3/104)
Tayalisi (1073) ve Taberani kebirde (19/31) hasen bir senedle rivayet
etmişlerdir.)
NAMAZ BABLARI
NİYYET BABI
1) Umer İbnu'l-Hattab
(R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: Ameller (in kıymeti)
ancak niyyete göredir. Bir kimsenin niyyet ettiği ne ise eline geçecek olan da
ancak odur. Artık her kimin hicreti Allah'a ve Resûlü'nün rızasına yönelmiş
ise, onun hicreti Allah'a ve Resûlü'nedir. Her kim de nail olacağı bir
dünyalığa veya evleneceği bir kadından dolayı hicret etmişse, onun hicreti de
hicretine sebeb olan şeyedir. (Bu hadisi Buharı (l ) ve Müslim (1907)
rivayet etmişlerdir.)
İZAH
Bu hadis'i şerif niyyetin,
bütün ibadetlerde birer rükun olduğunun delilidir. İmam'ı Safi' ve onun gibi
bazı imamların ifadesi ile niyyet İslâm'ın üçte biridir, bazılarına göre de
dörtte biridir denilmiştir.
Niyyet; Halik'ı Kainat'a
takdim edilen ibadetin ruhudur. Mahalli ise kalbdir. Lisan ve cevarihin
amelleri ne olursa olsun, itibar kalbdeki niyyetedir. Hadis'i şerifin mânâsı ve
varid oluş sebebi bunu açıkça ifade etmektedir.
"Muhacir'i Ümmü
Kays"u denilen şahsın sevmiş olduğu kadın Mekke'den Medine'ye hicret
edince, o da Ümmü Kays denilen bu kadınla evlenebilmek için, Mekke'den
Medine'ye hicret eder. Zahiren Allah ve Resulü için hicret eder görünen bu
şahsın kalbindeki niyyeti ise, Ümmü Kays ile evlenmekti. Her ne kadar,
Mekke'den Medine'ye gelerek birçok meşakket çekmiş ise de Allah ve Resulü için
hicret edenlerden olamamıştır. Esas niyyeti açığa çıktıktan sonra, herkes ona
"Muhacir 'i Ümmü Kays" demeğe başlamıştır.
Niyyet; Allah'a takdim edilen
ibadetteki, kalbin nasibidir. Kalb bundan mahrum edilir ve bu amel lisanla
yapılmağa kalkışılırsa lisana vazifesi olmayan bir ibadet yüklenilmiş olur.
Tabi' lisan bunu beceremiyeceği için ibadeti ifsad edecektir.
Niyyet; yapılacak ibadetin
keyfiyeti ile zihni meşkul etmektir. Böylelikle yapılan ibadetten mütelezziz
olunsun.
Niyyetin keyfiyeti: Telaffuz
etmeden, kalbden eda edilecek ibadetin keyfiyetini düşünerek bütün azaları bu
ibadete hazır etmektir.
Niyyetin teleffuz edilmesi
bid'attır. Onun sünnet olduğu kabul etmekte başka bir bid'attır. Musallinin
namaza başlarken lisanla yapmış olduğu ilk amel, Allah'u Ekber lafzı ile namaza
başlamaktır. Tekbir bahsindeki Aişe hadisi buna delildir.
Şakik (R.H.) tbnu Mes'ud
(R.A.)'nun şöyle dediğini rivayet etti. Kim bir şey taleb ederek hicret ederse
ona taleb ettiği vardır (ve sonra devam ederek) dedi ki; adamın birisi Ümmü
Kays denilen bir kadınla evlene bilmek için hicret etti (ondan sonra o kişiye)
Muhaciru Ümmi Kays denilmeye başlandı. Bu esiri Taberani kebirde (8540)
rivayet etmiştir. Heysemi Mecmau 'z-Zevaid'de 3/102 bu eserin ra vileriSahih
'in ricalidir demiştir.)
İFTİTAH TEKBİRİNİN
VUCUBİYETİ BABI
3) Ebu Hureyre (R.A.)'dan,
(şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) (namazını beceremeyen adama, namazı tarif
ederken) şöyle dedi: "Namaza kalktığın vakit ihram tekbirini
al............" (Bu hadisi Buharı (793) Müslim (397) Tirmizi (303)
Nesei (2/123) ve İbnu Mace (1060) rivayet etmişlerdir.)
4) Aişe (R.A.)'dan, şöyle
dedi: Resûlullah (S.A.V.) namaza Allah'u
Ekber (lafzı) ile, başlardı. (Bu hadisi Müslim (498) rivayet etmiştir.) Bu
hadis'i şerifler musallinin namaza başlarken telaffuz ettiği ilk kelimenin
Allah'u Ekber lafzı olduğuna delildir.
5) Ali (R.A.)'dan, (şöyle
dedi:) Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "Namazın anahtarı taharettir.
Tahrimi tekbirdir. Ve tahlili de teslimdir." (Bu hadi si A h m ed
(1/123/129) Ebu Da vud (61) Tirmizi (3) İbnu Mace (275) Safi (1/69) Darımı
(1/138) Hakim (1/132) Tahavi (1/161) ve Beyhaki (2/173) sahih bir senedle
rivayet etmişlerdir.)
(Tahrimi tekbirdir) sözünden
maksad, Allah'u Ekber lafzını söyledikten sonra namazın haricindeki
hareketler musalliye haram olur.
(Tahlili 'de teslim 'dir)
sözünden maksad, selam verdikten sonra tekbirle musalliye haram olan her şey
helal olur.
TEKBİRDE ELLERİN NE
ZAMAN KALDIRILACAĞI BABI
Resûlullah (S.A.V.) ellerini,
bazen "tekbirle beraber" kaldırırdı.
6) Malik İbnu'l-Huveyris
(R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) tekbir aldığı vakit ellerini
kulakları hizasına vardırıncaya kadar kaldırırdı. (Bu hadisi Müslim (391)
rivayet etmiştir.)
Resûlullah (S.A.V.) ellerini,
bazen "tekbirden önce" kaldırdı.
7) Abdullah İbnu Umer (R.A.)
şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) namaza durduğu vakit ellerini omuzları hizasına
vardırıncaya kadar kaldırır, sonra tekbir alırdı. (Bu hadisi Müslim (390) ve
Ebu Davud (722) rivayet etmişlerdir.)
Resûlullah (S.A.V.) ellerini,
bazende "tekbirden sonra" kaldırırdı.
8) Ebu Kılabe, Malik
İbnu'l-Huveyris'i, namaz kılarken gördüğünü haber vermiştir: Malik
İbnu'l-Huveyris namaza durduğu zaman tekbir alır, sonra ellerini kaldırırdı
............. Sonra işte Resûlullah (S.A.V.) böyle yapardı diye tahdis etti. (Bu
hadis Buhari (739) ve Müslim (391) rivayet etmişlerdir.)
ELLERİN KALKIŞ
ESNASINDAKİ HALİNİ BEYAN BABI
9) Ebu Hureyre (R.A.)'dan,
şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) (tekbir alıp) namaza girdiği vakit ellerini dik
olarak kaldırırdı.(Bu hadisi Ebu Davud (73S) ve Tirmizi (239) sahih bir
senedle rivayet etmişlerdir.)
10) Said İbnu Sem'an'dan,
şöyle dedi: Biz Verik oğullarının mescidinde iken yanımıza Ebu Hureyre (R.A.)
çıka geldi. Ve şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) üç şey yapardı ki, insanlar
bunları terkettiler. Resûlullah (S.A.V.) namaza kalktığı zaman, (ravi) Ebu Amir
(Ebu Hureyre (R.A.)'nun nasıl gösterdiğini tarif ederken) eliyle işaret ederek
şöyle dedi:
(Tekbir için ellerini
kaldırdığında) parmaklarını ne çok açardı. Ve ne de çok bitiştirirdi. Ve
(sonra) dedi ki: Ebu Zi'bu da bize böyle gösterdi. (Bu hadisi Nesei (2/95)
İbnu Huzeyme (459) Beyhaki (2/27) ve Hakim Müstedrekinde sahih bir senedle
rivayet etmişlerdir.)
ELLERİN NEREYE KADAR
KALDIRILACAĞI BABI
Resûlullah (S.A.V.) ellerini,
"omuzları hizasına" vardınncaya kadar kaldırırdı.
11) Abdullah İbnu Umer
(R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.)'in (namaz kılışım) gördüm. Namaza durduğu zaman, ellerini omuzlan hizasına vardırıncaya kadar
kaldırırdı. (Bu hadisi Müslim (390) ve Ebu Davud
(722) rivayet etmişlerdir.)
Resûlullah (S.A.V.) ellerini,
bazen "kulakları hizasına" vardırıncaya kadar kaldırırdı.
12) Malik Ibnu'l-Huveyris
(R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) tekbir aldığı zaman, ellerini
kulakları hizasına vardırıncaya kadar kaldırırdı. (Bu hadisi Müslim (391) ve
Ebu Davud (726) rivayet etmişlerdir.)
Resûlullah (S.A.V.) ellerini,
bazen de ‘kulakları üstü’ hizasına vardırıncaya kadar kaldırırdı.
13) Katade'nin rivayetinde ise
şöyledir. Malik İbnu'l-Huveyris (R.A.) Resûlullah (S.A.V.)'i namaz kılarken
görmüştür. Malik burada: Resûlullah (S.A.V.) ellerini kulaklarının üstü
hizasına vardırıncaya kadar kaldırdı demiştir. (Bu hadisi Müslim (391) ve
Ebu Davud (745) rivayet etmişlerdir.)
ELLERİ KALDIRIRKEN
PARMAKLARI KULAK MEMELERİNE DEYDİRME RİVAYETİNİN ZAYIFLIĞI BABI
Elleri kaldırırken baş parmak
uçlarını kulak memelerine deydirmenin, Resûlullah (S.A.V.)'in sünnetinde yeri
yoktur. Sahih olan ise yukarıdaki hadislerde zikredilen üç şekildir. Baş parmak
uçlarım kulak memelerine deydirenlerin delili ise, senedi "Münkatı"
olan, aşağıda zikredeceğimiz "Zayıf Rivayet'tir.
14) Abdu'l-Cebbar İbnu
Vail'den: Babasının şöyle rivayet ettiğini haber verdi: Babası dediki:
Resûlullah (S.A.V.) namazda (el kaldırdığında) baş parmak uçlarını kulak
memelerine değdirdiğini gördüm. (Bu hadisi Ebu Davud (737) ve Nesei (2/123)
zayıf bir senedle rivayet etmişlerdir.)
İZAH
Bu rivayetin zayıf olmasının
sebebi, rivayetin ravilerinden olan, "Abdu'l-Cebbar, İbnu Vail'in
babasından hadis işitmeyişidir. İbnu Hacer "Takrib"de Abdu'l-Cebbar için babasından
rivayeti Mürsel'dir diyor.
Ehlince ma'lumdur ki: Zayıf
rivayet dinde hüccet değildir. Yani "Zayıf Rivayet "le amel olunmaz.
NAMAZIN KIYAMINDA SAĞ
ELİ SOL KOL ÜZERİNE KOYMANIN VUCUBİYETİ BABI
15) Sehl İbnu Sa'd (R.A.)'dan,
(şöyle dedi:) (Resûlullah (S.A.V.)'in zamanında) insanlar namazlarında, sağ
ellerini sol kollarının üzerine koymakla emrolunurlardı.(Bu hadisi Buharı
(740) ve Malik
(1/159) rivayet etmişlerdir.)
16) İbnu Abbas (R.A.)'dan,
(şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: Biz Enbiya'lar topluluğu, suhur'u
geciktirmekle, iftarda acele etmekle ve namazda da sağ ellerimizle sollarımızı
tutmakla emrolunduk. (Bu hadisi İbnu Hibban (1761) ve Taberani Evsatta
(1/100) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.) .
17) İbnu Mes'ud R.A. dan, (şöyle:)
(bir gün) sol elimi sağ elimin üstüne koyduğum bir halde namaz kılıyordum
Resûlullah beni (bu halde) görünce, sağ elimi alıp sol elimin üzerine koydu. Bu
Hadisi Ahmed () ve Ebu Da vud (755) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.
NAMAZDA ELLERİ SAĞ SOLUN
ÜSTÜNDE GÖĞSÜN ÜZERİNE KOYMA BABI
18) Hulbu't-Tai (R.A.)'dan,
şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.)'i namazdan çıkarken, önce sağına sonra soluna
selam verdiğini ve bunları (yani elleirini) göğsüriün üzerine koyarken gördüm.
Yahya bunu, sağı solun üstünde mafsal üzerine koymak olarak tavsif etti. (Bu
hadisi Ahmed (5/226) hasen bir senedle rivayet etmiştir.)
19) Vail İbnu Hucr (R.A.)'dan,
şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) ile namaz kıldım. Sağ elini, sol elinin üstünde
göğsünün üzerine koydu. Bu hadisi Ibnu Huzeyme (479) Beyhaki Süneninde (2/30)
ve Bezzar hasen bir senedle rivayet etmişlerdir.
20) Tavus mürsel olarak
Resûlullah (S.A.V.)'den şöyle rivayet ediyor. Resûlullah (S.A.V.) namazda sağ
elini sol elinin üstünde sıkıca tutarak, göğsünün üzerine koydu. (Bu hadisi
Ebu Davud (759) hasen bir senedle rivayet etmiştir.)
ELLERİN GÖĞSÜN
ÜZERİNDEKİ KEYFİYETİNİN BEYANI BABI
21) Sehl İbnu Sa'd (R.A.)'dan,
(şöyle dedi:) (Resûlullah (S.A.V.)'in zamanında) insanlar namazlarında, sağ
ellerini sol kollarının üzerine koymakla emrolunurlardı. (Bu hadisi Buhari
(740) ve Malik (1/159) rivayet
etmişlerdir.)
22) Asım İbnu Kuleyb'den,
şöyle dedi: Babam bana tahdis etti ki: Ona da Vail haber vermiş. Vail İbnu Hucr
şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.)'in nasıl namaz kıldığını görmek için ona
baktım. Namaza kalktı. Ellerini kulakları hizasına kadar kaldırarak tekbir
getirdi. Sonra sağ elini sol elinin üzerine, bileğinin üzerine ve dirseğine
yakın olarak koydu. (Bu hadisi Ahmed (4/318) Nesei (2/126) ve İbnu Huzeyme
(480) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)
NAMAZDA ELLERİ
GÖBEĞİN ALTINA BAĞLAMANIN SAHİH
OLMADIĞI BABI
Namazda elleri göbeğin altına
bağlama ameli, senedi zayıf olan bir rivayete dayanmaktadır. Hancfilerin ameli
bu zayıf rivayet üzeredir. Halbuki Hanefi ulemasından, Umdet'ul-Kari sahibi
Ayni ve Nasbu'r-Raye sahibi leyle'i (R. H.) bu rivayetin
isnadının sahih olmadığına kaildirler. İleride zikredeceğimiz gibi hadis
ulemasının cumhuru da bu rivayetin zayıflığında ittifak etmişlerdir. Resûlullah
(S.A.V.) sabit olan amel, elleri göğsün üzerine koymaktır.
Hanefilerin delilleri olan
zayıf rivayetler şunlardır.
23) Ebu Cuheyfe'den, (şöyle
dedi:) Ali (R. A.) namazda sünnet olan, sağ eli sol elin üzerinde göbeğin
altına koymaktır dedi. (Bu hadisi Ahmed (1/110) ve Ebu Davud (756) zayıf bir
senedle rivayet etmişlerdir. )
1) Bu hadis Ebu Davud'un
İbnu'l-Arabi nüshasından başka nüshalarında sabit değildir. Ve senedinde,
Abdurrahman İbnu İshak El-Kufi El- Vasili vardır. Ebu Davud, ahmed İbnu
Hanbel'in İshak için zayıf dediğini işittim dedi. Ebu Talib, Ahmed İbnu
Hanbel'den naklederek İshak hiç bir şey değildir, hadisi münkerdir dedi.
Edduri, İbnu Main'den, İshak zayıf dır dedi.
İbnu Saad, Ya'kub İbnu Süfyan,
Ebu Davud, Nesei ve İbnu Hıbban, İshak için zayıfdır dediler. Buhari "fihi
nazar" (onda şübhe vardır) dedi. İbnu Huzeyme, İshak'ın hadisiyle amel
olunmaz dedi. Ebu Hatim, İshak'ın hadisi münkerdir, onunla amel olunmaz dedi.
Beyhaki, İshak hadis de metruk'tur dedi.
2) Ve yine senedinde, Ziyad
İbnu Zeyd El-A'sem El-Kufi vardır ki: Ebu Hatim onun için meçhuldür dedi. Ziyad
'in Ebu Davud'da bir tek hadisi vardır. O da yukarıda Ali (R. A.)'dan olan
rivayetidir.
Yine onların delillerinden
başka bir zayıf rivayet.
24) Ebu Vail'den, şöyle dedi
Ebu Hureyre (R. A.) namazda ellerin vaziyeti, biri öbürkünün üzerinde göbeğin
altına koymaktır dedi. (Bu hadisi Ebu Davud (758) zayıf bir senedle rivayet
etmiştir.) Bu rivayetin senedinde de Abdurrahman ibn İshak vardır.
Terceme'i hâlini yukarıda zikrettik.
Yine onların delillerinden
başka bir zayıf rivayet.
25) İbnu Cerir, babasından Ali
(R.A.)'nun sağ eli ile sol bileğini tutarak göbeğinin üzerine koyarken
gördüğünü haber verdi, (Bu hadisi Ebu Davud (757) zayıf bir senedle rivayet
etmiştir.)
Bu rivayetin senedinde de Ali
(R.A.)'dan rivayet eden Cerir Ed-Dabbi vardır ki. Ali (R.A.)'dan rivayeti
bilinmiyor.
Yukarıda görüldüğü gibi,
Meşhur Hadis âlimlerinin ittifıakı ile, Hanefılerin delili olan "göbek
altına veya üstüne" el bağlama rivayeti zayıfdır. Ve bu rivayet ile amel
edilemiyeceği açık bir gerçektir.
Ebu Hanife (R.H.) tabi
olduklarını iddia eden arkadaşlara, İbnu Abidin haşiyesinde, Ebu Hanife (R.H.)
isnad edilen şu sözü hatırlatmakta faide görürüz. (1/63) "Hadis sahih
oldumu işte benim mezhebim odur." Aklı selim olan kişiye, İmam'ının bu sözü
kâfidir.
İHRAM TEKBİRİ İLE KIRA’AT ARASINDA NE
OKUNACAĞI BABI
26) Ebu Hureyre (R.A.)'dan,
şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) namaz başlangıçlarında iftitah tekbiri aldığı
zaman kıra'attan evvel biraz sükut ederdi. Dedim ki: "Yâ Resûlallah! Anam
babam sana feda olsun, tekbir ile kıra'at arasındaki şu sukutunda, ne yaptığını
bana haber verir misin?" dedim. Şöyle derim buyurdu.
Allahumme baid beyni ve beyne
hatayaye kema baadte beyne'I-meşrikı ve'I-mağrib.
Allahumme nakkini min hatayaye
kema yunakka's-sevbu'l-ebyadu mine'd-denes.
Allahümm'e-ğsilni min hatayaye
bi's-selci ve'I-mai ve'l-bered.
Ey Allah'ım! Benimle
hatalarımın arasını uzaklaştır. Tıpkı doğu ile batının arasını uzaklaştırdığın
gibi.Ey Allah'ım! Beni hatalarımdan temizle. Tıpkı beyaz elbisenin kirden temizlendiği
gibi.Ey Allah'ım! Beni hatalarımdan, karla, su ile ve soğuk su ile yıka.(Bu
hadisi Buharı (744) Müslim (598) Ebu Da vud (781) ve Nesei (2/129) rivayet
etmişlerdir.)
Farz namazlarda okunan İftitah
dualarından birinde bu duadır ki: Halkın okuya geldiği Subhaneke'nin farzlarda
okunacağına hiç bir delil yoktur. Yukarıdaki hadis'i şerifin istidlal vechi
ise, Ebu Hureyre (R.A.) Resûlullah (S.A.V.) tekbirden sonra sukut etteğini
söylemekle, görmüş olduğu sukutun farz bir namaz olduğu zahirdir. Zira nafile
kılmış olsa idi kıra'atı sırrı olurdu.
27) Aişe (R.A.)'dan, şöyle
dedi: Resûlullah (S.A.V.) namaz başlangıçlarında iftitah tekbiri aldığı zaman
şöyle derdi:"Subhaneke'llahumme ve bihamdike ve tebareke'smuke ve teala
cedduke ve la ilahe ğayruk." Ey Allah'ım! Seni hamdin ile tesbih ve
tenzih ederim. İsmin mübarektir. Azametin yücedir. Ve senden başka ilah yoktur.
(Bu hadisi Ebu Davud (776) Tirmizi (243) Nesei (2/132) İbnuMace (804) Ahmed
(3/50) Pare Kutni (1/1 12) ve Hakim (1/235) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)
28) Enes (R.A.)'dan, (şöyle
demiştir:) Bir zat, (yapmış olduğu hareketli yürüyüşten) nefesi sıkıştırmış
olarak geldi ve safa dahil oldu. Müteakiben: "Elhamdu lillahi hamden
kesiran tayyiben mübareken fih" Allah'a, hayrı çok ve devamlı bol bol
hamd olsun, dedi: Resûlullah
(S.A.V.) namazını bitirince:
"Şu kelimeleri söyleyen,
hanginizdi?" diye sordu. Cemaat sukut etti. Resûlullah (S.A.V.) tekrar:
"O sözleri söyleyen hanginizdi?" Zira kötü bir şey demiş değil
buyurdu. Bunun üzerine cemaatten birisi: (Cemaata yetişmek için hızlı yürüdüm)
Beni nefesim sıkıştırdı da (soluyarak) geldim ve (cemaate yetiştiğim için) o
kelimeleri söyledim dedi. Resûlullah (S.A.V.): "Vallahi on iki melek
gördüm ki, bu sözü hangisi Hakkın huzuruna çıkaracak diye birbirleriyle yarış
ediyorlardı" buyurdu. (Bu hadisi Müslim (600) ve Ebu Davud (763)
rivayet etmişlerdir.)
KIRAAT'TAN ÖNCE
TEAVVÜZ'ÜN VUCUBİYYETİ BABI
29) Kur'ân okuyacağın zaman, o
koğulmuş şeytandan Allah'a sığın.
30) Ebu Said El-Hudri
(R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) gece namazına (rivayette namaza)
kalktığı zaman tekbir alır: Sonra (iftitah duasının okur ve kıraattan önce)
..... Euzü billah's-semi'i-1-alimi min'e-ş- şeytan'i-r-racim min hemzihi ve nefhihi ve nefsih derdi. Hakkın rahmetinden kovulmuş şeytandan, onun
vesvesesinden, kuruntusundan, büyüsünden, Semi'i (her şeyi işiten) ve Alim (her
şeyi bilen) Allah'a sığınırım. (Bu hadisi Ebu Da vud (775) Tirmizi (242)
İbnu Mace (807) İbnu Hibban (1771) Dare-Kutni (1/298) ve Hakim (1/235) hasen
bir senedle rivayet etmişlerdir.)
BESMELENİN GİZLİ
OKUNACAĞI BABI
31) Enes İbnu Malik
(R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) Ebu Bekr, Umer ve Usman ile namaz
kıldım hiç birisinin Besmele'yi açıktan okuduğunu duymadım. (Bu
hadisi Buharı (743) Müslim (299) Tirmizi (244) Ahmed (3/264) ve Nesei (2/264)
rivayet etmişlerdir.)
Aişe (R.A.)'dan (şöyle dedi:) Resûlullah
(S.A.V.) kıraatini EI-Hamdu Lillah ile açardı. (Bu hadisi Abdurrezzak
Cami'inde () rivayet etmiştir. El Kenz (22050))
Besmelenin sırrı gizli okunma
mes'elesi Şafi'iler hariç bütün mezhebler arasında ittifak edilmiş bir mes'
eledir. Bununla beraber, bazıları bazı rivayetlere dayanarak Besmelenin sesli
okunacağı kanaatini savunmaktadırlar. Biz burada bunun münakaşasını yapacak
değiliz. Sadece faideli gördüğümüz birkaç noktayı zikretmeyi münasib gördük.
Ma'lumdur ki: Enes (R.A.)
Resûlullah (S.A.V.)'in Medine'ye gelişinden vefatına kadar, Resûlullah
(S.A.V.)'e hizmet etmiş. Hadarda ve seferde, hatta haceti için bile gittiği vakit
yanında su götürerek Resûlullah (S.A.V.)'den ayrılmamıştır. Hicabdan önce
hane'i saadete bile rahatlıkla girib çıkardı. Enes (R.A.)'nun bu refakatına
rağmen hiç mümkün müdür ki, Resûlullah (S.A.V.)'in besmeleyi cebrettiğini
duymasın. Ve yine Ebu Bekr, Umer ve Osman (R.A.)'un arkalarında namaz kıldığını
da ifade etmesi mes'elemizi ayrıca te'yid eder.
Ibnu Teymiye (R. H.) diyor ki:
İlim ehli ittifak etmişlerdir ki, Besmelenin açıktan okunacağına dair sahih bir
nas yoktur. Fakat senedi sahih olmayan rivayetler mevcuddur. Sa'lebi diyor ki:
Dare Kutni (R.H.)'a Besmelenin cehri söylenib söylenmeyeceğine dair
sorulduğunda, şöyle cevab verdi. Besmelenin açıktan söyleneceğine dair
Resûlullah (S.A.V.) sahih bir rivayet varid olmamıştır. Fakat sahabelerden ise
sahih olanda vardır zayıf da.(Sülasiyatı müsnedi İmam Ahmed 204)
32) İbnu Abbas (R.A.)'dan,
şöyle dedi: Allah Resulü (S.A.V.) Bismillahirrahmanirrahimi (sesli) okuduğu
zaman müşrikler alay ederek Muhammed Yemame'nin efendisini (Müseyleme'yi) anıyor,
Müseyleme er-Rahman, er-Rahim ismiyle tesmiye olunuyordu. Bu âyet indikten
sonra Allah Resulü Besmele'nin açıktan okunmamasını emretti. (Bu hadisi
Taberani 'Kebirde ( ) ve Evsat'ta rivayet etmiştir. Heysemi Mecmauz'Zevaid'de
(2/108) ravileri sağlam, raviler demiştir.)
33) Aişe R.A. dan (şöyle dedi:) Rasulullah (S.A.V.) kıratı,
El-Hamdu Lillah ile açardı. (Bu Hadis'i Abdurrezzak Cami'inde ( ) rivayet
etmiştir. El-Kenz (22050))
HER REK'ATTE FATİHA'YI
OKUMANIN VUCUBİYYETİ BABI
34) Ubade't-İbnu es-Samit
(R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "Her kim ki,
"Fatiha't-ul-KitabV okumazsa önün namazı yoktur." (Bu hadisi
Buharı (756) Müslim (394) Ebu Davud (822) Tirmizi (247) Nesei (2/137) ve İbnu
Mace (837) rivayet etmişlerdir.)
35) Ubade't-İbnu es-Samit
(R.A.)'dan, şöyle dedi: Bir sabah namazında Resûlullah (S.A.V.)'in arkasında
idik. Resûlullah (S.A.V.) Kur'ân okurken, kıra'ati ona ağırlık verdi. Namazdan
bitince (cemaata hitaben) zannedersem sizler imamınızın arkasında (Kur'ân)
okuyorsunuz dedi? Biz de evet ya Resûlallah hızlıca (size yetişe bilmek için
okuyoruz) dedik. Resûlullah (S.A.V.) imamınızın arkasında "Fatiha'dan"
başka bir şey okumayın, zira "Fatiha'yı" okumayanın namazı
yoktur" dedi. (Bu hadisiAhmed (5/316/322) Ebu Davud (823) Tirmizi
(311) Nesei (2/141) Buharı Cüz'ünde (60/226) Dare Kutni (l/318)İbnuHibban
(1776) Hakim (l/238)BeyhakiSüneninde (2/164) veKıra'atta (98) îbnu EbiŞeybe
(1/373) ve Tahavi (1/215) hasen bir senedle rivayet etmişlerdir.)
36) Reca îbnu Hayve'den, şöyle
dedi: Bir gün Ubade't-İbnu es-Samit (R.A.)'nun yanı başında namaz kılıyordum
ki, imamın arkasında (Fatiha'yı) okuduğunu duydum. Namazı kıldıktan
sonra, dedim ki: "Ya Eba Velid, sen imamla olduğun halde arkasında (Fatiha'yı)
okuyor musun? dedi ki: Yazıklar olsun sana (Fatiha'sız) namaz yoktur
(bilmez misin?) (Bu hadisi Abdurrazzak (2771) hasen bir senedle rivayet
etmiştir.)
Ubade't-İbnu es-Samit İbni
Kays İbni esram Ibni Fihr Ibni Sa'lebe el-Ensari el-Hazreci: Birinci ve ikinci
akabe biatında hazır bulunanlardandır. Bedr, Uhud ve Hendek dahil Resûlullah
(S.A.V.)'in iştirak ettiği bütün gazalarda hazır bulunmuştur. Muhammed İbnu
Ka'b el-Kurazi, Allah Resûlü'nün zamanında Ensar'dan beş kişi Kur'ân'ı
ezberlemişlerdir. Bunlar Muaz îbnu Cebel, Ubade't-İbnu es-Samit, Ubey
İbnu Ka'b, Ebu Eyyub ve Ebu'd-Derda (R.A.) diye haber vermiştir. Aynı zamanda
Ubade't-İbun es-Samit (R.A.) Resûlullah (S.A.V.)'in zamanında, Eshab'ı Suffa'ya
Kur'ân öğretirdi. Müslümanlar, Şam'ı feth edince Hz. Umer (R.A.) kendisini
müslümanlara Kur'ân ve Fıkıh öğretmesi için Şam'a yollamıştır. Evzai (R.H.)
Filistin'e tayin olunan ilk kadı Ubade't-İbnu es-Samit (R.A.)'dır dedi. Sahih
olan kavle göre, Ubade't-İbnu es-Samit (R.A.) Filistin'in Rumeyle kasabasında
hicri otuz dört senesinde yetmiş iki yaşında iken vefat etmiştir.
37) Enes tbnu Malik
(R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) (bir gün) ashabına namaz
kıldırdı. Namazdan bitince, yüzünü ashabına çevirerek dedi ki: İmam okuduğu
halde siz de (arkasında) namazlarınızda okuyor musunuz? Hepsi sukut ettiler.
Resûlullah (S.A.V.) bu sorusunu üç kere tekrar etti. Birisi dedi ki: Veya
birkaçı dediler ki: Evet Yâ Resûlullah biz bunu yapıyoruz. Resûlullah (S.A.V.)
buyurdu ki: Bunu yapmayın. Sizden biriniz imamın arkasında, içinden olmak üzere
sadece "Fatiha'yı" okusun. Bu hadisi Buharı Cüz'ünde (224)
Dare-Kutni (1/340) Tahavi (1/218) Abdurrezzak (2765) Beyhaki Kitab 'ul-Kıra
'atta (121) Süneninde (2/166) Hatib (13/176) Ebu Ya'la ve Taberam 'Evsafta
Mec-Mauzzevaid (2/110) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)
Enes İbnu Malik (R.A.)
Resûlullah (S.A.V.)'in Medine'ye hicretle şeref verdiklerinde, annesi Ummü
Suleym tarafından Allah Resulüne hediye olarak verilir. Hatta rivayette
naklolunmaktadır ki: Resûlullah (S.A.V.) Medine'ye şeref verdiklerinde her kes
Allah Resûlü'ne (S.A.V. )'e bir hediye takdim eder. Hediye edecek hiç bir şeyi
olmayan Ummü Suleym ise, Enes'i kolundan tutarak Allah Resûlü'nün huzuruna
varır der ki: Yâ Resûlullah benim başkaları gibi size takdim edecek hiç bir
şeyim yok. Fakat bu oğlum Enes'dir kendisini hizmetinize kabul buyurun der.
Enes (R.A.) o esnalarda on
yaşlarında bulunuyordu. Allah Resûlü'nün âhirete irtihaline kadar, hadarda,
seferde, haceti için bile gittiğinde yanında su taşıyarak yanından ayrılmadan
Sahib'i Risalete hizmet etmiştir.
38) Ebu Hureyre (R.A.)'dan,
şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "Fatiha" okunmayan namaz
yeterli değildir. Dedim ki: (Peki Yâ Resûlullah) eğer imamın arkasında olursam?
dedi ki: Elimden tutarak "Fatiha'yı" içinden (kendi kendine) oku buyurdu.
(Bu hadisi İbnu Huzeyme (490) ve İbnu Hibban (1780) sahih bir senedle
rivayet etmişlerdir.)
39) Ebu Hureyre (R.A.)'dan, şöyle
dedi: Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: Her kim ki namaz kılar da o namazında
"Ümmü'I-Kur'ân'ı" okumazsa, o namaz güdüktür sonra güdüktür, (yani)
tamam değildir dedi. (Müslim'in rivayetinde ise bu sözü üç kere tekrar etti
şeklinde gelmiştir.)
(Ravi diyor ki:) Bunun üzerine
dedim ki: "Ya Eba Hureyre! İmam sesli okuduğunda nasıl yapayım?
"Fatiha'yı" içinden okursun" dedi. Zira ben Resûlullah (S.A.V.)
işittim ki: Şöyle buyurdu. Allah'u Teâla buyurdu ki: Ben "Fatiha'yı"
benimle kulum arasında yarı yarıya taksim ettim. (Yarısı benim yarısı
kulumundur.) Ve kulumun istediği onundur.
"Kul, Elhamdu
lillahi Rabbi'l-alemin dediği
zaman Allah'da:
Kulum bana hamd etti der. Kul, Errahmanirrahim dediği zaman, Allah'da:
Kulum beni sena etti der. Kul, maliki yevmiddin dediği zaman, Allah'da:
Kulum beni temcid etti (ve bir defada: Kulum bana tefyiz eyledi) dedi. (Ve
buraya kadar benim.) Kul iyyake na'budu ve iyyake neste'in dediği zaman,
Allah: Bu kulumla benim aramda ve kulumun istediği hakkıdır der. Kul İhdina's-sırata'l-mustekim
sıratallezine en'amte aleyhim ğayri'l-meğdubi aleyhim ve-la'd-da-lin dediği
zaman, Allah: İşte bu kulumundur ve kulumun istediği hakkıdır" buyurur. (Bu
hadisi Müslim (395) Ebu Davud (821) İbnu Mace (838) Malik (1/84) İbnu Huzeyme
(489) İbnu EbiŞeybe (1/375) İbnu Hibban (l 775) Buharı Cüz 'ünde (l 5/68/65/72)
Abdurrezzak (2767) Ebu A vane (2/138) Beyhaki Süneninde (2/38) ve Kibul Kıraat
'da (52) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)
40) İbnu Umer (R.A.)'dan,
şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "Her kim ki
"Fatiha't-uI-Kitab'ı" okumazsa onun namazı yoktur."(Bu
hadisi Beyhaki Kitab 'ul, Kıraatta (86/87/88) sahih bir senedle rivayet
etmiştir.)
41) İbnu Cureyc'den, şöyle
dedi: Bana Nafi'i, İbnu Umer (R.A.)'nun farz namazlarından "Fatiha"
okumadık hiç bir rek'at bırakmadığını haber verdi.(Bu hadisi A bdurrezzak
(2625) sahih bir senedle rivayet etmiştir.)
42) Abdullah İbnu Amr
(R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "Fatiha't-ul-Kitab'ın"
okunmadığı her namaz güdüktür, güdüktür. (Bu hadisi İbnu Mace (841)
Ahmed (2/204/215) Buhari Cüz 'ünde (l 4) ve Beyhaki Kitab 'ul-Kıraat 'ta
(84/85) hasen bir senedle rivayet etmişlerdir.)
43) Abdullah İbnu Amr
(R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) (ashabına hitaben) benim arkamda
olduğunuz halde (Kur'ân) okuyor musunuz diye sual etti? (Sahabeler) dediler ki:
Evet Yâ Resûlullah sür'atli bir şekilde okuyoruz. (Bu cevab üzerine) Resûlullah
(S.A.V.) buyurdu ki: (İmamın arkasında) "Fatiha'dan" başka bir şey
okumayın. (Bu hadisi Buhari Cüz' ünde (57) ve Beyhaki Kitab'ul-Kıraatta (l
38) hasen bin senedle rivayet etmişlerdir.)
44) Yezid İbnu Şerik'den,
(şöyle dedi:) Umer İbnu'l-Hattab (R.A.)'ya dedim ki: İmam'ın arkasında iken "Fatiha'ul-Kıtab'ı"
okuyabilir miyim? Evet okursun dedi. Ve tekrar dedim ki: Sen okuduğun halde
de mi Yâ Emir'el-Mu'minin? dedi ki: "Evet ben okusam da" buyurdu. (Bu
hadisi Buharı Cüz'ünde (45) Beyhaki Sünen'inde (2/167)Hakim
(1/239)DareKutni(1/218) Tahavi(1/218) ve Abdurrezzak (2776) Hasen bir senedle
rivayet etmişlerdir.)
45) Abdullah İbnu Abbas
(R.A.)'dan, (Tavus'a) şöyle dediği (nakledildi) imamın arkasında, sesli veya
sessizde okusa, sakın "Fatiha't-ul-kitab'ı" okumayı bırakma
dedi. (Bu hadisi İbnu Ebi Şeybe (1/373) Abdurrezzak (2773) ve Beyhaki Kitab'ul-Kıraat'ta
(175) hasen bir senedle rivayet etmişlerdir).
Sahabelerden ve Tabi'inden
ehli ilmin ekserisinin ameli bu hadisler üzeredir.
Sahabelerden, Umer
İbnu'l-Hattab, Ali İbnu Ebi Talib, Aişe Bintu Ebi Bekr, Ebu Hureyre, Enes İbnu
Malik, İbnu Abbas, İbnu Umer, İbnu Mes'ud, Muaz İbnu Cebel, Ubey İbnu Ka'b,
Ubade't-İbnu es-Samit, Abdullah İbnu Amr (R.A.) daha isimlerini zikretmediğimiz
birçok sahabe vardır ki, onları rivayetleri ile "Fatiha" hakkındaki,
risalemizde zikrettik.
Mezheb imamlarından: Malik İbnu
"Enes, Abdullah İbnu'l-Mübarek, Şafi'i, Ahmed ve İshak, imamın arkasında
"Fatiha'nın" okunacağı görüşündedirler.
Hatta hadis imamlarından,
Buhari ve Beyhaki kitaplarındaki hadislerle iktifa etmeyerek bu mevzuda
müstakil birer risale yazmışlardır. Bu risalelerin ikisi de, Pakistan'da
basılmıştır.
Hanefilerden, Umde'tu-1-Kari
sahibi "Ayni" diyor ki: Arkadaşlarımızdan bazıları, ihtiyaten
bütün- namazlarda "Fatiha'nın" okunmasını hoş görmüşlerdir.
Bazıları da sadece sırri olan namazlarda okunacağı görüşündedirler.
Hidaye sahibinin naklettiğine
göre, Ebu Hanife'nin talebelerinden, Muhammed İbnu Hasen eş-Şeybani'den de
imamın arkasında sırri olan namazlarda Fatiha'nın okunacağına dair rivayet
vardır.
Bu hadisi şerifler "Fatiha'nın"
namazın rükünlerinden bir rüknü olduğuna delildir. Ve hadis umumi
ifadesiyle münferiden, imam ve me'mum olarak namaz kılan her kişiye şamildir.
Hadisi şeriflerde de görüldüğü gibi mes'elenin münakaşa götürecek hiç bir
tarafı yoktur, zira sahabelerin Resûlullah (S.A.V.) naklettikleri ve
kendilerinin nasıl anlayıb amel edişleri yukarıda zikredildi. Bu gün gibi açık
nasların karşısında daha hâlâ taassub göstererek itirazda bulunmak Resûlullah'ı
kendisine imam edinen kişiye yaraşmasa gerek.
Maa'zalike Mezheb ulemasından
bazısı içtihad ve meselemiz ile alakası olmayan deliller getirerek, sahih
delile ve bununla amel eden ehli ilme muhalefet etmişlerdir.
Muhalefet edenlerden bazısı, "Fatiha'nın"
sadece imamın arkasında sırri olan namazlarda okunacağına kaildir. Bazısı
da sırri ve cehri imamın arkasında kılınan namazların hiç birisinde de
okunmayacağına kaildirler.
Biz burada nasıl ve ne şekilde
ihtilaf edildiğini anlatacak değiliz. Bize düşen nassları serdetmekti, bu
mevzuda fazla ma'lumat isteyen "Fatiha" hakkındaki risalemize
müracat edebilirler.
FATİHAYI ÂYET ÂYET
KESEREK OKUMA BABI
46) Ummu Seleme (R.A.)'dan,
şöyle dedi: (Veya bunun gibi bir kelime söyledi). Resûlullah (S.A.V.)'in
kıra'at-i (şöyle idi) Bismillahirrahmanirrahim - Elhamdu lillahi
rabbilalemin -Errahmanirrahim - Maliki yevmiddin - diye âyet âyet keserek
(okurdu). (Bu hadisi Ebu Davud (4001) ve Sehmi tarih Cürcanda (104) sahih
bir senedle rivayet etmiştir.)
47) Ummu Seleme (R.A.)'dan,
şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) kira'atini (âyet âyet) kesik ederdi. Elhamdu lillahi
rabbilalemin der durur,
sonra Errahmanirrahim der durur ve Meliki yevmiddin olarak
okurdu. (Bu hadisi Tirmizi (1466) ve Ahmed (6/302) sahih bir senedle rivayet
etmişlerdir.)
TE'MİN BABI
48) Ebu Hureyre (R.A.)'dan,
(şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "İmam âmin dediği zaman
arkasından sizde âmin deyiniz. Çünkü her kimin âmin demesi meleklerin âmin
demesine muvafakat ederse geçmiş günahları mağfiret olunur. Hadisin
ravilerinden olan İbnu Şihab: Resûlullah (S.A.V.) âmin derdi, demiştir.) Bu
hadis'i Buhari (780) Müslim (410) ebu Davud (936) ve Tirmizi (250) rivayet
etmişlerdir. Bu hadisi şerif, imam ve me'mum'un cehri olan namazlarda âmin
lafzım sesli olarak söyleyeceklerini beyan eder.
AMİN DERKEN SESİN
YÜKSELTİLİB VE UZATILACAĞI BABI
49) Vail İbnu Hucr (R.A.)'dan,
şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) Ve'lad-daalliin i okuduktan sonra âmin derdi.
Ve (derken) sesini de yükseltirdi. (Bu hadisi Ebu Davud (932) Tirmizi (248)
ve İbnu Mace
(855) sahih bir senedle
rivayet etmişlerdir.)
50) Vail İbnu Hucr (R.A.)'dan,
şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.)'i "Gayri 'I-mağdubi aleyhim
ve 'la'd-daallin"i okuduktan sonra âmin dedi. Ve (âmin derken) sesini
uzattığını işittim. (Bu hadisi Buhari Cüz'ünde (209) Tirmizi (248) veAhmed
(4/316) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)
ÂMİN DERKEN ÂMİN
SESİNDEN MESCİDİN İNLEYECEĞİ BABI
51) İbnu Cureyc, Ata'dan
(rivayet ediyor ki:) Ata'ya dedim ki: İbnu Zübeyr fatihadan sonra Amin der
miydi? Ata dedi ki: Evet derdi. Arkasında olanlarda derdi. Hatta Amin sesinden
mescid inlerdi dedi. Ve sonra şübhesiz Amin duadır dedi. Ebu Hureyre,
İmam kendisinden evvel kalkmış olarak mescide girdiğinde, (İmama seslenerek)
beni Amin'de geçme derdi. Bu hadisi Buhari ta'likan (bab/III)
Abdurrazzak (2640) Safî (1/76) ve Beyhaki (2/59) sahih bir senedle rivayet
etmişlerdir.
YAHUDİLERİN İMAM'IN
ARKASINDA SÖYLEDİĞİMİZ AMİNİ
HASED ETTİKLERİ BABI
52) Aişe R.A. dan, (şöyle
dedi:) Nebiyyu S.A.V. buyurdu ki: Yahudiler sizin hiç bir şeyinize hased
etmemişlerdir, selam ve âmin sözüne hased ettikleri gibi. Ahmedin
rivayetinde ise: İmamın arkasında söylediğimiz, âmin sözüne (hased
ettikleri gibi.) (Bu hadisi Buhari Cüz'ünde (988) Ahmed (6/135) ve İbnu Mace
(856) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)
FATİHA'DAN SONRA Kİ
KIRAAT'IN BEYANI BABI
53) Ebu Hureyre (R.A.) şöyle
dedi: Her namazda kıraat vardır. Resûlullah (S.A.V.)'in bize duyurduklarını biz
de sizlere duyuruyoruz, bizden gizlice okuduklarını biz de sizlerden gizli
okuyoruz. Her kim Ummu'l-Kur'ân'ı okursa bu, ona yeter. Her kim bundan fazla
okursa o, daha faziletlidir. (Bu hadisi Buhari (772) ve Müslim (396) rivayet
etmişlerdir.)
İLK İKİ REK'ATTE
FATİHA'DAN SONRA BİRER SURE VE SON İKİ REK'ATTE İSE SADECE FATİHA'NIN OKUNACAĞI
BABI
54) Abdullah İbnu Ebi Katade
babası Ebu Katade'den, (şöyle demiştir:) Resûlullah (S.A.V.) öğle ve ikindi
namazlarının ilk iki rek'atlarında Fatihatu'l-Kitab ile birer sure okur
idi. Ve bazen (gizli okuduğu) âyeti bize işittirirdi. Son iki rek'atlarda ise
(yalnız) Fatihatu'l-Kitab'ı okurdu. (Bu hadisi Buharı (776) ve Müslim
(451) rivayet etmişlerdir.)
BİRİNCİ REK'ATİN İKİNCİ
REK'ATTEN DAHA UZUN OLACAĞI
BABI
55) Abdullah İbnu Ebi Katede
babası Ebu Katade'den, (naklederek şöyle demiştir.) Resûlullah (S.A.V.) öğle
namazının ilk iki rek'atlarında "Fatihatu'l-Kitab" ile birer
sure okur idi. Son iki rek'atlarda ise (sadece) "Fatihatu'l-Kitab'ı"
okurdu. (Bazen gizli okuduğu) âyet'i bize işittirirdi. Birinci rek'atını
ikinci rek'atından daha uzun yapardı. İkindi ve sabah namazıda böyle olurdu. (Bu
Hadisi Buharı (776) ve Müslim (451) rivayet etmişlerdir.)
YALNIZ NAMAZ KILARKEN
REK'ATLARIN HEPSİNDE FATİHA'DAN SONRA SURE OKUNABİLECEĞİ BABI
56) Nafi'i den, İbnu Umer
(R.A.)'nun, yalnız namaz kıldığı zaman namazın dört rek'atının hepsinde,
"ÜMMÜ'L-Kur'ân'ı" ve akabinde Kur'ân'dan bir sure okuduğunu haber
verdi. (Bu Hadisi Malik (1/79) sahih bir senedle rivayet etmiştir.)
KUR'ÂN'I EZBERLEYEMEYEN
KİŞİNİN NASIL YAPMASI GEREKTİĞİ BABI
57) Abdullah İbnu Ebi Evfa
R.A. dan, şöyle dedi: Resûlullah S.A.V. e birisi gelib şöyle dedi: Ya
Resulellah ben kur'an'dan hiç bir şey ezberleyemiyorum bana kıraatimin yerine
geçecek birşey öğret ondan. Resûlullah S.A.V. buyurdu ki: Sübhanallah, ve'I-
hamdu lillahı, ve la ilahe illallahu ve'llahu ekber, ve la havle ve la kuvvete
illa billah'İI - aliyyi'l - a/im, dersin, dedi...... (Bu Hadisi Ebu Da
vud (832) ve İbnu Huzeyme (544) hasen bir senedle rivayet etmişlerdir.)
ÖĞLE VE İKİNDİ NAMAZLARINDAKİ KIRAAT BABI
58) Ebu Katade (R.A.)'dan,
(şöyle dedi:) Resulullah (S.A.V.) Öğle ve ikindi namazlarının ilk iki
rek'atlarmda "Fatihatu'l-Kitab'ı" ve birer sure okur, bazen de
bize (sırren okuduğu) âyet'i duyururdu. Son iki rek'atlarda ise sadece "Fatihatu'l-Kitab'ı"
okurdu. (Bu hadisi Beğavi (592) Buhari (759) ve Müslim (451) rivayet
etmişlerdir.)
59) Ebu Said El-Hudri
(R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resulullah (S.A.V.) öğle namazının ilk iki rek'atının
her bir rekatında otuz âyet kadar okur idi. Son iki rek'atlarda ise on beşer
âyet kadar yahut bunun yarısı kadar. İkindi namazının ilk iki rek'atının her
bir rek'atında on beş âyet kadar okurdu. Son iki rek'atlarda ise bunun yarısı
kadar okurdu. (Bu hadisi Müslim (452) rivayet etmiştir.)
ÖĞLE VE İKİNDİ
NAMAZLARININ KIRAATLARININ SİRRİ OLACAĞI BABI
60) Ebu Ma'mer den, şöyle
dedi: Habbab İbnu'1-Eret (R.A.) ya dedim ki: Resulullah (S.A.V.) öğle ve ikindi
namazlarında okur muydu? "Evet" dedi: Ona "Peki okuduğunu neyden
anlardınız!" dedim. "Sakalının oynamasından" dedi. (Bu hadisi
Buhari (761) rivayet etmiştir.)
AKŞAM NAMAZINDAKİ
KIRAAT VE ONUN CEHRİ OLACAĞI BABI
61) Abdullah İbnu Abbas
(R.A.)'dan, şöyle dedi: (Bir defa anam) Ümmü'1-Fadl bintu'l-hadis,
Ve'I-Murselati Urfen sûresini okuduğumu işitti. Bana dedi ki: "Ey
yavrucuğum! Bu sûreyi okumakla bana Resûlullah (S.A.V.)'in bir akşam namazında
en son olarak işittiğim okuyuşunu hatırlattın." (Bu hadisi Buharı (763)
ve Müslim (462) rivayet etmişlerdir.)
62) Muhammed İbnu Cubeyr İbni
Mut'im den, o da babası Cubeyr (R.A.)'dan, rivayet etti. Cubeyr (R.A.) şöyle
dedi: Ben Resûlullah (S.A.V.)'in akşam namazında Ve'tturi sûresini okuduğunu
işittim.
YATSI NAMAZINDAKİ
KIRAAT VE ONUN CEHRİ OLACAĞI BABI
63) Abdullah İbnu Bureyde den,
o da babası Bureyde (R.A.)'dan, şöyle rivayet etti. Bureyde (R.A.) şöyle dedi:
Resûlullah (S.A.V.) yatsı namazında, Veşşemsi ve Duhaha'yı veya onun gibilerini
okurdu. (Bu hadisi Tirmizi (309) Nesei (2/173) ve Ahmed (5/355) hasen bir
senedle rivayet etmişlerdir.)
CEMAATE NAMAZ
KILDIRILACAGINDA NAMAZIN HAFİF TUTULACAĞI BABI
64) Cabir İbnu Abdullah
(R.A.)'dan, şöyle dedi: Muaz İbnu Cebel her defa Resulullah'ın arkasında
(yatsı) namazını kılar sonra kavmine (yâni Seleme oğullarına) gelir, onlara
imamlık yapardı. Bir gece Resûlullah (S.A.V.) ile beraber yatsıyı kıldı. Sonra
kavmine gelip, onlara imam oldu. Suretu'l-Bakara'dan başlayıp okumaya girişti.
Bunun üzerine cemaatten bir kimse selam verip ayrıldı, sonra namazı yalnız
başına kılıb çıktı. Namazdan sonra o kimseye: Ey fulan! Sen münafık mı oldun?
dediler. O da: Hayır, münafık değilim. (Hele sabah olsun) Vallahi, Resûlullah
(S.A.V.) huzuruna muhakkak gideceğim ve ona mutlaka bunu haber vereceğim dedi. Ertesi
gün Resûlullah (S. A. V.)'e geldi ve şunları söyledi. "Yâ Resûlullah! Biz
su çeker develer sahibiyiz. Bütün gün işimiz başında didiniriz, (yatsı olunca
gelib namaz kılarız) Muaz sizinle birlikte yatsıyı kıldı sonra geldi ve bize
imam olup Suretu'l-Bakara'dan başlayıb okumağa kalktı." Bunun üzerine
Resûlullah (S.A.V.) Muaz'a dönüb: "Yâ Muaz! Sen dinden nefret ettirici
misin! Fulan sûreyi oku, f ulan sûreyi oku!" buyurdu.
Sufyan der ki: Amre:
Ebu'z-Zubeyr bize Cabir'den tahdis etti ki: Resûlullah (S.A.V.) Veşşemsi ve
Duhahe'yı. Ve'dduha'yı, Ve'1-leyli iza yağşe'yı, Ve sebbih isme
Rabbike'l-a'la'yı oku buyurmuştur, dedim. Bunun üzerine Amr: İşte bunlar
gibi sûreler, cevabını verdi. (Bu hadisi Buharı (701) ve Müslim (465)
rivayet etmişlerdir.)
Bazıları bu hadis'i şerif de
zikredilen kıyamda ki tahfifi ruku'da, ruku'dan sonra ki i'tidal'da, secde'de
ve iki secde arasında da yapılacağını zannederek namazlarını ibtal edib
başkalarını da ibtal ettirmektedirler. Binaenaleyh, din düşmanlarının namaz bir
idmandır diyerek bu azim ibadetle istihza etmelerine sebeb olunmaktadır. Zira o
şekilde kılınan namaz da beden eğitiminden de başka bir şey değildir. İleride
rüku ve secde bahsinde bu mevzuya temas edilecektir.
SABAH NAMAZINDAKİ
KIRAAT VE ONUN CEHRİ OLACAĞI BABI
65) Ebu Berze (R.A.)'dan,
şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) sabah namazında altmış ile yüz âyet kadar
okurdu dedi. (Bu hadisi Müslim (461) rivayet etmiştir.)
66) Cabir Ibnu Semure
(R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah
(S.A.V.) sabah namazında, Kaf ve'1-Kur'âni'l-mecid
sûresini okurdu. Sabah namazından sonraki namazlarını daha hafif kıldırırdı.(Bu hadisi
Müslim (458) rivayet etmiştir.)
İMAMA RUKUDA YETİŞENİN
REKATININ OLMADIĞI BABI
67) Ebu Hureyre (R.A.)'dan: Resûlullah
(S.A.V.) buyurdu ki: "Namaz için kamet getirildiğinde sakın namaza koşarak
gelmeyin. Namaza yavaş yavaş sekinetten ayrılmayarak geliniz. İmama
(kavuştuğunuz yerde ona uyun) yetişebildiğinizi onunla kılın, yetişemediğiniz
kısımda (kendiniz) tamamlayın." (Bu hadisi Buhari (636) ve Müslim (602)
rivayet etmişlerdir.)
Bu hadisi şerif imama nerede
yetişilirse yetişilsin yetişemediği kısmın memun tarafından tamamlanacağına
delalet eder.
A'rac (R. H.) Ebu Hureyre'nin
şöyle dediğini rivayet etti: imama kıyamda kavuşmadan (ki yapılan rüku o rekatın
için) yetirli değildir. (Bu eseri Buharı kıraatu helfel-1-imam isimli
cüzünde (131) hasen bir senedle rivayet etmiştir.)
69) Abdurrahman İbnu Hürmüz
(R.H.)'dan, şöyle dedi: Ebu Said el-Hudri dedi ki: Sizden biriniz
Ummu'l-Kur'an'ı (Fatihayı) okuman rüku etmesin (zira o rekat tamam değildir). (Bu
eseri Buhari kıraat u halfel-İmam isimli eserinde (133) hasen bir senedle
rivayet etmiştir.)
RUKU'YA GİDİLECEĞİ
ZAMAN ELLERİ OMUZLAR HİZASINA VARDIRINCA YA KADAR KALDIRMA BABI
70) Salim babası Abdullah (R.A.)'dan,
şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.)'i namaza başladığı zaman, ruku'a gitmezden
evvel ve birde ruku'dan doğrulduğu zaman ellerini omuzları hizasına
vardırıncaya kadar kaldırdığını gördüm. İki secde arasında (ellerini)
kaldırmazdı. (Bu hadisi Buhari (735) Müslim (390) Ebu Davud (721) Tirmizi
(255) Nesei (2/126) ve İbnu Mace (858) rivayet etmişlerdir.)
Ruku'a giderken ve ruku'dan
kalkarken el kaldırma hadisi Resûlullah (S. A. V.)' den sabit olan bir ameldir.
Bu Ümmetin âlim'lerinin cemi'si bu amelin subutunda ve tatbikinde ittifak
etmişlerdir. Sadece Ehli-Rey muhalefet ederek bütün Ümmetin ittifakından
ayrılmışlardır.
Bu hadisi Allah Resûlullah'dan
elliye yakın sahabe rivayet etmişlerdir. Buhari Ehli Rey'in bu muhalefetine
dayanamıyarak bu mevzuda "Refu'I-yedeyn fi'ssalat" namazda
elleri kaldırma diye bir risale te'lif etmiştir. Bu Risale Pakistan'da
basılmıştır.
Bu hadisi rivayet eden
sahabelerden bazıları şunlardır. İbnu Umer, Malik İbnu'l-Huveyris, Enes İbnun
Malik, Vail İbnu Hucr, Ebu Hureyre, ebu Humeyd es-Saidi, Ebu Bekr, Umer
İbnu'l-Hattab, Usman İbnu Affan, Ali İbnu Ebi Talib, Sehl İbnu Sa'd, Muhammed
İbnu Mesleme, Ebu Katade, Cabir İbnu Abdullah, İbnu Abbas, Umeyr İbnu Habib,
Ebu Musa el-Eşari, Ebu Useyd, Abdullah İbnu Zubeyr, Ebu Said, Ümmü Darda, bizim
şu ana kadar toparlaya bildiğimiz bu kadar Allah nasib ederse bu mevzuda bir
risale yazmayı düşünüyoruz.
RUKU'DA ELLERİN
DİZKAPAKLARIN ÜZERİNE KONULACAĞI VE BUNUN EMİR OLDUĞU
BABI
71) Ebu Ya'fur, Mus'ab İbnu
Sa'd-ı şöyle derken işittiğini rivayet etti: Babamın yanında namaz kıldım,
(rüku'da) avuçlarımı bir birine bitiştirib iki baldırımın arasına koydum. (Bu
hareketimi gören) babam beni bundan nehyetti. Dedi ki: Biz bunu yapıyorduk.
Fakat sonra bunu yapmaktan nehyolunduk. Ve ellerimizi diz kapakların üzerine
koymakla emrolunduk. (Bu hadisi Buharı (790) ve Müslim (535) rivayet
etmişlerdir.
72) Abbas İbnu Sehl'den, şöyle
dedi: "Ebu Humeyd, Ebu Useyd, Sehl İbnu Sa'd ve Muhammed İbnu Mesleme
toplanarak Resûlullah (S.A.V.)'in namazını müzakere ettiler. Ebu Humeyd dedi
ki: "Resûlullah (S.A.V.)'in namazını en iyi bileniniz benim. Resûlullah
(S.A.V.) ruku'a vardı, dizkapaklarını tutar gibi ellerini dizkapaklarının
üzerine koydu. Kollarını gerdi ve koltuklarını kaldırdı." (Bu hadisi
Ebu Davud (734) ve Tirmizi (260) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)
RUKU'DA EL
PARMAKLARININ DİZKAPAKLARIN ÜZERİNDE AÇILACAĞI BABI
73) Alkame't-İbnu Vail
babasından şöyle rivayet etti: Resûlullah (S.A.V.) Ruku'a gittiği zaman
(dizkapaklarının üstünde) parmaklarını açardı. (Bu hadisi Hakim (1/224)
sahih bir senedle rivayet etmiştir.)
RUKU'DA BELİN DÜMDÜZ
TUTULACAĞI BABI
74) Raşid, Vabisa (R.A.)'yıı
şöyle derken işittiğini rivayet ediyor: Resûlullah (S.A.V.)'i namaz kılarken
gördüm. Ruku'ya gitiği zaman belini dümdüz yaptı. Öyle ki üzerine su dökülse
belinde eyleşirdi. (Bu Hadisi İbnu Mace (872) Taberani Kebirde (12781)
veSağirda (1/31) Ahmedin oğlu Abdullah 'da Müsnedih zevaidinde sahih bir
senedle rivayet etmişlerdir.)
RUKU'DA BAŞ'IN BEL İLE
BERABER DÜMDÜZ TUTULACAĞI BABI
75) Ebu Humeyd Essaidi
(R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) namaza durduğu zaman .... (Hadisin
burasını
zikrettikten sonra şöyle devam etti). Sonra ruku'ya
gitti ve ellerini dizkapaklarının üstüne
koydu. Sonra başinı ne aşağı sarkıttı ne de yukarı
kaldırdı. (Yani beli ile başını aynı hizada dümdüz tuttu.) (Bu hadisi Ebu
Davud (730) sahih bir senedle rivayet etmiştir.)
RUKU'DAKİ
ZİKRİN BEYANI BABI
76) Huzeyfe (R.A.)'dan,
Resûlullah (S.A.V.) ile namaz kılıp, Resûlullah (S.A.V.)'in rukusunda, "Subhane
Rabbiye'I-Azim" dediğini rivayet etti. (Bu hadisi Ebu Davud (871)
ve Tirmizi (262) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)
77) Aişe (R.A.)'dan, şöyle
dedi: Resûlullah (S.A.V.) rüku'unda ve sucudunda: "Subhaneke
ellahumme! Rabbena ve bihamdike ellahumme-gfirli." Teşbih ve
istiğfarını çokça söylerdi. (Resûlullah bunu demekle) Kur'ân'a imtisal
ediyordu. (Bu hadisi Buhari (794) Müslim (484) Ebu Davud (877) ve Nesei
(2/190) rivayet etmişlerdir.)
78) Aişe (R. A.) şöyle haber
verdi: Resûlullah (S.A.V.) ruku'sunda ve sucudunda: Subbuhun kuddûsun.
Rabbul melaiketi ve'r-ruh derdi. (Bu hadisi Müslim (487) Ebu Davud (827)
Nesei (2/224) rivayet etmişlerdir.)
RUKU'DA
Kİ İTMİ'NAN-IN FARZİYYETİNİN BEYANI BABI
79) Enes (R.A.)'dan, (şöyle
dedi): Resûlullah (S.A.V.) "Ruku'u ve sucud'u tastamam yapınız. Allah'a
yemin ederim ki rüku, ettiğinizde ve secdeye vardığınız zaman ben sizleri
muhakkak arkamdan da görüyorum" buyurdu. (Bu hadisi Buhari (741) ve
Müslim (425) rivayet etmişlerdir.)
RUKU'NUN
VE SUCUD'UN NASIL TAMAM OLDUĞU BABI
80) Bera İbnu Azib (R.A.)'dan,
şöyle dedi: Muhammed (S.A.V.) ile birlikte kılınan namazı gözetleyip dikkat
ettim. Kıyamını, ruku'unu, ruku'dan sonraki itidalini, secdesini, iki secde
arasındaki oturuşunu, tekrar secdesini ve selam vermekle kalkıp gitmesi
arasındaki oturuşunu takriben müsavi buldum. (Bu hadisi Müslim (471) rivayet
etmiştir.)
RUKU'SUNU
VE SUCUD'UNU TAM YAPMAYAN ADAMA RESÛLULLAH'IN NAMAZINI İADE ETTİRMESİ BABI
81) Ebu Hureyre (R. A.) 'dan,
(şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) mescide girdi derken biride girip namaz
kıldı. Sonra Resûlullah (S.A.V.)'e gelip selam verdi. Resûlullah (S.A.V.)
selamını aldıktan sonra: Adama "Dönde namazım yeniden kıl." Çünkü sen
namaz kılmadın buyurdu. O kimse namazını yemden kılıp Resûlullah'ın yanına
gelip selam verdi. Resûlullah (S.A.V.) selamım aldıktan sonra tekrar adama
"Namazını yeniden kıl çünkü sen namaz kılmadın" buyurdu. (Bunu üç
kere tekrar etti.) Nihayet o kimsem Seni hak ile yollayan Allah'a yemin ederim
ki, bunun başka türlüsünü bilmiyorum. Bana (doğrusunu) öğret dedi. Resûlullah
(S.A.V.) buyurdu ki: "Namaza durduğun vakit ihram tekbirini al, sonra ne
kadar kolayına gelirse o kadar Kur'ân oku. Sonra ruku'a varıp ta mut'main oluncaya
kadar dur. Sonra başını kaldırıp ayakta doğruluncaya kadar dur.
Sonra secdeye var ve mut'main
oluncaya kadar kal. Sonra başını kaldırıp ta mut'main oluncaya kadar otur.
Sonra tekrar secdeye var ta mut'main oluncaya kadar kal. Sonra bunu namazının
hepsinde (böyle) yap." (Bu hadisi Buharı (793) Müslim (397) Ebu Davud
(856) Tirmizi (303) Nesei (2/124) ve İbnun Mace (1060) rivayet etmişlerdir.)
RUKU'SUNU VE SUCUD'UNU
TAM YAPMAYANIN NAMAZININ BATIL, KENDİSİNİNDE
MİLLET'İ- MUHAMMED'DEN GAYRI BİR
MİLLET ÜZERE ÖLECEĞİ BABI
82) Süleyman, Zeyd İbnu Vehb'i
şöyle derken işittiğini rivayet ediyor: Huzeyfe (R. A.) Rüküşünü ve sucudunu
tam yapmayan bir adam gördü. Adama, sen namaz kılmadın. Eğer (bu halinle yani
bu namaz kılışınla) ölmüş olsaydın, Allah'ın Resulünü yaratmış olduğu fıtrattan
gayrı bir fıtrat üzere ölürdün dedi. (Bu hadisi Buharı (791) rivayet
etmiştir.) Ahmed İbnu Hanbel'in rivayetinde ise şöyle bir ziyadelik vardır.
Huzeyfe (R.A.) (Rüküşünü ve
sucudunu tam yapmayan) adama şöyle dedi: Ne zamandan beri bu namazı böyle
kılıyorsun? Adam kırk seneden beri böyle kılıyorum (diye cevab) verdi. Huzeyfe
yeniden adama sen kırk seneden beri lamaz kılmamışsın. Eğer bu namaz kılışınla
ölmüş olsaydın, Muhammed (S.A.V.) yaratıldığı fıtrattan gayrı bir fıtrat üzere ölürdün
dedi. (Bu hadisi Ahmed (5/384) sahih bir senedle rivayet etmiştir.)
83) Ebu Abdullah El-Eş'ari
(R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah
(S.A.V.) Ruku'sunu tam
yapmayan ve sucud'unu tavuğun
mısır tanelemesi gibi yapan birini gördü. Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki:
"Eğer bu adam şu hali (yâni namaz kılışı) üzere ölseydi,
Millet'i-Muhammed'den gayrı bir millet üzere ölürdü." Ve sonra şöyle dedi:
"Ruku'sunu tam yapmayan, sucud'unu tavuğun mısır tanelemesi gibi yapanın
misali, aç birisinin bir veya iki tane hurma yemesi nasıl açlığını gidermez ise, (rüku 'sunu vesucud'unu tam
yapmayan da namaz kılmamıştır.)"
Ravi Ebu
Salih dediki: Ebu
Abdullah'a bu hadisi Resûlullah'dan
kendisine kimin rivayet ettiğini sordum. Dediki: Umeraul-Ecnad (yani
Filistin, Ürdün, Humus, Kansirin, Şam) vilayetlerinin
emirleri olan Amr İbnu'1-As, Halid
Îbnu'l-Velid, Şurahbil İbnu Hasene, Resûlullah'dan işitmişler dedi. (Bu hadisi İbnu Huzeyme (665) Beyhaki
Sünende (2/89)
Taberani Kebirde Ebu Ya 'la
Musnedin 'de hasen bir senedle rivayet etmişlerdir.)
RUKU'DAN KALKARKEN
"SEMlALLAH'U LİMEN
HAMİDEH" DENİLECEĞİ BABI
84) Malik İbnu'l-Huveyris
(R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) Ruku'dan başını kaldırdığı zaman "Semiallah'u
limen hamideh" derdi. (Bu hadisi Müslim (391) rivayet etmiştir.)
RUKU'DAN
KALKARKEN ELLERİN OMUZLAR HİZASINA VARINCAYA KADAR KALDIRILACAĞI BABI
85) Salim babası Abdullah'dan,
şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.)'in namaz kılışını gördüm. Resûlullah (S.A.V.)
namaza başladığı zaman, ruku'a gitmeden evvel ve birde ruku'dan doğrulduğu
vakit ellerini omuzları hizasına vardırıncaya kadar kaldırırdı. İki secde
arasında ise kaldırmazdı. (Bu hadisi Buhar i (735) Müslim (390) Ebu Davud
(721) Tirmizi (255) Nesei (2/126) ve İbnu Mace (858) rivayet etmişlerdir.)
İMAM'LA
NAMAZ KILANIN YALNIZ "ELLAHUMME RABBENA VE LEKE'L-HAMD DİYECEĞİ BABI
86) Ebu Hureyre (R.A.)'dan,
(şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: İmam (başını rukudan kaldırırken)
Semi'allahu limenhamideh dediği zaman, sizde Ellahumme rabbena
leke'l-hamdu deyiniz. Zira kimin bu kavli, Meleklerin kavline muvafakat
ederse yapmış olduğu günahlar mağfiret olunur. (Bu Hadisi Buhari (796) ve
Mustim (409) rivayet etmişlerdir.)
RUKU'DAN
BELİNİ DOGRULTMAYANIN NAMAZININ YETERLİ OLMADIĞI BABI
87) Ebu Mesude'l-Ensari
(R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "Ruku'dan ve
secde'den
belini doğrultmayanın namazı yeterli değildir." (Bu
hadisi Ebu Da vud (855) Tirmizi (265) İbnu Mace (870)îbnuHibban (501) veAhmed'
(4/122) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)
BAŞI İMAMDAN ÖNCE
KADIRMANIN YASAK OLDUĞU BABI
88) Ebu Hureyre (R.A.)'dan,
şöyle dedi: Muhammed (S.A.V.) buyurdu ki: "Başını imamdan evvel kaldıran,
Allah'ın onun başını eşek başına tahvil etmesinden korkmaz mı?" (Bu
hadisi Buhari (691) ve Müslim (427) rivayet etmişlerdir.)
RUKU'DAN
KALKTIKTAN SONRA ELLERİ TEKRAR GÖĞSÜN ÜZERİNE KOYMA BABI
89)
Vail İbnu Hucr (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.)'i namaz için tekbir
aldığı vakit, ellerini kulakları hizasına kadar kaldırdığını ve sonra ruku'ya
giderken ve sonra Semiallahu limen hamideh deyip rukudan kalkarken de
aynı şeyi yaptığını ve kıyamda da sağ eliyle sol elini tuttuğunu gördüm. Bu
hadisi Ahmed (4/318) hasen bir senedle rivayet etmiştir.
izah
Bu Hadis'i Şerif, Resûlullah
(S.A.V.)'in "iftitah" tekbirinden ve "ruku'dan" sonraki
"kıyam" halinde ellerini göğsünün üzerine bağladığım ifade
ediyor. Zira göğsün üzerine el koyma, "iftitah" tekbirinden
sonraki kıyama hass olsaydı, hemen iftitah tekbirinden sonra ellerini göğsünün
üzerinde bağladı diye ifade etmesi gerekirdi. İftitah tekbirinden sonra
zikretmeyip, ruku'dan sonra bu hareketi tek isim altında, ruku'dan kalktıktan
sonra "kıyam'da" sağı ile solunu tuttuğunu gördüm demesi, çok sarih
bir ifade'i kelamdır.
Zira asıl olanda budur. Hem
rukudan kalktıktan sonra eller salıverilecek diye zayıf'da olsa bir rivayet
mevcud değildir. Resûlullah (S.A.V.)'den gelen hadislerin cemi'si namazda kıyam
halinde ellerin göğsün üzerine konulacağına delalet ediyor.
RESÛLULLAH (S.A.V.)'İN ZAMANINDA
İNSANLARIN KIYAMDA ELLERİNİ GÖĞÜSLERİNİN ÜZERİNE KOYMAKLA EMROLUNDUKLARI BABI
90) Sehl İbnu Sa'd (R.A.)'dan,
(şöyle dedi:) (Resûlullah (S.A.V.)'in zamanında) İnsanlar namazlarının (kıyamında) sağ ellerini sol kollarının üzerine koymakla
emrolunurlardı.(Bu hadisi Buharı (740) ve Malik
(1/159) rivayet etmişlerdir.)
91) Vail İbnu Hucr (R.A.)'dan,
şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.)'i namazda kıyamda iken, sağ eliyle sol elini
kabzettiğini gördüm. (Bu hadisi Ahmed (4/316) veNesei(2/125)sahih bir
senedle rivayet etmişlerdir.)
RUKU'DAN
KALKTIKTAN SONRAKİ DUA BABI
92) İbnu Ebi Evfa (R.A.)'dan,
şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) belini ruku'dan kaldırdığı zaman (şu sözleri)
söylerdi: Semiallahu limen hamideh. Ellahumme! Rabbena leke'1-hamd.
Mil'u-s-semavati ve mil'u-1-ard. Ve mîl'u ma şi'te min şey'in ba'd. Ellahumme!
Tahhirni bi's-selci ve'1-beredi ve'1-mai'l-barid. Ellahumme! Tahhirni
mine'z-zunubi ve'1-hataye kemayunekka's-sevbu'l-ebyadu mine'l-vesahi. Ey
Allah'ım! Hamd sana mahsustur. Hem gök dolusu, yer dolusu ve bunlardan öte ne
yaratmayı diledinse hepsinin dolusu hamd! Ey Allah'ım! Beni kar ile dolu ile ve
soğuk su ile tertemiz eyle! Ey Allah'ım! Beni günahlardan ve hatalardan, beyaz
kumaş kirden nasıl temizlenirse öyle temizle. (Bu hadisi Müslim (476)
rivayet etmiştir.)
93) Ebu Said El-Hudri
(R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) başını ruku'dan kaldırdığında şöyle
derdi. Rabbena leke'l-hamd. Mil'u-s-semavati ve'l-ard. Ve mil 'u ma'şite min
şey'in ba'd. Ehle's-sena'i ve'l-mecd. Ehakku ma kale'l-abdu ve kulluna leke
abdun. Ellahumme! La mani'a Uma a'teyte ve la mu'tiye limâ mena'te. Ve la
yenfe'u ze'1-ceddi mine'l-ceddu. Ey Rabbimiz olan Allah! Hamd sana
mahsustur. Hem gökler dolusu, yerler dolusu ve bunlardan öte ne yaratmağı
diledinse hepsinin dolusu hamd. Senaya, mecde layık olan Allah'ım! Her hangi
bir kulun ^ki hepimiz de sana kuluz- en muhik olarak söylediğisöz: Allah'ım!
Verdiğine mani' olacak yok, vermediğini verecek yok. Taat ve rızana bedel hiç
bir bahtiyara kendi bahtının yar olacağı yok. (Bu hadisi Müslim (477)
rivayet etmiştir.)
94) Refa'at İbnu Rafi'i
(R.A.)'dan, şöyle dedi: Biz bir gün Resûlullah (S.A.V.)'in arkasında namaz
kılıyorduk. Başını rukudan kaldırdığında, Semiallahu limen hamideh dedi.
Arkasından birisi "Rabbena ve leke'1-hamd, hamden kesiran tayyiben
mubareken fih" dedi. Namaz bittikten sonra konuşanın kim olduğunu
sordu. O kelimeleri söyleyen adam, benim dedi. Resûlullah (S.A.V.) buyurdular
ki otuz küsur tane melek gördüm ben evvel yazacağım diye birbirleriyle yarış
ediyorlardı. (Bu hadisi Buharı (799) ve Ahmed (4/316) rivayet etmişlerdir.)
RUKUDAN
KALKTIKTAN SONRAKİ İTİDALIN KEYFİYETİ
BABI
95) Enes (R.A.)'dan, Resûlullah
(S.A.V.)'i bize nasıl namaz kıldırırken gördüysem sizede öylece namaz kıldırmaktan
vazgeçmeyeceğim dedi: Enes'in namazım ta'rif eden ravi sabit İbnu Eşlem
El-Bunani şöyle dedi: Enes (R. A.) sizi yaparken görmediğim bir şey yapardı ki:
Başını rüku 'dan kaldırdığı vakit gören secde etmeği unuttu diyecek kadar
ayakta dikilirdi. Başını secdeden kaldırdığı vakit iki secde arasında gören
(ikinci secdeye gitmeyi) unuttu diyecek kadar dururdu. (Bu hadisi Buhar i
(800) ve Müslim (472) rivayet etmişlerdir.)
İMAMA
MÜTABAAT ETMEK VE HAREKETLERİ İMAMDAN SONRA YAPMAK BABI
96) Bera İbnu Azib (R. A.)
'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) ile beraber namaz kılardıkta hiç birimiz,
onu secdeye varmış olarak görmemize kadar belini bükmezdi. (Bu hadisi Buhari
(811) ve Müslim (474) rivayet etmişlerdir.)
İMAM
OTURARAK NAMAZ KILDIĞINDA CEMAATINDA OTURACAĞI BABI
97) Zuhri dedi ki: Enes Ibnu
Malik'ten işittim şöyle diyordu: Resûlullah (S.A.V.) bir gün beygirden düştü de
sağ yanı sıyrıldı. Biz hasta ziyareti yapmak için huzuruna girdik. Derken namaz
vakti geldi. Resûlullah (S.A.V.) bize oturarak namaz kıldırdı. Biz de onun
arkasında oturarak namaz kıldık. Namazı bitirdiği vakit şöyle buyurdu: İmam
ancak kendisine uyulsun diye imam yapılmıştır. Öyle olunca o tekbir aldığı
zaman sizde tekbir alınız. O secdeye vardığı vakit siz de secdeye varınız. O
kalktığında sizde kalkınız. O Semi Allahu limen hamideh dediği zaman
sizler, Rabbena leke'1-hamd deyiniz. O oturduğu halde namaz kıldığı
vakit hepiniz oturarak kılınız. (Bu hadisi Buharı (688) ve Müslim (411)
rivayet etmişlerdir.)
SECDEYE
GİDİŞ BABI
98)
Rifaa İbnu Rafi'i (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki:
İnsanlardan hiç birisinin namazı tamam olmaz...........Sonra rüku eder ta
mafsalları mutmain oluncaya kadar (rukuda kalır) sonra Semi Allahu limen
hamideh diyerek ta doğruluncaya kadar dikilir. Ve Allahu ekber der sonra
secde eder mafsalları mutmain oluncaya kadar (secdede kalmadıkça) ........... (Bu
Hadisi Ebu Davud (857) ve Hakim sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)
99) Ebu Bekr İbnu Abdurrahman
dan, Ebu Hureyre (R.A.)'yu şöyle derken işittiğini haber verdi.
Ebu Hureyre (R. A.) dedi ki:
Resûlullah (S.A.V.) secdeye gideceğinde tekbir getirirdi. (Bu hadisi Buhari
(803) ve İbnu Huzeyme (624) rivayet etmişlerdir.)
SECDEYE
GİDERKEN ELLERİN OMUZLAR HİZASINA KADAR KALDIRILACAĞI BABI
100) Malik İbnu Huveyris
(R.A.)'den: O, Nebi (S.A.V.)'in, namazında, rüku ettiğinde, başını ruku'dan
kaldırdığında ve secde ettiğinde, ............ ellerini kulakları hizasına
kadar kaldırdığını görmüş. (Bu hadisiNesei (1085) ve Dar e Kutni ( ) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)
Kıyamdan secdeye giderken,
secdeden kalkarken, tekrar secdeye giderken, birinci ve üçüncü rek' atlardan
kıyama kalkarken elleri tekbirle kaldırma hareketi Resûlullah (S.A.V. ) 'den,
sabit olan bir ameldir. 64 numaralı İbnu Umer Hadisiyle aralarında tenakuz
varmış gibi görünmesine rağmen, İbnu Umer dahil on tane sahabeden
naklolunmuştur. Bu rivayet mütenakız değil bilakis İbnu Umer 'in rivayetinin
ziyadesidir. Hadis İlmin'de ma'lum olduğu üzere sika'nın ziyadesi makbul'dur.
SECDEYE
GİDERKEN ELLERİN DİZLERDEN ÖNCE KONULACAĞI BABI
101) Ebu Hureyre (R.A.)'dan,
şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "Sizden biriniz secde ettiği vakit,
devenin çöktüğü gibi çökmesin. Önce ellerini, sonra dizlerini koysun." (Bu
hadisi Ahmed (2/381) Ebu Da vud (840) Nesei (2/207)Darimi (1327) Dare Kutni
(1/345) Tahavi (1/245) Beyhaki (2/99) ve Buhari Tarihinde (1/139) sahih bir
senedle rivayet etmişlerdir.)
102)
İbnu Umer R. A. dan. (şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) secde ettiği vakit
ellerini dizlerinden önce koyardı. (Bu hadisi Buharı Ta'likan (803) İbnu
Huzeyme (627) Dari Kutni (1/344) Tahavi (1/254) ve Hakim sahih bir senedle
rivayet etmişlerdir.)
DİZLERİ
ELLERDEN ÖNCE KOYMA HADİSİNİN ZAYIF OLDUĞU BABI
103) Vail İbnu Hucr
(R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A. V.) secdeye gittiği vakit, dizlerini
ellerinden önce koyardı. (Secdeden kıyama) kalktığı zamanda ellerini
dizlerinden önce kaldırırdı. (Bu hadisi Ebu Davud (838) Tirmizi (268) ve
İbnu Mace (882) zayıf bir senedle rivayet etmişlerdir.)
Ebu İsa (Tirmizi) bu hadis hasen
garib'dir. "Şerik"den bu hadisi başka birinin rivayet ettiğini
bilmiyoruz dedi. Dare Kutni'de Sünenin'de "Şerik" rivayetinde teferrüd
ettiği zaman onun rivayeti zayif dır dedi. Yukarıda görüldüğü gibi Vail'in
hadisi seneden zayıfdır. Ma'lum olduğu gibi zayıf hadis'le amel etmek caiz
değildir. Sahih olan Ebu Hureyre ve İbnu Umer hadisidir.
YEDİ
ÂZA ÜZERİNE SECDE ETME BABI
104) İbnu Abbas (R.A.)'dan,
(şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) şöyle buyurdu: Alın, (eliyle burnu üzerine
işaret etti) eller, dizler ve ayak uçları olmak üzere yedi aza üzerine secde
etmekle emrolundum. (Namaz kılarken) elbise ve saç toplamaktan neyh olundum. (Bu
hadisi Buhari (809) ve Müslim (490) rivayet etmişlerdir.)
KÖPEK
OTURUŞU GİBİ SECDE YAPMANIN YASAK OLDUĞU BABI
105) Enes İbnu Malik'dan,
şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) "Secdede i'tidal üzere bulununuz. Hiç
biriniz kolunu (secdede) köpek yayışı gibi yaymasın" buyurdu. (Bu
hadisi Buhar i (822) Müslim (493) Ebu Da vud (897) ve Tirmizi (276) rivayet
etmişlerdir.)
SECDEDE
AVUÇLARIN YERE KONULUP DİRSEKLERİN KALDIRILACAĞI BABI
106) Bera İbnu Azib
(R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) "Secde ettiğinde, avuçlarını
yere koy ve dirseklerini kaldır" buyurdu. (Bu hadisi Müslim (494)
rivayet etmiştir.)
SECDEDE
KOLLARIN BİR KUZU GEÇEBİLECEK KADAR AÇILACAĞI BABI
107) Meymune (R.A.)'dan, şöyle
dedi: Nebiyyü (S.A.V.) secdedeye vardığı zaman, ufak bir kuzu istese kolları
arasından geçerdi. (Bu hadisi Müslim (496) Ebu Davud (898) ve Nesei (2/213)
rivayet etmişlerdir.)
SECDEDE DİRSEKLERİN
YANLARDAN UZAKLAŞTIRILACAĞI
BABI
108) Meymune (R.A.)'dan, şöyle
dedi: Resûlullah (S.A.V.) secdeye vardığı zaman dirseklerini yanlarından o
kadar uzak tutardı ki, arkasında bulunan kimse koltuklarının açıklığını
(beyazlığını) görürdü. (Bu hadisi Müslim (497) rivayet etmiştir.)
SECDEDE
BURNUN VE ALNIN İYİCE YERE DAYANIP ELLERİN DE OMUZLAR HİZASINDA KONULACAĞI BABI
109) Ebu Humeyd Es-Saidi
(R.A.)'dan (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) secdeye vardığında burnunu ve
alnını
iyice yere dayar, kollarını yanlarından ayırır ve
ellerini de omuzlan hizasına koyardı. (Bu
hadisi Ebu Davud (734) Tirmizi (270) ve Beğavi (647) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir).
110) Nafi (R.H.)'dan (şöyle
dedi:) İbnu Umer (R. A.) başında sarık olduğu halde secde edeceği vakit
sarığını yukarı kaldırırdı, ta ki alnı secdece değsin diye. (Bu eseri
Beyhaki Sünende (2/105) rivayet etmiştir.)
SECDEDE
BURNUNU YERE DEĞDİRMEYENİN NAMAZININ OLMAYACAĞI BABI
111) İbnu Abbas (R.A.)'dan, şöyle
dedi: Resûlullah (S.A.V.) namaz kılan bir adamın (secdede) burnunu yere
değdirmediğini gördü ve şöyle dedi. Burnunu yere değdirmeyenin namazı yoktur. (Bu
hadisi Dare Kutni (1/348) Taberani (11917) ve Ebu. Nuaym Ehbaru İsfeh an 'da
"Abdurrezzak (2982) ve Beyhaki sünende (2/104)" sahih bir senedle
rivayet etmişlerdir.)
112) İbnu Abbas (R.A.)'dan
Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki; "Her kim ki secde ettiği zaman burnu ile
alnını yere yapıştımazsa onun namazı yeterli değildir." (Bu hadisi
Taberani Kebir'de (l l 917) veEvsat'ta (J/7) 'de rivayet etmiştir. Heysemi
Mecmauz 'Zevaide(3/136)ravileri sikadır demiştir.)
SECDEDE
EL PARMAKLARININ BİTİŞTİRİLECEĞl BABI
113) Vail İbnu Hucr (R.A.)'dan,
(şöyle dedi:) Nebiyyu (S.A.V.) secde ettiği zaman el parmaklarını bitiştirirdi.
(Bu hadisi İbnu Huzeyme (642) ve Beyhaki (2/112) sahih bir senedle rivayet
etmişlerdir.)
SECDEDE
EL PARMAKLARININ KIBLEYE TEVCİH ETTİRİLECEĞİ BABI
114) Bera İbnu Azib
(R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) secde ettiği zaman ellerini yere
koyar, el ve parmaklarını kıbleye doğru çevirirdi. (Bu hadisi İbnu Huzeyme
(643) ve Beyhaki (2/113) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)
SECDEDE
AYAK TOPUKLARINI DİKME VE BUNUN EMİR OLDUĞU BABI
115) Aişe (R.A.)'dan, şöyle
dedi:Bir gece Resûlullah (S.A.V.)'i yatakta kaybettim. Bunun üzerine kendisini
araştırmağa başladım. Derken kendisini mescidde iki ayakları dikilmiş olarak
secde halinde iken elim ayaklarının altına değdi ........... (Bu hadisi
Müslim (486) İbnu Huzeyme (655) ve Beyhaki (2/116) rivayet etmişlerdir.)
116) Amir İbnu Sa'd (R. A.)
babasından şöyle rivayet etmiştir. Resûlullah (S.A.V.) namazda elleri yere
koymayı ve ayakların topuklarını dikmeyi emrederdi. (Bu hadisi Hakim (1/271)
ve Abdurrazzak (2944) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)
SECDEDE
AYAK TOPUKLARININ BİTİŞTİRİLECEĞİ BABI
117) Urve't-İbnu Zubeyr,
Resûlullah'ın ailesi Aişe'nin şöyle dediğini rivayet ediyor: Aişe buyurdu ki:
Resûlullah (S.A.V.) (bir gün) benim yatağımda idi ve onu kaybettim. Ve derken
aramağa başladım ve onu secdede ayak topukları bitişik bir halde buldum.. (Bu
hadisi İbnu Huzeyme (654) ve Beyhaki (2/116) sahih bir senedle rivayet
etmişlerdir.)
AYAK
PARMAK UÇLARININ KIBLEYE TEVCİH EDİLECEĞİ BABI
118)
Muhammed îbnu Amr bin Ata'nın şöyle dediği rivayet olunuyor. Resûlullah
(S.A.V.)'in ashabından bir takım zevat ile beraber otururken, Nebiyyi
(S.A.V.)'in namazından bahsettik. Ebu Humeyd-i-s-Saidi dediyki: Resûlullah
(S.A.V.)'in namazını en iyi bileniniz ben idim. Gördüm ki. ......... Resûlullah
(S.A.V.) secde ettiğinde kollarını yere yaymaksızın ve bir birine
yapıştırmaksızın (yere) koyup ayaklarının parmaklarını kıbleye karşı getirirdi.
(Bu hadisi Buharı (828) ve Ebu Davud (963) rivayet etmişlerdir.)
SECDEDEKİ
DUA VE ZİKRİN BEYANI BABI
119) Ebu Hureyre (R.A.)'dan,
(şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "Kulun Rabbına en yakın
olduğu hal, secde ederken ki, halidir. Binaenaleyh duayı çoğaltın." (Bu
hadisi Müslim (482) rivayet etmiştir.)
120) Huzeyfe (R.A.)'dan,
Resûlullah (S.A.V.) ile namaz kıldı. Ve secdelerinde "Subhane
rabbiyel-ala" derdi diye rivayet etti. (Bu hadisi Ebu Davud (871)
ve Tirmizi (262) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)
121) Ebu Hureyre (R.A.)'dan, Resûlullah
(S.A.V.)'in secdelerinde şöyle dua ettiğini rivayet etti: "Ellahumme'ğfirli
zenbi kullehu dıkkahu ve culehu ve evvelehu ve ahirehu ve alaniyetehu ve
sırrah." Ey Allah'ım! Küçük ve büyük, ilkini ve sonuncusunu, aşikâr ve
gizli, (yaptığım) bütün günahlarımı mağfiret et. (Bu hadisi Müslim (483) ve
Ebu Davud (878) rivayet etmişlerdir.)
122) Aişe (R.A.)'dan, şöyle
dedi: Resûlullah (S.A.V.) ruku'unda ve sucud'unda: "Subhaneke
ellahumme! Rabbena ve bihamdike ellahumme'ğfirli" teşbih ve
istiğfarını çokça söylerdi. (Resûlullah (S.A.V.) bunu demekle) Kur'ân'a imtisal
ediyordu. (Bu hadisi Buharı (794) Müslim (484) Ebu Davud (877) ve Nesei
(2/190) rivayet etmişlerdir.)
123) Mutarrıf İbnu Abdullah,
Aişe (R.A.)'nın kendisine şöyle haber verdiğini rivayet etti: Resûlullah
(S.A.V.) ruku'sunda ve sucud'unda: "Subbuhun kuddusun. Rabbul'meleiketi
ve'r-ruh" derdi. (Bu hadisi Müslim (487) Ebu Davud (827) ve nesei
(2/224) rivayet etmişlerdir.)
SECDEDEKİ
İTMİ'NAN-IN FARZİYYETİNİN BEYANI BABI
124) Enes (R.A.)'dan, (şöyle
dedi:) Resûlullah (S.A.V.) "Ruku'u ve sucud'u tastamam yapınız. Allah'a
yemin ederim ki, rüku ettiğinizde ve secdeye vardığınız zaman ben sizleri
muhakkak arkamdan da görüyorum" buyurdu. (Bu hadisi Buharı (741) ve
Müslim (425) rivayet etmişlerdir.)
RUKU'NUN
VE SUCUD'UN NASIL TAMAM
OLDUĞU BABI
125) Bera İbnu Azib
(R.A.)'dan, şöyle dedi: Muhammed (S.A.V.) ile birlikte kılınan namazı
gözetleyip dikkat ettim. Kıyamını, ruku'unu, ruku'dan sonraki iti'dalini,
secdesini, iki secde arasındaki oturuşunu, tekrar secdesini, selam vermekle
kalkıp gitmesi arasındaki oturuşunu takriben müsavi buldum. (Bu hadisi
Müslim (471) rivayet etmiştir.)
RUKU'SUNU
VE SUCUD'UNU TAM YAPMAYAN ADAM RESÛLULLAH'IN NAMAZINI İADE ETTİRMESİ BABI
126)
Ebu Hureyre (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) mescide girdi derken
biri de girip namaz kıldı. Sonra Resûlullah (S.A.V.)'e gelip selam verdi.
Resûlullah (S.A.V.) selamını aldıktan sonra: Adama "Dönde namazını yeniden
kıl. Çünkü sen namaz kılmadın" buyurdu. O kimse namazını yeniden kılıp
Resûlullah (S. A. V.)'ın yanıma gelip selam verdi. Resûlullah (S.A.V.) selamını
aldıktan sonra tekrar adama "Namazını yeniden kıl, çünkü sen namaz
kılmadın" buyurdu. (Bunu üç kere tekrar etti.) Nihayet o kimse: "Seni
hak ile yollayan (Allah'a yemin ederim ki, bunun başka türlüsünü bilmiyorum.
Bana (doğrusunu) öğret" dedi. Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "Namaza
durduğun vakit ihram tekbirim al, sonra ne kadar kolayına gelirse o kadar
Kur'ân oku. Sonra ruku'a varıp, ta mut'main oluncaya kadar dur. Sonra başını
kaldırıp ayakta doğruluncaya kadar dur. Sonra secdeye var ve mut'main oluncaya
kadar kal. Sonra başını kaldırıp taa mut'main oluncaya kadar kal. Sonra bunu namazının
hepsinde (böyle) yap." (Bu hadisi Buharı (793) Müslim (397) Ebu Davud
(856) Tirmizi (303) Nesei (2/124) ve İbnu
Mace (1060) rivayet etmişlerdir.)
RUKUSUNU
VE SUCUD'UNU TAM YAPMAYANIN NAMAZININ BATIL, KENDİSİNİN DE MİLLET'İ—
MUHAMMED-'DEN GAYRI BİR MİLLET ÜZERE ÖLECEĞİ BABI
127) Süleyman, Zeyd İbnu
Vehb'i şöyle derken işittiğini rivayet ediyor. Huzeyfe (R.A.) ruku'sunu ve
sucud'unu tam yapmayan bir adam gördü. Adama, "Sen namaz kılmadın, eğer
(bu halinle yani bu namaz kılışınla) ölmüş olsaydın, Allah'ın Resulünü yaratmış
olduğu fıtrattan gayrı bir fıtrat üzere ölürdün" dedi. (Bu hadisi
Buhari (791) rivayet etmiştir.)
Ahmed
İbnu Hanbelin rivayetinde ise şöyle bir ziyadelik vardır.
128) Huzeyfe (R. A.)
(Ruku'sunu ve sucud'unu tam yapmayan) adama şöyle dedi: "Ne zamandan beri
bu namazı böyle kılıyorsun?" Adam "Kırk seneden beri böyle kılıyorum
(diye cevab) verdi." Huzeyfe yeniden adama "Sen kırk seneden beri
namaz kılmamışsın. Eğer bu namaz kılışınla ölmüş olsaydın, Muhammed (S.A.V.)'in
yaratıldığı fıtrattan gayrı bir fıtrat üzere ölürdün" dedi. (Bu hadisi
Ahmed (5/384) sahih bir senedle rivayet etmiştir.)
129) Ebu Abdullah El-Eşari
(R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) ruku'sunu tam 'yapmayan ve
sucud'unu tavuğun mısır tanelemesi gibi yapan birini gördü. Resûlullah (S.A.V.)
buyurdu ki: Eğer bu adam şu hali (yani namaz kılışı) üzere ölseydi,
millet'i-Muhammed'den gayrı bir millet üzere ölürdü. Ve sonra şöyle dedi:
Ruku'sunu tam yapmayan, sucud'unu tavuğun mısır tanelemesi gibi yapanın misali,
aç birisinin bir veya iki tane hurma yemesi nasıl açlığını gidermez ise,
(ruku'sunu ve sucud'unu tam yapmayanda namaz kılmamıştır.)
Ravi Ebu Salih dedi ki: Ebu
Abdullah'a bu hadisi Resûlullah'dan (kendisine) kimin rivayet ettiğini sordum.
Dedi ki: Umera'ul-Ecnad (yani Filistin, Ürdün, Humus, Kansirin, Şam) vilayetlerinin
emirleri olan Amr İbnu'1-As, Halid İbnu'l-Velid, Şurahbil İbnu Hasene,
Resûlulla'dan işitmişler dedi. (Bu hadisi İbnu Huzeyme (665) Taberani
Kebirde Ebu Ya 'la Musnedinde hasen bir senedle rivayet etmişlerdir.)
SECDEDEN
KALKIŞ BABI
130) Ebu Bekr İbnu
Abddarrahman, Ebu Hureyre (R.A.)'yu şöyle derken işittiğini rivayet ediyor: Resûlullah
(S.A.V.) namaza kalktığı zaman, ............Sonra başını (secdeden) kaldırırken
tekbir getirirdi. (Bu hadisi Buharı (789) ve Müslim (392) rivayet
etmişlerdir.)
131) Rifaa İbnu Rafi'i
(R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: İnsanlardan hiç
birisinin namazı tamam olmaz............... Sonra secde eder, ta mafsalları
mutmain oluncaya kadar (secdede kalır.) Sonra Allah'u Ekber der, başını
(secdeden) kaldırır ta oturur vaziyyete doğrulmadıkca.......... (Bu hadisi
Ebu Da vud (857) ve Hakim sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)
SECDEDEN
KALKARKEN ELLERİN OMUZLAR HİZASINA KADAR KALDIRILACAĞI BABI
132) Vail İbnu Hucr
(R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) ile beraber namaz kıldım.
Resûlullah (S.A.V.) (namaza başlarken) tekbir aldığı vakit ellerini (omuzları
hizasına kadar) kaldırdı ......... Ve başını secdeden kaldırdığı vakitte
ellerini (omuzları hizasına kadar) kaldırdı .............. (Bu hadisi Ebu Da
vud (723) veAhmed (3/436) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)
İKİ
SECDE ARASINDA SAĞ AYAĞIN DİKİLİB SOLUN YAYILARAK ÜZERİNE OTURULACAĞI BABI
133) Rifaa İbnu Rafi
(R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah
(S.A.V.) namazını beceremeyen
adama,
(namazı ta'rif ederken) şöyle buyurdu: ...........
Secde yaptığın vakit, secdende mütemekkin ol.
(Başını secdeden) kaldırdığın zaman da sol
baldırının üzerine otur. (Bu hadisi Ebu Da vud (859) Ahmed (4/340) ve İbnu
Mace (893) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)
134) Abdullah İbnu Umer'in
oğlu Abdullah, babasından naklederek şöyle dedi: Sağ ayağı dikib, parmakları
kıbleye döndürmek ve sol ayak üzerine oturmak, namazın sünnetindendir. (Bu
hadisi Nesei (1158) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)
135) Abdullah İbnu
Abdullah'dan, İbnu Umer (R.A.)'yu namazda oturduğunda bağdaş kurarak oturduğunu,
gördüğünü haber verdi. Dedi ki bende öyle yapmaya başladım. Ve ben daha o zaman
yeni gelişmeye başlamış bir delikanlı idim. Abdullah İbnu Umer beni bu
hareketimden menetti. Ve şöyle dedi: Namazda sünnet olan, sağ ayağı dikip solu
yaymaktır. Bende, sen bağdaş kurarak oturuyorsun dedim. O da cevaben, ayaklarım
(öyle oturmama) tahammül etmiyorda ondan (öyle oturuyorum) dedi. (Bu hadisi Buharı (827) rivayet etmiştir.)
İKİ
SECDE ARASINDAKİ ZİKRİN KEYFİYYETİ BABI
136) İbnu Abbas (R.A.)'dan,
(şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) iki secde arasında şöyle derdi. Allahumme'ğfirli,
ve'rhamni, ve'cburni, ve'rfa'ni, ve'hdini, ve afini, ve'rzukni. (Bu hadisi Ebu Davud (850) Tirmizi (284) İbnu
Mace (898) ve Hakim (1/262/271) sahih
bir senedle rivayet etmişlerdir.)
İKİ SECDE
ARASINDAKİ İ'TİDAL-IN KEYFİYYETİ BABI
137) Enes (R.A.)'dan, Resûlullah
(S.A.V.)'i bize nasıl namaz kıldırırken gördüysem size de öylece namaz
kıldırmaktan vazgeçmeyeceğim dedi: Enes'in namazını ta'ıif eden ravi Sabit İbnu
Eşlem el-Bunani şöyle dedi: Enes sizi yaparken görmediğim bir şey yapardı:
Başını ruku'dan kaldırdığı vakit gören (secde etmeği) unuttu diyecek kadar
ayakta dikilirdi. Başını secdeden kaldırdığı vakit iki secde arasında gören
(ikinci secdeye gitmeyi) unuttu diyecek kadar dururdu. (Bu hadisi Buhari
(800) ve Müslim (472) rivayet etmişlerdir.)
İKİNCİ
SECDEYE GİDİŞ BABI
138) Rifaa İbnu Râfi
(R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: İnsanlardan hiç
birisinin
namazı tamam olmaz............Sonra secde eder, ta
mafsalları mutmain oluncaya kadar (secdede
kalır.) Sonra Allahu Ekber der,
başını (secdeden) kaldırır, ta oturur vaziyette doğrulur. Sonra Allahu Ekber
der ve secdeye varıp ta mafsalları mutmain oluncaya (kadar secdede
kalmadıkça) ............. " (Bu hadisi Ebu Davud (857) ve Hakim ()
sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)
İKİNCİ SECDEDEN KALKIŞ
BABI
139) Rifaa İbnu Rafi
(R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah
(S.A.V.) buyurdu ki:
"İnsanlardan hiç birisinin
namazı tamam olmaz ............. Sonra
başını kaldırarak tekbir getirir bunu
yaptığı vakit namazı tamam olur." (Bu
hadisi Ebu Da vud (857) ve Hakim () sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)
NAMAZIN TEK REK'ATINDAN KALKARKEN BİRAZ
OTURMADAN KALKILMA YASAĞI BABI
140) Malik
İbnu'l-Huveyris (R.A.)'dan, Resûlullah (S.A.V.)'i namaz
kılarken gördü. Resûlullah
(S.A.V.) namazının tek rek'atlarından (ikinci veya dördüncü rek'atlara)
kalkarken, biraz oturmadan kalkmadığını rivayet etti. (Bu hadisi Buhari
(8?3) Tirmizi (287) ve İbnu Huzeyme (686) rivayet etmişlerdir.)
İZAH
Hadisden istimbat edilen
hüküm: Resûlullah (S.A.V.) namazının tek rek'atlarından (yani birinci ve üçüncü
rek'atlardan) bir sonraki rek'ate (yani ikinci ve dördüncü rek'atlara)
kalkarken, secdeden doğrulduktan sonra bir müddet oturmadan ayağa kalkmadığını
gördüğünü rivayet eden Malik İbnu' I-Huveyris "beni nasıl namaz kılar
gördüyseniz öylece namaz kılın" hadisinin ravisidir.
NAMAZIN TEK REK'ATINDAN KALKARKEN YERE
DAYANARAK KALKMA BABI
141) Ebu Kilabe (R.A)'dan,
şöyle dedi: Malik İbnu'l-Huveyris şu bizim mescidimize gelib bize namaz
kıldırdı. Ve şöyle dedi: Namaz kılmak arzum olmadığı halde size namaz
kıldıracağım. Maksadım Nebiyyi (S.A.V.)'i nasıl namaz kılar gördüysem onu size
göstermek istiyorum. Eyyub, Ebu Kilabe'ye onun namazı nasıldı diye sordum. Ebu
Kilabe, onun namazı şu şeyhimizin (yani Amr İbnu Seleme'nin) namazı gibi idi
dedi: Ve Eyyub, o şeyhimiz tekbiri itmam ederdi dedi: Başını ikinci secdeden
kaldırdığı zaman oturur, ve (elleri ile) yere dayanır sonra ayağa kalkardı. (Bu
hadisi Buharı (824) ve İbnu Huzeyme (687) rivayet etmişlerdir.)
Ebu İshak El-Harbi'nin
rivayetinde ise şöyledir. Resûlüllah (S.A.V.) secdeden kıyama kalkarken,
ellerini hamur yoğurur gibi yapar ve yere dayanarak kalkardı. Bu hadisin
metnini buraya alamamamın sebebi, Ebu İshak'ın bu kitabının mahtut olmasıdır.
Hadisin ma'nasını Şeyh Elbani'nin te'lifi olan Allah Resûlü'nun namazının
sıfatı isimli kitabından naklettim.
BİRİNCİ TEŞEHHÜD'DE
SÜNNET OLAN OTURUŞUN BEYANI BABI
142) Muhammed îbnu Amr bin
Ata'nın şöyle haber verdiği rivayet olundu. Resûlüllah (S.A.V.) 'in ashabından
bir takım zevat ile otururken, Nebiyyi (S.A.V.) 'in namazından bahsettik. Ebu
Humeyd Es-Saidi dediyki:
Resûlüllah (S.A.V.)'in namazını en iyi bileniniz ben idim. Gördüm ki
....... İlk ikinci rek'atta (teşehhüdde) oturduğu vakit, sol ayağının üzerine
oturup sağ ayağını dikerdi ................................ (Bu hadisi
Buharı (828) ve Ebu Davud (963) rivayet etmişlerdir)
143) Abdullah îbnu Abdullah'dan,
İbnu Umer (R.A.)'yu namazda oturduğunda bağdaş kurarak oturduğunu gördüğünü
haber verdi. Dedi ki ben de öyle yapmaya başladım. Ve ben daha o zaman yeni
gelişmeye başlamış bir delikanlı idim. Abdullah İbnu Umer beni bu hareketimden
menetti. Ve şöyle dedi: Namazda sünnet olan oturuş, sağ ayağı dikip solu
yaymaktır. Bende, sen bağdaş kurarak oturuyorsun dedim. O da cevaben, ayaklarım
(öyle oturmama) tahammül etmiyorda ondan (öyle oturuyorum) dedi. (Bu hadisi
Buharı (827) rivayet etmiştir).
TEŞEHHUD'DE ŞEHADET
PARMAĞINI HAREKET ETTİRMENİN BEYANI BABI
144) Ali İbnu Abdirrahman
El-Muaviyyi, şöyle dedi: Ben namaz içinde küçük çakıl taşları ile oynarken,
Abdullah İbnu Umer (R.A.) bu hareketimi gördü. Namazdan çıkınca beni bu
hareketimden menetti: Resûlüllah (S.A.V.) namazda nasıl yapıyordiyse sende öyle
yap dedi. Resûlüllah (S.A.V.) nasıl yapardı? dedim. Namazda (teşehhud için)
oturduğunda sağ avucuna sağ uyluğu üzerine kordu. Müteakiben bütün parmaklarını
yumarak baş parmağı takip eden parmak ile işaret ederdi. Sol avucunuda sol
uyluğu üzerine koyardı. (Bu hadisi Müslim (580) Ebu Davud (987) ve Nesei
(3/36) rivayet etmişlerdir).
145) İbnu Umer (R.A.)'dan,
(şöyle dedi:) Resûlüllah (S.A.V.) teşehhüde oturduğu vakit, sol elini sol dizi
üzerine ve sağ elini de sağ dizi üzerine koyar, elli üç akderek şehadet parmağı
ile işaret ederdi. (Bu hadisi Müslim (580) rivayet etmiştir).
Abdullah İbnu Zubeyr (R.A)
dan. (şöyle dedi:) Resûlüllah (S.A.V.) (namazda) oturduğu vakit teşehhud
duasını okurdu. Oturuşunda sağ elini sağ uyluğu üzerine, sol elini sol uyluğu
üzerine kordu. Ve şehadet parmağı ile işaret ederdi. Bunu yaparken de baş
parmağını orta parmağı üzerine kordu. Sol elini de sol dizinin üzerine
uzatırdı. (Yani sol dizini sol avucu ile avuçlardı, sanki sol dizi sol avucunun
bir lokması haline gelirdi. (Bu hadisi Müslim (579) rivayet etmiştir.)
ŞEHADET PARMAĞINI
KIBLEYE TEVCİH VE BAKIŞLARIN ONA DİKİLECEĞİ BABI
147) İbnu Umer (R.A.)'dan,
(şöyle dedi:)Resûlullah (S.A.V.) namazda (teşehhud için) oturduğunda (şehadet)
parmağı ile kıbleye doğru işaret ederdi. Bakışlarını da ona (şehadet parmağına)
dikerdi. (Bu hadisi Ebu Avane (2/246) İbnu Huzeyme (719) ve İbnu Hibban
(1938) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)
148) Vail İbnu Hucr
(R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.)'i (namazda teşehhud için
oturduğunda) baş ve orta parmağım halka yapıp, şehadet parmağını kaldırıp
(onunla) (Allah'ın birliğine şehadet ederek) dua ettiğini gördüm. (Bu hadisi
Ebu Davud (957) İbnu Mace (912) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)
İŞARET'TEN MAKSAD
PARMAĞI HAREKET ETTİRMEK OLDUĞU BABI
149) Vail İbnu Hucr
(R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.)'in nasıl namaz kıldığını görmek
istedim. Ve (şöyle
yaptığını) gördüm........... Sonra parmaklarından ikisini (yani baş
parmak ile orta parmağı) halka yapıp (şehadet) parmağını kaldırdı ve hareket
ettirerek onunla (Allah'ın birliğine şehadet ederek) dua ediyordu. (Bu
hadisi Nesei (3/37) İbnu Huzeyme (714) İbnu Carud (208) ve Beyhaki (2/132)
sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)
PARMAK HAREKETİNİN
SAHABELERİN CE'MİSİ TARAFINDAN
BİLİNDİĞİ BABI
150) Vail İbnu Hucr
(R.A.)'dan, şöyle dedi: (Yukarıdaki hadis gibi zikrettikten sonra şöyle devam
etti.) Resûlullah (S.A.V.)'i gördüm ki, (teşehhüde oturduğu vakit şehadet
parmağını) hareket ettirerek onunla dua ediyordu. Ve sonra, soğuk bir zamanda
geldim. Herkesin üzerinde (kışlık) elbiseleri vardı. (Parmaklarını)
elbiselerinin altından hareket ettirdiklerini gördüm. (Bu hadisi Ahmed
(4/318) ve İbnu carud (208) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)
PARMAK HAREKETİNİN ŞEYTANA DEMİR
KAMÇIDAN DAHA ŞİDDETLİ OLDUĞU BABI
151) Nafi'den, şöyle dedi:
Abdullah İbnu Umer (R.A.) namazda (teşehhüd için) oturduğunda, ellerini
dizlerinin üzerine koydu. (Şehadet) parmağı ile de işaret ederek bakışları da
onu (yani parmağını) takib ediyordu. Ve sonra şöyle dedi: Resulullah (S.A.V.)
bu (yani parmak işareti) şeytana demir kamçıdan daha şiddetlidir" dedi. (Bu
hadisi Ahmed (2/119) Bezzar (5631) ve Taberani Kitabu 'd-Dua 'da (642) hasen
bir senedle rivayet etmişlerdir.)
BU HAREKETİ BİRKAÇ
PARMAKLA YAPMANIN YASAK OLDUĞU BABI
152) Saad İbnu Ebi Vakkas
(R.A.)'dan, şöyle dedi: Ben, (teşehhüdde) parmaklarımla dua (işaret) ederken
yanımdan Resulullah (S.A.V.) geçti (benim bu hareketimi görünce) şehadet
parmağını göstererek "Tekle tekle" dedi. (Bu hadisi Ebu Davud
(1499) Tirmizi (3557) ve Nesei (3/38) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)
PARMAK HAREKETİNİN
BİRİNCİDE OLDUĞU GİBİ İKİNCİ TEŞEHHÜDDE DE YAPILACAĞI BABI
153) Abdullah İbnu Zubeyr
(R.A.)'dan, şöyle dedi:Resulullah (S.A.V.) (namazda) ilk ve son teşehhüd için
oturduğunda ellerini dizlerinin üzerine koyar ve sonra (şehadet) parmağı ile
işaret ederdi. (Bu hadisi Beyhaki (2/132) ve Nesei sahih bir senedle rivayet
etmişlerdir.)
BİRİNCİ TEŞEHHÜDÜN
BEYANI BABI
154) İbnu Abbas
(R.A.)'dan,"Resûlullah (S.A.V.) bize Kur'ân'dan bir sure öğretir gibi
teşehhüdü öğretirdi" dedi. (Bu hadisi Müslim (403) Ebu Da vud (974)
Tirmizi (290) Nesei (2/242/243) ve İbnu Mace (900) rivayet etmişlerdir.)
155) Abdullah İbnu Mes'ud
(R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.)'in ardında namazda (yani
teşehhüdde) Esselamu alellahi, esselamü ala fulanin (Allah'a selam olsun, fulana selam olsun) derdik. Resûlullah
(S.A.V.) günün birinde bize şöyle buyurdu: "Selam Allah'ın" kendisidir.
Herhangi biriniz namazda oturduğunda şöyle desin. Ettahiyyatu lillahi
vesselavatu vettayyibatu esselamü aleyke eyyuhennebiyyu ve rahmetullahi ve
berekatuhu esselamü aleyna ve ala ibadillahi'ssalihin, (Bu, ve ala
ibadillahi'ssalihin) sözünü söylediği vakit göklerde ve yerde olan her şey
salih kula raci olmuş olur. (Ve sonra) Eşhedü en la ilahe illallah ve
eşhedii enne muhammeden abduhu ve resuluh. Bundan sonra istediği duayı
seçer. (Bu hadisi Buharı (831) Müslim (402) Ebu Davud (968) Tirmizi (289)
Nesei (2/240) ve İbnu Mace (899) rivayet etmişlerdir.)
İZAH
Resûlullah (S.A.V.)'den,
rivayet edilen daha başka teşehhüd duaları da vardır. Biz burada birtanesini
zikretmekle iktifa ettik. Teşehhüdde illa bu dua okunacak diye bir tahsis
yoktur. Peygamberden varid olan herhangi bir teşehhüd duası olabilir. Bu duanın
çeşitlerini hadis kitablarına müracaat ederek öğrenebilirsiniz.
TEŞEHHÜDÜ GİZLİ
OKUMANIN SÜNNET
OLDUĞU BABI
156) Abdullah İbnu Mes'ud
(R.A.)'dan, şöyle dedi: Teşehhüdü gizli okumak sünnettendir. (Bu hadisi Ebu
Davud (986) Tirmizi (291) ve Hakim (1/230) sahih bir senedle rivayet
etmişlerdir.)
TEŞEHHÜDDEN SONRA RESÛLULLAH
(S.A.V.)'E
SALAVAT GETİRMENİN BEYANI BABI
"Şübhesiz Allah ve
Melekleri, Peygambere salat ederler. Ey iman edenler! Siz de ona salat edin ve
gönülden teslim olun." (Ahzab 56)
157) Kaab İbnu Ucre
(R.A.)'dan, şöyle dedi: Biz dedik ki veya dediler: "Yâ Resûlullah! Sen
bize, sana (teşehhüdde) salat ve selâm getirmemizi emrettin. Selam'ı öğrendik
fakat nasıl salat getireceğiz?" ..... (Bu hadisi E bu Davud (976) rivayet
etmiştir.)
158) Ebu Mes'ud El-Ensari
(R.A.)'dan, şöyle haber verib dedi ki: Biz Sa'd'ubnu Ubade'nin meclisinde iken
Resûlullah (S.A.V.) bizim yanımıza geldi. Beşir İbnu Sa'd kendisine: "Yâ
Resûlullah! Allah 'u Teâla sana salat okumamızı emretti. Biz sana nasıl salat okuyalım?"
diye sordu. Resûlullah (S.A.V.) sukut etti. Hatta biz, Beşir bunu Resûlullah'a
sormasaydı diye temenni ettik. Sonra Resûlullah (S.A.V.): Şöyle okuyunuz
buyurdu: Ellahumme! Salli ala Muhammedin ve ala ali Muhammed, kema salleyte
ala İbrahime ve ala ali İbrahime inneke hamidun meciid. Ellahumme! Barik ala
Muhammedin ve ala ali Muhammed, kema barekte ala tbrahime ve ala ali İbrahime
inneke hamidun meciid. (Salavatu şerifeler, Buhari'nin rivayetidir.) (Bu
hadisi Buharı (3370) ve Müslim (405) rivayet etmişlerdir.)
NAMAZLARININ
TEŞEHHÜDÜNDE ALLAH RESULÜNÜN
KENDİ NEFSİNE SALA VAT GETİRDİĞİ BABI
Kaab İbnu Ucre (R.A.)'dan,
(şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) namazın (teşehhüdünde) şöyle derdi: Ellahumme
salli âlâ Muhammedin ve âlâ âli Muhammedin kema salleyte âlâ İbrahime ve âli
İbrahim, ve barik âlâ Muhammedin ve âli Muhammedin kema barekte âlâ İbrahime ve
âli İbrahime inneke hamidun meciid. (Bu hadisi Şâfi'i el-Ümm (1/117) sahih
bir senedle rivayet etmiştir.)
Bu hadis'i şeriflerin umumi
ifadesi, birinci ve ikinci teşehhüdde de Resûlullah (S.A.V.) salavat
getirileceğine delalet ediyor. İmam'ı Şafi'nin mezhebi de bu kavi üzeredir.
İKİNCİ REK'ATTEN
KALKARKEN ELLERİN OMUZLAR HİZASINA
VARDIRINCAYA KADAR KALDIRILACAĞI BABI
160) İbnu Umer (R.A.)'dan,
şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) ikinci rek'atten kalkacağı zaman tekbir alır ve
ellerini (omuzları hizasına vardırıncaya kadar) kaldırırdı. (Bu hadisi
Buhari (739) Ebu Da vud (743) Tirmizi (304) ve Ahmed (5/424) rivayet
etmişlerdir.) Buhari cüz'ünde İbnu Umer'den şöyle rivayet etmiştir.
161) Salim babası Abdullah'ın
(namazın oturuşundan) kalkmak istediği vakit ellerini kaldırdığını haber verdi.
(Bu eseri Buhari cüz'ünde (12) rivayet etmiştir.)
162) Resûlullah (S.A.V.)
(ikinci rek'atım) oturuşundan kalkacağı zaman, tekbir getirir sonra kalkardı. (Bu
hadisi Ebu Ya 'la Müsnedin 'de ceyyid bir senedle rivayet etmiştir.)
Bu hadisin tam metnini burada
nakl edemememin sebebi kitab'ın aslı (mahtut'dur) yani basılmamıştır. Şu an
Pakistan'da arkadaşlarımızdan birisi tarafından tashih edilmektedir. Seneye
basılacağını ümid etmekteyiz.
İKİNCİ TEŞEHHUD'DE
SÜNNET OLAN OTURUŞUN BEYANI BABI
163) Muhammed İbnu Amr bin
Ata'nın şöyle haber verdiği rivayet olundu. Resûlullah (S.A.V.)'in ashabından
bir takım zevat ile otururken, Nebiyyi (S.A.V.)'in namazından bahsettik. Ebu
Humeyd Es-Saidi dediki:
Resûlullah (S.A.V.)'in namazını en iyi bileniniz ben idim .......... (Namazın)
son teşehhüdünde oturduğu vakit, sol ayağını ileri alıp ve diğerini (yani sağ
ayağını) dikerek mak'ad' üstüne otururdu. (Bu hadisi Buhari (828) ve Ebu
Davud (963) rivayet etmişlerdir.)
164) Abdullah İbnu Zubeyr
(R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) namazda oturduğu zaman sol ayağın, (sağ)
uyluğu ile (sağ) baldırı arasına doğru getirir, sağ ayağını da yayardı........ (Bu
hadisi Müslim (579) rivayet etmiştir.)
165) Ebu Humeydi es-Saidi
(R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.)'i ikinci rek'atlerde oturduğu
vakit,sol ayağının üzerine oturduğunu ve sağ ayağını da diktiğini, namazın
dördüncü rek'atında oturduğu vakit ise sol kalçasını yere değdirecek şekiİde
oturup, ayaklarının uçlarını ise sağ tarafından çıkardığını gördüm! (Bu
hadisi Ebu Davud (965) ve Beyhaki Sünen 'i Kübra 'da (2/128) hasen bir sened/e
rivayet etmiş/erdir).
TEŞEHHÜD'DE KADINLARINDA ERKEKLER
GİBİ OTURACAĞI BABI
166) Mekhuldan, (şöyle rivayet
olunmuştur): Ümmü'd-Derda (R. A.) namazının (teşehhüdünde) erkek oturuşu gibi
otururdu. Ve kendisi "t'akihe" idi. (Bu hadisi Buharı
Sahihin 'de ta 'likan (827) Tarih 'i Sağir'da mevsulan ve İbnu Ebi Şeybe
Musannef'de (1/270) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)
Buraya kadar geçen mevzularda
da görüldüğü gibi erkek ile kadının namazını ayıran hiç bir nass yoktur. Mezheblerdeki
değişik ibadet ta'rifleri tamamıyla sünnetten uzak içtihatlardır.
İkinci teşehhüdde de birinci
teşehhüdde olduğu gibi tahiyyat ve salavat okunarak aşağıdaki
tertip üzere devam edilir.
SELAMDAN ÖNCE YAPILAN
DUA BABI
167) Ebu Bekr (R.A.)'dan, bir
defa Resûlullah (S.A.V.)'e (Yâ Resûlellah) bana bir dua öğret de onu namazımda
okuyayım" dedi. Resûlullah (S.A.V.) de (öyle ise) şöyle de. "Ellahumme!
İnni zalemtu nefsi zulmen kesiran ve la yağfiruz'zunube illa ente fağfirli
meğfireten min indike ve'rhamni inneke ente'l-ğafurur'rahim." (Bu hadisi Buharı (834) ve Müslim (2705)
rivayet etmişlerdir.)
SELAMDAN ÖNCE DÖRT
ŞEYDEN İSTİAZE OLUNACAĞI BABI
168) Ebu Hureyre (R.A.)'dan,
diyor ki: Resûlullah (S.A.V.) şöyle buyurdu: "Her hangi biriniz son
teşehhüdü bitirdiği zaman dört şeyden: Cehennem azabından, kabir azabından, hayat
ve ölüm fitnelerinden ve Mesih Deccal'in şerrinden Allah'a sığınsın."
(Bu hadisi Müslim (588) rivayet etmiştir.)
169) Resûlullah'ın zevcesi
mü'minlerin annesi Aişe (R.A.)'dan şöyle haber verdi: Resûlullah (S.A.V.)
namaz'(ın sonunda): "Allahumme! İnni euzü bike min azabi'l-kabri ve
euzü bike min fitneti'l-mesihi'd-deccali ve euzü bike min fitneti'l-mahya
ve'1-memal. Allahumme! İnni euzü bike mine'l-me'semi ve'l-mağram" diye
dua ederdi. Biri kendisine: "Yâ Resûlullah borçtan ne de çok istiaze
ediyorsun" dedi. Bunun üzerine: "İnsan borçlandığı vakit söz söyler
de yalan uydurur, söz verir de sözünde durmaz" buyurdu. (Bu hadisi
Buharı (832) ve Müslim (589) rivayet etmişlerdir.)
BU DUAYA İHTİMAMIN
BEYANI BABI
170) Müslim İbnu'l-Haccac
şöyle dedi: Bana baliğ oldu ki, Tavus İbnu Keysan kendi oğluna: "Namazında
bu kelimelerle dua ettin mi?" diye sordu. Oğlu: "Hayır" dedi.
Tavus: "Namazını yeniden kıl. Çünkü hiç şübhesiz baban Tavus bu hadisi üç
yahud dört sahabiden rivayet etti, yahut dediği gibi" dedi (Bu eseri
Müslim (590) rivayet etmiştir.)
NAMAZDAN ÇIKIŞ VE SELAM
BABI
171) Ali (R.A.)'dan, (şöyle
dedi:) Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki:
Namazın anahtarı taharettir:
Tahrimi tekbirdir ve tahlili ise teslimdir. (Bu hadisi Ebu Da vud (61)
Tirmizi (3) ve İbnu Mace (275) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)
NAMAZDAN ÇIKARKEN SELAM
VERİRKEN ARKADAN YANAKLARIN GÖRÜLECEĞİ BABI
172) Amir'in babası Sa'd
(R.A.)'dan, şöyle dedi: Ben Resûlullah
(S.A.V.)'i sağ ve sol tarafına selam verirken görürdüm. Hatta (bu sırada
arkadan) yanağının beyazlığını görürdüm. (Bu hadisi Müslim (582) Ebu Da vud (996)
Tirmizi (295) ve İbnu Mace (914) rivayet etmişlerdir.)
SELAMIN KEYFİYYETİNİN
BEYANI BABI
173) Alkame'nin babası Vail
(R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) ile namaz kıldım. (Namazdan
çıkarken) sağına selam verdiğinde esselamu aleyküm ve rahmetullahi ve
berekatuhu, soluna selam verdiğinde ise, esselamu aleyküm ve
rahmetullah, derdi. (Bu hadisi Ebu Da vud (997) İbnu Huzeyme (728) ve
Taberani Kebir'de (10191) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)
NAMAZDAN SONRAKİ ZİKİR
BABLARI
SELAMDAN SONRAKİ DUA VE
ZİKRİN BEYANI
SELAMDAN SONRA YÜKSEK SESLE BİR KERE TEKBİR
GETİRİLECEĞİ BABI
1) İbnu Abbas (R.A.)'dan,
şöyle dedi:Resûlullah (S.A.V.)'in namazdan bittiğini tekbir'den anlardım.(Bu
hadisi Buharı (842) Müslim (583) rivayet etmişlerdir.)
FARZ NAMAZINDAN SONRAKİ
ZİKRİN SESLİ OLACAĞI BABI
2) İbnu Abbas'm azadlısı Ebu
Ma'bed, İbnu Abbas'ın şöyle dediğini haber verdi: Resûlullah (S.A.V.)'in
zamanında, cemaat farz namazından bitince, seslerini yükselterek zikr
ederlerdi. İbnu Abbas: "Ben zikir sesini işittiğimde (namazdan)
bittiklerini anlardım" dedi. (Bu hadisi Buhari (841) ve Müslim (583)
rivayet etmişlerdir.)
SELAMDAN SONRA ÜÇ KERE
ESTAĞFİRULLAH DENİLECEĞİ BABI
3) Sevban (R.A.)'dan, şöyle
dedi: Resûlullah (S.A.V.) namazdan çıktığı zaman üç defa istiğfar eder ve şöyle
derdi: "Allahumme! Ente's-selamü ve minke's-selamü. Tebarekete ya
ze'l-celali ve'l-ikram! Hadisin ravilerinden Velid dedi ki: Evzaiyye:
İstiğfarın nasıl olduğunu sordum. "Estağfirullah - estağfirullah dersin"
dedi. (Bu hadisi 'Buharı ' () ve Müslim (591) rivayet etmişlerdir.)
SELAM'DAN SONRA (LA İLAHE
İLLALLAHU
VAHDEHU LA ŞERİKE) NİN
SONUNA KADAR YÜKSEK SESLE OKUNACAĞI BABI
4) Ebu Zubeyr'den, şöyle dedi:
Abdullah İbnu Zubeyr (R. A.) her nama/m selamından sonra şöyle derdi. La
ilahe illallahu vahdehu la şerike leh. Lehü'l-mülkii ve lehii'l-hamdu ve hüve
ala külli şey'in kadir. La havle ve la kuvvete illa billah. La ilahe illalah.
Ve la na'budu illa iyyah. Lehu'n-ni'metü ve lehii'l-fadlu ve
lehü's-senau'l-hasen. La ilahe illallahu muhlisine lehü'd-dine ve lev
kerihe'l-kafirun. Ve Abdullah İbn Zubeyr: Resûlullah (S.A.V.)'in her
namazdan sonra bu lafızları tehlil ederdi. (Yani bu kelimeleri yüksek sesle
söylerdi) dedi. (Bu hadisi Müslim (594) rivayet etmiştir.)
5) Muğiret-t'İbnu Şu'be
(R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) her farz namazın arkasından şöyle
derdi. La ilahe illallahu vahdehu la şerike leh. Lehu'l-mülkü ve
lehu'l-hamdu ve huve ala külli şey'in kadir. Ellahumme la mania lima a'teyte ve
mu'tiye lima mena'te. Ve la yenfeu ze'l-ceddi minke'l-ceddü. (Bu hadisi
Buhar i (844) ve Müslim (593) rivayet etmişlerdir.)
Müslim'in rivayetinde farz
namazın arkasında lafzı yoktur. Buhari ve Müslim'in rivayet ettikleri bu hadisi
şerif bu zikrin farz ve nafile bütün namazların akabinde söylenebileceğine
delildir.
NAMAZLARIN ARKASINDAN
ALLAH'DAN, GÜZEL İBADET YAPABİLMEK İÇİN YARDIM İSTEME BABI
6) Muaz İbnu Cebel (R.A.)'dan,
şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) bir gün elinden tutarak, "Yâ Muaz Vallahi
seni seviyorum." Muaz da "Yâ Resûlullah anam babam sana feda olsun,
bende seni seviyorum." Resûlullah (S.A.V.) "Yâ Muaz! Her namazın
arkasından şöyle demeyi terketmemeni sana vasiyyet ediyorum" dedi. Ellahumme
e'inni ala zikrike ve şükrike ve husni ibadetike. (Bu hadisi Ahmed ( )
Ebu Davud (1522) Nesei (3/53) Tebarani Kebir'de (20/60) ve İbnu Sünni Ameli
'1-Yevm de (116) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)
SELAMDAN SONRA HER
NAMAZIN AKABİNDE OTUZ ÜÇER KERE TEŞBİH, TAHMİD VE TEKBİR GETİRMENİN FAZİLETİ BABI
7) Ebu Hureyre (R.A.)'dan,
(şöyle dedi:) Fakir muhacirler Resûlullah
(S.A.V.)'e gelib, "(Yâ
Resûlullah) çok mal sahibleri yüksek yüksek dereceleri alıp gittiler. Ve
devamlı ni'metlere sahib oldular" dediler. Resûlullah (S.A.V.) "Bu
nasıl olur?" buyurdu. Cevaben: "Bizim namaz kıldığımız gibi onlarda
namaz kılarlar. Bizim oruç tuttuğumuz gibi oruç tutarlar. Ve ziyade olarak onlar
sadaka verirler, biz veremiyoruz. Onlar köle azad ederler, biz edemiyoruz"
dediler. Bunun üzerine Resûlullah (S.A.V.) "Size bir şey öğreteyim mi? Onu
yaptığınız zaman sizi geçmiş olanlara yetişirsiniz. Sizden sonraya kalanları
geçersiniz. Sizin yaptığınız gibi yapanlar müstesna hiç bir kimse sizden daha
faziletli olamasın?" buyurdu. "Evet öğretiniz yâ Resûlullah"
dediler. "Her namazın akabinde otuz üç kere Subhanellah, otuz üç kere
Allahu ekber, otuz üç kere Elhamdu lillah, dersiniz" buyurdu.
Ebu Salih dedi ki: Müteakiben
fakir muhacirler Resûlullah (S.A.V.)'e geri gelip: "Yâ Resûlellah çok mal
sahibi kardeşlerimiz bizim yaptığımız bu şeyleri işittiler ve onlarda bizim
gibi yapmaya başladılar. Bunun üzerine Resûlullah (S.A.V.) bu Allah'ın bir fadl
ve ihsanıdır, onu dilediğine verir" dedi. (Bu hadisi Buharı (843) ve
Müslim (595) rivayet etmişlerdir.)
8) Ebu Hureyre (R.A.)'dan,
(şöyle dedi): Resûlullah (S.A.V.) (buyurdu ki:) Kim ki: Her namazın
arkasından otuz üç
kere subhanellah, otuz
üç kere elhamdülillah, otuz
üç kere allahu-ekber der, bunlar ki, doksan dokuz eder. Ve sonra la
ilahe illallahu vahdehu la şerike leh. Lehu'l-mulku ve huve ala külli şey'in
kadir der yüze temam ederse, deniz köpüğü kadar da günahı olsa mağfiret
olunur. (Bu hadisi Müslim (597) rivayet etmiştir.)
TESBİH, TAHMİD VE
TEKBİRİ FARZ NAMAZLARIN AKABİNDE SÖYLEMENİN FAZİLETİ BABI
9) Kaab İbnu Ucre (R.A.)'dan,
(şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: Muakkibat (namazın arkasından
söylenen güzel sözler) var ya onları söyleyen (veya yapan) hiç bir zaman eli
boş veya ziyanda olmaz. Her farz namazın ardından otuz üç kere subhanallah, otuz
üç kere elhamdülillah, otuz dört kere allahu-ekber dersiniz. (Bu
hadisi Müslim (596) rivayet etmiştir.)
NAMAZLARIN AKABİNDE
SÖYLENEN TEŞBİH, TAHMİD VE TEKBİRİ SAĞ ELLE YAPMANIN SÜNNET OLDUĞU BABI
10) Abdullah İbnu Amr
(R.A.)'dan, şöyle dedi: "Resûlullah (S.A.V.)'i, teşbihi (zikri) sağ eliyle
yaparken
gördüm" dedi. (Bu hadisi Ahmed
(2/160/161/204/205)'Ebu Davud (1502/5065) Tirmizi'(3482) Neseı'(3/84)
velbnuHibban (2343) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.)
11) İbnu Umer (R.A.)'dan,
şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.)'i namazının akabindeki tesbihat'ı,
tahmidat'ı ve tekbirat'ı sağ eliyle yaptığını gördüm. (Bu hadisi
Beğavi Şerh 'i-s-Sünne 'de (5/48) hasen senedle rivayet etmiştir.)
Bu hadisi şerifler,
zamanımızda intişar etmiş ve terk edilmez bir sünnet imiş gibi ihtimam
gösterilen boncukları, zikrin adedini bilmek için kullanmanın bid'at olduğuna
delildir. İbnu Mes'ud'dan rivayet edilen eserde bunu te'yid etmektedir.
12) Salet İbnu Behram'dan,
şöyle dedi: Elindeki teşbihle zikreden bir kadının yanından geçen İbnu Mes'ud
(teşbihi Kadının elinden alarak) parça parça edip attı. Sonra ufak çakıl taşlan
ile zikreden bir adamın yanından geçti. Adamı tek meleyerek, "Ne çabuk
sapıttınız, böyle kötü bid'atlar ihdas ettiniz. Muhammed (S.A.V.)'in eshabını
ilimde geçtiniz" dedi. (Bu eseri İbnu Vaddah Bid'at ve ondan nehy
kitabında (S/12) sahih bir senedle rivayet etmiştir.)
FARZ VE NAFlLE HER NAMAZIN AKABİNDE
AYET'EL-KÜRSİ'NİN OKUNACAĞI BABI
13) Ebu Umame (R.A.)'dan,
(şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) "Kim ki, her namazın arkasından
ayet'el-kürsiyi okursa, cennete girmesine tek engel ölümdür" dedi. (Bu
hadisi İbnu Sünni (S/121) sahih senedle rivayet etmiştir.)
14) Ebu Umame (R.A.)'dan,
(şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) "Kim ki her farz namazın arkasından ayet'el-kürsiyi
okursa, cennete girmesine tek mani ölmesidir" dedi. (Bu hadisi
Nesei (100) Tebarani Kebir'de (3/134) ve Kitabu'd-Duada
(675)Amelil Yeman ve Veyl'de ve İbnu Sünni Ameli-Yevm'de (122) ve İbnu Hibban ( ) sahih bir senedle
rivayet etmişlerdir.)
HER NAMAZIN AKABİNDEN
MUAVEZAT'IN OKUNACAĞININ EMİR OLDUĞU BABI
15) Ukbe İbnu Amir (R.A.)'dan,
şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) bana
her namazın arkasından muavezat'ı okumamı emretti.
(Bu hadisi Ahmed (4/155) ve Ebu Davud (1523) sahih bir senedle rivayet
etmişlerdir.)
Muavezat: Felak ve Nas
sûrelerine denir.
SABAH VE AKŞAM
NAMAZLARINDAN SONRA ONAR KERE SÖYLENECEK ZİKRİN BEYANI BABI
16) Ebu Hureyre (R.A.)'dan,
şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) şöyle dedi: "Kim ki sabah namazını
kıldıktan sonra on kere la ilahe illallahu vahdehu la şerike leh.
Lehu'l-mulku ve lehu'l-hamdu ve huve ala külli şey'in kadir derse Allah-u
Azze ve Celle onun için on hasenet yazar. On seyyiatını siler. On derece
yükseltir. Bunlar ki, Hz. İsmail'in neslinden iki köle azad etmeye muadildir.
Kim ki, bu zikri akşam namazından sonra da söylerse, sabaha kadar şeytanla
arasında perde olur. Yani (şeytanın şerrinden emin olur.) (Bu hadisi
Taberani Kebir 'de (4015) Hasen İbnu Arefe cüz 'ünde sahih bir senedle rivayet
etmişlerdir.)
NAMAZIN AKABİNDEKİ
ZİKRE ŞEYTANIN MANİ' OLMAK İSTEDİĞİ BABI
17) Abdullah İbnu Amr (R. A.)
(şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) şöyle buyurdu: "İki haslet veya iki hal
vardır ki, müslüman bir kul bunları muhafaza ederse behemehal cennete girer. O
iki şey çok kolaydır ama onlarla amel eden azdır. (Her farz namazın) akabinde on defa subhanallah,
on defa elhamdu lillah on defa allahu ekber der. İşte bunlar
dilde yüz elli, fakat mizanda bin beşyüzdür. Yatma yerini aldığın vakitte,
otuzdört defa allahu ekber, otuz üç defa elhamdu lillah, otuz üç defada subhanallah
der. İşte bunlar dilde yüzdür. Fakat mizanda bindir." Abdullah dedi
ki: "Resûlullah (S.A.V.) bunları (sağ) elinin parmaklarıyla yaptığım
gördüm."Dediler ki: "Bu kadar kolay şeyleri yapan az olur. Sizden
biriniz yatacağında şeytan ona gelir uykusunu getirir bunları yapmadan uyur. Ve
sizden birinize namazında gelirde ona bazı ihtiyaçlarını hatırlatır. Namazı
bitirir bitirmez hemen ihtiyaçlarının peşinden giderde yapamaz." (Bu
hadisi Ebu Davud (4065) Tirmizi (3407) Neşe/(3/74} Ahmed (2/205) ve Buharı
edebde (1316) hasen bir senedle rivayet etmişlerdir.)
Bil ki; farz namazlar
beş(vakit)tir. Vaktinde kılındıklarında ne azaltma ne de çoğaltma olmaz.
Seferde Mağrib (akşam) namazı dışında iki rekattir. Beş (vakit)den daha çok
namaz olduğunu söyleyen Bid'atçıdır. Beş (vakit)den daha az namaz olduğunu
söyleyen (de) Bid'atçıdır.
Ehli Sünnet burada
Bid’at’ul Mukeffire’den (kişiyi küfre düşüren, kişiyi İslam Dini’nden çıkartan
Bid'attan) bahsetmektedir. Zira, ibadetler üzerinde tasarruf yetkisi ancak
Allah’a ait olan hak ve yetkilerdendir. Bu hususta Allah ile mücadele eden;
ibadet şekli, zamanı üzerinde değişiklik, arttırma yahut eksiltme yapmaya cüret
eden kişinin küfre düştüğü aşikardır.
Allah, vaktinde
kılınan (namazlar)dan başka hiçbir şeyi (namaz olarak) kabul etmez. Unutan kişi
-zira o mazurdur ve hatırladığında (namazını) kılmalıdır-; ve seferi olan -ki
o, mazurdur o da dilediğinde iki namazı cem edebilir- müstesna.
Sahihaynda geçtiği
üzere unutan kişi gibi, uyuyan kişi de mazur görülmüştür: "Her kim, bir
namazı unutur veya uyku sebebiyle kılamazsa, hatırladığı zaman onu kılsın.
Namazın bundan başka keffareti yoktur." (Buhari; Müslim)
Cem (namazları
birleştirme) gündüz namazlarında ancak Zuhur (öğlen) ve Asr (ikindi)
namazlarında; gece namazlarında ise Mağrib (Akşam) ve İşa (yatsı) namazlarında
olur.
İki namazı cem ederek kılmak:
Namaz kılan
kişinin öğle vaktinde, ikindi namazını öğle namazı ile birlikte kılmasına
“cem-i takdîm” denir. Bu durumda vakti girmeden önce ikindi namazı, öğle
namazıyla birlikte kılınmış olmaktadır.
Namaz kılan
kişinin öğle namazını, vakti çıkıncaya kadar geciktirip ikindi vaktinde ikindi
namazıyla birlikte kılmasına ise “cem-i te’hîr” denir. Yatsı namazıyla akşam
namazı da, tıpkı öğle ve ikindi namazları gibi her iki şekilde de
kılınabilirier. Sabah namazına gelince, bunun hiç bir halde başka bir vakit
namazıyla bir arada kılınması sahîh olmaz.
Yüce Allah, her
namazı tâyin edilen kendi vaktinde kılmamızı emretmek üzere şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz
ki namaz, mü’minler üzerine vakitleri belirli olarak farz kılınmıştır.” Nisa: 4/103
İslâm Dîni
kolaylık ve müsamaha dîni olduğundan dolayı, meşakkatlerin bulunması hâlinde,
sıkıntıları gidermek amacıyla namazların, vakitleri dışında kılınmasını mubah
saymıştır.
“ Abdullah ibn
Ömer -Allah ondan razı olsun- şöyle dedi: Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu : Muhakkakki Allah’u Teala kendisine isyan edilmemesini
sevdiği gibi, tanımış olduğu ruhsatların yapılmasını da sever. “ Ahmed : 2/108,
5832
Özürsüz iki namazı cem etme ümmet için
kolaylık kılınmıştır. Öyleyse hiç kimse kendi kafasına göre bazı teviller
yaparak bu kolaylığı zorlaştırmaya hakkı yoktur.
Sefer yolculuk halinde cem etme:
Enes -Allah ondan razı olsun- şöyle dedi:
Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem, güneş batıya meyletmeden yola
çıkınca, öğle namazını ikindi vaktine te'hîr eder, ikindi olunca mola verir,
ikisini cem ederdi (beraber kılardı). Yola çıkmazdan önce güneş batıya meyletti
(öğle vakti girdi) ise, hareketten önce her ikisini de (öğle ve ikindi) kılar
sonra yola çıkardı.'' Bir rivayette de şöyle gelmiştir: "...Acele yürümek
gerekirse öğleyi ikindiye te'hir eder, ikisini birleştirirdi, keza ufuktaki
aydınlık kaybolunca da akşamla yatsıyı birleştirirdi. " Buharî,
Taksîru's-Salât 16, l5; Müslim(704); Ebu Dâvud(1218, 1219) Nesâî(1/284-285).
İbnu Abbas -Allah ondan razı olsun- şöyle dedi: Allah
Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem yol halinde iken öğle ile ikindiyi
birleştirirdi, akşam ile yatsıyı da birleştirirdi. " Buharî,
Taksîru's-Salât 13
Muâz b. Cebel -Allah ondan razı
olsun- şöyle dedi: “Tebuk senesi Rasûlullah ile
beraber yola çıktık. Rasûlullah öğle ile ikindi ve akşam ile yatsı namazlarını
cemediyordu. Bir gün namazı tehir etti, sonra dışarı çıktı ve öğle ile ikindiyi
cemederck kıldırdı, sonra girdi. Sonra tekrar çıktı ve akşam ile yatsıyı
cemederek kıldırdı. Sonra şöyle buyurdu: "inşâallah yarın Tebük kaynağına
varacaksınız. Güneş yükselmeden oraya varmayın. Oraya varanlar, ben gelinceye
kadar suya dokunmasın," Müslim(706) Muvatta(1/143)
Abdurrazzak(11/545) Şafii el Ümm(1/77) Sahihu Ebu Davud(1065) Sahihu Nesai(512)
el İrva(3/30)
Yağmur halinde cem etme:
İbnu Abbâs -Allah ondan razı olsun- şöyle dedi:
Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem Medine'de yedi ve sekiz (rek 'at)
öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını (cemederek) kıldı. Eyyub
(es-Sahtiyânî) der ki :"Belki de bu, yağmurlu bir gecedeydi." Öbürü
(Ebu 'ş-Şa'sâ): "Belki!'' dedi. '' Buharî (543) Müslim (705)
Nafi’den; İbni Ömer -Allah ondan razı olsun- şöyle
dedi: “Yağmurda akşam ile yatsıyı cem ederdi.” Sahiha (6/816), el İrva(583)
Hazarda cem etmek;
İbni Abbas -Allah ondan razı olsun- şöyle dedi: Allah
Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem korku ve sefer hali olmaksızın öğle ve
ikindiyi birleştirerek, akşam ve yatsıyı da birleştirerek kıldı." Said Bin
Cübeyr r.a. İbni Abbas’a dedi ki; “Bunun sebebi ne olabilir?” dedi ki;
“Ümmetine kolaylık sağlamak için.” Muvatta(1/144)
Müslim(705)
Diğer rivayette; “Korku ve yağmur olmadığı halde cem
etti.”
Abdullah Bin Şakik dedi ki; “İbn Abbas -Allah ondan
razı olsun- bir gün ikindi namazından sonra bize akşam olup yıldızlar
görününceye kadar hutbe okudu. Topluluk içinde Temimoğulları’ndan birisi
“Namaz! Namaz!” demeye başladı. Bunun üzerine İbn Abbas -Allah ondan razı
olsun- kızdı ve dedi ki; “Bana sünneti mi öğreteceksin?! Rasulullah Sallallahu
Aleyhi ve Sellem’in öğle ile ikindi namazını ve akşam ile yatsı namazını cem
ettiğine şahit oldum.”
Abdullah bin Şakik der ki; “Bu hususta içimde bir şey
hissettim ve bunu Ebu Hureyre -Allah ondan razı olsun-’e de sordum. O da buna
muvafakat etti.”
Diğer rivayette İbn Abbas -Allah ondan razı olsun- ;
“Namazı bize sen mi öğretiyorsun?! Biz Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem
ile beraber iki namazı cem ederdik.” Demiştir. Müslim Kitabus-salat Cem’u
beynes salateyn fil hazar
Tirmizî, Sünen'in Kitabu'l-İlel bölümünde
İbnu Abbâs'ın rivâyet ettiği bu hadisle ehl-i ilimden kimsenin amel etmediğini
söyler. Yani iddiasına göre sefer yağmur, korku, hastalık gibi namazın
birleştirilmesine ruhsat tanıyan bir mazeret olmadan namazın birleştirilmesine
hiç bir âlim fetva vermemiş olmalı. Ancak, bu iddiasının gerçeği
aksettirmediği söylenmiştir. Buna geçmeden şunu bilelim ki, Tirmizî,
başka rivâyetlerle birlikte bu hadisin de yer aldığı, "Hazerde iki
namazın arasını birleştirme hususunda gelenler" adlı bâbta, hadislerin
peşlerinden şu bilgileri sunar:
Ehl-i ilim, iki namazın sadece
seferde ve Arafat'ta birleştirileceğine hükmetmiştir. Tâbiîn'den bazı
âlimler, hastanın iki namazı birleştireceğine hükmetmiştir. Bazı âlimler de
yağmur sırasında iki namazın arasının birleştirilebileceğini söylemiştir.
Şâfiî, Ahmed ve İshak bu görüşte olanlardır. Ancak Şâfiî hastanın iki namazı
birleştirmesini caiz görmez.
Tirmizî'nin İbnu Abbâs tarafından rivâyet
edilen "Rasulullah korku ve sefer hali olmaksızın öğle ve ikindiyi
birleştirerek, akşam ve yatsıyı da birleştirerek kıldı" hadisi için,
"Bununla hiç bir fakih amel etmemiştir" iddiasına yapılan itiraza
gelince: İbnu Hacer, Nevevî'den naklen bazı örnekler sunar:
"İmamlardan bir cemaat, bu hadisin
zâhirini esas alarak, mutlak bir ifade ile "ihtiyaç" sebebiyle bir
şartla hazarde "cem"i tecviz ettiler. O şart da bu birleştirme işini
bir âdet edinmemektir. Bu görüşte olanlar meyanında İbnu Sîrîn, Rebîa, Eşheb,
İbnu'l-Münzîr, el-Kaffâlu'l-Kebîr sayılabilir. Aynı görüşü Hattâbî
Ashâbu'l-hadis'ten bir gruptan da hikaye eder.
Ve bu hadisin Müslim'de Said İbnu Cübeyr
tarikinden zikredilen: "İbnu Abbâs'a sordum: "Bunu Rasulullah niçin
yaptı?" Bana: "Ümmetinden kimseye meşakkat vermek istemedi" diye
cevap verdi" vechiyle istidlâl eder. Müslim(5/219)
Nesâî'nin bir rivâyetine göre İbnu Abbâs,
Basra'da öğle ve ikindiyi aralarında hiç fasıla olmadan kılmıştır. Akşam
ve yatsıyı da peşpeşe aralarında fasıla olmadan kılmıştır. Bu birleştirmeyi
meşguliyet sebebiyle yapmıştır. İşte bu rivâyette, aynı birleştirmeyi
Rasulullah'ın yaptığını da söyler. Müslim'de gelen bir rivâyette, İbnu Abbâs'ın
mezkûr meşguliyetinin hutbe olduğu ikindi namazından sonra da yıldızlar
doğuncaya kadar hutbesine devam ettiği sonra akşamla yatsıyı birleştirdiği
belirtilir. Bu rivâyette İbnu Abbâs'ın iki namazı cem etme işini Rasulullah'a
nisbetinin, Ebû Hüreyre tarafından te'yîdi de vardır. Müslim (705)
Taberânî'nin bir tahricinde, benzer merfû
bir rivâyet İbnu Mes'ud'dan kaydedilir: "Rasulullah (aleyhissalâtu
vesselâm) (hiçbir meşrû sebep yokken) öğleyle ikindiyi, akşamla yatsıyı cem
etti. Kendisine "Bunu niye yaptın?" diye sorulunca: "Ümmetimin
meşakkatte kalmaması için" diye cevap verdi."
Görüldüğü üzere, gerek fukahâ ve gerekse
muhaddisînden bazıları, bazı kayıtlarla sadedinde olduğumuz İbnu Abbâs
hadisiyle amel etmiştir.
Avamdan pekçok kimsenin, cem-i takdim veya tehire ihtiyacı olduğu zamanlarda
bile onu terk ettiğine, diğer pek çoğunun da cem yapmayarak namazı tamamen
kazaya bıraktığına tanık olursun. Halbuki İslamda namazın terkinin hükmü
bellidir. Bu insanlar, ruhsatları terk edip kendilerini zora sokmakta, bazen
de, yukarıda işaret ettiğimiz sebepten ötürü günaha girmektedirler. Özürsüz iki
namazı cem etme ümmet için kolaylık kılınmıştır. Öyleyse hiç kimse kendi
kafasına göre bazı teviller yaparak bu kolaylığı zorlaştırmaya hakkı yoktur.
CEM
EDERKEN SÜNNET NAMAZ
KILINMAZ
“ Abdullah ibn
Ömer -Allah ondan razı olsun- şöyle dedi: Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve
sellem, Müzdelife de Akşam namazı ile yatsı namazını aralarında hiçbir sünnet
namazı kılmayarak cem etti. Akşam namazını üç rekat olarak kıldırdı, yatsı
namazını da iki rekat olarak kıldırdı.” Müslim : 1288
“ Salim’in
babasından. Abdullah ibn Ömer -Allah ondan razı olsun- şöyle dedi: Allah Rasulü
sallallahu aleyhi ve sellem, Müzdelife de bir kamet ile iki namazı bir arada
kıldı. Bu iki namazın ne birincisinden önce,ne de sonra hiç nafile namaz
kılmadı.” Nesei : 660
İşte bu şehadet
kişinin müslüman olabilmesi için ondan yerine getirmesi talep edilen ilk
şeydir. Şehadet kelimesi, kabul ve reddi bünyesinde barındırmakta ve gerekli
kılmaktadır. "Allah’tan başka kendisine ibadet yöneltilen herşeyi red ve
Allah’ı tek mabud olarak birlemek." İşte bu bu ancak Muhammed (sallalahu
aleyhi ve sellem)’in Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna iman edip, Rasulullah
(sallalahu aleyhi ve sellem)’in örnekliğine tabi olunarak elde edilebilir.
Şehadet kelimesinin yerine getirilmesi ancak şu yedi şartı yerine getirilmesi
ile mümkün olur ve bu yedi şartı yerine getirmeyenler Şehadet kelimesini
dilleriyle telaffuz etseler dahi, kendilerine hiçbir yarar sağlamaz: Cehaleti
ortadan kaldıran ilim, şüpheyi ortadan kaldıran yakin, reddi ortadan kaldıran
kabul, isyanı ortadan kaldıran inkiyad (itaat, bağlılık), şirki ortadan
kaldıran ihlas, yalanı ortadan kaldıran sıdk ve buğzu ortadan kaldıran
muhabbet.
Zekat Farzdır
Zekat, Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellemin dediği gibi; altın, gümüş, hurmalardan,
tahıllardan ve hayvanlardan ödenir. Kişi (zekatını) kendi
paylaştırıp-dağıtabilir yada imama verebilir her ikisi de Caizdir Vallahu A'lem
(Allah en iyisini bilendir).
Zekat İslam’ın
rükunları’nın üçüncüsüdür.
Şeriattaki
manası:Allah Teala’nın rızasını kazanmak
ve nefsin ,malın ve toplumun arındırılması olan ve belirli vakitte belirli bir
maldan verilmesi vacib olan bir haktır.
Zekatın bu tarifi
islam’da zekatın ene önemli hedeflerini içine almaktadır.Zekatın daha pek çok
önemli hedefleri vardır.İster yüce insanlık hedefleri kabilinden olsun isterse
de yüce ahlaki misal kabilinden olsun onu içermesi mümkün değildir.Bunların
hepsi,şeraitiyle zekatın gerçekleşmesinde İslam kasdetmiş ve onun için bunu
farz kalmıştır.
Zekatın güzellikleri’den bazıları
şunlardır:
1.Allah (cc) bir
çok şer’i delillerde zekat ile namazı birlikte zikretmiştir.Buda
göstermektedir’ki kulun kurtuluşu Allah azze ve celle katında bu ikisine
bağlı.Namazın Allah’ın kulunun cismi ve bedeni üzerindeki hakkıdır,zekat’da
kulun malı ve kazancında’ki hakkıdır.Kuvvet meydana getirmeyle üzerine olan
nimetlere karşı Allah’a şükrünün edasını namazla gerçekleştirdiği gibi mal ve
zenginlik nimetinde Allah’a olan şükrünü de zekatla gerçekleştirir.
2. Zekatta
,cimrilik,kıskançlık ve hırsdan temizlenme vardır.Zekat,cimrilik ,açgözlülük ve
hırs bencillik (egoizim) ve kin gibi hastalıkların şifa veren ilacı
sayılır.İslam mal sevgisine olan içgüdüyü kendini sevmeyi kaderde takdir etmiş
ve kıskançlığın imanın nefsinde var olduğunu anlatmıştır.”Nefisler kıskançlığa
meyillidir.”(Nisa:128)
Allah (cc)
bunların hepsini istediğinin tamama ermesi için sevdirme hissi vererek müjdelemek ve yardım etmek nefsi tedavisiyle
tedavi eder.Açgözlü nefsi kendisine sevgili ve aziz olana bol bol vermesin için
onu davet eder.Allah (cc) şöyle buyurur:
“ Hoşlandığınız
şeylerden (Allah yolunda)sarfetmedikçe asıl iyliğe asla eremezsiniz.”(Al-i
İmran:92)
Nefis buna cevap
verecek güzel arayacak ve onunla bol bol vercektir.Bununla bir Müslüman şuurun
derinliklerinden bolca verme cömertlik ve her yönden verme hedefine gayesiz
ulaşır.Vicdan duygusundan,huy ve mizaç duygusuna dönüşür.
3. Zekatın
güzelliklerinden ve islamın fazileterinden biride toplumun ruhunu ferdler
arasında çoğalmasını sağlar.Öyleki
zekatını veren bir Müslüman toplumun tam bir parçası olduğu hissini duyar.O
toplumun görevlerinde onlarla iştirak eder ve yüklerini kaldırır.Allah
Rasulu(sav)’in sözü gereği tek vücud olmak bunu gerçekleştirmek için toplum
lideri birbirine karşı sevgi karşılıklı anlaşma ve yardımlaşma olan bir aile
olur. “ Mümin birbirine karşı sevgi karşılıklı saygı gösterme ve birbirine
karşı sevgi beslemede bir misali tek
vücud misali gibidir.Ondan bir uzuv şikayet etse uykusuzluk ve hararetle
cesedin geriye kalan kısmı perişan olur:.”(Buhari sahihinde (Fethul
Bari):10/438 (6011 Nolu) Muslim:4/1999 (2586 Nolu)
4.Yine zekat İslam
kardeşliğinin ameli ifadesi ve ıslah etme açısından Müslüman ahlakının fiili
uygulamasıdır.Buna ek olarakda bir fakir Müslüman bir toplulukta hiçbir
hased duymaksızın yaşar.Çünkü onun hakkı
zenginin malında saklıdır o ,ona ulaşır onu elde eder ve sahibine bereket ve
malının çoğalması için dua eder.Allah Rasulu (sav) şöyle buyurur:
“ Bir mümin bir
mümin için her birini tamamlayan bir binanın taşları gibidir.”(Buhari sahihinde
(Fethul Bari): 10/449-450 (6026 Nolu) Muslim:4/1999 (2585 Nolu)
Materyalist
toplumlara bir bak .Nasıl bir kaos
kargaşa ve mahvolunmanın eşiğinde yaşıyorlar?.Orada nefret kin dolandırıcılık
sahtekarlık çoğalıyor bulaşıcı hastalık ve felaket çoğalıyor.Rezilliklerden
daha niceleri….
İslami bir toplum
ise zekatını veren bir toplum muhabbet Salih amel günahından tövbe edip Allah’a
dönen hayır ve saadet içindedirler.Bunların hepsi bu yüce ruknun edasına bağlı
güzelliklerdendir.O ise zekattır
5. İslam’da zekatın
faziletlerinden biri de huzur ve sukunetin yayılmasının kaynağıdır.
İslam’da
zekat-Allah Tealanın fazlından sonra acizler için ictimai sigorta,toplumun
bölünme ve zayıflamasının koruyucusu ve ulaşılmaya çalışılan yardımlaşma
güvencesinin genel müessesi olarak itibar edilir öyleki Zekat Allah’ın izniyle
…. Açlık ,yoksulluk ve fakirliği yok etme vesilelerinden bir vesiledir. Zekat
malları bir fakiri nefsi güven ve razı olmakla
geleceğe yüce ve atılgan olmasını sağlar,ne bir tasa ve nede bir hüzün
vardır.
6.Zekatın
güzelliklerinden biri de onda çalışkanlık ciddiyet ve amele teşvik vardır.
Malın bir kısmını
zekat yoluyla zenginlerden fakirlere miskinlere zekat memurlarına kalpleri
islama ısındırmak borçlulara ve başkalarına toplumda dostluğa çalışkanlık ciddiyet
ve amele teşvik olmak üzere bir malın nakledilmesi olarak itibar edilir.Bunun
içindir ki üretim kabiliyetleri artar.Bunların hepsi güçlenen ve birbirine
kenetlenen topluma iade olur.
7. Zekatın
güzelliklerinden ve faziletlerinden biri de o fakirlik problemlerinin
çözümündeki en iyi vesiledir.
Bunun delili ise
islamla hükmedilen altın çağlarda zekat
uygulandığında zekat verilecek fakir kalmamıştı.Zekatını verecek şahıs dolanır
fakat onu verecek kimseyi bulamazdı .Buda göstermektedir ki ne zaman ki müslümanalr
şeri ölçüler dahilinde zekatlarını gerektiği gibi yerine getirdiler.işte o
zaman fakirlik müşkilatı ortadan kalkmıştır.İslamda ki zekatın içerdiği bu
faziletlerden ve Allah’ın şeriatında zekatın gerçekleşmesini yerine
getirilmesini kasdetmesinden daha iyi ve daha üstün bir şey olabilir mi ?
ZEKAT İLE İLGİLİ BİLGİ
Zekât vermek,
hicretin ikinci senesinde Ramezân ayında farz oldu. Zekâtın farzı birdir. Her
müslimânın tam mülkü olan nisâb mikdârındaki ( Zekât malı )nın belli zemânda,
belli mikdârını, zekât niyyeti ile ayırıp, emr edilen müslimânlara vermekdir.
Tam mülk, halâl yoldan gelip, kullanması mümkin ve halâl olan öz malı demekdir.
Vakf malı, kimsenin mülkü değildir. Gasb, sirkat, rüşvet, kumar, alkollü içki
satışının semeni ve fâsid olarak satın aldığı mal gibi, harâm malı kendi halâl
malı ile veyâ çeşidli kimselerden aldığı harâm malları birbirleri ile
karışdırmamış ise, bu harâm mallar, mülkü olmaz.
Kimler zekât
verir? Akıllı olan ve bülûg çağına giren ve hür olan Müslüman erkek ve kadının,
zengin olup, şartları bulununca, zekât vermeleri farzdır. Dört çeşit malı
bulunup zengin olan kimse zekât verir. Bu mallar, altın ve gümüş, ticâret
eşyâsı, hayvanlar ve toprak mahsûlleridir. Nisap miktarı malı olan kimse
zengindir. İhtiyaç eşyâsı ve kul borçları nisâba katılmaz.
Ödünç alma
karşılığı olan borçlar, zekât vermek farz olduğu günden önce ödeme zamânı
gelmiş olan tecilli kul borçları ve ihtiyaç eşyâsından mevcut olanlar nisâb
hesâbına katılmaz. Zekât farz olduktan sonra yapılan borçlar özür olmaz. Bunların
zekâtı verilir. Geçmiş senelerin ödenmemiş zekâtları kul borcu sayılır. Bunlar,
yeni nisâba katılmaz.
İhtiyaç eşyâsı: İnsanı ölümden
koruyan şeylerdir. Bunların birincisi nafakadır. Nafaka, insan hayatta olduğu
müddetçe muhtaç olduğu eşyâların tamâmı demektir. Bunlar iktisâdî ve sosyal
şartlara göre değişir. İnsan için lâzım olan nafaka üçtür. Bunlar yiyecek,
giyecek ve evdir. Yiyecek deyince, mutfak eşyâsı da anlaşılır. Ev demek, ev
eşyâsı da demektir. Binek hayvanı veya arabası, silâhları, hizmetçisi ve sanat
âletleri ve lüzumlu kitapları da ihtiyaç eşyâsı sayılır.
Nisap miktarı: Zekâtı verilecek
her mal için ne kadar bir kısmının veya buna karşılık verilecek altın, gümüş ve
mal miktarına dâir ölçüdür. Dînimizde bu ölçüye "zekât nisâbı" ismi
verilmektedir. Belirlenen bu miktar mala sâhip olan bir Müslümanın, bu
mallarının üzerinden bir kameri yıl (354 gün) geçmesi veya elinde kalması
netîcesi zekât vermesi farz olur.
Zekât, artıcı özelliğin olan Ticari
mallar, Madenler, Hayvanlar ve Tarım Ürünlerinden verilir.
Ev, arsa, araba
gibi gayrimenkuller, eğer satın alınırken daha sonra satıp para kazanmak
niyetiyle alındı ise, bunlar ticari mal sayılır ve onlara dahil edilir. Eğer
bunlar kullanılmak niyetiyle satın alındılar ise, miktarları ne kadar çok
olursa olsun, bunlar ihtiyaç eşyası sayılır. Zekâtları olmaz. Ancak varsa
bunların kira gelirleri zekât hesabına dahil edilir.
Zekâta tabi
malların değeri nisabı bulduktan sonra üzerinden bir yıl geçmesi gerekir.
Malların miktarının nisabı bulduğu tarih bir yere kaydedilir. Üzerinden bir
kameri (hicri) yıl geçtiktan sonra aynı tarihte tekrar zekat hesaplanarak
nisabı bulup bulmadıkları kontrol edilir. Eğer nisab miktarı iseler zekâtları
verilir. Değilse zekâtları verilmez. Yıl içindeki azalıp çoğalmalar dikkate alınmaz.
İslam'da ferdi
mülkiyet söz konusudur. Bir ailede karı, koca ve çocukların zekâtları ayrı ayrı
hesaplanır. Fertlerden kimin zekâta tabi mallarının miktarı nisabı bulursa
zekâtı o verir. Hepsinin malları ayrı ayrı nisabı bulursa, hepsi ayrı ayrı zekâtlarını
verirler.
Geçmiş yıllara ait zekat borçlarının
ayrıca ödenmesi gerekir.
"Zekatımızı
kimlere verelim, Tevbe Suresi 60. ayetinde belirtilmiştir. Zekât, (nisab
miktarından az malı olan) fakîrlere, (bir günlük nafakası dışında fazla bir
şeyi olmayan) miskinlere, zekât memurlarına, (kalpleri İslâm'a ısındırılmak
istenen) müellefe-i kulûba, kölelere, (borçlu olup borcunu ödeyemeyen)
borçlulara, (ilim tahsili, hac ve cihad gibi) Allah yolunda olan ihtiyaç
sahiplerine ve yolda kalanlara verilir.
Zekât malları nelerdir? Dört çeşit zekât
malına sâhip olan kimse, zengin olunca bunlârın zekâtını verir:
1. Senenin ekserî zamânında, çayırda
parasız otlayan dört ayaklı hayvanlar: Yılın yarıdan fazlasında parasız,
çayırda otlayan hayanlara, üretmek için veya sütü için olursa "sâime"
hayvan denir. Sâime hayvan sayısı, nisâb miktarı olduktan bir yıl sonra zekâtı
verilir. Yük için, yük taşımak için, binmek için olursa sâime denilmez ve zekât
lâzım olmaz. Deve, sığır gibi başka cinsten sâime hayvanlar, birbirlerine ve
diğer ticâret eşyâsına eklenmezler.
Hayvanın zekât nisâbı: Koyun ve keçi 40
adet olunca birisi zekât olarak verilir. Sığır 30 adet olunca, bir dana zekât
olarak verilir. Manda da sığır gibidir. Devenin nisabı beştir. Beş devesi olan,
bir koyun verir. Atın nisabı yoktur.
2. Altın, gümüş ve kâğıt paralar: Altın ile
gümüşün, para olarak kullanılsın, kadınların süsü gibi, helâl olarak
kullanılsın veya haram olarak kullanılsın, ev, yiyecek, kefen satın almak için
saklanılsın, kılıç ve altın diş gibi ihtiyaç eşyâsı olsalar bile, nisâba
katılıp zekâtı verilecektir. Hac, adak ve keffâret için saklanan paraların
zekâtı verilir. Çünkü kul borcu değildirler. Senetli veya iki şâhitli olan
yâhut îtiraf olunan alacak, iflas edende ve fakirlerde de olsa nisaba katılır.
Ele geçince, geçmiş yılların zekâtı da verilir.
Altın ile gümüşün
ağırlığı ve ticâret eşyâsının mal oluş kıymeti nisab miktarı olduktan îtibâren
bir Hicrî sene (354 gün) elde kalırsa yıl sonunda elde bulunanın, kırkta birini
ayırıp Müslüman fakirlere vermek farzdır. Altının nisabı 20 miskal, yâni 96
gramdır. Gümüşün nisabı da 672 gramdır.
Kâğıt paraların,
bakır ve her türlü mâdeni paraların kıymeti 200 dirhem (672 gr) gümüş veya 20
miskal (96 gr) altın olduğu zaman bu paranın zekâtını vermek lâzımdır. Ticâret
niyetiyle kullanılması şart değildir ve değeri kadar zekat verilir. Kâğıt
paraların nisapları, altının nisab miktarı ile hesap edilir.
3. Ticâret için alınıp, ticâret için
saklanılan ticâret eşyâsı. Eşyânın ticâret niyetiyle satın alınması
lâzımdır. Öşür vermesi lâzım gelen topraklardan hâsıl olan ve mîras olarak ele
geçen veya hediye, vasiyet gibi kabul edince mülk olan şeylerde, ticârete niyet
edilse de bunlar ticâret malı olmaz. Çünkü ticâret niyeti, alış-verişte olur.
Canlı cansız her
mal, meselâ yerden, denizden çıkarılmış tuzlar, oksitler, petrol ve benzerleri,
ticâret eşyâsı olurlar. Altın ile gümüş her ne niyetle olursa olsun hep ticâret
eşyâsıdır.
Ticâret eşyâsının zekâtı,
altın nisâbına göre verilir. İhtiyaç eşyâsından ve kul borçları çıkarıldıktan
sonra kalanın kırkta biri (yüzde ikibuçuk) zekât olarak verilir.
4. Yağmur suyu veya nehir suyu ile
sulanan, haraçlı olmayan bütün topraklardan (uşurlu toprak olmasa bile) ve
vakıf topraktan çıkan şeyler: Bunların zekâtına
"öşür" denir. Öşür vermek Kur'ân-ı kerîmde, En'âm sûresinin 141.
âyetinde emredilmiş, onda birinin verilmesi de Allah Rasûlü sallallahu aleyhi
ve sellem tarafından bildirilmiştir.
Öşür, mahsulün onda biridir. Haraç ise, beşte bir, dörtte bir, üçte bir, yarıya
kadar olabilir. Bir topraktan, ya öşür veya haraç vermek lâzımdır. Kul borcu
olan, borcunu düşmez. Öşrünü tam verir.
Zekât kimlere verilir? "Zekâtlar
(sadakalar), Allah'tan bir farz olarak fakîrlere, miskinlere (düşkünlere),
zekât memurlarına, müellefe-i kulûba (kalpleri İslâma alıştırılmak,
ısındırılmak istenenlere), kölelere, borçlulara, Allah yolunda olanlara ve
yolda kalanlara verilir. Allahü teâlâ bilendir, hikmet sâhibidir." (Tevbe
sûresi: 60)
ZEKATIN VERİLDİĞİ YERLER
1. Fakir: Nafakasından fazla, fakat nisap miktarından az malı
olana fakir denir. Maaşı kaç lira olursa olsun, evini idârede güçlük çeken her
fakir zekât alabilir ve kurban kesmesi, fıtra vermesi lâzım olmaz.
2. Miskîn: Bir günlük nafakasından
fazla bir şeyi olmayan kimseye miskîn denir.
3. Sâime hayvanların ve toprak
mahsullerinin zekâtlarını toplayan "sâî" ile şehir dışında durup
rastladığı tüccardan ticâret malı zekâtını toplayan "âşir", zengin
dahi olsalar, işleri karşılığı zekât verilir. Sâi ve âşir İslâm
devletinde zekât toplayan memurlardır. Sâime yılın fazlasında parasız çayırda
otlayan üretmek ve sütü için olan hayvanlardır.
4. Efendisinden
kendisini satın alıp, borcunu ödeyince, âzâd
olacak köle.
5. Cihâd ve hac yolunda olup, muhtaç kalanlar. Din bilgilerini
öğrenmekte ve öğretmekte olanlar da, zengin olsalar bile, çalışıp kazanmaya
vakitleri olmadığı için zekât alabilirler. Hadîs-i şerîfte; "İlim
öğrenmekte olanın kırk yıllık nafakası olsa da, buna zekât vermek
câizdir." buyruldu.
6. Borcu olan ve ödeyemeyen Müslümanlar.
7. Kendi
memleketinde zengin ise de, bulunduğu yerde yanında mal kalmamış olan ve çok
alacağı varsa da, alamayıp muhtaç kalan.
Bunların hepsine
veya birine vermelidir. Zekât parasıyla, ölen kimseye kefen alınmaz, ölenin
borcu ödenmez. Câmi, cihat, hac yapılmaz.
DOĞRUDAN VE DOLAYLI OLARAK ZEKAT
VERMENİN EMREDİLDİĞİ AYETLER
Zekat, kitabımız
Kur'an-ı Kerim'in birçok yerinde sürekli namaz ile birlikte emredilen en önemli
buyruklardan birisidir.
Namazı kılın, zekatı
verin, rüku edenlerle birlikte rüku edin. (Bakara, 43)
Namazı kılın,
zekatı verin, kendiniz için önden gönderdiğiniz her hayrı Allah katında
bulacaksınız. Allah yaptıklarınızı şüphesiz görür. (Bakara, 110)
Namaz kılın, zekat
verin, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem e itaat edin ki size merhamet
edilsin. (Nur, 56)
Evlerinizde
oturun; eski Cahiliyye'de olduğu gibi açılıp saçılmayın; Namazı kılın; zekatı
verin; Allah'a ve Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ine itaat edin. Ey
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem in ev halkı! şüphesiz Allah sizden
kusuru giderip sizi tertemiz yapmak ister. (Ahzab, 33)
Hususi
konuşmanızdan önce sadaka vermekten ürktünüz mü ki bunu yerine getirmediniz?
Ama Allah, tevbenizi kabul etmiştir. Öyleyse Namazı kılın, zekatı verin,
Allah'a ve Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ine itaat edin. Allah,
islediklerinizden haberdardır. (Mücadele, 13)
İsrail
oğullarından, "Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, anne babaya, yakınlara,
yetimlere, düşkünlere iyilik edin, insanlarla güzel güzel konuşun, namazı
kılın, zekatı verin" diye söz almıştık. Sonra siz pek azınız müstesna,
döndünüz. Sizler zaten döneksiniz. (Bakara, 83)
Oysa onlar,
doğruya yönelerek, dini yalnız Allah'a has kılarak O'na kulluk etmek, Namazı
kılmak ve zekatı vermekle emrolunmuşlardı. Dosdoğru olan din de budur.
(Beyyine, 5)
And olsun ki,
Allah, Israilogullarindan söz almıştı. Onlardan on iki reis seçtik. Allah:
"Ben şüphesiz sizinleyim, namaz kılarsanız, zekat verirseniz, Allah Rasûlü
sallallahu aleyhi ve sellem lerime inanır ve onlara yardim ederseniz, Allah
uğrunda güzel bir takdimde bulunursanız, and olsun ki kötülüklerinizi örterim.
(Maide, 12)
Onları, buyruğumuz
altında insanları doğru yola götüren önderler yaptık; onlara, iyi işler
yapmayı, namaz kılmayı, zekat vermeyi vahyettik. Onlar, bize kulluk eden
kimselerdi. (Enbiya, 73)
Allah uğrunda
gereği gibi cihat edin. O, sizi seçmiş, babanız İbrahim'in yolu olan dinde
sizin için bir zorluk kılmamıştır. Daha önce ve Kuran'da, Allah Rasûlü
sallallahu aleyhi ve sellem in size şahit olması, sizin de insanlara şahit
olmanız için size Müslüman adını veren O'dur. Artık, namaz kılın, zekat verin,
Allah'a sarılın. O sizin sahibinizdir. Ne güzel sahip ve ne güzel yardımcıdır!
(Hac, 78)
Kuran'dan
kolayınıza geleni okuyun; Namazı kılın; zekatı verin; Allah'a güzel ödünç
takdiminde bulunun; kendiniz için yaptığınız iyiliği daha iyi ve daha büyük
ecir olarak Allah katında bulursunuz. Allah'tan bağışlanma dileyin; Allah
elbette bağışlar ve merhamet eder. (Müzzemmil, 20)
Verilen ayet-i
kerimelerde görüldüğü gibi zekat ibadeti genellikle hep namaz ile birlikte
emredilmektedir.
Bir malın zekâta
tâbi olabilmesi için o malın "tam mülk olması", "artıcı özelliğe
sahip olması", "nisaba ulaşmış olması", "kişinin tabii asli
ihtiyaçlardan fazla olması" ve "üzerinden bir yıl geçmiş olması"
gerekir.
ZEKAT VERMEK MÜMİNLİK SIFATIDIR
Kur'an-ı kerimdeki
birçok ayet-i kerimede, müminlerin en önemli sıfatlarından birinin, onların
namaz kılmaları, zekat vermeleri olduğu vurgulanmakta ve bu sıfatları
taşıyanlara ödüller vaad edilmektedir. Bu ayet- kerimelerin bir kısmı aşağıda
verilmiştir.
Kendilerine:
"Elinizi savaştan çekin, namaz kılın, zekat verin" denenleri görmedin
mi? (Nisa, 77)
Onlar zekatlarını
verirler. (Müminun, 4)
İnanıp yararlı
işler işleyenlerin, namaz kılıp, zekat verenlerin Rab'leri katında ecirleri
vardır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. (Bakara, 277)
Fakat onlardan
ilimde derinleşmiş olanlara, sana indirilen Kitap'a ve senden önce indirilen
Kitap'a inanan müminlere, namaz kılanlara, zekat verenlere, Allah'a ve ahıret
gününe inananlara, elbette büyük ecir vereceğiz. (Nisa, 162)
Sizin dostunuz
ancak Allah, O'nun Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem i ve namaz kılan,
zekat veren ve rüku eden mü'minlerdir. (Maide, 55)
Eğer tevbe eder,
namaz kılar ve zekat verirlerse, sizin din kardeşiniz olurlar. Bilen kimseler
için ayetleri uzun uzadıya açıklıyoruz. (Tevbe, 11)
Allah'ın
mescitlerini sadece, Allah'a ve ahıret gününe inanan, namaz kılan, zekat veren
ve ancak Allah'tan korkan kimseler onarır. İşte onlar doğru yolda bulunanlardan
olabilirler. (Tevbe, 18)
Bunlar, namaz
kılan, zekat veren ve ahırete de kesin olarak inanan müminlere doğruluk rehberi
ve müjdedir. (Neml, 2-3)
O kimseler Namazı
kılarlar, zekatı verirler; ahırete de yakinen inanırlar. (Lokman, 4)
Bunları ne ticaret
ve ne de alışveriş Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan, zekat vermekten alıkoyar.
Bunlar, gönüllerin ve gözlerin döneceği günden korkarlar. (Nur, 37)
Mümin erkekler ve
Mümin kadınlar birbirlerinin velileridir; iyiyi emreder kötülükten alıkorlar;
namaz kılarlar, zekat verirler, Allah'a ve Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve
sellem ine itaat ederler. İşte Allah bunlara rahmet edecektir. Allah şüphesiz
güçlüdür, hakimdir. (Tevbe, 71)
Kitap'ta İsmail'e dair
anlattıklarımızı da an. Çünkü o sözünde doğru bir kimse idi, tarafımızdan
gönderilmiş bir Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem di. Çevresinde
bulunanlara namaz kılmalarını, zekat vermelerini emrederdi. Rabbinin katında
hoşnudluğa ermişti. (Meryem, 54-55)
Onları biz
yeryüzüne yerleştirirsek namaz kılarlar, zekat verirler, uygun olanı
emrederler, fenalığı yasak ederler. işlerin sonucu Allah'a aittir. (Hac, 41)
KAFİR VE MÜŞRİKLERİN HALLERİ İLE İLGİLİ
AYETLER
Aşağıdaki ayet-i
kerimelerde de kafirlerin ahıret hayatını inkar ettikleri ve zekat vermedikleri
belirtilmekte ve bunların tevbe ederek namaz kılıp zekatların vermeleri halinde
serbest bırakılmaları emredilmektedir.
Onlar zekat
vermezler; ahıreti inkar edenler de yalnız onlardır. (Fussilet, 7)
Hürmetli aylar
çıkınca, puta tapanları bulduğunuz yerde öldürün; Onları yakalayıp hapsedin;
her gözetleme yerinde Onları bekleyin. Eğer tevbe eder, namaz kılar ve zekat
verirlerse yollarını serbest bırakın. Doğrusu Allah bağışlar ve merhamet eder.
(Tevbe, 5)
ZEKAT VERMEYENLERİN NASIL
CEZALANDIRILACAĞINI BİLDİREN
AYETLER"
Aşağıdaki ayet-i
kerimeler de, zekat vermeyenlerin maruz kalacakları şiddetli azabı
bildirmektedir.
Altın ve gümüşü
biriktirip Allah yolunda sarf etmeyenlere can yakıcı bir azabı müjdele. (Tevbe,
34)
Bunlar cehennem
ateşinde kızdırıldığı gün, alınları, böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacak,
"Bu, kendiniz için biriktirdiğinizdir; yığdıklarınızın tadına bakın"
denecek. (Tevbe, 35)
ZEKATIN KİMLERE VERİLECEĞİNİ BİLDİREN
AYETLER
Aşağıdaki ayet-i
kerimeler ise, malların ne uğurda sarf edileceği ve zekatın kimlere verileceği
bildirilmektedir.
Yüzlerinizi
doğudan yana ve batıdan yana çevirmeniz iyi olmak demek değildir; Lakin iyi
olan, Allah'a, ahıret gününe, meleklere, Kitap'a, Allah Rasûlü sallallahu
aleyhi ve sellem lere inanan, O'nun sevgisiyle, yakınlarına, yetimlere,
düşkünlere, yolculara, yoksullara ve köleler uğrunda mal veren, namaz kılan,
zekat veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler, zorda, darda ve
savaş alanında sabredenlerdir. İşte onlar doğru olanlardır ve sakınanlar ancak
onlardır. (Bakara, 177)
Zekatlar;
Allah'tan bir farz olarak yoksullara, düşkünlere, onu toplayan memurlara,
kalbleri Müslümanlığa ısındırılacaklara verilir; kölelerin, borçluların, Allah
yolunda olanların ve yolda kalanların uğrunda sarf edilir. Allah bilendir,
hakimdir. (Tevbe, 60)
ZEKAT İLE İLGİLİ BAZI HADİS-İ ŞERİFLER
Aaşağıdaki Hadis-i
Şeriflerde de zekâtın önemi, zekat nisabı, zekatın verileceği kişilerle ilgili
bilgiler verilmektedir.
Zekatın önemi ile
ilgili hadisler
"Malınızın
zekâtını veriniz! Biliniz ki, zekâtını vermiyenlerin, nemâzı, orucu, haccı ve
cihâdı ve îmânı yokdur".
"Zekât
vererek, malınızı zarardan koruyunuz!"
“Mallarınızı zekât
vermek suretiyle temizleyin.”
“İbn-i Abbas'dan
rivayet edildiğine göre, Allah Rasûlü
sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz,
Muaz b. Cebel'i Yemen'e vâli gönderdiği vakit ona şu emri vermiştir: Onları Allah'dan başka bir ilah bulunmadığına ve benim Allah'ın Elçisi
olduğuma inanmaya dâvet et. Eğer bu hususta sana itaat ederlerse onlara, Cenabı
Allah'ın kendilerine günde beş vakit namaz kılmalarını emrettiğini bildir. Eğer
bu hususta da sana itaat ederlerse kendilerine, mallarından zekât vermelerini
farz kıldığını bildir. Zekât zenginlerden alınıp fakirlere verilir.” (Buhari, Sahih, c.2, s.104)
“Ebû Hureyre'den
rivayet edildiğine göne, bir adan Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem Efendimize gelerek;
Bana öyle bir amel
göster ki onu yaptığım zama cennete gireyim, dedi. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem Ona şöyle buyurdu;
Allah'a ibadet
edecek, hiçbir şeyi O’na ortak koşmayacaksın;
farz olan namazı kılacaksın; zekâtı vereceksin; Ramazanda oruç tutacaksın. Bunun üzerine o
adam şöyle mukabelede bulundu :
Varlığım elinde
olan Allah’a yemin ederim ki, bundan daha
fazlasını yapmayacağım. O kimse
bu sözü söyleyip ayrıldıktan sonra Allah
Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem :
“Kim Cennetlik
birine bakmak isterse bu adama baksın, buyurdu.” (Buhari, Sahih, c.2, s.105)
Ashabdan Cerir b.
Abdillâh: "Allah Rasûlü sallallahu
aleyhi ve sellem'e, namazı kılacağıma, zekâtı vereceğime ve her Müslümana öğüt
vereceğime dair söz verdim" diyor.” (Buhari, Sahih, c.2, s.106)
“Râf'i b.
Hadîc'den rivayet olunduğuna
göre, Allah Rasûlü sallallahu
aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Zekât işlerinde hakkiyle çalışan memur, evine dönünceye kadar
Allah yolunda muharebe eden gâzi gibidir.” (Tirmizi, c.3, s.144)
“Cenab-ı Allah
kime mal verir de zekâtını ödemezse, Kıyamet gününde o mal, sahibine,
gözlerinin önünde simsiyah iki benek bulunan gayet zehirli (ve
zehirinin tesirinden başı) kel bir yılan şeklinde görünerek boynuna
gerdanlık yapılacak; sonra da iki çene kemiğini, yâni
avurdunu iki tarafından yakalayıp
şöyle diyecek : Ben senin malınım, ben
senin stokunum.” (Buhari, Sahih, c.2,
s.106)
“Deve, sığır ve
koyun sahibi bir Müslüman, bu malların zekâtını ödemezse, Kıyamet gününde o
hayvanlar, dünyada olduklarından daha semiz ve daha büyük bir halde gelecekler
ve herbiri boynuzu ile ona toslayacak; ayakları ile de çiğneyecek. Sonuncusu
işini bitirince, birincisi yeniden toslamaya ve çiğnemeye başlayacak; tâ
insanlar muhakeme edilinceye kadar.” (Buhari, Sahih, c.2, s.106)
Zekat nisabı ile ilgili hadisler
“Resûlullah
sallellahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu :
Sâime cinsinden her kırk devede üç yaşına girmiş dişi bir deve vermek
gerekir. Hiçbir deve ayrı hesap edilmez.
(Yâni hepsi kırk adet içinde mütalâa edilir, zayıfı ile şişmanı, küçüğü ile
büyüğü arasında bir ayırım yapılmaksızın
orta derecede bir deve alınır.)
Her kim, (ecrini
Allah'tan isteyerek) kırk devenin zekâtını (üç yaşında dişi bir deve) verirse,
kendisi için mükâfat vardır. Kim bunu vermek istemezse, biz hem zekâtını
hem de devesinin yarısını alırız. (Zekât) , Rabbimizin haklarından bir haktır.
Muhammed'in âline ondan bir şey helâl olmaz.” (Nesai, Sünen, c.5, s.15)
Muaz b. Cebel
şöyle diyor : "Allah Rasûlü
sallallahu aleyhi ve sellem , beni Yemen'e göndererek her otuz sığırdan,
iki yaşında dişi veya erkek bir
dana; her kırk sığırdan, üç yaşında bir
dana; her yüklü sığırdan da bir dinar para veya buna denk Maâfir elbisesi zekât
almamı emretti.” (Tirmizi, Sünen, c.2, s.389)
(Maâfir, Hemedân
kabilesine nisbet edilen bir elbise cinsinin adıdır.)
Ebû Saîd el -
Hudrî'den rivayet olunduğuna göre, Allah
Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur : "Beş ûkıyye'den az gümüşte, beş zevd'den
az devede ve beş vesak'tan az
hububatta zekât verme mükellefiyeti
yoktur.” (Buhari şerhi, c.4, s.283)
(Bütün
müctehitlerin ittifakı ile ûkiye: 40
dirhemlik bir ağırlık ölçüsüdür. Zevd: üç ilâ otuz arasındaki deve topluluğuna
verilen isimdir. Vesak: 60 sâ' olup 6240 dirhem, bugünkü ölçülerle 200 kg'a
tekabül etmektedir. Buna göre beş vesak : 1000 kg. eder.)
Ali'den rivayet
edildiğine göre, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu :
"At ile kölenin zekâtını affettim. Sizler, her kırk dirhemde bir dirhem
zekât verin. 199 dirhemde zekât yoktur. Fakat, gümüş 200 dirheme ulaştığı
zaman, bu paradan 5 dirhem zekât vermek lâzımdır.” (Tirmizî, Sünen, c.2, s.384)
Ali'den rivayet
edildiğine göre, Allah Rasûlü sallallahu
aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
"Senin iki yüz dirhem gümüşün olduğu ve üzerinden de bir yıl
geçtiği vakit, ondan beş dirhem zekât vermen gerekir. Altında, yirmi dînara
kadar bir şey yoktur. Senin yirmi dînar'ın bulunduğu ve üzerinden bir yıl
geçtiği vakit, ondan yarım dînar zekât vermen gerekir.”
“Sâlim b.
Abdillah'ın babasından, şöyle dediği rivayet olunmuştur : Sâlim bana,
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem
vefat etmeden önce zekât hakkında yazdırdığı bir yazıyı okuttu. O yazıda
şöyle bir ibare buldum: Beş devede bir koyun, on tanesinde iki koyun, onbeş
tanesinde üç koyun, yirmide dört koyun, yirmi beşte ise iki yaşına girmiş dişi
bir deve vermek gerekir. Otuz beşe kadar durum böyledir. Eğer iki yaşında dişi
deve bulunmazsa, üç yaşında erkek bir deve verilmesi gerekir. Otuzbeşi bir sayı
geçtiği zamanda kırk beşe kadar üç yaşına girmiş dişi bir deve vermek gerekir.
Kırk beşi bir
yukarı geçince altmışa kadar dört yaşına basmış dişi bir deve vermek icabeder.
Altmıştan yukarı geçerse yetmiş beşe kadar beş yaşına girmiş dişi bir deve
vermek lâzım gelir. Yetmiş beşi bir
yukarı çıkarsa doksana kadar üç yaşına basmış iki adet deve vermek gerekir.
Doksandan bir
fazla olursa, yüz yirmiye kadar dört yaşına basmış iki adet dişi deve vermek
lâzım gelir. Develer yüz yirmiyi geçince,
(bundan sonra) her elli devede dört yaşında dişi bir deve, her kırkta üç
yaşına girmiş bir deve vermek gerekir.” (İbn-i Mâce, Sünen, c. 1, s. 574)
“(Mallarınızın) kırkta bir zekâtını verin: Kırk dirhemden bir dirhem vermek gerekir. İki
yüz dirhem tamamlanıncaya kadar sizin üzerinizde bir borç yoktur. Para iki yüz
dirhem olunca, ondan beş dirhem zekât vermek icap eder. İki yüz dirhemden
fazlası da bu hesaba göredir."
“Koyunda da kırkta
bir zekât vermek gerekir. Otuz dokuz koyundan bir şey lâzım gelmez.
“Sığırlar da otuz
tane olunca bir yaşında bir sığır vermek gerekir. Kırk tanede ise, iki yaşında
bir sığır verilir. Ziraat için kullanılan sığırlardan bir şey vermek gerekmez.
“Develerden her
yirmi beşinde beş koyun verilir..."
“Koyunda 1/40
zekât verilir. 120'ye kadar durum böyledir. Koyunlar yüz yirmiyi aşınca iki
yüze kadar iki koyun; iki yüzden fazla olunca üç yüze kadar üç koyun vermek
lâzımdır. Koyunlar üç yüzden fazla olunca, her yüzde bir koyun verilir. Sonra
dört yüze ulaşıncaya kadar bir şey vermek gerekmez. Zekât almakta ayrı ayrı
kimselerin koyunları birleştirilmez. Zekât vermemek için de toplu olan koyunlar
birbirinden ayrılmazlar. Karışık halde bulunanlar ise, mülkiyet nisbetine göre
hesab edilirler. Zekâtta çok yaşlı veya kusurlu olanlar kabul edilmez.”
(Tirmizi, Sünen, c. 2, s. 387)
“Beş ûkiyye (iki
yüz dirhem)'den az gümüşte zekât yoktur. Beş zevd'den az devede zekât
yoktur. Beş vesakdan az toprak
mahsullerinde de zekât yoktur.” (Buhârî)
“Yağmur, nehir ve
göze suları ile (tabiî olarak) sulanan, veya kendiliğinden sulu olan arazi
mahsullerinde onda bir, hayvanlar ve havuzlar yardımı ile sulanan toprak mahsullerinde ise yirmide bir zekât
verilir." (Nesâî, sünen, c.5, s. 31)
“Hububat maddeleri
ile hurma beş ölçek, deve beş zevd, gümüş de beş ûkıyye olmadıkça bunlardan zekât vermek
gerekmez,” (Buhârî)
“Yemenli bir kadın
kızı ile birlikte Resûlüllah (s.a.v.)'in yanına geldi. Kızının elinde altından
yapılmış iki âdet kalın bilezik vardı. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve
sellem kadına :
Bunların zekâtını
veriyor musun? Diye sordu. Kadın :
Hayır, dedi. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem :
Kıyamet gününde
Cenabı Allah'ın bu iki altını senin koluna ateşten bilezik olarak takmasından
hoşlanır mısın? Buyurdu. Bunun üzerine kadın,
bilezikleri kızının kolundan
çıkarıp Resûlüllah'ın önüne bıraktı ve şöyle dedi :
Bilezikler, Allah
ve Resûlü içindir.” (Nesâî, Sünen, c.5, s. 38)
Amr b. şuayb'ın,
babası yolu ile dedesinden şu rivayet nakledilmiştir:
Allah Rasûlü
sallallahu aleyhi ve sellem 'e kayıp eşyanın zekâtından soruldu. O da şöyle
buyurdu: İşlek yolda, veya şenlik bir
köyde bulunanı bir sene ilân et. Eğer sahibi gelirse (onundur). Sahibi gelmezse
senindir."
“İşlek yol ile
şenlik bir köyden başka yerlerde bulunan eşya ile definelerde ise beşte bir
zekât vermen gerekir.” (Nesâi, Sünen, c.5, s. 44.)
Ebû Hüreyre'den
rivayet edildiğine göre Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Sahibi başında
bulunmayıp mer'aya salıverilen dilsiz hayvanların yaraladığı hederdir. (Yâni
sahibine tazminat vermek gerekmez). Su kuyusuna düşen hederdir. Mâden
kuyusuna düşen de hederdir. (Sahibine bir şey ödemek gerekmez.) Rikâz'da (yer altı zenginliklerinde) ise 1/5
zekât vermek gerekir. (Buhâri)
(Rikâz, bazılarına
göre, mâden ve mâdenden çıkan maddelerin tümüne verilen bir addır.)
Zekat verilecek ve verilmeyecek kişilerle
ilgili hadisler
“Ne zengine, ne de
normal şekilde (çalışabilecek) güce sahip kimselere zekât helâl olmaz.”
(Şevkânî, Neyl'ul-Evtâr, c.4, s.159)
(Bu Hadîs-i
Şerîf'i İbn-Mâce ile Nesaî'den başka diğer hadîs imamları da rivayet
etmişlerdir.)
Abdullah b.
Adiy'den rivayet edildiğine göre, Vedâ Haccında
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem , zekât dağıtırken iki adam
O'nun yanına giderek kendisinden zekât
istediler. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem gözlerini bu iki kişiye
dikerek, onları güçlü - kuvvetli
görünce: "Dilerseniz size (zekâttan) vereyim, fakat zekâtta ne zenginin,
ne de çalışabilecek güce sahip kimselerin hakkı yoktur", buyurdu.
(Müsned-i Ahmed b.' Hanbel), c.9, s. 91)
Sehl b. Hanzaliye'den rivayet edildiğine göre Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem
şöyle buyurdu: Her kim başkasına muhtaç olmayacak kadar yiyeceği bulunduğu
halde dilenirse, Cehennem ateşinden başka bir şey dilenmez. Ashab :
Yâ Resûlullah!
Yetecek kadar yiyeceğin ölçüsü nedir?
diye sordular. Allah Rasûlü sallallahu
aleyhi ve sellem :
“Sabah akşam (24
saatlik) yiyeceği kadar", buyurdu. (Şevkânî, Neyl'ul-Evtâr, c.4,
s.159)
"Kimin 40
dirhem parası veya bu para karşılığında malı bulunduğu halde isterse, ihtiyacı
olmadan istemiş olur."
Feth'ur-Rabbanî, c.9, s.91 vd.
“Her kim ihtiyacı
olmadığı halde başkasından yardım
dilenirse, Kıyâmet günü yüzünde yırtık izleri ve tırmalanma belirtileri olduğu
halde Allah'ın huzuruna gelecek".
Kendisine :
Ya Resülullah
(istemeyi yasak kılan) Zenginliğin ölçüsü nedir? diye sorulunca da :
"50 dirhem
(160 gr.) gümüş para, yahut bu değerde altındır", cevabını verdi. (Ebû
Dâvud, Sünen, c.1, s. 236)
“Kim (başkalarına)
ihtiyaç belirtmezse, Allah onu muhtaç
etmez. Kim iffet isterse (başkalarına yüz kızartmamak isterse), Allah onu afît
kılar. Bizden bir şey istemeyen (dilenmeyen), isteyenden daha hayırlıdır.”
(Ebû Dâvud, Sünen, c.1, s. 236)
Ebû Saîd
el-Hudrî'den rivayet edildiğine göre
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem
şöyle buyurdu: "Zekât,
zenginlerden ancak üç taifeye verilebilir:
1 - Allah yolunda
bulunanlar,
2 - Yolda kalmış
yolcular,
3 - Zengin bir
kimse ki, fakir olan komşusuna zekat verilir de bu maldan kendisine hediye
edilir veya dâvet edilir.” (Ebû Dâvud, Sünen, c.1, s.380)
ALTIN VE GÜMÜŞÜN NİSAB MİKTARI
Altın ile gümüşün
ağırlığı ve ticâret eşyâsının mal oluş kıymeti, nisâb mikdârı oldukdan
i'tibâren, bir hicrî sene, ya'nî arabî sene [354 gün] elde kalırsa, yıl sonunda
elde bulunanın kırkda birini, zekât niyyeti ile ayırıp, müslimân fakîrlere
vermek farzdır. Acele edip, hemen vermek vâcibdir.
Altının nisâbı
yirmi miskaldir. Miskal, ağırlık ölçü birimidir. Ağırlık, uzunluk, hacm, zemân
ve kıymet (para) ölçü birimleri, şer'î birimler ve urfî (örfi)birimler olarak,
ikiye ayrılır: Şer'î birimler, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem
zemânında kullanılan ve hadîs-i şerîflerde isimleri geçen birimlerdir.
Bir miskal, dört
gram ve seksen santigram [4,80 gr.] ağırlığında olmakdadır. O hâlde, altının
nisâbı, [96] gramdır. Osmânlı devletinde son kabul edilen urfî miskal 24 kırât
ve bir kırât da [20] santigram idi. Buna göre, urfi miskal 4,80 gram
olmakdadır. Şer'î miskal ile urfî miskâl aynı ağırlıkda olmakdadır. Bir Osmânlı
ve Cumhuriyyet altını bir buçuk miskal ağırlığında olduğu için, nisâb mikdârı,
20/1.5=13.3 adet altın liradır.
Bir liralık altın,
[7,20] gramdır. 13,3 adet altın, 96 gram olur. Demek ki, onüç aded ve bir sülüs
[13,3] altın lirası veyâ bu kadar değerinde kâğıd parası olan kimsenin, zekât
vermesi farz olur. Bir miskal 20 kırâtdır deyince, şer'î miskâl anlaşılır. Bu
miskalin kaç gram olduğunu anlamak için, 20’yi bir şer'î kırâtin ağırlığı olan,
0,24 ile çarpmak lâzım olur. Urfî kırâtın ağırlığı olan 0,20 ile çarpılırsa,
bulunan 4 gr şer'î miskâlin ağırlığı olmadığı gibi, urfî miskalin de olmaz.
Altının nisâb mikdârını bu yanlış miskale göre yaparak 4x20=80 gramdır demek de
doğru olmaz.
Gümüşün nisâbı,
ikiyüz dirhem-i şer'îdir. Bir dirhem-i şer'î, ondört kırât-ı şer'îdir. Yetmiş
arpadır. Bir miskalden, onda üçü
çıkarılınca, bir dirhem olur. Bir dirheme, yedide üçü ilâve edilince bir miskal
olur. Bir dirhem-i şer'î, 0,24x14=3,36 üç gram ve otuzaltı santigramdır: [3,36
gram]. O hâlde, gümüşün nisâbı, 2800
kırât veyâ altıyüzyetmişiki [672] gramdır. Bir mecidiye, beş miskaldir.
Ya'nî yüz kırât-ı
şer'î, ya'nî yirmidört gram olduğundan, yirmisekiz mecidiyesi olana zekât farz
olur. Yirmi miskal altın ile ikiyüz dirhem gümüş, ortak bir nisâb mikdârını
gösterdikleri için, değerlerinin birbirine eşit olması lâzımdır. Buna göre,
şerî'atde bir miskal altın, on dirhem gümüş kıymetinde oluyor. Bu da, yedi
miskal ağırlığında gümüşdür. Bir gram altın, yedi gram gümüş değerinde olur.
Buna göre şerî'atde, para olarak kullanılan altının kıymeti, ayni ağırlıkdaki
gümüş paranın kıymetinin yedi katıdır.
İslam’ın Evveli ve Şehadet Kelimesi
Bil ki; İslam’ın
evveli Allah’tan başka (tapılmaya layık) ilah olmadığına şehadet ve Muhammed’in
O’nun kulu ve Rasulü (elçisi) olduğuna şehadet etmektir.
İşte bu şehadet
kişinin müslüman olabilmesi için ondan yerine getirmesi talep edilen ilk
şeydir. Şehadet kelimesi, kabul ve reddi bünyesinde barındırmakta ve gerekli kılmaktadır.
"Allah’tan başka kendisine ibadet yöneltilen herşeyi red ve Allah’ı tek
mabud olarak birlemek." İşte bu bu ancak Muhammed (sallalahu aleyhi ve
sellem)’in Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna iman edip, Rasulullah (sallalahu
aleyhi ve sellem)’in örnekliğine tabi olunarak elde edilebilir. Şehadet
kelimesinin yerine getirilmesi ancak şu yedi şartı yerine getirilmesi ile
mümkün olur ve bu yedi şartı yerine getirmeyenler Şehadet kelimesini dilleriyle
telaffuz etseler dahi, kendilerine hiçbir yarar sağlamaz: Cehaleti ortadan
kaldıran ilim, şüpheyi ortadan kaldıran yakin, reddi ortadan kaldıran kabul,
isyanı ortadan kaldıran inkiyad (itaat, bağlılık), şirki ortadan kaldıran
ihlas, yalanı ortadan kaldıran sıdk ve buğzu ortadan kaldıran muhabbet.
Allah’ın Sözleri Haktır-Doğrudur
Allah’ın her
dediği, O’nun dediği gibidir (hakdır). O’nun dediğinin aksine olacak hiçbir şey
yoktur. O, dediği gibidir.
Aziz ve Celil olan
Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'tan daha doğru sözlü kim vardır?"
(en-Nisa 4/122)
Şeri’at’e İman
Şeri’at’e
(içerdiği bütün emir ve yasaklarının hepsine) tümüyle iman etmek (gerekir). Bil
ki; alış-veriş müslümanların pazarlarında (ve marketlerinde) Kitab, İslam ve
Sünnet’e uygun olarak satıldığı takdirde ve aldatma, zulüm yada hıyanet
karışmadığı yahut Kur’an’a zıd yahut da bilinen(prensib)e zıd olmadığı müddetçe
helaldir.
Kulun Fitnelere Karşı Herdaim İhtiyatlı
Uyanık ve Korku Üzere Olması Gerekir Zira Hiç Kimse Sonunun Ne Olacağını
Bilemez
Bil ki -Allah sana
rahmet etsin!- bu dünyada yaşadığı müddetçe kulun ihtiyat ve korku üzere olması
gerekir. Zira o; -hayırlı ameller işlese de- nasıl öleceğini, ne hal üzere
öleceğini ve hangi durumda Aziz ve Celil olan Allah ile karşılaşacağını
bilemez.
Aziz ve Celil olan
Allah şöyle buyurmaktadır: "Rablerine olan haşyetlerinden dolayı saygıyla
korkanlar…" (el-Mü’minun 23/57)
Kişi Allah’ın Rahmetini Ummalı ve
Günahları Sebebiyle Akıbeti İçin Korku İçerisinde Olmalıdır
Nefsine karşı
haddini aşan kişi, ölüm anında Allah (teala)’dan ümidini kesmemeli (aksine) Allah
(tebareke ve teala) için güzel zanda bulunmalı ve günahları sebebiyle
korkmalıdır.
Korku ve ümit
içerisinde olmak mü’min kimseni halidir. Aziz ve Celil olan Allah şöyle
buyurmuştur: “Onlar, korku ve ümit içinde Rablerine dua ederler.” (es-Secde
32/16);
“Onlar ahiretten
çekinir ve Rabbinin rahmetini umarlar.” (ez-Zümer 39/9)
Ölüm anında korku
ve ümit içerisinde olmak hususunda Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem)’den
şöyle bir olay nakledilmiştir: “Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem), ölüm
halinde bulunan bir gencin (Sa'lebe ibni Abd'ur Rahman) yanına gitti. Gence:
Kendini nasıl buluyorsun, diye sordu. Genç: Allah’ın rahmetini umuyorum.
Günahlarımdan da korkuyorum, dedi. Bunun üzerine Rasulullah: Bir kulun kalbinde
bu ikisi bir araya gelirse, Allah o kula umduğunu verir, korktuğundan emin
kılar, buyurdu.” (Tirmizi; İbni Mace)
Eğer Allah ona
rahmet ederse, bu O’nun fazlındandır. Eğer (Allah) onu cezalandırırsa bu (da
kulun) günahları sebebiyledir.
Allah (Te'ala), Rasulullah (sallalahu
aleyhi ve sellem)’e bu Ümmete Ne Olacağını Göstermiştir
Allah Te'ala’nın,
Nebi sallalahu aleyhi ve selleme, bu ümmete Kıyamet Günü’ne kadar ne olacağını
gösterdiğine iman etmek (gerekir).
Bunun delili, bu
hususta Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den sahih olarak rivayet
edilen Kıyamet’in büyük ve küçük alametleridir.
Din Birtek Cema'atti sonra İnsanlar Onu
Hiziplere-Fırkalara Böldüler
Bil ki; Rasulullah
(sallalahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ümmetim yetmişüç fırkaya
ayrılacaktır. Bir tanesi hariç bunların tamamı ateştedir ve o da Cema'attir.
Denildi ki: Ya Rasulullah kimdir onlar? (Rasulullah) dedi ki: Benim ve
ashabımın bugün üzerinde olduğu yoldur." Tirmizi; Ebu Davud; İbni Mace;
İbni Vadde, el-Bid’a, 85; Acurri, eş-Şer’ia, 15; Acurri, el-Erbain; Hakim, 1/128-129;
İbni Nasır, es-Sünne, 62; el-Laleka’i,
es-Sünne, 147; İbn’ul Cevzi, Telbis'ul İblis, 16; el-Ukayli, ed-Duafa, 2/262
Bunun gibi, Ömer
(radiyallahu anh)’ın hilafeti dönemine kadar din birtek cema'atti. Bunun gibi,
Osman (radiyallahu anh)'ın zamanında da din birtek cema'atti. Osman radiyallahu
anh öldürülünce ihtilaf ve bid'at geldi. İnsanlar hiziplere ve fırkalara
bölündü. İnsanlar arasında bazıları ilk başta hak üzere kaldı, hakkı söyledi ve
insanları ona davet etti. İşler, falanın hilafetdeki dördüncü kuşağına kadar bu
hal üzere kaldı.
Zaman değişip
insanlar çok bozulduğunda, bid'atlar çok yaygınlaştı, hak ve cema'atin yolundan
başkasına çağıran davetçiler türedi. Ne Rasulullah sallalahu aleyhi ve sellemin
ne de ashabının söylemediği şeylerle insanlar sınandı. (Aziz ve Celil olan
Allah ve) Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem) fırkalara bölünmekten nehy
etmesine karşın, insanlar fırkalaşmaya çağırdılar. Bazısı bazısını
(birbirlerini) tekfir etti. Herkes kendi görüşüne davet etti ve farklı düşünenleri
tekfir etti. Cahiller, avamdan olanlar ve ilim ehlinden olmayanlar azdı.
İnsanların dünyalık peşinde inatçı olmalarına ve dünyevi cezalardan
korkmalarına yolaçtılar. İnsanlar; onlara dünyalık işlerinden dolayı korkuları
ve dünyalık için rağbetleri sebebiyle tabi oldular.
Böylece Sünnet ve
Sünnet Ehli gözlerden düşürüldü. Bid'at ortaya çıktı ve yaygınlaştı. İnsanlar
farkına varmaksızın birçok yönden küfür işledi. Kıyas yaptılar. Rabbin
ayetlerindeki, hükümlerindeki, emirlerindeki ve yasaklarındaki kudretini kendi
akıl ve görüşlerine göre yorumladılar. Akıllarına uygun olanları kabul edip,
akıllarına uygun olmayan ne varsa onları da reddettiler. Böylece, İslam
garibleşti, Sünnet garibleşti ve Sünnet Ehli kendi diyarlarında garibleşti.
Muta Nikahı ve Hulle Yapmak Haramdır
Bil ki; Kadınlarla
Muta (geçici) Nikahı yapmak ve İstihlal yapmak Kıyamet Günü’ne kadar Haramdır.
Muta Nikahı’nın
dinde Haram kılınışına dair çokca Hadis rivayet olunmuştur. Ehli Sünnet ve’l
Cema'at, Muta Nikahı’nın, Kıyamet’e kadar Haram kılındığı hususunda icma
etmiştir. Bu icmaya Rafıziler dışında kimse muhalefet etmemiştir. Onlar da,
kendi yanlarındaki birtakım nakillere, Ehli Sünnet kaynaklarında geçen Mensuh
Hadislere ve en-Nisa 4/24 ayetinin İbni Mes’ud (radiyallahu anh) tarafından okunan
şazz bir kıraata dayandırdılar. Bunların tümü onlardan reddolundu.
er-Rebi ibni Sabre
ibnu Ma’bed el-Cuheni (radiyallahu anh) Muta Nikahı’nın kati biçimde
yasaklandığını Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den nakletmektedir:
"Ey insanlar, ben Muta Nikahı ile kadınlardan faydalanmanız için izin
vermiştim. Şüphe yok ki Allah, Kıyamet’e kadar bunu muhakkak Haram
kılmıştır. Kimin yanında bunlardan bir kadın varsa hemen onu serbest
bıraksın, onlara verdiği şeylerden hiçbir şeyi geri almasın." (Müslim;
İbni Mace)
Hadisin bir başka
rivayetinde Sabre (radiyallahu anh) şöyle der: "Bundan sonra Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem), Muta’yı şiddetle Haram kıldı ve bu nikah
hakkında en ağır kelimeleri sarfetti." (Tahavi, Şerhu Meani’l-Asar, 3/26)
Rafızilerin şiası
olduklarını iddia ettikleri Ali (radiyallahu anh)’dan bu konuda çok sayıda
nakil ulaşmıştır. İbni Hazım bu hususa şöyle temas eder: "Bu mesele
üzerine Ali’den birçok yoldan hadis rivayet edilmiştir. Bunu ondan Kufeliler
inkar edilmeyecek derecede meşhur ve sınırlandırılmayacak kadar çok yoldan
rivayet etmişlerdir." (Kitab’ul İtibar fi Beyanı Nasih ve Mensuh, 178)
Ali (radiyallahu
anh)’dan rivayet olunduğuna göre, "Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem), Hayber’in Fethi sırasında; kadınlarla Muta yapmaktan ve ehli eşeklerin
etini yemekten men etti." (Müslim; Nesai)
İbni Abbas
(radiyallahu anh)’ın Muta Nikahı’na nispeten müsamaha ile yaklaştığını
gördüğünde Ali (radiyallahu anh) ona şöyle demiştir: "Ağır ol ey İbni
Abbas! Çünkü Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Hayber Günü hem Muta’yı
hem de ehli eşek etinin yenilmesini yasaklamıştır." (Müslim)
Ali (radiyallahu
anh) bir başka rivayette ise; Muta’nın önce bazı kayıtlarla Caiz kılındığını
ancak nikah, talak, iddet ve karı-koca arasındaki miras ahkamı nazil olunca
cevazın mutlak şekilde kaldırıldığını belirtir. (Beyheki, Sünen el-Kübra,
7/207)
Bunlardan başka
Seleme ibnu’l Ekva (radiyallahu anh)’dan ve Cabir (radiyallahu anh)’dan
(Müslim) Ebu Hureyre (radiyallahu anh)’dan (İbni Hibban, Sahihu İbni Hibban),
er-Rebi bin Sebra ibnu Ma’bed el-Cuheni (radiyallahu anh)’dan başka bir rivayet
(Ebu Davud) Ömer (radiyallahu anh)’dan (İbni Mace; Malik, Muvatta) rivayetler
bulunmaktadır.
"en-Nisa
Suresi 4/24. Ayet Işığında Mut’a Nikahı" isimli çalışmada bu konudaki
Hadisler derlenmiş ve ulemanın Hadis yorumlarına yer verilmiştir.
Müellif burada;
"Hulle Nikahı" olarak bilinen nikahdan bahsetmektedir. Hulle
Nikahı’nın yasaklığına dair Allah (azze ve celle) şöyle buyurmuştur:
"...ve üçüncü
kez de boşarsa, artık onu bir başkası nikahlayıncaya kadar ona dönemez."
(el-Bakara 2/230)
Bu şekilde hükme
bağlanan husus ancak şu şekilde grçekleştirildiğinde Caiz olabilmektedir:
Üçüncü talakla boşandıktan sonra kadın iddet süresini tamamlar, sonra kadın bir
başka erkekle evlenir ve herhangi bir sebeple evlilik sona erer. Bu noktada
eskiden karı-koca olanlar dilerlerse tekrar nikah ile evlenebilir.
Hulle ise,
şeri’atde bir hiledir ve şöyle bir yöntemdir: Üç talakla eşler boşandıktan
sonra tekrar biraraya gelip nikah ile karı-koca olmak istediklerinde, üçüncü
bir kişi olan bir erkekle anlaşılır. Kadını hemen boşamak şartı ile (geçici
nikah ile) üçüncü şahıs nikah kıyar ve ardından boşanırlar. Böylelikle bir
önceki koca kadınla nikah yapar ve evlenir.
Bu olaya
"Hulle", müellifin isimlendirmesiyle "İstihlal" yahut
"Tahlil" ismi verilir. "Muhallil" boşanmış kadını eski
kocasına Helal kılmak niyetiyle nikah yapan adamdır. "Muhallel leh"
ise, Hulle yoluyla eski karısıyla tekrar nikahlanan kişidir. Bu kelimeler
"Helal" kökünden türemiştir. "Hulle" helal olma,
"İstihlal" helalleştirme, "Tahlil" helal kılma, helal yapma
"Muhallil" helal kılan, helal yapan anlamındadır.
Az sonra yer
vereceğimiz bazı Hadislerde geçtiği üzere, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem)’in Hulle yapan üçünci şahsı; kiralık tekeye (İbni Mace), ve kiralık döl
hayvanına benzetmesi (Tirmizi) ve Hulle yapanlara lanet etmesi (Tirmizi; Ebu
Davud; İbni Mace; Nesai; Ahmed, Müsned) sebebiyle, ulema bu işin çok çirkin bir
iş olduğu konusunda sözbirliği etmişlerdir.
"Hulle"
yasaklanmıştır, bu konuda nakledilmiş rivayetler arasında şunları
zikredebiliriz:
Ali (radiyallahu
anh) anlatıyor: "Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ribayi (faiz)
yiyeni, yedireni, riba akdini yazanı, sadakaya (zekata) mani olanı, dövme
yapanı, dövme yaptıranı -hastalık sebebiyle olan hariç- Hulle yapanı, Hulle
yaptıranı lanetledi." (Tirmizi; Ebu Davud; İbni Mace; Nesai; Ahmed,
Müsned)
Bunun bir benzeri
İbni Abbas (radiyallahu anhuma ecmain)’den nakledilmiştir: "Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) Hulle yapana da yaptırana da lanet etti."
(Tirmizi; Ebu Davud; İbni Mace; Nesai)
Abdullah ibni
Mes’ud (radiyallahu anh)’dan rivayete göre, şöyle demiştir: “Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem), Hulle nikahıyla evlenen kocaya ve kendisi için
Hulle yapılan kocaya lanet etmiştir.” (Tirmizi; Ebu Davud; Nesai)
Aynı hadisin
benzerleri Haris (radiyallahu anh)’dan ve Ebu Hureyre (radiyallahu anh)’dan da
rivayet edilmiştir. (Tirmizi; Ebu Davud; İbni Mace)
Ukbe İbni Amir
(radiyallahu anh) şöyle rivayet etmiştir: "Rasulullah (sallallahu aleyhi
ve sellem), (bir gün): Sizlere kiralık döl hayvanını haber vereyim mi?
buyurdular. (Yanında bulunanlar:) Evet ey Allah'ın Rasulü! Haber verin!
dediler. O Hulle yapandır. Allah Hulle yapana da Hulle yaptırana da lanet etsin!
buyurdular." (Tirmizi)
İbni Teymiyye
"Beyan'ul Delil ala Butlan'ul Tehlil" ismini verdiği bir risalesinde
"Hulle Nikahı"nın yasaklandığını etraflıca ispat etmektedir.
Haşimoğullarının, Ensar’ın, Arapların
Faziletleri ve Müslümanların Hakları
Ben-i Haşim'in
(Haşimoğulları'nın) Rasulullah sallallahu aleyhi ve selleme olan yakınlıkları
sebebiyle faziletlerini bil! Kureyş’in, Arapların ve bütün kabile kollarının
faziletlerini bil ve onların kadrini (kıymetini) bil ve İslam’daki
hak-hukuklarını bil! (Bir) kavmin azadlı kölesi onlardan sayılır.
Ben-i Haşim;
Haşimoğulları, Haşim ibni Abd’ul Menaf’ın oğullarıdır. Haşimoğulları, İslam’dan
önce Kureyş’in en faziletli kabilesiydi. Haşim’in Abd’ul Muttalib isimli bir
oğlu vardı. Abd’ul Muttalib’in; Abdullah, Ebu Talib, Hamza, Abbas ve Ebu Leheb
isimli oğulları vardı. Abdullah’ın oğlu ise, insanların en üstünü ve
faziletlisi Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’dir.
Vasile ibn'ul
Eska’nın rivayet ettiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle
buyurmuştur: "Allah (Teala) İsmail (aleyhi selam)’ın neslinden Kinane’yi,
Kinane’nin neslinden Kureyş'i, Kureyş’in neslinden Haşimoğullarını seçti.
Haşimoğulları ailesinden de beni seçti.” (Muslim; Tirmizi; Ahmed, Müsned; İbni
Ebi Asım, es-Sünne, 2/632)
Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)’in bahsettiği bu fazilet ve üstünlük şüphesiz
sadece müslüman olanlar içindir. (İbni Hacer, Feth’ul Bari, 13/113)
Diğer insanların
da İslam’daki hak-hukuklarını bil! Ensar’ın6 faziletlerini bil ve Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellemin onlar hakkındaki vasiyetini (nasihatını) bil!
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in ailesini de unutma! Onlara kötülük
etme fakat faziletlerini bil! (Rasulullah’ın) Medine Ehli’nden komşularının
faziletlerini bil!
Arapların Arap
olmayanlardan daha üstün olduğuna inanmak Ehli Sünnet ve’l Cema'atin
i’tikadıdır. Birçok alim bu konuda müstakil eser telif etmiştir. İbni Kuteybe
(Fazl’ul Arab ve’t Tenbih ala Ulumiha), İmam Iraki (Mehecc'ul Kurab fi Fazl’ul
Arab), Mer'i İbn Yusuf el-Kermi (Mesbuk ez-Zeheb fi Fazl’ul Arab ve Şeref'ul
İlm ala Şeref'un Neseb) ve İmam el-Heysemi bu konuda eser telif eden
alimlerdendir. Şüphe yok ki bu konuda en takdire şayan açıklamayı Şeyh’ul İslam
İbni Teymiyye yapmıştır. Şeyh’ul İslam İbni Teymiyye şöyle der:
"Şunu da
belirtelim ki, Ehl-i Sünnet ve’l Cema'at ve Mezhebi'nin inancına göre genel
olarak Araplar; Rumu, Süryanisi ve Farslısı ile genel olarak Acem'den (Arap
olmayanlardan), Kureyş kabilesi, geride kalan bütün Araplardan ve Haşimi kolu
bütün Kureyş kabilesinden daha üstün olduğu gibi Peygamberimiz de tüm
Haşimioğullarının en üstün kişisidir. Buna göre Peygamber Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve sellem) gerek fert olarak ve gerekse sayıca insanların en üstünüdür.
Üstünlük sıralamasında ilk sırada Arapların, sonra Kureyş kabilesinin ve daha
sonra da bu kabilenin bir kolu olan Haşimoğullarının yer alması Peygamberimizin
bu koldan olmasından dolayı değildir. Gerçi bu da bir üstünlük faktörüdür, ama
aslında bu sıraladıklarımız kendiliklerinden üstündürler. Böylece
Peygamberimizin hem fert olarak ve hem de soya dayalı üstünlüğü gerçeklik
kazanır." (İbni Teymiyye, Sırat'il Müstakim, 1/374-375)
İbni Teymiyye
ardından Arapların üstünlükleri ve Arapları sevmekle alakalı sıhhat durumları
birbirinden farklı bazı Hadisleri naklediyor:
"Arapları
sevmek iman ve onlardan nefret etmek münafıklık alametidir." (Hakim,
Müstedrek; Zehebi, Müstedrek maa el-Telhis);
"Allahu Teala
varlıkları yaratırken beni onların hayırlı kesiminden yaptı. Arkasından
kabileleri yaratırken beni en hayırlı kabileye bağladı. Daha sonra aile
kollarını yaratırken beni kabilemin en hayırlı kolundan türetti. Ben hem fert
olarak ve hem de aile kolu (soy) olarak insanların en hayırlısıyım."
(Tirmizi);
"Ben Abd’ul
Muttalib oğlu Abdullah'ın oğlu Muhammed'im. Allah varlıkları yaratırken beni
onların hayırlı kesiminden yaptı. Arkasından yarattığı varlıkları ikiye ayıran
Allah beni hayırlı kısımda yaptı. Sonra kabileleri yaratırken beni en hayırlı
kabileye bağladı. Daha sonra aile kollarını yaratırken beni kabilemin en
hayırlı kolundan, fert olarak da en hayırlı olarak yarattı." (Tirmizi;
Ahmed, Müsned);
"Bilesiniz
ki, Allah yedi kat gökleri yarattı ve en üst katını seçerek dilediği kullarını
oraya yerleştirdi. Sonra varlıkları yarattı ve ve içlerinden Ademoğullarını
(insanları), insanlar arasında da Arapları Arapların içinden Mudar kolunu,
Mudarlar’dan Kureyş kabilesini, Kureyş kabilesi içinden Haşimoğullarını ve
Haşimoğullanndan da beni seçti. Demek ki, ben seçkinlerin seçkinlerinin
seçkiniyim. Kim Arapları severse beni sevdiği için onları sevmiş olur. Buna
karşılık kim Araplardan nefret ederse benden nefret ettiği için onlardan nefret
etmiş olur." (Hakim, Müstedrek);
Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) sahabilerden Selman-ı Farisi'ye: "Ya Selman,
bana nefret besleme, yoksa benim dinimden ayrılmış olursun. dedi. Selman-ı
Farisi'nin: Ya Rasulullah, senden nasıl nefret edebilirim ki, Allah beni senin
sayende hidayete ulaştırdı? şeklindeki karşılık vermesi üzerine Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) kendisine: Araplardan nefret edersin ve
dolayısıyla bana nefret beslemiş olursun buyurdu." (Tirmizi)
Şeyh’ul İslam
alıntıladığımız nakilleri sıralayıp açıklamaları yaptıktan sonra şöyle devam
ediyor: "Tekrar konumuza dönersek açıkça görürüz ki bu Hadislere göre
genel olarak Araplardan nefret etmek, onlara düşman olmak ya doğrudan doğruya
küfür veya küfür sebebidir. Bu da onların diğer miletlerden üstün olmasını ve
onları sevmenin imanın güçlenme sebeplerinden biri olmasını gerektirir. Çünkü
Araplardan nefret etme ile ilgili yasak, eğer diğer milletlerden nefret etme
yasağı gibi olsaydı bu yasak dinden ayrılma ve Peygamberimize karşı dolaylı
şekilde nefret besleme sebebi olmaz, sadece bir çeşit haksızlık ve sınırı aşma
sayılırdı. Fakat madem ki, Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bu
nefreti dinden ayrı düşme ve Rasulullah'a karşı dolaylı biçimde nefret besleme
sebebi saymıştır, bu durum Araplardan nefret etmenin diğer milletlere karşı
nefret beslemekten daha ağır bir günah olduğunu gösterir ve bu da Arapların
diğer milletlerden üstün olduğuna delildir. Çünkü sevgi ve nefretin önem
derecesi sevilenin veya nefret edilenin üstünlük derecesine bağlıdır. Yani kim
ki, kendisine karşı nefret beslemek daha ağır günah sayılırsa bu durum onun
diğerlerinden üstün olduğunu gösterir. Aynı zamanda bu durum böyle bir kimseyi
sevmenin, dinin gereği olduğunun delilidir. Sebebine gelince, bu sevgi nefretin
karşıtıdır ve fazilet kazandırıcıdır. Başka bir deyimle özellikleri sebebi ile
kendisine karşı nefret beslenmesi azab sebebi olan kimseyi sevmek sevab
gerekçesidir. Aynı zamanda bu durum onun üstünlüğünü gösteren bir
delildir."
Konuyla alakalı diğer Hadisleri
sıralayarak meseleye son veriyor:
"Kim Araplara
kem gözle bakar, onları aldatırsa benim şefaatimin kapsamına giremez, benim
sevgimi elde edemez." (Tirmizi);
"Arapları
sevmek imanın ve onlardan nefret etmek kafirliğin belirtilerindendir."
(Suyuti, Cami'ul Sağir);
"Arapları
sevmek iman, onlardan nefret etmek ise münafıklık ve küfürdür." (Hakim,
Müstedrek);
"Ancak münafıklar
Araplardan nefret edebilirler." (Ahmed, Müsned)
"Şu üç
sebepten dolayı Arapları seviniz: Ben Arabım, Kur'an Arapça'dır, Cennetliklerin
Cennetteki dili Arapça olacaktır." (Hakim, Müstedrek);
Evs ibni Zamaç
tarafından Selman-ı Farisi'ye mal edilen şu söz: "Ey Araplar,
peygamberimiz üstün olduğunuzu belirttiği için biz de sizleri üstün sayıyor ve
bu gerekçe ile kadınlarınızla evlenmiyor ve namazda size imam olmuyoruz."
Selman-ı Farisi:
"Ey Araplar, sizler şu iki bakımdan bizden üstün tutuldunuz: Namazda size
imam olamayız, kadınlarınızla evlenemeyiz."
Rebi ibni Fadla
diyor ki: "Bir defasında on iki atlı sefere çıkmıştık. Yol arkadaşlarımın
hepsi Peygamberimizin sahabilerindendi ve Selman-ı Farisi de aralarında idi.
Yolda namaz vakti gelince önce aramızda kim imam olacak? diye konuşuldu,
sonunda kafiledekilerden biri imam oldu ve bize farzı dört rekat kıldırdı.
Namaz sona erince Selman-i Farisi bir kaç kere üst üste: Nedir bu nedir bu?
dedikten sonra namazın niçin yolculuk (seferilik) şartları uyarınca iki rekat
olarak kıldırılmadığını, oysa namazı kısa tutmaya çok ihtiyacımız olduğunu
belirtti. Bunun üzerine kafiledekiler kendisine: Ya Selman, sen bize namaz
kıldır, aramızda bu göreve en layık kimse sensin deyince Selman-ı Farisi onlara
şu cevabı verdi: Hayır, ey İsmailoğulları (Araplar) imamlık sizin hakkınızdır,
bizler sizin vezirleriniz (yardımcılarınız)."
Bu konudaki diğer
bir delil de şudur. Halife Ömer (radiyallahu anh) zamanında bağış listesi
düzenlerken listeye aldığı kimseleri neseplerini gözönünde tutarak sıraladı. Bu
prensip uyarınca, önce Peygamberimizi soyca en yakın olanların adlarını yazdı,
böylece Araplar bittikten sonra Arap olmayanları kütüğe aldı. Bu usul gerek
geride kalan halifeler, gerek Emeviler ve gerekse Abbasiler devrinde hep böyle
devam etti. Fakat daha sonra değiştirildi."
İbni Teymiyye
ardından Arap dilinin konumunu ele aldığı bir başka bölüme şu sözlerle
başlıyor: "Araplar için söz konusu olan bu üstünlük onların; akıl, dil,
ahlak ve amel alanlarındaki üstünlüklerinden kaynaklanır." (İbni Teymiyye,
Sırat'ıl Mustakim)
Enes ibni Malik
(radiyallahu anh), Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den şöyle rivayet
etmiştir: "Kavmin azadlı kölesi onlardandır." (Buhari)
Allah (celle celaluhu) "Ensar"
hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Muhacir ve
Ensar'dan İslam'a ilk önce girenlerin başta gelenleri ve iyi amellerle onların
ardınca gidenler var ya, işte Allah onlardan razı oldu, onlar da Allah'dan razı
oldular ve onlara, altlarında ırmaklar akan Cennetler hazırladı ki, içlerinde
ebedi kalacaklar. İşte büyük ve muhteşem kurtuluş budur." (et-Tevbe
9/100);
"Andolsun ki,
Allah, yine peygambere ve en zor gününde ona uyan Muhacirler'le Ensar'a,
içlerinden bir kısmının kalbleri az kalsın kayacak gibi olmuşken, tevbe nasip
etti de lutfedip tevbelerini kabul buyurdu. Çünkü O, gerçekten çok şefkatli,
çok bağışlayıcıdır." (et-Tevbe 9/117);
"Ve onlardan
önce o yurda yerleşen imana sarılanlar kendilerine göç edip gelenleri severler
ve onlara verilenlerden ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç duymazlar. Kendilerinin
ihtiyaçları olsa dahi, onları öz canlarına tercih ederler. Kim nefsinin
cimriliğinden korunursa, işte onlar umduklarına erenlerdir." (el-Haşr
59/9)
Ensarın üstünlüğü hakkında bizlere çok
sayıda Hadis ulaşmıştır.
Enes (radiyallahu
anh), Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in şöyle buyurduğunu söyledi:
“İmanın bir alameti ve delili de Ensar’a muhabbet beslemektir; nifakın bir
belirtisi de Ensar’a buğzetmektir.” (Buhari; Ahmed, Fezail'us Sahabe, 2/790)
Ebu Hureyre
(radiyallahu anh), şöyle rivayet etmiştir: "Rasulullah (sallallahu aleyhi
ve sellem) buyurdular ki: Şayet Ensar bir vadiye veya geçide süluk etse ben de
mutlaka Ensar'ın gittiği vadiye ve geçide süluk ederim. (Eğer hicret olmasaydı
ben Ensar'dan biri olurdum.)"
Ebu Hureyre
(radiyallahu anh) der ki: "Ona annem ve babam feda olsun. (Bu sözüyle
haddi aşmış, Ensarın hakkından fazlasını onlara vererek) zulmetmiş değildir.
(Zira) onlar (Ensar) onu (Rasulullah'ı) barındırdılar ve ona yardım ettiler
veya bir başka kelime (ile ifade edilecek) yardımlar yaptılar. Mallarıyla
kendisine ve Ashabına muavenette bulundular." (Buhari)
Ebu Sa’id
(radiyallahu anh) şöyle anlatıyor: "Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) buyurdular ki: Benim kendisine sığındığım sırdaşım Ehl-i Beyt'imdir,
dayanağım da Ensar'dır. Öyleyse onların (Ehl-i Beyt ve Ensar'ın) kusurlularını
affedin, faziletli olanlarına da sarılın." (Tirmizi)
İbni Abbas
(radiyallahu anhuma ecmain) şöyle rivayet etmiştir: "Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdular ki: Allah'a ve ahirete iman eden kimse
Ensar'a buğzetmesin." (Tirmizi)
Enes (radiyallahu
anh) dedi ki: "Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdular ki:
Ensar dayanağımdır, sırdaşımdır. İnsanlar sayıca artarken onlar azalacaklar.
Öyleyse onların iyilerine yapışın, kusurlularını da affedin." (Buhari;
Müslim; Tirmizi)
İbni Abbas
(radiyallahu anhuma ecmain)’den nakledilen bir Hadisde Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem)’in şöyle dediğini ekler: "... Öyle ki yemekteki tuz gibi
olacaklar." (Buhari)
Din, Peygamberin ve Ashabı'nın Yolunu
Takiptir; Din, Peygamberin ve Ashabı'nın Yoludur
Bil ki -Allah sana
rahmet etsin!- Ehl'ul İlm (ilim ehli), Cehmiyye’yi Ben-i Abbas (Abbasoğulları;
Abbasiler) dönemine -alçak ve değersiz (kimse)lerin ümmetin işleri hakkında
konuştukları (akıl verdikleri) vakit gelene- kadar reddetmekten geri durmadılar
ki o(alçak ve değersiz ola)nlar; Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin
Asarını (Hadis ve nakillerini) ta’n ettiler, kıyas ve rey’e sarıldılar.
Muhaliflerini tekfir ettiler; cahiller, gafiller ve ilimsiz kişiler onların
sözlerini kabul etti öyleki bilmeden küfre düştüler. Ümmet birçok yönden helak
oldu, birçok yönden küfre düştü, birçok yöndek zındıklık etti, birçok yönden
dalalete düştü ve birçok yönden (tefrika çıkarıp) bidat çıkardılar. Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellemin sözleri ve emri (ve nehyi) ve Ashabı'nın emri
üzere sebat edenler, Ashab'ından hiçbirini hata ile itham etmeyen ne de onların
üzerinde bulunduğu şey hususunda aşırıya kaçmayanlar onların yeterli bulduğunu
yeterli bulan, onların yolu ve mezhebinden dönmeyen, onların muhakkak ki Sahih
(doğru) İslam ve Sahih İman üzere olduklarını bilen; böylelikle onları
dinlerinde takip edip, gönül rahatlığını bunda bulan ve dinin taklit olduğunu
bilen müstesna. Taklit ise Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin Ashabı'nadır.
İbni Mesud
(radiyallahu anh) şöyle demiştir: "Birinin yoluna uyacaksanız, ölenlerin
yoluna uyunuz. Onlar Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Ashabı’dır. Bu
ümmetin en hayırlıları, kalpleri en iyi ve ilimleri en derin olanlardır. Allah
onları, Rasulü’nün arkadaşlığı, dinin size nakledilmesi için seçti. Onların
ahlak ve yollarını uyun, çünkü onlar dosdoğru yol üzereydiler." (Taberani;
Heysemi, Mecma'uz Zevaid, 1/180; Beyheki, 10/116; Ebu Nu’aym, Hilyet'ul Evliya,
1/305; Lalekai, İtikadı Ehli's Sunne, 1/93; İbni Hazm el-İhkam, 6/255; İbn'ul
Cevzi, Sıfat'us Safve, 1/421)
Kur’an Lafzına Yaratılmış Diyen
Bid'atçıdır
Bil ki; herkim
Kur’an’ın lafzı yaratılmıştır derse, o Mubtedidir (bid'atçıdır).
Bu sözü söyleyen
kişinin kasdına bağlı olarak; "Kur’an’ın lafzı yaratılmış" olduğu
şeklindeki yargı aynı anda hem doğru hem de yanlış ifade edecek manalar
taşımaktadır. Bu sözü ilk defa ortaya atanlar Cehmi ve Mu'tezili akımlarına
mensub kimselerdi. Uluorta "Kur’an mahluktur" demekten çekindikleri
için bu şekilde ifade etmişlerdi. Böylelikle avam arasında bu söz yayılmıştı.
Selefin bu
konudaki görüşü özet olarak şöyledir: Mushaf’da yazılı bulunan, ezberde bulunan
ve telaffuz edilen Kur’an, Kelamullah (Allah’ın Kelam'ı)dır ve yaratılmamıştır.
Lakin, insanın doğası gereği; insan sesi ve telaffuz sırasında dilin hareket
etmesi gibi şeyler yaratılmıştır. Bid'atçılar müphem bir söylem geliştirmişler
ve demişlerdi ki; "Kur’an’ın lafzı yaratılmış"tır.
Cehmiler bu söz
ile; dilleri ile telaffuz ettikleri sözlerin yaratılmış olduğunu
kasdetmekteydiler ki, bu Kur’an’ın mahluk olduğu anlamına gelmekteydi. Bu, bu
söz ile ifade edilen manalardan ilkidir. İkincisine gelince;
Kur’an okuyan
kişinin telaffuz ettiği seslerin yaratılmış olması manası da çıkar ki, bu
yanlış olmayan bir tespittir. Kur’an’ın mahluk olduğuna dair tarihte yaşanan
büyük bir mücadele sözkonusudur. Şeyh’ul Ümme Ahmed ibni Hanbel (rahimehullah)
büyük bir direnç göstermiş ve Allah onu davasında muvaffak etmiştir. O, bu
sözleri ortaya atanların Cehmi ve bid'atçı olduğunu savunmuş ve insanları
onlardan ve fikirlerinden uzaklaştırmıştır.
İmam Buhari, Ahmed
ibni Hanbel’in bu konudaki görüşünü nakletmiştir: "Ahmed (ibni Hanbel)'in
mezhebi lehine iki fırkanın öne sürdükleri hüccetleri ile her birisinin kendisi
için ileri sürdüğü iddialarının çoğunluğu sabit değildir. Muhtemelen onun
mezhebinin inceliğini anlamamış olmalıdırlar. Tam aksi olarak İmam Ahmed ile
Ehl-i İlim'den Allah Kelamı'nın mahluk olmadığı, onun dışındakilerin ise mahluk
olduğu görüşü ma'ruftur. Üstelik onlar anlaşılması zor olan şeyleri araştırıp
irdelemeyi de hoş karşılamamışlar, hakkında ilim gelip, Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem)’in açıklamış olduğu hususların dışında kelamcılarla
tartışmaya girmekten de kaçınmışlardır." (Buhari, Halku Efal’il İbad ve’r
Redd ale’l Cehmiyye, 217);
"Ahmed (ibni
Hanbel, Allah rahmet eylesin) dedi ki: "Hamza'nın kıraati hoşuma
gitmiyor." Böyle söylenilmesine karşılık "Kur’an hoşuma
gitmiyor" denilemez. Hatta kimileri: "Hamza'nın kıraati üzere
okuyarak namaz kılan, namazını iade etsin" demiştir. Kimileri de bunu
"Bizzat Allah'ın Kelamı'nı işitene dek (hoşuma gitmiyor)" denilmemesi
hususuna dikkat çekmişlerdir. Bu sözü söyleyene şu karşılık verilir: Bu
hoşlanmama Allah'ın Kelamı'nı işitene kadardır, yoksa senin kelamını, nağme ve
lahinlerini değil. Zira Allah, Musa (aleyhi selam)'ı onunla konuşması (kelamı)
ile üstün kılmıştır. Şayet halk, Allah'ın peygamberi Musa (aleyhi selam)'a
duyurduğu gibi Allah'ın Kelamı'nı işitmiş olsalardı, Musa (aleyhi selam)'ın
üstünlüğü nerde kalırdı. Senin Allah'ın Kelamı'nı işitmenle Musa (aleyhi
selam)'ın işitmesi bir değildir. Nitekim Allah (azze ve celle): "Ben
risaletlerimle ve sana konuşmamla seni insanların başına seçtim."
(el-A'raf 7/144) buyurmuştur." (Buhari, Halku Efal’il İbad ve’r Redd ale’l
Cehmiyye, 540)
Herkim sessiz
kalır, ne (Kur’an) yaratılmıştır der ne de (Kur’an) yaratılmamıştır derse o da
Cehmidir. Hakeza İmam Ahmed de böyle söylemiştir. Ahmed ibni Hanbel, es-Sünne,
2; Abdullah ibni Ahmed ibni Hanbel, es-Sünne, 1/163-166; Abdullah ibni Ahmed
ibni Hanbel, es-Sünne, 1/179; Abdullah ibni Ahmed ibni Hanbel, es-Sünne,
1/279-280; Sabuni, Akidet’us Selef ve Ashab’ul Hadis, 171; Beyheki, İ’tikad,
110; Lalekai, Şerh Usul İ’tikad Ehl’üs Sünne, 1/177; İbni Batta, el-İbane, 87;
Taberi, Sarih’us Sünne, 30-33
Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "İçinizde yaşayacak olanlar
benden sonra pek çok ayrılık ve anlaşmazlıklara şahid olacaklardır. Dinde yeri
olmayan fakat dindenmiş gibi gösterilmeye çalışan şeylerden sakınıp uzak
durunuz çünkü onlar dalalettir (sapıklıktır). Sizden kim bu dönemlere ulaşırsa
benim sünnetime ve doğru yolda olan Hulefai Raşid'imin Sünnet'ine sıkıca
sarılsın. onlara iyice tutunun, onlara azı dişlerinizle sarılın!.." Ebu
Davud; Tirmizi; İbni Mace; Ahmed, Müsned; İbni Hibban tarafından rivayet
edilmiştir.
Cehmiyye Allah’ın Zatını Düşünmekten ve
Rey’e Tabi Olmaktan Dolayı Helak Oldu
Bil ki;
Cehmiyye’nin helak oluşu, Rabblerini tefekkür etmelerinden, (Allah hakkında)
"neden?" ve "nasıl?"ı (gündeme) dahil etmelerinden, Asarı
(Hadis ve nakilleri) terk etmelerinden, kıyası icad etmelerinden ve dini kendi
reyleriyle yapmalarındandır. Böylece öyle apaçık küfür işledilerki, küfür oluşu
hafi (gizli-saklı) değildir. (Kendileri dışındaki) halkı tekfir ettiler. (Bu
durum) onları (Allah’ın isim ve sıfatlarında) Ta’til'e6 vardırdı.
Diğer nüshada;
"Rabblerini tefekkür etmelerinden..." ifadesinde "Aziz ve Celil
olan" ziyadesi vardır: "Aziz ve Celil olan Rabblerini tefekkür
etmelerinden..."
Ta’til boşa
çıkarmak inkar etmektir. Cehmiler, hem Allah’ın isimlerini hem de sıfatlarını
Ta’til (Allah’ı bütün vasıflarından tecrit etmek) yoluyla inkar ettiler.
Cehmiler, Allah’ın kudretinin, ilminin, iradesinin olmadığını, Allah’ın
görmediğini ve işitmediğini iddia ettiler. Onlara göre, Allah’ın ilmi, iradesi,
kudreti O’nun vasıflarından değildir, O’nun özüdür! Bunda o kadar ileri
gittikler ki Allah’ın vasıflarını nefy ede ede Ta’tile (hiçliğe) vardılar.
Böylelikle Allah’ı, adı vasfı olmayan bir hiçe çevirdiler zira adı vasfı
olmayan şey hakikatde bir hiçtir. Ve iyadubillah!..
Cehmiyye’nin Sapkınlığı
Bil ki; Ahmed ibni
Hanbel’in de aralarında bulunduğu bazı alimler der ki: Cehmiyye kafirdir ve
Ehli Kıble’den değildir, kanı helaldir, (müslümanlar ondan) miras alamaz ve
ondan miras(ı) alınmaz.
Mu'tezile ve
Rafıziler, "Nesh" olmasını inkar ederler. Kendilerinden önce de
Yahudiler inkar etmişti. (Cüveyni, et-Telhis, 328-330; Gazali, İslam Hukukunda
Deliller ve Yorum Metodolojisi, 1/160)
Çünkü (Cehmi)
diyor ki: "Cuma (namazı) yoktur, cema'at (namazı) yoktur, bayram
(namazları) yoktur ve sadaka yoktur." Çünkü: “Kim Kur’an mahluktur demezse
kafirdir!..” diyorlar. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ümmetine karşı
kılıç kaldırmayı (savaşmayı, öldürmeyi kendilerine) helal saydılar.
Kendilerinden
öncekilerle çeliştiler. İnsanları; ne Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin
ne de ashabından herhangi birinin söylemediği birşeyle imtihan ettiler.
Mescidleri ve camileri (cemaatsiz bırakıp) boşaltmak istediler. İslam’ı
zayıflattılar. Cihad’ın terkedilmesine sebep oldular, bölücülükle uğraştılar.
Asara (Hadis ve nakillere) muhalefet ettiler ve Mensuh ile konuştular.
Herkesin
Mu'tezile’nin "Kuran mahluktur" görüşünü benimsemesi gerektiği ilan
edildi. İlim ehli tehdit edildi ve bu görüşü kabul etmeleri yönünde zor
kullanıldı. Kabul etmeleri emredildi. Reddedenler hapse atıldı, ölümle tehdit
edildi ve işkenceye maruz kaldı. İmam Ahmed bütün bu yaptırımlara karşın dimdik
ayakta durdu ve direndi. İmam Ahmed aylarca hapsedildi, birçok defalar
yöneticilerin huzuruna çıkarıldı, zincire bağlandı, ölümle tehdit edildi. Halka
açık biçimde kırbaçlandı. Büyük muhaddis Ali ibni Medeni o günleri ve İmam
Ahmed’in direnişini şu sözlerle ifade etti: "Allah bu dini "Ridde"
zamanında Ebu Bekir (radiyallahu anh) ile "Mihne" zamanında ise Ahmed
ibni Hanbel ile teyid etti." (Zehebi, Tezkiret’ul Huffaz, 2/432)
Müteşabihleri
delil getirdiler ve böylelikle insanları kendi i’tikad ve dinlerinde şüpheye
düşürdüler. Rableri hakkında münakaşa ettiler ve dediler ki: “Kabir azabı
yoktur!.. (Rasulullah’ın) havz(ı) yoktur!.. (Rasulullah’ın) şefaat(i) yoktur!..
Cennet ve Cehennem yoktur (henüz yaratılmamıştır)!.” Rasulullah sallallahu
aleyhi ve sellemin söylediği biçok şeye muhalefet edip inkar ettiler.
Onları tekfir eden ve kanların helal
sayanlar bundan dolayı helal saymaktadır. Çünkü herkim Allah’ın Kitabı’ndan bir
ayeti reddederse, Kitabı’n tamamını reddetmiştir; ve herkim Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellemden bir Asarı reddederse Asarın tümünü reddetmiştir,
bu kişi Azim olan Allah’a küfretmiştir.
Bir müddet
(Cehmiler) bu hal üzere devam ettiler ve bu işlerinde onlara yardımcı olacak
sultanlar ve (onların i’tikadını) inkar edenleri kılıç ve kamçıya tabi tutan
(makam sahibi) kimseler buldular. Sünnet ve Cema'at ilmi silindi, ve onlar
tarafından zayıflatıldı ki böylelikle Bid'ati, ve Kelamı (Bid'at hakkındaki
konuşmaların propagandasını özgürce yapmak suretiyle) açığa
çıkarabilmelerinden, ve (bid'atçilerin) sayıca fazla olmaları sebebiyle üstün
geldiler. Meclisler kurdular, görüşlerini açığa vurdular, görüşleri hakkında
kitaplar yazdılar, insanları ayarttılar ve insanlardan riyaseti (liderliği)
istediler.
Alimlerden birçoğu
mukallid değil de halisane Cehmileri, Ehli Kıble olarak kabul etmemiştir. Mesela
Ebu Sa’id Osman ibni Sa’id ed-Darimi, Cehmiyye’ye reddiye amaçlı kaleme aldığı
kitabında, Cehmiyye’yi neden tekfir ettiğini izah etmektedir. Bağdatlı birisi
ile olan münazarasını hatırlayarak onun sorusuna cevaben tekfirin sebeplerini
açıklamaktadır. Ardından Cehmiyye’yi tekfir eden alimlerin isimlerini
lisdtelemektedir. Bu alimler arasında; Sellem ibni Ebu Muti, Hammad ibni Zeyd,
Yezid ibni Harun, Abdullah ibn'ul Mübarek, Veki, Ebu Tevbe er-Rebi ibni Nafi
bulunmaktadır. (Darimi, Reddu ale’l Cehmiyye, 171-180)
Cehmiyye’yi tekfir
eden alimlerden birisi de İmam Buhari’dir. İmam Buhari onları tekfir ettiğini
şu sözlerle açıklamaktadır: "Yahudilerin, Hıristiyanların ve Mecusilerin
sözlerine baktım, lakin onlardan (Cehmilerden) küfürlerinde daha sapık olanını
görmedim. Ben onları tekfir etmeyenler arasında onların küfürlerinden haberdar
olmayanlardan başkasını cahil sayarım." (Reddu ale’l Cehmiyye ve Ashab’it
Ta’til, 2/24) Buhari, ardından şunları ekler: "Benim için Cehmi ve
Rafızinin arkasında namaz kılmak ile Hıristiyan ve Yahudinin arkasında namaz
kılmak arasında bir fark yoktur. Onlara selam verilmez, (hastaları) ziyaret
edilmez, onlarla evlenilmez, onları şahid tutulmaz ve kestikeri yenilmez."
(Reddu ale’l Cehmiyye ve Ashab’it Ta’til, 2/33) "İmam Buhari’nin
İ’tikadı"na aşağıdaki hyperlinke tıklamak suretiyle ulaşabilirsiniz:
İmam Buhari’nin ve Şeyhlerinin İ’tikadı
Cehmiyye’nin
tekfir edilmesiyle alakalı olarak bakınız: Abdullah ibni Ahmed ibni Hanbel,
Kitab’us Sünne, 1/102-129, 384; 2/385; Acurri, eş-Şeria, 149-150, 190-191;
Bağdadi, Usul’ud Din, 189
Cehmiyye’nin
görüşlerinin reddi hususunda bihassa -tercümesini de yaptığımız- İmam Ahmed
ibni Hanbel’in "er-Redd Ale'z-Zenadika ve'l-Cehmiyye" isimli değerli
eserine müracaat edilebilir. Bu değerli esere aşağıdaki hyperlinke tıklamak
suretiyle ulaşabilirsiniz:
er-Redd Ale'z
Zenadika ve'l Cehmiyye -İmam Ahmed ibni Hanbel (rahimahullah)
Büyük bir
fitneydi. Allah’ın koruduğundan başka hiç kimse bu fitneden kurtulamadı.
Onların meclislerinin en az tesiri (ile); kişinin dininde şüpheye düşmesi, veya
onların yolunu izlemesi, yada onların hak üzerinde olduğunu iddia etmesi,
(veyahut da) söylediklerinin hakk mı batıl mı olduğunu bilmemesi yani (netice
itibariyle) şüpheye düşmüş birisi olurdu.
(Halife)
Mutevekkil (alallah) olarak bilinen Ca’fer’in zamanına kadar halk helak oldu.
el-Mutevekkil
Alallah, Ebu’l Fazl, Ca’fer ibni Muhammed el-Mu’tasım bilallah, ibni Harun
er-Reşid, ibni Muhammed ibn'ul Mehdi ibni Ebi Ca’fer, el-Mansur el-Abbas
el-Kureyşi. Onuncu Abbasi halifesidir. Hicri 205 yada 207 yılında doğmuştur.
Abbasi halifelerinden Mu’tasım bilallah’ın oğludur. Kardeşi el-Vasık’ın H232
yılında vefatının ardından yirmialtı yaşında kendisine biat edilmiş ve halife
olmuştur. el-Mutevekkil tarihte çok mühim bir görev ifa etmiş, sünneti ihya
etmiş, sünnet alimlerini yüceltmiş ve bid'atlere son vermiştir. Bu vesileyle
onun kısa bir biyografisine yer vermeyi uygun gördük. İbni Kesir, el-Bidaye
ve’n Nihaye isimli eserinde onun hakkında şunları zikreder:
"Kendisine
halifelik kaftanını giydiren kişi, Kadı Ahmed ibni Ebi Duad idi ve o, kendisine
ilk halifelik selamını verdi. Sonra havas ve avam tabakası ona bey'atlarını
sundular. Kendisine Cuma günü sabahında Muntasır Billah adını vermeyi
kararlaştırdılar. Sonra İbni Ebi Duad dedi ki: Ben halifeye Mütevekkil alallah
lakabının verilmesini uygun gördüm. Onun böyle demesi üzerine hepsi, halifeye
Mütevekkil alallah lakabını vermek hususunda görüş birliği yaptılar. Bu haber
İslam ülkesinin her tarafına ulaştırıldı.
Hicretin
ikiyüzotuzbeşinci senesinde halife Mütevekkil zimmilere emir vererek giysileri,
sarıkları ve elbiseleri bakımından Müslümanlardan farklı giyinmelerini, bal
rengi başlıklar takmalarını, sarıkları üzerinde elbiselerinin renginden farklı
ve önlü arkalı yamalar bulunmasını, elbiselerini sıkı bağlayacak çiftçi kemeri
gibi zünnarlar bağlamalarını, boyunlarına tahtadan haçlar asmalarını, ata
binmemelerini, eğerlerinin tahtadan yapılmış olmasını ve buna benzer onları
tahkir edici diğer bazı hususlara riayet etmelerini; Müslümanlara tahakküm
edemesinler diye resmi dairelerde çalıştırılmamalarını, yapılan kiliselerinin
yıkılmasını, geniş evlerinin daraltılmasını, bu evlerinden öşür alınmasını,
evlerinin geniş kısımlarının yıkılıp mescid yapılmasını, mezarlarının yerle bir
edilmesini istedi ve bu hükmünü İslam ülkesinin her tarafına, her beldeye ve
her mıntıkaya ulaştırdı.
Hicretin
ikiyüzotuzaltıncı senesinde halife Mütevekkil, Hüseyin ibni Ali ibni Ebi Talib
(radiyallahu anhuma ecmain)'in mezarının ve çevresindeki evlerin yıkılmasını emretti.
Halka: Üç günden sonra burada bir kimse kalmasın, burada üç günden sonra bir
kimseye rastlayacak olursak onu yeraltı zindanına götürürüz! diye duyuru
yapıldı. Bu duyuru üzerine herkes oradan uzaklaştı. Orada kimse kalmadı. Orası,
ekilen biçilen bir tarla haline getirildi.
Hicretin
ikiyüzotuzyedinci senesinin Safer ayında halife Mütevekkil, mazlumların
davalarına bakan Mu'tezile Mezhebi'ne mensub Kadı İbni Ebi Duad'a gazaplandı.
Onu bu görevden azletti. Bu senenin Rebiyülevvel ayında halife Mütevekkil, Kadı
İbni Ebi Duad'ın mallarına el konulmasını emretti. Kadı İbni Ebi Duad, felç
olmuştu. Sonra ailesi horlanarak Samarra'dan Bağdat'a sürgün edildi.
Bu senenin Ramazan
bayramında halife Mütevekkil, idam edilen Ahmed ibni Nasr el-Huzai'nin kesik
başı ile gövdesinin bir araya getirilerek akrabalarına teslim edilmesini
emretti. Bu olay üzerine insanlar çok sevindiler. Ahmed'in cenazesine büyük bir
kalabalık iştirak etti. Tabutunun tahtalarına el sürüyorlardı. Bu, cidden
görülmesi gereken büyük bir gündü. Sonra insanlar, onun asılı bulunduğu ağacın
yanına gittiler, bu ağaca da el sürmeye başladılar. Halk büyük bir heyecana
kapıldı. Aynı zamanda çok sevinip mutlu oldular. Halife Mütevekkil, naibine
mektup yazarak halkı bir insan için bu kadar aşırı derecede saygı göstermekten
menetmesini istedi.
Daha sonra
Mütevekkil, ülkenin her tarafına mektup göndererek kelam konularına dalmaktan
ve Kur'an’ın mahluk olduğunu söylemekten insanların men edilmelerini istedi.
Kelam ilmini öğrenen kimselerin bu konuda konuşmamalarını emretti. Şayet
kelamdan bahsedilirse, edenlerin ölünceye kadar zindana mahkum edileceklerini
bildirdi. İnsanların ancak Kitap ve Sünnet’le meşgul olmalarını, başka şeylerle
meşgul olmamalarını emretti.
Sonra Mütevekkil,
İmam Ahmed ibni Hanbel'e saygı ve ikramını izhar etti. Bağdat'tan yanına
gelmesini istedi. O da gidip halifeyle görüştü. Mütevekkil kendisine ikramda
bulundu. Kıymetli armağanlar verilmesini görevlilere emretti, ama İmam Ahmed
bunları kabul etmedi. Ona kendi kaftanlarından kıymetli bir kaftan giydirdi.
İmam Ahmed utandığı için giydi, ama kendi evine gidince şiddetli bir şekilde
üzerinden çıkarıp attı, ağlamaya başladı. Allah ona rahmet etsin. Halife
Mütevekkil ona kendi özel yemeğinden her gün gönderiyor ve İmam Ahmed'in
bunları yediğini sanıyordu. Oysa İmam Ahmed yemek yemiyor, aksine o günlerde aç
olarak visal orucu tutuyordu. Çünkü helal olduğuna inandığı bir yiyecek
bulamıyordu. Fakat oğlu Salih ile Abdullah, kendisinin haberi olmadan
gönderilen armağanları kabul ediyorlardı. Eğer Bağdat'a çabuk dönmemiş
olsalardı, İmam Ahmed'in açlıktan ölmesinden korkulurdu.
Mütevekkil'in
halifeliği zamanında sünnetin şanı gerçekten yükseldi. Allah onu affetsin. İmam
Ahmed'e danışmadan hiçbir yöneticiyi tayin etmiyordu. İbni Ebi Duad'ın yerine
Yahya ibni Eksem'i başkadılığa tayin ederken de İmam Ahmed'e danışmış ve onun
olumlu görüşünü almıştı. Yahya ibni Ekseni, sünnet imamlarından ve insanların
alimlerindendi. Fıkhı ve hadisi tazim eder, sahabelerin kavline uyardı.
Hicretin
İkiyüzotuzdokuzuncu Senesinin Muharrem ayında halife Mütevekkil, farklı
giysiler giymeleri hususunda zimmilere daha ağır ve şiddetli davrandı. İslam
döneminde yapılan kiliselerinin yıkılmasını emretti.
Hicretin
İkiyüzkırkbirinci senesinde halife Mütevekkil alallah, Bağdat eşrafından. İsa
ibni Ca'fer ibni Muhammed ibni Asım adında birine, öldürücü darbeler
vurulmasını emretti. Adam, 1.000 kırbaç yiyince can verdi. Bunun sebebi de
şuydu: Onyedi kişi, Bağdat'ın doğu yakasının kadısı nezdinde şahitlik yaparak
İsa bin Ca'fer'in; Ebu Bekir (radiyallahu anh), Ömer (radiyallahu anh), Aişe
(radiyallahu anha) ve Hafsa (radiyallahu anha)'ya sövdüğünü söylediler. İsa'nın
durumu halifeye arzedildiğinde halife, Bağdat valisi Muhammed ibni Abdullah
ibni Tahir ibni Hüseyin'e mektup yazarak İsa ibni Ca'fer'e halkın huzurunda
sövme haddinin tatbik edilmesini, sonra ölünceye kadar onun kırbaçlatılmasını,
öldükten sonra cenaze namazı kılınmaksızın Dicle Nehri’ne atılmasını emretti
ki, inat ve ilhad ehli kafirler bu durumu görüp kötülüklerinden ve küfürlerinden
caysınlar.
Mütevekkil alallah
halifeliğe geçince, insanlar onun başa gelmesine sevindiler. Çünkü o, sünneti
ve sünnet ehlini seven bir kimseydi. İnsanların tabi tutuldukları bu
işkencelere son verdi. Memleketin her tarafına mektuplar yazarak, artık
kimsenin Kur'an'ın mahluk olduğunu söylememesini emretti.
Mütevekkil, halkı
tarafından sevilen, sünnet alimlerinin yardımına koşan bir kimseydi. Bazıları
mürtedler tarafından öldürüldüğü için onu Ebu Bekir es-Sıddık (radiyallahu
anh)'a benzetmişlerdi. Çünkü o, hakka yardım eder ve dine dönünceye kadar
insanları zorlardı. Emevilerin haksızlıklarını telafi edip hak sahiplerine
haklarını iade ettiği için de bazıları onu Ömer ibni Abd’ul Aziz'e
benzetmişlerdi. O; sünneti ortaya koymuş, bid'ati yok etmeye çalışmıştı.
Bid'atçilerin ateşlerini söndürmüştü. Bid'atler yayılıp meşhur olduktan sonra
onun zamanında geçersiz kılınmış ve yok edilmeye çalışılmıştı. Allah ona rahmet
etsin. Öldürüldüğünde kırk yaşındaydı. Ondört sene on ay üç gün süreyle
halifelik yaptı. H247 yılında vefat etmiştir. (İbni Kesir, el-Bidaye ve’n
Nihaye, Hicretin İkiyüzotuzikinci senesi ile hicretin ikiyüzkırkyedinci senesi
olayları ile, Mütevekkil’in biyografisi 10/349-352)
Allah, onun
vasıtasıyla Bid'atleri söndürdü, hakkı ve Ehli Sünnet’i açığa çıkardı (üstün
kıldı). Böylece bugüne kadar, (Ehli Sünnet) sayıca az olmalarına ve
Bid'atçilerin sayısının fazla olmasına karşın, (hakkı açıktan) konuştu.
Prensipleri ve dalaletin alametleri ile amel eden ve buna çağıran bir grup
kaldı ki, onlara söylediklerinde ve yaptıklarında mani olan kimse yoktur.
Müellif burada,
Ahmed ibni Hanbel’in o dönemde halife olan Mutevekkil’e gönderdiği mektubunu
kasediyor olsa gerek. Ahmed ibni Hanbel (rahimehullah) korkusuzca hakkı
haykırmış, Mutevekkil de mihneti kaldırmış, fakih ve muhaddislere; ehli hadise
yakınlık göstermiş, Mu'tezilileri de saraydan uzaklaştirak ellerindeki
imkanları almıştır. Ahmed ibni Hanbel, Mutevekkil’e hitaben şunları yazmıştı:
"Bismillahirrahmanirrahim,
Ey Ebu Hasan,
Allah bütün umurda sana hayırlı neticeler nasip etsin. Rahmetiyle senden dünya
ve ahiret kötülüklerini defetsin. Allah senden razı olsun, Emir’ül Mü'mininin
Kur'an hakkında sordukları şeylerden bildiklerimi sana yazıyorum. Allah'tan
dileğim o dur ki, Emir’ül Mü'mininin tevfikini devamlı kılsın. İnsanlar batıl
içine dalmışlardı, ihtilaf içinde yuvarlanıyorlardı. Nihayet Hilafet, Emir’ül
Mü'minine nasip oldu. Allah Te'ala Emir’ül Mü'mininin sayesinde her bid'aiı
ortadan kaldırdı, yok etti. İnsanlar içine düştükleri zilletten, hapis sıkıntılarından
kurtuldular. Allah bunların hepsini defetti. Emir’ül Mü'mininin sayesinde bu
belalar kalktı. Müslümanlar buna çok sevindi. Onların gönlünü kazandı.
Emirü’l-Mü'minin’in iyi niyetini arttırması, ona hayırlı işlerde yardım etmesi
için Allah'a dua ediyorlar.
Abdullah İbni
Abbas (radiyallahu anhuma ecmain)'den rivayet olunuyor, o şöyle demiştir:
"Allah'ın Kitabı’nın bazısını bazısıyla tartıştırmayın, çünkü bu
kalbinizde şüphe uzandırır."
Abdullah İbni Ömer
(radiyallahu anhuma ecmain) de şunu anlatır: "Bir grup, Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)’in kapısı yanında oturmuşlar, konuşuyorlardı. Bir
kısmı: Allah şöyle demedi mi? dedi, diğer kısmı: Allah şöyle buyurmadı mı?
dedi. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bunları duyunca heyecanla onların
yanına geldi ve: Siz bununla mı emir olundunuz? Ne bu, Allah'ın Kitabı’nın
bazısını bazısıyla tartıştırıyorsunuz. Sizden önceki milletler de böyle
şeylerle saptılar. Siz burada boşuna uğraşıyorsunuz. Siz emir olunduğunuz şeye
bakın ve onları işleyin. Nehyolunduğunuz yasaklara bakın ve onları yapmayın!..
dedi."
Ebu Hureyre
(radiyallahu anh), Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den şunu rivayet
eder: "Kur'an'da niza etmek küfürdür!.." (Ebu Davud)
Ebu Cehm,
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den şöyle nakleder: "Kur'an
hakkında tartışmayın, çünkü onda münakaşa yapmak küfürdür!.."
İbni Abbas
(radiyallahu anhuma ecmain) demiştir ki: "Ömer ibnul Hattab (radiyallahu
anh)'ın yanına bir adam geldi, Ömer (radiyallahu anh) ona insanların ahvalini
sordu. O da, ya Emir’ül Mü'minin, onlar Kur'an-ı şöyle şöyle okuyorlar... dedi.
İbni Abbas (radiyallahu anhuma ecmain) diyor ki, ben de söze karışarak: Bugün
Kur'an hakkında bu kadar hızlı ileri gitmelerini sevmem, dedim. Ömer
(radiyallahu anh) benim sözümü kesti ve: Sus!.. dedi. Ben de üzüntülü olarak
evime döndüm. Ben bu halde iken bir adam gelerek bana: Emir’ül Mü'minin sizi
istiyor, dedi. Ben de gittim, vardım, kapıda beni bekliyordu, elimi tuttu,
içeri girdik. Bana: Senin hoşuna gitmeyen nedir? dedi. Dedim şu: Emir’ül
Mü'minin, eğer böyle hıziı giderlerse, birbirlerine kızarlar, kızınca da
düşmanlık başlar, ihtilafa düşerler, ihtilaf da vuruşmaya götürür. Bunun
üzerine Ömer (radiyallahu anh): Babana rahmet, vallahi bence de böyle, sen
doğru söylersin, dedi."
Cabir (radiyallahu
anh)’dan rivayet olunur, demiştir ki: "Ömer (radiyallahu anh), İslam’a
davet ederken bazı kimselere: Beni kendi kavmine götüren yok mu? Kureyş,
Rabbim’in kelamını tebliğ etmeme mani oluyor!.. dedi."
Cübeyr ibni
Nüfeyr'den rivayet olunur: "Ömer (radiyallahu anh) şöyle buyurmuştur: Siz
Kur'an'dan daha faziletli birşeyle bana rücu edemezsiniz!..
Abdullah İbni
Mes'ud (radiyallahu anh) şöyle demiştir: "Kur'an'a başka şey
karıştırmayın, ona Allah Kelamı’ndan başka birşey yazmayın!.."
Ömer ibn'ul Hattab
(radiyallahu anh)'dan şöyle dediği rivayet olunur: "Bu Kur'an Allah
Kelamı’dır, ona gerekli hürmeti, gösterin!.."
Bir adam Hasan
el-Basri (rahimehullah)'a: "Ey Ebu Sa’id, ben Allah'ın Kitabı’nı okudum,
onu tetkik ettim, neredeyse ümidim kesilecek, ye'se düşeceğim. dedi. Hasan
el-Basri ona: Kur'an; Allah Kelamı’dır, ademoğlunun amelleri zayıftır,
kusurludur, sen elinden geldiği kadar amel et, ve müjde bekle!.. dedi."
Ferva ibni Nevfel
Eşcal demiştir ki: "Ashabdan Hubab (radiyallahu anh)’a komşu idim. Birgün
mescidden onunla beraber çıktım. Elimden tuttu: Gücünün yettiği kadar Allah'a
yaklaşmaya çalış, sen O'na O'nun Kelamı olan Kur'an'dan daha sevdiği bir şeyle
yaklaşmış olamazsın, dedi."
Bir adam Hakem
ibni Uteybe'ye: "Dalalet ehlini bu işe ne şey şevketti? dedi. O da:
Düşmanlıkları. dedi."
Mu'aviye ibni
Kurra dedi ki: "Babası Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e gelmiş,
Rasulullah ona şöyle demiş: Sakının, asla düşmanlık yapmayın, çünkü o amelleri
bozar!.."
Ebu Kilabe ki
ashaba yetişmiş, onlarla görüşmüş bir zattır, şöyle demiştir: "Nefisleri
arzularına uyanlarla veya düşmanlık besleyenlerle oturmayın. Çünkü onların sizi
de kendi dalaletlerine sokmayacaklarından emin olamam, bildikleri bazı şeyleri
size de yuttururlar, aşılarlar."
Sapık görüşlülerden
iki kişi, Muhammed ibni Sirin'in yanına geldiler. Ona: "Ey Ebu Bekir,
seninle konuşmak istiyoruz, dediler. O da: Olmaz, dedi. Sana biraz Kur'an
okuyalım, dediler. Hayır, ya siz buradan gidin, ya ben kalkıp gideyim, dedi.
Onlar da dönüp gittiler. Oradakiler: Ne olurdu, sana bir ayet okusalar?
dediler. Şöyle cevap verdi: Ben şundan korktum, bana bir ayeti tahrif ederek
okurlar, o da benim kalbime işler, ben şimdiki halimde kalacağımı bilsem,
onlara izin verirdim."
Bid'atçilerden
biri Eyyüb es-Sahtiyani'ye: "Sana bir kelime soracağım dedi. O da: Yarım
kelime bile olmaz, dedi ve döndü gitti."
İbni Tavus, ehli
bid'atten biriyle konuşan oğluna şöyle dedi: "Oğlum, parmaklarınla
kulaklarını tıka, onun ne söylediğini dinleme, duyma!.."
Ömer ibni Abd’ul
Aziz şöyle demiştir: "Dinini tartışmalara maruz bırakan, hedef yapan kimse
bir yerde duramaz!.."
İbrahim en-Nehai
dedi ki: "Bid'at ehli sizin iyiliğinizi istemezler, gizli gizli tuzak
kurarlar!.."
Hasan el-Basri
dedi ki: "Derdin en kötüsü kalbde olandır, sapık arzulardır!.."
Huzeyfe ibni Yeman
(radiyallahu anh) şöyle dedi: "Allah'tan korkun, sizden öncekilerin
yolundan gidin. Allah'a and içerim ki, eğer doğru yolu tutarsanız, çok yol
alır, çok ileri gidersiniz. Şayet sağa, sola saparak doğru yoldan ayrılırsanız,
çok dalalete düşmüş olursunuz."
Allah (azze ve
celle) da şöyle buyurmuştur: "Eğer Allah'a şirk koşanlardan biri aman
dileyip yanına gelmek isterse, onu yanına al ki, Allah'ın Kelamı’nı
işitsin." (et-Tevbe 9/6) Yine (şöyle) buyurmuştur:
"Bilmiş olun
ki, halk ve emir O’nundur."
Önce halk;
yaratmak dedi, sonra emir; iş dedi. Demek emir, halktan başkadır (böylece Allah
halk ile emrin ayrı olduğunu haber veriyor. Kur'an Allah'ın emrindendir,
halkından değil. Böylece o mahluk değil demek olur). Allahu Teala şöyle
buyurmuştur:
"Çok
merhametli olan Allah, Kur'an'ı öğretti, insanı yarattı, ona beyanı
öğretti." (er-Rahman 54/1-4)
Bu ayetlerle
Kur'an'ın O’nun ilminden olduğu haber veriliyor. Yine Allahu Teala (şöyle)
buyurmuştur:
"Sen onların
kendi dinlerine uymadıkça, ne Yahudiler, ne Hristiyanlar senden asla razı
olmazlar. Sen asıl doğru yol, Allah'ın yolu olduğunu söyle. Sana gelen ilimden
sonra, eğer onların arzularına uyacak olursan, and olsun ki, Allah'tan sana ne
bir dost, ne de bir yardımcı olmaz." (el-Bakara 2/120) Yine Allah
Teala şöyle buyurmuştur:
"Sen kitap
verilenlere her türlü ayeti, mu'cizeyi getirsen, yine onlar senin kıblene
uymazlar, sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Onlar da birbirlerinin
kıblesine uymazlar. Sana gelen ilimden sonra onların heveslerine uyarsan, o
takdirde sen zulüm edenlerden olursun." (el-Bakara 2/145) Yine Allah Teala
şöyle buyurmuştur:
"İşte biz
onu, Arapça bir hüküm olarak indirdik. Eğer sana gelen bu ilimden sonra onların
arzularına uyarsan artık senin için Allah'dan ne bir dost, ne de bir koruyucu,
olmaz." (er-Ra'd 13/37)
Kur'an, Allah'ın ilmindendir...
Bu ayetler
göstermektedir ki, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e gelen Kur'an'dır.
O, Allah'ın ilmidir. Çünkü Allah Te'ala şöyle buyurur:
"Sana gelen
bu ilimden sonra onların arzularına uyarsan."
Seleften şimdiye
kadar gelip geçenlerin pek çoğundan rivayet olunur ki, onlar şöyle derlerdi:
"Kur'an Allah
Kelamı’dır. O mahluk değildir. Ben de, onların görüşüne katılıyorum. Ben kelam
ehli değilim. Ve kelam ilmi bu konuda birşey yapamaz. Bu hususta Allah'ın
Kitabı ve Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Sünnet'inde ne varsa o
yeter. Ashabın ve Tabiin'in Asarı da var. Bunlardan başkaları. Onlardan söz
etmek öğünülecek birşey değil." (Abdullah ibni Ahmed ibni Hanbel,
es-Sünne, 84; Zehebi, Tarih; Ebu Nu’aym, Hilyet’ul Evliya, 9/216-217; İbn’ul
Cevzi, Menakıbi İmam Ahmed, 461-462)
Diğer nüshada,
"Bid'at ve Dalalet Ehli'nin" şeklinde geçmektedir.
Hiçbir Dalalet Yoktur ki; Cahiller
Tarafından Ortaya Atılmış Olmasın
Bil ki; hiçbir
Dalalet yoktur ki; ona açıktan davet eden birine uyan cahiller tarafından
ortaya atılmış olmasın. Bunlar üflenen her rüzgar ile eğilirler, böylesinin
dini yoktur. Allah Tebareke ve Te'ala şöyle buyurmaktadır:
“Onlar,
kendilerine ilim geldikten sonra, yalnızca aralarındaki 'hakka tecavüz ve
azgınlıktan' dolayı ihtilafa düştüler.” (Casiye 45/17) ve şöyle buyurmaktadır:
“Onlar,
kendilerine bilgi geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa
düştüler.” (eş-Şura 42/14) ve şöyle buyurmaktadır:
“Oysa kendilerine
apaçık ayetler geldikten sonra, birbirlerine karşı olan 'azgınlık ve
kıskançlıkları' yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o, (Kitap) verilenlerden
başkası değildir.” (el-Bakara 2/213)
Böyleleri, 'Şer Uleması'; 'Tamah ve Bid'at
Ashabı'dır.
Hak ve Sünnet
Üzere Olacak Bir Cemaat Her Zaman Bulunacaktır
Bil ki; hiçbir
zaman olmasın ki, Ehli Hak ve Sünnet üzere bulunacak -Allah’ın kendilerine
hidayet vereceği ve kendileri vasıtasıyla (insanlara) hidayet vereceği,
kendileri vasıtasıyla Sünnet’i dirilteceği (ihya edeceği)- bir Cema'at olmasın.
Onlar ki, Allah onları ihtilaf anında sayılarının azlığı ile vasfeder ve şöyle
buyurur:
“Oysa kendilerine
apaçık ayetler geldikten sonra, birbirlerine karşı olan 'azgınlık ve
kıskançlıkları' yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o, (Kitap) verilenlerden
başkası değildir.” (el-Bakara 2/213) Onları istisna ederek şöyle buyurur:
“Böylece Allah,
iman edenleri, hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle eriştirdi.
Allah, kimi dilerse onu doğruya yöneltir.” (el-Bakara 2/213)
Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Ümmetimden bir
grup, Kıyamet kopuncaya kadar, mansur (Allah'ın yardımına mazhar) olmaya devam
edecek, onları mahrum bırakanlar onlara zarar veremiyecekler."
Buhari; Müslim;
Tirmizi; İbni Mace tarafından rivayet edilmiştir.
Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) bu manada –bizlere sahih senedle ulaşan bir
rivayetde- şöyle buyurmuştur: "Bu ilim, her nesilde emin kişiler
tarafından taşınacaktır. Onlar dini; aşırıya kaçanların tahriflerinden,
yalancıların iftiralarından ve cahillerin batıl te'villerinden
koruyacaklardır." (İbni Adiyy, İbni Asakir ve diğerleri)
Alim; İlmi Kısıtlı Olsa da Kitab ve
Sünnet’e Uyandır
Bil ki –Allah sana
rahmet etsin!- İlim yalnızca çokça rivayet etmek ve çok kitap yazmak
değildir!.. Alim, ilmi kısıtlı olsa da ve kitapları az olsa da Kitab ve
Sünnet’e tabi olandır. Kitab ve Sünnet’e muhalefet eden –ilmi ve kitapları çok
olsa da- Bid'at sahibidir.
İmam Şafii şöyle
demiştir: "İlim; ezberlenen değil lakin fayda verendir." (Ebu Nu’aym,
Hilyet’ul Evliya, 9/123)
Muhammed İbn'ul
Munkedir'in (H130) şöyle dediği nakledilmektedir: "Raviye (rivayetci) şiir
rivayet edene diyorduk, Hadis rivayet edene alim diyorduk." (Edeb'ul İmla,
137)
Allah ve Dini Hakkında Bir Bilgiye
Dayanmaksızın Konuşan Haddi Aşmıştır
Bil ki –Allah sana
rahmet etsin!- Allah’ın Dini hakkında Rey ile Kıyas ile ve Te'vil ile –Sünnet
ve Cema'atten bir Hücceti olmaksızın- herkim konuşursa, Allah hakkında
bilmediğini konuşmuştur.
Allah hakkında bir
bilgiye dayanmaksızın konuşmak Kur’an’da açık bir biçimde yasaklanmıştır: “De
ki: Rabbim yalnızca çirkin hayasızlıkları -onlardan açıkta olanlarını ve gizli
olanlarını,- günah işlemeyi, haklı nedeni olmayan 'isyan ve saldırıyı' kendisi
hakkında ispatlayıcı bir delil indirmediği şeyi Allah'a şirk koşmanızı ve
Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.” (el-A’raf
7/33)
Allah hakkında
bilmediği bir şeyi konuşan kimse ise, Mütekellif (kendiliğinden bir yükümlülük
uyduran/getirenlerden)lerdendir.
Mesruk'dan naklen
haber verdi (şöyle demiş): Abdullah (ibni Me’sud)'un yanında oturuyorduk.
Kendisi de aramızda yaslanmıştı. Derken ona bir adam gelerek: Ya Eba Abd'ir
Rahman! Gerçekten, Kinde kapıları yanında bir hikayeci kıssa anlatıyor ve duman
mucizesi gelerek kafirlerin canlarını alacağını, mü'minlerinse ondan nezle
şeklinde müteessir olacaklarını söylüyor, dedi. Bunun üzerine Abdullah
(radiyallahu anh) kızarak oturdu ve şunları söyledi: Ey insanlar! Allah'dan
korkun! Sizden kim bir şey bilirse, bildiğini söylesin. Bilmeyen de, Allah
bilir, desin. Çünkü birinizin bilmediği bir şey için, Allah bilir, demesi en
büyük ilimdir. Gerçekten Allah (azze ve celle) Peygamber (sallallahu aleyhi ve
sellem)'e: “Ben bunun için sizden bir ücret istemiyorum. Ben Mütekellif
(kendiliğinden bir yükümlülük uyduran/getiren)lerden değilim de!” (Sad 38/86)
buyurmuştur.” (Buhari)
Hak, Sünnet ve Cemaat…
Hak, Allah
katından gelendir. Sünnet Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin Sünnet’idir,
Cema'at Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin Ashabı’nın Ebu Bekir
(radiyallahu anh)’ın, Ömer (radiyallahu anh)’ın ve Osman (radiyallahu anh)’ın
hilafeti döneminde etrafında razı olup-birleştiğidir.
Başarı, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem)’in Sünnet’ine ve Selefin Yoluna Yapışmaktadır
Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)’in Sünnet’i ve Ashabı ile Cemaat’in üzerinde
olduğu ile yetinen kimse; Ehli Bidat’a karşı başarıya ulaşır, (bedeni)
istirahate erer ve dini kurtulur inşallah zira Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem):
"Ümmetim
yetmişüç fırkaya ayrılacaktır." demiş ve onlardan Naciye (kurtuluşa
erecek) olanları bize bildirmiştir:
"Benim ve
Ashab’ımın bugün üzerinde olduğu yoldur."
Rasulullah
(sallalahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ümmetim yetmişüç fırkaya
ayrılacaktır. Bir tanesi hariç bunların tamamı ateştedir ve o da Cema'attir.
Denildi ki: Ya Rasulullah kimdir onlar? (Rasulullah) dedi ki: Benim ve
Ashab'ımın bugün üzerinde olduğu yoldur." (Tirmizi; Ebu Davud; İbni Mace;
İbni Vadde, el-Bid’a, 85; Acurri, eş-Şeri'a,15; Acurri, el-Erbain; Hakim,
1/128-129; İbni Nasır, es-Sünne, 62;
el-Laleka’i, es-Sünne, 147; İbn’ul Cevzi, Telbis'ul İblis, 16; el-Ukayli,
ed-Duafa, 2/262)
Bu; şifa, beyan,
apaçık iş, düz ve ayırtedilmiş yoldur. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
şöyle buyurdu:
"Aşırılığa
kaçmaktan sakının, didik didik etmekten sakının. ‘Kadim Din’e yapışın."
Müellifin burada
Hadis olarak aktardığı bu söz, dağınık biçimde birçokları tarafından rivayet
edilmiş ve buradaki haliyle de İbni Mes’ud (radiyallahu anh) tarafından
söylenilmiş bir Asar’dır. Ebu Kilabe şöyle dedi: Abdullah İbni Mes’ud
(radiyallahu anh) dedi ki: "Dürülüp ortadan kaldırılmadan önce ilmi
öğreniniz. Onun dürülüp ortadan kaldırılması, ehlinin (ölüp) gitmesidir. Dikkat
edin! Aşırılığa kaçmaktan, didik didik etmekten, bid'atlerden sakının! ‘Kadim
Din’e yapışın!." (Darimi, Sünen, 1/66 142-143; Abd'ur Rezzak, Musannef,
10/252 20465; İbni Nasır el-Mervezi, es-Sünne, 85; Taberani, el-Mu'cem'ul
Kebir, 9/170 8845; Beyheki, Sünen'ul Kubra, 271-272 387-388; İbni Asakir,
Tarihi Dımeşk 33/52; 43/315 ve başkaları tarafından nakledilmiştir)
Metinde yeralan:
"Aşırılığa kaçmaktan sakının!" bölümü Ömer ibn'ul Hattab (radiyallahu
anh) yoluyla Rasulullah (sallalahu aleyhi ve sellem)’den nakledilmiştir. (İbni
Beşran, el-Ameli, 1/49 67)
İbni Abbas
(radiyallahu anh)’dan söyle rivayet olunmuştur: “Dinde aşırılıktan sakının.
Çünkü sizden öncekiler, dinde aşırı gittiklerinden ötürü helak oldular.” (İbni
Mace; Nesai; Darimi; Ahmed, Müsned)
Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) üç defa tekrarlayarak şöyle buyurdu: "Sözde
ve işte ince eleyip sık dokuyan, haddi aşan kimseler helak oldular."
(Müslim; Ebu Davud)
İbni Mes’ud
(radiyallahu anh)’ın rivayetine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
şöyle buyurmuştur: "Aşırıya kaçanlar helak oldular." (Müslim; Ebu
Davud; Ahmed, Müsned)
Bidat’a Uyan Rasulullah (sallallahu aleyhi
ve sellem)’in Sünnet’ini İnkar Etmiştir
Bil ki; ‘Kadim
Din’, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in vefatından Osman ibni Affan
(radiyallahu anh)’ın öldürülmesine kadar olan dindir. Onun katledilmesi
fırkalaşmanın başlangıcı ve ihtilafın başlangıcı oldu. Ümmet birbiriyle
savaştı, bölündü, tamah (hırs)lara ve hevalara tabi oldu ve dünyaya meyletti.
Rasulullah Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin4 Ashabı’nın üzerinde olmadığı
birşeyi ihdas etmeye dair hiçbir ruhsat yoktur. Ne de bir adamın kendisinin
ihdas ettiği yahut Ehli Bidat’ten bir adamın ihdas ettiği birşeye davet etme
hakkı vardır; (Bid'ate) davet eden de ihdas eden gibidir. (Bidatı) iddia eden
veya ona uygun konuşan Sünnet’i inkar etmiş, Hakk’a ve Cema'ate muhalefet etmiş
ve Bid'ati Mübahlaştırmıştır. Bu kimse, Ümmet’e İblis (lanetullahi aleyh)’den
daha zararlıdır.
Lalekai, Süfyan
es-Sevri’nin şöyle dediğini nakleder: "Bid'at, İblis’e Masiyet (günah
işlemek)ten daha sevimlidir. Çünkü Bid'atin tevbesi olmaz halbuki kişi
günahından dolayı tevbe edebilir." (Lalekai, es-Sünne, 238; Beğavi,
Şerh’us Sünne)
Bu hikmetli söz
ile gündeme getirilen "Bid'atın tevbesi olmaz" ifadesi şu manadadır.
Allah’ın Dini ve Rasulü’nün Sünnet’inde olmayan birşeyi din edinen kimseye bu
yaptığı ameli süslü gösterilir. Bid'at olarak işledikleri şeylerin doğru
olduğuna inanır. Kişinin kötü amellerini güzel ameller olarak gördüğü müddetçe
bu amellerden tevbe etmesi de beklenemez. Zira tevbenin başlangıcı, kişinin
tevbe ettiği şeyin kötü birşey olduğuna inanmasıdır. Kişi, amellerini güzel
görmeye devam ettiği müddetçe tevbe etme ihtiyacı duymaz. Masiyetlerde, günah
ve Haramlarda ise durum bunun aksinedir. Kişi, hata ettiğini, günaha düştüğünü,
Haram işlediğini bilir ve bundan pişmanlık duyar. Bu pişmanlık da onu tevbe
etmeye sürükler. Allahu A'lem.
İbni Kayyım da
benzer ifadelerle durumu izah etmektedir: "Bid'atçilerin bütün günahları,
Allah'a iftira ve O'nun hakkında bilmeden söz söyleme günahı çeşidine girer.
Onlar, bid'atlerden tevbe etmedikçe, günahlarından tevbe etmiş olamazlar.
Aslında fiilinin bid'at olduğunu dahi bilmeyen veya onu Sünnet sanan, insanları
ona çağırıp onu işlemeye teşvik eden bir insan, onlardan nasıl tevbe edebilir
ki? Böyle kimseler Sünnet’e dönüp ona yeterince muttali olmadıkça, onu arayıp
kollamadıkça tevbe etmesi vacip olan günahlarının farkında bile olamazlar. Bunu
başaran bir bidEatçi görmek mümkün değildir." (Medaric’us Salikin Şerh'u
Menazil’is Sairin Beyne İyyake Nabudu ve İyyake Nastein, 1/378)
Hasan el-Basri de
şöyle demiştir: “Şanı yüce Allah heva sahibi bir kimseye tevbe etmeye izin
vermeyi kabul etmemiştir.” (el-Lalekai, Şerhu Usuli İ’tikadi Ehl’is Sünneti
ve’l Cema'at; İbni Batta, el-İbane)
Eyyub
es-Sahtiyani'nin şu sözleri bunun hikmetini apaçık ortaya koymaktadır:
"Bid’at sahibinin gayreti ne kadar artarsa, Allah’tan da o kadar
uzaklaşır." (İbni Vaddah, el-Bidau ve’n Nehyu Anha)
Ehli Bidat’in Terkettiğine Yapışan Sünnet
Eridir
Herkim Ehli Bidat’ın,
Sünnet’ten neyi terkettiğini ve bıraktığını bilir ve ona sarılırsa Sünnet
sahibi ve Cema'at sahibi (bir kişi)dir; tabi olunmak, yardım edilmek ve
korunmak hakkıdır. O, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin
(bakmayı/ilgilenmeyi) vasiyette bulunduğu kişilerden biridir.
Bid'atin Kökleri (Esasları) Dörttür
Bil ki –Allah sana
rahmet etsin!- Bidat’in kökleri dörttür. Bu dördünden, yetmişiki Bid'at kolları
ortaya çıktı, sonra herbir Bid'atin kendi içerisinde alt kolları vardır ve
hepsi ikibin sekizyüze bölünür ve hepsi Dalalettedir. Hepsi ateştedir, biri
dışında ki o; bu kitapta olanlara iman eden, kalbinde hiçbir şek ve şüphe
olmaksızın İ’tikad eden, Sünnet sahibidir ki, o kurtulacaktır inşallah.
Hüccet ve Delili Olmayan Bir Hususta
Susulursa Bidat Diye Bişey Kalmaz
Bil ki –Allah sana
rahmet etsin!- Eğer insanlar sonradan ihdas edilen işlerden kaçınsaydılar ve
ondan hiçbirine dalmasaydılar ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemden veya
Ashab’ından Asar (nakil) olmayan meselelerde hiç birşey söylemeseydiler Bid'at
olmazdı.
"Allah
hakkında bilmeden söz söyleme" hususunda İbni Kayyım diyor ki: "Allah
katında, O'nun hakkında bilmeden söz söylemekten daha büyük bir günah yoktur.
Şirk ve küfrün esası bu günahtır. Bid'at ve sapıklıklar onun üzerine bina edilir.
Dolayısıyla dindeki her bid'at ve dalaletin temel esası, Allah hakkında
bilmeden söz söylemektir." (Medaric’us Salikin Şerh'u Menazil’is Sairin
Beyne İyyake Nabudu ve İyyake Nastein, 1/378)
Küfre Düşüren Bir Yol
Bil ki –Allah sana
rahmet etsin!- kul ile; mü’min yahut kafir olması arasında, Allah Te'ala’nın
indirdiği birşeyi inkar etmek, Allah’ın Kelamı’na birşey eklemek veya
çıkartmak, Allah’ın buyurduğu birşeyi inkar etmek veya Rasulullah sallallahu
aleyhi ve sellemin söylediği birşeyi inkar etmek dışında hiç birşey yoktur.
İfrat'tan Kaçınmak
Allah’tan kork
–Allah sana rahmet etsin!- Kendi nefsine (bir) bak! Dinde ifrat (aşırıya
kaçmak)tan sakın çünkü (ifratın) hak yol ile hiçbir alakası yoktur!..
Metinde geçen:
"Bil ki –Allah sana rahmet etsin!- Kendi nefsine (bir) bak!" ifadesi
diğer nüshada, Allah sana rahmet etsin! kısmı olmaksızın şu şekilde
geçmektedir: "Allah’tan kork!- Kendi nefsine (bir) bak!"
Sünnet’ten Birşey İnkar Eden Sünnet’in
Tamamını İnkar Etmiştir
Bu kitapta sana
vasfettiğim herşey Allah’tan, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemden, onun
ashabından, Tabii’nden, üçüncü nesilden dördüncü nesile kadar (yaşamış)
kişilerdendir. Allah’tan kork ey Allah’ın kulu! Bu kitaptakileri tasdik et,
teslim ol, (anlıyamadıklarını Allah’a) havale et ve (kitaptakilerden) razı ol.
Bu kitabı, Ehli Kıble’den olan birinden gizleme, olur ki Allah bu kitap ile
kafası karışık olanın şaşkınlığını giderir, Bid'atçiyi bid'atinden, dalalette
olanı dalaletinden çıkarır böylelikle de kurtulurlar. Allah’tan kork!
İşin ilk başta olduğu gibi olanına tabi ol
ki onlar sana bu kitapta vasfettiklerimdir. Allah bu kitabı okuyan, onu yayan,
onunla amel eden, ona davet eden ve ondan ihticac (hüccet olarak istifade) eden
kula rahmet etsin ve ebeveynine (de) rahmet etsin! Çünkü bu; Allah’ın (dinidir)
ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin dinidir. Bu kitabdakinin tersine
izin veren Allah’ın dinini din edinmiş sayılmaz, (dinin) tamamını reddetmiş
sayılır.
Ehli Sünnet ve’l
Cema'at ve Ashab’ul Hadis İ’tikadının temel prensipleri Akide olduğu için, Kitab ve Sünnet’e sarılmak, Ashab’ın
hidayetine bağlanmak, Cema'ate tutunmak, Kelam ilminden; cedelden ve
münakaşadan uzak durmak, Bid'atlerden; Ehli Bidat’tan, Ehli Heva’dan, Ehli
Kelam’dan uzak durma prensipleri titizlikle üzerinde durulması gereken
meselelerdendir.
Bu şuna benzer;
Allah Tebareke ve Te'alanın dediklerine icmalen (toptan) iman eden ancak bir
tek harften şek içerisinde olan kul, Allah Teala’nın dediği herşeyi reddetmiş,
kafir olmuştur. Bu (yine) şuna benzer; "La-ilahe illallah (Allah’tan başka
–tapılmaya layık- ilah yoktur)" şehadeti sahibinden niyetde sıdk ve
yakinde ihlas olmaksızın kabul edilmediği gibi, hakeza Allah, bazı Sünnetleri
terkedenden Sünnetleri kabul etmez, Sünnet’ten birşeyi terkeden tamamını terketmiş
gibidir. Kabul et, münakaşayı ve inatçılığı bırak şüphesiz bunun Allah’ın
diniyle hiçbir alakası yoktur. Hususi olarak senin zamanın kötü zamandır.
Dolayısıyla, Allah’tan kork!
Fitne Çıktığında Evlerinize Çekilin
Fitne çıktığında
evinde kal ve fitne mahallinden uzaklaş! Asabiyetçilikten uzak dur! Müslümanlar
arasında, dünya uğruna yapılan bütün savaşlar fitnedir. Allah’tan kork;
"Vahdehu la şerike leh (O; tektir ve ortağı yoktur)". Fitnede
(meydana) çıkma, vuruşma, heveslenme, taraf tutma, hiçbir tarafa meyletme ve
onların yaptıkları hiç birşeyden hoşlanma! Denilmiştir ki;
"Kim bir
kavmin amelinden –hayır olsun şer olsun- hoşlanırsa, onu yapan gibidir."
Allah bizi ve sizi
O’nun razı kaldığı işlere muvaffak etsin ve bizi ve sizi O’na karşı masiyetden
(isyandan/günahdan) uzak kılsın!..
Fitne zamanında;
fitneden kaçmak, savaş aletleri olan kılıç ve yayları kırmak, evlere çekilmek
hususunda çok sayıda nakil sabit olmuştur. Hadis kitaplarının Fiten bölümünde
biraraya getirilmiş olan nakillerden bir kısmı şu şekildedir:
İbni Zubeyir,
dostum Ebu’l Kasım (sallallahu aleyhi ve sellem) bana şöyle tavsiyede bulundu
deyip Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den şunu aktarmıştır:
"Fitneden herhangi birşeye eriştiğinde, Uhud (Dağın)’a git ve kılıcını
körelt sonra da evinde kal!" (Ahmed, Müsned);
Muhammed İbni
Mesleme (radiyallahu anh) anlatıyor: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
buyurdular ki: "Şurası muhakkak ki bir fitne, bir ayrılık ve bir ihtilaf
olacak. Bu durum gelince Uhud’a kılıcınla git! Kırılıncaya kadar onu taşa çal.
Sonra evinde otur. Hatta sana günahkar bir el veya ölüm gelinceye kadar
(evinden çıkma)." (İbni Mace)
Ebu Zerr
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
seslendiler: Ey Ebu Zerr! Buyurun, Ey Allah'ın Rasulü, emrinizdeyim! dedim.
İnsanlara (kitle halinde) ölüm isabet edip, kabirlerin (ücretli) hizmetçiler
tarafından kazılacağı zaman ne yapacaksın? buyurdular. Benim için Allah ve
Rasulü neyi ihtiyar buyurursa onu yaparım! dedim. Sabrı tavsiye ederim!
buyurdular -veya sabredersin! dediler- ve sonra bana tekrar seslendiler: Ey Ebu
Zerr! Buyurun ey Allah'ın Rasulü, sizi dinliyorum! dedim. Zeyd mıntıkasının
taşları kanda boğulduğunu gördüğün zaman ne yapacaksın? Allah ve Rasulü benim
için neyi ihtiyar buyurursa onu! dedim. Sana kendilerinden olduğun yakınlarını
tavsiye ederim! dedi. Ben sordum: Ey Allah'ın Rasulü! (O zaman) kılıcımı alıp
omuzuma koymayayım mı? Böyle yaparsan (fitneci) kavme ortak olursun!
buyurdular. Bana ne emredersiniz! dedim. Evine çekil! buyurdular. Evime
girilirse? dedim. Eğer kılıcın parıltısının seni şaşırtacağından korkarsan,
elbiseni yüzüne ört. Gelen hem senin günahınla, hem de kendi günahıyla dönsün!
buyurdular." (Ebu Davud; İbni Mace)
Ebu Musa
(radıyallahu anh) anlatıyor: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
buyurdular ki: "Kıyamet’ten hemen önce karanlık gecenin parçaları gibi
fitneler var. Kişi o fitnelerde mü'min olarak sabaha erer, akşama kafir olur;
mü'min olarak akşama erer, sabaha kafir çıkar. O fitnede oturan, ayakta durandan
hayırlıdır. Yürüyen koşandan hayırlıdır. Öyleyse yaylarınızı kırın,
kirişlerinizi parçalayın, kılıçlarınızı da taşa vurun. Sizden birinin evine
girerlerse Adem (aleyhi selam)'ın iki oğlundan hayırlısı olsun (Habil gibi ölen
olsun, Kabil gib öldüren değil.)" (Ebu Davud; Tirmizi)
Ebu Sa'id
(radıyallahu anh) anlatıyor: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
buyurdular ki: "Kişinin en hayırlı malının, peşine takılıp dağ geçitlerini
ve yağmur düşen yerleri takip edeceği koyunu olacağı zaman yakındır. Böylece
dinini fitnelerden kaçırmış olur." (Buhari; Ebu Davud; Nesai; Malik,
Muvatta)
Abdullah İbni Ömer
(radıyallahu anhuma ecmain) anlatıyor: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
buyurdular ki: "Fitneden kaçının! Çünkü o esnada dil, (tesir bakımından)
kılıç darbesi gibidir." (İbni Mace)
Ebu Hureyre
(radıyallahu anh)’dan nakledildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem) şöyle dedi: "Yakında büyük fitneler olacak, o fitnelerde (yerinde)
oturanlar ayaktakilerden, ayaktakiler yürüyenlerden, yürüyenler koşanlardan,
daha hayırlı olacaklar. Kim o fitne içinde bulunmuş olursa, ondan uzak dursun.
O zaman bir iltica yeri, sığınacak mekan bulursa ona sığınsın." (Buhari;
İbni Mace)
Yıldızların Hiçbir Otorite ve Gücü Yoktur
Yıldızlara namaz
vakitleri için biraz bak. Bundan başka maksatlar için (yıldızlara bakmaktan)
yüz çevir çünkü, zındıklığa götürür.
Ömer ibn'ul Hattab
(radiyallahu anh)’ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Astronomiden size karada
ve denizde faydalı olacak ne varsa alın ve orda durun.” (İbni Hacer, el-Telhis'ul
Habir fi Tahric Ehadis'il Ref-il Kebir, 2/360)
Yıldız bilimi
astroloji birçok alime göre sihir çeşitlerinden biridir. Şeyh’ul İslam İbni
Teymiyye, Alleme Merdavi’nin yaptığı bir nakilde astrolojiyi sihir olarak
isimlendirmiştir. (el-Merdavi, İnsaf, 10/351) İbni Müflih de et-Terğib'ul Kasid
fi Takrib'ul Mekasid isimli eserden yaptığı nakil ile; Hanbeli ulemasına göre
Kahin ve müneccimlerin sihirbaz gibi sayıldığını söylemektedir. (İbni Müflih,
el-Furu, 10/207)
Ulema sihirin
hükmü noktasında ihtilaf etmişlerdir. Hanefi ve Malikiler küfür olduğunu
söylemekteyken, Şafiiler küfür olmadığını söylemiş İmam Ahmed’den iki görüş
nakledildiğinden Hanbeli Mezhebi’nde de biri küfür diğeri küfür olmadığına dair
iki görüş bulunmaktadır. Hanbeli Mezhebi’nin genel görüşü küfür olduğu
yönündedir. İbni Akil ise küfür olmadığı görüşünü benimsemiştir.
Ulema ayrıca,
müneccimlik ve astrolojinin sihrin küfür olan yanına dahil olup olmaması
hususunda da ihtilaf etmişlerdir. Kimileri müneccimlerin sihirbazlar gibi
öldürülmesi gerektiğini ifade etmekteyken diğer bir kısım ulema ise tazir
uygulanması gerektiğini dile getirmiştir. Merdavi, tazir uygulanması
gerektiğine yönelik görüşü tercih etmiş ve bunun mezhebin genel görüşü olduğunu
belirtmiştir. (el-Merdavi, Tashih'ul Furu)
Müneccim, eğer
yıldızların aleme tesiri olduğuna i’tikad ediyorsa bu icma ile küfürdür. Yok
eğer, yıldızların aleme tesiri olmadığını lakin yıldızların hareketlerinin bazı
hadiselerden haber verdiğine inanıyorsa işte bu görüş ulemanın küfür olup
olmamasında ihtilaf ettiği alandır. Bu husus, Kebair’de de bu şekilde
açıklanmıştır. (ez-Zevacir an İktiraf'ul Kebair, 2/109-116)
Hanefilerden İmam
Merginani’nin Muhtar’ın Nevazil adlı eserinde şöyle deniyor: "Bilmiş ol
ki, ilmi nücum (astronomi ilmi) haddizatında kötü değildir. Çünkü o iki
nevidir: Birincisi: Hesap yolu iledir ve haktır. Kur'an'da zikredilmiştir.
Allah Te'ala;
"Güneş ve ay
hesab iledir." (er-Rahman 55/5) buyurmuştur. Bundan murad güneşle ayın
seyretmeleridir.
İkincisi: İstidlal
yolu iledir. Yıldızların seyri ve feleklerin (gezegenlerin) hareketi
vasıtasıyla hadisatın, Allah'ın kaza ve kaderi ile vuku bulacağına istidlal
edilir; bu Caiz'dir. Doktorun hasta kimsenin nabzına bakarak hastalığa ve
sıhhate istidlali gibidir.
Ama hadisatın
Allah'ın kazası ile olduğuna inanmaz, yahut kendisinin gaybı bildiğini iddia
ederse kafir olur." (İbni Abidin Terceme ve Şerhi, 1/43)
Bu konuda çok
sayıda hadis nakledilmiştir. Bu konuda nakledilen hadislerden bir kısmı
şunlardır:
Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdular ki: "Ashabım anıldığında sakının!
Yıldızlar anıldığında sakının! Kader anıldığında sakının!" (Taberani,
el-Kebir);
"Benden sonra
bana inanan müslümanlar hakkında şu üç şeyden korkuyorum: Onları idare
edenlerin zulme sapmalarından. Yıldızların (burçların) yaşamlarına etkisi
olduğuna inanmalarından. Kaderi inkar etmelerinden." (İbn-i Asakir);
"Allah, şu
yıldızları üç şey için yarattı: Göğün süsü için, şeytanları kovalamak için,
yolculara yol göstermek için. Kim yıldızları bunun dışında yorumlarsa, bahtında
yanılmış olur. Nasibini yitirmiş olur. Kendisini ilgilendirmeyen şeyleri
kendine dert edinmiş olur. Peygamberlerin ve meleklerin dışında kimsenin
bilmediği şeylerle boşyere uğraşmış olur." (Rezin)
“(Yıldızlardan
aldığı bilgiler) arttıkça (sihirle olan ilgisi de) artmış olur." (İbni
Mace; Ahmed, Müsned)
"Nice Ebced
Hesabını öğreten, yıldızlara bakan (onlardan hükümler çıkarmaya çalışan)
kimseler var ki Kıyamet Günü, Allah katında bir nasibi yoktur." (Taberani,
el-Kebir, 10980; İbni Receb, Feth’ul Bari, 3/69);
"Muhakkak ki
Ebced Hesabı yapan ve yıldızlara bakan kimselerin Allah katında hiçbir nasibi
yoktur." (Ebu Davud; Beyheki, Sünen, 7/240; İbni Receb, Feth’ul Bari,
3/142; Taberani, 9/254)
Kelam’dan ve Ehli’nden Sakının
Kelam’a bakmaktan
ve Kelam ashabıyla oturmaktan sakının.
Asar’a ve Ehline Yapışın
Asar’a ve asar
ehline yapışın. Onlara sor, onlarla birlikte otur ve onlardan al.
Allah Korkusu Gibi Başka Hiç Birşeyle
Allah’a İbadet Edilmemiştir
Bil ki; Allah
korkusu gibi başka hiç birşeyle Allah’a ibadet edilmemiştir; Allah Tebareke ve
Te'aladan korku, hüzün, şefkat ve haya yoluyla…
İhtiras ve Muhabbete Davet Edip Kadınlarla
Halvette Bulunanlardan Sakın
İhtirasa ve
muhabbete davet edenler, kadınlarla halvette kalanlar ve onların geçtikleri
yollarda duranlarla oturmaktan sakın çünkü onların hepsi dalalet üzeredir.
Mahlukat Allah’a İbadet Etmekle
Emrolunmuştur
Bil ki –Allah sana
rahmet etsin!- Allah Tebareke ve Te'ala mahlukatın hepsini Kendisine ibadet
etmeye çağırmıştır ve bundan sonra dilediğini lütfu ile İslam’la
mükafatlandırmıştır.
Allah (azze ve
celle) şöyle buyurmuştur: "Müslüman oldular diye sana minnet
etmektedirler. De ki: Müslümanlığınızı bana karşı minnet (konusu) etmeyin. Tam
tersine, sizi imana yönelttiği için Allah size minnet etmektedir. Eğer doğru
sözlüler iseniz (bunu böyle kabullenmeniz gerekir.)" (el-Hucurat 49/17)
Ali (radiyallahu anh) ile Mu’aviye
(radiyallahu anh) Arasındaki İhtilaf Hakkında Sükut Etmek
Ali (radiyallahu
anh) ve Mu’aviye (radiyallahu anh) ve Aişe (radiyallahu anha) ve Talha
(radiyallahu anh) ve Zubeyir (radiyallahu anh) ve onlarla birlikte olanlar
arasındaki savaş hususunda sus! Onlar hakkında münakaşa etme ve meselelerini
Allah Tebareke ve Te'alaya havale et.
Hafız Ebu'l Kasım
ibni Asakir’in kaydettiğine göre; İmam Nesai, Mu’aviye (radiyallahu anh)
hakkında kendisine sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: "İslam, kapısı olan
bir ev gibidir. İslam’ın kapısı sahabelerdir. Sahabeyi sebbeden İslam’a zarar
vermekten başka bir sebeple sebbetmez tıpkı bir eve girmek için evin kapısını
tıklayan gibi. Mu’aviye (radiyallahu anh)’a gelince; ona sebbeden, Sahabe
hakkında sebbetmenin yolunu arayandır." (İbni Asakir, Tarih Dımeşk;
Tehzib'ul Kemal, 1/339)
Çünkü Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle demiştir:
"Ashabım,
evlilik yoluyla akrabalarım ve damatlarım hakkında (kötü) konuşmaktan
sakının!" ve şöyle demiştir:
"Allah
Tebareke ve Te'ala Bedir ehline rahmetiyle tecelli edip şöyle buyurdu: Ne
yaparsanız yapınız, Ben sizi şimdiden affettim." Buhari ve Müslim
tarafından rivayet edilmiştir.
Ashar, evlilik
yoluyla bayan tarafından akrabalar; Aktan, ise damatlar ve enişte manasında
kullanılmaktadır.
Taberani
(el-Mu'cem'ul Kebir, 6/104, 5640) tarafından nakledilen hadis bu sözdizilişi
ile sahih değildir. Buna yakın rivayetler de vardır ancak hiçbiri sahih
değildir. Ancak bu konuda rivayet edilmiş sahih başka bir hadis vardır.
Rasulullah (salllallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
"Ashabıma
sebbetmeyiniz sizden birisi Uhud Dağı kadar sadaka vermiş olsa onlardan birinin
bir müd, yarım müd sadakasına ulaşamaz." (Buhari; Müslim)
Müslümanın Malı; Gönülden Verdiği Sadaka
Dışında Helal Değildir
Bil ki –Allah sana
rahmet etsin!-; Bir müslümanın malı kendi gönül hoşnutluğu ile vermesi dışında,
Helal değildir.
Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdular ki: "Bir müslümanın malı kendi
gönül hoşnutluğu ile vermesi dışında helal değildir." (Darekutni; Ahmed,
Müsned; Şafii; Ebu Ya’la; Beyheki)
Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) Veda Hutbesi’nde de şöyle buyurmuştur: "Bir
Müslüman’a kardeşinin kanı da, malı da helal olmaz. Fakat malını gönül
hoşnutluğu ile vermişse o, başkadır..."
Bir adamda Haram
bir mal varsa, bu onun kendi sorumluluğudur. Hiç kimsenin onun malından –onun
izni dışında- alması Helal değildir. Çünkü ihtimalki o adam bundan tevbe
edecek, malı sahibine iade etmek isteyecek, (bunlar olmadan onun malından izni
dışında aldığında), sen haram olan birşeyi almış olursun.
İnsanlara Yük Olmaksızın, Kişinin Kendi
Geçimini Temin Etmesi
Kazançlar
(mutlaktır); sana ondan sahih görünen mutlakdır ancak fasid (batıl) olduğu
aşikar olan müstesna. Eğer kazanç fasidse ondan kendisi için zaruret miktarı
faydalanabilir ve şöyle diyemez: "(Kazancı) terkedeyim, ihtiyaç için
(insanlar tarafından) bana verileni alayım!.." Ne sahabeler ne de zamanımıza
kadar olan ulema bunu yapmadı. Ömer ibn'ul Hattab radiyallahu anh şöyle der:
"Kazancında bir miktar insanların değersiz bulduğu (bir işten elde edilen)
kazanç bulunması, ihtiyacını insanlardan (dilenerek) temin etmekden daha
hayırlıdır." İbni Ebu’d Dünya, Islah’ul Mal, 298, 321; İbni Hibban,
es-Sikat, 8/204; İbni Abd’il Berr, et-Temhid, 18/329; Kenz’ul Ummal, 4/122;
İbn’ul Cevzi, Menakib Ömer (ibni Hattab), 194 tarafından Veki ibni Cerrah
kanalıyla birbirine yakın lafızlarla Ömer ibni Hattab (radiyallahu anh)’dan
nakledilmiştir.
Müellifin
mevzubahis ettiği bu esas, genel bir kaidedir. Ticaret, maaş ve mükafat gibi
kazanç türlerinde haram yahut haramla karışmış mal ortaya çıkana kadar bu
kazancın tümü asli hüküm olarak helaldir. Bir malın haram olduğu yahut haram
ile karıştığı ortaya çıkarsa bu durumda iki hüküm ortaya çıkar. Eğer malın
haram olduğu ortaya çıktıysa bu durumda o mal haram hükmünü alır. Malın helal
olduğu ancak bir şekilde haram karıştığı ortaya çıkarsa bu durumda da kerahet
gündeme gelir ve mala karışan haram miktarında bu mal mekruh hükmünü alır.
Burada şu hakikati
gözden düşürmemek gerekir: İnsanlar gözünde değersiz olan, bu işi yapanların
hakir görülüp aşağılandığı bir iş -helal kazanç kapsamında olmak kaydıyla-
dilencilik yapmakdan daha hayırlıdır.
Cehmi’nin Arkasında Namaz
Beş vakit namazı
kıldıran herkesin arkasında -Cehmi olması dışında- namaz kılman caizdir, çünkü
o Mu’attıl’dır.
Mu’attıl,
"Ta’til Ehli; iptalciler" demektir. Cehmiyye, Mu’tezile ve diğer
başka fırkaların da aralarında bulunduğu kelamcılardan bir kısmı, Allah’ın isim
ve sıfatlarını iptal edip, reddettikleri ve inkar ettikleri için böyle
adlandırılmışlardır. Bu ümmette Ta’til fitnesini ilk olarak Ca’d ibni Dirhem
gündem etmiştir.
Genel manada iki
ana başlık altında incelenir ve Külli (tam) Ta’til ve Cuzi (kısmi) Ta’til
olarak ikiye ayrılırlar. Külli (tam) Ta’til, Allah’ın sıfatlarını ve hatta
isimlerini tümden inkar edenlere verilen isimdir. Cuzi (kısmi) Ta’til ise;
Allah’ın sıfatlarından bir kısmını kabul etmelerine karşın diğer bir kısmını da
inkar edenlere verilen isimdir. Külli (tam) Ta’til için Cehmiyye örnek olarak
verilebilir. Cuzi (kısmi) Ta’til içinse kendilerini, İmam Ebu’l Hasen
el-Eşari’ye nispet eden, Eşariler örnek olarak verilebilir.
Onun arkasında
kıldığın namazı iade et. Cuma günü imamın Cehmi olursa ve bu kişi sultansa,
onun arkasında namaz kıl ve namazını iade et.
Bu hüküm İmam
Ahmed’den oğlu Abdullah tarafından nakledilmiştir. "Böyle diyenin (Kuran
mahluktur) arkasında ne cuma namazı ne de başka bir namaz kılınmaz. Ancak
cema'ate gitmek terk edilmez. Onlarla namaz kılındıysa iade edilir."
(Abdullah ibni Ahmed, es-Sünne, 1/129 4-5; İbni Hani; Mesail’ul İmam Ahmed,
295; İmam Begavi, Şerh'us Sünne, 1/229)
Ebu Davud şöyle
anlatıyor: Namazları Cehmi imamların kıldırdığı dönemde Ahmed ibni Hanbel’e
cuma namazlarını sordum bana dedi ki: "Ben Cehmi’nin arkasında kıldığım
namazları iade ediyorum sen de ne zaman 'Kur'an mahluktur' diyen birinin
arkasında kılsan namazını iade et." (Ebu Davud, Mesail'u Ahmed, 48)
İbn Ebi Ya’la,
İmam Ahmed’e bid'atçinin arkasında namaz kılmak hakkında sorulunca şöyle
dediğini nakleder: "Cehmiyye’nin arkasında namaz kılınmaz. Rafizilere
gelince, hadisleri inkar ederler. Onların arkasında da namaz kılınmaz."
(Tabakat’ul Hanabile 1/168)
Diğer imamlardan da bu minvalde sözler nakledilmiştir:
İmam Şafii şöyle
demiştir: "Rafizi'nin, Kaderiye mensubunun ve Mürcie'den olan kimselerin
arkasında namaz kılma!" (Zehebi, Siyeru A'lam'un Nubela, 10/31)
İmam Malik’e,
Kaderi bir imamın arkasında namaz kılmak soruldu. Soran kimseye dedi ki: “Sana
sorulursa arkasında namaz kılma. Cuma da mı kılınmaz? diye sorunca: Cuma da
kılınmaz. Şayet ondan korkar ve sakınman gerekirse onunla kıl ancak öğlen
namazı olarak iade et dedi." (Müdevvenet’ul Kubra, 1/84)
Kadı Ebu Yusuf
şöyle demiştir: "Cehmi’nin, Rafızi’nin ve Kaderi’nin arkasında namaz
kılınmaz." (el-Lalekai, Şerhu Usuli İ’tikadi Ehl-i Sünneti ve’l Cema'at,
2/733)
Eğer imam sultan
olsun olmasın, Sünnet Ehli’nden biriyse, arkasında namaz kıl ve namazını iade
etme.
Ebu Bekir (radiyallahu anh) ve Ömer ibn'ul
Hattab (radiyallahu anh)’ın Kabrinde Onları Selamlama
Ebu Bekir ve
Ömer’in kabirlerinin -Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte- Aişe
(radiyallahu anha)’nın odasında olduğuna iman (etmek gerekir). Onlar (Ebu Bekir
ve Ömer ibn'ul Hattab) oraya (Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin yanına)
defnedilmiştir. Kabre gelirsen, onlara –Rasulullah sallallahu aleyhi ve selleme
selam verdikten sonra- selam vermen Vacibdir.
Müellifin burada
Ebu Bekir (radiyallahu anh) ve Ömer ibn'ul Hattab (radiyallahu anh)’ın kabrine
gidildiğinde onlara selam verilmesi gerektiğini bildiren ifadesi; Ebu Bekir
(radiyallahu anh) ve Ömer ibn'ul Hattab (radiyallahu anh)’a has bir uygulama
olduğu anlamına gelmemektedir. Mü’minlerin bulunduğu bir mezarlığa gidip, kabir
ziyareti gerçekleştirildiğinde kabir ehline selam vermek Sünnet’tir. Kabir
ehline verilecek selam da birbirinden farklılıklarla rivayet edilmiştir.
Konumuzla ilgili olan kabir ehlinin selamlamaya dair hadislerden iki tanesinde
şöyle tarif edilmektedir:
"Ey mü'minler
ve Müslümanlar diyarının ahalisi, sizlere selam olsun. İnşallah, biz de sizlere
katılacağız. Allah'tan bize ve size afiyet dilerim." (Müslim; İbni Mace);
"Ey kabirler
ahalisi, size selam olsun! Allah bizi ve sizi mağfiret eylesin. Sizler, bizden
önce gittiniz, biz de sizin ardınızdan (geleceğiz)." (Tirmizi)
Ebu Bekir
(radiyallahu anh) ve Ömer ibni Hattab (radiyallahu anh)’ın kabrine gidildiğinde
-Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e selam verdikten sonra- onlara selam
verilmesinin Vacib oluşuna dair bu ifade müeelifin kendi tercihi ve ictihadına
göredir. Cumhura göre ise Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in kabrini
ziyaret etmek ve selam vermek Müstehab’dır.
Emri bi’l Ma’ruf Nehyi ani’l Münker
(İyiliği Emredip Kötülükten Men Etmek)
Emri bi’l Ma’ruf
Nehyi ani’l Münker (yapmak; iyiliği emredip kötülükten men etmek)
–(muhatabının) kılıcından veya değneğinden korkman müstesna- Vacibdir.
Şeyh’ul İslam İbni
Teymiyye derki: "İmkan ve şartların elverdiği nisbette ma’rufu emredip
münkeri nehyetmeye çalışmak, Allah’a ibadet ve emirlerine itaattir." (İbni
Teymiyye, Risalet’ul Ubudiyye, 9)
Ebu Bekir
el-Cessas şöyle der: "Allah Teala, ma’rufu emr ve münkeri nehiy görevinin
farziyetini Kur’an’ı Kerim’in bir çok ayetiyle te’kid etmiş ve Peygamber
(sallallahu aleyhi ve sellem)’den rivayet edilen mütevatir hadisler bu görevi
detaylarıyla açıklamıştır. Selefi Salihin ve her devirde yaşayan ulema, fakih
ve müctehid imamlar da bu görevin farziyyeti üzerinde ittifak
etmişlerdir." (Ahkam’ul Kur’an, 2/592)
İbni Hazm şöyle
der: "İslam ümmetinin, topyekün fertleriyle birlikte bu görevin farziyeti
üzerindeki ittifakı, münakaşasız bir gerçektir." (el-Faslu fi’l Milel ve’l
Ehvai ve’n Nihal, 4/171)
İmam Nevevi şöyle
der: “Ma’rufu emr ve münkeri nehiy çalışmasının farziyeti üzerinde Kitap,
Sünnet ve İcma-ı ümmet mutabakat halindedir.” (Şerh-u Müslim, 1/51)
Şevkani şöyle der:
“Ma’rufu emr, münkeri nehiy” farziyeyti Kitap ve Sünnet’le sabit bir gerçektir.
Dinin, üzerinde kurulduğu ve gaye edindiği bir temeldir ve en kuvvetli
direğidir. Bu temel esasla “Islami düzen” asıl anlamını kazanır ve zirveye
ulaşır. (Feth’ul Kadir, 1/337)
Ma’rufu Emr,
Münker’i Nehy etme prensibi Allah tarafından mü’minlere yüklenmiş bir vazife ve
mü’minlerin özelliklerindendir. Allah (azze ve celle) şöyle buyurmaktadır:
"Siz,
insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; maruf (iyi ve İslam'a uygun)
olanı emreder, münker olandan sakındırır ve Allah'a iman edersiniz." (Al-i
İmran 3/110);
"Sizden; hayra
çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir
topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.." (Al-i İmran 3/104);
"Mü'min
erkekler ve mü'min kadınlar birbirlerinin velileri (dostları ve
yardımcıları)dır. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru
kılarlar, zekatı verirler ve Allah'a ve Rasulü'ne itaat ederler. İşte Allah'ın
kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz, Allah, Aziz (üstün ve
güçlüdür), Hakim'dir (hüküm ve hikmet sahibidir)." (et-Tevbe 9/71);
"Tevbe
edenler, ibadet edenler, (cihad ve ilim tahsili için İslam uğrunda) seyahat
edenler, rukü edenler, secde edenler, (insanlara) iyiliği emredenler ve
(onları) kötülükten vazgeçirmeye çalışanlar ve Allah’ın sınırlannı (ceza
yasalarını) koruyanlar (yok mu!) İşte onlar da Cennet ehlidir. (Habibim!) Sen o
mü’minlere (Cennet’i) müjdele." (et-Tevbe 9/112)
Hadislerde de epey yer tutan
meselelerdendir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
"Sizden kim
bir kötülük gördüğünde onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse diliyle
düzeltsin. Buna da gücü yetmezse kalbinden buğz etsin ki, bu imanın en
zayıfıdır." (Müslim, İbni Mace, Ahmed, Müsned ve daha başkaları rivayet
etmiştir.)
"Ümmet-i
Muhammed, emr-i ma’ruf ve nehy-i münker görevini, önceki din mensuplarına arız
olan hastalıkları yaşamaya başladığı zaman terk edecektir." (İbni Mace)
"Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) minberde halka hitab ederken, adamın biri ayağa
kalktı ve şöyle dedi: Ya Rasulullah! İnsanların en hayırlısı kimdir? Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu: İnsanların en hayırlısı, insanlara selam
veren, Allah’tan en çok korkan, ma’rufu emredip münkerden nehyetmeye çalışan ve
yakınlarını ziyaret eden kimsedir." (Ahmed, Müsned; Ebu’ş Şeyh, es-Sevab;
Beyheki, Zühd’ül Kebir; et-Tergib ve’t Terhib);
"İslam
Allah’a ibadette (din ve dünya işlerinde, hüküm vermede ve şartsız itatte) her
ne şekilde olursa olsun ortak koşmaman, namazı dosdoğru kılman, zekatı vermen,
ramazan orucunu tutman, Allah’ın evini haccetmen, ma’rufu emredip münkerden
nehyetmen ve hakkı ehline teslim etmendir. Kim bunlardan birini ihmal etmez ve
bu hususta kusur işlemezse o, İslam’dan alacağı nasibini almıştır. Kim de bu
görevlerin hepsini terkederse o kimse arkasını İslam’a çevirmiştir." (Hakim,
Müstedrek: 1/21; Münziri, et-Tergib ve’t Terhib 4/11; el-Bezzar);
"Küçüklerimize
merhamet etmeyen, büyüklerimize saygı duymayan, Allah’ın emrettiklerini
emredip, yasakladıklarını ve arzu etmediklerini yasaklamayan yani ma’rufu
emredip, münkeri nehyetmeyen bizden değildir." (Tirmizi; Ahmed, Müsned;
İbni Hibban, Sahih; et-Tergib ve’t Terhib 4/12);
"Nefsim
elinde olan Allah’a yemin ederim ki; ya ma’rufu emreder münkerden vaz geçirmeye
çalışırsınız yahut Allah Teala’nın size azab göndermesi çok yakındır. Sonra
Allah’a (bu azabtan ve cezadan kurtulmanız için) yalvarırsınız; lakin Allah
duanızı kabul etmez." (Tirmizi; Nevevi, Riyaz’us Salihin, 191);
"Allah Teala,
Cebrail’e bir şehri ahalisiyle birlikte altını üstüne çevirmesini emretti de
Cebrail (aleyhi selam): Ya Rabbi! onların aralarında sana karşı göz açıp kapama
miktarı da olsa isyan etmeyen falan kişi de var deyince, Allah Te'ala: Onu da
onlarla birlikte yok et. Çünkü bir saat de olsa işlenen münker karşısında yüzü
kızarmadı." (Beyheki, Şuab’ul İman)
Burada önemle
üzerinde durulması gereken husus; Emri bi’l Ma’ruf Nehyi ani’l Münker yapan
kişilerin ehli olmasıdır. Zira, bu görev ehli olmayan kimseler tarafından
yapılırsa çoğu zaman Ma’ruf nehyedilir, Münker ise emredilir. Böylelikle çok
daha büyük fitnelere yolaçar.
Bir diğer husus
da, her ne kadar alimler arasında ihtilaf olduğu söylense de, Emri bi’l Ma’ruf
Nehyi ani’l Münker görevinin -küfre rıza gibi durumlar dışında-, müslüman
bireylerin üzerine vacib olan bir yükümlülük değil de, farz-ı kifaye olduğudur.
İbni Kesir,
en-Nisa 4/29 numaralı ayetin tefsirinde alimlerden gücü yettiği halde Emri bi’l
Ma’ruf Nehyi ani’l Münker yapmayı terkedenlerin büyük günah işlediklerine dair
nakile yerverir:
"Kadı Ebu
Sa’id şöyle devam eder: Kadı er-Ruyani tafsilatlı bilgi verir ve der ki: Büyük
günahlar yedidir: Bir kimseyi haksız yere öldürmek, zina, livata
(homoseksüellik), içki içmek, hırsızlık yapmak, bir malı zorla almak, zina
iftirasında bulunmak. ‘eş-Şamü’ adlı eserinde de bu sayılan yediye; yalan
şahidliği ilave eder. ‘el-İdde’ isimli kitabın müellifi bunlara ‘faiz yemek,
ramazanda özürsüz olarak oruç yemek ... gücü yettiği halde iyiliği emredip
kötülükten sakındırmamak ...’ diye ilaveler yapar." (İbni Kesir, Tefsir,
1/645)
Selam’ı Yaymak
Selam, Allah’ın
bütün kullarına verilmelidir.
Selamlaşma ve
selamı yaymak önemli Sünnetler’dendir. Allah (azze ve celle) şöyle
buyurmaktadır:
"Size bir
selam verildiği zaman, ondan daha iyisiyle selam verin veya aynıyla karşılık
verin..." (en-Nisa 4/86);
"Ey
inananlar! Evlerinizden başka evlere izin almadan, seslenip sahiplerine selam
vermeden girmeyiniz. Eğer düşünürseniz bu, sizin için daha iyidir."
(en-Nur 24/27)
Bu hususta da çok
sayıda hadis rivayet olunmuştur, bunlardan birkaçına değinmekte fayda vardır:
"İman
etmedikçe cennete giremezsiniz: birbirinizi sevmedikçe, olgun bir imana sahip
olamazsınız. Size, yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber
vereyim mi? Aranızda selamı yayınız!" (Müslim);
"Şüphesiz ki,
Allah katında insanların en iyisi, önce selam verendir." (Ebu Davud);
İmran İbni Husayn
(radiyallahu anh) şöyle dedi: Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem)’e bir adam
geldi ve: "es–Selamu aleykum, dedi. Peygamber onun selamına aynı şekilde
karşılık verdikten sonra adam oturdu. Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem): On
sevap kazandı buyurdu. Sonra bir başka adam geldi, o da: es–Selamu aleykum ve
rahmetullah, dedi. Peygamberimiz ona da verdiği selamın aynıyla mukabelede
bulundu. O kişi de yerine oturdu. Peygamber: Yirmi sevap kazandı buyurdu. Daha
sonra bir başka adam geldi ve: es–Selamu aleykum ve rahmetullahi ve berekatuh,
dedi. Peygamber o kişiye de selamının aynıyla karşılık verdi. O kişi de yerine
oturdu. Efendimiz buyurdu: Otuz sevap kazandı." (Ebu Davud; Tirmizi);
"Binitli olan
yürüyene, yürüyen oturana, sayıca az olan çok olana selam verir." (Buhari;
Müslim; Ebu Davud; Tirmizi);
"İnsanların
Allah katında en makbul olanları, selama ilk başlayanlardır." (Ebu Davud);
"Sizden
biriniz bir meclise vardığında selam versin. Oturduğu meclisten kalkmak
istediği zaman da selam versin. Önce verdiği selam, sonraki selamından daha
üstün değildir." (Ebu Davud; Tirmizi);
Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) Enes (radiyallahu anh)'a şöyle buyurmuştur:
"Oğlum! Ailenin yanına girdiğinde selam ver ki, sana ve ev halkına bereket
olsun." (Tirmizi);
Enes (radiyallahu
anh), çocuklara rastladığı zaman onlara selam verir ve: "Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) böyle yapardı." derdi. (Buhari; Müslim; Ebu
Davud; Tirmizi; İbni Mace);
Tufeyl İbni Übey
İbni Ka’b, söylediğine göre Abdullah İbni Ömer (radiyallahu anhuma ecmain)'e
gelir ve onunla birlikte çarşıya çıkarlardı. Tufeyl sözüne şöyle devam etti:
Biz çarşıya çıktığımızda, Abdullah, eski eşya satan, değerli mal satan, yoksul
veya herhangi bir kimseye uğrasa mutlaka selam verirdi. Bir gün yine Abdullah
İbni Ömer’in yanına gelmiştim. Çarşıya gitmek için kendisine arkadaş olmamı
istedi. Ona: "Çarşıda ne yapacaksın? Alış verişe vakıf değilsin, malların
fiyatlarını sormuyorsun, bir şey satın almak istemiyorsun, çarşıdaki sohbet yerlerinde
de oturmuyorsun? Şurada otur da, birlikte konuşalım, dedim. Bunun üzerine
Abdullah: Ey Ebu Batn (karın)! –Tufeyl, iri göbekli bir kişi olduğu için böyle
hitap etmiştir– biz, sadece selam vermek üzere çarşıya çıkıyoruz;
karşılaştığımız kimselere de selam veriyoruz, cevabını verdi." (Malik,
Muvatta)
Mescid’de Cema'at (Farz) Namazını Terkeden
Bid'atçidir
(Geçerli) özrü
(mazereti) olmaksızın, mescidde cuma ve cema'at namazlarını terkeden kimse
Mübtedidir (Bid'atçidir). Mazeret; kişinin mescide gitmeye takati olmayacak
kadar hasta olması veya zalim sultandan korkması gibi şeylerdir. Bundan başka
şeylerde kişinin mazereti yoktur.
Cema'at ile namaz
kılmanın gerekliliğine dair görüşe kaynaklık eden deliller arasında;
"Namazı
dosdoğru kılın, zekatı verin, rüku edenlerle birlikte siz de rüku edin!"
(el-Bakara 2/43) ayetinde Allah’ın mü’minlere namazı kılıp rüku edenlerle
birlikte rüku etmeyi emretmesi, cema'at ile namaz kılmayı terkeden kişilerin
şiddetle eleştirilmesi Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in "Cema'at
namaza gelmeyen adamlara gidip onlar içindeyken evlerini yakayım."
(Buhari; Müslim; Ebu Davud; Tirmizi; Nesai) buyurması, münafıkların cema'at ile
namaz kılmaya devam etmediklerini bildirmesi (Müslim; Ebu Davud; Nesai; Malik,
Muvatta) cema'at ile namazı terkeden kişiler için mazeret sayılabilecek
hususların tespit edilmiş olması ve cema'at ile kılınan namazların münferid
kılınan namazlardan "yirmiyedi derece daha faziletli" (Buhari;
Müslim; Nesai; İbni Mace) olması gibi cema'at ile kılınan namazların faziletine
yönelik çok sayıda hadis bulunmaktadır.
İmam Kurtubi bu
hususta alimlerin görüşlerini aktarmıştır: "Cema'ate katılarak namaz kılma
hususunda ilim adamlarının iki ayrı görüşü vardır. Çoğunluğun (cumhurun) kabul
ettiği görüş, bunun müekked bir sünnet olduğu ve özürsüz olarak cema'atten uzak
kalmayı alışkanlık haline getiren kimsenin cezalandırılması gerektiğidir. Bazı
ilim adamları da cema'at ile namaz kılmanın farz-ı kifaye olduğunu kabul
etmiştir. (...) Davud (ez-Zahiri) der ki: Cema'at ile namaz kılmak her bir
kimse için tıpkı cuma namazında olduğu gibi bir farzdır. (...) Aynı zamanda bu,
Ata ibni Ebi Rebah'ın, Ahmed ibni Hanbel'in ve Ebu Sevr ile başkalarının da
görüşüdür. İmam Şafii der ki: Cema'ate katılma gücüne sahip olan kimsenin özrü
olmadıkça cema'ate gitmeyi terketmesinde bir ruhsat görmüyorum. Şafii'nin bu
görüşünü İbn'ul Münzir nakletmektedir."
Bu konudaki iki
görüşten biri cema'at ile namaz kılmanın vucubiyet ifade ettiğini söylerken
diğer görüş sahipleri ise sahih hadisde de geçtiği gibi, cema'at ile namaz
kılmak "hüda sünnetlerinden bir sünnettir." (Müslim; Ebu Davud;
Nesai) Onu terketmek ise bir sapıklıktır görüşünü tercih etmişlerdir. Kurtubi
şunu da ekler: "İşte bundan dolayı Kadı Ebu'l Fadl İyad şöyle demiştir:
Sünnetlerin zahir olanlarının terkedilmesi üzerinde ittifak olunursa, bunların
ifa edilmesi için terkedenlerle savaşılıp savaşılmayacağı hususunda farklı
görüşler vardır. Doğrusu böyleleriyle savaşılacağıdır. Çünkü bunların terki
üzerinde anlaşmak, Sünnetleri öldürmek demektir."
Alimlerin
görüşleri ve delillerin değerlendirilmesi için muteber fıkhi kaynak eserlere ve
Kurtubi Tefsiri’den el-Bakara 2/43 numaralı ayetin tefsirine müracaat ediniz.
İmam Kendisine Tabi Olunmak İçin Seçilir
Bir imamın
arkasında namaz kılıp imama uymayanın namazı yoktur.
Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) bir rahatsızlığı sırasında ashabına şöyle
buyurmuştur: "İmam, kendisine uyulmak için vardır. Öyle ise ayakta namaz
kıldırıyorsa siz de ayakta kılın, şayet oturarak kıldırıyorsa siz de oturarak
kılın, imam rükuya varmadan rükuya gitmeyin, o başını kaldırmadan siz de
kaldırmayın." (Buhari; Müslim; Ebu Davud; Tirmizi; Nesai)
Emri bi’l Ma’ruf Nehyi ani’l Münker
Kılıçla Yapılmamalıdır
Emri bi’l Ma’ruf
Nehyi ani’l Münker (iyiliği emredip kötülükten men etmek); elle, lisan ile
(dille) ve kalple yapılmalıdır, kılıçla değil.
Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Sizden her kim bir
münkeri (kötülük) görürse onu eliyle düzeltsin. Eğer ona muktedir olamazsa
diliyle, diliyle de yapamazsa kalbiyle (buğz etsin); bu da imanın en zayıf
derecesidir." (Müslim; Ebu Davud; Tirmizi; İbni Mace; Ahmed, Müsned)
Münker, içerisinde
Allah’ın rızasının olmadığı söz ve iştir. Allah’ın rızasına uygun söz, iş ve
durum manasına gelen ma’rufun zıddıdır. Münkeri dille, elle veya kalble inkar
meşrudur ve istisnasız herkes için vacibdir, bir yükümlülüktür. Lakin, toplumda
fikri ve fiili anarşi ve kargaşaya sebebiyet verecek olan münkere karşı kılıçla
müdahalede bulunmak bu sebepden kınanmıştır. Bu hususta şöyle bir prensip
yerleşmiştir: "Emri bi'l ma'rufu; ümera (yöneticiler) el ile, ulema dil
ile, avamı nas ise kalb ile yapar."
Münkeri dille,
elle veya kalble inkarı bildiren hadisin (Müslim; Ebu Davud; Tirmizi; İbni
Mace; Ahmed, Müsned) şerhinde Hafız İbni Receb el-Hanbeli: "Elle
değiştirmek savaşmak demek değildir." demektedir. (Cami’ul Ulum ve’l
Hikem, 304)
Bunun benzeri
Salih kanalıyla İmam Ahmed ibni Hanbel’den de nakledilmiştir: "Elle
değiştirmek kılıçla değiştirmek veya silah kullanarak değiştirmek demek
değildir. (Münkeri) kılıçla değiştirmek halk için değil aksine sultan
içindir." (İbni Müflih, el-Adab’uş Şeriyye, 1/163)
Durumu Kapalı Müslüman
Durumu kapalı
Müslüman, şüphe açığa vurmayandır.
İbrahim en-Nehai
şöyle demiştir: "Şöyle derlerdi: Müslümanlar arasında adil olan kişi,
aşikarda hiçbir şüphesi görünmeyen kişidir." (Beyheki, Sünen, 10/124; Ebu
Nu’aym, Hilyet’ul Evliya, 9/224)
İlm’ul Batın (Gizli İlim) Kitab ve
Sünnet’te Yoktur, Bid'atdir
Kulların, İlm’ul
Batın’dan olduğunu iddia ettiği; Kitab ve Sünnet’te bulunmayan herşey Bid'at ve
Dalalettir. (Onunla) amel edilmemeli ne de ona davet edilmemelidir.
İlm’ul Batın;
Batıni ve sufilerin aşırılarının davet ettiği sapkın inançtır. Herşeyin bir
batını bir de zahiri olduğunu iddia etmekte ve sahip olduklarını iddia
ettikleri İlm’ul Batın ile olayları açıkladıklarını ileri sürmektedirler.
Allah’ın Kitabı’nı ve Şeri’atini hevalarına göre çarpıtmakta, diledikleri
manaları yüklemekteler. Kitab ve Sünnet dışında "Gizli İlim"
aldıklarını da iddia etmekteler. Bunun gibi apaçık küfür söz, inanç ve
amellerde bulunmaktadırlar.
Nikah; Veli, Şahit ve Sadaka (Mehir)
iledir
Kendisini bir
adama hediye eden kadın, o kişiye Helal olmaz. Eğer kadından (bir şeyde)
istifade ederse her ikisi de cezalandırılır. (Mahrem olmayan kadın) yalnız bir
veli, iki adil şahit ve Sadaka (Mehir) ile (Helal olur).
Ashab Hakkında Hayırdan Başka Birşey
Konuşmamak
Rasulullah1
sallallahu aleyhi ve sellemin Ashab’ından birini ta’n eden (eleştiren) bir adam
görürsen bil ki o şer görüş ve heva sahibidir. Çünkü Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır:
"Ashabım
anıldığında sakının!" Taberani (el-Mu'cem'ul Kebir, 2/96 1427; 10/198
10448) tarafından rivayet edilmiştir.
Bu mevzuda
nakledilen diğer bir hadiste Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle
buyurur: "Ashabımı kötüleyene Allah, melekler ve insanların tümü lanet
etsin." (Taberani; Beyheki; Hakim);
İmam Ahmed şöyle
demiştir: "Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Ashab’ına
sebbedenin İslam’ından şüphe et!" (Lalekai, es-Sünne, 2359)
Nebi sallallahu
aleyhi ve sellem ölümünden sonra onların ne gibi hatalar yapacaklarını bilirdi,
buna bakmayarak onlar hakkında hayırdan başka birşey söylememiştir. Şöyle
buyurmuştur:
"Ashabımı
bana bırakın onlar aleyhinde hayırdan başka söz söylemeyiniz."
Müellif burada iki
hadisi cem ederek nakletmiştir.
Hadiste geçen
"Ashabımı bana bırakın!" ifadesi Bezzar (Keşf’ul Astar, 3/290)
tarafından hasen senedle nakledilmiştir.
"Onlar
aleyhinde hayırdan başka söz söylemeyiniz." ifadesi ise, Heyseme ibni
Süleyman (Fedail’us Sahabe) tarafından zayıf senedle rivayet edilmiştir. İbni
Hacer, hadisi (Cüzün fihi Turuk Hadis La Tasubbu Ashabi, 70-71) alıntılamıştır.
Onların
hatalarından yada savaşlarından ve hakkında bilgin olmayan konularda tatışma.
Bu konuda konuşan hiç kimseyi dinleme, dinlersen muhakkak ki o senin kalbini
selamette bırakmaz.
Ashab’a saldıran
kimseler, İslam’ı yıkmaya uğraşan sapkın ve zındıklardan başkaları değildir.
Allah Dini’ni, Muhacir ve Ensar’dan Ashab ile güçlendirmiş ve bizlere kadar
Din’in ulaşmasına onları vesile kılmıştır.
Ashab’a söven,
onları tekfir eden, onlara hakaret eden kişilerden beri olmamızı gerektiren
sebeplerden biri de hiç kuşkusuz Allah (tebareke ve teala)’nın çok sayıda
ayette onları övmesi, onlardan razı olduğunu bildirmesidir. Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)’in Ashab’ının üstünlüklerini bildiren bazı
ayetler ve mealleri şöyledir:
"Muhacirlerin
(Mekke’den hicret eden Ashab’ın) ve Ensar’ın (Medine’de muhacir Ashab’a yardım
edenlerin) önce gelenlerinden ve bunların yolunda gidenlerden Allah razıdır ve
bunlar da, Allah’tan razıdır." (et-Tevbe 9/100);
"Andolsun,
Allah, sana (Hudeybiye’de) o ağacın altında biat ederlerken mü'minlerden
(Ashab’dan) razı olmuştur, kalplerinde olanı bilmiş ve böylece üzerlerine 'güven
duygusu ve huzur' indirmiştir ve onlara yakın bir fethi sevap (karşılık) olarak
vermiştir." (Fetih 48/18);
"(Muhammed),
Allah’ın Peygamberidir, Onunla birlikte bulunanların (Ashab’ın) hepsi,
kafirlere karşı çetin ve birbirlerine karşı merhametlidir. Onları rükuya
varırken, secde ederken görürsün. Allah’tan lütuf ve rıza isterler. Onların
nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat’taki vasıflarıdır.
İncil’deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu
kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki
bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle
kafirleri öfkelendirir. Allah, inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük
mükafat vaad etmiştir." (Fetih 48/29);
"(Bundan
başka bu mallar,) Hicret eden fakirleredir ki, onlar, Allah'tan bir fazl (lütuf
ve ihsan) arayıp, Allah'a ve O'nun Rasulü'ne yardım ederlerken yurtlarından ve
mallarından sürülüp çıkarılmışlardır. İşte bunlar, sadık olanlar bunlardır.
Kendilerinden önce o yurdu (Medine'yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine)
yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı
içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç)
olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin 'cimri ve
bencil tutkularından' korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır. Bir
de onlardan sonra gelenler, derler ki: Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş
olan kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman edenlere karşı bir kin
bırakma. Rabbimiz, gerçekten Sen, Rauf (çok şefkatli)'sin, Rahim (çok
esirgeyici)'sin." (el-Haşr 59/8-10)
"Müminlerden,
oturanlarla malları ve canları ile Allah yolunda cihad edenler bir olmaz.
Allah, malları ve canları ile cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan
üstün kılmıştır. Bununla beraber Allah hepsine de en güzel olanı (Cennet’i)
vaad etmiştir; ama cihad edenleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün
kılmıştır." (en-Nisa 4/95);
"Allah
(Ashab’ın) hepsine de en güzel olanı (Cennet’i) vaad etmiştir." (el-Hadid
57/10);
"Allah’a ve
ahiret gününe inanan bir toplumun (Ashab’ın) babaları, oğulları, kardeşleri,
yahut akrabaları da olsa, Allah’a ve Rasulüne düşman olanlarla dostluk etmez.
İşte onların (Ashab’ın) kalbine Allah, iman yazıp katından bir ruh ile onları
destekledi. Onları içlerinden ırmaklar akan Cennetlere sokacak, orada ebedi
kalacaklardır. Allah onlardan razı oldu, onlar da Allah’tan razıdır."
(el-Mücadele 58/22);
"(Rasulullah’ın
Ashabı olan) sizler, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı
ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a inanırsınız."
(Al-i İmran 3/110);
"Rasulüm sana
Allah yetişir ve seni müminlerle (Ashab’ınla) destekler." (el-Enfal 8/62)
Hadisi Eleştiren ve İnkar Eden Heva ve Bidat
Ehlindendir
Bir kimsenin Asarı
(rivayetleri) ta’n ettiğini, yada Asarı reddettiğini veya Asardan başkasını
istediğini işitsen, onun İslam’ından şüphe et ve onun heva sahibi bid'atçi
olduğundan şüphe etme!
Zalim Sultana İyi Muamelede Bulunmak ve
Arkasında Namaz Kılmak
Bil ki; bir
sultanın zalimliği, Allah’ın; Nebi sallallahu aleyhi ve sellemin diliyle farz
kıldığı farzlardan birini eksiltmez (veya değiştirmez). Onun zalimliği
kendisinedir. Onunla birlikte yerine getirdiğin ibadetlerin ve iyiliklerin (iyi
amellerin) tamamdır (kabul olunur) inşallah!5 Cema'at namazı ve cuma namazını
onlarla kılmak gibi ve onlarla birlikte cihad etmek gibi bütün taat gerektiren
işlerde onlara ortaklık et (uy); onda kendi niyetin(e göre mükafatlandırma)
vardır.
Şeyh’ul İslam İbni
Teymiyye der ki: "Sultanlarla, günah işledikleri gerekçesiyle savaşılmaz.
Kişi işledikleri –zina gibi- bazı günahlar sebebiyle öldürülüyor olsa da,
sultanla; bir kişinin öldürülmesine sebep olacak bir günah işlemesi sebebiyle
savaşılması Caiz değildir çünkü bu savaşla ortaya çıkacak fitne sultanın
işlediği büyük günahtan meydana gelecek bozulmadan daha büyüktür."
(Mecmu'ul Feteva, 22/61)
İbni Ebi’l İzz,
Ehli Sünnet’in fitne çıkma tehlikesi bulunduğu takdirde büyük günah işleyen ve
küçük günahta ısrar eden hükümdarın degistirilmeyeceği görüşünde olduğunu
belirtir. Sadece Mu’tezile, Harici ve Rafiziler’de büyük günah işleyen
hükümdara karşı başkaldırmak Caizdir. (İbni Ebi’l İzz, el-İttiba, 66-67’den
naklen İbni Ebi’l İzz’in İttiba Adlı Risalesi Bağlamında Ebu Hanife ve Hanefi
Mezhebi Örneğinde Taklide Dair Görüşleri)
Sultan İçin Dua Etmek
Sultanın aleyhinde
dua eden bir adam görürsen bil ki o heva sahibidir. Sultanın salahı (ıslahı)
için dua eden bir adam görürsen bil ki, o sünnet sahibidir inşallah.
Fudeyl dedi
ki:"Eğer kabul olunacak bir duam olsaydı onu sultandan başkası için
etmezdim." diğer nüshada ismin
tamamı, "ibni İyad" ziyadesi ile "Fudeyl ibni İyad"
denilerek metinde zikredilmiştir.
Fudeyl ibni İyad
ibni Mes’ud, Şeyh’ul İslam Ebu Ali et-Temimi, el-Yerbi, el-Mervezi,
el-Horasani. Büyük zahid ve alimlerdendir. Semerkand’da doğmuş sonraları yol
kesen eşkiyalardan olmuştur. Kur’an kıraatından etkilendikten sonra tevbe etmiş
ve zahidane bir hayat yaşamıştır. İlim elde etmek için Kufe’ye gitmiş oradan da
Mekke’ye gitmiştir. Talebeleri arasında Abdullah ibni Mübarek, Yahya el-Kattan,
Abd'ur Rahman ibni Mehdi, Abd'ur Rezzak, eş-Şafii ve Kuteybe ibni Sa’id gibi
seçkin şahsiyetler bulunmaktadır. Zehebi "İmam, örnek insan, muteber ve
Şeyh’ul İslam" olarak onu vasfetmiş Abdullah ibni Mübarek de şeyh hakkında
şöyle demiştir: "Fudeyl ibni İyad’dan daha hayırlı bir kimse şu yeryüzünde
yoktur." Halife Harun er-Reşid onun hakkında şunları söylemiştir:
"İmam Malik’ten daha büyük bir alim görmedim, Fudeyl’den daha takvalısını
da görmedim." Hicri 187 yılında vefat etmiştir. (Zehebi, Siyer, 8/421-441;
Zehebi, Tezkiret’ul Huffaz, 1/245-246)
Ahmed ibni Kamil
dedi ki: Hüseyin ibni Muhammed et-Taberi dedi ki: Merdeveyh es-Saiğ dedi ki:
Fudeyl’i şöyle derken işittim:"Mustecab (kabul olunacak) duam olsaydı onu
yalnız sultan için ederdim."
Ona denildi ki: Ey
Ebu Ali, bunu bize açıkla! Dedi ki:"Eğer kendim için dua etsem, (faydası)
benden başkasına ulaşmayacak. Eğer sultanın ıslahı için dua etsem, düzelir ve
onun düzelmesi ile insanlar ve ülkeler düzelir." Ebu Nu’aym (Hilyet’ul
Evliya, 8/91), Hallal, (es-Sünne, 9), İbni Asakir (Tarih Dimeşk, 48/447)
tarafından sahih senedle rivayet olunmuştur.
Bizler,
sultanların salahı (ıslah olmalar)ı için dua etmekle emrolunduk. Zulmetseler ve
haksızlık etseler de onların aleyhinde dua etmekle emrolunmadık. Zulümleri ve
haksızlıkları kendi nefislerinedir; ıslah olmaları ise hem kendi nefislerine
hem de müslümanlara(faydalı)dır.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem)’in Eşleri ve Mü’minlerin Anneleri
Ummuhat’ul
Mü’minin'den (mü’minlerin annelerinden) hiçbiri hakkında hayırdan başka bir söz
söyleme.
Rasulullah
(salllahu aleyhi ve sellem)’in eşlerinin Mü’minlerin Anneleri olarak
tanımlanması Allah (tebareke ve teala)’nın Kur’an’da bu yönde vahyetmesi ile
olmuştur:
"Nebi
(Peygamber), mü'minler için kendi nefislerinden daha evladır ve onun zevceleri
de onların anneleridir." (el-Ahzab 33/6)
Namazları Cema'at ile Kılmak
Sultanla veya
başkasıyla birlikte farz namazlarını cema'at ile kılmaya devam eden birini
gördüğünde bil ki; o Sünnet sahibidir inşallah. Sultanla (veya başkasıyla)
birlikte farz namazlarını cema'at ile kılmayı aksatan birini gördüğünde bil ki;
o heva sahibidir.
Helal ve Haram Bellidir, Kalpte
Rahatsızlağa Neden Olan Şüphedir
Helal, Helal
olduğuna şahitlik edip yemin ettiğin şeydir. Haram da bunun gibidir. Kalbinde
rahatsızlığa sebep olan şey ise şüphedir.
Nu'man ibni Beşir
(radiyallahu anh) Rasulullah (sallallahu aleyhi vesellem)’i şöyle buyururken
dinledim dedi: "Helal olan şeyler bellidir, Haram olan şeyler de bellidir.
Bu ikisinin arasında halkın bir çoğunun Helal mi Haram mı olduğunu bilmediği
şüpheli konular vardır. Şüpheli işlerden sakınanlar dinlerini ve ırzlarını
korumuş olurlar. Şüpheli şeylerden sakınmayanlar ise zamanla Harama dalıp
giderler. Aynen sürüsünü başkasına ait bir arazinin etrafında otlatan çoban
gibi ki, onların o araziye girme tehlikesi vardır. Dikkat edin! Her hükümdarın
girilmesi yasaklanmış bir arazisi vardır. Unutmayın Allah’ın yasak arazisi de
Haram kıldığı şeylerdir. Şunu iyi bilin ki, insan vücudunda bir et parçası
vardır. Eğer bu et parçası iyi olursa bütün vücut iyi olur. Eğer o bozulursa
bütün vücut bozulur. İşte bu et parçası kalptir." (Buhari; Müslim)
Durumu Kapalı Kişi ile Rezil Kişi
Arasındaki Fark
Durumu kapalı
olan, durumunun kapalılığı aşikar olandır, rezil ise günahları aşikar olandır.
İmam
el-Berbehari'nin burada ele aldığı, "Mestur (durumu kapalı olan
kişi)", insanlar için fasık olarak tanınmayan ve açıktan günah işlemeyen
kişidir. Bunun zıddı olan "Mahtuk (rezil)" ise, günahları açıktan
işleyen kişidir.
Hadis ve Sünnet Ehli’ni Eleştiren
Bid'atçidir; Bid'atçilerin Alametleri
Bir adamın
"filan Müşebbihe’dir" veya "filan Teşbih ile konuşmaktadır"
dediğini işittirsen, bunu söyleyenden şüphe et ve bil ki o bir Cehmi’dir.
Bir adamın
"filan Nasibi’dir" dediğini işittiğinde bil ki bunu söyleyen
Rafızi’dir.
Metinde, "Bir
adamın "filan Müşebbihe’dir" veya "filan Teşbih ile
konuşmaktadır" dediğini işittirsen, bunu söyleyenden şüphe et ve bil ki o
bir Cehmi’dir. Bir adamın "filan Nasibi’dir" dediğini işittiğinde bil
ki bunu söyleyen Rafızi’dir." şeklinde yeralmakta olan bu bölüm, diğer
nüshada da bulunmakla beraber takdim ve tehir sözkonusudur: "Bir adamın
"filan Nasibi’dir" dediğini işittiğinde bil ki bunu söyleyen
Rafızi’dir. Bir adamın "filan Müşebbihe’dir" veya "filan Teşbih
ile konuşmaktadır" dediğini işittirsen, bunu söyleyenden şüphe et ve bil
ki o bir Cehmi’dir."
Bir adamın "bana Tevhid’i anlat"
ve "Tevhid’i açıkla" dediğini işittiğinde bil ki bunu söyleyen Harici
ve Mu’tezili’dir.
Müellif burada
"Tevhid" demek suretiyle
Mu’tezile’nin uydurduğu "Tevhid"
inancına ve onların insanları uydurdukları "Tevhid" inancı ile sınamalarına atıf yapmaktadır.
Mu’tezile’nin beş esasından biri olan "Tevhid", Allah’ın sıfatlarının inkarına götüren sapkın bir yol
ve hakiki ”Tevhid”e muhalif bir
inançtır.
Veya "filan Mucbir (Cebri)’dir" yada
"İcbar konuşmaktadır" veya
"adalet hakkında konuşmaktadır"
bil ki bunu söyleyen Kaderi’dir
çünkü bu isimler bidat ehli tarafından uydurulmuş isimlerdir.
İmam Ahmed ibni
Sinan el-Kattan şöyle der: “Dünyada ne
kadar bid’atçi varsa, mutlaka Hadis Ehli'ne buğzeder. Çünkü adam bid’at ortaya
koydu mu kalbinden hadisin lezzeti sökülüp, alınır.” (Nevevi, et-Tezkire)
Muhammed ibni
Sirin şöyle demektedir: “Bir bid’at
ortaya koyup da Sünnet'e başvuran kimse yoktur.” (Müslim, Sahih-i Müslim
Mukaddime)
Ehli Sünnet her
iki açıdan aşırılığa kaçan Heva ve Bid'at Ehli’nin aksine orta yolu tutmuştur.
Bundan dolayıdır ki, bütün bid'atçi ve sapıkların eleştirisine maruz kalmıştır.
Hariciler ve Mu’tezile, Ehli Sünnet’i Mürci olmakla, Mürcie ise Harici olmakla
itham etmiştir. Bunun gibi, Nasibiler Rafızilik ile, Rafıziler ise Nasıbi olmak
ve Ehli Beyt düşmanlığı ile itham etmiştir. Kaderiye mensubları Ehli Sünnet’i
Cebriyelik ile, Cebriye mensubları ise Kaderi olmakla itham etmişlerdir.
Cehmiyye ise Müşebbihe olmakla, Teşbih Ehli olmakla itham etmiştir.
"Ebu Muhammed
(İbni Ebi Hatim) şöyle dedi: Ben babamı (Ebu Hatim Muhammed İbni İdris er-Razi)
şöyle derken işittim: Bid’atçilerin alameti, Ehl’ul Eser'e (Ehl’ul Hadis’e)
iftira atmalarıdır. Zenadika’nın (Zındıkların) alameti: Ehli Sünnet’i,
rivayetleri geçersiz saymak istediklerinden dolayı “Haşviyye (değeri bulunmayan
kimse)“ olarak adlandırmalarıdır. Cehmiyye’nin alameti: Ehli Sünnet’i
“Müşebbihe (Allah’ı mahlukata benzeten)“ olarak adlandırmalarıdır.
Kaderiyye’nin alameti: Ehl-i Eser’i “Mücebbire (Cebriyye)“ olarak
adlandırmalarıdır. Mürci’e’nin alameti: Ehl-i Sünnet’i “Muhalife (muhalefet
edenler)“ ve “Noksaniye (noksancılar yani imanda eksilmeyi kabul edenler)“
olarak adlandırmalarıdır. Rafıziler’in alameti: Ehli Sünnet’i “Nasibi (Ehli
Beyt’e dil uzatanlar)“ olarak adlandırmalarıdır. Ehli Sünnet için bir tek isim
“(Ehli Sünnet ve2l Cema'at)“ vardır ve Ehli Sünnet’in bu sayılan isimlerle bir
ilişkisinin olması imkansızdır." (İmam Ebu Hatim el-Hanzali er-Razi,
Asl’us Sünneti ve İ’tikad’ud Din; Ebu’l Kasım Hibetullah el-Lalekai, Şerhu
Usul’i İ’tikadi Ehl’is Sünneti ve’l Cema'at, 1/198-204 321-323)
Abdullah ibni
Mübarek8 der ki: "Kufe Ehli’nden "Rafızilik" ile alakalı alakalı
hiç birşey (Asar-Hadis) alma! Şam Ehli’nden kılıçla alakalı hiç birşey alma!
Basra Ehli’nden "Kader" ile alakalı hiç birşey alma! Horasan
Ehli’nden ise "İrca" ile alakalı hiç birşey alma! Mekke Ehli’nden ise
"Sarf" hakkında hiç birşey alma! Medine Ehli’nden ise
"Nağme" hakkında hiç birşey alma! Bu işlerde onlardan hiç birşey
alma."
Zühd ve Takva
Ehli’nden olan Abdullah ibni Mübarek ibni Vadih el-Hanzali et-Temimi Ebu Abd’ir
Rahman el-Mervezi, Ehli Sünnet ve’l Cema'atin büyük imamlarındandır. Hadis,
fıkıh ve zühdü kendisinde toplanmıştı. Zamanının imamı idi. H118 yılında doğmuş
ve H181 yılında vefat etmiştir. Buhari’de ikiyüzotuzsekiz, Müslim’de kırkaltı
hadisi vardır. Şu’be, Evzai, İbni Cureyc, İmam Malik, Leys ve daha birçok şeyhi
vardır. Talebeleri ve kendisinden hadis rivayet edenler arasında Süfyan
es-Sevri, Ma’mer, Süfyan ibni Uyeyne, Fudeyl ibni İyad, Yahya ibni Ma’in, İbni
Şeybe bulunmaktadır.
İmam Abdullah
el-Mübarek şöyle demiştir: “Allahım! Bid’at sahibi bir kimsenin bana iyilik
yapmasına ve bunun sonucunda kalbimin ona sevgi beslemesine imkan verme!..”
(el-Lalekai, Şerhu Usuli İ’tikadi Ehl’is Sünneti ve’l Cema'at; İbni Batta,
el-İbane)
Emir'ul Mü'minin
Abdullah ibni Mübarek hakkında geniş bilgi için aşağıdaki eserlere müracaat
edilebilir:
Zehebi, Siyer
A’lem'un Nubela, 8/378-421; Lisan el-Mizan’ın üçüncü cildi; Zehebi, Tezkiret’ul
Huffaz, 1/274-279; Zehebi, el-İber fi Ahbar men Ğabar; Tabakat’ul Huffaz,
117-118; Tehzib'ul Tehzib, 5/386; İbni Hacer, Takrib'ul Tehzib, 320; İbni
Kesir, el-Bidaye ve’n Nihaye, cilt 10, Hicretin Yüzseksenbirinci Senesinde
Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler; Kadı İyad, Tertib'ul Medarik; Nevevi, Tezhib'ul
Esma Lugat; Hatib el-Bağdadi, Tarih'ul Bağdad, 10/154; İbn'ul Cevzi, Sıfat’us
Safve, 695; İbni Kuteybe, el-Maarif, 223; Buhari, et-Tarih'ul Kebir, 5/212;
İbn'ul İmad, Şezerat'uz Zeheb, 1/295-297; İbn’ul Halikan, Vefayat'ul Ayan;
Bağdadi, el-Kifaye, 76; İbn’ul Sem’ani, Adab'ul İmla ve’l İstimla; Ebu Nu’aym,
Hiyet’ul Evliya
Abdullah ibni
Mübarek’in bu şekilde şehirleri, ehlini ve onlardan alınmayacak hususları
listelemesinin sebebi, bu fitnelerin mevzubahis şehirlerde ortaya çıkması
ve/veya yagın olması sebebiyledir. Rafızilik fitnesi Kufe’de, Kader fitnesi
Basra’da, İrca fitnesi Horasan’da yaygınlaşmıştı. Mekke’ye dünyanın her
yanından tacirler geldiği için Mekke Ehli para işlerinde gevşeklik
göstermekteydiler. Medine Ehli ise rivayetlere göre nağmeye izin
vermekteydiler.
"(İmam
Ahmed’in oğlu) Abdullah diyor ki: Bir defasında babam şöyle dedi: Ben, Yahya
el-Kattan'ın şöyle dediğini duydum: Bir kimse, bütün mezheplerin ruhsatını
kendisinde toplamaya, kalkışıp: Kufelilerin nebiz içilmesi hakkındaki
ruhsatını, Medinelilerin şarkı ve çalgı hakkındaki ruhsatını, Mekkelilerin
Mut'a Nikahı ile ilgili müsadesini alıp bunlarla amel etmeye kalksa, elbette ki
fasık olur." (İbni Kayyım, İğasat’ul Lehafan, 1/229)
Ebu Hureyre
(radiyallahu anh)’a, Enes ibni Malik (radiyallahu anh)’a ve Useyd ibni Hudeyr
(radiyallahu anh)’a Sevgi Beslemek
Bir adamın Ebu
Hureyre (radiyallahu anh)’ı, Enes bin Malik (radiyallahu anh)’ı ve Useyd bin
Hudeyr (radiyallahu anh)’ı sevdiğini görürsen bil ki bu adam Sünnet sahibidir
inşallah.
Selef İmamları'na Sevgi Beslemek
Bir adamın; Eyyub,
İbni Avn, Yunus ibni Ubeyd, Abdullah ibni İdris el-Evdi, eş-Şabi, Malik ibni
Miğvel, Yezid ibni Zürey, Mu'az ibni Mu'az, Vehb ibni Cerir, Hammad ibni
Seleme, Hammad ibni Zeyd, Malik ibni Enes, Evzai ve Zaide ibni Kudame’yi
sevdiğini görürsen bil ki o Sünnet sahibidir.
Eğer bir adamın
Haccac ibn'ul Minhal, Ahmed ibni Hanbel, Ahmed ibni Nasr’ı sevdiğini görürsen
bil ki, Sünnet sahibidir inşallah; eğer o, onları hayırla yad ediyor ve onların
dediklerini söylüyorsa.
Eyyub ibni Ebi
Temime es-Sahtiyani H66 yahut H68 yılında doğmuş takva ehli muteber bir
alimdir. Nafi’den nakletmiştir. Kütübi Sitte’de yer alan bütün kitaplarda
hadisleri vardır. Buhari’de ikiyüzotuzüç Müslim’de ikiyüziki adet hadisi yer
almıştır. Nafi, Ata, İkrime, Amr ibni Dinar gibi şeyhleri vardır. Kendisinden
nakleden talebeleri arasında A’meş, Katade, şeyhi Hammad ibni Seleme, Hammad
ibni Zeyd, Süfyan es-Sevri, Süfyan ibni Uyeyne, Şu’be, İmam Malik, İbni İshak
ve İbni Aliye gibi meşhur şahsiyetler ve güzide imamlar vardır. İmam Malik onun
hakkında şöyle demiştir: "Kimden hadis rivayet ederseniz edin Eyyub ondan
daha sikadır (güvenilirdir)." Şu’be der ki: "O fakihlerin
lideriydi." İbni Uyeyne der ki: "Onun gibisini görmedim." H131
yılında vefat etmiştir. (Ebu Nu’aym, Hilyet’ul Evliya, 3/3; Zehebi, Siyer
el-A’lem'un Nubela, 2/38; 6/15-26; Zehebi, Tezkiret’ul Huffaz, 1/364; İbni
Hacer, Tehzib’ut Tehzib, 1/397; İbni Hacer, Takrib'ul Tehzib, 117; İbni İmad,
Şezerat’uz Zeheb, 1/181)
Ebu Osman
es-Sabuni (Akidet’us Selef ve Ashab’il Hadis) de bu sözün bir benzerini
söylemiş ve Eyyub es-Sahtiyani’nin imtihan vesilesi olduğunu, onu sevenlerin
Sünnet sahibi ondan nefret edenlerin ise Bid'at sahibi olduklarını
bildirmiştir.
Abdullah ibni Avn,
Basra Ehli’nin şeyhi ve alimidir. Takva ehlinden büyük bir zattır. Buhari’de ve
Müslim’de kırkbeşer hadisi vardır. Şeyhleri arasında İbni Sirin, İbrahim
en-Nehai, Hasan el-Basri, Şa’bi, Ebu Bekre, Sa’id ibni Cu'beyir ve Nafi gibi
değerli ilim adamları vardır. Kendisinden hadis nakledenler arasında da A’meş,
Süfyan es-Sevri, Şu’be, Yahya ibni Sa’id, Abdullah ibni Mübarek, Veki, İbni
Aliye, Yezid ibni Harun gibi mühim şahsiyetler bulunmaktadır. İbni Mehdi onun
hakkında şöyle der: "Irak’da Sünnet’i İbni Avn’dan daha çok bilen kimse
yoktur." H150 yılında vefat etti. (Zehebi, Siyer A’lem'un Nubela,
6/364-375; İbni Hacer, Takrib'ul Tehzib, 317)
Abd’ur Rahman ibni
Mehdi (Laleka’i, Şerh Usul’il İ’tikad, 1/62 41; İbni Asakir, Tarih Dimeşk,
7/128) ve Ebu Osman es-Sabuni (Akidet’us Selef ve Ashab’il Hadis) de bu sözün
bir benzerini söylemiş ve İbni Avn’ın imtihan vesilesi olduğunu, onu sevenlerin
Sünnet sahibi ondan nefret edenlerin ise Bid'at sahibi olduklarını
bildirmiştir.
Yunus ibni Ubeyd
Ebu Abdullah, büyük bir imam ve hafızdı. H139 yılında vefat etmiştir. İbni
Kesir şöyle demiştir: "Bu senede (...) Yunus ibni Ubeyd vefat
ettiler. Yunus, abidlerden biri olup Hasan Basri'nin arkadaşıydı."
(el-Bidaye ve’n Nihaye, Hicri yüzotuzdokuzuncu yıl; İbni Hacer, Takrib'ul
Tehzib, 613; İbn’ul Cevzi, Sıfat’us Safve, 531)
Ebu Osman
es-Sabuni (Akidet’us Selef ve Ashab’il Hadis) de bu sözün bir benzerini
söylemiş ve Yunus ibni Ubeyd’in imtihan vesilesi olduğunu, onu sevenlerin
Sünnet sahibi olduklarını bildirmiştir.
Abdullah ibni
İdris el-Evdi Ebu Muhammed el-Kufi büyük hafız ve abid bir zattır. Buhari’de
sekiz, Müslim’de ellibeş hadisi vardır. Şeyhleri arasında muteber hadis alimi
babası İdris ibni Yezid, A’meş, İbni Cureyc, Hişam ibni Urve, İbni İshak, İmam
Malik, Şu’be, Leys, Yahya ibni Sa’id gibi çok sayıda alim vardır. Aralarında
aynı zamanda şeyhlerinden biri olan büyük alim İmam Malik, Abdullah ibni
Mübarek, Ahmed ibni Hanbel, Yahya ibni Ma’in, İshak ibni Rehava, Ebu Şeybe, Ebu
Kureyb’in bulunduğu imamlar cema'ati de ondan hadis rivayet etmişlerdir. Ebu
Hatim onun hakkında dedi ki: "O, Müslümanların imamlarından bir imamdır,
hüccettir." İbni Kesir anlatıyor: "Abdullah ibni İdris can çekişirken
kızı ağladı. Kızına şöyle dedi: Ne diye ağlıyorsun kızım? Bu evde dörtbin hatim
yapılmıştır." (İbni Kesir, el-Bidaye ve’n Nihaye, Hicretin Yüzdoksanikinci
Senesinde Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler) H192 yılında vefat etti. (İbni Hacer,
Takrib'ul Tehzib, 295; Siyer A’lem'un Nubela, 9/42-48; İbn’ul Cevzi, Sıfat’us
Safve, 452)
Amir ibni Şerahil
eş-Şa'bi el-Kufi muteber, hafız ve müftüydü. Ali ibni Ebu Talib (radiyallahu
anh), Sa’d ibni Ebi Vakkas (radiyallahu anh), Zeyd ibni Sabit (radiyallahu
anh), Sa’d ibni Ubade (radiyallahu anh), Ubade ibn'us Samit (radiyallahu anh),
Ebu Musa el-Eşari (radiyallahu anh), Ebu Hureyre (radiyallahu anh), Muğire ibni
Şu’be (radiyallahu anh), Cerir ibni Abdillah (radiyallahu anh), Bera ibni Azib
(radiyallahu anh), Mu’aviye (radiyallahu anh), Hüseyin ibni Ali (radiyallahu
anhuma ecmain), Zeyd ibni Erkam (radiyallahu anh), İbni Abbas (radiyallahu
anhuma ecmain), İbni Ömer (radiyallahu anhuma ecmain), Abdullah ibni Zubeyir
(radiyallahu anhuma ecmain), Adi ibni Hatim (radiyallahu anh), Ebu Sa’id
el-Hudri (radiyallahu anh), Enes ibni Malik (radiyallahu anh), Aişe bint Ebi
Bekir (radiyallahu anha), Ummu Seleme (radiyallahu anha), Meymune bint'ul Haris
(radiyallahu anha), Fatima bint Kays (radiyallahu anha)’nın aralarında
bulunduğu bir grup sahabe ile karşılaşmış ve onlardan ilim almıştır. Yaklaşık
olarak yüzelli sahabeden hadis nakletmiştir. Buhari’de ve Müslim’de yüzellişer
hadisi bulunmaktadır. (Siyer A’lem'un Nubela, 4/294-319; İbni Hacer, Takrib'ul
Tehzib, 287; 708; İbn’ul Cevzi, Sıfat’us Safve, 410)
İbni Kesir şöyle
demiştir: "Küfe halkının en alimiydi. İmam ve nafizdi. Çok çeşitli
ilimlerden haberdardı. (...) Ebu Miclez; Şa'bi'den daha fakih birini görmedim
demiştir. (...) Amir, şöyle demişti: İlim, vücuttaki kıllar sayısından daha
çoktur. Sen her ilimden en güzelini al ve öğren." (İbni Kesir, el-Bidaye
ve’n Nihaye, Hicretin Yüzdördüncü Senesinde Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler)
Ebu Osman
es-Sabuni (Akidet’us Selef ve Ashab’il Hadis) de bu sözün bir benzerini
söylemiş ve eş-Şa'bi’nin imtihan vesilesi olduğunu, onu sevenlerin Sünnet
sahibi olduklarını bildirmiştir.
Malik ibni Miğvel
el-Becali el-Kufi çok hadis rivayet eden, itibarlı ve hüccet kabul edilen bir alimdi.
İbni Receb el-Hanbeli şöyle der: "Malik ibni Miğvel yalnız otururken
birisi ona: Yalnızlık hissetmiyor musun? diye sorunca o şöyle cevap vermiş:
Allah ile olan yalnızlık hisseder mi?" (Camiu'l Ulum ve'l Hikem) H159
yılında vefat etmiştir.
Abd’ur Rahman ibni
Mehdi de bu sözün bir benzerini söylemiş ve Malik ibni Miğvel’in imtihan
vesilesi olduğunu, onu sevenlerin Sünnet sahibi ondan nefret edenlerin ise
Bid'at sahibi olduklarını bildirmiştir. (Laleka’i, Şerh Usul’il İ’tikad, 41;
İbni Asakir, Tarih Dimeşk, 7/128)
Yezid ibni Zürey
Ebu Mu’aviye, İmam Ahmed’in hadisde şeyhidir. İtibarlı, abid ve alim biriydi.
Kütübi Sitte müellifleri tarafından hadisleri rivayet edilmiştir. Etbau Tabiin
neslinin en meşhur ve Basra’nın en güvenilir ravilerindendir. (Tehzib'ul
Tehzib, 11/325-328) Meşhur muhaddis Ali ibn'ul Medini'ye göre bütün raviler
içerisinde tashiften kurtulabilen dört raviden birisi de Yezid ibni Zürey’dir.
(İbni Receb, Şerhu İlel, 1/161) Ali ibn'ul Medini'nin meşayıhından Nasr
ibni Ali diyor ki: "Rüyamda Yezid ibni Zürey'i gördüm: Allah sana nasıl
muamele etti? diye sordum. Cennet'e koydu dedi. Neden deyince de çok namazım
yüzünden diye cevap verdi." (Zehebi, es-Siyer A’lem'un Nubela, 8/297) H182
yılında vefat etmiştir.
Mu'az ibni Mu'az
Ebu’l Musenna el-Anberi el-Basri hadis rivayetinde, hıfzında ve sıdkında en üst
mertebeye sahip zatlardan biriydi. Buhari sekiz, Müslim yüzellisekiz hadisini
rivayet etmiştir. Şeyhleri arasında Abdullah ibni Avn ibni Artaban, Alkeme,
Şu’be ve daha çok sayıda muteber ilim adamı vardır. Ahmed ibni Hanbel, Zuheyr
ibni Harb, Yahya ibni Ma’in, Ali el-Medini, Kuteybe gibi kimseler ondan
nakletmiştir. H196 yılında vefat etmiştir. (Siyer A’lem'un Nubela, 9/54-57;
İbni Hacer, Takrib'ul Tehzib, 536)
Vehb bin Cerir bin
Hazim Ebu’l-Abbas el-Cehdami muteber bir alimdir. Buhari’nin Sahih’inde 26,
Müslim’in Sahih’inde ise 33 hadisi yer bulmuştur. Ahmed ibni Hanbel, Ali bin
el-Medini, Yahya bin Ma'in, İshak bin Rahevay, Zuheyr bin Harb talebeleri
arasında bulunmaktadır. H206 yılında vefat etmiştir. (Siyer A’lem en-Nubela,
9/442-445; Lisan el-Mizan; Tehdib el-Tehzib; İbni Hacer, Takrib el-Tehzib, 585)
Hammad ibni Seleme
ibni Dinar Ebu Seleme el-Basri büyük hafızlardandır. Basra Ehli’nin şeyhi ve
lideridir. Zehebi onun dilde, fıkıhta ve aynı zamanda hadiste imam olduğunu
söyler. (Siyer A’lem'un Nubela, 2/222) Buhari’de bir, Müslim’in Sahih’inde
seksenaltı hadisi bulunmaktadır. Süfyan es-Sevri, İbni Cureyc, Şu’be ibn'ul
Haccac, Abdullah ibni Mübarek, Abd’ur Rahman ibni Mehdi talebeleri arasındadır
ve ondan hadis nakletmişlerdir.
Onun hakkında çok
meşhur olarak anlatılan şu sözleri ne kadar da güzeldir: Birgün Süfyan
es-Sevri, Hammad’a: Ey Hammad! Acaba Allah Te'ala bizi affeder mi? deyince,
Hammad: Ya Süfyan! Kıyamet Günü hesabımın anne ve babama veya Allah’a verilmesi
için, muhayyer edilirsem, Vallahi ben anne-babama hesap vermekten Allah’a hesap
vermeği tercih ederim. Zira bilirim ki, Allah bana, anne ve babamdan daha çok
merhamet eder, affeder. H166 yılında vefat etmiştir. Biyografisine şu kaynaklardan
ulaşılabilir: Ebu Nu'aym, Hilyet’ul Evliya, 6/249; Zehebi, Siyer A’lem'un
Nubela, 2/22; 7/444-456; İbni Sa’d, Tabakat, 7/282; İbni Hacer, Tehzib’ut
Tehzib, 3/11; İbni Hacer, Takrib'ul Tehzib, 178
Ebu Osman
es-Sabuni (Akidet’us Selef ve Ashab’il Hadis) de bu sözün bir benzerini
söylemiş ve Hammad ibni Seleme’nin imtihan vesilesi olduğunu, onu sevenlerin
Sünnet sahibi olduklarını bildirmiştir.
Hammad ibni Zeyd
ibni Dirhem Ebu İsmail Basra Ehli’nin imamı ve müftüsüdür. Takva ve din
ehlindendir. Eyyub es-Sahtiyani, Tavus, Ata şeyhleri arasında, Süfyan es-Sevri,
Abdullah İbni Mübarek, Süfyan ibni Uyeyne, Abd’ur Rahman ibni Mehdi, Ali ibn'ul
Medini, Kuteybe ibni Sa’id ve Veki ibn'ul Cerrah ise talebeleri arasında
bulunmaktadır. Sahih Buhari’de ikiyüziki, Müslim’de ikiyüzyirmialtı hadisi
bulunmaktadır. İbni Kesir’in de el-Bidaye’de belirttiği üzere H179 yılında
vefat etmiştir. (Buhari, Tarih'ul Kebir, 3/25; İbni Ebi Hatim, el-Cerh ve’l
Tadil, 3/137; İbni Cezeri, Gayet'un Nihaye, 1/233; Mizzi, Tehzib'ul Kemal,
7/240-245; Zehebi, Siyer A’lem'un Nubela, 7/456-466; İbni Hacer, Takrib'ul
Tehzib, 178)
Abd’ur Rahman ibni
Mehdi (Laleka’i, Şerh Usul’il İ’tikad, 41; İbni Asakir, Tarih Dimeşk, 7/128) ve
Ebu Osman es-Sabuni (Akidet’us Selef ve Ashab’il Hadis) de bu sözün bir
benzerini söylemiş ve Hammad ibni Zeyd’in imtihan vesilesi olduğunu, onu
sevenlerin Sünnet sahibi ondan nefret edenlerin ise Bid'at sahibi olduklarını
bildirmiştir.
Abd’ur Rahman ibni
Amr Ebu Amr el-Evzai, Şam Ehli’nin fakihi, imamı ve kendi döneminin
allamesiydi. Mutlak Müctehid konumundaydı. Mezhebi ona nispetle Evzaiyye olarak
adlandırılmıştı. 220 yıl kadar mezhebi ile amel edilmiş daha sonraları
Endülüs’te Maliki Mezhebi, Şam’da ise Şafii Mezhebi yerini almıştır. İlim elde
etmek için birçok şehre gitmiştir. Şeyhleri arasında Mekhul, Dahhak bin Abd’ur
Rahman, Ata, Katade, Muhammed Bakır, Muhammed ibni Münkedir, Abdullah ibni
Lehia ayrıca kendilerinden hadis dinlediği Zühri, İbni Sirin, Nafi, Rebia gibi
çok sayıda alim bulunmaktadır. Talebeleri ve aralarında şeyhlerinin de
bulunduğu kendisinden hadis nakleden alimler şunlardır: Zühri, Yahya ibni
Kesir, Katade, Malik ibni Enes, Şu’be, Abdullah ibni Mübarek, Yahya ibni Sa’id
el-Kattan. Buhari’de altmışbeş Müslim’de elliyedi hadisi bulunmaktadır.
İmam Evzai dedi
ki: "Selefin eserlerine sarıl,
insanlar seni yadırgasalar da böyle yap. Süslü püslü de olsa başkalarının
sözünden uzak dur. Çünkü iş açığa çıktığında sen doğru yolda kalmış olursun."
Yine şöyle
demişti: "Sünnet üzere olmaya
sabret, alimin durduğu yerde sen de dur, onların dediklerini sen de söyle,
onların uzak durduğu şeyden sen de uzak dur, onların yetindikleri şeyle sen de
yetin."
Evzai şöyle
demişti: "İlim, Muhammed
(sallallahu aleyhi ve sellem)'in ashabından gelen şeydir, onlardan gelmeyen şey
ilim değildir."
Bakıyye ibni Velid
şöyle demiştir: "Biz insanları
Evzai ile sınardık. Onun hakkında hayırlı söz söyleyeni Sünnet’e bağlı olduğuna
hükmederdik."
H157 yılında vefat
etmiştir. (Zehebi, Siyer Siyer el-A’lem'un Nubela, 3/320; 7/107-134; Tezkiret’ul
Huffaz, 1/178; İbni Halikan, Vefeyat’ul Ayan, 127; Ebu Nu’aym, Hilyet’ul
Evliya, 6/135; İbni İmad, Şezerat’uz Zeheb, 2/241; İbni Nedim, Fihrist, 227;
İbni Hacer, Tehzib’ut Tehzib, 6/238; İbni Hacer, Takrib'ul Tehzib, 347; 660;
705; İbni Kesir, el-Bidaye ve’n Nihaye, Hicretin Yüzelliyedinci Senesi, İmam
Evzai'nin Biyografisi)
Ebu Zur’a er-Razi
(Kadı Ebu Ya’la, Tabakat’ul Hanebila, 1/199-200), Abd’ur Rahman ibni Mehdi
(Laleka’i, Şerh Usul’il İ’tikad, 1/62 41; İbni Asakir, Tarih Dimeşk, 7/128;
Razi, el-Cerh ve’t Tadil, 1/217) ve Evzai’nin talebelerinden Bakiye ibn’ul
Velid (İbni Hacer, Tehzib’ut Tehzib, 6/218) ve Ebu Osman es-Sabuni (Akidet’us
Selef ve Ashab’il Hadis) de müellifin kullandığı ifadeyi dile getirip bu sözün
bir benzerini söylemiş ve İmam Evza’i’nin imtihan vesilesi olduğunu, onu
sevenlerin Sünnet sahibi ondan nefret edenlerin ise Bid'at sahibi olduklarını
bildirmiştir.
Heva Ehli İle Oturmamak
Eğer bir adamı
heva ehlinden bir adamla otururken görürsen, onu uyar ve ona bunu (ehli heva
ile oturulmayacağını) öğret. Öğrendikten sonra sonra o adamla oturmaya devam
ederse ondan sakın (kork), bil ki o adam heva sahibidir.
Burada, ‘Heva
Ehli’ ile ‘Heva Sahibi’; ‘Bid'at Ehli’ ile ‘Bid'at Sahibi’ şeklinde
tanımlamalar kullanmakta ve her ikisi arasında fark olduğuna işaret etmektedir.
Bu, aynı zamanda onun adaletinin de bir emaresidir. Heva yahut bid'at ehli olan
kişi, üzerinde olduğu yolu bilen, kendisine hüccet ulaşmış ve kendisi sapmış
başkalarını da sapkınlığına davet eden kimsedir. Heva yahut bid'at sahibi ise
bunun aksine; Ehli Sünnet’ten olmasına karşın bir veya birkaç meselede sapmış,
kendisine bu tip hususlarda hüccet ulaşmamış, başkalarını bu sapkınlığına davet
etmeyen yahut bu sapkınlığın davetçisi olmayan, Sünnet üzere olmasına rağmen
sapkınlıktan emareler barındıran kişidir.
Asar’ı Reddedip, Kur’an’ı İsteyen
Zındıklıktan Pay Sahibidir
Eğer bir adama
asar verildiğini ve onun onları (asarı) istemediğini, Kur’an’ı istediğini
duyarsan hiç şüphe etmeki, o adam zındıklığı üzerinde taşıyan bir adamdır. Kalk
onun yanından ve onu terk et!
Küfürde İleri Gidenler: Rafıziler,
Mu’tezile ve Cehmiyye
Bil ki; hevanın
(bid'atlerin) hepsi pistir ve hepsi kılıcı çağırır. Onların arasında en pis ve
küfür olanı: Rafıziler, Mu’tezile ve Cehmiyye’dir. Çünkü onlar (insanların)
ta’tile ve zındıklığa düşmesini isterler.
Ashab Hakkında Kötü Konuşan
Bil ki; bir adam
Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin Ashab’ından herhangi biri hakkında kötü
konuşursa; o yalnız Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin hakkında (kötü konuşmak)
istemiştir ve Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’e kabrinde eziyet
etmiştir.
Metinde yeralan:
"Bil ki; bir adam Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin Ashab’ından
herhangi biri hakkında kötü konuşursa..." cümlesi diğer nüshada az bir
farkla şu şekilde geçmektedir: "Bil ki; bir adam Rasulullah sallallahu
aleyhi ve sellemin Ashab’ından herhangi biri hakkında kötü konuşursa..."
Bid'atini Gördüğün Kişiye Karşı İhtiyatlı
Olmak
Eğer bir insandan
bid'at olan birşey görürsen, ona karşı ihtiyatlı ol çünkü sana gizli kalanlar
şüphesiz ki, sana zahirde görünenlerden çoktur.
Eğer Ehli
Sünnet’ten bir adamın tuttuğu yol ve mezhebin kötü olduğunu, fasık ve facir,
günah sahibi, dalalet üzere4 olduğunu görürsen ve o, (bu hali ile hala) Sünnet
üzere ve ashabından ise5, onunla otur çünkü onun masiyetleri sana zarar vermez.
Eğer heva
sahibi müctehid (bir adamı) görürsen
–onu, kendisini ibadete hasretmiş olarak görmüş olsan bile- onunla oturma, onun
yanında durma, onun kelamını (sözünü) dinleme ve onunla bir yolda gitme! Çünkü
ben onun yolunu değiştiremeyeceğinden ve neticede (senin de) onunla birlikte
helak olmayacağından emin değilim!..
Diğer nüshada ise
Mu’tezile önderlerinden Ebu Osman Amr ibni Ubeyd el-Basri’nin ismi geçmektedir.
Dolayısı ile
metinde yeralan: "(Oğlu) dediki: Filanın yanından..." ifadesi diğer
nüshada: "(Oğlu) dediki: Amr ibni Ubeyd'in yanından..." şeklinde
geömektedir.
Amr ibni Ubeyd
(143H) Basra Mu'tezililerindendir ve aynı zamanda Vasıl ibni Ata (131H) ile
birlikte Mu’tezile Mezhebi kurucularındandır. Mu'tezilenin Amriyye fırkasının
kurucusu olarak kabul edilmektedir. Vasıl ibni Ata, Hasan el-Basri’den
ayrıldığında Amr ibni Ubeyd de onunla birlikte ayrılır. (Şehristani, el-Milel
ve’n Nihal, 1/48; Bağdadi, el-Fark beyn'el Firak 101-104) Cahız (255H), Ebu
Huzeyl el-Allaf (235H), Sümame İbn’ul Eşras ve diğer Mu’tezili önderleri gibi
Amr ibni Ubeyd de hadisle alay etmiş ve açıktan reddetmiştir. Halife Mansur ile
çok sıkı bir dostlukları vardı. O kadar ki, Amr ibni Ubeyd’in ölümü üzerine
Halife Mansur onun adına bir ağıt yakmıştır. Halife Mansur, kendi statüsünden
daha aşağıda olan biri için ağıt yakan ilk halife olmuştur. (İbni Halikan,
Vefayat; İbni Kuteybe, Kitab’ul Me’arif)
Hafız Ebu Bekir
onun Allah’ın düşmanlarında biri olduğunu söylemiştir. (Heysemi, Mecma’uz
Zevaid, 4/288) Ebu Hanife, kendisine cisimler ve arazlar hakkındaki sözden
sorulduğunda cevaben şöyle demiştir: "Allah, Amr ibni Ubeyd’e lanet etsin
ki, bunun hakkında insanlara ilk defa o söz açtı." (Fıkhı Ekber Şerhi, 99)
İbni Kuteybe’de onun Tabiin uluları hakkında kötü sözlerini nakledip onların
"pis ve murdar" olduğunu söylediğini belirtir, ayrıca onun
ahmaklıklarına dair bazı nakillerde bulunmaktadır ki bunlardan birinde Amr,
Allah ile arasında temsili bir konuşmadan bahsederek der ki: "Ben Kıyamet
Günü getirilirim ve Allah’ın huzurunda durdurulurum. (Allah) bana: Niçin katil
cehennemdedir? dedin der. Ben de: Ey Rabbim bu (nun böyle olduğu)nu Sen
söyledin derim, ve "Kim bir mü'mini kasden öldürürse, onun cezası içinde
devamlı kalmak üzere Cehennem'dir." ayetini okur. (İbni Kuteybe, Te'vilu
Muhtelif’ul Hadis)
Yunus ibni Ubeyd
(rahimehullah) oğlunu heva sahibi bir adamın yanından çıkarken gördü ve ona
şöyle dedi:
"Ey oğul
nereden geliyorsun? (Oğlu) dediki: Filanın yanından. Dedi ki: Ey oğul senin bir
hünsa’nın evinden çıktığını görmem benim için filanın evinden çıktığını
görmemden daha sevimlidir. Ey oğul; Allah’ın huzuruna zinakar, hırsız, fasık,
hain olarak çıkman benim için O’nun huzuruna heva ehlinden falanın ve filanın
kavli (i’tikadı) üzere çıkmandan daha sevimlidir!.."
Görmezmisin Yunus
ibni Ubeyd10 , hünsanın oğlunu dininden çıkarmayacağını, bid'at sahibinin ise
onu kafir edene kadar (dininden) azdırıp-saptıracağını biliyordu!..
Metinde yeralan:
"Görmezmisin Yunus ibni Ubeyd, hünsanın oğlunu dininden
çıkarmayacağını..." ifadesi diğer nüshada az bir farklılıkla şöyle
geçmektedir: "Bilmezmisin Yunus, hünsanın oğlunu dininden
çıkarmayacağını..."
Kendi Zamanının İnsanlarına Çok Dikkat Et!
Kendi zamanının
insanlarına –özellikle- çok çok dikkat et! Kiminle oturduğuna, kimi
dinlediğine, kiminle arkadaşlık ettiğine bak! İnsanlar -onlardan Allah’ın
koruduğu kimseler müstesna- sanki riddet içerisindeler!..
Mu’tezile’nin Önderleri ve Onları Hayır
ile Yad edenlerden Sakın!
Bir adamın İbni
Ebi Du’ad’ı, Bişr el-Merisi’yi, Sümame’yi veya Eb’ul Huzeyl’i veya el-Futi’yi
veya onlara tabi olanlardan birini veya taraftarlarından birini (güzel
sözlerle) yad ettiğini işitirsen ondan sakın çünkü o, bid'at sahibidir. Çünkü
bu kişiler, riddet üzerindeler ve onları hayır ile yad eden adamı (da) terk et!
Onlardan birini (hayır ile) yad eden (de) onlarla aynı yoldadır (aynı
seviyededir).
Ahmed ibn'ul Ferec
ibni Ebi Du’ad el-İyadi el-Mu'tezili (240H) Dalalet imamlarındandır. Halk’ul
Kur’an Fitne’si döneminde baş kadılık görevini üstlenmiş ve alimlerin imtihan
edilmeleri işini yönetmiştir. Mihne ve işkencelerin baş sorumlularından
biridir. Hatib dedi ki: Sultan onu, Kur'an'ın mahluk olduğu ve Allah'ın
ahirette görülmeyeceği hususunda insanları imtihan etmekle görevlendirdi."
Hicretin
ikiyüzotuzyedinci senesinin Safer ayında halife Mütevekkil, mazlumların
davalarına bakan Mu'tezile mezhebine mensub Kadı İbni Ebi Duad'a gazaplandı.
Onu bu görevden azletti. Bu senenin Rebiyülevvel ayında halife Mütevekkil, Kadı
İbni Ebi Duad'ın mallarına el konulmasını emretti. Kadı İbni Ebi Duad, felç
olmuştu. Sonra ailesi horlanarak Samarra'dan Bağdat'a sürgün edildi. Allah, onu
ölümünden dört yıl önce bu felç illetine mübtela kıldı." (İbni Kesir,
el-Bidaye ve’n Nihaye, Hicretin İkiyüzotuzbirinci Senesi; Zehebi, Siyer
A’lem'un Nubela, 11/166-169; İbni Hacer, Takrib'ul Tehzib, 85)
İbni Kesir’in
naklettiğine göre: Halife Mütevekkil, Ahmed ibni Nasr'ın öldürülmesi olayını
soruşturmaya başlamış ve Kadı Ahmed ibni Ebi Du’ad huzura girdiğinde ona
meseleyi sormuş Ebi Du’ad da şu cevabı vermiş: "Eğer Vasık onu kafir
olarak öldürmemişse Allah beni felç etsin! Mütevekkil diyor ki: Kadı İbn Ebi
Du’ad'a gelince, Allah Te'ala, onu kendi cildine hapsetti. Yani onu felç etti.
Allah, onu ölümünden dört yıl önce bu felç illetine mübtela kıldı." (İbni
Kesir, el-Bidaye ve’n Nihaye, Hicretin İkiyüzotuzbirinci Senesi)
"Ölmeden dört
sene önce Allah Te'ala onu felç hastalığıyla müptela kıldı. Ölünceye kadar
kımıldayamayacak şekilde yatağında kaldı. Yiyecek ve içeceklerin lezzetinden,
cinsel ilişkinin tadından ve diğer bazı arzulardan mahrum kaldı. Hasta
yatıyorken adamın biri yanına gitti. Ona; Vallahi seni ziyarete gelmedim,
yalnız gebereceğin için seni teselli etmeye geldim ve hapis cezasından daha
ağır bir ceza olan vücudun kımıldayamaz hale gelişi gibi bir hastalığa seni
müptela kıldığından ötürü Allah'a hamd ediyorum dedi. Sonra beddua ederek
Allah'ın, onun hastalığını arttırmasını ve içinde bulunduğu kötü durumu
hafifletmemesini dileyerek yanından çıkıp gitti. Bu da onun hastalığını daha da
arttırdı." (İbni Kesir, el-Bidaye ve’n Nihaye, Hicretin İkiyüzkırkıncı
Senesinde Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler)
Zehebi onun
hakkında şunları söylemiştir: "Ahmed ibni Ebi Du’ad el-Kadı, pis ve murdar
Cehmi. 240H yılında helak oldu." (Mizan'ul İ’tidal fi Nekd’ir Rical,
1/233)
Diğer nüshada ismi
zikredilmeksizin Merisi olarak zikredilmiştir.
Bişr el-Merisi
(218H) tam ismi Ebu Abd’ur Rahman Bişr ibni Ğıyas ibni Abd’ur Rahman el-Merisi
el-Adevi el-Bağdadi’dir. Merisi olarak nispet edilmesi; ya Mısır’da bulunan
Meris mıntıkasına yahut da Bağdat’ta ikamet ettiği Derb’ul Meris’le alakalıdır.
Ebu Hanife’den ve daha sonra Ebu Yusuf’tan ders almış muttaki ve mutedil bir
kimse olarak bilinirken daha sonraları İrca fikrine tutulmuş ve Mürcie
içerisindeki Merisi fırkası ona nispet edilmiştir. Daha sonraları, ‘Makal'el
Cehmiyye’ (Mutezili ve Cehmi düşünce)yi yayan ilk kişi olarak adlandırılmıştır.
Halk’ul Kur’an
(Kur’an’ın mahluk olduğu, yaratıldığı) fikrini ortaya atan ilk kişi olduğu yönünde
bilgiler bulunmaktadır. Bişr Kur'an'ın mahluk olduğunu propaganda ederdi.
(el-Muğni, 1/ 107) Halife Me’mun döneminde, siyasi gücü kullanarak Mihne Dönemi
başlatılmış, Bişr el-Merisi alimleri sorguya çeken kişilerin başında yer
almıştır. İmam eş-Şafii ile aralarında münazaralar olmuştur.
Zehebi; Bişr’in,
Cehm ibni Safvan'a yetişemediğini ancak, Cehm’in Kur'an’ın mahluk olduğu
görüşünü benimsediğini, bu görüşü kuvvetlendirmek için yeni deliller ileri
sürdüğünü ve yaymaya çalıştığını söyler. Bişr’in babası Yahudi idi. Nasr
ibni Malik tebası arasında boyacılık yapar, kaval imal ederdi. Bişr, Harun
er-Reşid zamanında 170-193H (786-808) yakalandı. Kelami görüşleri yüzünden
eziyet gördü. (Zehebi, Mizan'ul İtidal, 1/322)
Bişr el-Merisi,
Ebu Yusuf, Hammad ibni Seleme ve Süfyan ibni Uyeyne gibi alimlerden rivayet
etmiş biridir. Bağdat’ta kendisine ait bir fıkıh meclisi de bulunmaktaydı.
Kitab’ul İrca, Kitab’ur Redd ale’l Havaric, Kitab’ul İstitaa, Kitabu Küfr’il
Müşebbihe, Kitab’ul Marife ve Kitab’ul Vaid isimli kitaplar yazmıştır.
Bişr el-Merisi,
Mihne’nin Halife Mutevekkil tarafından sona erdirildiği 236H (856) yılından
uzun süre önce, Halife Abdullah Me’mun gibi 218H yılında yaklaşık 80
yaşındayken ölmüştür.
Osman ibni Sa’id
el-Darimi’nin "er-Redd ale’l Merisi" ve Abd’ul Aziz ibni Yahya ibni
Müslim el-Kinani’nin, "el-Hayde" isimli eseri Bişr el-Merisi’nin
görüşlerini reddetmek kasdıyla kaleme alınan eserlerdir.
Birçok alim
kendisini zemmetmiş ve tekfir etmiştir. Zehebi der ki:
"Sapkın bir
bid'atçidir. Ondan nakletmek caiz değildir ve ona hiçbir saygı gösterilmez.
Bazı imamlar, küfrüne hükmetmişlerdir." (Mizan'ul İ’tidal fi Nekd’ir
Rical, 2/35) "Fakih, mütekellim Bişr el-Merisi 218H yılında ölmüştür.
Kur'anı Kerim'in mahluk olduğu görüşünü yaymaktaydı. Bu senenin sonlarında
göçtü. Kendisine hiç bir alim katılmadı. Bazı imamlar küfrüne
hükmetmişlerdir." (Zehebi, el-İber, 1/73)
Anlatıldığına
göre, Bişr el-Merisi Horasan’da öldüğünde cenazasine Ehli Sünnet alimlerinden
hiçbiri katılmamıştır. Daha sonraları bir alimin cenazeye katıldığı duyulmuş ve
imamlar onu kınamıştır. Mübtedi Bişr’in cenazesine katılan imam diğer imamlara;
konuşmama izin verin daha sonra kınayacaksanız kınayın dedikten sonra olayı
şöyle anlatmış: Tekbir alındığında ben de insanlarla birlikte tekbir aldım.
Daha sonra Allah’a dua ettim: Rabbim, bu kulun (Bişr) kabir azabını inkar
ediyordu. Daha önce başka hiç kimseye tattırmadığın bir şekilde bu kuluna kabir
azabı ver! Daha sonra Allah’a şöyle dua ettim: Rabbim, bu kulun Kıyamet
Günü’nde gerçekleşecek olan şefaati inkar ediyordu. Bu kuluna Kıyamet Günü,
şefaatin hiçbirini tattırma! Daha sonra Allah’a Bişr’in kabul etmeyip inkar
ettiği diğer meseleler hakkında tek tek dua ettim ve Bişr’i mahrum etmesini,
cezalandırmasını diledim. Bunun üzerine imamlar gülmeye başlamış. Bişr
el-Merisi hakkında daha fazla bilgi için şu eserlere müracaat ediniz: Hatib
el-Bağdadi, Tarih Bağdad, 7/56-57; Zehebi, Siyer A’lem'un Nubela, 10/199-203;
Mizan'ul İ’tidal fi Nekd’ir Rical, 2/35; İbni Halikan, Vefayat’ul Ayan, 1/277;
İbn’ul Esir, el-Lubab, 3/200; İbni Kesir, el-Bidaye ve’n Nihaye, Hicretin
İkiyüzonsekizinci Senesinde Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler
Sümame ibni Eşras
Ebu Ma’n el-Numeyri el-Basri (213H). Mu’tezilenin önderlerinden ve sapkınlığın
başlarındandı. (Zehebi, Mizan'ul İ’tidal, 2/94) Mu’tezile içerisinde Bağdat
ekolünde yeralıyordu. Abbasi devletinde Mu’tezili görüşlerin yayılmasında büyük
rol oynamıştır. (Zirikli, el-A’lam, 2/100) Halife Harun er-Reşid döneminde
Kaderiyye’nin liderlerinden olduğu ve zındık olduğu gerekçesiyle bir süre
hapsedilmişti. (Taberi, İlk Dönem Abbasi Devleti, Ebu Ca’fer el-Mensur Dönemi)
Halife Me'mun'u i'tizal fikrine çekerek saptıran kişi olduğu söylenir.
(Bağdadi, el-Fark beyn'el Firak) Sümame, Ahmed ibni Nasr el-Mervezi'yi Halife
Vasık'a jurnal eder ve ona, el-Mervezi'nin, Kur'an'ın yaratılmış olduğunu
söyleyeni tekfir ettiğini anlatır ve öldürülmesine vesile olur. (Bağdadi,
el-Fark beyn'el Firak)
"Din
anlayışındaki basitlikle nefsani isteklerdeki bayağılığı birleştirmiş
biriydi." (Şehristani, el-Milel ve’n Nihal) Din ve Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) ile alay ettiği nakledilmiştir. O da diğer Mu’tezili
önderleri gibi hadisle alay etmiş ve hadisi reddetmiştir.
İbni Kuteybe şöyle
der: "Onun da dininin zayıf olduğunu, İslam’a noksanlık isnad edip İslam
ile alay ettiğini, Allah’ı tanıyıp ona iman eden hiçbir kimsenin
söyleyemiyeceği şekilde İslam'a dil uzattığını görüyoruz. Yine onun herkesçe
malum meşhur bir sözü nakledilir: Bir gün Cuma namazını kaçırma korkusuyla
mescide doğru koşuşan bir grubu görür ve: Şu öküzlere, şu eşeklere bakınız!..
der. Sonra adamlarından birine: Şu Arab (diğer nüshada –Şu Kureyşli-) Muhammed
(sallallahu aleyhi ve sellem)’i kasdediyor, insanlara neler yaptı!.. der."
(İbni Kuteybe, Te’vil, 60; Bağdadi, el-Fark beyn'el Firak) Bağdadi, onun
bilerek namaz vaktini geçirdiğine ve sarhoş olarak görüldüğüne dair nakillerde
bulunur. (Bağdadi, el-Fark beyn'el Firak)
Mütevekkil, Ahmed
ibni Nasr’ın ölümünü şüpheli bulduğunu söyleyince Sumame: "Eğer onu
öldürmekle isabetli bir iş yapmamışsam, Allah beni kılıçların altına
yatırsın" der. Sumame Mekke'ye doğru yola çıkar; Huzaalılar, Safa ile
Merve arasında onu görürler. Onlardan biri bağırarak, “Ey Huzaalılar! Efendiniz
Ahmed ibni Nasr'ı jurnal eden ve kanının dökülmesine çalışan, işte bu adamdır!”
der. Bunun üzerine Huzaa oğulları, kılıçlarıyla onu öldürünceye kadar üzerine
saldırırlar. Sonra leşini el-Haram'dan çıkarırlar. Ve vahşi hayvanlar da,
Haram'ın dışında onu parçalayıp yerler. (İbni Kesir, el-Bidaye ve’n Nihaye, Hicretin
İkiyüzotuzbirinci Senesi; Bağdadi, el-Fark beyn'el Firak)
Muhammed ibn'ul
Huzeyl ibni Abd(el-Kays) Ebu’l Huzeyl el-Allaf el-Basri (235H). Mu’tezilenin
şeyhlerinden ve; bid'at ve dalalet imamlarındandır. Mu’tezilenin el-Huzeyliye
kolunun kurucusudur. Bağdadi der ki: "el-Allaf olarak bilinir. (el-Fark
beyn'el Firak, 103) Mu’tezilenin i’tikadi doktrinini oluşturan Usuli Hamse (beş
esas) üzerine ilk eseri neşreden şahıstır. Aynı zamanda Tevhid ve Adl
esaslarının teşekkülünde de payı büyüktür.
İbni Kuteybe
onunla alakalı şunları söyler: "Görüyoruz ki, o da yalancının ve
iftiracının biridir. (...) Cehennemliklerin azabının, cennetliklerinin de
nimetlerinin ebedi olmayıp sona ereceğini söylemiştir." (İbni Kuteybe,
Tevilu Muhtelif’ul Hadis; Bağdadi, el-Fark beyn'el Firak, 103)
Bağdadi, onun
kepazelikleri ve saçmalıklarından bahsedip gerek kendi dostlarından
Mu’tezileden ve gerekse diğer fırkalardan ona çok sayıda kişinin reddiye yazıp
onu tekfir ettiklerini kaydetmiştir. (Bağdadi, el-Fark beyn'el Firak, 103)
Bknz: (Hatib
el-Bağdadi, Tarihi Bağdad, 3/366-370; İbni Halikan, Vefayat, 617; İbni Kuteybe,
Tevilu Muhtelif’ul Hadis, 53-55; Eşari, Makalat; Abd’ul Kahir Bağdadi, Fark
beyn'el Firak, 103; İbni Hazm, Fisal, 2/193, 487; 4/19, 83; Şehristani,
el-Milel ve’n Nihal, 34-37; Malati, 38-39; İsferani, 42)
Diğer nüshada ismi
ile birlikte "Hişam el-Futi" şeklinde geçmektedir.
Hişam ibni Amr
el-Futi (H228) ile alakalı bilgi daha önce "Allah, Cezayı Hakeden
Kullarını Cehennem’in İçinde Cezalandıracaktır, Cehmiyye’nin İnandığı Gibi
Cehennem’in Yanında Değil" başlığı altında 1 nolu dipnotta verilmişti.
Metinde geçmekte
olan: "Bir adamın İbni Ebi Du’ad’ı, Bişr el-Merisi’yi, Sümame’yi veya
Eb’ul Huzeyl’i veya el-Futi’yi..." ifadesi diğer nüshada az farkla şöyle
geçmektedir: "Bir adamın İbni Ebi Du’ad’ı ve el-Merisi’yi veya Sümame’yi
ve Eb’ul Huzeyl’i ve Hişam el-Futi’yi..." şeklinde ifade edilmektedir.
Metinde geçen:
"veya onlara tabi olanlardan birini veya taraftarlarından birini (güzel
sözlerle) yad ettiğini işitirsen ondan sakın çünkü o, bid'at sahibidir."
ifadesinde yer alan "işitirsen" sözcüğü diğer nüshada
"görürsen" sözcüğü ile ifade edilmiştir: "veya onlara tabi
olanlardan birini veya taraftarlarından birini (güzel sözlerle) yad ettiğini
görürsen ondan sakın çünkü o, bid'at sahibidir."
Bu pasajın son
cümlesinin sonunda geçmekte olan: "Onlardan birini (hayır ile) yad eden
(de) onlarla aynı yoldadır (aynı seviyededir)" ifadesi dğer nüshada
bulunmamaktadır ve pasaj şöyle sona ermektedir: "Onlardan birini (hayır
ile) yad eden (de) onlarla aynı yoldadır (aynı seviyededir)"Çünkü bu
kişiler, riddet üzerindeler ve onları hayır ile yad eden adamı (da) terk
et!"Onlardan birini (hayır ile) yad eden (de) onlarla aynı yoldadır (aynı
seviyededir)."
İnsanları Sünnet ile İmtihan Etmek
İslam’da (kişinin
i’tikadını) imtihan etmek bid'attir, fakat bizim bugünümüze geldiğimizde,
(insanlar) Sünnet’e göre imtihan edilirler kavil gereğince:
"Şüphesiz ki
bu ilim dindir; dininizi kimden aldığınıza dikkat edin!.."
"Yalnız
şehadetini kabul ettiğiniz kişilerden hadis kabul edin!.." Bu söz, Nebi
(sallallahu aleyhi ve sellem)'den, ibni Abbas (radiyallahu anhma ecmain)
yoluyla merfu olarak rivayet edilmiştir. (Hatib el-Bağdadi, el-Kifayet'ul İlm
ve'r Rivaye, 95; Hatib, Tarih, 301/9; Ramehurmuzi, el-Muhaddis'ul Fasıl, 411)
ancak İbn'ul Cevzi tarafından mevzu (uydurma) olduğu belirtilmiştir. (İbn'ul
Cevzi, el-İlel’ul Mutenahiyye, 131/1)
Böylece (kişinin
durumuna) bakmalısın; eğer Sünnet sahibiyse, ilmi varsa ve sıdkı biliniyorsa
ondan (hadis) yazabilirsin, aksi takdirde onu terk etmelisin!..
Hak ve Sünnet Yolunda İstikamet Üzere
Kalmak İstersen, Kelam’dan ve Kelam Ehli’nden Uzak Dur
Eğer hak üzerinde
ve senden önceki Sünnet Ehli’nin yolunda istikamet üzere (sabit) kalmak
istersen; kelam ilminden, kelam ashabından, cedelden, tartışmadan, kıyastan ve
dinde münazara etmekten uzak dur!.. Onlardan birşey almazsan bile, onların
sözüne kulak vermen kalpte şüphe doğurur, bu da (batılı) kabul etmek için
kifayet eder (yeterlidir) ki neticede helak olursun!..
Kelam İlmi, Cedel, Tartışma ve Kıyas;
Zındıklık, Bid'at, Heva ve Dalalet'in Kapılarıdır
Kelam ilmi, cedel,
tartışma ve kıyas ortaya çıkmasaydı; zındıklık, bid'at, heva ve dalalet asla
mevcut olmazdı çünkü bunlar bidat’in, şüphelerin ve zındıklığın kapılarıdır.
Din, Taklittir
Kendin için
kaygılan, Allah'tan kork!.. Asara ve asar ehline tabi olman ve taklid etmen
vaciptir, çünkü bu din yalnız taklittir (yani Nebi sallallahu aleyhi ve selleme
ve ashabına rıdvanullah aleyhim ecmain!). Bizden öncekiler bizi şaşkın bırakmadılar
onları taklid et ve rahat et! Asar ve asar ehlinden öteye (gidip) haddi aşma!
Müteşabihlerde dur ve (onlara) hiçbir şeyi kıyas etme!
Bid'at Ehli’ni Reddetmekten Kaçınmak
Sendeki bir
hileyle bid'at ehlini reddetmeye çalışma çünkü sana onlarla münasebetde sükut
etmen emrolundu ve senin nefsine (tesir etmelerine) imkan verme! Bilmezmisin ki
Muhammed ibni Sirin (ki onca) fazileti ile, ne bir meselede bid'at ehlinden
birine cevap vermiş ne de ondan Allah’ın Kitabı’ndaki bir ayeti bile
dinlememiştir. Ona bu yaptığı sorulduğunda demiş ki:
"Korkarım ki,
ayeti tahrif eder ve kalbime bir şüphe düşer."
Muhammed ibni
Sirin ibni Ebi Amr Ebu Bekir el-Ensari, Tabiin neslinin meşhur imamlarındandır.
Buhari’nin Sahih’inde ellidokuz ve Müslim’in Sahih’inde ise seksendokuz hadisi
vardır. Şeyhleri ve kendisinden hadis dinledikleri arasında, Enes ibni Malik
(radiyallahu anh), Zeyd ibni Sabit (radiyallahu anh), Hasan ibni Ali ibni Ebu
Talib (radiyallahu anhuma ecmain), Semire ibnin Cundeb (radiyallahu anh), İmran
ibni Huseyn (radiyallahu anh), Mu’aviye ibni Süfyan (radiyallahu anhuma
ecmain), Ebu Derda (radiyallahu anh), Ebu Sa’id el-Hudri (radiyallahu anh) ve
Aişe bint Ebu Bekir (radiyallahu anha) gibi ashabın önde gelen şahsiyetleri ve
bundan başka Tabiin neslinden diğer bazı önemli şahsiyetler bulunmaktadır.
Kendisinden hadis nakledenler arasında da Abdullah ibni Avn ibni Arteban, Yunus
ibni Ubeyd ibni Dinar, Cerir ibni Hazim ibni Zeyd, Eyyub el-Sahtiyani, Katade,
Malik ibni Dinar, Evzai, gibi alimler bulunmaktadır. 110H yılında 76 yaşında
vefat etmiştir. (Zehebi, Siyer A’lem'un Nubela, 4/606-622; İbni Hacer,
Takrib'ul Tehzib, 483; 693; Ebu Nu’aym, Hilyet’ul Evliya, 263-282; İbn’ul
Cevzi, Sıfat’us Safve, 111, 241-248; Hatib el-Bağdadi, Tarihi Bağdad, 5/331;
İbn’ul İmad, Şezerat’uz Zeheb, 1/138-139; İbni Halikan, Vefayat’ul Ayan, 111,
321-322; Safedi, el-Vafi bi’l Vefeyat, 111, 146; Tabakat’ul Huffaz; İbni Sa’d,
Tabakat’ul Kubra)
Darbı Mesel olan:
"Bu ilim dindir; dinini kimden aldığına dikkat et!.." (Müslim) ve
"Biz isnaddan sormazdık (birisi bize bir hadis rivayet ettiğinde, kimden
aldığını araştırmazdık); ne zaman ki fitne çıktı, o zaman isnaddan sormaya
başladık." (Müslim) sözleri ona aittir.
Metinde geçmekte
olan: "Muhammed ibni Sirin (ki onca) fazileti ile, ne bir meselede..."
ifadesi diğer nüshada az bir farklılıkla şu şekilde geçmektedir: "Muhammed
ibni Sirin (ki onca) fazileti ile beraber, ne bir meselede..."
Darimi (Sünen);
Lalekai, Usul İ’tikad Ehl’is Sünne, 1/150-151 242; İbni Vadda el-Kurtubi,
el-Bida ve’n Nehyu anha, 53; İbni Batta, el-İbane el-Kubra, 377
Bu hikmet dolu
sözlerin benzerleri, imamlardan muhtelif yerlerde rivayet edilmiştir:
Hişam dedi ki:
Hasan (el-Basri) ve Muhammed ibni Sirin’in her ikisi de dedi ki: "Heva
ehli ile oturma, onlarla tartışma ve onlardan hiçbir şey dinleme!" (İbni
Batta, el-İbane 395)
Abdullah ibn'ul
Busri dedi ki: "Bizim yanımızda Sünnet; heva ehline reddiye yapmak değil,
onlardan herhangi biri ile konuşmamaktır." (İbni Batta, el-İbane 478)
Ebu Kilabe dedi
ki: "Heva ehli ile oturma, onlarla tartışma! Onların sapkınlıklarını
kalbine koymalarından yada senin bildıklerinden şüpheye düşürmelerinden kendimi
güvende hissetmiyorum." (İbni Batta, el-İbane 369)
Hadisi İnkar Edip Allah’ı Tazim ve Tenzih
Ettiğini İddia Eden
Eğer bir adamın,
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin asarını işittiğinde; "Biz Allah’ı
tazim ediyoruz!.." dediğini işitirsen bil ki o Cehmi’dir. Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellemin asarını reddetmek istiyor ve bu sözü ile
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin asarını reddediyor. O (Allah’ın)
ruyeti hadisini ve (Allah’ın) nüzulu hadisini ve bundan başka hadisi
işittiğinde Allah’ı "Tazim" ve "Tenzih" ettiğini iddia
ediyor. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin asarını reddet miyormuş? Eğer
derse ki: "Biz Allah’ın bir yerden başka bir yere nüzul etmeyecek kadar
azametli olduğuna i’tikad ediyoruz!.." artık o, Allah’ı başkalarından daha
iyi tanıdığını iddia etmiştir. Onlardan uzak ol!.. Çünkü avamdan insanların
çoğu ve diğerleri onların halindedir ve insanları onlardan sakındır!..
Metinde geçmekte
olan: "Eğer bir kimse sana bu kitaptaki bir mesele hakkında
sorarsa..." cümlesindeki "kitap" lafzı diğper nüshada
"bab" olarak geçmektedir: "Eğer bir kimse sana bu babtaki bir
mesele hakkında sorarsa..."
Münazarada; Tartışma, Cedel, Üstün Gelme
İsteği, Husumet (Düşmanlık) ve Gazaplanma Vardır
Eğer bir kimse
sana bu kitaptaki1 bir mesele hakkında sorarsa, ve eğer bu söz ile o irşad
olunmayı isterse onunla konuş/uyar ve doğru yolu göster. Eğer münazara etmek
isterse; bundan sakın! Münazarada; tartışma, cedel, üstün gelme isteği, husumet
(düşmanlık) ve gazaplanma vardır ve bunlar sana kati olarak yasaklanmıştır.
Metinde geçmekte
olan: "Münazarada; tartışma, cedel, üstün gelme isteği, husumet
(düşmanlık) ve gazaplanma vardır ve bunlar sana kati olarak
yasaklanmıştır." ifadesi diğer nüshada şöyle geçmektedir:
"Münazarada; tartışma, cedel, üstün gelme isteği, husumet (düşmanlık) ve
gazaplanma vardır ve bunların hepsi yasaklanmıştır."
Her ikisinde;
birlikte hak yoldan çıkmış olursunuz. Fakihlerimizden, alimlerimizden
hiçbirinden onların münazara veya cedel yada husumet güderek rakabet etmesi
konusunda bize herhangi bir nakil ulaşmamıştır.
Dinini Münazara Konusu Etme
Hasan (el-Basri)
dedi ki: "Hikmetli adam hikmetini yaymak için ne münakaşa eder (çekişir)
ne de kimseye yaltaklanır. Eğer (hikmeti) kabul olunursa Allah’a hamd eder,
reddedilirse (yine) Allah’a hamd eder."
Birisi Hasan
(el-Basri)’nin yanına geldi ve dedi ki: "Seninle din hakkında burada
münazara edelim. Hasan (ona) dedi ki: Ben,
kendi dinimi biliyorum, eğer sen dinini yitirdiysen git de dinini (tartışma
mevzusu edip) ara-bul!.."
Ebu Sa’id el-Hasan
ibni Ebi’l Hasan el-Basri (110H). Tabiin döneminin büyük imamlarındandır. Ömer
ibn'ul Hattab (radiyallahu anh)'ın halifeliği döneminde doğdu. Onu alıp Ömer
ibn'ul Hattab'a götürdüler. Ömer (radiyallahu anh) da onun için dua etti.
Buhari’nin Sahih’inde kırküç ve Müslim’in Sahih’inde ise otuzsekiz hadisi
vardır.
Kendisinden ilim
alıp hadis naklettiği sahabeler arasında Ubey ibni Ka’b (radiyallahu anh), Ömer
ibn'ul Hattab (radiyallahu anh), Sevban (radiyallahu anh), Ammar ibni Yasir
(radiyallahu anh), Ebu Hureyre (radiyallahu anh), Osman ibni Ebi'l As
(radiyallahu anh), Osman ibni Affan (radiyallahu anh), Ali ibni Ebi Talib
(radiyallahu anh), Ebu Musa el-Eşari (radiyallahu anh), Ebu Bekre (radiyallahu
anh), İmran ibni Huseyn (radiyallahu anh), İbni Ömer (radiyallahu anhuma
ecmain), İbni Abbas (radiyallahu anhuma ecmain), Abdullah ibni Amr ibn'ul As
(radiyallahu anhuma ecmain), Mu’aviye ibni Ebu Süfyan (radiyallahu anhuma
ecmain), Enes ibni Malik (radiyallahu anh), Cerir ibni Abdullah (radiyallahu
anh) ve başkaları vardır. Hasan el-Basri’den ilim alan ve hadis nakleden
talebeleri arasında meşhur imamlar da vardır: Eyyub el-Sahtiyani, Katade, Cerir
ibni Hazim ibni Zeyd, Rebi, Sa’id ibni İyas, Şeyban, Abdullah ibni Avn
el-Arteban, Ata ve Yunus ibni Ubeyd. 110H yılında vefat etmiştir. (Zehebi,
Siyer A’lem'un Nubela, 4/563-588; İbni Hacer, Takrib'ul Tehzib, 160; İbn’ul
Cevzi, Sıfat’us Safve, 500; İbni Kesir, en-Bidaye ve’n Nihaye, Hicretin
Yüzonuncu Senesinde Vefat Eden Meşhur Şahsiyetler)
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)
Ümmeti’ni Cedel Yapmaktan Nehyetti
Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem evinin kapısının karşısında bir grup insanın
konuştuğunu işitti. Onlardan biri şöyle dedi: "Allah böyle mi diyor? Bir
başkası dedi ki: (Allah) böyle mi diyor? (Rasulullah evinden) gazapla çıktı ve
dedi ki: Size bu mu emredildi? Allah’ın Kitab’ından bir kısmını diğeriyle
çarpıştırmanız için mi ben size peygamber olarak gönderildim?!" Ahmed ibni
Hanbel, Müsned; İbni Ebi Asım, es-Sünne, 406
Böylelikle cedel
yapmalarını yasakladı.
İbni Ömer
(radiyallahu anhuma ecmain) münazarayı sevmezdi ve Malik ibni Enes ile; ondan
önce ve ondan sonra günümüze kadar yaşayan (alim) kişiler de (münazarayı
sevmezdi). Allah’ın sözü yarattıklarının
sözünden daha büyüktür. Allah tebareke ve teala şöyle der:
"Allah'ın
ayetleri konusunda inkar edenlerden başkası mücadele etmez." Ğafir
(Mü'min) 40/4
Bir adam Ömer
(radiyallahu anh)’a sordu: "Yumuşacık çekip alanlara!.." en-Naziat
79/2 ne demektir? (Ömer ibn'ul Hattab) şöyle dedi: Eğer başın traşlı olsaydı
boynunu vurmuştum!.."
Ömer ibn'ul Hattab
(radiyallahu anh)’a bu soruyu yönelten kişi Sabiğ ibni Useyl’dir. İbni
Teymiyye, hadisin Sahih olduğunu belirtir. (es-Sarim'ul Meslul, 2/356-357)
Sabiğ, Ömer ibn'ul
Hattab (radiyallahu anh)’ın halifeliği döneminde Medine’ye gelmiş ve Kur’an’ın
müteşabihleri hakkında sorular sormaya başlamış. Bir rivayete göre önce Mısır’a
gitmiş ve orada müteşabihler hakkında kafa karıştırıcı sözler etmesi sebebiyle
Amr ibni As (radiyallahu anh) tarafından Medine’ye gönderilmiştir. (Kenz'ul
Ummal, 1/228)
Şatıbi’nin nakline
göre Sabiğ yanında Allah'ın Kitabı ile (Kabe’yi) tavaf ediyor, bir taraftan da
şöyle diyordu: "Kim (Kur'anı) anlamak isterse Allah ona anlayış verir. Her
kim de öğrenme isteği içinde olursa Allah ona ilim verir." (Şatıbi,
el-İ’tisam, 2/71) Şatibi yine şöyle demiştir:
"İbni Vehb
(bu mesele hakkında) İmam Malik'in şöyle dediğini ifade etmiştir: Ömer
(radiyallahu anh), Sabiğ'in Kur’an hakkında birtakım sorular sorduğu kendisine
ulaştığında onu dövmüştür." (Şatıbi, el-İ’tisam, 2/71) Şatibi şöyle de
demiştir:
"Bu dövme
olayı, ancak uygulama yapılacak (amel edilecek) bir şeyle ilgisi olmayan
hususların sorulmasından dolayı olmuştur. Belki onun en-Naziat suresi 3.
ayetindeki "Sabihat", Mürselat suresi 1. ayetindeki
"Mürselat," ve buna benzer şeyleri sorduğu (sağda-solda)
anlatılmıştır." (Şatıbi, el-İ’tisam, 2/71-72)
Berbehari’nin ve
başkalarının belirttiği üzere Sabiğ: "Yumuşacık çekip alanlara!.."
(en-Naziat 79/2) ayetinin manasını sormuştu. (Lalekai, Usul İ’tikad Ehl’is
Sünne, 2/701-702 1136; İbni Teymiyye, es-Sarim'ul Meslul, 2/356-357)
Ömer ibn'ul Hattab
(radiyallahu anh) hurma sapından sopalar hazırlamış ve onu huzuruna davet
etmiştir. Adam gelir gelmez ismini sormuş, Sabiğ ona “Abdullah ibni Sabiğ”
cevabını verince Ömer ibn'ul Hattab (radiyallahu anh) da ona; “ben de Abdullah
(Allah’ın kulu) Ömer’im” demiş ve adamı dövmeye başlamıştır. (İbni Teymiyye,
es-Sarim'ul Meslul, 2/356-357) Adamı dövmüş bir mühlet beklemiş ve tekrar
tekrar (iki-üç defa) dövmüştür. Sabiğ’in kafasına, ta ki Sabiğ: "Yeter ya
Emir'el Mü’mi’nin kafamdaki şüpheler dağıldı!" deyinceye kadar vurmuş.
Daha sonra onu Basra’ya sürgün etmiş ve Basra emiri olan Ebu Musa el-Eş’ari
(radiyallahu anh)’a bir mektup yazarak onu gözetim altında tutmasını ve
Müslümanlardan hiç kimsenin onunla konuşmamasını emretmiştir. Bir yıl sonra
Sabiğ pişmanlığını ifade edince Ömer ibn'ul Hattab (radiyallahu anh) onun
yakasını bırakmıştır.
Bu olay, Süleyman
ibni Yesar’dan o da Abdullah ibni Ömer (radiyallahu anhuma ecmain)’in azatlı
kölesi Nafi'den nakletmek suretiyle Darimi tarafından nakledilmiştir. Kenz'ul
Ummal (1/228)’da ve ayrıca İbni Asakir (Tarih, 23/412) tarafından da rivayet
edilmiştir. Suyuti, el-İtkan (3/7-8) isimli eserinde bu olaya yer vermiştir.
Sabiğ o döneme kadar kavminin efendisiyken, bu olaydan sonra hiç kimse onunla
konuşmamıştır. (el-İsabe, 2/198) Ebu Musa (radiyallahu anh), Ömer (radiyallahu
anh)’a Sabiğ'in davranışının düzeldiğini yazdı ve Ömer (radiyallahu anh)
insanların onunla bir arada oturmasına izin verdi. (Şatıbi, el-İ’tisam, 2/72)
İmam Şatıbi, Malik
ibni Enes kanalıyla bu olayı nakletmiş ve şöyle demiştir: "Bu dövme olayı,
ancak uygulama yapılacak (amel edilecek) bir şeyle ilgisi olmayan hususların
sorulmasından dolayı olmuştur. Belki onun en-Naziat suresi 3. ayetindeki
"Sabihat", Mürselat suresi 1. ayetindeki "Mürselat," ve
buna benzer şeyleri sorduğu (sağda-solda) anlatılmıştır. Dövme (cezası) ancak
Tenzihen Mekruh olmanın üzerinde bir suç işleme durumunda olur. Çünkü hiçbir
müslümanın kanı ve ırzı Tenzihen Mekruh olan bir iş işleme durumunda Mubah
görülemez. Ömer (radiyallahu anh)’ın onu dövmesi dinde bir icad yapılıp, bunun
da amel edilecek/işe yarayacak bir şeyle meşgul olunması korkusundandır. Ayrıca
Ömer (radiyallahu anh) bu davranışın benzerlerine yol açmasından endişe ettiği
için Sabiğ'i cezalandırmıştır. Böylece Kur’an’daki müteşabihatın araştırılması
yolunun önünü kesmek için bu uygulamaya başvurmuştur. (...) Sabiğ olayının
benzeri, pekçok örnekler vardır. Bu örnekler gösteriyorki insanlara göre
önemsiz/basit görülen bid’at aslında basit birşey değildir." (Şatıbi,
el-İ’tisam, 2/71-72)
Muvatta’da geçen
bir başka rivayette, Abdullah ibni Abbas (radiyallahu anh)’a adamın biri
ganimetler hakkında soru sormuş. Adama cevab vermesine karşın adam ısrarla
sorular sormaya devam etmiş ve en son "Enfal nedir?" diye sormuş.
Bunun üzerine, İbni Abbas (radiyallahu anhuma ecmain) adama Sabiğ’in kıssasını
hatırlatmak suretiyle bu tarz sorular sormaya devam etmesi durumunda başına
geleceklere işaret etmiştir.
Emir'el Mü’minin
Ömer ibn'ul Hattab (radiyalalhu anh) böylelikle dini ve akılları; şüphecilerin
şüphelerinden korumuştur. Ömer ibn'ul Hattab (radiyalalhu anh) bu dini; sarhoş
edici içki mübtelalarından koruduğu gibi, dini şüphecilik ile ve sorularıyla
yıkma girişiminde bulunan kimselerden de –Allah’ın izniyle- korumuştur. Şüphe
yok ki bu ikincisi, toplumda ve dinde daha büyük bir fesada yolaçacak, olumsuz
etkileri daha çok ve daha yıkıcı olacaktır. O; ferasetiyle ve yüksek
anlayışıyla doğru ile yanlışı biribirinden ayırdeden Faruk'tu (radiyallahu
anh).
Nebi sallallahu
aleyhi ve sellem şöyle demiştir: "Mü’min münakaşa etmez ve ben Kıyamet
Günü’nde münakaşa edene şefaat etmeyeceğim. Hayrının azlığına göre, münakaşa
edeni terk edin!.." Taberani, el-Mu’cem'ul Kebir, 8/152; 7659; İbni
Hibban, el-Mecruhin, 2/225-226; İbni Asakir, Tarih, 33/367-368
Sünnet Ehli, Sünnet’in Özelliklerinin Tümünü
Birarada Barındırandır
Bir kimsede;
Sünnet’in özelliklerinin birarada olduğunu bilmediği takdirde müslüman bir
zatın o kişi hakında "filan Sünnet Ehli’dir" demesi helal değildir.
Sünnet’in (bütün) hepsi onda birarada olmadığı müddetçe ona "Sünnet Ehli’dir"
denilmez.
Yetmişiki Bid'at Fırkası’nın Kökü Dört
Bi’dattir
Abdullah ibni
Mübarek dedi ki: "Yetmişiki bid'at (fırkasın)ın aslını (kökünü) dört
bid'at teşkil eder; böylelikle bu dört bid'attan, bu yetmişiki bid'at
ayrılmıştır. (Bu dört bid'at) Kaderilik, Mürcielik, Şialık ve
Haricilik’tir."
Şialık Bid'atinden Kurtulmanın Yolu
Her kim Ebu Bekir
(radiyallahu anh)’ı, Ömer (radiyallahu anh)’ı, Osman (radiyallahu anh)’ı
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin (diğer) sahabelerine takdim ederse
(üstün tutarsa) ve diğerleri hakkında yalnız hayır söz söylerse ve onlara dua
ederse, Şialık’tan -başından ve sonundan (tamamen)- kurtulmuştur.
Mürcielik Bid'atinden Kurtulmanın Yolu
Her kim de: "İman; söz ve ameldir, artar ve eksilir"
derse İrca’dan -başından ve sonundan tamamen- kurtulmuştur.
Haricilik Bid'atinden Kurtulmanın Yolu
Herkim: "Her
birr (iyi) ve facirin arkasında namaz caizdir ve her halife ile cihad
vardır" derse, kılıç ile sultana karşı çıkmayı caiz görmez ve onların
salahı (ıslah olmaları) için dua ederse, Haricilerin görüşlerinden -başından ve
sonundan (tamamen)- kurtulmuştur.
Kaderilik Bid'atinden Kurtulmanın Yolu
Tamamıyla; Hayrı
ve Şerri ile Kader’in Allah’dan3 olduğunu, Allah’ın dilediğini saptırdığını ve
dilediğini doğru yola yönelttiğini söyleyen kimse Kaderiler'in görüşünden
-başından ve sonundan (tamamen)- kurtulmuş olur ve o kişi Sünnet sahib’dir.
Şia Bid'ati
Uydurulmuş bir
bid'at var ki, Azametli Allah’a karşı küfürdür, onu söyleyen (i’tikad eden)
herkes kafirdir ve bunda hiçbir şüphe yoktur: Ric’at’a inanan ve Ali ibn Ebi
Talib (radiyallahu anh)’ın diri olduğunu, Kıyamet Günü’nden önce onun, Muhammed
ibni Ali, Ca’fer ibni Muhammed ve Musa ibni Ca’fer’in döneceğini söyleyen, (12
İmam olarak tanıttıkları) imamlar hakkında konuşan, onların gaybi bildiklerini
söyleyen kişilerden uzak dur çünkü onlar Azametli Allah’a karşı kafirdirler ve
bu sözü söyleyen de (Kafir’dir).
Şia inançları
arasında yeralan Ric’at (hayata yeniden dönme), daha önceden yaşamış ve ölmüş
olan bazı kişilerin Kıyamet’e yakın bir zamanda yeniden dünyaya döneceklerine
dair bir inançtır. Temeli; ahiretten önce dünyada mü’minlerin ve Allah’ın
düşmanları olan (!) Ebu Bekir ve Ömer ibn'ul Hattab gibi ashabdan ve sonraki
dönemlerdeki Ehli Sünnet ulemasından, zalim (!) ve müfsitlerden (!) intikam
almaları için Allah’ın bazı mü’minlerle zalimleri dirilteceği inancına
dayanmaktadır. Bu konuda, mezheplerince Sahih saydıkları birtakım uydurma
rivayetler ve konuyla alakasız bazı ayetleri (el-Bakara 2/259; el-Bakara 2/243;
el-Bakara 2/56; el-Kehf 18/47; el-Kehf 18/12; en-Neml 27/83; Ğafir 40/11) delil
olarak ileri sürmüşlerdir. Cahil ve azgınların şerrinden ve bu iddiaların
tümünden Allah'a sığınılır.
Tu’ma ibni6 ve
Süfyan ibni Uyeyne dediler ki: "Herkim Ali (radiyallahu anh) ile Osman
(radiyallahu anh), da (aralarındaki üstünlük meselesinde) duraksarsa o Şii’dir,
adil sayılmaz. Onunla ne konuşulur ne de oturulur. Ali (radiyallahu anh)’ı
Osman (radiyallahu anh)’dan üstün tutan ise Rafızi’dir, Rasulullah sallallahu
aleyhi ve sellemin ashabının (Osman’ın Ali’den üstün olduğu hususundaki)
emrini8 terketmiştir."
Ehli Sünnet genel
manada Osman (radiyallahu anh)’ın Ali (radiyallahu anh)’a takdim edileceği ve
onun daha hayırlı ve üstün olduğu görüşündedir. Ancak ulema arasında bu hususta
duraksayanlar olduğu gibi Ali (radiyallahu anh)’ın daha hayırlı olduğu
hususunda görüş bildirenler vardır. Sırf bu şekilde görüş bildirdiği için hiç
kimse Bid'atçi sayılmamış ve ne de adalet vasfını yitirmemiştir.
İbni Hacer,
İbrahim ibni Abd’il Aziz ibni Dahhak’tan bahsederken şöyle demiştir:
"Ebu’ş Şeyh ve sonra Ebu Nu’aym şunu naklettiler. O (İbrahim ibni Abd’il
Aziz ibni Dahhak) hadis rivayet etmek için oturdu faziletler hakkında kitabını
hazırladı. Ebu Bekir (radiyallahu anh) sonra da Ömer ibn'ul Hattab (radiyallahu
anh)’ın faziletlerini dikte etti ve sonra dedi ki: Osman (radiyallahu anh) ile
mi yoksa Ali (radiyallahu anh) ile mi başlayalım? Dediler ki: "Bu
Rafızi’dir!.." ve onun hadisini terk ettiler. (İbni Hacer dedi ki) Derim
ki: Bu apaçık zulümdür. Çünkü bu, Ehl'is Sünnet’ten bir grup alimin mezhebidir.
Bununla, o ikisini (Osman ibni Affan ile Ali ibni Ebi Talib) kasdediyorum.
Cumhur ulema, Osman (radiyallahu anh)’ı öne geçirseler de, Ehl’is Sünnet’ten
bir grup alim, Ali (radiyallahu anh)’ı Osman (radiyallahu anh)’ın (faziletde)
önüne geçirirlerdi. Onlar arasında Süfyan es-Sevri ve İbi Huzeyme
yeralır." (İbni Hacer, Lisan’ul Mizan, 1/314)
Şeyh’ul İslam ve
Hafız Ebu Muhammed Süfyan İbni Uyeyne 107H-198H
Şeyh’ul İslam ve
Hafız Ebu Muhammed Süfyan İbni Uyeyne İbni Ebi İmran Meymun Ebu Muhammed
el-Hilali, el-Kufi ve sonraları el-Mekki’dir. Künyesi Ebu Muhammed’dir. Lakabı
İbni Uyeyne’dir. Bazıları da onu Hilal oğullarının mevlası (azadlısı) olmasına
nisbet ederek Ebu Muhammed el-Hilali lakabı ile çağırmışlardır.
Abd'ur Rahman ibni
Bişr, Süfyan’ın küçük yaşta hadis rivayet etmeye başladığı konusunda:
“Zühri'den hadis rivayet edenler arasında Süfyan’dan daha küçük yaşta olan
birisini görmedim.” (Buhari, Tarih, 4/94) derken, Ebu Gassan’ın: “Süfyan’ın, on
altı yaşında iken Amr ibni Dinar’dan hadis almaya başladığını, on dokuz yaşında
iken de Amr’ın vefat ettiğini, bana söyledi.” (Bağdadi, Tarih Bağdat,
9/174-178) dediği belirtilmektedir. (Süfyan bin Uyeyne ve Hadis Cüz’ü)
Süfyan ibni
Uyeyne’nin güvenilirliği konusunda muhaddislerin müttefik olduğu ve onu saduk,
imam, alim, sebt, huccet, zahid ve sika gibi tadil lafızlarıyla tezkiye
ettikleri görülmektedir. (Süfyan bin Uyeyne ve Hadis Cüz’ü) Hakim, beldelere
tahsis edilen Esahh’ul Esanid (en sağlam isnadlar) arasında, Mekke isnadına
onun isminin yer aldığı isnada yer vermiş (Hakim, Ma’rifet'ul Ulum’il Hadis,
55) ve yine aynı şekilde, hadis rivayetindeki en sahih senedlerde Süfyan'ı ana
rükün olarak kabul etmişdir. (Hakim, Ma’rifet'ul Ulum’il Hadis, 53-55)
Hicri 107 yılında
Kufe’de doğmuş ve doksanbir yıl yaşamıştır. Hicri 198 yılının Receb Ayı’nın
başlarında (yahut Cemaziy'el Evvel Ayı’nın son günü) vefat etmiştir. (Tehzib'ut
Tedhib, 2/357; Siyer A’lam'un Nubela, 8/454; Siyer A’lam'un Nubela, 8/474; İbni
Kesir, el-Bidaye ve'n Nihaye, 10/412-413, Hicretin Yüzdoksansekizinci Senesi;
Şezerat'uz Zeheb, 1/354-355; Sıfat’us Safve, 2/234)
Süfyan ibni Uyeyne
tabiin neslinde seksen kişiye yetişti. Amr ibni Dinar, İbni Munkedir, Ebu
Ha’zim, Eyyub, Ziyad ibni İlaka ve Zuhri gibi alimlerden hadis dinlemiştir.
Hocaları arasında A’meş, İbni Cureyc ve Şu’be, Hişam ibni Urve, Eyyub
el-Sahtiyani, Zeyd ibni Eslem, Ebu Hazim, Tavus, Zuhri, Alkame gibi kimseler
vardır. Bunlardan hadis dinleyip nakletmiştir. A’meş, İbni Cüreyc, Şu'be,
Süfyan es-Sevri ve Mis'ar onun hocaları olmalarına karşın ondan hadis
nakletmiştir. Ondan hadis dinleyerek nakleden kimseler arasında İmam Şafii,
İbn’ul Mübarek, Evzai, Veki ibn’ul Cerrah, el-Feryabi, Abd’ur Rezzak, Yahya
ibni Ma’in, Ali ibni Medini, İshak ibni Rahaveyh, Ebi Şeybe, Nafi ve Ahmed ibni
Hanbel gibi pekçok alim vardır. (İbni Hacer, Tehzib'ut Tehzib, 4/105;
Şezerat'uz Zeheb, 1/354-355; Sıfat’us Safve, 2/234)
Süfyan’ın,
günümüze ulaşan ya da ulaşmayan, şu eserlerin sahibi olduğu
belirtilmektedirler: Kitab’ut Tefsir; el-Cami fi’l Hadis; Cevabat’ul Kur'an;
Ecza fi’l Hadis; el-Avali; Hadis; Musannef; Cüz’ü Süfyan ibni Uyeyne.
Hulefai Raşidin ve Ashab Hakkında Doğru
Yol
Onları (Raşid
Halifeleri), hepsinden üstün tutan, diğerlerine rahmet okuyan, onların hataları
hakkında susan bir kimse bu meselede doğru yol ve hidayet üzerinedir.
Aşerei Mübeşşere
Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellemin cennet ile (cennetlik olduklarına dair) şahitlik
ettiği on kişinin şeksiz (şüphesiz) cennet ehlinden olduklarına (cennete
gireceklerine) dair şahitlik etmek Sünnet’tendir.
"Aşerei
Mübeşşere" terimi, henüz yaşamakta oldukları dönemde cennet ile
müjdelenmiş on sahabeyi ifade etmek üzere kullanılan bir terimdir. Aynı manada
olmak üzere "el-Aşeret’il Mubeşşirune bi’l Cenne" ve ayrıca
"el-Mubeşşirun bi'l Cenne" kavramları da kullanılmaktadır. Yaşarken
cennet ile müjdelenen on sahabe şunlardır:
Ebu Bekir
(radiyallahu anh), Ömer ibn'ul Hattab (radiyallahu anh), Osman ibni Affan
(radiyallahu anh), Ali ibni Ebu Talib (radiyallahu anh), Talha ibni Ubeydullah
(radiyallahu anh), Zübeyr ibni Avvam (radiyallahu anh), Abd’ur Rahman ibni Avf
(radiyallahu anh), Sa'd ibni Ebi Vakkas (radiyallahu anh), Sa’id ibni Zeyd
(radiyallahu anh) ve Ebu Ubeyde ibni Cerrah (radiyallahu anh).
Sa’id ibni Zeyd
(radiyallahu anh) dedi ki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in şöyle
söylediğini işittim: "Ebu Bekir cennetliktir, Ömer cennetliktir, Osman
cennetliktir, Ali cennetliktir, Talha cennetliktir, Zübeyr cennetliktir, Sa'd
İbni Malik cennetliktir, Abd’ur Rahman İbni Avf cennetliktir, Ebu Ubeyde İbn'ul
Cerrah cennetliktir. (Ravi der ki: Zeyd) onuncu da sükut etti. Dinleyenler:
Onuncu kim? diye sordular. (Bu taleb üzerine): Sa’id İbni Zeyd! dedi. Yani bu,
kendisi idi. Zeyd sonra ilave etti: Allah'a yemin ederim. Onlardan birinin
Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile birlikte yüzü tozlanacak kadar
bulunuvermesi, sizden birinin ömür boyu çalışmasından daha hayırlıdır, hatta
ömrü, Nuh (aleyhi selam)'ın ömrü kadar uzun olsa bile!.." (Ebu Davud)
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve
sellem)’den Başkasına Salat Getirmemek
Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem ve ala alihiden başka hiç kimseyi salatta
hususileştirme!
Osman (radiyallahu anh) Mazlum, Onu
Öldüren Zalimdir
Bil ki; Osman ibni
Affan (radiyallahu anh) mazlum olarak öldürüldü ve onu öldüren zalimdi.
Ehli Sünnet İ’tikad’ından Sapan Bid'at
Sahibidir
Herkim bu
kitaptakileri ikrar eder, onlara iman eder, onları kendine imam edinirse ve
ondan bir harfte bile şüphe etmezse, ondan tek bir harfi bile inkar etmezse o;
Sünnet ve Cema'at Ehli’dir, kamildir onda Sünnet tamamlanmıştır. Kim bu
kitaptan bir harfi inkar ederse veya şüphe ederse veya (bu kitabı tasdik
etmekte) duraksar/çekinirse o da heva sahibidir.
Herkim Kur’an’dan
bir harfi inkar eder veya ondan şüphe ederse veya Rasulullah sallallahu aleyhi
ve sellemden gelen birşeyi (inkar eder veya ondan şüphe ederse), Allah Te'ala
ile (Hesap Günü'nde), yalanlayan bir kimse olarak karşılaşır. Ona göre,
Allah’tan kork, ihtiyatlı ol ve imanından razı ol!
Allah’a Karşı İsyanda Yardım Etmemek
Sünnet’tendir
Hiç kimseye -ne
hayır sahibine ne de mahlukatın (yaratılmışların) hiçbirine- Allah’a karşı
masiyette (isyanda) itaat etmemek Sünnet'tendir. Allah'a masiyette beşere itaat
yoktur. Onlar sevilmez, bunların tümünden Allah Tebareke ve Te'ala içi nefret
et!..
Tevbe Kullar Üzerine Farzdır
Büyük olsun küçük
olsun bütün günahlardan tevbe etmenin kullar üzerine farz olduğuna iman (etmek
gerekir).
Aşerei Mübeşşere’nin Cennet’e Gireceğine
Şahitlik Etmeyen Bid'at ve Dalalet Sahibi’dir
Rasulullah sallallahu
aleyhi ve sellemin cennet ile (cennetlik olduklarına dair) şahitlik ettiği bir
kimse için (onun cennete gireceğine dair) şahitlik etmeyen kişi bid'at ve
dalalet sahibidir ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin sözünde şek eden
biridir.
Sünnet’e Bağlı Olanın Ameli Kusurlu Olsa
da, Ahirette Kurtuluşa Erer
Malik ibni Enes
dedi ki: "Kim Sünnet’e bağlı olur ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellemin ashabı onun (dilinden) selamette olursa, sonra (bu hal üzere) ölürse,
onun amelinde kusur bile olsa (ahirette) nebiler, sıddıklar, şehitler ve
salihler ile birlikte olur."
Metinde geçen:
"...sonra (bu hal üzere) ölürse, onun amelinde kusur bile olsa (ahirette)
nebiler, sıddıklar, şehitler ve salihler ile birlikte olur." ifadesi diğer
nüshada şöyle geçmektedir: "...sonra (bu hal üzere) ölürse, amelde kusurlu
olsa bile (ahirette) nebiler, sıddıklar, şehitler ve salihler ile birlikte
olur."
İslam Sünnet’tir ve Sünnet de İslam’dır
Diğer nüshada
-daha önce de belirtmiş olduğumuz üzere- bu sözü Bişr ibn'ul Haris'in söylediği
belirtilmektedir.
Bişr ibn'ul Haris
ibni Abd’ur Rahman ibni Ata ibni Hilal ibni Mahan ibni Abdullah el-Mervezi,
Eb’un Nasr. Yalınayak gezdiği için Hafi (Bişr el-Hafi) ismiyle tanınır büyük
zahid ve takva ehlindendir. 150H yılında Bağdat’ta doğdu. Malik ibni Enes,
Şerik ibni Abdullah, Hammad ibni Zeyd, İbni Mehdi, Ebu Bekir ibni Ayyaş, Fudeyl
ibni İyad ve Abdullah ibni Mübarek gibi meşhur muhaddislerden hadis
öğrenmiştir. Talebeleri ve kendisinden hadis rivayet edenler arasında Ahmed ibni
Hanbel, Ebu Hayseme, Abbas ibni Abd’ul Azim, Zuheyr ibni Harb, Ahmed ed-Devraki
Muhammed ibni Hatim, Sırri es-Sakati ve İbrahim el-Harbi gibi alimler
bulunmaktadır. Bişr şöyle demiştir: "Dünyayı seven kimse zillete
hazırlansın." 227H yılında vefat etmiştir. Vefat ettiğinde, yediden
yetmişe bütün Bağdat halkı cenazesine katılmıştı. Sabah namazından sonra
defnedilmiş, ama ancak yatsı namazından sonra mezarına yerleştirilebilmişti.
Ali ibn'ul Medaini ve diğer hadis imamları onun cenaze töreninde yüksek sesle:
"Vallahi bu, ahiret şerefinden önceki dünya şerefidir." diye
söylemişlerdi. Ölüm haberini duyduğu gün İmam Ahmed ibni Hanbel, onun hakkında
şöyle demiştir: "Kendisinden sonra kendisi gibi birini bırakmadı."
Rivayet olunduğuna göre cinler, onun yaşamış olduğu evde ona ağıt yakmışlardı.
Vefatından sonra adamın biri onu rüyasında görmüş ve ona şöyle sormuştu: Allah
sana nasıl muamele etti? (Bişr ona şöyle karşılık vermiştir:) Beni ve Kıyamet
Günü’ne kadar beni sevecek olan herkesi affetti. (İbni Halikan, Vefayat’ul
Ayan, 1/112; İbni Kesir, el-Bidaye ve’n Nihaye, Hicretin İkiyüzyirmiyedinci
Senesi; Ebu Nu’aym, Hilyet’ul Evliya, 8/336-340; İbn’ul Cevzi, Sıfat’us Safve,
2/214-327; 2/331-335; Tehzib’ut Tehzib, 1/444; İbnu İmad, Şezerat’uz Zeheb,
2/60-62; Bağdadi, Tarihi Bağdad, 7/67-80; Zehebi, Siyeru A’lamu'n Nubela,
10/469-473)
ve dedi ki: "İslam Sünnet’tir ve Sünnet de İslam’dır."
İbni Ebi Ya’la, Tabakat’ul Hanabile, 2/41
Diğer nüshada
takdim ve tehir olup, metinde geçmekte olan: "İslam Sünnet’tir ve Sünnet de İslam’dır." ifadesi diğer
nüshada şöyle geçmektedir: "Sünnet
İslam'dır ve İslam da Sünnet'tir."
Sünnet Ehli Ashab Gibidir; Bid'at Ehli
Münafıklar Gibidir
Fudeyl ibni İyad
dedi ki: "Sünnet Ehli’nden bir kişiyi gördüğümde sanki Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellemin ashabından bir kişiyi; bid'at ehlinden bir kişiyi
gördüğümde ise sanki münafıklardan birini görürüm."
Bu sözün benzeri
İmam Şafii'den nakledimiştir, İmam Şafii (rahimehullah) dedi ki: "Ben, hadis ashabından bir adamı gördüğüm
zaman sanki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in ashabından birisini
görmüş gibi oluyorum." (Hatib; Şerafu Ashab’il Hadis)
Sünnetin ve Sünnet Ehli’nin Garipliği
Yunus ibni Ubeyd
dedi ki: "Bu gün Sünnet’e davet
edenin haline şaşılır, ondan daha şaşılası ise Sünnet’e davet edilip onu kabul
edendir." İbni Receb el-Hanbeli, Keşf'ul Kurbe fi Vasfi Hali Ehl'il
Gurbe; Ebu Nu’aym, el-Hilyet’ul Evliya, 3/21; Lalekai, İ’tikad Ehl'is Sünne,
1/57-58 21-23; Mizzi, Tehzib'ul Kemal, 32/527
Metinde geçmekte
olan: "Bu gün Sünnet’e davet edenin
haline şaşılır, ondan daha şaşılası ise Sünnet’e davet edilip edip onu kabul
edendir." ifadesi diğer nüshada şöyle geçmektedir: "Bu gün Sünnet’e davet edenin haline
şaşılır, ondan daha şaşılası ise Sünnet’e icabet edendir."
Ulema Ölüm Döşeğinde "Sünnet'e İttiba
Edin!" Deyip "Bidatten Uzak Durun!" Derdi
İbni Avn ölüm
döşeğinde ölene kadar: "Sünnet!
Sünnet! Bid'atten uzak durun!.." deyip durdu.
Allah, Kulunu Sünnet’ten Sorgular
ve dedi ki: "Ashabımdan
birisi öldü ve uykuda (rüyada) bana gösterildi ve dedi ki: Ebu Abdillah’a (İmam
Ahmed ibni Hanbel) söyleyin: Sünnet’e sarıl! Bana ilk sorulan ne idi? Allah
bana ilk Sünnet'ten sordu."
İmam Ahmed ibni
Hanbel (rahimehullah)'dan nakledilen bu söz: "Ashabımdan birisi öldü ve
uykuda (rüyada) bana gösterildi ve dedi ki: Ebu Abdillah’a (İmam Ahmed ibni
Hanbel) söyleyin: Sünnet’e sarıl! Bana ilk sorulan ne idi? Allah bana ilk
Sünnet'ten sordu." diğer nüshada az bir farkla şöyle ifade edilmiştir:
"Ashabımdan bir adam öldü ve uykuda (rüyada) bana gösterildi ve dedi ki:
Ebu Abdillah’a (İmam Ahmed ibni Hanbel) söyleyin: Sünnet’e sarıl! Aziz ve Celil
olan Rabbim bana ilk Sünnet'ten sordu."
Sünnet Üzere Ölen Sıddık’tır!..
Ebu’l Aliye dedi
ki: "Kim mestur olarak Sünnet
üzerinde ölürse o, Sıddık’tır."
Rafi ibni Mihran Ebu’l
Aliye er-Riyahi büyük bir imam, Kur’an muallimi, hafız, kıraat ve tefsir
alimidir. Sahihi Müslim’de bir hadisi bulunmaktadır. Ashabın önde gelen
şahsiyetlerinden bir gruptan hadis dinlemiştir: Ali ibni Ebi Talib (radiyallahu
anh), İbni Me’sud (radiyallahu anh), Ebu Eyyub el-Ensari (radiyallahu anh),
Huzeyfe ibni Yeman (radiyallahu anh), Ebu Zer el-Gıfari (radiyallahu anh), Ebu
Musa el-Eşari (radiyallahu anh), Ubey ibni Ka’b (radiyallahu anh), İbni Abbas
(radiyallahu anhuma ecmain), İbni Ömer (radiyallahu anhuma ecmain), Ebu Hureyre
(radiyallahu anh), Enes bin Malik (radiyallahu anh) ve mü’minlerin annesi Ayşe
bint Ebi Bekir (radiyallahu anha). Meşhur talebeleri arasında, Davud ibni Ebu
Hind, İbni Sirin, Hafsa bint Sirin, Rebi ibni Enes ve Katade gibi alimler
bulunmaktadır. Kıraat ilmini arz yoluyla Ubey ibn'ul Ka‘b (radiyallahu anh),
Zeyd ibni Sabit (radiyallahu anh) ve Abdullah ibni Abbas (radiyallahu anhuma
ecmain)’den öğrenmiştir. Şuayb ibni Habhab, Rebi ibni Enes, A’meş gibi
mühim şahsiyetler ondan kıraat ilmini öğrenmişlerdir. Kıraat-ı Seb’a
imamlarından Ebu Amr ibni Ala da kıraat ilminde ondan istifade etmiştir. (İbni
Hacer, Tehzib’ut Tehzib, 3/284-286; İbni Hacer, el-İsabe, 2/515; 7/297-298;
Zehebi, Siyer A’lem'un Nubela, 4/207-213; Tezkiret’ul Huffaz, 1/58; Mizan’ul
İ’tidal, 2/54; Takrib'ut Tehzib, 210;653; İbni Sa’d, Tabakat’ul Kubra, 7/112;
Ebu Nu’aym, Hilyet’ul Evliya, 2/217-224; İbn’ul Cevzi, Sıfat’us Safve, 485)
Sünnet’e Sarılmak Kurtuluştur!..
Şöyle denilmiştir:
"Sünnet’e sarılmak kurtuluştur!.."
Diğer nüshada:
"Şöyle denilmiştir..." kısmı olmaksızın geçmektedir.
Bu hikmetli
sözlerin benzerleri büyük imamlardan nakledilmiştir. İmam Zühri’den şöyle
dediği nakledilmiştir: "Geçmişte alimlerimiz şöyle derlerdi: Sünnet’e sarılmak kurtuluştur."
(Darimi, Sünen; Ebu Nu’aym, Hilyet’ul Evliya, 3/369; Lalekai, İ’tikad Ehl'is
Sünne, 1/94-95 136-137)
Bunun bir
benzerini Ömer ibni Abd’ul Aziz bir hutbesinde söylemiştir: "Bildiğiniz gibi, Sünnet ehli şöyle derdi:
Sünnet’e sarılmak kurtuluştur." (Ebu Nu’aym, Hilyet’ul Evliya, 5/346)
Bid'at Ehli Allah’ın Korumasından
Çıkmıştır
Süfyan es-Sevri
dedi ki: "Kim kulaklarını bid'at
sahibine kabartırsa, Allah’ın korumasından çıkmıştır ve bid'atlere
terkedilmiştir." Ebu Nu’aym, Hilyet’ul Evliya, 7/26, 34; İbni Batta,
el-İbanet'ul Kubra, 444; Zehebi, Siyer A’lem'un Nubela, 7/162
Bu söz, Muhammed
ibni Nadr el-Harisi’nin sözü olarak da nakledilmiştir. (Lalekai, İ’tikad Ehl'is
Sünne, 1/125 252; İbn’ul Cevzi, Telbis’ul İblis, 1/128 52)
Bid'at Ehli İle Oturup Kalbine Onların Dedikleri
Yapışanı, Allah Tekrar Tekrar Cehennem’e Atar
Davud ibni Ebi
Hind dedi ki: "Allah Tebareke ve Te'ala, Musa ibni İmran (aleyhi selam)’a
vahyetti (ki): Bid'at ehli ile oturma! Eğer onlarla oturursan ve onların
dediklerinden birşey kalbine yapışırsa seni yüz üstü Cehennem ateşine
atarım!.."
Davud ibni Ebi
Hind el-Basri, meşhur hafız, fakih ve müftüdür. 140H yılında vefat etmiştir.
(İbn’ul Cevzi, Muntazam, 1/981; İbn’ul Cevzi, Sıfat’us Safve, 529; İbni Kesir,
el-Bidaye ve’n Nihaye, Hicretin Yüzkırkıncı Senesi; Tabakat’ul Kubra, 9/552)
Bu sözlerin
benzerleri ayrıca Ata, Huseyf el-Cezeri ve Muhammed ibni Eslem’den de
nakledilmiştir.
İbni Abbas
(radiyallahu anhu anhuma ecmain) dedi ki: "Heva ehli ile oturmayın!
Onların meclisleri kalplerde hastalığa sebebiyet verir." (el-İbane, 371)
İbrahim en-Neha’i
şöyle dedi: "Heval ehli ile oturmayın! Onların meclisleri kalpdeki İman’ın
nurunu giderir, yüzlerdeki güzelliği alır ve mü’minlerin kalplerindeki nefretin
mirasına yolaçar." (el-İbane 375)
Müslim ibni Yesar
dedi ki: "Bid'at ehlinden birisini dinleme kalbini, senin kalbinden çekip
atamayacağın şeylerle doldurur." (el-İbane 436)
Fudeyl ibni İyad (rahimehullah)’ın Sünnet
ve Bid'at Sahibi Hakkındaki Bazı Özlü Sözleri
Fudeyl ibni İyad
(rahimehullah) dedi ki: "Bid'at sahibi
ile oturana hikmet verilmez." Beyheki, Şuab’ul İman, 7/64; 9482; Ebu
Nu’aym, el-Hilyet’ul Evliya, 8/103; Lalekai, İ’tikad Ehl'is Sünne, 4/638 1149
(Yine) Fudeyl ibni
İyad dedi ki: "Bid'at sahibi ile
oturma çünkü ben üzerine lanet ineceğinden korkarım!.." Beyheki,
Şuab’ul İman, 7/63-64; İbni Asakir, Tarih; 48/398; İbni Batta, el-İbanet’ul
Kubra, 441, 451; Lalekai, İ’tikad Ehl'is Sünne, 1/137 262
(Yine) Fudeyl ibni
İyad dedi ki: "Bid'at sahibi’ni
sevenin Allah, amellerini boşa çıkarır ve İslam’ın nurunu kalbinden çıkarır."
Ebu Nu’aym, el-Hilyet’ul Evliya, 8/103; İbni Batta, el-İbanet’ul Kubra, 440;
İmam Herevi, Zemm'ul Kelam, 4/167, 947; Lalekai, İ’tikad Ehl'is Sünne, 1/137
262; İbn’ul Cevzi, Telbis’ul İblis, 1/120 48
(Yine) Fudeyl ibni
İyad dedi ki: "Kim bid'at
sahibi ile oturursa onu körlüğe varis eder!.." Ebu Nu’aym,
el-Hilyet’ul Evliya, 8/103; Lalekai, İ’tikad Ehl'is Sünne, 1/138 264
Fudeyl ibni İyad
(rahimehullah) bu manada olmak üzere şöyle de demiştir: “Bid’at sahibi kimseye dinin hususunda sakın güvenme, işlerinde onunla
istişare etme. Onun yanında oturma, bid’at sahibi kimsenin yanına oturan bir
kimsenin yüce Allah kalbini kör eder!..” (el-Lalekai, Şerhu Usuli İ’tikadi
Ebl'is Sunneti ve’l Cema'a; İbni Batta, el-İbane)
Fudeyl ibni İyad
dedi ki:"Bid'at sahibini bir yolda
görürsen, sen o yoldan başkasına git!.." Ebu Nu’aym, el-Hilyet’ul
Evliya, 8/103; İbni Batta, el-İbanet’ul Kubra, 493; İbn’ul Cevzi, Telbis’ul
İblis; Beyheki, Şu’ab’ul İman, 7/65 9463; Lalekai, İ’tikad Ehl'is Sünne, 1/137,
259
Yahya ibni Ebi
Kesir’den de bu söz nakledilmiştir.
Diğer nüshada
burada aktarılan son iki hikmetli söz birbirine karışık vaziyette verilmiştir.
Bilemiyorum asıl nüshada mı böyle geçiyor yoksa bir baskı hatası mı ancak
nihayetinde elimdeki diğer nüshada bu cümleler şu şekilde verilmiş: "Kim bid'at ashabı ile oturursa bir yolda,
sen o yoldan başkasına git!.."
Fudeyl ibni İyad
dedi ki:"Kim bid'at sahibini tazim
ederse, İslam’ın dağılmasına yardım etmiştir. Kim mubtedinin (bidat'çinin)
yüzüne gülerse Aziz ve Celil olan Allah’ın Muhammed sallallahu aleyhi ve
selleme indirdiğini önemsiz-değersiz saymıştır. Kerime’sini bir bid'atçi adama
(eş olarak) veren kimse ise onun neslini kesmiştir ve bir mübtedinin cenazesini
izleyen ise oradan geri dönene kadar Allah’ın gazabında olmaya devam eder."
Ebu Nu’aym, el-Hilyet’ul Evliya, 8/103; Lalekai, İ’tikad Ehl'is Sünne, 4/733
1358; İbn’ul Cevzi, Telbis’ul İblis, 1/122-124 49-50; Herevi, Zemm’ul Kelam,
172 953
Kerime, kendi
kızının ismidir.
Bu manada İmam
Malik ibni Enes de şöyle demiştir: "Bid’at
ehli kimse nikahlanamaz, bid’at ehli kimseye kız verilmez ve onlara selam da
verilmez." (İmam Malik, el-Müdevvenet’ul Kübra)
Fudeyl ibni İyad
dedi ki: "Bir Yahudi ile ve bir
Nasrani (Hristiyan) ile birlikte yemek yerim ama bir mübtedi ile yemek yemem.
Benimle bid'at sahibi arasında demirden bir kalenin olmasını isterim."
Ebu Nu’aym, el-Hilyet’ul Evliya, 8/103; ; Lalekai, İ’tikad Ehl'is Sünne, 4/638
1149; İbni Batta, el-İbanet’ul Kubra, 475
Fudeyl ibni İyad
dedi ki: "Allah bir adamın, bir
bid'at sahibinden nefret ettiğini bilirse; ameli az olsa bile onu bağışlar."
Ebu Nu’aym, el-Hilyet’ul Evliya, 8/103; İbn’ul Cevzi, Telbis’ul İblis; İbni
Asakir, Tarih, 45-199; Hatib, Tarih, 15/263; Şeyh’ul İslam İbni Teymiyye,
Mecma'ul Feteva, 18/346
(Fudeyl ibni İyad
şöyle dedi:)"Bid'at ehline yardım
eden Sünnet sahibi, onun yalnız nifakını arttırır!.." Lalekai, İ’tikad
Ehl'is Sünne; İbni Batta, el-İbanet’ul Kubra, 429
Bid'at Sahibi’ne Tavır Almanın Kişiye
Kazandıracakları
Herkim bid'at
sahibinden yüz çevirirse, Allah onun kalbini iman ile doldurur; Bid'at sahibini
azarlayan kişiyi ise, Allah en dehşetli günde eminliğe çıkartır. Bid'at
sahibini tahkir edeni ise Allah, cennette yüz derece yükseltir.
Bid'at Sahibi’ni Sevmemek
Allah için, hiçbir
zaman bid'at sahibi’i sevme!..
oooŞerh'us Sünne
Kitabı'nın Sonu ooo
KUR’AN’DAN ŞÜPHEYE DÜŞTÜKLERİ HUSUSLARDA ZINDIKLARA VE CEHMİYE’YE REDDİYE
Müellif:
İmam Ahmed bin Hanbel (H. 164-241)
بسم الله الرحمن الرحيم
MUKADDİME
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla,
Bize Ebu Tahir el-Mübarek bin el-Mübarek bin el-Ma’tuş kitabında haber verdi ki
Ebu’l-Ganaim Muhammed bin Ahmed bin Muhammed el-Muhtedi Billah onlara icazet[1] yoluyla, Ebu’l-Kasım
Abdu’l-Aziz bin Ali el-Ezci de onlara “Gulamu’l-Hallal” ünvanıyla tanınan Ebu
Bekir Abdu’l-Aziz’den icazet yoluyla bildirdi ve dedi ki bana Hızır bin
el-Musenna Sinan dedi ki bize Abdullah bin Ahmed bin Hanbel rahimehullah haber
verdi ve dedi ki: Bu (kitap), babamın –Allah ona rahmet etsin- Zındıklara[2] ve Cehmiye’ye,
Kur’an’ın müteşabihleri ve tevilleri hakkında şüpheye düştükleri hususlara
cevap olarak serdettiklerinden ibarettir.
Ahmed bin Hanbel -Allah ona rahmet etsin ve ondan razı olsun- dedi ki: Allah’a
hamd olsun ki O, rasullerin arasının kesildiği her fetret döneminde ilim
ehlinden arta kalan kimseler bırakmıştır ki onlar sapmış olanları hidayete
çağırmışlar ve onlardan gelen eziyetlere sabretmişler, (manen) ölmüş halde
bulunan kimseleri Allahın kitabıyla ihya etmişler, körleri Allahın nuruyla
basiretlendirmişler ve böylece iblisin öldürdüğü nice kimseler hayat bulmuş,
nice yolunu şaşırıp sapmış kimseler hidayete kavuşmuştur. O ilim ehlinin
insanların üzerinde bırakmış oldukları etki ne kadar güzelse insanların o ilim
ehline verdikleri tepki o denli kötü olmuştur. Onlar aşırı gidenlerin
tahriflerinden, batıl ehlinin sokuşturmalarından ve cahillerin te’villerinden
Allah'ın kitabını arındırırlar. O cahiller ki bidat sancaklarını açmışlar,
fitnenin dizginlerini serbest bırakmışlardır. Öyle ki onlar kitapta (Kur’an)
ihtilafa düşmüşler, kitapla ihtilafa düşmüşler ama kitaptan ayrılma konusunda
ittifak etmişlerdir. Onlar Allah’a karşı, Allah hakkında ve Allah'ın kitabı
hakkında bilgisizce sözler sarf ederler; Allah’ın kelamından müteşabih olanlar
hakkında konuşup şüpheye düşürerek cahil insanları aldatırlar. Saptırıcıların
fitnesinden Allah’a sığınırız.
ZINDIKLARA REDDİYE
Kur’an ayetlerinin birbiriyle çeliştiğini iddia eden zındıklara cevap
Birinci Mesele
Ahmed (rh.a); Allah Azze ve Celle’nin: “Şüphesiz ki ayetlerimizi inkar edenleri
yakında ateşe atacağız. Derileri piştikçe azabı duysunlar diye, derilerini
değiştirip yenileyeceğiz. Allah; Aziz, Hakim olandır.” (en-Nisa 4/56) kavli
hakkında dedi ki:
Zındıklar derler ki: ‘Niçin onların isyankâr derileri yanıyor da yerine başka
bir deri veriliyor? Allahu Teâlâ’nın “derilerini değiştirip yenileyeceğiz”
kavlinden ancak şunu anlıyoruz ki Allah günahsız bir deriye azap edecektir.’
Böylece Kur’an hakkında şüpheye düştüler ve onda çelişkiler olduğunu iddia
ettiler.
Derim ki: Şüphesiz Allahu Teâlâ’nın “derilerini başkasıyla değiştirip
yenileyeceğiz” sözü “onların derileri” manasında değildir, bu bilakis şu manaya
gelir: “onların derilerini başkasıyla değiştireceğiz, değişmiş ve yenilenmiş
haliyle”; zira onların derileri piştikçe Allah onları yenileyecektir.[3] İşte bu, Kuran’da ancak
âlimlerin bilebileceği türden amm ve hass hususlar, farklı vecihler ve bahisler
olmasından ileri gelir.
İkinci Mesele
Azze ve celle’nin şu kavline gelince: “Bu, (kâfirlerin) konuşamayacağı bir
gündür. Onlara izin de verilmez ki özür beyan etsinler.” (Murselat 77/35)
Ve şu kavli: “Sonra siz muhakkak kıyamet gününde Rabbinizin huzurunda
birbirinizden davacı olacaksınız.” (ez-Zumer 39/31)
Bu zındıklar derler ki: “Muhkem kelamda nasıl olur da bir yerde onlar konuşamaz
diyor başka bir yerde ise “Sonra siz muhakkak kıyamet gününde Rabbinizin
huzurunda birbirinizden davacı olacaksınız.” diyor. Böylece kelamın bir
kısmının bir kısmıyla çeliştiğini iddia ettiler ve Kur’an’da şüpheye düşmüş
oldular.
Bunun tefsirine gelince: “Bu, (kâfirlerin) konuşamayacağı bir gündür.” kavli,
mahlûkatın ilk diriltildiği zamandan itibaren 60 yıllık bir süreyi kapsar. Bu
süre zarfında ne konuşabilirler ne de özür beyan edebilirler, zira özür beyan
etmelerine izin verilmemiştir. Daha sonra ise konuşmalarına izin verilir, onlar
da konuşmaya başlarlar. Azze ve Celle’nin şu kavli de bunun gibidir:
“Günahkârları, Rablerinin huzurunda başları öne eğilmiş olarak: «Ey Rabbimiz!
Gördük ve dinledik, şimdi bizi geri çevir de salih bir amel işleyelim, çünkü biz
artık kesin bir şekilde inanıyoruz.» derlerken bir görsen!” (es-Secde 32/12)
İşte böylece onlara konuşma hususunda izin verildiği zaman konuşurlar ve
davalaşırlar. “Sonra siz muhakkak kıyamet gününde Rabbinizin huzurunda
birbirinizden davacı olacaksınız.” kavli de işte böyledir. Sonra hesap ve
zulmedenlere haklarının verilmesi vardır. Sonra, bütün bunların akabinde onlara
şöyle denir: “Huzurumda çekişmeyin! Ben size daha önce uyarı göndermiştim!”
(Kaf 50/28) Ve bu sözle artık azap başlar.[4]
Azze ve Celle’nin şu kavline gelince: “Allah kime hidayet verirse, o doğru
yoldadır. Kimi de hidayetten uzak tutarsa, artık bunlar için Allah'tan başka
hiçbir yardımcı bulamazsın. Ve biz, o kâfirleri kıyamet günü kör, dilsiz ve
sağır oldukları halde, yüzleri üstü sürünerek haşredeceğiz. Varacakları yer
cehennemdir; ateşi dindikçe onun ateşini artırırız.” (el-İsra 17/97)
Başka bir ayette ise şöyle buyuruyor:
“Cehennemdekiler, cennettekilere: «Bize biraz su akıtın veya Allah'ın size
verdiği rızıktan bize de verin.» diye seslenirler. Cennettekiler de: «Allah,
bunların ikisini de kâfirlere haram kıldı.» derler.” (el-A’raf 7/50)
(Zındıklar) derler ki: ‘Allah'ın muhkem kelamında bu nasıl olur ki bir yerde
“biz, o kâfirleri kıyamet günü kör, dilsiz ve sağır oldukları halde, yüzleri
üstü sürünerek haşredeceğiz.” derken başka bir yerde ise onlardan bazılarının
diğer bazı kimselere seslendiklerinden bahsetmektedir.’ İşte bundan dolayı
Kur’an hakkında şüpheye düştüler.
Cennet ehlinin cehennemliklere (bkz: el-A’raf 7/44) ve cehennem ehlinin de
cennetliklere seslenmesinin izahına gelince; gerçek şu ki onlar ateşe ilk
girdiklerinde birbirleriyle konuşacaklar ve ez-Zuhruf 43/77.ayette anlatıldığı
üzere Ey Malik! Rabbin bizim işimizi bitirsin! diye seslenirler. Malik de: Siz
böyle kalacaksınız! der. Ayrıca «Ey Rabbimiz! Bizi yakın bir zamana kadar
ertele de senin davetine uyalım ve peygamberlere tabi olalım.» diyeceklerdir.”
(İbrahim 14/44) Bir de: “«Ey Rabbimiz, kötü arzularımıza yenik düşerek sapık
bir topluluk olduk.» diyeceklerdir.” (Mu’minun 23/106) Yani onlar kendilerine
“Alçaldıkça alçalın orada! Bana konuşmayın artık.” (Mu’minun 23/108) denilene
kadar konuşmaya devam edeceklerdir. Bundan sonra oracıkta kör, sağır ve dilsiz
kesilirler, konuşma faslı biter ve sadece iç geçirmeler ve hırıltılar kalır.
İşte zındıkların Allah'ın sözünde şüpheye düştükleri şeyin açıklaması budur.
Azze ve celle’nin şu kavline gelince: “Sûra üflendiği zaman artık aralarında
akrabalık bağları kalmamıştır; birbirlerini de arayıp sormazlar.” (Mu’minun 23/101)
ve ayrıca şu ayet:
“Onların (o ehl-i cennetin) bazıları bazılarına karşı teveccüh ederek
soruşturmaya başlarlar. Onlardan birisi der ki: «Benim (dünyada iken) muhakkak
bir arkadaşım var idi.»” (es-Saffat 37/50)
Şimdi bu zındıklar kelam-ı muhkemde böyle bir -güya- çelişki nasıl olur diyerek
bundan dolayı Kuran’dan şüpheye düştüler. İmdi, Allahu Teâlâ’nın “Sûra
üflendiği zaman artık aralarında akrabalık bağları kalmamıştır; birbirlerini de
arayıp sormazlar.” (Mu’minun 23/101) kavli ikinci sura üflenip insanlar
kabirlerinden kalktıkları zaman hakkındadır. İşte o zaman bulundukları yerde ne
konuşurlar ne de birbirlerini soruştururlar. Ancak ne zaman ki hesaba çekilip
de kimi cennet kimi de ateşe girer; işte o zaman dikkatlerini birbirlerine
çevirip birbirlerini soruştururlar. İşte zındıkların şüpheye düştüğü şeyin
açıklaması budur.
Üçüncü
Mesele
Allahu Teâlâ’nın şu kavline gelince: «Sizi şu cehenneme
sürükleyip-iten nedir?» (Cehennemlikler) derler ki; «Biz namaz kılanlardan
değildik.» (Muddessir 74/42-43) Başka bir ayette ise: “Vay o namaz kılanların
haline!” (Maun 107/4) buyrulmaktadır.
Zındıklar derler ki; Allah bir yerde namaz kılan bazı
kimseleri kınayarak: “Vay o namaz kılanların haline!” buyururken bir kavmin ise
namaz kılmadıkları için ateşe girdiklerini söylemektedir. İşte bundan dolayı
Kuran’dan şüpheye düştüler ve onda -hâşâ- çelişki olduğunu iddia ettiler.
Hâlbuki Azze ve Celle’nin: “Vay o namaz kılanların haline!”
kavliyle münafıklar kastedilmektedir ki onlar gösteriş yapacakları vakte kadar
namazlarından gafildirler. (bkz; Maun 107/6) Yani diyor ki onlar gösteriş yapma
fırsatı olduğu zaman namaz kılarlar, olmadığı zaman kılmazlar.
«Sizi şu cehenneme sürükleyip-iten nedir? (Cehennemlikler)
derler ki; «Biz namaz kılanlardan değildik.» kavli ise mümin ve muvahhidler
(yani böyle olduğu halde namaz kılmayanlar [müt.notu]) hakkındadır. Zındıkların
şüpheye düştükleri şey (in açıklaması [müt.notu]) işte budur.
Dördüncü Mesele:
Allahu Teâlâ’nın şu kavli; “Allah, sizi topraktan yaratmıştır.” (Fatır 35/11)
sonra şöyle demiştir: “Şüphe yok ki, Biz onları yapışkan bir çamurdan
yarattık.” (es-Saffat 37/11) başka bir yerdeyse: “Andolsun ki, Biz insanı
süzülmüş bir çamurdan yarattık.” (Mu’minun 23/12) başka bir ayette: “Andolsun
ki Biz; insanı, kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattık.” (Hicr
15/26) ve nihayet: “O insanı pişmiş çamuru andıran kuru balçıktan yarattı.”
(er-Rahman 55/14) buyurmuştur. Kuran’dan şüpheye düşerek dediler ki bunlar,
birbiriyle çelişiyor.
Biz ise deriz ki bu, Ademin yaratılışının başlangıcıyla alakalıdır. Allah onu
ilk başta topraktan yaratmış; daha sonra -duruma göre- kırmızı, siyah ve beyaz
çamurdan veya iyi ve kötü çamurdan/malzemeden yaratmıştır[5]. İşte bunun gibi
onun soyundan gelenler de iyi-kötü, siyah-kırmızı ve beyaz olurlar. Daha sonra
ise bu toprak çamur haline dönüşmüştür ki Azze ve celle’nin “çamurdan/ من طين” kavli buna işaret eder. Çamur birbirine
yapışınca da yapışık (lasik/ لاصق) manasında yapışkan
(lazib/ لازب) bir çamur haline gelmiş, daha sonra da
“süzülmüş bir çamurdan” buyurmuştur. Yani sıkıldığı zaman parmakların arasından
dökülen bir çamur demek istemiştir. Sonra şekillenmiş balçık haline dönüşmüş,
ardından o balçık kuruyunca da ondan pişmiş çamuru andıran kuru balçığı var
etmiştir. Yani diyor ki o, pişmiş çamuru andıran kuru balçık gibi ve o pişmiş
çamurun vızıldaması gibi ses çıkartan bir balçığa dönüştü. İşte bu, Adem
(as)'ın yaratılışının açıklamasıdır. Azze ve Celle’nin şu kavline gelince: “O
ki, yarattığı her şeyi güzel kıldı ve insanın yaradılışına çamurdan başladı.
Sonra onun zürriyetini bir nutfeden, hakir (zayıf) bir sudan yarattı.”
(es-Secde 32/7-8) İşte bu, onun zürriyetinin “sülale”den yani erkeklerden
dökülen nutfeden (spermden) yaratılmasının başlangıcıdır. “Su” dan yani
değersiz, zayıf bir nutfeden yaratıldığını ifade eden kavli de bu şekildedir.
İşte zındıkların şüpheye düştükleri şey (in izahı [müt.notu]) budur.
Beşinci Mesele
Azze ve celle’nin şu kavli: “O, doğunun, batının ve ikisinin arasında
bulunanların Rabbidir.» (eş-Şuara 26/28) ve şu kavli: “(O,) iki doğunun ve iki
batının Rabbidir.” (er-Rahman 55/17) ve bir de şu kavli: “Doğuların ve
Batıların Rabbi (...)” (el-Mearic 70/40) hakkındadır. Zındıklar Kuran’dan
şüpheye düşerek dediler ki: Muhkem kelamda böyle bir şey nasıl olur? (Yani
bunlardan hangisi doğrudur, kaç doğu, kaç batı vardır diyerek itiraz ediyorlar.
[müt.notu])
“Doğunun ve batının Rabbi” ifadesi gecenin ve gündüzün eşit olduğu gün
hakkındadır[6]. Allahu teala işte o
günün doğusuna ve batısına yemin etmektedir. “iki doğunun ve iki batının Rabbi”
ifadesine gelince bu, yılın en kısa gününe[7] ve yılın en uzun gününe[8] delalet eder. Allahu
teala işte o günün iki doğusuna ve iki batısına yemin etmektedir. “Doğuların ve
Batıların Rabbi (...)” ifadesi ise senenin diğer günlerindeki doğulara ve
batılara işaret etmektedir. İşte zındıkların şüpheye düştükleri şey(in
açıklaması) budur.
Altıncı
Mesele
Allahu Teâlâ’nın şu kavli: “Onlar senden azabımın bir an
önce gerçekleşmesini istiyorlar. Oysa Allah sözünden caymaz ve Rabb'inin
katındaki bir gün, sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir.” (el-Hacc 22/47 ) ve
şu kavli: “Gökten yere kadar her işi O, düzenler. Sonra sizin hesabınıza göre
bin yıl kadar tutan bir günde yine O'na yükselir.” (es-Secde 32/5) ve şu kavli:
“Birisi, yüksek derecelere sahip olan Allah katından, inkârcılara gelecek ve
savunulması imkânsız olacak azabı soruyor. Ki Melekler ve ruh, miktarı elli bin
yıl süren bir gün içinde O'na yükselir.” (el-Mearic 70/4) hakkında zındıklar
dediler ki: Böyle, bir kısmı bir kısmını nakzeden bir şey nasıl Allahın muhkem
kelamı olabilir?
İmam Ahmed dedi ki: “Rabbi’nin katındaki bir gün, sizin
saydıklarınızdan bin yıl gibidir.” kavli Allahu Teâlâ’nın gökleri ve yeri
yarattığı günlerle alakalıdır. O günlerin her biri bin sene uzunluğundadır.
“Gökten yere kadar her işi O, düzenler. Sonra sizin hesabınıza göre bin yıl
kadar tutan bir günde yine O'na yükselir.” kavli ise Cebrail (as)’ın Nebi
(sallallahu aleyhi ve sellem)’e indiği ve ardından bin yıl kadar tutan bir
günde tekrar semaya yükseldiği zaman hakkındadır. Bu, gökten yere 500 senelik
bir seyahattir. Yani 500 yıllık bir iniş ve de 500 yıllık bir yükseliş ki bu da
1000 yıl eder. “Melekler ve ruh, miktarı elli bin yıl süren bir gün içinde O'na
yükselir.” kavlinde ise demek istiyor ki eğer Allah’ın azabı yaklaşmış olsa
miktarı elli bin sene olan bir günde onu tamamlardı. Ki Allahu teala mahlûkata
azabı -yani kıyameti- başlattıktan sonra dünya günlerine göre yarım günlük bir
sürede tamamlayacaktır. “Biz kıyamet günü için doğru teraziler kurarız; hiçbir
kimse hiçbir haksızlığa uğratılmaz. Yapılan amel, bir hardal tanesi ağırlığınca
da olsa, onu getirir (tartıya koyarız). Hesap görenler olarak da biz kâfiyiz.”
(el-Enbiya 21/47) kavli de böyledir. Yani hesabın ne kadar hızlı olduğunu
anlatmaktadır.
Yedinci
Mesele
Allahu Teâlâ’nın şu kavli: "Onların tümünü
toplayacağımız gün; sonra da Allah’a ortak koşanlara: Nerede boş yere davasını
güttüğünüz ortaklarınız diyeceğiz." (el-Enam 6/22) Onlar sanki müşrik
değillermiş gibi davrandılar ve bir başka ayette Allah’ın kavli:
"Allah’tan hiçbir haberi gizleyemezler." (en-Nisa 4/42) Bunun üzerine
onlar Kuran’dan şüphe ettiler ve Kuran’da çelişki olduğunu iddia ettiler.
Allah’ın şu kavli: "Vallahi Rabbimiz biz müşriklerden değiliz."
dediler ve o zaman orda ortak koştuklarını gördüler.
Ehli tevhid gibi Allah’a itibar etmeyenler derler ki onları
diğerlerinden ayırdık. Sorduğumuzda denilir ki biz müşrik değiliz derler ve
Allah onları ve putlarını topladığında der ki: "Nerede boş yere davasını
güttüğünüz ortaklarınız diyeceğiz." (el-Enam 6/22) sonra Allah dedi ki
onlardan uzaklaşmadılar. Bunun üzerine dediler ki: "Vallahi rabbimiz biz
ortak koşmadık." Onlar şirklerini gizlilikle gizlediler ve onların
organlarına anlatmalarını emretti. Allah’ın kavli: "O gün onların
ağızlarını mühürleriz: Yaptıklarını bize elleri anlatır, ayakları da şahitlik
eder." (Ya-Sin 36/65) Allah Azze ve Celle’nin kavliyle onların organları
şahitlik edip onların işledikleri şirki ortaya çıkarır.
Allah Azze ve Celle’nin kavli: "Kıyamet koptuğu gün
günahkârlar kısa kaldıklarına yemin ederler." (er-Rum 31/55) ve Allah’ın
kavli: "Dünyada sadece 10 gün kaldınız." (Ta-Ha 20/103) ve Allah’ın
şu kavli: "Bir günden fazla kalmadınız." (Ta-Ha 20/104) ve şöyle
buyurdu: "Çok az kaldığınızı sanırsınız." (el-İsra 17/52) Zındıklar
bu yüzden o vakit şüpheye düştüler.
Allah’ın kavli: "10 gün kaldığınızı sanırsınız."
ve bu yüzden kabirlerinden çıktıklarında yalanladıkları diriliş emrinin gerçek
olduğunu gördüler. Bazıları bazılarına kabirde "10 gece" kaldığınızı
sanırsınız dedi sonra 10 geceyi çok buldular bunun üzerine dediler ki kabirde
herhalde "bir gün kadar" kaldık sonra bir günü çok buldular ve
dediler ki herhalde bir günden de daha "az bir süre" kaldık ve sonra
bu süreyi de çok buldular ve dediler ki herhalde bir saat kadar kaldık. Bu
zındıkların bunda şüpheye düştüğü şeyi açıklar.
Ve Allah’ın kavli: "Allah’ın peygamberlerini toplayıp:
size ne cevap verildi dediği gün." (el-Ma'ide 5/109) dediler: "bizim
hiçbir bilgimiz yok." (el-Ma'ide 5/109) ve başka bir yerde Allah’ın kavli:
"Şahitler de: İşte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir,
diyecekler." (Hud 11/18) ve bunun üzerine dediler ki:
Muhkem kelamda nasıl olur da bir yerde "bizim hiçbir
bilgimiz yok" denilirken başka bir yerde size bunlardan haber verilip
onlara deniliyor ki "İşte bunlar Rablerini yalanladılar." Kur’anın
bir kısmının diğer kısmını nakzettiğini iddia ettiler.
Allah’ın kavli: "Allah peygamberleri toplayıp size ne
cevap verildi dediği gün" onlara sorulur ve sonra cehennem kükrer ve
denilirki neden tevhidden kaçınır ve aklınıza uyarsınız. Sonra cehennem kükrer
ve bunun üzerine derler ki "bizim hiçbir bilgimiz yok." Sonra
akılları onlara döner daha sonra derler ki "işte bunlar Rablerine karşı
yalan söyleyenlerdir" ve bu zındıkların şüpheye düştüğü şeyi açıklar.
Sekizinci
Mesele
Allah’ın kavli: "Yüzler vardır ki o gün ışıl ışıl
parlayacak Rablerine bakacaklardır."(Kıyamet 75/23) ve Allah’ın bir başka
ayetteki kavli: "Gözler onu göremez hâlbuki o gözleri görür."
(el-Enam 6/103) Zındıklar dedi ki: Nasıl olur bu önce ‘onların rablerine
bakacaklarını’ haber verir ve başka bir ayette ‘Gözler onu göremez hâlbuki o
gözleri görür.’ demektedir. Bunun üzerine Zındıklar Kur’an da şüpheye düştüler
ve Kur’an’ın bir kısmının bir kısmını nakzettiğini açıkladılar.
Allah’ın şu kavli ‘yüzler vardır ki o gün ışıl ışıl
parlayacak ve Rablerine bakacaklar’ yani Rablerini görecekler cennette
demektir. Yine Allah’ın kavli ‘Onu görmek devamlı olmayacak’ yani burada da
dünyada görülemeyeceği anlaşılır ahirette değil.
Bu konuda Yahudiler Musa’ya dedi ki: "Bize Allah’ı
apaçık göster...hemen onları yıldırım çarptı." (en-Nisa 4/153) Onlar ‘bize
Allah’ı apaçık göster’ demelerinden dolayı öldüler ve böylelikle
cezalandırıldılar.
Ve müşrik Kureyş nebiye (sallallahu aleyhi ve sellem)’e
dediler ki onu bize getir. Allah’ın kavli: "Allah’ı ve melekleri önümüze
getirin." (el-İsra 17/92) Bunun üzerine nebiye (sav)e sordular bu mesele
hakkında Allahu Teâlâ’nın kavli: "Yoksa siz daha önce Musa’ya sorulduğu
gibi peygamberinize sorular mı sormak istiyorsunuz." (el-Bakara 2/108)
şeklinde oldu. ‘Bunun üzerine dediler ki bize Allah’ı apaçık göster ve hemen
onları yıldırım çarptı’ ve Allah subhanehu onlara şu haberi verdi ‘yüzler
vardır ki o gün’ yani dünyada devamlı olmaksızın ahirette onlar ‘onu
görecekler.’ İşte zındıkların şüpheye düştüğü şeyin açıklaması budur.
Dokuzuncu
Mesele
Musa dedi ki: "Sana tevbe ettim. Ben inananların
ilkiyim." (el-Araf 7/143) ve sihirbazlar derki: "Biz ilk iman edenler
olduğumuz için Rabbimizin hatalarımızı bağışlayacağını umarız." (eş-Şuara
26/51) ve resul (sallallahu aleyhi ve sellem) dedi ki: "Şüphesiz benim
namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm hepsi alemlerin Rabbi olan Allah
içindir...ve ben müslümanların ilkiyim." (el-Enam 6/162-163) Zındıklar
dediler ki; nasıl olurda Musa derki ben müslümanların ilkiyim ve ondan önce
İbrahim müminlerden olmuş ve Yakup ve İshak da. Ve nasıl olurda Musa müminlerin
ilkiyim der. Ve sihirbaz dedi ki ‘müminlerin ilkiyim’ ve o zaman nasıl olur da
nebi ‘ben müminlerin ilkiyim’ der. Ondan önce birçok müslüman olmuşken mesela
İsa. Ve bunun üzerine Kur’an da şüpheye düştüler ve dediler ki Kur’an’da –haşa-
çelişki vardır.
Musa’nın kavli: "Ve ben müminlerin ilkiyim ve bunun
üzerine o vakit Rabbi onunla konuşunca Rabbim bana kendini göster seni göreyim
dedi. Sen beni asla göremezsin dedi." (el-Araf 7/143) ve dünyada onu
ölüden başka gören yok bunun üzerine: "Rabbi dağa tecelli edince onu yerle
bir etti ve Musa baygın düştü. Ayılınca dediki seni noksan sıfatlardan tenzih
ederim, sana tevbe ettim ve ben müminlerin ilkiyim." (el-Araf 7/143) yani
doğrulayanların ilki. O ölülerden başka onu dünyada gören herhangi biri
değildi. Sihirbaz dedi ki ‘müminlerin ilki’ yani doğrulayanların ilkiyim. Musa
(as) Mısırlı Kıptilerdendi. Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) der ki ‘Ben
müslümanların ilkiyim’ yani Mekkeli. İşte zındıkların şüpheye düştüğü şeyin açıklaması
budur.
Onuncu Mesele
Allahın kavli: "Firavun’un ailesini azabın en şiddetlisine sokun."
(Gafir 40/46) Ve bir başka ayetteki kavli: "Kâinatta hiç kimseye etmediğim
azabı ona edeceğim." (el-Ma'ide 5/115) Ve yine bir başka ayette derki:
"Şüphe yok ki münafıklar cehennemim en alt katındadırlar." (en-Nisa
4/145) Bunun üzerine Kur’an da şüpheye düştüler ve dediler ki; Kur’an’ın bir
kısmı diğer bir kısmını nakzetmektedir.
Allah’ın kavli ‘Firavunun ailesini azabın en şiddetlisine sokun’ yani azap orda
kısım kısımdır ve onlarda en şiddetlisindeler. Ve bir başka yerde ‘kâinatta
hiçbir kimseye etmediğim azabı ona edeceğim.’ Ve orda Allah onları domuza
çeviriyor ve onları insandan dönüştürerek azaplandırıyor. Onları
azaplandırmıyor, onları insandan çevirerek cezalandırıyor.[9] Ve sonra diyor ki
‘münafıklar cehennemin en alt katındadırlar.’ Cehennemin 7 kapısı vardır:
haviye, sakar, sa’ir, cahim, leza, hutame ve cehennem.[10] Onlar ise onun en alt
katındalar.
Allahu Teâlâ’nın bir başka kavli de: "Onlar için kuru dikenden başka yemek
yok." (el-Gaşiye 88/6) Sonra (yine başka bir yerde) derki: "Şüphesiz
zakkum ağacı, günahkârların yemeğidir." (Duhan 44/43-44) Zındıklar dediler
ki: Fakat onlar için kuru diken olduğu bildirilmiştir. İşte onlar Kur’an da
şüpheye düştüler ve dediler ki Kur’an’da –hâşâ- çelişki vardır.
Allah’ın kavli ‘onlar için kuru dikenden başka yemek yok.’ Yine Allahın kavli
‘onların yemeği zakkumdur.’ Bu kısım da onlara dikenden başka zakkum
yediriliyor ve diyor ki Allahu Teâlâ ‘zakkum ağacı günahkârların yemeğidir.’
İşte zındıkların şüpheye düştüğü şeyin açıklaması budur.
Onbirinci Mesele
Allahın kavli: "Bu Allah’ın inananların yardımcısı olmasından dolayıdır.
Kâfirlere gelince onların yardımcıları yoktur." (Muhammed 47/11) Sonra bir
başka ayetteki kavli: "Sonra insanlar gerçek sahipleri olan Allah’a
döndürülürler." (el-Enam 6/62) Bunun üzerine dediler ki: Muhkem kelamda
nasıl olur da bir yerden ‘Sonra insanlar gerçek sahipleri olan Allah’a
döndürülürler.’ demekteyken ve başka bir ayette Allahın kavli ‘Kâfirlere
gelince onların yardımcıları yoktur.’ demektedir. Bunun üzerine onlar Kur’an da
şüpheye düştüler.
Bunun üzerine Ahmed bin Hanbel (şöyle dedi): Allah iman edenlerin mevlasıdır ve
onlara yardım eder. Oysa kâfirlerin mevlaları yoktur ve onlara yardım da
edilmez. Allah’ın kavli ‘sonra insanlar gerçek sahipleri olan Allaha
döndürülürler’ peki bu dünyada batıl sahipleri ne olacak! İşte zındıkların
şüpheye düştükleri şey(in açıklaması) budur.
Onikinci
Mesele
Allah’ın kavli: "Allah, adil olanları sever."
(el-Ma'ide 5/42) ve bir başka ayette Allah’ın kavli: "Hak yolundan
sapanlara gelince, onlar cehenneme odun olmuşladır." (Cin 72/15) ve bunun
üzerine dediler ki; nasıl olurda muhkem kelamda böyle hükümlere yer verilir?
Dediğine göre ‘sapanlara gelince onlar cehenneme odun
olmuşlardır’ yani yaratılıştan O’na sundukları kulluğa kadar Allah onlara
adaleti uyguladı, onlara adaletli olanı yaptı. Sonra da dediki ‘aralarında
adaletle hükmet. Allah adil olanı sever’. Ve dedi ki onlar kendi aralarında ve
insanlar arasında adil oldular. ‘Allah adil olanı sever’ ve Allahın başka bir
ayetteki kavli: "Doğrusu onlar sapıklıklarına devam eden bir
güruhtur." (en-Neml 27/60) yani şirk koşandırlar. İşte zındıkların şüpheye
düştükleri şeyin açıklaması budur.
Onüçüncü
Mesele
Allah’ın kavli: "Mümin erkeklerle mümin kadınlar
birbirlerine velidirler." (et-Tevbe 9/71) ve bir başka ayetteki kavli:
"İman edipte hicret etmeyenlere gelince: Onlar hicret edinceye kadar size
onların mirasından hiçbir pay yoktur." (el-Enfal 8/72) Zındıklar manasını
anlamadılar ve Kuran'ın bir kısmının diğer bir kısmını nakzettiğini söylediler.
Bunun üzerine (Allah'ın) kavli ‘iman edip hicret
etmeyenlere gelince onlar hicret edinceye kadar size onların mirasından hiçbir
pay yoktur’ yani miraslarından bu konuda Allah müminlerin üzerinde hüküm
vermiştir. Medine’ye hicret etmeyenlerle hicret edenler birbirlerine mirasçı
olamaz. Bir adam Medine’de öldüğü zaman nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) ile
birlikte Mekke’deki hicret etmemiş olanlar, mirasçı olmadılar. Hakeza bir adam
Mekke’de öldüğünde velisi olan muhacir nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) ile
birlikte onun mirasını almadı. Muhacir bunun üzerine derki ‘iman edip hicret
etmeyenlere gelince onlar hicret edinceye kadar size onların mirasından hiçbir
pay yoktur.’
Hicret edenler çoğaldığında bu miras, hicret eden veya
hicret etmeyen velilerine geri döndü. Ve bunun üzerine yine Allah’ın kavli:
"İman edip hicret edenler...Allah’ın kitabına göre, yakın akrabalar
birbirine (varis olmaya) daha uydundur." (el-Enfal 8/75) Ve yine
(Allah'ın) kavli: "Mümin erkekler ve mümin kadınlar da birbirine
varistirler." (et-Tevbe 9/71) yani dinde mümin müminin velisi olur. İşte
zındıkların şüpheye düştükleri şeyin açıklaması budur.
Ondördüncü
Mesele
Allah’ın iblise kavli: "Şüphesiz kullarım üzerinde
senin bir hâkimiyetin yoktur." (el-Hicr 15/42) ve: "Musa öldürdüğü
zatın yanında bu şeytanın işidir dedi." (el-Kasas 28/15) ve Kuran’da
şüpheye düştüler ve dediler ki Kuran’da –hâşâ- çelişki vardır.
Ancak Allah’ın kavli ‘kullarımın üzerinde senin hâkimiyetin
yoktur’ derken Allah’a dinde halis olan kullarımın üzerinde iblisin hakimiyeti
yoktur demektir. Dininde yâda Rabbine ibadetinde doğru yoldan sapan ve daha
sonra önceki günahını ve şirkini düzeltene iblisin gücü yetmez. Dininde doğru
yolda olduğunda Allah subhanehu onu dininde kurtarır. Ve Musa’nın kavli ‘bu
şeytanın işidir’ yani şeytan onu güzelleştirdi aynı şekilde Yusuf’a Adem’e ve
Havva’ya da güzelleştirdi ki onlar Allah’ın muhlis kullarındandırlar. İşte
zındıkların şüpheye düştüğü şeyin açıklaması budur.
Onbeşinci
Mesele
Allah’ın kavli: "Bugüne kavuşacağınızı unuttuğunuz
gibi Biz de bugün sizi unuturuz." (el-Casiye 45/34) ve yine bir başka
ayetteki kavli: "Kitapta bulunur. Rabbim ne yanılır ne de unutur."
(Ta-Ha 20/52) ve zındıklar Kuran’da şüpheye düştüler.
Allah’ın kavli ‘bu güne kavuşacağınızı unuttuğunuz gibi
Bizde bugün sizi unuturuz’ derki onları ateşte terk ederiz. ‘Unuttuğunuz gibi’
amellerinizi terk ettiğiniz gibi ‘Bizde bugün sizi’ terk ederiz. Ve yine kavli
kitabında ‘Rabbim ne yanılır ne de unutur.’ derki hafızasından gitmez ve onu
unutmaz.
Onaltıncı
Mesele
Allahu Tealanın kavli: "Âmâyı kıyamet günü
haşrettiğimizde Allah’a derki: Ey Rabbim Beni niçin kör olarak haşrettin. Oysa
ben hakikaten görür idim." (Ta-Ha 20/125) ve bir başka ayetteki kavli:
"Bugün artık gözün keskindir." (Kaf 50/22) ve dediler ki: Muhkem
kelamda nasıl olur da bir yerde ‘o amadır’ denir ve yine kitapta denilir ki
‘bugün artık gözüm keskindir’ bunun üzerine Kuran’da şüpheye düştüler.
Allah’ın kavlinde: "onu kıyamet gününde
haşrettiğimizde ama kendini savunur ve derki Rabbim beni niçin kör olarak
haşrettin ve sanki görürmüş gibi savunur kendini ve ona karşı taraftan şöyle
söylenir. İşte o gün onlara tüm haberler körleşmiştir." (el-Kasas 28/66)
ve yine Allah’ın kavli: "Onlar birbirlerine de soracaklar." (el-Kasas
28/66) ‘bugün artık gözün keskindir’ denildiğinde burada kâfir kabrinden çıkıp
yükseldiğinde gözleri görür ve gözlerini kırpıştırmadan görür, hatta iki gözü
de görür ve diriliş emrini yalanlayamaz. Ve denir ki: "Sen bundan
gafletteydin derhal biz senin perdeni kaldırdık. Bugün artık gözün
keskindir." (Kaf 50/22) Ve denilir ki ‘perdeni kaldırdık’ ahirette gözün
keskindir, keskin bakarsın, kıpıştırmazsın gözünü hatta iki gözünü,
yalanlayamaz diriliş emrini. İşte zındıkların şüpheye düştüğü şeyin açıklaması
budur.
Onyedinci
Mesele
Allah’ın Musa’ya kavli: "Çünkü Ben sizinle beraber
işitir ve görürüm." (Ta-Ha 20/46) ve yine bu konudaki bir başka kavli:
"Biz sizinle beraberiz işitmekteyiz." (eş-Şuara 26/15) Zındıklar
dediler ki nasıl ‘ben sizinleyim.’ der ve bir başka ayetteki kavli: ‘biz sizinle
beraberiz ve işitmekteyiz.’ iken? ve işte bu yüzden Kuran’da şüpheye düştüler.
‘Ben sizinle beraberim’ kavlinde sözlük anlamı mecazidir
denilir ki bir adama bir adam için seni yontarım üzerine bu yaptığımla
rızıklanırsın ve Allah’ın diğer kavli ‘çünkü ben sizinle beraberim işitir ve
görürüm.’ bu caizdir. Lügatte denir ki bir adam tektir bir başka adamı
ödüllendiririm bu yapacağım hayırla.
CEHMİYE’YE REDDİYE
Kur’an ayetlerinin birbiriyle çeliştiğini iddia eden Cehmiye'ye cevap
I- Cehmiyenin Allah İnancı
İmam Ahmed (rahimehullah) diyor ki: İşte Cehm ve taraftarları da[11] bu şekilde insanları
Kur’an’ın ve hadislerin müteşabihlerine davet ettiler. Böylece hem kendileri
saptılar, hem de sözleriyle birçok insanı saptırdılar. Allah’ın düşmanı Cehm
hakkında bize ulaşan bilgiler şunlardır: Horasan’ın Tirmiz kentindendir.
Âlimlerle girdiği polemikleri ve bazı kelami görüşleri vardır. Genellikle Allah
hakkında düşünceler ileri sürerdi. Bir gün “Semeni”[12] adı verilen müşrik bir
toplulukla karşılaştı. Bunlar Cehm’i tanıdılar ve ona dediler ki:
Seninle tartışalım. Eğer bizim kanıtlarımız karşısında yenilirsen bizim
dinimize girersin. Biz senin kanıtlarına cevap veremezsek, senin dinine
gireriz. Cehm’e söyledikleri şuydu:
Sen bir tanrının olduğunu söylemiyor musun? Evet, dedi, söylüyorum. Dediler ki:
Peki, bu tanrını gördün mü? Hayır, dedi. Ya sözlerini duydun mu? dediler.
Hayır, dedi. Kokusunu aldın mı? dediler. Hayır, dedi. Hissettin mi? dediler.
Hayır, dedi. Ona hiç dokundun mu? dediler. Hayır, dedi. Dediler ki:
Onun ilah olduğunu nereden biliyorsun? Bu soru karşısında Cehm şaşırdı ve kırk
gün boyunca nasıl bir kanıtla cevap vereceğini düşündü.[13] Sonra, Hıristiyan
zındıkların kanıtlarına benzer bir kanıt bulabildi. Şöyle ki, Hıristiyan
zındıklar, Meryem oğlu İsa’nın içindeki ruhun, Allah’ın zatından olan ruhu
olduğunu ileri sürüyorlar. Allah, bir şey meydana getirmek istediği zaman, bir
mahlûkun içine girer, o mahlûkun diliyle konuşur ve onun dilinden dilediğini
emreder, dilediğini yasaklar. O gözlerin göremediği bir ruhtur...
Cehm bu kanıtı alır ve Semeni olan kişiye şöyle der: Sen, içinde bir ruh
olduğunu söylemiyor musun? Adam: Evet, der. Peki, sen ruhunu gördün mü? diye
sorar. Hayır, görmedim, der. Sözlerini duydun mu? diye sorar. Hayır, der. Onu
hissettin mi veya ona dokundun mu? diye sorar. Hayır, cevabını verir. Bunun
üzerine şöyle der: İşte Allah da böyledir. Yüzünü göremezsin, sesini
işitemezsin, kokusunu alamazsın. O gözler tarafından görülemez. Bir mekanda
olup da başka bir mekanda olmaması söz konusu değildir.
O, bu iddiasına dayanarak olarak müteşabihattan olan üç tane ayet buldu:
1- “O'nun benzeri olan hiçbir şey yoktur.” (eş-Şura 42/11)
2- “Göklerde ve yerde Allah O'dur. Gizlinizi ve açığınızı bilir; kazanmakta
olduklarınızı da bilir.” (el-Enam 6/3)
3- “Gözler O'nu idrak edemez; O gözleri idrak eder; O Latif'tir, her şeyden
haberdardır.” (el-Enam 6/103)
İşte mezhebinin esasını bu üç ayetler üzerine bina etmek suretiyle Kuran’ı
kendi kafasına göre te’vil etti ve Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)‘in
hadislerini de yalanladı. Ve bir kimse Allahın Kuran’da kendisini tavsif ettiği
yahut Rasulullah’ın söylediği şekilde vasfederse kafir olup Müşebbihe’ye[14] dahil olur, dedi ve bu
sözüyle bir çok kimseyi insanı saptırdı. Basra’da kendisine Ebu Hanife’nin ve
Amr bin Ubeyd’in[15] ashabından birçok kimse
tabi oldu. Bu suretle Cehm “Cehmiyye” dinini kurmuş oldu.
Halk, onlardan Allahu Teâlâ’nın “ليس كمثله شيء"”
yani “O'nun benzeri olan hiçbir şey yoktur.” eş-Şura 42/11 kavli hakkında
sorduğu zaman onlar bunu “eşyadan O'nun benzeri hiçbir şey yoktur, nasıl Arş
üzerinde bulunuyorsa yedi kat yer altında dahi öylece bulunmaktadır. Hiçbir
mekan ondan hali değildir; zaten O, şu veya bu mekanda değildir. Konuşmamıştır
ve konuşmayacaktır. Ne dünyada ne de ahirette onu kimse göremez. Herhangi bir
sıfatla ve de herhangi bir fiil ile ne tavsif olunur, ne de bilinir! O'nun gaye
ve müntehası (yani ucu bucağı,belli bir sınırı) yoktur. Akıl ile idrak
olunamaz, O bütünüyle “vech (yüz, zat)”dir, bütünüyle ilimdir, bütünüyle “sem’
(işitme)”dir, bütünüyle “basar (görme)”dir, bütünüyle nurdur, bütünüyle
kudrettir. O’nda iki şey bir arada bulunamayacağı gibi birbiriyle çelişkili iki
sıfat da bulunamaz. Onun aşağısı yukarısı, etrafı yönü olmadığı gibi sağı solu
da yoktur. Ağır olmadığı gibi hafif de değildir. Onun rengi de cismi de yoktur.
Ma’mul (yani kendisine bir iş veya te’sir icra edilmiş) ve ma’kul (yani akılla
idrak edilebilir) değildir. Ve O, kalbine gelip de bilmiş olduğun her şeyin
hilafınadır.” şeklinde açıklıyorlar.
Ahmed (rahimehullah) dedi ki: Biz O (celle celaluhu) bir şeydir diyoruz onlar
ise “O bir şeydir, fakat diğer şeyler gibi değildir. Akıl sahipleri ise bunun
“O, bir şey değildir” demek olduğunu anlarlar. Bu suretle onların hiçbir şeye
iman etmedikleri fakat zahiren söyledikleri şeylerle kendilerinden belayı
(yani mürtetlere ve zındıklara uygulanan ölüm cezasını) defetmeye çalıştıkları
insanlar nezdinde açıklık kazanmış oldu. Kendilerine: “Kime ibadet
ediyorsunuz?” diye sorulduğu zaman, “Bu mahlûkatın işlerini düzenleyene ibadet
ediyoruz” cevabını verirler. “Peki, bu mahlûkatın işlerini düzenleyen zat
hiçbir sıfatla bilinemeyen, meçhul bir varlık mıdır?” dediğimiz zaman onlar
“evet” diyorlar. Şu halde müslümanlar, sizin hiçbir şeye ibadet etmediğinizi ve
ancak zahiren gösterdiğiniz şeylerle kendinizden belayı defetmeye çalıştığınızı
iyi bilmişlerdir, deriz. Sonra bunlara, “O, işleri düzenleyen yüce varlık
Musa’yla konuştu” dediğimiz zaman “Hayır O konuşmadı ve konuşmaz, çünkü kelam
ancak bir organ, uzuv vasıtasıyla olur, Allah’ta ise organ olmaz” cevabını
verirler. Cahil bir adam bunların sözlerini işittiği zaman, Allah'ı en çok
tazim edenlerin bunlar olduğunu zanneder. O bilmez ki bunların sözleri dalalete
ve küfre döner ve yine anlamaz ki onlar Allah hakkında ancak iftira içeren
sözler sarf ederler.
II- Cehmiyenin Ca’l kelimesine verdiği anlam ve Kur’an hakkındaki inancının
reddedilmesi
HALK’UL KUR’AN MESELESİ
Yaratma (Halk) ve kılma (ca’l) arasındaki fark
Cehmi’ye sorulacak şeylerden olmak üzere ona şöyle denilir: Kur’an’ın mahlûk
olduğuna dair Cenabı Allah'ın Kuran’da herhangi bir haberini buluyor musunuz?
Elbette bulamaz. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in hadislerinde
Kur’an mahlûktur dediğini buluyor musunuz? Şüphesiz bulamaz. Şu halde bu sözü
nerden çıkartıyorsunuz, denildiği zaman derhal Yüce Allah’ın: إِنَّا جَعَلْنَاهُ قُرْآناً عَرَبِيّاً لَّعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ
“Düşünüp anlayasınız diye gerçekten Biz, onu Arapça bir Kur'an kılmışızdır.”
(ez-Zuhruf 43/3) kavlinden, diyecek. Zannediyor ki bu ayette geçen “ca’l”,
“halk” manasındadır. Bu suretle müteşabih sözlerden bir söz ortaya atıyor ki
bununla müteşabihin tenzilinde ilhad kastedenler ve te’vilinde fitneye yol
açmak isteyenler delil getirirler.
Şunu izah edelim: Kur’an-ı Kerim’de yaratma (halk)’nın fiil ve kavillerinden
hikâye yoluyla zikr olunan “ca’l” iki manada kullanılmıştır:“الَّذِينَ جَعَلُوا الْقُرْآنَ عِضِينَ “Onlar Kuran’ı
parça-parça kıldılar.” (el-Hicr 15/91) Kavlindeki “ca’l” tesmiye yani
isimlendirme manasındadır. Çünkü müşrikler, Kur’an hakkında şiirdir,
evvelkilerin haberleridir ve sayıklamadır, karma karışık rüyalardır
diyorlardı.“ وَجَعَلُوا الْمَلَائِكَة الَّذِينَ هُمْ
عِبَادُ الرَّحْمَنِ إِنَاثاً “Onlar, Rahman'ın kulları olan melekleri
de dişi saydılar.” (ez-Zuhruf 43/19) Ayet-i kerimesi “Bunlar, melekleri dişi
olarak isimlendirdiler” manasına gelir.
Bununla beraber Kuran’da (Ca’l) tesmiye manasından başka manalarda da zikredilmiştir.
Örneğin şu ayette olduğu gibi: يَجْعَلُونَ
أَصْابِعَهُمْ فِي آذَانِ “parmaklarını kulaklarına tıkıyorlar.”
(el-Bakara 2/19) Bu ayette geçen “Ceale” fiili kulların fiillerinden bir fiili
ifade etmek için kullanılmıştır. “إِذَا جَعَلَهُ
نَاراً” (...) “Demiri bir ateş haline getirince...” (el-Kehf 17/96)
kavlinde de bir fiil, iş manasındadır. İşte bunlar mahlûkatın kıldığı (ca’l
ettiği) şeylerdir.
Sonra Allahu Teâlâ’nın kendi emrinde yaratıcılığa/halikiyyete taalluk eden
(ca’l) ancak halk (yaratma) manasında olur ve ancak “halk” makamına kaimdir ve
ondan ayrılmaz. Halk manasına “ca’l” kullanılan yerlerden olmak üzere şu
ayetleri zikredebiliriz:الْحَمْدُ لِلّهِ الَّذِي
خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ وَجَعَلَ الظُّلُمَات ِوَالنُّورَ
“Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'a
mahsustur.” (el-En’am 6/1) buyuruyor ki karanlıkları ve aydınlığı halk eden
manasındadır. Keza; “Sizin için kulaklar, gözler var etti.” (en-Nahl 16/78)وَجَعَل َلَكُمُ الْسَّمْعَ وَالأَبْصَارَ وَجَعَلْنَا
اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ آيَتَيْنِ “Biz, geceyi ve gündüzü iki ayet kıldık.”
(el-İsra 17/12) وَجَعَلَ الْقَمَرَ فِيهِنَّ نُوراً
وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجاً “Ayı içlerinde bir ışık, güneşi de
bir lamba yapmıştır.” (Nuh 71/16)هُوَ الَّذِي
خَلَقَكُم مِّن نَّفْسٍ وَاحِدَةٍ وَجَعَلَ مِنْهَا زَوْجَهَا لِيَسْكُنَ
إِلَيْهَا “Sizi bir tek nefisten yaratan, onunla sükûnet bulsun
diye eşini de ondan yaratan Allah'tır.” (el-A’raf 7/189) Yani Adem’den eşi
Havva’yı halk eden diyor. Yine başka bir yerde:وَجَعَلَ
لَهَا رَوَاسِيَ “yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi.” (en-Neml 27/61)
buyurmaktadır. Bunların emsali Kuran’da çoktur. Allahu teala hakkında bu minval
üzere zikrolunan “ceale” ancak “halk” manasındadır. Diğer manada olmak üzere: مَا جَعَلَ اللّهُ مِن بَحِيرَةٍ وَلاَ سَآئِبَةٍ
“Allah, ne «bahire»yi, ne «saibe»yi meşru kılmıştır.” (el-Ma'ide 5/103) veya
İbrahim (as)’a hitaben söylediği: إِنِّي جَاعِلُكَ
لِلنَّاسِ إِمَاماً “Rabbi: «Ben seni bütün
insanlara önder yapacağım.» buyurdu.” (el-Bakara 2/124) Bu ayetlerde “ca’l”,
“halk” manasında değildir. Zira konu, “bahire” ve “saibe” namıyla develerin
yaratılması değildir. İbrahim'in yaratılması ise şüphesiz imam kılınmasından
öncedir. Keza İbrahim (as)’ın:رَبِّ اجْعَلْ هَـذَا
الْبَلَدَ آمِناً “Rabbim, bu şehri güvenli kıl!” (İbrahim 14/35) ve: رَبِّ اجْعَلْنِي مُقِيمَ الصَّلاَةِ“Rabbim, beni namazı
devamlı kılanlardan eyle.” (İbrahim 14/40) dediğini nakleden ayetlerde
“ceale” halk manasında değildir, zira “beni namazı ikame eden birisi olarak
yarat” manasını kastetmediği aşikardır. Keza:يُرِيدُ
اللّهُ أَلاَّ يَجْعَلَ لَهُمْ حَظّاً فِي الآخِرَةِ “Allah onlara,
ahiretten yana bir nasip vermemek istiyor.” (Al-i İmran 3/176) ve Musa (as)’ın
annesine hitaben söylediği:إِنَّا رَادُّوهُ إِلَيْكِ
وَجَاعِلُوهُ مِنَ الْمُرْسَلِينَ “Biz, muhakkak onu sana iade
edeceğiz ve kendisini peygamberlerden biri yapacağız.” (el-Kasas 28/7) ayetinde
“biz onu peygamber olarak yaratacağız” manasını kastetmiyor. Zira Allahu Teala
Musa’nın annesine evvela Musa’yı kendisine iade edeceğini, sonra da onu rasul
yapacağını va’d ediyor. Yine:وَيَجْعَلَ الْخَبِيثَ
بَعْضَهُ عَلَىَ بَعْضٍ فَيَرْكُمَهُ جَمِيعاً فَيَجْعَلَه فِي جَهَنَّمَ
“Bütün murdarların bir kısmını diğer bir kısmının üstüne koyup hepsini yığarak
cehenneme atması içindir.” (el-Enfal 8/37) ve ayrıca:وَنُرِيدُ
أَن نَّمُنَّ عَلَى الَّذِينَ اسْتُضْعِفُوافِي الْأَرْضِ وَنَجْعَلَهُمْأَئِمَّةً
وَنَجْعَلَهُمُ الْوَارِثِينَ “Biz istiyorduk ki o yerdeki mustazaflara
lütfedelim, onları önderler yapalım, onları diğerlerinin yerine mirasçı kılalım.”
(el-Kasas 28/5) Bunun manası dahi “biz onları imamlar olarak halk ederiz ve
varislerden kılarız” demek değildir. Aynı şekilde:فَلَمَّا
تَجَلَّى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكّاً “Rabbi o dağa tecelli
edince onu paramparça etti.” (el-A’raf 7/143) buyurmaktadır.[16] Bunun Kuran’da örneği
çoktur. Bu ve bu gibi ayetlerde geçen “جَعَلَ”
hiç bir vechiyle “ خَلَقَ” manasında değildir.
Şu halde Allahu teala “ceale”yi iki vecihle; bir tanesinde “halk” yani
“yaratmak” manasında, diğerindeyse yaratma manasının dışında kullanırken Cehmi,
hangi delile istinaden “ceale”yi “haleka” manasına tahsis etmiştir?
Eğer Cehmi, Kur’an’ın mahlûk olduğu iddiasına delil gösterdiği: “Biz, onu
arapça bir Kur'an kılmışızdır.” (ez-Zuhruf 43/3) kavlindeki “ceale”yi Allah’ın
vasfettiği manaya hamlederse ne ala! Yoksa Allah’ın kelamını işitip aklettikten
sonra kasten tahrif edenler sınıfına dahil olur. Biz, Allahu teala “Biz, onu
Arapça bir Kur'an kılmışızdır” kavlindeki “ceale”yi “halk” manasında değil,
Allahın fiillerinden bir fiil manasında kullanıyor, diyoruz. Nitekim: “Düşünüp
anlayasınız diye gerçekten Biz, onu Arapça bir Kur'an kılmışızdır.” (ez-Zuhruf
43/3) buyurmaktadır. Ayrıca: عَلَى قَلْبِكَ لِتَكُونَ
مِنَ الْمُنذِرِينَ بِلِسَانٍ عَرَبِيٍّ مُّبِينٍ “Apaçık Arap diliyle
onu senin kalbine (indirdi) ki uyarıcılardan olasın.” (eş-Şuara 26/194-195) ve فَإِنَّمَا يَسَّرْنَاهُ بِلِسَانِ “Biz Kur'an'ı senin
dilin üzere kolaylaştırdık.” (Meryem 19/97) buyurmuştur. Cenabı Hakk Kur’an’ı
Arapça kılıp Nebisinin lisanı üzere kolaylaştırdığı vakit bu “ceale” Allahu
Teâlâ’nın kendisiyle Kur’an’ı Arapça kıldığı bir fiil oluyor. İşte bu açıklama
Allahu Teâlâ’nın kendisi için hidayet irade ettiği kimse için kâfidir.
III- Kur’an’ın Allah’tan ayrı olduğuna bağlaç ‘ve’ nin delil oluşu
KUR’AN’IN ALLAH’IN KENDİSİ MİDİR, DEĞİL MİDİR DİYEREK DELİL GETİRENLERE CEVAP
Sonra Cehm, yine muhal olan başka bir iddia ortaya atarak şöyle demiştir:
Kur’an Allah mıdır, yoksa Allah'tan başka bir şey midir, bize haber verin.
Böylece Kur’ an hakkında insanları vehme sevk eden bir iddia ortaya atmış oldu.
Cahile Kur’an Allah mıdır, Allah’tan gayrı mıdır diye sorulduğunda muhakkak iki
cevaptan birini verecektir: Eğer Allah’tır derse Cehmi ona: Kâfir oldun, der.
Yok, eğer Allah’tan başkasıdır, derse doğru söyledin, der. Allah’tan gayrisi da
mahlûk olduğundan dolayı cahilin nefsinde Cehmi’nin düşüncesine doğru bir meyil
oluşur. Hâlbuki bu mesele de Cehmiye’ nin yaptığı muğalatalardan
(spekülasyonlardan) birisidir. Bunun cevabı ise şudur: Allah celle senauhu
Kur’an-ı Kerim’de “Kur’an benim aynımdır yahut gayrımdır” diye bir şey
söylemedi. Kur’an benim kelamımdır, dedi. Biz de Kur’ an’ı Allah’ın verdiği
isimle isimlendirerek onun “kelamullah” olduğunu söyleriz. Kim ki Kuran’ı
Allah’ın isimlendirdiği şekilde isimlendirirse hidayet bulmuş olur. Kim de ona
başka bir isim verirse dalalette kalanlardan olur.
Şüphesiz Allahu teala, kavli ile yaratmasını ayırmıştır ve halk/yaratma yerine
kavl/söyleme dememiştir. Mesela bir ayet-i kerimede: أَلاَ
لَهُ الْخَلْقُ وَ الأَمْرُ “Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de
O'na mahsustur.” (el-A’raf 7/54) buyurmaktadır. “Halk O’nun’dur” dendiğinde
mahlûkat sınıfından olan her şey bu kapsama dâhil olur. Bundan sonra yaratılmış
olmayan şeyi zikrederek وَ الأَمْرُ
buyurdu. Emir ise ancak sözle olur. Cenabı Hakk sözünün mahlûk olmasından
münezzehtir. Allahu teala Duhan suresinin baş tarafında şöyle buyurmaktadır: حم {1} وَالْكِتَابِ الْمُبِينِ {2} إِنَّا أَنزَلْنَاهُ فِي
لَيْلَةٍ مُّبَارَكَةٍ إِنَّا كُنَّا مُنذِرِينَ {3} فِيهَا يُفْرَقُ كُلُّ أَمْرٍ
حَكِيمٍ {4}أَمْراً مِّنْ عِندِنَا إِنَّا كُنَّا مُرْسِلِينَ {5}
"Ha-Mim. O apaçık Kitab'a andolsun ki biz onu gerçekten mübarek bir gecede
indirdik. Çünkü biz onunla insanları uyarmaktayız. Katımızdan bir emirle, her
hikmetli işe o gecede hükmedilir. Doğrusu Biz öteden beri peygamberler
göndermekteyiz. (Duhan 44/1-5) Buradaki أَمْراً مِّنْ
عِندِنَا “Katımızdan bir emir” ifadesinde kastedilen, Kuran’dır.[17] Ayrıca: “Önünde
de sonunda da emir Allah'ındır.” (er-Rum 30/4) buyurmaktadır. Yaratmadan önce
de, yaratmadan sonra da emir O’nundur, diyor. Demek ki Allahu teala hem halk
ediyor, hem emrediyor. Söylemesi de yaratmasından ayrıdır. Aynı şekilde: “İşte
bu (anlatılan hükümler), Allah'ın size indirdiği emridir.” (Talak 65/5) buyurmaktadır.
Ayrıca şöyle buyurmuştur: “Nihayet emrimiz gelip tandır kaynamaya (her taraftan
sular fışkırmaya) başlayınca... (Hud 11/40)
CENABI HAKKIN KELAMI İLE YARATMASINI AYRI TUTTUĞUNUN BEYANI
Cenabı Allah bir şeyi iki yahut üç isimle adlandırdığı zaman “mürsel” yani
yekdiğerine atıfsız olarak bırakır. Eğer birbirine zıt iki şeyi isimlendirecek
olursa onları mürsel bırakmaz, aralarını ayırır. (Yani başka başka şeyler
olduklarından dolayı “vav” atıf harfi ile aralarını fasleder). Allahu Teâlâ’nın
şu kavlinde olduğu gibi:قَالُواْ يَا أَيُّهَا
الْعَزِيزُ إِنَّ لَهُ أَباً شَيْخاً كَبِيراً "Dediler ki: Ey
aziz! Gerçekten onun büyük, yaşlı bir babası var." (Yusuf 12/78) Bu ayet-i
kerimede bir şeyi/kişiyi-yani Yakub(as)’ı- üç isimle adlandırmıştır. (Yani
büyük, yaşlı, baba) Fakat bu isimleri ayırmamış, mürsel bırakmıştır. Yani إن له أبا وشيخا وكبيرا “Gerçekten onun büyük
ve yaşlı ve bir babası var.” dememiştir. خَيْراً
مِّنكُنَّ مُسْلِمَاتٍ مُّؤْمِنَاتٍ قَانِتَاتٍ تَائِبَاتٍ عَابِدَاتٍ
أَزْوَاجاً عَسَى رَبُّهُ إِن طَلَّقَكُنَّ أَن يُبْدِلَهًُ Eğer o sizi boşarsa
belki de Rabbi ona, sizden daha hayırlı, kendisini Allah'a teslim eden, inanan,
gönülden itaat eden, tevbe eden, oruç tutan… eşler verir. Dedikten sonra:ثَيِّبَاتٍ وَأَبْكَاراً “dul ve bakire”
buyurmaktadır. Yani dul ve bakire birbirinden ayrı şeyler olduğu için aralarını
atıf harfi ile ayırıyor, mürsel bırakmıyor. Yine başka bir yerde: وَمَا يَسْتَوِي الْأَعْمَى وَالْبَصِيرُ “Kör ile gören
eşit olmaz.” buyurmaktadır. (Fatır 35/19) Kör ile gören ayrı şeyler
olduklarından dolayı aralarını “vav” ile ayırmıştır. Sonra da:وَلَا الظُّلُمَاتُ وَلَا النُّورُ وَلَا الظِّلُّ وَلَا الْحَرُورُ
Karanlıklarla aydınlık, gölge ile sıcaklık da bir olmaz. (Fatır 35/20-21)
buyurmuştur. Bunların hepsi birbirinden ayrı şeyler oldukları için aralarını
fasletmiştir. Başka bir yerde ise şöyle buyurmuştur:الْمَلِكُ
الْقُدُّوسُ السَّلَامُ الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ
الْعَزِيزُالْجَبَّارُالْمُتَكَبِّرُ O, mülkün sahibidir, eksiklikten
münezzehtir, selamet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır,
üstündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır. (el-Haşr 59/22)
Bu sıfatların hepsi aynı şeyin ismi olduğu için mürsel bırakılmıştır,
fasledilmemiştir. İşte bundan dolayıdır ki Cenabı Allah أَلاَ لَهُ الْخَلْقُ وَ الأَمْرُ “Bilesiniz ki,
yaratmak da emretmek de O'na mahsustur.” (el-A’raf 7/54) buyurduğu vakit
yaratmak ve emretmek birbirinden ayrı kavramlar olduğu için aralarını harf-i
atıf olan “ و” (vav) ile
ayırmıştır.
IV-
Kur’an vahyedilmiştir, yaratılmamıştır
KUR’AN’IN VAHİY MAHSULÜ OLUP MAHLÛK OLMADIĞININ İSBATI
Bu hususta Cenab-ı Allah’ın şu kavlini zikredebiliriz:
“Battığı zaman yıldıza andolsun ki, arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve batıla
inanmadı; o, arzusuna göre de konuşmaz. Onun konuşması ancak, bildirilen bir
vahiy iledir. Ona (bu Kur'an'ı) üstün (oldukça çetin) bir güç sahibi (Cebrail)
öğretmiştir.” (en-Necm 53/1-5)
Kureyş kâfirleri Kur’an hakkında “şiirdir, eskilerin
masallarıdır, karmakarışık rüyalardır, Muhammed onu kendisi uyduruyor veya
başkasından öğreniyor” gibi sözler sarf ettiler; bunun üzerine Allahu teala
Kur’an’ın iniş vaktini kastederek batmak üzere olan yıldıza yemin etti ve
ardından Kur’an’ın vahiyden başka bir şey olduğuna dair düşünceleri iptal etti.
Zira “Onun konuşması ancak, bildirilen bir vahiy iledir.” kavli Kur’an ancak
vahyolunan bir vahiydir, demektir. Sonra “Ona (yani Muhammed’e) üstün bir
güç sahibi (Cebrail) öğretmiştir.” buyurmuştur. “Allah o anda kuluna
vahyedeceğini vahyetti.” (en-Necm 53/10) kavline kadar bunlardan bahsetti ve
Kur’an’ı vahy olarak isimlendirdi, yaratılmış olarak vasfetmedi.
V-
Kur’an şeydir
Bab: RAHMAN’IN KAVLİ OLAN VE OLMAYAN ARASINDAKİ FARK
Sonra Cehm başka bir şey iddia etmiş ve şöyle demiştir:
Bize Kur’an hakkında haber veriniz, Kur’an “şey” midir? Biz de tabii ki “şey”
dir, dedik. Bunun üzerine “Allah her şeyin yaratıcısıdır, şu halde Kur’an niçin
yaratılmış şeyler sınıfından sayılmıyor, hâlbuki siz onun “şey” olduğunu itiraf
ediyorsunuz.” dediler. Bütün mevcudiyetimle söylüyorum ki iddiasından kimseye
deva olacak bir şey çıkmadığı halde iddiası mümkün olan her şeyi iddia olarak
ortaya atmaktadır. Ortaya attığı bu iddialarla da halkın kafasını
karıştırmıştır. Biz kendisine şu cevabı veririz: Allah Azze ve Celle kitabında
Kur’an’ı “şey” olarak isimlendirmedi. Ancak kendisine hitap ettiği nesneye
“şey” ismini verdi. Şanı yüce Allah’ın şu kavlini görmüyor musun? “Biz bir şeyi
dilediğimiz zaman, ona sözümüz sadece «ol» dememizdir. O da hemen oluverir.”
(en-Nahl 16/40) buyurmuştur. Burada zikrolunan “şey”den kasıt Azze ve Celle’nin
sözü değildir, bilakis kendisine söz söylenendir. Başka bir ayette: “O'nun
emri, bir şeyi dileyince ona sadece «Ol!» demektir. O da oluverir.” (Ya-Sin
36/82) denilmektedir. Şu halde buradaki “şey” Allah’ın emri değildir. Bu “şey”
ancak Allah’ın emriyle mevcut olan nesnedir.
Cenabı Hakkın kendi kelamını yaratılmış şeyler kapsamına
dâhil etmediğine işaret eden delil ve alametlerden birisi de Ad kavmi üzerine
gönderdiği rüzgâr hakkındaki şu ayettir: “O rüzgâr, Rabbinin emri ile HERŞEYİ
yıkar mahveder.” (el-Ahkaf 46/25) Rüzgâr birçok şeye rastladığı halde helak
etmedi; kendilerini kuşatan evleri ve barınakları olan dağlara rastladığı halde
onları helak etmemiştir. Hâlbuki ayette “her şeyi yıkar mahveder.”
buyrulmuştur. İşte aynı şekilde Yüce Allah’ın: "Allah her şeyi
yaratandır." (er-Rad 13/16) buyruğunda da –hâşâ- kendi zatını, ilmini ve
kelamının yaratılmış şeylerden olduğunu kastetmemektedir. Keza Sebe melikesi
Belkıs hakkında “Kendisine her şey verilmiş” buyurmaktadır. Hâlbuki Süleyman’ın
mülkü de bir “şey” olduğu halde Belkıs buna malik değildi. Aynı bunun gibi de
Allahu Teâlâ "Allah her şeyi yaratandır." buyururken kelamını bu
yaratılmış şeyler kapsamına dâhil etmemiştir.
Cenabı Allah Musa (as)'a: “Ben, seni kendim (nefsim) için
yetiştirdim.” (Ta-Ha 20/41) demiştir. Aynı şekilde “Allah sizi Kendisiyle
(nefsiyle) korkutur.” (Al-i İmran 3/28) buyurmaktadır. Ayrıca “Rabbiniz rahmeti
kendi (nefsi) üzerine yazdı.” (el-Enam 6/54) buyurmuştur. Keza İsa (as) kıyamet
günü şöyle diyecektir: “Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben ise senin
nefsinde olanı bilmem, çünkü gaybları bilen yalnız sensin, sen!” (el-Ma'ide
5/116) Hâlbuki başka bir ayet-i kerime’de: “Her nefis, ölümü tadacaktır.” (Al-i
İmran 3/185) buyurmaktadır. Allah Azze ve Celle hakkında salim fikre sahip olan
herkes bu ayette “her nefis” buyurmakla beraber Cenabı Hakkın kendi nefsini
ölümü tadacaklar meyanında kastetmediğini kolaylıkla anlar. İşte bunun gibi de
"Allah her şeyi yaratandır." dediği zaman yaratılmış olan diğer şeylerle
birlikte kendi nefsini, ilmini ve kelamını kastetmiyor. Bu açıklamalar Allah
hakkında salim bir fikre sahip olanlar için kâfidir. Allah, düşünüp de
kitap ve sünnete muhalif görüşlerden rücu eden ve Allah hakkında ancak hak
olanı söyleyen kimseye rahmet etsin.
Zira Allahu Teâlâ yarattıklarından misak aldı ve şöyle
buyurdu: “Allah'a karşı yalnız hakkı söyleyeceklerine dair kendilerinden
Kitapta söz alınmamış mıydı?” (el-A’raf 7/169) Başka bir yerde de şöyle
buyurmuştur: “De ki: Rabbim ancak açık ve gizli kötülükleri, günahı ve haksız
yere sınırı aşmayı, hakkında hiçbir delil indirmediği bir şeyi, Allah'a ortak
koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.”
(el-A’raf 7/33) Böylece Allahu teala kendisi hakkında yalan söylemeyi haram
kılmış ve şöyle demiştir: “Kıyamet gününde Allah hakkında yalan söyleyenlerin
yüzlerinin kapkara olduğunu görürsün. Kibirlenenlerin kalacağı yer cehennemde
değil midir?” (ez-Zümer 39/60) Cenabı Allah bizi ve sizi saptırıcıların
fitnesinden muhafaza buyursun.
Cenabı Hakk kelamını birçok yerde zikretmiş, fakat hiç
birinde yaratılmış olarak isimlendirmemiştir. Bilakis hep kelam olarak
isimlendirmiştir. Şu ayetlerde olduğu gibi:
“Adem, Rabbinden (birtakım) kelimeler aldı.” (el-Bakara
2/37)
“Onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysaki
onlardan bir zümre, Allah'ın kelâmını işitirler de iyice anladıktan sonra, bile
bile onu tahrif ederlerdi.” (el-Bakara 2/75)
“Musa tayin ettiğimiz özel vakitte gelip Rabbi O'na
kelâmıyla iltifatta bulununca…” (el-A’raf 7/143)
“Buyurdu ki: Ey Musa; risaletim ve kelamımla seni insanlar
arasından seçtim. Sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol.” (el-A’raf 7/144)
“Ve Allah Musa ile gerçekten konuştu.” (en-Nisa 4/164)
“Allah'a ve Allah'ın bütün kelâmlarına iman etmiş bulunan o
ümmî peygambere, evet ona uyun ki, hidayete erebilesiniz.” (el-A’raf 7/158)
Ve işte bununla Allahu teala Allah Resulünun Allah’a ve
kelâmına iman ettiğini haber vermektedir. Yine şöyle buyurmaktadır:
“Onlar Allah'ın kelâmını değiştirmek isterler.” (el-Fetih
48/15)
“De ki: «Eğer Rabbimin kelimeleri için deniz mürekkep olsa,
elbette Rabbimin kelimeleri tükenmeden deniz tükenir biter. Velev ki denizin
bir mislini de yardımcı getirecek olsak.»” (el-Kehf 18/109)
“Ve eğer müşriklerden bir kimse senden aman dilerse artık
ona aman ver. Ta ki, Allah’ın kelâmını dinlesin.” (et-Tevbe 9/6) buyuruyor.
Dikkat edilirse burada Allah’ın yarattığını dinlesinler vb bir şey
söylememiştir. İşte bu, apaçık Arapça lisanıyla belirlenmiş, izaha muhtaç
olmayan gayet açık bir husustur. Allah’a hamdolsun.
VI- Allah bize Kur’an’ın kendi kelamı olduğunu söylememizi yasaklamamıştır
Şimdi Cehmiye’ye sorarım; Allahu teala şu ifadeleri buyurmamış mıdır:
“Deyiniz ki, Biz, Allah'a iman ettik.” (el-Bakara 2/136)
“İnsanlara güzel söz söyleyin.” (el-Bakara 2/83)
“Deyin ki: Biz, hem bize indirilene iman ettik, hem size indirilene.”
(el-Ankebut 29/46)
“Ey iman edenler, Allah'tan korkun ve sağlam söz söyleyin.” (el-Ahzab 33/70)
“Şahit olun ki biz müslümanlarız! deyiniz.” (Al-i İmran 3/64)
“De ki: O hak Rabbinizdendir.” (el-Kehf 18/29)
“De ki: Selam sizlere.” (el-En’am 6/54) Buna karşın Allahu Teâlâ’nın “benim
kelamımın mahlûk olduğunu söyleyin” dediğini hiç işitmedik.
Ayrıca şu ifadeleri buyurmuştur:
“Allah «üçtür» demeyiniz. Bundan vazgeçiniz.” (en-Nisa 4/171)
“Size selam veren kimseye, «Sen mümin değilsin» demeyin.” (en-Nisa 4/94)
“Ey iman edenler! «Rainâ» demeyin.” (el-Bakara 2/104)
“Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin.” (el-Bakara 2/154)
“Hiç bir şey hakkında: «Ben bunu yarın mutlaka yapacağım» deme.” (el-Kehf
18/23)
“Sakın onlara «öf» bile deme.” (el-İsra 17/23)
“Allah ile beraber başka bir ilaha yalvarma.” (el-Kasas 28/88)
“Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin.” (el-En’am 6/151)
“Elini boynuna asıp bağlama (cimri olma).” (el-İsra 17/29)
“Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayın.” (el-En’am 6/151)
”Yetim malına, en iyi şeklin dışında yaklaşmayın.” (el-En’am 6/152)
“Yeryüzünde çalımla yürüme!” (Lukman 31/18) Kuran’da buna benzer misaller çoktur.
İşte bunlar Allah’ın nehyettiği şeylerdir. Ve Allahu teala hiçbir zaman
“Kur’an’ın benim kelamım olduğunu söylemeyin” diye bir şey buyurmamıştır.
Melekler dahi Allah’ın kelamını “kelam” olarak isimlendirmiştir. Bu konuda Azze
ve celle şöyle buyurmaktadır: “Nihayet kalplerinden dehşet giderildiği zaman
«Rabbiniz ne buyurdu?» derler.” (es-Sebe 34/23)
Bunun izahı şudur: Melekler[18] İsa (as) ile Muhammed
(sallallahu aleyhi ve sellem) arasındaki dönemde –aradan uzun süre geçmiş
olmasına rağmen- vahiy sesini hiç işitmemişlerdi. Allahu teala Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)’e vahy edince melekler, katı taşa demirin
vurulması gibi olan vahy sesini işittiler ve kıyamet hallerinden bir hal
zannettiler, korktular ve yüzleri üzerine secdeye kapandılar. İşte “Nihayet
kalplerinden dehşet giderildiği zaman” kavlinin anlamı budur. Yani kalplerinden
korku ve dehşet gidince başlarını secdeden kaldırdılar ve “Rabbiniz ne
buyurdu?” diye birbirlerine sordular. Rabbiniz ne yarattı demediler. İşte bu,
Allah’ın kendisine hidayet etmek istediği kimse için yeterli bir izahtır.
VII-
Kur’an’ın ışığında Muhdes’in anlamı
Sonra Cehm başka bir şey daha iddia etmiş ve şöyle
demiştir: Ben Allah tebareke ve teala’nın kitabında bir ayet buldum ki
Kur’an’ın mahlûk olduğuna delalet etmektedir. Hangi ayettir, dedik. Şu ayeti
zikretti:مَا يَأْتِيهِم مِّن ذِكْرٍ مَّن رَّبِّهِم
مُّحْدَثٍإ “Rablerinden kendilerine gelen her yeni uyarıyı ancak alaya
alarak dinliyorlar.” (el-Enbiya 21/2) [Bu ayette Allah’ın zikri (uyarısı) için
–sonradan olma şeyler için de kullanılan-“muhdes” tabirinin kullanılmasından
yola çıkarak] Allah’ın Kur’an’a muhdes dediğini ve her muhdesin de mahlûk
olduğunu söyledi.
Hayatımla te’min ederim ki bu, müteşabihattan bir husus
olduğu halde bununla insanları şüpheye düşürdü. Allah’tan yardım dileyerek biz
de bu hususta Allah’ın kitabını göz önünde bulundurarak şunları söyledik:
Herhangi iki şey bir isim altında birleşir ve bunlardan biri diğerinden üstün
olursa ve de sonra bunlar hakkında övgü söz konusu olursa üstün olan,
diğerinden daha çok övgüye layık olur. Eğer bunlar hakkında kınama söz konusu
olursa, daha aşağıda olan diğerine göre kınanmaya daha çok layık olur. Şu
ayetler buna birer örnektir:
“Şüphesiz Allah, insanlara karşı Rauf ve Rahimdir
(şefkatlidir, çok merhametlidir).” (el-Hacc 22/65)
“Allah'ın kullarının içtiği bir çeşme...” (İnsan 76/6) Bu
kullar günahkâr olanlar değil iyi olanlardır. Burada insanlar ve kullar
tabirleri birleşmişlerdir. Ondan dolayı kullar ile fâcir olanlar değil,
iyilerden olanlar kastedilmiştir. Zira bunlar tek tek kalınca şöyle
buyrulmuştur:
“Şüphesiz ki, iyiler Naim (Cenneti) içindedirler. Kötüler
de cehennemdedirler.” (el-İnfitar 82/13-14)
“Şüphesiz Allah, insanlara karşı Rauf ve Rahimdir
(şefkatlidir, çok merhametlidir).” ayetinde ise her ne kadar mü’min ile kafir
“insanlar/nas” ismi altında birleşiyorsa da mü’minler rahmet ve re’fete daha
layıktır. Zira tek kaldıkları zaman “Şüphesiz ki Allah, insanlara Rauf ve
Rahim'dir.” (el-Bakara 2/143) ve “O, müminlere karşı çok merhametlidir.”
(el-Ahzab 33/43) kavilleri gereğince medh edilmişlerdir. Kâfirler tek olarak
zikredilince “İyi bilin ki: Allah'ın laneti zalimlerin üzerinedir.” (Hud 11/18)
ve “Allah onlara gazap etmiştir ve sonsuza kadar azapta kalacaklardır.”
(el-Ma'ide 5/80) ayetleri gereğince kınama/zemm vuku bulmuştur. Bundan dolayı
bunlar rahmete yani rahmet ayetine dâhil olmazlar.
Aynı şekilde “Eğer Allah rızkı kullarına bol bol verseydi,
mutlaka yeryüzünde azgınlık ederlerdi.” (eş-Şura 42/27) kavlinde de kullar/ibad
lafzı mü’min ve kâfir herkes için geçerlidir fakat azgınlık/bağy ile
vasıflandırılmaya kâfir mü’minden daha layıktır. Zira mü’minler yalnız başına
zikredildikleri zaman Allahın kendilerine bahşetmiş olduğu nimeti güzelce idare
ettikleri hususunda şöyle buyurmaktadır:
“Ve onlar ki, harcadıklarında ne israf ne de cimrilik
ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar.” (el-Furkan 25/67)
“Onlar, gayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar ve
kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.” (el-Bakara 2/2) ve
böylece bunlar methedilmektedir. Ayrıca Davud (as)’a, oğlu Süleyman (as)’a,
Zülkarneyn, Ebubekr, Osman (r. anhum ecmain) ve bunlar gibi olanlara rızık
genişçe verildi ve bu zatlardan hiç birisi azgınlık yapmamıştır. Kâfirler ise
münferit olarak zikredildikleri zaman bağy/azgınlıkla nitelenirler. Mesela
Karun hakkında şöyle buyrulur: “Doğrusu Karun, Musa'nın kavmindendi ve onlara
karşı azıtmıştı.” (el-Kasas 28/76) Nemrud bin Kenan da Allahu teala kendisine
mülk ihsan ettiği zaman Rabbi hakkında tartışmaya kalkmıştı. Firavun ise Musa
(as): Ey Rabbimiz! Sen Firavun'a ve adamlarına şu dünya hayatında göz
kamaştırıcı zenginlik ve bol bol servet verdin.” (Yunus 10/88) dediği zaman
azgınlık içersindeydi.
Şu halde ne zamanki mü’min ile kâfir bir isim altında birleşir
de üzerlerine “bağy” ismi cereyan ederse, mü’min övgüye daha layık olduğu gibi
bağy ile vasıflandırılmaya kâfir daha layıktır. İşte Allahu teala:
“Rablerinden kendilerine gelen her yeni uyarıyı ancak alaya
alarak dinliyorlar.” (el-Enbiya 21/2) buyruğundaki مِّن
ذِكْر (zikir/uyarı) tabiri altında hem kendi zikrini hem de Nebisinin
(sallallahu aleyhi ve sellem) zikrini/uyarısını cem’ etmiştir
(birleştirmiştir). Allah’ın zikri yalnız olarak ifade edildiği zaman ona
“hadis/yeni, sonradan olma” ismi verilmez. Şu ayetleri işitmiyor musunuz?
“Ve elbette ki, Allah'ın zikri en büyüktür.”
(el-Ankebut 29/45)
“Ve işte bu (Kur'an) bir mübarek zikirdir.” (el-Enbiya
21/50) Münferiden Nebi(sav)’nin zikri/hatırlatması kastedildiği zaman ona
“hadis” ismi verilir. Allahu Teâlâ’nın şu sözlerini işitmediniz mi?
“Hâlbuki sizi de, yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır.”
(es-Saffat 37/96) Nebi’nin (sallallahu aleyhi ve sellem) zikri/hatırlatması ise
onun kendi amelidir, onun amellerini ise Allah yaratmıştır. İki zikri bir arada
cem’ ettiğine delil ise “Rablerinden kendilerine gelen her yeni uyarıyı/zikri
ancak alaya alarak dinliyorlar.” kavlidir. Peygamberimizin bize onu haber
verdiği zamanki zikri ”hadis” olarak nitelendirmiştir. Ve biliyorsunuz ki zikir
bize ancak peygamberler yani uyarıcı/müzekkirler ve tebliğciler vasıtasıyla
geliyor. Allah (celle celaluhu)şöyle buyuruyor:
“Sen hatırlat. Çünkü hatırlatmak müminlere fayda verir.”
(ez-Zariyat 51/55)
“O halde öğüt fayda verecekse, öğüt ver.” (el-A’la 87/9)
“Öğüt ver, çünkü sen; ancak bir öğütçüsün.” (el-Gaşiye
88/21) İşte bu suretle zikr lafzı altında Allah’ın zikri ile Peygamberin zikri
(hatırlatması) birleşmiştir. Bunlar hakkında “Hadis” yani sonradan icat edilmiş
olduklarına dair bir ifade söz konusu olursa, tek başına zikredildiği zaman
kendisine yaratılmış ismi verilen Nebi’nin zikri (sallallahu aleyhi ve sellem),
yine tek olarak anıldığında yaratılmış ve sonradan ihdas olmuş manasında bir
isimlendirme vaki olmayan ise Allah’ın zikri olmaya daha layıktır.
Zikrin Rasulullah’a hadis olduğuna -yani sonradan
geldiğine- “kendilerine gelen her yeni uyarı...” diye başlayan yukarıdaki
ayette bir delil bulmaktayız. Zira Rasulullah daha önceden zikri bilmiyordu,
Allahu teala ona öğretti. Allah ona öğretince zikir de Rasulullah nezdinde
muhdes oldu.
VIII-
Kur’an, İsa (as) gibi yaratılmış değil aksine yaratılmamıştır
İSA (AS)’LA ALAKALI NASSLARDAN DELİL GETİREN KİMSEYE CEVAP
Cehm başka bir şey de iddia etmiş ve şöyle demiştir:
Kuran’da bir ayet gördük ki, bu ayet, Kur’an’ın mahlûk olduğunu göstermektedir.
Biz de sorduk: Bu hangi ayettir? Dedi ki:“Meryem oğlu İsa Mesih ancak Allah’ın
resulü ve O’nun kelimesidir.” (en-Nisa 4/171) ayetidir. Ki İsa da mahlûktur.
Biz buna şu karşılığı verdik: Allah senin Kur’an’ı anlamanı engellemiştir.
Kuran’da İsa ile ilgili ifadeler var ki, Kuran’la ilgili olarak bu ifadelere
yer verilmez. Kur’an, İsa'yı, doğmuş, çocuk ve sabi olarak nitelendirir. Yiyen
ve içen bir delikanlı olarak vasfeder. O emir ve yasaklara muhataptır. İlahi
vaad ve tehditler onun için de geçerlidir. Sonra o, Nuh’un, ardından İbrahim’in
zürriyetinden gelir. Bu bakımdan İsa hakkında söylediklerimizi Kur’an hakkında
söylememiz caiz değildir. Siz Allah’ın İsa hakkında söylediklerini Kur’an
hakkında da söylediğini duydunuz mu?
“Meryem oğlu İsa Mesih ancak Allah’ın resulüdür ve Meryem’e
ilka ettiği kelimesidir.” (en-Nisa 4/171) ayetinin anlamına gelince, Allah’ın
Meryem’e ilka ettiği kelimesinden maksat, “ol” demesi ve bu sözden sonra
İsa’nın olmasıdır. İsa “ol” sözüyle olmuştur, ama İsa “ol” sözünün kendisi
değildir. “Ol” Allah’tan sadır olan bir sözdür. Allah’tan sadır olan “ol” sözü
mahlûk değildir.
Gerek Hıristiyanlar ve gerekse Cehmiyeciler İsa hakkında
Allah’a karşı yalan söylüyorlar. Cehmiyeciler diyorlar ki: İsa Allah’ın ruhudur,
kelimesidir. Fakat kelime mahlûktur. Hıristiyanlar da diyorlar ki:
İsa Allah’ın zatından olmak üzere O’nun ruhudur ve Allah’ın
zatından olan kelimesidir. Tıpkı, şu yama şu giysidendir, denildiği gibi. Biz
ise şöyle diyoruz:
İsa “ol” kelimesiyle olmuştur, ama İsa bu sözün kendisi
değildir. Yüce Allah’ın: “Ondan bir ruh...” sözüne gelince, burada yüce Allah,
içinde ruh olan ve kendisinden bir emir, demek istiyor. Buna şu ayeti de örnek
verebiliriz: “O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından size boyun
eğdirmiştir.” (el-Casiye 45/13) Yani, emir vererek size boyun eğdirmiştir.
Allah’ın ruhu ifadesinin açıklaması, Allah’ın kelimesinden olan ve Allah
tarafından yaratılan ruh, şeklindedir. Tıpkı, Allah’ın kulu ve Allah’ın seması
denildiği gibi.
IX- Allah’ın kelamı Cennetlerin üzerindedir
“GÖKLERİ, YERİ VE İKİSİNİN ARASINDAKİLERİ YARATTI” KAVLİYLE DELİL GETİREN
KİŞİYE CEVAP
Sonra Cehm başka bir iddiada bulunmuş ve şunları söylemiştir: Allahu Teâlâ
şöyle buyuruyor: “Allah; gökleri, yeri ve ikisi arasında olanları altı günde
yarattı.” (es-Secde 34/4) Kur’an’ın göklerde, yerde veya ikisinin arasında bir
yerde bulunması akıldan uzak bir şey değildir.
Bu suretle insanların zihinlerine şüphe attı fakat bu şüpheden onlara bir zarar
yoktur (o kadar zayıftır). Ona -yani Cehmi’ye- diyoruz ki: Allahu Teâlâ bu
ayete göre yaratılmış şeyleri ve yaratma işini sadece gökler, yer ve arasında
bulunan şeylerle alakalı olarak gerçekleştiriyor, değil mi? Evet diyeceklerdir.[19] Göklerin üstünde mahlûk
olan bir şey yok mudur, diye sorulduğunda da kuşkusuz evet, diyeceklerdir.
Bütün bunlardan Cenabı Allah’ın göklerin üstünde olan şeyleri mahlûkat
kapsamına dâhil etmediği anlaşılmaktadır. Halbuki ilim sahipleri yedi kat göğün
üzerinde kürsi, arş, levh-i mahfuz ve buna benzer bir çok şeyler bulunduğunu
bilirler ki yukarıdaki ayet-i kerimede Cenab-ı Allah bunları zikretmediği
gibi yaratılmış şeyler kapsamına dahil etmemiştir. Haber sadece gökler, yer ve
ikisi arasında olanlar hakkında vaki olmuştur.
“Kur’an’ın göklerde, yerde veya ikisinin arasında bir yerde bulunması akıldan
uzak bir şey değildir.” iddiasına gelince; bir ayet-i kerimede şöyle
buyrulmaktadır: “Allah gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları ancak hak
ile ve belirli bir süre için yaratmıştır.” (er-Rum 30/8) O, gökleri ve yeri ne
ile yarattıysa bu şey -yani hak- şüphesiz göklerden de yerden de önce mevcuttu.
Kendisiyle gökleri ve yeri yaratmış olduğu “hakk” Cenab-ı Allah’ın kavlidir
(sözüdür). Bu konuda Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“(Allah) «İşte bu haktır ve ben hakkı söylerim» dedi.” (Sad 38/84) «O gün
“ol” der o da hemen oluverir»[20] kavli ise kendisiyle
gökleri ve yeri yarattığı hakk olan sözüdür ve O’nun kavli de mahlûk değildir,
deriz.
X- Ruyetullah
KIYAMET GÜNÜ MÜ’MİNLERİN ŞANI YÜCE ALLAH’I GÖRECEKLERİNİ İNKÂR EDEN KİMSEYE
CEVAP (RU’YETULLAH MESELESİ)
Biz onlara –yani Cehmiye’ye- dedik ki: Sizler cennet ehlinin Rablerine
bakacağını niçin inkâr ettiniz? Dediler ki: Kimsenin Allahu Teâlâ’yı görmesi
söz konusu değildir. Zira kendisine bakılan bir şeyin bilinebilen ve
nitelenebilen bir şey olması gerekir.[21] Bir şey ancak yansıma
yoluyla görülebilir.
Biz de diyoruz ki: Allahu Teâlâ şöyle buyurmuyor mu? “O gün bir takım yüzler
Rablerine bakıp parlayacaktır.” (Kıyamet 77/22-23) Onlar diyorlar ki bunun manası
Rablerinin vereceği sevaba bakacaklardır, şeklindedir. Zira insanlar ancak
Allah’ın fiillerine ve kudretine bakabilirler, deyip şu ayeti okudular: “Bakmaz
mısın rabbine? Gölgeyi nasıl uzatmakta?” (Furkan 25/45) ve dediler ki; İşte
Allahu Teâlâ “Görmedin mi Rabbini” buyurduğu halde onlar Rablerini
görmemektedir. O halde bu ayetin manası “Rablerinin fiilini görmediniz mi”
şeklinde olur. Biz ise diyoruz ki: İnsanlar Allah’ın fiillerini her zaman
müşahede etmektedirler. Hâlbuki Allahu Teala kıyamet gününde Rablerine
bakacaklarını bildirmektedir. Bir de diyorlar ki “Bu ayetin manası Rablerinden
sevap bekleyeceklerdir, şeklindedir. (Böylece ayette geçen “nazar”ı intizar
manasına hamlettiler.) Biz ise hem sevabı intizar ederler/beklerler, hem de
Rablerine nazar ederler/bakarlar, diyoruz.
Bunun üzerine şöyle dediler: “Allahu Teâlâ, ne dünyada ne de Ahirette
görülemez” ve müteşabihattan olan şu ayeti okudular: “Gözler O'nu idrak edemez;
O gözleri idrak eder; O Latif'tir, her şeyden haberdardır.” (el-En’am 6/103)
Hâlbuki bu ayetin manasını Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) şüphesiz
ki herkesten daha iyi biliyordu. Böyle olduğu halde “Siz kıyamet günü Rabbinizi
göreceksiniz.”[22] buyurmuştur. Aynı
şekilde Musa (as)’a hitaben: “Beni asla göremezsin.” buyurmuştur. Ben görülmem,
dememiştir. Şimdi hangisine tabi olmamız gerekir? “Siz kıyamet günü Rabbinizi
göreceksiniz.”[23] diyen Allah Resulüne
mi, yoksa Rabbinizi görmeyeceksiniz, diyen Cehm’in kavline mi? Cennet ehlinin
rablerini göreceklerine dair Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’den
rivayet edilen hadisler ilim erbabının malumudur. Ehl-i ilim bu hadislerin
sıhhatinde ihtilaf etmemiştir.
Azze ve Celle’nin “Güzel davrananlara daha güzeli ve fazlası var.” (Yunus
10/26) kavli hakkında Süfyan’ın Ebu İshak’dan, onun da Amir bin Sa’d’den
rivayet ettiği hadiste, ayette geçen “ziyade” kavramı “Allah’ın vechine
(yüzüne) bakmak” olarak açıklanmıştır.[24] Sabit el-Bunani’nin
Abdu'r-Rahman bin Ebi Leyla vasıtasıyla rivayet ettiği hadiste ise şöyle
denilmektedir: “Cennet ehli cennette karar kıldığı zaman bir münadi: Ey cennet
ehli! Allah azze ve celle kendisini ziyaret etmenize müsaade etti” diye
seslenecek. Bunun üzerine perde kalkacak ve kendisinden başka ilah olmayan
Allah’a bakacaklar.”[25]
Biz, Cehm ve şiasının (taraftarlarının) Allah’a bakamayanlar ve O’ndan
perdelenecekler arasında bulunacağını ümit ediyoruz. Tıpkı kâfirler hakkındaki
şu ayette olduğu gibi: “Hayır; gerçekten onlar, o gün Rablerinden
perdelenecekler.” (Mutaffifin 83/15) Kâfir Rabbini görmekten men edildiği gibi
mü’min de men edilirse mü’minin kafire karşı ne üstünlüğü kalır? Bizi Cehm ve
şiasından kılmayan, bizleri bid’at ehlinden yapmayıp Kitap ve Sünnete tabi
olanlardan eyleyen Allah’a hamdolsun.
XI- Allah’ın kelamı: Allah’ın sıfatları Allah’ın Birliğini nefyetmez
ALLAHU TEÂLÂ’NIN MUSA (AS)'LA KONUŞTUĞUNUN İSBATI
Cehmiyecilerin, yüce Allah’ın Musa ile konuşmasını inkâr etmeleri ile ilgili
düşüncelerimize gelince, biz onlara şunu soruyoruz:
Niçin bunu inkâr ediyorsunuz? Diyorlar ki:
Allah konuşmaz ve Allah ile konuşulmaz. Olan sadece şudur:
Bir şey oluşmuş ve Allah adına ifadede bulunmuştur. Allah bir ses yaratmış ve
bu ses duyulmuş... Onların iddialarına göre, konuşma, ancak ağız boşluğunun,
lisanın ve iki dudağın olmasıyla mümkündür. Biz de onlara şunu soruyoruz:
Allah’ın dışında, yaratılmış herhangi bir şeyin Musa’ya:
“Ben senin rabbinim, demesi veya: “Muhakkak ki ben, yalnızca ben Allah’ım.
Benden başka ilah yoktur.” (Ta-Ha 20/14) demesi caiz midir? Kim bunu söyleyenin
Allah’tan başkası olduğunu iddia ederse, kuşkusuz Allah’tan başkası için rablik
iddiasında bulunmuş olur. Cehmilerin iddia ettikleri gibi, Allah bir şey
yaratmış olması ve bu şeyin:
“Ey Musa! Allah âlemlerin rabbidir, demiş olması, izah edilebilir olsa da, bu
şeyin: “Şüphesiz ben, alemlerin rabbiyim.” (el-Kasas 28/30) demesi caiz
değildir. Oysa yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Allah Musa ile konuştu.” (en-Nisa 4/164)
“Musa tayin ettiğimiz vakitte gelip, rabbi onunla konuşunca.” (el-Araf 7/143)
“Ben risaletimle ve sözlerimle seni insanların başına seçtim.” (el-Araf 7/144)
Bunlar, konuyla ilgili Kur’an’ın açık nasslarıdır.
Allah konuşmaz ve Allah’la konuşulmaz, diyenler, A’meşin Haysemeden, onun da
Adiy bin Hatem et-Tai’den rivayet ettiği şu söze ne diyecekler:
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Sizden, arada bir
tercüman olmadan rabbiyle konuşmayacak hiç kimse kalmayacaktır.” (Buhari;
Müslim; Tirmizi)[26]
Onların: Konuşma ancak bir karın boşluğundan, bir ağızla iki dudak ve bir dil
ile olabilir, sözleri konusunda da şu soruyu sorarız: Yüce Allah “Sonra duman
halinde olan göğe yöneldi, ona ve yerküreye: İsteyerek veya istemeyerek, gelin!
dedi. İkisi de «İsteyerek geldik» dediler.” (Fussilet 41/11) buyurmamış mıdır?
Ne dersiniz, acaba gökler ve yer bu sözleri bir karın boşluğu, bir ağız, iki
dudak ve dil ile mi söyleyebildi?
Yine Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Kuşları ve tesbih eden dağları da Davud'a
boyun eğdirdik. (Bunları) biz yapmaktayız.” (el-Enbiya 21/79) Görüşünüze göre
dağlar bir karın boşluğu, ağız, dil ve dudaklar ile tesbih ediyor, öyle mi?
Hayır, yüce Allah bunları dilediği gibi konuşturdu ve aynı şekilde kendisi de
nasıl dilediyse öylece konuştu. Bunun için bir karın boşluğu, ağız, dudak ve
dilin varlığını öngörmeyiz.
Cehmiyye’ye mensup olan kişi bu deliller karşısında boğulma noktasına gelince
şunları söyledi: Evet, Allah Musa ile konuştu. Fakat onun kelamı kendisinden
başka bir şeydir. Bunun üzerine biz: Ondan başka bir şey olan bu kelam mahlûk
mudur? Diye sorunca, evet demesi üzerine biz de şöyle dedik: Bu da sizin önceki
sözünüzün benzeridir. Şu kadar var ki siz zahiren gösterdiğiniz şeylerle belayı
kendinizden uzak tutmaya çalışıyorsunuz.
Zühri’nin rivayetinde şöyle denilmiştir: “Musa Rabbinin kelamını işitince
‘Rabbim, şu işittiğim senin sözün müdür?’ dedi. (Allah); ‘Evet ey Musa, o benim
sözümdür ve ben seninle onbin dilin gücüyle konuştum. Bütün dillerin gücüne
sahibim. Hatta benim gücüm ondan da fazladır. Ben seninle bedeninin
kaldırabileceği kadar konuştum. Bundan daha fazlasıyla konuşmuş olsaydım, hiç
şüphesiz ölüvermiştin.’ (Zühri devamla) dedi ki: Musa kavmine geri dönünce;
“Rabbinin kelamını bize vasfet” dediler: “ Allah Allah! Ben onu size vasfedemem
ki” Bu sefer: “Hiç olmazsa onun neye benzediğini söyle” dediler. Musa şu cevabı
verdi: “En tatlı haliyle gelen yıldırımların sesini hiç işittiniz mi? Sanki ona
benziyordu”.[27]
Cehmiye’ye mensup kimselere dedik ki: Kıyamet günü; “Ey Meryem oğlu İsa; sen mi
insanlara: Beni ve annemi Allah'tan başka iki ilah edinin, dedin?” diyecek olan
kimdir? Allah değil mi? Bize şu cevabı verdiler: Allah bir şey var edecek ve
bu, Allah adına bunu ifade edecek. Tıpkı böyle bir şeyi var edip Musa (as)’a
ifade ettiği gibi.
Yine sorduk: “Andolsun ki; kendilerine peygamber gönderilmiş olanlara da
soracağız, peygamber olarak gönderilenlere de. Ve elbette onlara, olan- biten
her şeyi bir bilgi ile anlatacağız; çünkü biz onlardan uzak değiliz.” (el-A’raf
7/6-7) diye buyuran kimdir? Soru soracak olan Allah değil midir? Dediler ki:
Yüce Allah bütün bunlar için ayrı bir şey yaratacak ve bu şey Allah adına bu
ifadeleri kullanacaktır.
Dedik ki: Allah konuşmaz, demekle O’na büyük bir iftira atmış oldunuz. Böyle
söylemekle, onu, Allah’tan başka tapılan putlara benzetmiş oldunuz. Çünkü
putlar konuşmazlar, hareket etmezler, bir yerden bir yere gitmezler…
Cehmiyeciler karşılarında çürütülmez bir kanıt olduğunu görünce, bu sefer:
Allah konuşur, ama kelamı mahlûktur, demeye başladılar. Biz de diyoruz ki:
Adem oğlunun sözleri de mahluktur. Siz, Allah’ın kelamı mahlûktur, demekle O’nu
yarattıklarına benzetmiş oluyorsunuz. Nitekim sizin mezhebinize göre, Allah
kelamı yaratıncaya kadar, konuşmadığı bazı vakitler de vardır. Böylece siz
küfür ve teşbihi birlikte işlemiş oluyorsunuz. Allah bu nitelikten münezzehtir.
Biz ise şunu söylüyoruz:
Allah, dilediği zaman daima kelam sahibidir. “Allah vardı ama kelamı
yaratıncaya kadar, konuşmazdı” demediğimiz gibi, “O var olmakla birlikte ilmi
yaratıncaya kadar bir şey bilmiyordu” da demeyiz. O önceden vardı, ama kendi
nefsi için bir kudret yaratıncaya kadar kudreti yoktu; O vardı ama kendi nefsi
için bir nuru yaratıncaya kadar nuru yoktu; O vardı ama kendi nefsi için bir
azamet yaratıncaya kadar azameti de yoktu gibi şeyler de söylemeyiz. Dediler
ki: “Allah vardı ve başka bir şey yoktu.” demeden asla muvahhid olamazsınız.
Buna cevaben dedik ki: “Biz Allah vardı ve başka bir şey yoktu diyerek Allah’ın
tüm niteliklerinde hep var olduğunu söyleyerek aslında tek olan ilahı tüm
nitelikleriyle tarif etmiş olmuyor muyuz?
Onlara şu örneği verdik: Bize hurma ağacından haber verin dedik ki: Bir kütük,
gövde, lif, yaprak tüm bu niteliklere rağmen tek bir ismi yok mudur Bunun gibi
Allah, Odur ki, en yüce olana kıyaslanır, tek ilahtır tüm nitelikleriyle. Biz,
o kendinde gücünü var edene değin güçsüzdü, demeyiz, güçsüz olmak iktidarsız
olmaktır; ne de hiçbir şey bilmediği bir zaman vardı deriz ki; bilmeyen
cahildir. Ancak biz; zamanını ve nasılını söylemeden Allah hep bilir güçlü ve
maliktir deriz.
Ve yine Allah kâfir olan el-Vahid bin el-Velid bin el-Muğire el-Mahzumi’ye
nispet ederek: “Kendisini tek olarak yarattığımı bana bırak.” (el-Müddesir
74/11) buyurmaktadır. Burada ismi geçen kimsenin gözleri, kulakları, dili,
dudakları, elleri, ayakları ve birçok organı vardı buna rağmen bu
nitelikleriyle değil de Vahid olarak adlandırılmıştır. Bunun gibi Allah
en yücesiyle kıyaslanmalı tüm nitelikleriyle tek ilahtır.
XII-
Allah nerededir ve nerede değildir
Allahu Teâlâ’nın “Rahman, Arş'a istiva etti” kavli ve Şanı yüce
Allah’ın yaratıklarından ayrı oluşunun ispatı
Yüce Allah: “Rahman, Arş'a istiva etti.” (Ta-Ha 20/5)
buyurmaktadır. Yine şöyle buyurmaktadır: “Rabbiniz o Allah'dır ki, gökleri ve
yeri ve ikisinin arasındakilerini altı günde yaratan ve sonra da arşa istiva
edendir.” (Yunus 10/3) Ama Cehmiyye, “Allah Arşın üzerinde olduğu gibi aynı
zamanda yerin yedinci tabakasındadır. Allah Arşın üzerindedir, göktedir,
yerdedir, kısacası her yerdedir; O’nun bulunmadığı hiçbir mekân yoktur; bir
yerde olup başka bir yerde olmaması diye bir şey söz konusu değildir” derler ve
“O göklerde de, yerde de Allah'dır.” (el-Enam 6/3) gibi ayetleri kendilerine
delil alırlar.
Onlara cevap olarak dedik ki: Müslümanlar, Rablerinden
hiçbir şeyin bulunmadığı çok yer biliyorlar. Ne gibi yerler, dediler. Onlara
şöyle dedik: Sizin iç organlarınız, bağırsaklarınız, domuzların bağırsakları,
işkembeler, pislik yerleri, evet bütün bu gibi yerlerde Rab Teâlâ’dan hiçbir
şey yoktur. Rabbimiz, gökte olduğunu haber vererek şöyle buyurmuştur:
“Gökte olanın sizi yere geçirmeyeceğinden emin misiniz? Bir
bakmışsınız ki, o (yeryüzü) sallanıp-çalkalanmaktadır. Gökte olanın başınıza
tas yağdırmasından güvende misiniz? Benim uyarmamın nasıl olduğunu yakında
bileceksiniz.” (el-Mülk 67/16-17)
Yine şöyle buyurmuştur: “Kim, izzet istiyorsa; izzet bütünüyle
Allah'ındır. Güzel sözler O'na yükselir. Onu da salih amel yükseltir.” (Fatır
35/10)
“O vakit ki, Allah Teâlâ buyurdu: «Ya İsa! Muhakkak seni
vefat ettirecek olan Ben'im ve seni Bana yükselteceğim.” (Al-i İmran 3/55) ve
“Bilakis Allah onu (İsa'yı) kendi nezdine kaldırmıştır. Allah izzet ve hikmet
sahibidir.” (en-Nisa 4/158)
“Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur. Katında olanlar O'na
kulluk etmekten çekinmezler ve usanmazlar.” (el-Enbiya 21/19)
“Göklerde ve yeryüzünde bulunan canlılar ve bütün melekler,
kibirlenmeden Allah'a secde ederler. Onlar, üstlerindeki Rablerinden korkarlar
ve kendilerine ne emrolunursa onu yaparlar.” (en-Nahl 16/49-50)
“Melekler ve ruh, miktarı elli bin yıl süren bir gün içinde
O'na yükselir.” (el-Mearic 70/4)
“O, kulları üzerinde kahredici olandır. O, Hakim'dir,
Habir'dir.” (el-Enam 6/18)
“O, Aliyyul Azimdir(yani yücedir, büyüktür.” (el-Bakara
2/255)
Yüce Allah, kendisinin gökte olduğunu haber veriyor. Ayrıca
Kur’an da aşağıda olanların kınandığını görüyoruz. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
“Şüphe yok ki, münafıklar ateşin en aşağı
tabakasındadırlar. Ve elbette onlar için yardımcı da bulamazsın.” (en-Nisa
4/145)
“Ve küfredenler derler ki: Rabbimiz; cinlerden ve
insanlardan bizi saptırmış olanları göster, onları ayaklarımızın altına alalım
da alçaklar olsunlar.” (Fussilet 41/29)
Ayrıca onlara dedik ki: İblis’ in de şeytanların da
varlıkta bir yer işgal ettiklerini bilmiyor musunuz? Allah ve İblis kesinlikle
aynı mekânda bir araya gelmemiştir. Yüce Allah’ın: “O göklerde de, yerde de
Allah'tır.” (el-Enam 6/3) kavli ise şu anlamdadır: Allah, göktekilerin de
yerdekilerin de ilahıdır. O, Arş’ın üzerindedir, ama ilmi, Arş’ın aşağısını da
kuşatmıştır; ilminin ulaşmadığı hiçbir yer yoktur; ilminin bir yere ulaşıp
diğerine diye bir durum söz konusu değildir. Yüce Allah şu sözünde bunu dile
getirmektedir:
“Allah, yedi kat göğü ve yerden bir o kadarını yaratandır.
Ferman bunlar arasından inip durmaktadır ki, böylece Allah'ın her şeye kadir
olduğunu ve her şeyi ilmiyle kuşattığını bilesiniz.” (Talak 65/12)
Şeffaf camdan yapılmış bir maddeyle dolu bir bardak
düşünün, insan bu bardağa baktığında her tarafını görür. Ama insan o bardağın
içinde değildir. Allah da -en yüce mesel Allah'ındır- yaratıklarından içinde
olmadığı halde, onların hepsini ihata eder.
Yine bir adam düşünün, kendisine bir ev inşa ediyor. Sonra
kapısını kapatıp çıkıyor. Bu adam evinde kaç oda bulunduğunu, her odanın
genişlini bilir. Allah Azze ve Celle de –ki en yüce mesel Allah’ındır-
yaratıkların hiçbir şeyin içinde olmadığı halde yaratıklarının hepsini ihata
eder; ne durumda olduklarını ve ne olduklarını bilir.
XIII-
Allah her zaman ve her mekânda ilmiyle her yanı kuşatandır
Cehmiyye, Yüce Allah’ın: “Üç kişinin gizli konuştuğu yerde
dördüncüsü mutlaka O'dur.” (el-Mücadele 58/7) kavlini te’vil ederek: Allah Azze
ve Celle bizimle beraberdir ve bizim içimizdedir, derler. Onlara deriz ki:
Ayetin tamamını zikretmeden, niçin bir kısmını diğerinden kopuk olarak
naklediyorsunuz? Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Göklerde ve yerde olanları Allah'ın bildiğini görmüyor
musun? Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O'dur. Bunlardan az
veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka O, onlarla
beraberdir. Sonra kıyamet günü onlara yaptıklarını haber verecektir. Doğrusu
Allah, her şeyi bilendir.” (el-Mücadele 58/7)
Görüldüğü gibi ayet Allah’ın ilminden bahisle başlamakta ve
onunla son bulmaktadır.
XIV-
Allah’ın her yerde olduğu iddiasının reddi
Cehmilere ayrıca şöyle denilir: Allah, azametiyle bizzat
bizimle birlikte ise, kendisiyle yaratıkları arasında olup bitenler hususunda
size mağfiret eder mi? Şayet evet diyecek olurlarsa Allah’ın yaratıklarının
dışında olduğunu ve yaratıkların O’nun dununda (haricinde) olduğunu kabul etmiş
olur. “Bağışlamaz” diyecek olursa o zaman da küfre girmiş olur.
Eğer bir Cehmiyecinin:
Allah her yerdedir, bir yerde olurken başka bir yerde
olmaması söz konusu değildir, dediğinde, aslında yalan söylediğini anlamak
istersen, ona şu soruyu sor:
Hiçbir şey yok iken Allah var değil miydi? Evet,
diyecektir. O zaman şunu söyle:
Allah mahlûkatı yaratırken, onları kendi içinde mi yarattı,
yoksa kendi dışında mı?
Bu sorunun cevabı bağlamında üç görüş belirginleşecektir.
Bu görüşlerden biri:
1- Allah mahlûkatı kendi içinde yarattı, demektir. Bu
cevabı verecek olsa, küfre sapmış olur. Çünkü insanların, cinlerin ve
şeytanların Allah’ın içinde olduklarını iddia etmiş olur. Şayet:
2- Onları kendi dışında yarattı, sonra kendisi onların
içine girdi, dese, bu sefer de küfre sapmış olur. Çünkü Allah’ın, kirli, pis
bir mekâna girdiğini iddia etmiş olur. Eğer:
3- Allah mahlûkatı kendisinin dışında yarattı, ama onların
içine girmedi, şeklinde bir cevap verse, diğer bütün yanlış görüşlerinden
dönmüş olur. Ki, ehl-i sünnetin görüşü de budur.
XV-
Cehmiyenin Allah’ın ilmi hakkındaki görüşlerine reddiye
Cehmiyenin Allah’ın bilgisini itiraf etmediğini bilmek
istersen ona de ki: “Allah der ki: Onun bildirdikleri dışında insanlar onun
ilminden hiçbir şeyi tümüyle bilmezler. ” (el-Bakara 2/255) ve yine: “Fakat
Allah sana indirdiğine şahitlik eder, onu kendi ilmiyle indirdi.” (en-Nisa
4/166) de ve yine: “Eğer onlar size cevap veremiyorlarsa bilin ki o ancak
Allah’ın ilmiyle indirilmiştir.” (Hud 11/14) ve yine: “Onun bilgisi dışında
hiçbir meyve kabuğunu yarıp çıkamaz hiçbir dişi gebe kalamaz ve doğurmaz.”
(Fussilet 41/47) de.
Cehmiye ye sor itiraf eder mi yoksa etmez mi Allah’ın
ilmini ki bize ayetlerle bildirilmiştir. Eğer inkâr ederse, imanı inkâr etmiş
olur. Eğer Allah’ın ilmi yeni oluşmuştur derse Allah’ın bilmediği bir zaman
olduğunu söyleyerek ve Allah’ın ilmi yaratana değin bilmediğini ve sonra
bildiğini (ilim sahibi olduğunu) iddia ederek imanı inkâr etmiş olur. Ve eğer
Allah’ın ilmi yaratılmamıştır, başlatılmamıştır derse ehlisünnetteki yerini
terk etmiştir.
XVI-
Allah’ın yarattıklarının içinde olduğu iddiasına reddiye
Allah Musa’ya (kardeşi Harun’la birlikte ikisini kast
ederek) “Ben sizinle beraberim.” (Ta-Ha 20/48) dediğinde bunun anlamı Ben
ikinizi de korurum manasındadır ve yine “Hani onlar mağaradaydı o
arkadaşına üzülme çünkü Allah bizimle beraberdir diyordu.” (et-Tevbe 9/40) buda
bizi savunmak için anlamı taşır. Ve yine “Nice az sayıda birlik Allah’ın
izniyle çok sayıdaki birliği yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.” (el-Bakara
2/249) burada onlara düşmanlarına karşı verilen zafer kastedilir ve yine “Üstün
durumdayken gevşeyip barışa çağırmayın Allah sizinle beraberdir.” (Muhammed
47/15) burada onlara düşman üzerine verilen zafer kastedilir ve yine “Onun razı
olmadığı sözü düzüp kurarken O onlarla berberdi.” (en-Nisa 4/108) burada
Allah’ın onlardan haberdar olması kastedilir ve yine “İki topluluk birbirini
görünce Musa’nın adamları işte yakalandık dediler. Musa asla dedi. Rabbim
şüphesiz benimledir bana yol gösterecektir.” (eş-Şuara 26/61-62) burada
Firavuna karşı yardım edeceği kastedilir.
Dedik ki ona Cennet, cehennem, arş ve gök ve dirilme
olmayacak mı evet dedi o zaman Rabbimiz nerede olacak diye sorduk şöyle cevap
verdi: Dünyada her şeyde olduğu gibi orada da her şeyde olacak. Ona dedik ki: O
halde sen Allah’ın arşı, bahçesi, ateşi ve havası arasında bölüneceğine
inanıyorsun. Böylece Allah’a karşı yalanları apaçık ortaya çıktı.
XVII- Allah isminin yaratılmış oluşuna reddiye
Cehmi, Allah’ın her şeyde yaratıklarıyla beraber olduğunu, fakat bir şeyle ne
bitişik ve ne de onun dışında olduğunu iddia ederken aleyhindeki hüccet ortaya
çıkmaktadır. Bu durumda ona: Allah yaratığının dışında olmadığına göre ona
bitişik değil midir? Dedik. Hayır, dedi. Peki, bir şeye ne bitişik ne de onun
dışında olmaması nasıl olur? Dedik. Geveleyip: Keyfiyetsiz olarak, dedi. Ama
yine de sözüyle bazı cahilleri aldatıp gözlerini boyadı.
Cehmi Allah isminin Kur'an da yaratıldığına iddia ediyor. Sorduk O adını
yaratmadan önce adı neydi? Şöyle cevap verdiler: O'nun adı yoktu. Dedik ki bunu
şunlar takip eder o halde kendine ilmi yaratana değin cahildi ve nuru ile gücü
de yoktu kendi için yaratana değin. O şeytani adam Allah’ın onu utandırdığını
ve çıplaklığını ortaya serdiğini Allah’ın adının Kur'an da yaratılmış olduğu
iddiasında bulunduğu için olduğunu anladı.
Cehmiye ye dedik ki Bir insan yalan yere Allaha yemin etse ki ondan başka ilah
yoktur, bu yalancının yemini gibi olmaz çünkü yaratılmış olanın adıyla yemin
etmiştir yaratanın değil. Allah onu yine utandırdı
Ona dedik ki peygamber, Ebu Bekir (ra), Ömer (ra), Osman (ra), Ali (ra) onları
takip eden halifeler, yöneticiler, kadılar Allah’ın, ondan başka ilah yoktur,
adıyla yemin verdirmezler mi ondan başka ilah yoktur. Ama size göre onlar
yanılmışlar peygamber ve onu takip edenler Allah ismini yaratana yemin
ettirmeliydiler, Allah adını yaratandan başka ilah yoktur sözünü itikat
edinmeliydiler aksi takdirde Allah’ın birliğini beyanları geçersiz olurdu. Allah
onu yalanlar söylediği için utandırdı. Ama biz deriz ki Allah Allah'tır. Allah
isim değildir her şey isimdir Allah'tan başka.
Eğer Allah konuşmadıysa her şeyi nasıl yarattı. Bir başkası daha mı var? O her
şeyi ol demekle kelamıyla yarattı. O'nun Kur'an da: Biz bir şeyin olmasını
istediğimiz zaman ona sözümüz ol dememizdir hemen oluverir. (en-Nahl 16/40)
dediğini görerek dediler ki bizim ona sözümüzden kasıt isteğimiz onun olmasını
sağlar. Biz de dedik ki o halde ilave neden ‘ona sözümüz ol dememizdir’ dediler
ki: Kur'an da ki her şeyin bir anlamı var. Allah Arapça tabirle konuşur duvar
konuştu, avuç konuştu ve düştü lakin bir şey deme.[28] Ona dedik ki sen bunun
üzerine mi hüküm kurarsın onlar da evet dediler. Bunun üzerine sizin
inandığınız üzere Allah konuşmasaydı, o halde Allah her şeyi ne sebeple yarattı
dedik onlara. Onlar da şöyle cevap verdiler gücüyle. Biz de o şey midir dedik
ve onlar itiraf ettiler. Onlara sorduk O'nun gücü yaratılmışlardan mıdır ve
kabul ettiler. Onlara dedik ki öyle görünüyor ki O yaratılmış olan için
yaratmış. Böylece Kur’an’ı reddettiniz ve muhalefette bulundunuz ki Allah şöyle
buyurmaktadır: ‘Allah her şeyin yaratıcısıdır.’ diyerek kendisinin yaratıcı
olduğunu bize bildirmektedir. Yine ‘Allahtan başka yaratan var mıdır?’ (Fatır
35/3) yani Allah’tan başka yaratan yok anlamında, oysa siz Allah’ın
yaratmasından gayrı bir şey iddia ettiniz. Bu Cehmiye öğretisi yüce Allah’tan
uzak olsun.
XVIII- Allah’ın Kuran’da Rab olarak nitelendirilmesi ile alakalı hadis
BAB: Cehmiyye’nin rivayet olunan bazı hadislerden[29] yola çıkarak Kur’an’ın
mahlûk olduğunu iddia etmesine dair
Cehmiye, peygamberimizden (sallallahu aleyhi ve sellem) rivayet edilen: “Kur’an
açık renkli bir genç suretinde gelir. Kendisini okuyan kişiye gelir ve der ki:
- Beni tanıdın mı? Kişi der ki:
- Kimsin sen? Der ki:
- Ben, gündüzleri uğrunda susuz kaldığın, geceleri sabahlara kadar uyanık
kaldığın Kuran’ım. Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) devamla şöyle
buyurdu:
Bunun üzerine kişi onunla Allah’a gider ve der ki: - Ya Rabbi!..” (İbni Mace;
Darimi; Ahmed) hadisi dayanak alarak Kur’an’ın mahlûk olduğunu savunmuştur.
Biz de onların bu iddialarına şöyle cevap veriyoruz:
“Kul huvellahu ehad” suresini okuyana şu, şu vardır....” (Tirmizi; Ahmed;
Nesai) hadisindeki anlamda Kur’an gelmez.
Siz “Kul huvellah...” suresini okuyana bu surenin gelmediğini görmüyor musunuz?
Bilakis, onu okumanın sevabı gelir. Çünkü biz Kur’an’ı okuyoruz ve o gelmez,
diyoruz, bir halden başka bir hale değişim geçirmez.
Allahın rahmeti Allahın dininde âlim olanın muhacirin ve ensarın öğretilerinden
başka Kuran ve sünnete aykırı olanı reddeden ve Cehmiye ve kollarından uzak
duranın üzerine olsun, selam peygambere ailesine ve ashabına olsun.
***
GAYEMİZ İNSANLARI DEĞİL ALLAH'I RAZI ETMEK ***
Bu gün izahını yapmaya çalışacağımız konu, Emri
bil mağruf ve Nehyi anil münker müessesesi ile alakalı bir iki hususun şer'i
çizgide anlaşılması üzerinde olacaktır.
Bunlardan birinci
ve en önemlisi : "Gayemiz insanları değil, Allah'ı razı etmek olmalıdır."
İkincisi ise :
"Tavizle, yumuşaklılığın ayrı ayrı şeyler olup bunların birbirinden ayırt
edilmesi gerekmektedir".
Üzerinde
duracağımız bu iki nokta gerçekten hassas noktalar oluşu hasebiyle siz değerli
kardeşlerimin sohbet esnasında zihinlerini canlı tutmalarını rica ediyorum.
Zira yapılan sohbetlerin yanlış anlaşılması ve yanlış kavranılması o sohbetin
başka birilerine aktarılmasında da aynen yanlış iletilmesi ve yanlış
kavranılması demektir.
Şimdi ilk olarak
üzerinde durmaya çalışacağımız nokta "Gaye insanları değil Allah'ı razı
etme" noktasıdır.
Bilindiği gibi,
"Emri bil mağruf ve nehyi anil münker" müessesesi islamın en önemli
müesseselerinden bir tanesidir. Biz bu güzel vasıta ile yaratılışımızın
gayesini öğrendiğimiz gibi, yine aynı zamanda birçok insanda bizim bu
müesseseyi kullanmamız vasıtasıyla yaratılışlarının gayesini öğreneceklerdir.
İşte bunun içindir
ki islam, her mükellefi malumatı nisbetinde bu müesseseden hesaba çekecektir.
Bilen bildiği ölçüde hakkı anlatma mecburiyetinde olduğu gibi, aynı zamanda
bildiği ve kavradığı ölçüde de münkeri reddetme ve ona mani olmak zorundadır.
Ve bu görevi yerine getirirken de razı etmeye gayret göstereceği merci Allah
olmalıdır, insanlar değil. Yani, hakkı anlatmada, onu bir başkasına ulaştırmada
hiçbir zaman geri durmadan halkın değil, hakkın rızasını ön planda tutmalıdır.
İnsanlar hor
görecekler diye, insanlar kızacaklar diye ve yine insanlar beni dışlarlar,
kendilerinden soyutlarlar diye hiçbir zaman ne görülen bir münkerin
nehyedilmesi ve nede anlatılması gereken bir hakkın ihmali asla
düşünülmemelidir.
Yapılması gereken
bu göreve basiretli, ferasetli bir muvahhid gözüyle bakılmalıdır. Anlatılacak
küçük bir mağruf'un ileride büyüyeceği düşünülürse, mani olunması gereken küçük
bir münkerinde ileride büyüyüp devleşeceği asla unutulmamalıdır.
Bir müslüman,
tıpkı bir bahçivan gözüyle bu olaya bakmalıdır. Anlatacağı bir mağruf o an
küçük bir tohum olabilir. Küçük bir filizde olabilir. Ama o işten anlayan
bahçıvan bu tohumun ileride bir fidan olacağını daha sonra ise ağaç olacağını
ve zamanla binlerce meyvesiyle nevşu nema bulan ve insanlara menfaati olan bir
ağaç olacağını asla unutmaz.
Yine bu mani
olmayacağı bir münker o an küçük bir tohum olabilir. Fakat onun ileride büyüyüp
fidan olacağını daha sonra ağaç olacağını ve binlerce zehirli meyvesi ile
etrafına zehir saçan bir zakkum ağacı olacağını unutmaz, bu bahçıvan.
Unutmayın ki,
zamanımızın şu korkunç ve çirkin hali birden vuku bulmamıştır. Nasıl ki islam
bütün berraklığı ile küçük denmeden büyük denmeden anlatıla anlatıla nevşu nema
buldu ise, aynen bu çirkin manzaranın yatırımı yavaş yavaş yapılmıştır. İblis
denen o mahluk küçük demedi, az demedi ve o zehirli tohumlarını atmaktan geri
durmadı. Çünkü o çok iyi biliyordu ki attığı o zehirli tohumlar çok geçmeden
filizlenip kocaman zakkum ağaçları olacaktır.
Evet ey şuurlu
müslüman kardeşim! Unutma ki bu ileriyi düşünme, ileri görüşlülük iblis ve avanelerinden çok, muvahhidlerin
düşüneceği birşeydir. O ve avaneleri, attıkları her tohumun ileride büyüyüp karşılığını
kat kat vereceğini hesap edip yatırımlarını yaparken, sen nasıl olurda
"Onun hilesinin zayıf olduğunun" farkında olduğun halde münkerlere
set çekip, ileriye yönelik bir yatırım yapmazsın ki?... Sen nasıl olurda
anlatacağın bir mağrufu insanların kırılıp senden yüz çevireceğini düşünerek
terk edersin ki?... yine, sen nasıl olurda görmüş olduğun bir münkere, insanlar
bana kızar, beni dışlar, bana söver, beni döver diye kaygılanıp mani olmazsın
ki?...
Eğer şu hale
gelişimizde, bu münkerlerin yerleşmesinde geçmişteki fertlerin bir sorumluluğu
ve bir vebali var ise ki muhakkak ki var. Bunun gibi, gerek zamanımızda ve
gerekse ileride yapılacak olan mani olmadığımız münkerlerin sorumluluğu ve
vebali şu cılız omuzlarımıza indirilmemek şartı ile yüklenecektir. Peki neden?
Çünkü görülen bir
münkerin ortadan kaldırılması için bir mücadele verilmezse, ona mani olunmaya
çalışılmazsa zamanımızda yaşanacağı gibi, ileride de katlanarak ve rahat bir
şekilde yayılıp yaşanacaktır bütün bu çirkinlikler. Günümüzde yaşanan ve
geçmiştekilerin bize miras bıraktığı münkerler gibi.
Evet ey müslüman!
Unutma ki Allah'tan başkalarının rızası gözetilerek yapılan bütün işler
"hebaen mensura" olacağı gibi, karşılığında da büyük bir azap vardır.
Yapılacak olan bir
mağrufta olsun veya nehyedilmesi gereken bir münkerde olsun, eğer bir
başkasının rızası veya gadabı gözetiliyorsa, o insanın havale edileceği yer
rızasını veya gadabını düşündüğü o yerdir.
Konuyla ilgili
birkaç hadislerinde Allah Rasulü (s.a.v) şöyle buyuruyor:
"...... Aişe (r.a)'dan;
Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: "Her kim insanların gücenmelerine
(kızmalarına) mukabil Allah'ı razı etmeye çalışırsa Allah'ta onu insanların
zahmetinden kurtarır. Her kimde Allah'ın kızmasına mukabil insanların rızasını
ararsa Allah'ta onu o insanlara havale eder..."
Tirmizi / 4.c /
2527
"....Ebu Said
el-Hudri (r.a)'dan; Resulullah (s.a.v) bir hutbesinde şöyle buyurdu:
"Hakkı söylemekten ve o büyük günü hatırlatmaktan sizi insanlara olan
korkunuz engellemesin. Çünkü bu ecelinizi yaklaştırmayacağı gibi, rızkınızı da
uzaklaştırmaz."
İbnu Mace / 10.c /
4007. N. H - Tirmizi
İşte bu yüzden
basiretli her müslüman halkı değil
hakkı memnun etmeye gayret gösterir o batıl karşında susmadığı gibi
hakka yardımda da geri durmaz kendisi münkerlerden uzak durduğu gibi,
toplumunda da münkerlerin yayılmasına razı olmaz o her zaman her münkeri
değiştirmeye gayret göstermekten de geri durmaz.
Yine şuurlu bir
müslüman iyi bilir ki, görülen bir münker karşısında bananecilik dinden
değildir. Yine o iyi bilir ki, görülen herhangi bir münkerin def'i için çaba
sarf etmeme Allah'u Azze ve Celle'nin gazabını ve azabını celb etmektir.
O, hiçbir zaman
Allah resulü (s.a.v)'in tüyler ürpertici şu hadisi şeriflerini aklından
çıkarmaz:
"...Ebu
Bekr(r.a)'dan rivayet edildiğine göre bir hutbesinde Allah'a hamd ve sena
ettikten sonra şöyle demiştir:
"Ey iman
edenler! Siz kendinize düşene bakınız. Hidayet yolunda olduğunuz zaman sapıtan
kimse size zarar veremez..." Maide / 105
Ayetini
okuyorsunuz (emr'i bil ma'ruf ve nehy'i anil münkeri terk ediyorsunuz) Halbuki
biz Resulullah (s.a.v)'den şunu işittik: "şüphesiz insanlar kötü bir şeyi
görüpte menetmedikleri zaman Allah'ın onlara umumi bir ceza vermesi
çabuklaşır."
İbnu Mace / 10.c
4005. / Ebu Davud / 5.c 4338.
... Cerir b.
Abdillah el-Beceli (r.a)'dan; Resullullah (s.a.v) şöyle buyurdu: " Hiçbir
kavim yoktur ki içlerinde günah işlenir, onlar günah işleyenlerden daha güçlü,
caydırıcı üstünlüğe sahip olduğu halde engellemez de Allah onların tümünü
cezalandırmaz..." İbnu Mace / 10.c 4009. N.,Tirmizi.
“...Abdullah İbnu
Mes’ud(r.a)’dan; Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“İsrail
oğullarında ilk ahdi bozma şöyle oldu; bir kimse başka bir kimseye günah
işlerken rast gelirdi. Ve ona: “Ey vatandaş (ey kardeş veya arkadaş) Allah’tan
kork, işlediğin günahı bırak, bu sana helal değildir” derdi. Sonra ertesi gün
yine aynı şahsa rast gelir fakat bu gün ona (nasıl olsa bir sefer tebliğ ettim,
anlattım düşüncesiyle) tebliğ etmezdi, bir daha anlatmazdı. Çünkü beraber
yiyor, beraber içiyor ve beraber oturuyordu. Bunu işleyince Allah’u Azze ve
Celle bunların kalplerini birbirlerine karıştırdı. Ve şöyle buyurdu:
“İsrail
oğullarından kafir olanlar Davud’un ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle
lanetlendiler. Bu, günah işlemeleri ve aşırı gitmelerindendir. Onlar yaptıkları
münkerlerden birbirlerini alıkoymazlardı. Yapmakta oldukları şey cidden ne kötü
idi...” Maide / 78-81 ,kısmına kadar okudu ve sonra şöyle buyurdu:
“Allah’a yemin
ederim ki, Ya mağrufu emreder, münkerden de nehy edersiniz,veya zalimin elinden
tutar, onu hakka sevk edersiniz. Onu sadece hakkı uygulamaya zorlarsınız...” Ebu
Davud: 5.c./4336.N. İbnu Mace:10.c./4006.N. Tirmizi
Eğer zikredilen bu
hadisi şerifler Aklı selim bir müslüman tarafından düşünülürse gayet açık ve
nettir ki, bir müslüman bir münkerin işlenmesi halinde rahat edemez, suskun
kalamaz, o münkeri engellemenin yollarını arar.
Özellikle
zikredilen son hadisi şerif daha dikkate şayan bir incelikle anlaşılmalıdır.
Burada anlatılan gayet açıktır ki, İsrail oğulları küfürde birden vuku bulmamışlardır.
Yavaş yavaş o hale gelmişlerdir.
Ahdi bozmanın ilk
merhalesi görülen münkeri bir defa karşı tarafa anlatma, daha sonrasında ise
anlatmama ile başladı.
Daha sonra beraber
yiyip içip, gülüp oynamaya, aman ticaretimiz aksamasın diye sıkı fıkı olma
safhasına gelindi. Derken, Allah’u Azze ve Celle kalplerini birbirlerine
karıştırdı. Ve daha sonra, artık karşı tarafa kalbi olarak buğz etme dahi
ortadan kalktı. Nihayet Allah’u Azze ve Celle’de onları lanetledi ve kafir
olduklarını beyan etti.
İşte bu nokta çok
iyi anlaşılmalı ve çok iyi kavranılmalıdır. Allah resulü (s.a.v)’in şu hadisi
şerifleri de bu ayeti kerimeyle birlikte anlaşılmaya çalışılırsa mes’ele daha
da netleşecektir:
“... Abdullah İbn
Mes’ud (r.a)’dan: Resulullah (s.a.v) buyurdular ki; Allah’u Teala’nın
gönderdiği her nebinin kendi ümmetinden sünnetini alan ve emirlerine uyan
mukakkak ki bir takım havarileri ve sahabileri vardır. Sonra onların ardından
yapamayacakları şeyleri söyleyen ve emrolunmadıkları işleri yapan bir takım
nesiller zuhur eder. İşte kim bunlara karşı eliyle mücahede ederse o,
mü’mindir. Onlara karşı kim diliyle mücahede ederse o da mü’mindir. Onlara
karşı kim kalbiyle mücahede ederse o da mü’mindir. Amma bunun ötesinde imandan
bir hardal tanesi yoktur.” Müslim /1.c.50.N.
“...Ebu Said
(r.a)’dan ...Resulullah (s.a.v)şöyle buyurdu: Sizden her kim bir münker görürse
onu eliyle değiştirsin. Eğer eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle
değiştirsin. Eğer diliyle değiştirmeye gücü yetmezse kalbiyle buğz etsin. İşte
bu da imanın en zayıf noktasıdır...” Müslim /1.c.49.N.
Görüldüğü gibi
imanın en zayıf noktası insanın bu konuda karşı tarafa sadece kalbi bir buğz
beslemesiyle iktifa etmesidir. Diğer hadiste ise insan, kalbi bir buğz etmeyi
bile yitirmiş ise artık onda imandan eser kalmamıştır.
Yoksa insanlardan
bazılarının anladığı gibi, “ yapılmadığında insanda imanı külliyen nefyeden
şeyleri yapmayıp ta, terkinde insanı imandan çıkarmayan, imanın şubelerinden
herhangi bir şubeyi yerine getirmek, insanda iman vardır anlamına gelmez.”
Daha açık bir
ifade ile izah edecek olursak, imanın
öyle şubeleri vardır ki, insan, onları terk etmesiyle imandan çıkar. Öyle
şubeleri de vardır ki terkinde hala iman dairesinde olup, sadece imanı o
nisbete göre noksanlaşır. Yani iman ondan soyutlanmaz. Dolayısıyla, insanı
imandan çıkarmayacak bir iman şubesinin terki, yerine getirilmesiyle de insanı
iman ehli yapmaz.
Hülasa, sözün özü:
“Şuurlu bir müslüman amellerinin tümünde sadece Allah’ın rızasını gözetir.
Endişesi, attığı her adımın, yaptığı her işin insanların değil, Allah’ın
rızasına uygun olup olmadığıdır.
İzahını yapmaya
çalışacağımız mevzumuzun ikinci noktası ise “Tavizle, yumuşaklılığın ayrı ayrı
şeyler olduğu ve bunların birbirinden ayırt edilmesi” noktasıdır.
Konunun bu bölümü,
üzerinde hassasiyetle durulup çok iyi
anlaşılması gereken bir noktadır.
Çünkü, bir
çoğumuzun henüz anlayıp kavrayamadığı bu nokta sebebi ile birbirimizi
karşılıklı itham etmekte ve birbirimizi yerli yersiz suçlamaktayız.
Bilindiği gibi
Taviz ve yumuşaklılık birbirinden farklı şeylerdir. İslam, dinden taviz
verilmesini istemediği gibi, islamın başkalarına ulaştırılması esnasında da
(yani tebliğde de) kabalık ve sertliği istemez ve sevmez. Yani, tebliğci
sürekli yumuşak muamele etmekle emrolunmuştur. Çünkü islam yumuşaklık, kolaylık
ve hoşgörü dinidir. Binaenaleyh, insanlar fıtratları gereği kabalıktan ve
sertlikten nefret ederler. Yumuşaklık ve hoşgörülüğe sempati duyarlar. Bu
yüzden Cenabı Hak peygamberine şöyle buyuruyor:
“... Eğer kaba ve
katı kalpli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi...”Al-i İmran /159
İşte bu, insanları
davasına davet eden her ferdin sabit bir düsturudur. Davet edilen azgın,
inatçı, kaba, zalim biri de olsa, bu düstur geçerliliğini korur. Allah’u Azze
ve Celle, Firavun gibi bir mel’una bile bu vasıfla muamele edilmesini
istemiştir:
“Firavun’a gidin.
O azmıştır. Ona yumuşak söz söyleyin belki öğüt dinler veya korkar...” Taha /43-44.
Yumuşaklıkla
muamelenin hayrın tamamı olduğu ve yumuşak huylu olanında hayırlarla dolu
olduğunu, ondan mahrum olanın ise hayırların tümünden mahrum olacağını şu
hadisi şerif bize haber vermektedir:
“...Resulullah
(s.a.v) buyurdular ki: “Yumuşaklıktan mahrum olan hayrın tamamından da
mahrumdur.”(Müslim)
Taviz meselesine
gelince, bilindiği gibi mükellefin kendisine dininde mükellef olduğu şeylerin
ulaşmasından sonra çeşitli bahanelerle dininden fire vermesi manasıdır.
Artık bu, ya
insanların kendisini kınayacağı korkusundan olur... Ya, “sen yeni bir din mi
ihdas ettin?” denilip, kendisiyle alay edileceğinden korktuğu için olur... Yada
kendisi o an vermiş olduğu o tavize “islami bir maslahat” kılıfı geçirerek onu
meşru göstermesinden dolayı olur.
Artık bunun başka
yolları ve isimleri de olabilir. Ama unutulmamalıdır ki –Biraz öncede
zikrettiğimiz gibi- islam, kendisinden taviz verilmesini istemez ve asla da
sevmez. O, her zaman kendi yolunda mertçe, yiğitçe. Adaletli ve sağa sola yalpa
yapılmadan hedefe yürünmesini ister ve emreder.
İnsanlar hoşnut
olsunlar diye onların keyiflerine göre de renk değiştirmez. Rengini değiştiren
sadece insan olur.
İşte, anlatmaya
çalıştığımız bu iki noktanın (yani, tavizle yumuşaklılığın) bir birine
karıştırılmaması, bunların birbirinden ayırdedilmeyip her birinin yerli yerinde
kullanılmaması bir çok çarpıklığın sebebi olmuştur.
Bunlardan bir
tanesi ve en önemlisi: “tebliğ edenin tebliği esnasında taviz vermeden hakkı
söylemesi, doğruyu anlatması sertlik ve kabalık olarak telakki edilmiştir.”
İşte, taviz ve
yumuşaklılığı birbirine karıştıranlar tarafından telakki edilen bu anlayış,
Kitap ve Sünnet’in hilafına bir anlayıştır. Böyle bir anlayış islamda yoktur.
İnsanların
hoşnutluğunu aramak için (yani onları kızdırmamak için) din’den taviz verilmez.
Hak ne ise o en güzel şekliyle anlatılır.
Anlatılan
mes’eleye karşı tarafın yabancı olması veya senelerdir o mes’eleyi duymaması ve
yahut da anlattığınla taban tabana zıt bir inanca sahip olması, seni
anlatacağın haktan geri bırakmamalıdır.
Aman efendim,
“Adam senelerdir yanlış bir inanç ve amel peşindedir, şimdi ben bunu kendisine
anlatırsam kızar, köpürür. Dolayısıyla, ben şimdilik bunu anlatmayayım da
ileride bir gün belki bir fırsatını bulup anlatırım inşallah” demesi bir
tavizdir. Ve islam böyle de emretmemiştir. İslam görülen bir münkerin anında
münker oluşunun haber verilmesini ve onun elle, dille, kalple ortadan
kaldırılmasını emretmiştir.
Allah resulü
(s.a.v) bir hadislerinde şöyle buyurmuştur.: “...E bu Said (r.a)’dan;
Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Sizden her kim bir münker görürse onu eliyle
değiştirsin. Eğer eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Ona da
gücü yetmezse kalbiyle buğz etsin. İşte bu imanın en zayıf noktasıdır.”Müslim
/1.c.49.N.
Allah resulü
(s.a.v)’in gerek bu hadisinde gerekse islamın bidayetinden (başlangıcından)
vefatına kadar olan davet üslubunda görülüyor ki, irili ufaklı hiçbir münkerin
gözünün yaşına bakmamış, onlara mani olmaya çalışmıştır. Bu konuda yakın ve
uzak hiç kimsenin gönlünü kırmaktan da çekinmemiştir. Öyle ki bu kendisiyle
bile alakalı olsa, aynen şu hadislerinde buyurduğu gibi:
“Sakın
hıristiyanların İsa’yı layık olmadığı bir mevkiye çıkardıkları gibi, sizde beni
layık olmadığım mevkilere çıkarmayın. Sizler benim için; “ Allah’ın kulu ve
Resulüdür” deyin.”
Yine bir
hadislerinde, kendisine babasının durumunu soran insana açık bir şekilde “Baban
ateştedir” buyurması da aynen, hakkın olduğu gibi anlatılmasının bir misal ve
numunesidir.
Bizim bu konuda
zannedersem unuttuğumuz veya anlayamadığımız bir nokta var. O da:
“Biz istiyoruz ki,
kendilerine dini anlattığımız insanlar, anlattığımız şeyleri anında kabul edip
ve birde bize teşekkür etsinler.
Acaba bizim bu
isteğimiz ne derece doğrudur? Ve yine, bizim bu isteğimiz doğrultusunda,
kendilerine dinleri anlatılan hangi insanlar anında teslimiyet göstermişlerdir
ki?
Bırakın normal
davetçileri, Allah’ın resulleri dahi, insanlara dini tebliğ ederken, onlara bir
şeyler aktarırken, onların yanlışlıklarını zikredip. “Bunun şu şekilde olması
gerekir” dediğinde ne bizim zannettiğimiz şekilde karşılık görmüşlerdir, ne de
bizim istediğimiz doğrultuda cevap almışlardır.
En güzel davet
üslubu ile donatılmış o insanlara dahi (Allah’ın selamı üzerlerine olsun) hakkı
anlattıklarında:
“Sen yeni bir din
mi ihdas ettin?”... dediler. “... Senin şu anlattıklarını biz ne atalarımızdan
ne gördük ne de dedelerimizden duyduk. Dolayısı ile senin şu anlattıklarını
kabul etmiyoruz, yalanlıyoruz...” dediler. Ve amcasına “Muhammed ilahlarımıza
küfrediyor (yani yalanlıyor) onu çağır da kafasına biraz akıl koy...” dediler.
Daha korkuncu ise:
“... Kendisini
taşlamadılar mı?”...”Ka’be de namaz kılarken boynuna deve dölü dolamadılar
mı?...”Delilikle suçlamadılar mı?....
Acaba bunlar
Muhammed (s.a.v)’in tipini mi beğenmiyorlar da mı bu şekilde hakaret ve
işkenceler ediyorlardı? Hiç düşündünüz mü? Yoksa,
Onlara mertçe,
yiğitçe, açık açık hakkı, doğruyu anlattığından mı hakaret ve işkencelere maruz
kalıyordu. Bu mübarek insan.
Evet ey müslüman!
Şunu kafana iyice yerleştir ki, bütün bunlar hakkın söylemesinden, gerçeğin
olduğu gibi eğip bükmeden anlatılmasından dolayı yapılmıştır. Yoksa başka
hiçbir niyetle değil. Bundan emin olabilirsin.
ISLÂMDA NAMAZI
TERKETMENÎN HÜKMÜ
MUKADDİME
"İman eden kullarıma de ki namaz kılsınlar.'
ibrahim: 30
Ma'lum ola ki: "namaz", Allah'u Azze ve
Celle'nin, kulları üzerine "mi'raç"da farz kıldığı en azim fi'ili bir
ibadettir. Bize farz kılındığı gibi, bizden önceki "ümmetlere" de
farz kılınmıştır. Allah'u Azze ve Celle bu ibadet'ten bir cüz olan
"secde" ile "melek"leri imtihana tâbi tutarak, itaat edip
"secde" edenler "fıtrat" ya'ni "islâm" üzere kalmışlardır,
tsyan eden "iblis"de kibirlenip secde etmekten imtina ettiği için
"kâfir'Merden olmuştur. İşte bu ibadet: böylelikle, "iman" ile
"küfür", "islâm" ile "şirk" ve "din"li
ile "din"siz arasında bir "alamet'i farika" olmuştur. Zira
namazın edası ile insan "mş'min" terki ile de "kâfir"
olmaktadır.
Kendisinden başka ilah olmayan Allah'u Azze ve
Celle'nin "vucudiyyeü'ni" "la ilahe illallah" sözü ile
itiraf eden kulun, eda etmekle mükellef olduğu ilk ibadet "namaz"dır.
Lisanen Allah'dan başka ilah olmadığını söyleyen kişinin kendisine
"namaz'ın" farziyyeti ulaştığı halde daha hâlâ Âlemlerin Rabbi olan
Allah'u Azze ve Celle'nin önünde rüku ve secde etmemesi, kelime'i tevhid'in
hakikatim anlamadığına delalet eder. kelime'i tevhid'in hakikatim anlamadan
kişinin onu teleffuz etmesi hiç bir şey ifade etmez. Nasıl ki "namaz"
kelime'i tevhid'den sonra emredilen ilk ibadet'tir, dinin bekasıda onunladır.
Çünkü dinde en son terk edilen ibadet odur. Binaen aleyh "namazı terk
edenin'de dini yoktur." Zira namaz ibadetinin olmadığı hiç bir "din'i
semavi" yoktur. Zira Allah ResûlU'nUn eshabıda "namaz'dan başka hiç
bir ibâdet'in terkini küfür görmezlerdi." "namazın" dindeki bu
azim mevki'i, tam bir ihtimamı gerektirirken, ilim ehlinin gayretsizliği ile
her gelen nesil indinde bu azim ibadet ihtimamsızlık kaydetmiştir. Artık
zamanımızda da öyle olmuştur ki, "namazı terk eden müslüman" namazı
terk etmenin zemmi hakkında varid olan Hadis'i Şeriflerden bahsetmek,
geçmişteki gayretsizlerin bıraktıktan alışkanlığa muhalefet olduğu için,
sapıklık olmuştur. Zira geçmişteki gayretsizler bu Ümmet'e namazı terk edenin
kâfir, müşrik, imansız ve dinsiz olduğunu söylememişlerdir. Binaen aleyh
kendilerinin müslüman olduğunu zanneden binlerce insanda kitab ve sünnet
davetcilerinden bu hakikatları işitince, adeta çıldınrcasına isyan
etmektedirler. Bunlarda nereden çıktı biz büyüklerimizden ve âlimlerimizden
böyle bir şey işitmedik demektedirler.
NAMAZI TERKEDENlN MÜŞRtK OLDUĞU BABI
Bu mevzuda delil olan Âyet'i Kerime'lerin zikri
"Hep Allah'a dönüp itaat edin, O'ndan korkun
ve namaz'ı kılın'da müşriklerden olmayın." Rum Sûresi: 31
"Haram olan aylar "Zilhicce, Muharrem,
Safer ve Rebiu'l-evvel" çıktığı zaman, artık o "müşrikledi"
nerede bulursanız öldürün: Onları yakalayıp esir edin, onları hapsedin ve geçit
yerlerini tutun, "eğer tevbe" ederler, nemaz'ı kılıp zekât'larını
verirlerse, kendilerini serbest bırakın. Gerçekten Allah Gafur ve
Rahim'dir." Tevbe Suresi: 5
Subhânehu ve Teâlâ Resulüne ve mü'minlere hitaben,
haram olan aylar çıktıktan sonra müşriklerle mukatele ederek onları
öldürmelerini emrediyor. Allah'u Azze ve Celle katledilecek müşriklerin
kıtalden önce yakalanıp geçit yerlerinin kesilip hapsedilmelerini, karılarının
ve çocuklarının esir edilip mallarının ganimet olarak alınmasını helâl kılıyor.
Akabinde bütün bunlardan kurtulabilmeleri için üç şart zikrediyor.
1- Şirkden avdet ederek tevbe etmek. Ya'ni
"kelime'i şehadeti" lisânen ikrar etmesi.
2- Namaz kılarak tevbe ettiğini amelle tasdik
etmesi.
3- Zeket'ı eda etmesi. Bu üç şartı yerine
getirdikleri an mallan ve canlan müslümanlara haram olur, zira müslüman
olmuşlardır.
Namazı terkedenin müşrik olduğunu beyan eden
Hadis'i Şeriflerin zikri. Ebu Süfyandan, dedi ki: Ben Câbir'den duydum şöyle
diyordu: Ben Nebiyyu (S.A.V.)'den işittim şöyle buyuruyordu:
"Şübhesiz ki, kişi ile "şirk ve
küfür" arasında ki şey sâdece namaz'dır." Bu Hadis'i Müslim (82) Ebu
Davud (4678) Tirmizi (2619) Nesei (465) ve Ibnu Mâce (1078) rivayet
etmişlerdir. Bu Hadis'i Abdurrezzak Musannaf da (5009) Muhammed Ibnu Nasr Kitabu's-Salat
da (888) Hibetullah'ıt-Taberi Usulu's-Sünne de (1513) ve Âcurri Şeria da (133)
sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.
Enes (R.A.)'dan, (şöyle dedi): Nebiyyu (S.A.V.)
buyurdu ki: "Kişi ile şirk arasında namazı terketmekten başka bir şey
yoktur. Onu terkettiği zaman şirk koşmuştur." Bu Hadis'i Ibnu Mâce (1080)
ve Muhammed Ibnu Nasr Kitabu's-Salat da (897) rivayet etmişlerdir. Şeyh Elbâni
Ibnu Mâce'nin sahihinde (880) tahric etmiştir.
Câbir Ibnu Abdillah (R.A.)'dan, "namaz
kılmayan kâfir'dir" dedi. Bu Eser'i Ibnu Abdu'1-Ber Temhid'de (4/225)
sahih bir senedle rivayet etmiştir.
Ibnu Abbas (R.A.)'dan, şöyle dedi: "Her kim
ki namaz ' terk ederse "kâfir" olmuştur." Bu Eser'i
Muhammed Ibnu Nasr Kitabu's-SaJat'ta (939) ve Ibnu AbdiPBer * TemhiJ'de (4/225)
sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.
Ali Ibnu Ebi Talib (R.A.)'dan, şöyle dedi:
"Her kim ki namaz'ı kılmazsa o kâfirdir." Bu Eser'i Muhammed Ibnu
Nasr Kitabus-Salat'ta (933) Acurri Şeria'da (135) İbnu Ebi Şeybe Musannaf'da
(10485) ve Iman'da (126) Beyhaki Şuabul'lman'da (41) ve Buhâri Tarihul'Kebir'de
sahih olarak rivayet etmişlerdir
RESÛLULLAH (S.A.V.)'ÎN ASHABININ CEMl'SÎNlN DE
NAMAZI TERK EDENÎN KÂFİR OLDUĞUNA KÂÎL OLDUKLARI BABI
Ebû Hureyre (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah
(S.A.V.)'in Ashabı "namaz'dan" başka hiç bir amelin terkini
"küfür" olarak görmezlerdi. Bu Eser'i Hâkim Müstedrek'te (1/7)
Tirmizi Sünen'de (2624) Ibnu Ebi Şeybe Musannaf'da (10495) ve Iman'da (137) ve
Muhammed tbnu Nasr Kitab'us-Salat'da (948) sahih olarak rivayet etmişlerdir.
Ayriyeten Şeyh Elbani Terğib'in sahih'inde (564) tahric etmiştir.
Mücahid İbnu Cebr (R.A.)'dan, (O da) Câbir İbnu
Abdullah (R.A.)'dan, Allah Resulüne arkadaşlık yapmış 16 17 birisidir.
Kendisine dedim ki: Allah Resulü (S.A.V.)'in zamanında, sizce amellerden, küfür
ile iman'ın arasını ayıran ne idi (diye sordum) (O da) "namaz" (diye
cevab verdi.) Bu Eser'i Muhammed Ibnu Nasr Kitab'us-Salat'da (892) ve
Hibetullahit-Taberi Usulü' s-Sünne'de (1538) Hasen olarak rivayet etmişlerdir.
Ayriyeten Şeyh Elbani Terğib'in sahih'inde tahric ederek Hasen demiştir.
NAMAZI TERKEDENİN DİNİ OLMADIĞI BABI
Bu mevzuda Allah Resûlü'nden varid olan Hadis'i
Şeriflerin zikri. :İbnu Umer (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) şöyle
dedi: ... namaz'ı olmayanın din'i yoktur ... Bu Hadis'i Tebarini Mu'cemus'
Sağir da (60) hasen bir senedle rivayet etmiştir.
Umer İbnu'l-Hattab (R.A.)'dan, şöyle dedi: Adamın
biri gelerek Resûlullah (S.A.V.)'e şöyle dedi: "Ya Resûlellah, Allah
katında İslâm'da, (en efdal) olan nedir, söyler misin" Resûlullah (S.A.V.)
de "Vaktinde namaz kılmaktır" dedi. "Zira namaz'ı terkedenin
dini yoktur ..." Bu Hadis'i Beyhaki Şuabu'1-lman da rivayet etmiştir.
El-Kenz (21618)
Bu mevzuda Allah Resulü 'nün ashabından varid olan
eser'lerin zikri. İbnu Mes'ud (R.A.)'dan, şöyle dedi: "Her kim ki, NAMAZ'ı
terkederse onun DİN'i yoktur." Bu Eser'i İbnu Ebi Şeybe Musannaf da
(10446) ve İman da (47) Taberâni Mu'cemu'l-Kebir de (8942) Muhammed İbnu Nasr
Kitabu's-Salat da (935) ve Beyhaki Şuabu'1-İman da (42) rivayet etmişlerdir.
Ayriyeten Şeyh Elbani Terğib'in sahih'inde tahric
etmiştir. Bu Eser'i Buhâri Tarihu'l-Kebir de (7/95) rivayet etmiştir.
NAMAZI TERK EDENlN tMAN'I OLMADIĞI BABI ...
Ebû'd-Derda (R.A.)'dan, şöyle dedi: "Namazı olmayanım iman 'ı da yoktur."
Bu Eser'i Hibetu'llahi't-Taberi Usulu's-Sünne'de (1536) Muhammed Ibnu Nasr
el-Mervezi Kadru's-Salah da (945) Ibnu Abdil-Ber Temhid de (4/225) hasen bir
senedle rivayet etmişlerdir. Ve Şeyh Elbâni de Terğib'in sahihin'de (574)
tahric etmiştir.
NAMAZI TERK EDENİN İSLÂM'DAN NASİBİ OLMADIĞI BABI
Umer İbnu'l-Hattab (R.A.)'dan, şöyle dedi: "Namazı terk edenin İslâm'dan nasibi yoktur."
Bu Eser'i imam Malik (1/40) Dâre Kutni Sünen' de (2/52) Abdurrezzak Mûsannef'da
(5010) Ibnu Ebi Şeybe Mûsannef'da (10410) ve İman'da (103) ve Âcurri Şaria'da
(134) sahih bir sened'le rivayet etmişlerdir.
Ebû'l-Muleyh (R.A.)'dan, Umer (R.A.)'yu minberin
üzerinden şöyle derken işittim dedi: "Namaz kılmayanın İslân'ı da yoktur." Bu Eser'i Muhammed Ibnu
Nasr el-Mervezi Kadru's-Salah da (930) sahih bir sened'le rivayet etmiştir.
NAMAZI TERK EDENİN İSLÂM MİLLET'İNDEN ÇIKTIĞI BABI
:
Ubade't-İbnu' es-Samit (R.A.)'dan, şöyle dedi:
Resûlullah (S.A.V.) bize şöyle tavsiyede bulundu. Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmayın. Namazıda bilerek terketmeyin.
Her kim ki, bilerek kasten "namaz'ı terkederse İslâm millet'inden
çıkmıştır". Bu hadis'i Muhammed İbnu Nasr Kitabu's-Salat da (920)
Hibetullah'i-Taberi Usulu's-Sünne de (1523) Abdurrahman İbnu Ebi Hatim Sünen'in
de ve Taberâni Mu'cem'in de rivayet etmişlerdir.
Yezid İbnu Meryem'den, şöyle dedi: Umer (R.A.)
Muaz İbnu Cebel (R.A.)'nun yanından geçerken (Yâ Muaz) bu Ümmeti ayakta tutan
nedir diye sordu. (Muaz'da cevaben bu Ümmeti ayakta tutan esas) üçtür işte
onlar kurtuluş vesileleridir,
l- İhlas (Tevhid) o ise İSLÂM'DIR. (Allah'ın
insanları üzerinde yarattığı din),
2- Namaz o ise milliyettir,
3- İtaat o ise ismet'tir (yani hatalardan beri
durmağa vesiledir.)
Bu Eser'i Taberi Tefsir'in de
NAMAZI TERKEDENİN ALLAH'IN ZİMMETİNDEN BERİ OLDUĞU
BABI :
Ebu'd-Derda (R.A.)'dan, şöyle dede: Dostum
Muhammed (S.A.V.) bana şöyle tavsiyede bulundu. Parça parça kesilsende, yakılsanda, Allah'u Azze ve Celle'ye ortak koşma.
Ve farz olan namazı bilerek terketme. Kim ki "farz olan namaz'ı bilerek
terk ederse Allah'ın zimmet'i ondan beri olmuştur" dedi.
Bu Hadis'i Ahmed (5/238) İbnu Mace (4034) Taberâni
Mu'cemu'l-Kebir de (20/233) Hibetullahi't-Taberi Usulu's-Sünne de (1524) ve
Muhammed Ibnu Nasr Kitabu's-Salat da (911) hasen bir senedle rivayet
etmişlerdir. Ayriyeten Şeyh Elbâni Ibnu Mâce'nin sahihinde (3259) tahric
Ubeydu'l-Kelâi'den, şöyle dedi: Mekhul (R.H.)
elimden tutarak "Yâ Ebâ Vehb! Farz bir namazı kasten terk eden birisi için
ne diyorsun?" dedi. Ben de "Âsi
bir mü'mindir" dedim. Elimi daha fazla sıktı ve sonra şöyle dedi: "Yâ
Ebâ Vehb! İman'm şa'm nefsinde daha azim olsun. Kim ki bir farz namaz'mı kasten
terk ederse Allah'ın zimmet'i ondan beri olmuştur. Kimden de Allah'ın zimmeti
beri 'olduysa o kâfir olur." Bu Eser'i Ibnu Ebi Şeybe iman da (129)
ve Abdurrezzak Musannaf da (5008) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.
Ayriyeten Şeyh Elbâni iman da yukarıdaki rakamda tahric etmiştir.
NAMAZI TERK ETMENÎN KİBİR OLDUĞU KİBİR EDENİN DE
CENNETE GİREMİYECEĞİ BABI
Bizim Âyet'lerimize öyle kimseler iman ederler ki,
Âyetlerimizle kendilerine öğüt verildiği zaman, "secdeye kapanırlar ve Rab'lerine hamd ile teşbih ederlerde
kibirlenmezler." Secde Sûresi: 15 Subhânehu ve Teâlâ bu Âyet'i
Kerime'de Âyet'lerine iman eden kişilerin, Kur'ân-ı Kerîm'deki Âyetlerle
kendilerine öğüt verildiği zaman, ya'ni,
"Ey
Resulüm! İman eden kullarıma de ki namaz kılsınlar." ibrahim
Sûresi: 31 Bu ve bunun gibi Âyet'lerle Subhânehu ve Teâlâ kendisine inanan
kullarına Kur'ân-ı Kerîm'de "namaz
kılmaları için öğüt vermektedir" Allah'ın Âyet'lerine inananlar da
bu Âyetler'le kendilerine öğüt verildiği zaman "kibir'lenmeden günde beş
vakit Rab'lerinin önünde secdeye vanb ona hamd ve teşbih etmektedirler."
Kibirlenerek isyan edip Âyet'lerini yalanlayanlar için de şöyle
buyurmaktadır. Kendilerine Kur'an
(ya'ni "namaz kılın" emri okunduğu zaman, secde etmezler (ya'ni
"namaz kılmaz'lar"). Daha doğrusu, o "kâfir olanlar"
(bu halleri ile (ya'ni namaz kılmayışları ile) Allah'ın azabından korkmayarak
âhireti) tekzib ederler. İnşikak Sûresi: 21/22
Onlara Rükû edin ya'ni "namaz kılın"
denildiği zaman "itaat edip Rükû
etmezler ya'ni namaz kılmazlar". (Namaz kılmayarak, Allah'ın
hükümlerini) yalanlayanların o gün vay haline. Murselât Sûresi: 48/49
Submhanehu ve Teâlâ Melekleri, Âdem'le imtihan
etmek istediğinde, Melek'lere hitaben şöyle buyurdu: Biz, Melek'lere: Âdem'e secde edin, demiştik de bütün Melek'ler secde
etmişlerdi. Ancak İblis secde etmekten yüz çevirip "kibirlendi de
kâfirlerden oldu". Bakara Sûresi: 34
İblis'in bu isyanını insanların isyanına misal verilmesine
şaşılmasın zira Allah Resulü (S.A.V.)'den varid olan Hadis'i Şeriif bize, bu
cesareti vermiştir. Müslim İbnu Haccac (R.A.) "namazı terk edene kâfirlik
isnadının beyanı babı" altında şöyle bir Hadis'i Ebu Hureyre (R.A.)'dan,
şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) buyurdu ki: "
Âdem oğlu secde Âyet'ini okuyup secde ettiği
zaman, şeytan ağlayarak uzaklaşır ve şöyle der: Ey helakim! Adem oğlu secde
etmekle emrolundu da secde etti ve Cennet onun oldu. Halbuki ben de secde ile
emrolunmuştum. Fakat ben, secde etmekten imtina etmiştim, artık ateş de
benimdir. Bu Hadis'i Müslim (81) rivayet etmiştir.
Bana
ibâdet etmekten büyüklenib yüz çevirenler, muhakkak ki küçülmüş kimseler olarak
Cehennem'e gireceklerdir. Mu'min Sûresi: 60
Abdullah İbnu Mes'ûd (R.A.)'dan, şöyle dedi:
Resûlullah (S.A.V.) "Kalbinde
hardal dânesi kadar imanı bulunan kimsecehenneme girmez."kalbinde hardal
danesi kadar kibir bulunan kimsede cennete girmez" buyurdu. muslim--91
NAMAZI
TERK EDENlN KIYAMET GÜNÜNDE FÎRAVN'LA, HÂMAN'LA, KARUN'LA VE UBEYY İBNU
HALEP'LE BERABER OLACAĞI BABI '
Abdullah İbnu Amr. İbn'l-As (R.A.)'dan o da
Resûlullah (S.A.V.)'den, naklederek (şöyle dedi:) Bir gün Resûlullah (S.A. V.)
namaz'dan konuştu. Dedi ki: "Her
kim şu beş vakit namazı muhafaza ederse, namazı, kıyamet gününde ona nur,
burhan ve nacat olur. Her kim ki de; beş vakit namazı muhafaza etmezse kıyamet
gününde ona ne burhan ne nur ve ne de necat olur. "Kıyamet gününde de
Karun'la, Haman'la, Firavn'Ia ve Ubeyy ibnu Halefle beraberdir".
Bu Hadis'i Ahmed (2/169) Darimi (2/301) ve îbnu
Hibban (1448) Âcurri Şeriada (135) Muhammed ibnu Nasr el-Mervezi
Kitabû's-Salet'da (58) . Taberani Kebirde Beyhaki Şuabû'1-iman da sahih bir
senedle rivayet etmişlerdir.
îbnu Kayyım (R.A.) "kitabu's-salat"
isimli eserinde bu Hadis'i Şerifi naklettikten sonra şöyle diyor. Namazı terk
edenin hasseten bu dört kişi ile beraber olacaklarının zikredilmesinin sebebi
şudur ki, bu dört kişi küfür reisleridir. Burada bedi'i bir işaret vardır. Zira
namazı terk eden, malının, mülkünün, riyasetinin veya ticaretinin meşkuliyyeti
ile terk eder. Her kim ki, malının meşkuliyetiyle namazı terk ederse,
"Karun'la" beraberdir. Mülkünün meşkuliyetiyle terk eden de
"Firavn'la" beraberdir. Riyasetinin sebebiyle terk eden ise
"Haman'la" beraberdir. Ticaretinin meşkuliyetiyle terk eden de
"Ubeyy ibnu Halefle" beraberdir. İbnu Kayyım'ın sözü burada bitti.
NAMAZI
TERK EDENlN KUR'ÂN-IN ÂYET'LERİNÎ VE AHİRETl YALANLADIĞI BABI
O halde, onlarda ne var ki, "iman
etmezler" kendilerine "Kur'ân" ya'ni "namaz kılınız"
âyet-i okunduğu zaman, (Allah'ın emrine teslim olup da) "namaz
kılmazlar". Daha doğrusu (namazı terk ederek) "kâfir olanlar hesab gününü yalanlıyorlar".
Halbuki Allah, içlerinde ne sakladıklarını en iyi bilendir. Onun için (Ey
Resulüm) sen onları "acıklı bir
azab'la 28 29 müjdele". Ancak "iman edib de salih ameller işleyenler
müstesne" onlar için, bitmez tükenmez bir mükâfat var. Inşikak
Sûresi: 20/21/22/23/24/25
Bu Âyet'lerin hülasası şöyledir. Ne oluyor ki
onlara, "namazın farz olduğu"
Kur'ân'la bildirildiği halde "namazı
eda ederek iman etmezler". Aslında "namazı terk ederek kâfir olanlar hesab gününe inanmıyorlar".
Her ne kadar lisânen iman ettiklerini bile söylemiş de olsalar. Zira Allah'u
Azze ve Celle, onlar için Kur'ân'da şöyle buyuruyor. İnsanlardan bir kısmı vardır
ki, biz "Allah'a ve âhiret gününe
inandık" derler. Halbuki onlar, "iman edenler değillerdir". Bakara Sûresi: 8 İnşikak
Sûresi'ndeki Âyet'te devam ederek diyor ki: "halbuki Allah içlerinde ne sakladıklarını en iyi bilendir".
Ya'ni lisânen Allah'a ve Âhiret gününe iman ettiklerini söyleyib de, "namaz kılmayanlar müslüman olduklarını isbat
edemezler".
Hem müslümanları da aldatamazlar. Onlar ancakkendi
nefislerini aldatırlar. (İnsanlardan
bir kısmı vardırki, biz Allah'a ve Âhiret gününe inandık derler. Halbuki onlar,
iman edenler değillerdir.) Onlar bu halleri ile güya Allah'ı ve mü'minleri
aldatmaya çalışırlar. Bilmezler ki, onlar ancak kendi kendilerini aldatırlar.
Bakara Sûresi: 9
» Onlara
"namaz kılın denildiği zaman", itaat edib namaz kılmazlar. (Namaz
kılmayarak Kur'ân'ın Âyetlerini) yalanlayanların O gün vay haline. Artık (bu
ahmaklar) Kur'ân-ın Âyetlerinden sonra neye inanacaklar. Murselât
Sûresi: 48/49/50
"Tasdik
etmedi, namaz da kılmadı. Ancak (Kur'ân-ın Âyetlerini) yalanladı, (amel
etmekten) yüz çevirdi." Kıyamet Sûresi: 31/32
NAMAZI TERK EDENİN ÂHİRET'TE ŞEFAAT EDENİ
OLMAYACAĞI BABI
"(Kitab'ları
sağ ellerinden verilenler) Cennettedirler: "mücrim'lerden" sorarlar.
— "sizi bu sakar cehennem'ine sokan nedir?" Onlar şöyle derler. —
"biz namaz kılanlardan değildik", yoksula yedirmezdik, batıla
dalanlarla beraber dalıyorduk, "hesab güniinüde yalan sayardık".
Nihayet bize ölüm gelib çattı. Fakat (o vakit) "şefaat'cıların şefaat'ı
onlara fâide vermez". Müddesir Sûresi: 40/41/427 43/44/45/46/47/48
Âyet'i Kerîme'deki zikredilen
"mücrim'lerin" yarın Âhirette "şefaat'cıların şefaat'ından
mahrum olmalarının sebebi" dört şey'e binaen'dir.
1- Namaz
kılanlardan olmadıkları için.
2- Yoksula
yedirmedikleri için.
3-
Kâfir'lerle oturup kalktıkları için.
4- Hesab gününü
yalanladıkları için.
Bu dört sıfat ile muttasıf olan
"mücrim'ler" yarın Âhiret'te kendilerine hiç bir
"şefaat'cı" bulamıyacaklardır. Zikredilen bu dört sıfatların en
tehlikelileri, "namaz'ın terki ile
hesab gününü yalanlamaktır" bu iki sıfat'm herbirisi müstakilleri
sahibini "İslâm'dan çıkaran"
hasletlerdir. Kişi de bu iki sıfattan birisinin olması "İslâm'dan çıkmasına ve âhirette
şefaat'cıların şefaat'ından mahrum olmasına kâfidir" illa bu iki
sıfat'ın bir arada olması gerekmez. Eğer illâ bu iki sıfat'ın bir kişide mevcud
olduktan sonra ancak Mevzumuza daha da açıklık getiren başka bir Hadis'i
Şerif'de Resûlullah (S.A.V.) şöyle buyuruyor:
Ebu Said el-Hudri (R.A.)'dan, (şöyle dedi:)
Resûlullah (S.A.V.) (bir gün) hutbe irad eyledi de tam şu Âyet'e geldi. "Her kim Rabbine mücrim olarak varırsa,
şübhesiz ki ona cehennem var; orada ne ölür ne de hayat bulur". Kim de ona
mu'min olarak, sâlih ameller işlemiş olduğu halde varırsa, işte onlarada en
yüksek dereceler var. Taha Sûresi: 74/75
"Cehennem ehli olanlar, (ya'ni ebedi orada
kalacak olanlar) oralıdırlar, ne ölürler ne de yaşarlar". Amma ebedi
Cehennem ehli olmayanları ise, Cehennem hafif bir ölümle öldürür, sonra (ya'ni
azâblarıriın müddeti bitince) "şefaat edecekler gelirler şefaat ederler".
Onlardan bir topluluk ahnarak "hayevan veya hayat" denilen bir nehre
getirilirler. (Orada yıkanırlar) sonra da sel kenarında biten otlar gibi hayat
bulurlar." "İslâm'dan çıkar ve şefaat'cıların şefaat'ından o zaman
mahrum olur" diyen çıkarsa bizde deriz ki, bu bir kaç bab önceki
"namazı terk edenin âhireti yalanladığı babı"nda biz bu mes'eleyi
güzelce açıkladık. Öyle de olsa zaten "namazı terk eden âhiret-i de
yalanlamıştır"
Binâen aleyh "şefaat'cıların şefaat'ından
mahrum olacaktır" halbuki, Resûlullah (S.A.V.)'in Şefaat'ı "ehli
kebâir" içindir. Eğer "namazı terk eden" islâm'dan çıkmayıp
büyük günahkârlardan olsa idi "âhirette şefaat'cılann şefaat'ından mahrum
olması gerekmezdi."
Enes İbnu Mâlik (R.A.)'dan, Resûlullah
(S.A.V.)'den, naklederek şöyle dedi: Resûlullah (S.A.V.) şöyle dedi: "Benim Şefaat'ım, Ümmetimin ehli kebâirinedir."
Bu Hadis'i Ebû Dâvud (4739) Tirmizi (2435) Ibnu Mace (4310) ve Ahmet (3/213).
sahih birsenedle rivayet etmişlerdir.
"Ey Allah'ın kulu! Yukarıda da okuduğun gibi
kim Rabbine "mücrim" olarak kavuşursa, ya'ni namaz kılmaz olarak
ölürse" ona Cehennem vardır, orada ne ölecektir, ne de yaşayacaktır. Artık
o mücrim'ler" kendileri için Cehennem'de neler hazırlandığını
düşünsünler." Subhanehu ve Teâlâ öyle demiyor mu Kur'an da? "Artık
"müslüman'lara, mücrim 'lere davrandığımız gibi mi davranacağız"
......... O Kıyamet gününde Rabbul-îzzet'in "sâk'ı" açılacak da,
bütün "mücrimler secde'ye çağrılacaklar; Fakat güçleri yetmeyecektir.
Gözleri düşkün bir halde, kendilerini bir zillet saracaktır. Halbuki, vaktiyle
(dünya'da) başlan selâmette iken, bu "namaza davet olunuyorlardı da
kılmıyorlardı". O halde (Ey Resulüm) (namaz kılmayarak) bu Kur'ân-ı
yalanlayanları, sen bana bırak. Biz onları, bilemiyecekleri yönden derece
derece azaba yaklaştırırız. Ben onlara mühlet veririm; "Yiyin, zevk edin
dünyada biraz; çünkü "mücrim'lersiniz" (nasıl olsa âhirette
"sakar" Cehennem'ine gireceksiniz). Allah'ın hükümlerini
yalanlayanların o gün vay haline j Onlara: "namaz kılın, denildiği zaman",
itaat etmezler. Allah'ın hükümlerini yalanlayanların o gün haline. Artık
(bu ahmaklar) Kur'ân'dan sonra hangi söze inanacaklar?" Murselat Sûresi:
46/47/48 49 750
"Muhakkak ki "mücrim'ler" şaşkınlık
ve çılgın ateşler | içindedirler. O gün, yüzleri üstü ateşte sürünecekler; (ve
onlara) — Tadın "sakar" Cehennem'inin dokunuşunu denilecek."
Kamer Sûresi: 47/48
NAMAZIN
İSLÂM'DAN OLDUĞU BABI
Umer İbnu'l-Hattâb (R.A.)'dan, şöyle dedi: Bir gün
Resûlullah (S.A.V.)'in yanında bulunurken birden bire yanımıza elbisesi
bembeyaz, saçı simsiyah, üzerinde yolculuk eseri görülmeyen ve bizden de
kendisini kimsenin tanımadığı bir zat çıkageldi. Nihayet Resûlullah (S.A.V.)'in
yanına oturdu. Öyle ki iki dizini onun iki dizine dayadı, iki avucunu da kendi
dizleri üzerine koydu ve "Yâ Muhammedi Bana "islâm'dan" haber
ver" dedi. Resûlullah (S.A.V.)"İslâm Allah'dan başka ilah olmadığına
ve Muhammed'in O'nun Resulü olduğuna şehad; t etmendir" dedi. Ebu Hureyre
(R.A.)'ın rivayetinde ise şöyle naklolunmuştur. Resûlullah (S. A.
V.)"İslâm Allah'a hiç bir şey'i ortak koşmadan ona ibâdet etmendir"
(buyurdu:) Ebu Hureyre (R.A.)'ın, rivayetinin getirmiş olduğu açıklık şudur ki,
"Allah'dan başka ilah yoktur, Muhammed Onun Resulüdür" demenin
hakikati, "Allah'a hiç bir şey'i ortak etmeden ona ibadet etmektir".
Zira mücerreden "kelime-i şihadet'in" teleffuzu hiç bir ma'na ifade
etmemektir. Bu mevzudaki geniş izahımız daha ileride gelecektir, İnşa' Allah.
Cibril Hadis'i devam ederek, Resûlullah (S.A.V.) şöyle buyuruyor: Ve "namazı ikâme etmendir" (Ebu
Hureyre (R.A.)'ın rivayetinde ise) "farz olan namazı ikâme etmendir"
(buyurdu.)
. Ve "zekât 'ı vermen", "ramazan
orucuna tutman" yoluna gücün yeterse "Beyti hacc etmendir",
buyurdu. O, (soruyu soran tanınmayan kişi) doğru söyledin dedi. Umer (R.A.)
dedi. Umer (R.A) dedi ki: Biz ona hayret ettik, hem (bilmiyormuş gibi)
soruvuor,
Mihcan (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Bir gün
Resûlullah (S.A.V.) ile bir mecliste iken namaz için ezan okunur, Resûlullah
(S.A.V.) kalkarak cemaat'a namazı kıldırıp yerine döner. Bakar ki Mihcan (R.A.)
daha hâlâ yerinde, Resûlullah (S.A.V.) Mihcan (R.A.)'ya hitaben "senin cemaat'la namaz kılmana ne mani'i oldu
ki, yoksa sen müslüman birisi değil inisin?" dedi. Mihcan (R.A.)
cevaben "Evet Yâ Resûlallah ben "müslüman birisiyim" ve lâkin
ben bu namazı evimde kılmıştım" dedi. Resûlullah (S.A.V.)'de cemaate
geldiğinde namazı evde kılmış bile olsan cemaatle namaz kıl buyurdu. Bu
Hadis'i Mâlik (1/132) Ahmed (4/34) Nesei (2/112) İbnu Hibban (433) ve Hâkim
(1/244) sahih bir rivavet etmişlerdir,
Umer İbnu'l-Hattâb (R.A.)'den, şöyle dedi: "Namaz'ı terk edenin İslâm'dan nasibi yoktur".
Bu eseri Mâlik (1/40) Dâre Kutni (2/52) Abdurrezzak (5010) İbnu Ebi Şeybe
Musanef'de (10410) İman'da •t "' (103) ve Ahmed Ahkam'un-Nisâ'da (225)
sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.
NAMAZ'IN
ALLAH'A İMAN ETMEKTEN OLDUĞU BABI
Ebu Cemre'den, şöyle dedi: Ben tbnu Abbas
(R.A.)'nun önünde onunla insanlar arasında tercümanlık yapıyordum. Derken İbnu
Abbas'a bir kadın geldi. Ona "cer" denilen testinin şırasından
soruyordu. İbnu Abbas ona şöyle dedi: Abdu'1-Kays heyeti Resûlullah (S.A.V.)'e
geldi. Resûlullah (S.A.V.) "Siz kimlerin heyetisiniz? Yahut siz
kimlersiniz?" diye sordu. "Biz Rabiadar.iz" dediler.
"Cemaat hoş geldi. Yahut heyet hoş geldi, sefa geldi. Utanıcılar ve pişmanlık
duyucular olmayarak" buyurdu. Bunun üzerine: "Ya Resûlellah! Biz sana
çok uzak mesafeden geliyoruz. Seninle bizim aramızda Mudar kâfirlerinden şu
kabile vardır. Biz sana, haram aydan başka bir zamanda gelmeye muktedir
olamıyoruz. O halde bize özlü bir şey emret de geride bıraktıklarımıza da
öğretelim ve o sebeble de Cennete girelim" dediler. Resûlullah (S.A.V.)
onlara dört şey emretti, dört şeyden de nehyetti: Resûlullah (S.A.V.) onlara,
"bir olan Allah'a iman etmeyi emretti" (sonra) "bilir misiniz
bir olan Allah'a iman etmek ne demektir?" diye sordu. "Allah ve
Resulü en iyi bilendir" dediler, ("tek olan Allah'a iman etmer")
Allah'dan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Resûlullah olduğuna şehadet
;tmek, "namazı kılmak",
zekâtı vermek, Ramazan orucunu tutmak ve ganimetin beşte birini tediye
etmenizdir" buyurdu ........ .. 41 Bu Hadis'i Buhâri (53) ve Müslim (17)
rivayet etmişlerdir.
Ey Allah'ın kulu! Yukarıdaki zikretmiş olduğumuz
Hadis'i Şerif'de bir çok sağır kulakların duyup istifâde edeceği faideler
vardır. Bu faideleri zikretmeden geçmek ilmi emânete ihanet edenlere göz yummak
olacağından, herkesin anlayabileceği bir üslubla izah etmeyi münasib gördük.
Hadis'i Şerifin muhtevi olduğu faideler şunlardır.
1- İslâm'ı öğrenmek isteyene ilk emredilecek
şey'in "tek olan Allah'a iman etmek" olduğu.
2- "Tek olan Allah'a iman etmenin" ne
demek olduğunu öğretiyor.
3- "Tek olan Allah'a iman'ın" sadece dil
ile ikrar ve kalb ile tasdik olmayıp, cevarih ile amel etmenin'de bu ta'rife
dahil olduğu.
4- Hasseten mevzumuz ile alakalı "namaz'ın Allah'a
iman etmekeen olduğu". Böylelikle bizde, "amel iman'dan cüz değildir
kaidesiyle yürüyen, "namaz iman'dan" değildir diyen miirciiyye"
taifesinin ve zamanımızdaki avanelerinin en sesine bir şamar indirir, bize
kitab ve sünnet'e uymayı nasib eden Rabbimize hamdederiz.
İşte bu adları geçenler, Allah'ın kendilerine
ni'met ihsan ettiği peygamberlerden, Âdem soyundan ve gemide Nuh ile beraber
taşıdıklarımızın neslinden, İbrahim ve İsrail neslinden, hidayete erdirdiğimiz
ve seçtiğimiz kimselerdendir. Kendilerine Rahman olan Allah'ın (gibi) ayetleri
okunduğu zaman, ağlayarak secdeye kapanırlardı". Sonra, bu peygamberlerle,
salih kimselerin arkalarından (kötü) bir nesil geldi ki, "namazı terk ettiler",
şehvetlerine uydular; bunlar da Cehennemdeki "gayya" vadisini
boylayacaklar. Ancak "tevbe edip iman eden ve salih amel" işleyenler
müstesna; çünkü bunlar, zerre kadar zulme uğratılmayacaklar, Cennete
gireceklerdir. Meryem Sûresi: 58/59/60
Ey Allah'ın kulu!
Görüyorsun ki peygamberler ve salih kimselerden
sonra gelen kötü neslin terk etmiş oldukları şey sadece namaz'dır. Eğer "namaz'ı terk edenin iman'ı olsaydı"
hemen takib eden Âyette ancak tevbe edip iman eden ve salih amel işleyenler
müstesna" dermiydi? Rabbimiz ve Teâlâ. Şehvetlerine uymaya gelince, artık
"namaz'ı terk ettikten" sonra onları kötülükten koruyan kalkanları
elden düşmüştür. Zira Subhanehu ve Teâlâ şöyle buyuruyor. Ey Resulüm! namaz'ı
kıl. Gerçekten "namaz, kötü işten ve münker'den alıkor".
Ankebut Sûresi: 45 Taberi (R.A.) meşhur Tefsirinde
şöyle diyor: Allah'u Azze ve Celle'nin vasfetmiş olduğu namaz'ı terk eden kötü
nesil" mu'min olsalardı Allah'u Azze ve Celle, iman edenleri onlardan
müstesna etmezdi. Ve denilmiştirki. Zikredilen kötü nesil bu ümmet'tendir
bunlar Ahir Zaman'da olacaklardır. Ata İbnu Rabah'da diyor ki: "Bu kötü
nesil Ümmet'i Muhammed'dendir." Mucâhid (R.A.)'da diyor ki: "Bu kötü
nesil Kıyamete yakın, Ümmet'i Muhammed'in salihleri gittikten sonra
gelecektir" diyor. Taberi Tefsiri 16/99
Ey Allah'ın kulu!
Subhanehu ve Teâlâ'nın Âyet'i Kerime'de zikretmiş
olduğu o kötü nesli tanıyabildiysen dünya ve Ahirette felah'a erdin demektir.
işte o kötü nesil namazı inkâr ederek değil sadece şehvetlerine uyarak
terkettiklerinden "gayya vadisini" boylayacaklardır. O halde, onlarda
ne var ki, "iman etmezler" kendilerine "Kur'ân" ya'ni
"namaz 44 kılınız" Âyet'i okunduğu zaman, (Allah'ın emrine teslim
olup da) "namaz kılmazlar".
Daha doğrusu (namazı terk ederek) "kâfir olanlar hesab gUnünü
yalanlıyorlar" .... "ancak iman edib sâlih aneller işleyenler müstesna"
.... İnşikak Sûresi 20/21/22 — /— /25
Ey Allah'ın kulu!
Yukarıdaki Âyet'i Kerime'de de görüyorsun ki.
namaz'ı terk edenler iman etmemekle ve küfür'le itham ediliyorlar" sonra
da "iman edenler onlardan müstesna kılınıyor" eğer namazı terk eden "kâfir"
olmasa idi iman edenleı namazı terk edenlerden müstesna kılınır mıydı. Ey
Allah'ın kulu! Zannetme ki bu bizim anlayışımızdır. Zira Allah'u Azze ve
Celle'nin kendilerinden razı olduğu sahabe böyle anlatıyor.
Ebu'd-Derdâ (R.A.)'dan, şöyle dedi: "namazı olmayanın iman'ı da yoktur"............
Bu Eser'i abdul-Ber Temhid de (4/225) sahih bir senedle rivayet etmiştir. Ve
Şeyh Elbâni Terğib'de (574) tahric etmiştir. 45
BiR VAKiT
NAMAZI TERK EDENlN YAPMAKTA OLDUĞU AMELLERİNİN BATIL OLDUĞU BABI
Gerçekten sana ve senden öncekilere şöyle vahy
olundu: Eğer (sen bile) Allah'a ortak koşarsan, muhakkak amelin boşa gider. Ve
elbette hüsrana uğrayanlardan olursun. Zumer Sûresi: 65
Kim küfrederse (ya'ni iman'ın mucibi olan amelleri
yapmaz kâfir olursa) bütün yaptıkları batıl olmuştur: Ve o, Ahirette hüsrana
uğrayanlardandır. Maide Sûresi: 5
Bu Hadis'i Ahmed Müsned'in de rivayet etmiştir.
Heysemi Mecmua'z-Zevaid de bu rivayetin Ravileri Sahih'in ravileridir demiştir.
Yukarıdaki zikredilen Âyet'i Kerimelerde, Allah'a
şirk koşanın ve iman'ın mucibiyle amel etmeyip kâfir olanların, yapmakta
oldukları amellerinin hepsinin batıl olduğunu ifâde etmektedirler. Ey Allah'ın
kulu iyi bilki geçen bablarda "namaz'ı terk edenen müşrik ve kâfir
olduğunu" delilleriyle isbat etmiştik, tekrarına lüzum olmasa gerek. Eğer
unuttuysan tekrar dönüp okuyabilirsin. Umumi ma'na da Allah'a ve Resulüne isyan
edenlerin amellerinin batıl olduğuna delâlet eden daha bir çok Âyet'i Kerime
vardır ki bizim da'vâmızı te'yid eder.
Gerçekten kâfir olub da Allah yolundan yüz
çevirenler, hak kendilerine belli olduktan sonra peygambere karşı gelenler;
Allah'a hiç bir şeyle zarar veremezler. "Allah onların amellerini boşa çıkarır". Muhammed Sûresi: 32
Ey Allah'ın kulu
"namazı
terk ederek kafir oluş" Mevzumuza daha da açıklık getiren bir
Âyet'i Kerime'de Subhanehu ve Teâlâ şöyle buyuruyor. Onlara: "namaz kılın, denildiği zaman, zaman kılmazlar".
Yalanlayıcıların o gün vay haline. Murselat Sûresi: 48/49
Allah'ın en azim emirlerinden olan namaz emri
kendisine ulaştığı halde Allah'a itaat edip'de namaz kılmayanlar bu isyanları
ile yapmakta oldukları sair amellerimde batıl etmektedirler. Zira Allah ve
Resulüne yapılan isyan, yapılan sair amelleri de batıl eder. Subhanehu ve Teâlâ
Kur'ân'da şöyle buyuruyor.
"Ey
iman edenler Allah'a ve Resulüne itaat edin de amellerinizi ibtal etmeyin."
Muhammed Sûresi: 33
Yukarıdan beri zikredile gelen Âyetlerin hepsinin
ma'nası umumidir. Ya'ni Allah'a ve Resulüne yapılan isyan ne olursa olsun
yapılan sair amelleri batıl etmektedir. Mes'elemizi hususileştiren bir Hadis'i
Şeıif de Resûlullah (S.A.V.) şöyle buyurmaktadır. Ebu'l-Meliyh'den, şöyle dedh
Biz Bureyde (R.A.) ile bulutlu bir günde gazada bulunuyorduk. Burey'de (R.A.)
bize hitaben ikindini ilk vaktinde kılınız dedi. Çünkü Resûlullah (S.A.V.)
"Kim ikindi namazını terk ederse
onun bütün amelleri boşa gitmiştir" dedi:
Bu Hadis'i Buhari (553) rivayet etmiştir. Ey
Allah'ın kulu! Görüyorsun ki sadece bir ikindi namazını terk edenin bütün
amelleri batıl oluyor da bütün ömür boyu hergünkü beş vakit namazını terk
edenin hali ne olur, düşünebiliyor musun?
NAMAZI TERK EDENlN ALLAH'DAN KORKMADIĞI BABI
Hep Allah'a dönüb itaat edin. "O'ndan korkun
VE namazı kılın da" Müşriklerden
olmayın.
Rum Sûresi: 31 Ey Allah'ın kulu! Görüyorsun ki,
Subhanehu ve Teâlâ kendisine iman eden kullarına "rablerinden korkarak
namaz kılmalarını emrediyor". Ve ondan korkan kullarıda Rablerine itaat
ederek secdelere kapanıyorlar. Bu Âyet'i Kerime'yi izah eden bir Hadis'i
Şerifte şöyle rivayet olunmaktadır.
Ukbet' Ibnu Amir (R.A.)'dan, Resûlullah (S.A.V.)'i
şöyle derken işittiğini haber verdi: Resûlullah (S.A.V.) şöyle dedi: "Dağ
tepelerindeki koyun çobanından Allah'u Azze ve Celle hoşlanır. Zira o namaz
için ezan okur ve "namaz kılar".
Buna binaen Allah'u Azze ve Celle şöyle buyurur. Şu kuluma bakın, ezan okuyup
"namaz kılıyor ve benden korkuyor".
Ben de o kulumun günahlarını mağfiret büyürdüm ve onu Cennetime koyacağım"
der.
Bu Hadis'i Ebu Dâvud (1203) ve Nesei (2/20) Ahmed
(4/145) İbnu Hıbban (260) ve Taberâni Kebir de (17/833) sahih bir senedle
rivayet etmişlerdir. Aynyeten Şeyh El-Bâni Silsiletü's-Sahıda'da (41) tahric
etmiştir.
Ey Allah'ın kulu!
Görüyorsun ki, Allah'u Azze ve Celle "namaz
kılan kulu için" kendisinden korktuğunu yaraşmaz. Hem sunuda iyi bil ki
tek olan Allah'dan korkmak "la ilahe illallah'ın" iktizasındandır.
Bunu izah eden bir Âyet'e Kerime'de Subhanehu ve Teâlâ şöyle buyuruyor. "Ben'den başka hiç bir ilah yoktur. Öyle ise
ben'den korkunuz". Nahl Sûresi: 2
DİN'DE EN SON TERK EDİLEN AMELlN NAMAZ OLDUĞU BABI
Enes İbnu Mâlik (R.A.)'den, (şöyle dedi:) Nebiyyu
(S.A.V.) buyurdu ki: "Dininizden
ilk terk edeceğiniz şey emanettir. En son da namazı terkedersiniz."
Bu Hadis'i Ebu Nuays Hıylada (6/265 ve Ahbar'da
2/213 İbnu Mes'ud'dan Taberâni kebirde (9754) Haraiti Mekarim de (77) ve
Taberâni Evsatta (1/138)
Umer İbnul-Hattab'dan Evet din'den en son terk
edilen "NAMAZ"
olduktan sonra, artık o kişide dinden hiç bir şey kalmamıştır. Daha önceki
bab'larda da Hadis'i Şerif de geçtiği gibi "namaz'ı olmayanın dini'de
yoktur".
NAMAZI TERK EDENİN ÖLDÜRÜLECEĞİ BABI
"O haram olan aylar (Zilhicce, Muharrem,
Safer ve Rabiu'l-evvel) çıktığı zaman, artık "o müşrikleri nerede
bulursanız öldürün"; onları yakalayıp esir edin, onları hapsedin ve geçit
yerlerini tutun. "Eğer tevbe ederler,
namazı kılıp zekâtlarını" verirlerse, kendilerini serbest bırakın.
Gerçekten Allah Gafur'dur Rahim'dir." Tevbe Sûresi: 5
Subhânehu ve Teâlâ Resulüne ve Mü'minlere hitaben,
Haram olan aylar çıktıktan sonra Müşriklerle mukatele etmelerini emrediyor. Allah'u
Azze ve Celle katledilecek Müşriklerin kıtalden önce yakalanıp, geçit yerleri
kesilip haspedilmelerini (ya'ni karılarını, çocuklarını ve mallarını
Müslümanlara ganimet olarak helâl kılıyor.) Akabinde bütün bunlardan
kurtulabilmeleri için üç şart zikrediyor.
l- Şirkten avdet ederek tevbe etmek. Ya'ni
"kelime'i şehadeti" lisanen ikrar etmesi. 52
2- "Namaz kılarak" tevbe ettiğini amelle
tasdik etmesi. Zira namaz kılmadığı müddetçe Kelime'i tevhidi tasdik
etmemiştir.
Bunun içindir ki, Subhânehu ve Teâlâ Kur'ân'da
şöyle buyuruyor. "Tasdik
etmedi, "namaz'da kılmadı". Ancak yalanladı, (amel etmekten)
yüz çevirdi." Onlara: "Namaz kılın, denildiği zaman, namaz kılmazlar.
Yalanlayıcıların o gün vay haline". Murselat Sûresi: 48/49
Ey Allah'ın kulu! Âyet'i Kerime'lerden de
anlaşıldığı gibi, Allah'u Azze ve Celle'nin "namaz kıl" emrine itaat
etmemek, Allah'ın indirmiş olduğu hükümleri yalanlamaktır.
3- Allah'ın farz kilmiş olduğu "zekat'ı eda
etmek'tir". Bu şartlan yerine getiren her kişinin canı, malı ve ırzı Müslümanlara
haramdır. Bunların haricindeki günahları için allah Gafur ve Rahim'dir.
Buhari (R. H.) bu Âyet'i Kerîme'nin izahında şu
Hadis'i Şerifi zikrediyor.
. İbnu Umer (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah
(S.A.V.) buyurdu ki: Allah'dan başka İlah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın
Resulü olduğuna şehadet, "namazı
kılana", zekâtı eda edinceye kadar insanlarla muharebe etmek bana
emrolundu, Onlar bunları yapınca kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar.
Ancak İslâm'ın hakkı mukabili olmak müstesna, insanların (sair ve gizli
işlerinden dolayı olan) hesabları da Allah'a âiddir. Bu Hadis'i Buhari (25) ve
Muşum (22) rivayet etmişlerdir.
Enes îbnu Mâlik (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah
(S.A.V.) buyurdu ki: Ben insanlarla Allah'dan başka İlah olmadığına ve Muhammed'in
O'nıın kulu V takdirde canları ve mallan bize haram olur. Ancak (İslâm'ın hakkı
müstesna) ve Müslümanların, lehte veya aleyhde sahib oldukları bütün hukuka
sahib olurlar. Bu Hadis'i Ebu Dâvud (2641) Tirmizi (2611) ve Ahmed (2/161/269)
sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.
Abdurrahman İbnu Ebi Nuaym'dan Ebu Said'
el-Hudri'den şöyle duyduğunu haber verdi: Ebu Said'el-Hudri dedi ki: Aliyyu'bnu
Ebi Talib (R.A.) Yemen'den Resûlullah (S.A. V.)'e tabaklanmış bir meşin içinde
henüz toprağından tasviye edilmemiş altun cevheri göndermişti. Resûlullah bu
altun cevherini şu dört kişj arasında paylaştırdı: Uyeynetu'bnu Hısn, Akra'ubnu
Habis, Zeydu'1-Hayl, dördüncüsü ya Alkametu'bnu Ulase idi yahud Amiru'bnu
Tufeyl idi. Peygamberin sahabelerinden bir kimse: "Biz bu ihsana bunlardan
daha layık bulunuyorduk" dedi. Bu söz Resûlullah'a ulaşınca: "Siz
bana itimad etmiyor musunuz? Ben yedi
kat semanın üstündeki Rabbu'l-İzzet'in Eminiyim. Sabah akşam bana gök
yüzünün haberi (ya'ni Vahyi) geliyor" buyurdu. Bunun üzerine, iki gözü
çökük, yanağının iki elmacığı çıkık, anlı yüksek, gür sakallı, başı tıraşlı,
izarını yukarı çemremiş bir kişi ayağa kalkıb: "Ya Resûlellah! Allah'dan
kork" dedi. Resûllah: "Veyl sana! Ben, yeryüzündeki insanların
Allah'dan korkmaya en layıkı değil miyim?" buyurdu. Sonra o kimse arkasına
dönüb gitti. Halid Ibnu'l-Velid: "Ya Resûlellah! Şunun boynunu vurayım
mı?" dedi. Resûlullah (S.A.V.): "Hayır vurma! "Namaz kılan
birisi olabilir" dedi. Bunun üzerine Halid: 56 "Ya Resûlellah! Namaz kılanlardan nice kimseler vardır ki,
onlar gönüllerinde olmayan şeyi dilleriyle söylerler" dedi.
Resûlullah (S.A.V.) "ben insanların kalb'lerini açmaya, karınlarını
yarmaya me'mur değilim" buyurdu ........... Bu Hadis'i Müslim (1064)
rivayet etmiştir.
Ubeydullah İbnu Adiy'den, Abdullah İbnu Adiyy
Resûlullah (S.A.V.)'den, tahdis ederek şöyle haber verdi. Resûlullah (S.A.V.)
bir gün eshabının arasında otururken, bir adam çıkageldi. Resûlullah
(S.A.V.)'le konuşmasında sesini yükselterek şöyle dedi: O kişi (yani öldürmeyi istediği
adam için) "Allah'dan başka ilah olmadığına şehadet etmiyor mu?"
"Evet ediyor Ya Resûlellah, fakat onun şehadeti yoktur." Resûlullah
(S.A.V.) tekrar, "Pekiyi o adam
namaz kılmıyor mu?" dedi. Adam da "Evet Ya Resûlellah, namaz kılıyor,
fakat onun namazı yoktur" dedi. Resûlullah (S.A.V.)'de işte ben,
Allah'dan başka ilah ilah olmadığına şehadet edib, namazı kılanları öldürmekten nehyolundum"
dedi. Bu Hadis'i İbnu Hıbban (12) ve Beyhaki (8/196) rivayet etmişlerdir.
Ey Allah'ın kulu!
Görüyorsun ki, bu bab'ın evvelinde zikretmiş
olduğumuz Âyet ve Hadis'ler, — Kelime'i şehadet'i ikrar etmeyeni, — Namazı terk
edeni, — Zekât'ı eda etmeyenin, malının, canının ve ırzının müslüman'lara helâl
kılındığını haber vererek öldürülmeleri gerektiğini emrediyor. Takib eden
Hadis'lerde de, sadece "namazı terk edenin dahi öldürüleceğini" isbat
ediyor. Binaen aleyh bir kişinin öldürülmesi için illa üçünü birden terk
etmesine lüzum yoktur. Zira sahih rivayetle sabittir ki, Ebu Bekr (R.A.) sadece
zekât'ı terk edenlere karşı harb ilan etmiştir. Mevzumuzla alâkalı olmadığı
için burada zikretmeye lüzum görmedik.
MÜSLÜMAN OLAN KiŞiYE ÖĞRETİLECEK İLK ŞEYİN NAMAZ
OLDUĞU BABI
Taberani Kebir'de ve Bezzar Müsned'inde (338)
sahih bir senedle rivayet etmiştir. Heysemi Mecmeûz-Zevaid' de Raviyeleri
Ricâlü's-Sahih demiştir (1/293)
AHİRETE İLK HESABI SORULACAK AMELİN NAMAZ OLDUĞU
BABI
Enes İbnu Mâlik (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah
(S.A.V.) buyurdu ki: "Kulun, Kıyamet gününde hesabını vereceği ilk ameli
"NAMAZIDIR". Eğer
namazı salah bulursa (Ya'ni hesabından kurtulursa) sair amelleri de salah
bulur. (Ya'ni sair amellerinin hesabıda kolay olur). Eğer namazı ifsâd olmuş
ise (Ya'ni namazın hesabından kurtulamazsa) sair amelleri de ifsad olur. (Ya'ni
sair amellerinin hesabından kurtulamaz.) Bu Hadis'i İbnu Mes'ud'dan Taberani
Kebir de (10435) İbnu Ebi Asım Evail de (35) sahih bir senedle rivayet
etmişlerdir. Ve Şeyh Elbâni
İSLÂM'DAKİ KARDEŞLİĞİN ANCAK NAMAZI KILMAKLA
MÜMKÜN OLDUĞU BABI
Eğer tevbe ederler, "namazı kılarlar ve zekâtı verirlerse, din'de kardeşleriniz olurlar".
Biz Âyetleri, anlayacak bir kavme açıklarız. Tevbe Sûresi: 11
Subhanehu ve Teâlâ bu Âyet'i Kerîme ile İslâm'daki
kardeşliğin sadece namazı kılmakla mümkün olduğunu beyan ediyor. Zira namazı
terk edenin "iman'dan ve islâm"dan çıkmasıyla bu kardeşliğin te'sisi
muhal oluyor. Zira her "namaz"ı
kılan "mu'min"dir, her "mü'min'de "kardeş"tir. Ve
Subhanehu ve Teâlâ Kur'ân'da bunu izah eden bir Âyet'i Kerîme'de şöyle
buyuruyor. » "Mu'min'ler ancak (din'de) kardeştirler."
Hucurat Sûresi: 10
Madem ki "mu'minler din
kardeşleridirler". Kardeş olandan başkalarını da kendilerine dost
edinemezler. Zira Subhanehu ve Teâlâ Kur'ân'da Mu'min'lerden başkalarının
dostluğunu kat'iyyetle yasaklıyor.
"Ey iman edenler! Mu'min'leri bırakıb da
kâfirleri dostlar edinmeyin." Nisa Sûresi: 144
"Namazı
terk edenin de kâfir olduğunu", elinizdeki bu risalemiz isbat
etmiştir."Ey iman edenler! Ne sizden önce kitâb verilenlerden dininizi
oyuncak ve eğlence yerine tutanları, ne de diğer kâfirleri dost edinmeyin. Eğer
gerçek mu'min'lerseniz Allah'dan korkun." Ve bunu takib eden Âyet'i
Kerîme'de yukarıda zikredilen kâfirlerin istihzalarının ezan okunduğunda icabet
edecekleri yerde namaza icabet etmemeleri ve namaz kılan mu'min'lerle
eylenmeleri olduğunu beyan ederek şöyle buyuruyor. Maîde Suresi 57
(Ezan'la) birbirinizi namaza çağırdığınız
zaman "namaz'ı" bir eğlence ve oyun yerine koyuyorlar. Bu
davranışları, kendilerinin aklı ermez bir topluluk olmalarındandır. Mâide
Sûresi: 58
Ey Allah'ın kulu! Bu âyet'i Kerîme'nin delaletiyle
iyi anlamalısın ki, ezan'ı işittiği halde "namaz'a" icabet etmeyen ve
Allah'ın emirlerini hiçe alarak istihza edenler bizim dostlarımız değillerdir.
Bizim dostlarımız, Allah, O'nun Resulü ve "namaz kılan
mu'min'lerdır". Subhanehu ve Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Sizin dostunuz ancak Allah'la O'nun
Resûlü'dür; bir de iman edenlerdir ki, onlar namaz'ı kılarlar" ve namaz
kılar oldukları halde zekât verirler. Mâide Sûresi: 55
NAMAZ'I
TERK EDENİN MÜSLÜMAN'A, MÜSLÜMAN'IN DA NAMAZ'I TERK EDENE MİRASÇI OLA MACAĞI
BABI
Bu Hadis'i Buhâri (6764) Müslim (1614) Ebu Dâvud
(2909) Tirmizi 42108)ibnu Mâce (2729) Dârimi (3002) Mâlik (2/519) ve Ahmed
(2/200) rivayet etmişlerdir.
Ey Allah'ın kulu! Bundan önceki bablarda da
okuduğun gibi "namaz'ı terk edenin
kâfir" olduğunu isbat ettik, ayrıyeten burada zikretmeye lüzum
olmasa gerek. Hadis'i Şeriflerin delaletiyle namazı terk edenin kâfir olduğuna
kail olan, "ehli hadis'in" imam'ı olan Ahmed İbnu Hanbel'de "Namazı terk edenin Müslüman'a, Müslüman'ın da
namaz'ı terk edene mirasçı olamıyacağına kail olmuştur. Kendisinden, de
şöyle bir rivayet nakl olunmuştur. Abbas İbnu Muhammed el-Yemâmi Tarsus'da
haber vererek şöyle dedi: Ebu Abdullah'a (ya'ni Ahmed İbnu Hanbel'e)
Resûlullah'dan rivayet olunan, terk ederse kâfir olmuştur" dedi. Binâen
aleyh dedim ki: Pekiyi "namaz kılmayandan miras alınır mı?" Cevaben
de şöyle dedi: Hayır ne "miras alır ve ne de miras'ı alınır". Ahmed
İbnu Hanbel Ahkamu'n-Nisa'da (208)
NAMAZ
KILMAYAN ERKEK VE KADININ NİKÂHLARININ SAHlH OLMADIĞI BABI
"Ey mu'minler! Allah'a şirk (ortak) koşan
kadınlarla, onlar iman etmedikçe evlenmeyin. İmanı olmayan müşrik bir kadın
sizin hoşunuzada gitse de, iman etmiş bir câriye elbette ondan daha hayırlıdır.
Müşrik erkeklere de irnan etmedikçe onlara mu'min kadınları nikahlamayın;
müşrik bir erkek sizin hoşunuzada gitse mu'min bir köle elbette ondan daha
hayırlıdır. Onlar sizi Cehenneme çağırırlar. Allah ise izniyle Cennet'e ve
mağfirete da'vet ediyor da Âyet'lerini insanlara beyan buyuruyor. Olur ki,
düşünüp ibret alırlar." Bakara Sûresi: 221
Ey Allah'ın kulu!
Risalemizin başlarında "namazı terk edenin
müşrik olduğunu" isbat etmiştik, burada tekrarına lüzum olmasa gerek.
Binaâen aleyh namazı terk eden her erkek ve kadın bu Âyet'i Kerîme'nin
muhatabıdır. «
Ebu Hureyre (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah
(S.A.V.) şöylş buyurdu: "Kadın dört şey için nikâh edilir. Malı için, soyu
için, güzelliği için, "dini için". Sen (bunlardan "dindar
olanını) seçmeye çalış, değilse (âhirette) fakirliğe düşersin." Bu Hadis'i
Buhâri (3/16) ve Müslim (1466) rivayet etmişlerdir.
Ey Allah'ın kulu! Görüyorsun ki, Allah Resulü
sadece dini olan kadınları nikahlamamızı emrediyor. Daha önceki bablarda da
geçtiği gibi, Allah Resulü şöyle buyurmuyor mu?
Umer Ibnu'l-Hattâb (R.A.)'dan, şöyle dedi: Adamın
biri gelerek Resûlullah (S.A.V. )'e şöyle dedi: Yâ Resûlellah, Allah indinde
İslâm'da, en efdal olan nedir söyler misin?" Resûlullah (S.A.V.) "Namazı vaktinde kılmaktır" dedi.
"Zira namazı terk edenin dini yoktur". Bu Hadis'i Beyhaki Şuab'ul
Iman'da hasen bir senedle rivayet etmiştir. El-Kenz (21618) Binaen aleyh
"namazı terk eden kadının da dini yoktur" böylelikle şer'i bir nikâha
müsâid değildir. Ehli Hadis'in İmam'ı olan Ahmed İbnu Hanbel'den de şöyle bir
kavil rivayet edilmiştir.
Muhammed İbnu'1-Fadl İbnu Ziyad'dan, (şöyle dedi:)
Ahmed İbnu Hanbel'e, kocası içki içip "namaz'ı kılmayan" bir
kadın'dan soruldu, Ahmed İbnu Hanbel de cevaben, "Eğer o kadının velisi
varsa ikisini ayırır" dedi. Ahmed Ahkamu'n-Nisa (206)
NAMAZ
KILDIĞI MÜDDETÇE HALİFEYE İSYAN EDİLEMlYECEĞİ BABI
Peygamber'in zevcesi Ününü Seleme (R.A.)'dan, o da
Resûlullah (S.A.V.)'den, Resûlullah (S.A.V.) şöyle buyurdu: "Şu muhakkak
ki, sizin üzerinize bir takım âmirler ta'yin olunacak da sizler onların
işlerinden bazısını güzel göreceksiniz, bir kısmını da çirkin görüb inkâr
edeceksiniz. Çirkin işi çirkin gören onun günahından beri olur. İnkâr ve red
eden de günaha iştirakten salim olur. Fakat çirkin işe rızâ gösteren ve o işte
faillerine tabi olan ise günahdan beri olmaz, cezadan salim kalamaz."
Sahâbiler: "Yâ Resûlellah! Böyle münker iş yapan âmirlerle mukatele
yapmayalım mı?" diye sorduklarında Resûlullah: "namazı kıldıkları
müddetçe hayır" cevabını verdi. Bu Hadis'i Müslim (1854) rivayet etmiştir.
Hadis'i Şerifin hülasası:
1- Namaz kıldığı müddetçe halifeye isyan
edilemiyeceği. Halife'den maksad devlet idarecisidir. İyi bilinmelidir ki,
zamanımızdaki devlet idarecilerinin hiç birisi, Hâlife değildir. Halife bile
olmuş olsalardı hepsinin katledilmesi gerekirdi, zira hiç birisi namaz kılmıyor.
Onlarla mukatele edecekleri yerde devlet reisi diye itaat edip, karşılarında el
pençe duranların kulakları çınlasın.
2- Halifeler "namaz kılar bile olsalar"
yaptıktan kötü işleri reddedip razı olmamak gerekir.
"namazı terk ederse kâfir olmuştur"
dedi. Binâen aleyh dedim ki: Pekiyi "namaz kılmayandan miras alınır
mı?" Cevaben de şöyle dedi: Hayır ne "miras alır ve ne de miras'ı
alınır". Ahmed İbnu Hanbel Ahkamu'n-Nisa'da (208)
NAMAZ
KILMAYAN ERKEK VE KADININ NİKÂHLARININ SAHlH OLMADIĞI BABI
"Ey mu'minler! Allah'a şirk (ortak) koşan
kadınlarla, onlar iman etmedikçe evlenmeyin. İmanı olmayan müşrik bir kadın
sizin hoşunuzada gitse de, iman etmiş bir câriye elbette ondan daha hayırlıdır.
Müşrik erkeklere de irnan etmedikçe onlara mu'min kadınları nikahlamayın; müşrik
bir erkek sizin hoşunuzada gitse mu'min bir köle elbette ondan daha hayırlıdır.
Onlar sizi Cehenneme çağırırlar. Allah ise izniyle Cennet'e ve mağfirete da'vet
ediyor da Âyet'lerini insanlara beyan buyuruyor. Olur ki, düşünüp ibret
alırlar." Bakara Sûresi: 221
Ey Allah'ın kulu!
Risalemizin başlarında "namazı terk edenin müşrik olduğunu"
isbat etmiştik, burada tekrarına lüzum olmasa gerek. Binaâen aleyh namazı terk
eden her erkek ve kadın bu Âyet'i Kerîme'nin muhatabıdır. «
Ebu Hureyre (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah
(S.A.V.) şöylş buyurdu: "Kadın dört şey için nikâh edilir. Malı için, soyu
için, güzelliği için, "dini için". Sen (bunlardan "dindar
olanını) seçmeye çalış, değilse (âhirette) fakirliğe düşersin." Bu Hadis'i
Buhâri (3/16) ve Müslim (1466) rivayet etmişlerdir.
Ey Allah'ın kulu!
Görüyorsun ki, Allah Resulü sadece dini olan
kadınları nikahlamamızı emrediyor. Daha önceki bablarda da geçtiği gibi, Allah
Resulü şöyle buyurmuyor mu?
Umer Ibnu'l-Hattâb (R.A.)'dan, şöyle dedi: Adamın
biri gelerek Resûlullah (S.A.V. )'e şöyle dedi: Yâ Resûlellah, Allah indinde
İslâm'da, en efdal olan 65 nedir söyler misin?" Resûlullah (S.A.V.)
"Namazı vaktinde kılmaktır" dedi. "Zira namazı terk edenin dini
yoktur". Bu Hadis'i Beyhaki Şuab'ul Iman'da hasen bir senedle rivayet
etmiştir. El-Kenz (21618)
Binaen aleyh "namazı terk eden kadının da dini yoktur" böylelikle şer'i bir
nikâha müsâid değildir. Ehli Hadis'in İmam'ı olan Ahmed İbnu Hanbel'den de
şöyle bir kavil rivayet edilmiştir.
Muhammed İbnu'1-Fadl İbnu Ziyad'dan, (şöyle dedi:)
Ahmed İbnu Hanbel'e, kocası içki içip "namaz'ı kılmayan" bir
kadın'dan soruldu, Ahmed İbnu Hanbel de cevaben, "Eğer o kadının velisi
varsa ikisini ayırır" dedi. Ahmed Ahkamu'n-Nisa (206)
NAMAZ KILDIĞI MÜDDETÇE HALİFEYE İSYAN EDİLEMlYECEĞİ
BABI
Peygamber'in zevcesi Ününü Seleme (R.A.)'dan, o da
Resûlullah (S.A.V.)'den, Resûlullah (S.A.V.) şöyle buyurdu: "Şu muhakkak
ki, sizin üzerinize bir takım âmirler ta'yin olunacak da sizler onların
işlerinden bazısını güzel göreceksiniz, bir kısmını da çirkin görüb inkâr
edeceksiniz. Çirkin işi çirkin gören onun günahından beri olur. İnkâr ve red
eden de günaha iştirakten salim olur. Fakat çirkin işe rızâ gösteren ve o işte
faillerine tabi olan ise günahdan beri olmaz, cezadan salim kalamaz." Sahâbiler:
"Yâ Resûlellah! Böyle münker iş yapan âmirlerle mukatele yapmayalım
mı?" diye sorduklarında Resûlullah: "namazı kıldıkları müddetçe
hayır" cevabını verdi. Bu Hadis'i Müslim (1854) rivayet etmiştir.
Hadis'i Şerifin hülasası:
1- Namaz kıldığı müddetçe halifeye isyan
edilemiyeceği. Halife'den maksad devlet idarecisidir. İyi bilinmelidir ki,
zamanımızdaki devlet idarecilerinin hiç birisi, Hâlife değildir. Halife bile
olmuş olsalardı hepsinin katledilmesi gerekirdi, zira hiç birisi namaz
kılmıyor. Onlarla mukatele edecekleri yerde devlet reisi diye itaat edip,
karşılarında el pençe duranların kulakları çınlasın.
2- Halifeler "namaz kılar bile olsalar"
yaptıktan kötü işleri reddedip razı olmamak gerekir.
Muaz Ibnu Cebel (R.A.)'dan, (şöyle dedi:)
Resûlullah (S.A.V.) Tebûk gazvesinde iken ......... Güneş batıya doğru
kaydıktan sonra hareket etmeyi niyet ettiğinde öğle ile ikindiyi (öğle
vaktinde) beraberce cem ederek kılar sonra hareket ederdi. .................
Güneş battıktan sonra yola çıkmayı niyet ettiği zaman ise, yatsıyı acele
ettirerek akşam namazı ile (akşamın vaktinde) cem ederek kılar, sonra hareket
ederdi. Bu Hadis'i Ebu Dâvud (1220) Tirmizi (2/438) ve Ahmed (5/241) sahih bir
senedle rivayet etmişlerdir.
Zikredilen Hadis'i Şerif'de seferde iken ikindiyi
öğlenin vaktinde öğle namazı ile, yatsıyı da akşamın vaktinde akşam namazı ile
kılınabileceğine ruhsat vardır. İyi biline ki, namazın kazasına ruhsat veren
gayretkeşler, sarih nas olduğu halde seferde cem etmeye ruhsat
vermemektedirler. Vaktinden sonra kılınmasına! cevaz veren mazeretler ise
şunlardır.
Enes Ibnu Mâlik (R.A.)'dan, Resûlullah
(S.A.V.)'den, haber vererek şöyle dedi: Yolculuk acele sürüp gittiği zaman
Resûlullah (S.A.V.) öğleyi, ikindinin ilk vaktine kadar bırakır, müteakiben her
iki namazı cem' ederdi. Akşam namazını da kızıllık kayb 72 olana kadar
geciktirir, sonra yatsı namazı ile cem' ederdi. Bu Hadis'i Müslim (704) rivayet
etmiştir.
Enes İbnu Mâlik (R.A.)'dan, şöyle dedi: Nebiyyu
(S.A.V.) buyurdu ki: "Her kim ki namazı unutarak veyahut uyuyarak
kılmazsa, hatırladığında veyahut uyandığında kılsın, bundan başka o namazın
kefareti yoktur. Bu Hadis'i Buhâri (597) ve Müslim (684) rivayet etmişlerdir.
İbnu Abbas (R.A.)'dan, şöyle dedi: Resûlullah
(S.A.V.) Medine'de korku ve yağmur olmaksızın öğle ile ikindiyi, akşam ile
yatsıyı birleştirerek kıldı. 73 (Ravilerden Veki'in hadisinde ise) Dedim ki:
İbnu abbas'a: "Bunu niçin yaptı?" dedim. "Ümmetine zorluk
vermemek için" dedi. (Ebu Muaviye'nin hadisinde ise) İbnu Abbas'a: "Bunu
ne maksatla yaptı?" diye soruldu. "Ümmetine güçlük vermemek
istedi" dedi. Bu Hadis'i Müslim (705) rivayet etmiştir.
Bu bab'daki Hadis'i Şeriflerin hülasası:
1- Seferde iken, öğle ile ikindinin, akşam ile
yatsının birbirlerinin vaktinde takdimen ve te'hiren kılınabileceğine delâlet
eder.
2- Hadar'da da bazı şer'i mazeretlere binaen bu
namazların birbirlerinin vaktinde takdimen ve te'hiren kılınabileceğine delalet
eder. Tenbih: Hadar'da cem etme iyi bilinmelidir ki, Ümmet'e ağırlık olmaması
için bir ruhsattır. Bu zorluğu herkesin kendisi ta'yin eder. Değilse şialar
gibi devamlı cem etmeye ruhsat yoktur.
Bu bab'daki Hadis'i Şeriflerin hülasası:
1- Seferde, öğle ile ikindi namazını öğle vaktinde
akşam ile yatsıyı da akşamın vaktinde kılına bileceğine delalet eder.
2- Seferde, öğle ile ikindiyi ikindinin vaktinde
ve akşam ile yatsıyı, yatsının vaktinde kılınabileceğine delalet eder.
3- Unutarak veyahut uyuyarak kılanamayan namazın,
takdimen veya te'hiren cem ederek kılınabileceğine delalet eder. Yukarıdaki
zikredilen şer'i mazeretlerin haricinde namazları vakitlerinin dışında
kılınmaya ruhsat veren başka bir şer'i mazeret yoktur.
BAZI ŞÜBHELERÎN İZALESİ BABI
Namazı terk edenin hakkındaki varid olan bu
hükümlerin ağır geldiği bazı şübheciler, "BEYNAMAZLARIN" gayretli
müdafileri olarak, bize bazı sorular tevcih ederek bunca nassın karşısında
anlayamadıkları bazı Âyet ve Hadis'lerle, sanki Allah'ın dininde bir birine zıd
hüküm isbat edercesine itirazda bulunmaktadırlar. Zira bunca zikredilen Âyet ve
Hadis'ler "namaz'ı terk edenin, kâfir, müşrik, imansız ve dinsiz"
olduğunu isbat ettikten sonra "hayır namazı terk eden müslümandır"
demek ve birde bunu Kur'ân ve Hadis'le isbattan maada ifsad etmeye çalışmak,
"Allah'ın dininde tezat olduğunu iddia etmektir". Ey Allah'ın kulu!
Şunu iyi bilmelisin ki, "vahy-i ilâhi olan kitab ve sünnet'te"
birbirine zıd hükümler yoktur. Böyle bir şeyi düşünmek dalalet, bilmeden
söylemek ise cehaletin katmerlisidir. Binaen aleyh Subhanehu ve Teâlâ buyuruyor
ki: ma'nasmı düşünmeyecekler mi? Eğer o (Kur'ân) Allah'dan başkası tarafından
olsa idi, muhakkak ki içinde birbirini tutmayan bir çok sözler ve hükümler
bulacaklardı. Nisa Sûresi: 82
Başka bir Âyet'i Kerîme'de ise şöyle buyuruyor:
Allah sana "Kur'ân'ı ve sünnet'i" indirdi: Evvelce bilmediklerini
sana öğretti." Nisa Sûresi: 113
Binaen aleyh Resûlullah (S.A.V.) buyuruyor
ki: Ebu Hureyre (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.)'den,
şöyle buyurdu: "Ben hak olandan başka bir şey söylemem." Ashabından
bazıları "Pekiyi yâ Resûlellah sen bazen bizimle şaka da yapıyorsun (ya'ni
bunlarda mı hak) "Evet ben haktan başka bir şey söylemem" buyurdular.
Bu Hadis'i Ahmed (2/340) ve Tirmizi (2058) sahih bir senedle rivayet
etmişlerdir.
Madem ki Allah Resulü (S.A.V.)'in her söylediği
haktır, hak olan sözlerde de birbirine muhalif kaviller bulunmaz, zira
ihtilaflı birbirine uymayan sözler batılın hakkıdır.
Subhanehu ve Teâlâ buyuruyor ki: "Hak
olandan sonra da dalaletten başka ne vardır?" Yunus Sûresi: 32
Ey Allah'ın kulu! Bu külli kaideyi iyi anladı isen
sana anlatılan her mes'eleyi rahatlıkla anlayacağın muhakkaktır. Şimdi
anlayamadığın her mes'eleyi sorabilirsin.
Soru:
Deniliyor ki, sahih Hadis'te sabittir, "la ilahe illallah diyen herkes
cennete girecektir" binaen aleyh namazı terk eden kâfir olamaz âsi
günahkâr bir müslümandır, buna ne dersiniz? Bize cevab verin Allah da size ecir
versin.
Cevab:
Evet Allah Resulü (S. A. V.)'den öyle bir sahih Hadis ya'ni "Allah'tan
başka ilah yoktur diyen herkes cennet'e girecektir" diye bîr rivayet varid
olmuştur. Yalnız istidlal mevzuu hatalıdır. Zira şimdiye kadar bu risalemizde
namazı terk edenin hakkında nakl etmiş olduğumuz bütün rivayetlere muhalif bir
istidlaldir. Zira "namazı terk eden müşrik'tir, kâfir'dir, dini ve iman'ı
yoktur" diyenle "la ilahe illallah" diyen herkes cennete girecek
diyen aynı zattır, ya'ni Allah Resulü (S.A.V.)'dir. Yukarıda da izah ettiğimiz
gibi Allah'ın dininde birbirine muhalif hükümlerin bulunması hakkaniyyetine
zıddır. Böyle bir şey düşünülemez bile.
— Fakat diyebilirsiniz ki evet dediğiniz gibi
dinde birbirine muhalif hükümler yoktur ama bize anlatanlar böyle anlattığı
için biz böyle anlıyoruz. — Biz de deriz ki, burada size anlatılmayan ve
anlamakta istemediğiniz mühim bir mes'ele var.
Evet Allah Resulü (S.A.V.) buyuruyor ki:
Ubadet' Ibni es-Samit (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.)'den, şöyle
buyurdu: "Her kim Allah'dan başka ilah ve Muhammed'in Resulü olduğuna
şehadet ederse Allah ona cehennem'i haram kılmıştır." Başka bir rivayette
ise şöyle varid olmuştur: "Her kim ki, Allah'tan başka ilah yoktur derse
cennet'e girer" denilmiştir. Evet La ilahe illallah diyen cennet'e girer
fakat şunu iyi bilmek gerekir ki, bu sözün muktezası vardır. Herkesin
ma'lumudur ki, gereği yapılmayan her sözün insanlar indinde değeri yoktur,
insanlar arasında böyle olunca biz nasıl olurda bizim yanımızda değer taşımayan
şeylerin Allah indinde değerli olmasını taleb ederiz. Allah'tan başka ilah
yoktur diye ikrarda bulunan kişi, Bunu daha bariz bir şekilde izah edebilmek
için o şübheciye şöyle bir soru tevcih etsek ne der acaba.
— Bir kişi düşünün ki "Allah'tan başka ilah
yoktur" sözünü, ikrar ediyor, sadece Kur'ân'ın Ayet'lerinden bir tek
Âyet'i inkâr ediyor, acaba bu kişinin hükmü nedir? Tabiîki şübheci efendi
"kâfirdir" diyecektir. Pekiyi senin kaiden üzere bu kişi "Allah'tan
başka ilah yoktur" diyor, ne dersin sen de "la ilahe illallah"
diyen kişiyi tekfir ediyorsun. Böylelikle az önceki kaideden irtidad etmiş
olmadın mı? Bu sorunun karşısında ne diyeceğini şaşıran şübheci kendisini
toparlayarak, evet ama Kur'ân'ın bir tek âyet'ini de olsa inkâr edenin kâfir
olduğuna Kur'ân'dan ve Hadis'ten sarih nass vardır diye itirazda bulunmaya
başladı.
— Bizde dedik
ki: Be Allah'ın kulu risalenin başından beri bizim
zikrettiğimiz naslar nedir, bunlar sana namazı terk edenin kâfir, müşrik,
dinsiz ve imansız olduğunu isbat etmiyor mu? — Evet ama "namazın
farziyyetini inkâr etmiyor". — Pekiyi sen bize namazın farziyyetini inkâr
eden kâfir olur diye birtek nas bulabilir misin? Eğer böyle bir şey
yapabilirsen bizde kavlimizden avdet ederiz. Dikkatlice okuduysan farkına
varmışındır ki zikretmiş olduğumuz bütün deliller, namazı terk edenin müşrik,
kâfir, namazı olmayanın dinsiz ve imansız
olduğuna delâlet "Kendilerine Kur'ân (ya'ni
"namaz kılın" emri) okunduğu zaman, secde etmezler. (Ya'ni
"namaz kılmazlar". Daha doğrusu, o "kâfir olanlar" bu
(halleri ile ya'ni namaz kılmayışları ile, Allah'ın azabından korkmayarak
âhireti) tekzib ederler." Inşikak Sûresi: 20/21
"Onlara "namaz kılın" denildiği
zaman, "itaat edip namaz kılmazlar". (Namaz kılmayarak Allah'ın
hükümlerini) yalanlayanların o gün vay haline." Murselât Sûresi: 48/49
"Bizim Âyet'lerimize öyle kimseler iman
ederler ki, Âyet'lerimizle kendilerine öğüt verildiği zaman, secdelere
kapanırlar ve rab'lerine hamd ile teşbih ederler de kibirlenmezler". Secde
Sûresi: 15
Sonra, bu peygamberlerle, salih kimselerin
arkalarından (kötü) bir nesil geldi ki, "namazı terk ettiler",
şehvetlerine uydular; bunlar da Cehennem'deki "gayya" vadisini
boylayacaklar. Ancak "tevbe edip iman eden ve salih amel" işleyenler
müstesna." Meryem Sûresi: 59
Ey Allah'ın kulu
görüyorsun ki, yukarıda zikredilen taifeler
"namazı kılmayarak" bu hareketleriyle Allah'ın Âyet'lerini yalanlamış
oluyorlar, senin dediğin gibi namazın farziyyetini inkâr ederek değil. Bu Âyet'lerin
karşısında sükût eden, şübheci başka bir itiraz getirmek istercesine biraz
düşündükten sonra şöyle dedi. — Pekiyi kabul edelim ki "namazı terk eden
müşrik ve kâfirdir" bize deniliyor ki, şirk ve küfür iki kısımdır,
1- islâm'dan çıkaran şirk ve küfür.
2- İslâm'dan çıkarmayan şirk ve küfür.
Acaba namazı terk eden kişi bunların hangisinde
vuku' bulmuştur ki, siz hemen namazı terk edene müşrik ve kâfir diyorsunuz.
Cevap:
Biz ümid ederiz ki, namazı terk eden islâm'dan çıkarmayan şirk ve küfürde vuku'
bulmuştur. Hem biz milyonlarca müslümana müşrik veya kâfir diyemeyiz.
Ey Allah'ın kulu iyi dinle, senin bu
müşkilatın geçen mes'elen kadar mühim değil fakat tahrif yönünden çok şerli bir
mes'eledir. Evet söylemiş olduğun gibi şirk ve küfür iki kısımdır.
Birincisi islâm'dan çıkaran kısım, ikincisi ise
islâm'dan çıkarmayan kısmıdır. Biz sana önce şirki anlatalım, sonra da
küfrü anlatırız.
Şirkin
kısımları şunlardır:
1- Sahibini ebedi cehennemde koyan şirk.
2- Küçük şirk denilen gizli şirk ya'ni riya.
Biz sana önce küçük şirk ya'ni sahibini ebedi
cehenneme sokmayan "riya"dan bahsedelim, sonra sen kendin büyük
şirkin ne olduğunu anlarsın bi iznillah.
Ahmed Ibnu Hanbel Müsnedin'de Resûlullah
(S.A.V.)'den şöyle bir Hadis rivayet etmektedir. Mahmud Ibnu Lebid
(R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) şöyle buyurdu: "Sizin için en çok korktuğum şey küçük şirktir".
Sahabeler dediler ki: "küçük şirk nedir yâ resûlellah?" Allah Resulü
(S.A.V.)'de cevaben "küçük şirk
riyadır" buyurdu. Bu Hadis'i Ahmed Ibnu Hanbel (5/428) sahih bir
senedle rivayet etmiştir.
Ve başka bir Hadis'i Şerif'de de Resûlullah
(S.A.V.) Ebu Said el-Hudri (R.A.)'dan, şöyle dedi: Bir gün bizler kendi
aramızda "mesihu'd-deccaF'dan konuşurken Allah Resulü (S.A.V.) çıka geldi.
(Bize hitaben) şöyle buyurdular: "Benim yanımda sizin için
"mesihu'd-deccaP'dan daha korkulu bir şeyi size haber vereyim mi?"
Bizde "Evet yâ Resûlellah haber verin" dedik. (O) "gizli şirk"tir buyurdular. Kişi namaz
kılmaya kalkar da birisinin kendisine baktığını anlayınca namazını güzelleştirir"
dedi. Bu Hadis'i Ibnu Mace (4204) ve Beyhaki hasen bir senedle rivayet
etmişlerdir.
Yukarıdaki zikredilen Hadis'i Şerifler
"İslâm'dan çıkarmayan" şirkin ne olduğunu itiraz bırakmayacak bir
şekilde izah etmektedir. Ya'ni küçük şirkin "diya" olduğunu
anladıktan sonra namazı terk etmenin "büyük şirk" olduğunu
anlamışındır artık.
Küfrün kısımlarına gelince onlar da şöyledir:
1- Küfrü Billah.
2- Küfrü'n-Ni'me.
Cabir İbnu Abdullah (R.A.)'dan, şöyle dedi: Bir
bayram günü Resûlullah (S.A.V.) ile birlikte namazda hazır bulundum.
................. İnsanlara, Allah'a karşı takva üzere bulunmalarını emir,
Allah'u Teâlâ'ya itaata teşvik ederek va'z ve tezkir'de bulundu. Sonra yürüdü.
Kadınların bulunduğu tarafa gelince onlara da va'z ve tezkirde bulundu. Onlara.
"Sadaka verin. Zira siz kadınların çoğu cehennem kütüğüdür" buyurdu.
Kadınların en hayırlılarından ve yanakları kırmızımtırak olan biri ayağa
kalkıp: "Yâ Resûlellah! Niçin?" diye sordu. Resûlullah: "Çünkü
siz halinizden çokça şikâyet eder, ni'met'e karşı küfür (ya'ni nankörlük)
edersiniz" cevabını verdi. Bu Hadis'i Müslim (885) rivayet etmiştir.
Böylelikle de islâm'dan çıkarmayan küfrün ne
olduğunu öğrenmiş oldun. Aslında, şirkin izahından sonra böyle bir izaha lüzum
yoktu, ama yine de faidesi olur inşa' Allah. Şübhecilerin getirmiş oldukları
başka bir itiraz da şudur.
Resûlullah (S.A.V.) rivayet olunuyor ki: Ubadet'
İbnu es-Samit (R.A.)'dan, şöyle dedi: "Günde beş vakit namazı Allah
(müslümanlara) farz kıldı. Kim abdestlerini güzel alarak, rukularına, huşularma
riayet ederek, onları vaktinde kılarsa, o kimse Allah'u Teâlâ'dan hatasını af
edeceğine ahd ya'ni söz almış olur. Kim böyle yapmazsa Allah'u Teâlâ onu ahd
ya'ni söz vermiş olmaz, dilerse o kimseyi bağışlar, dilerse azab eder. Bu
Hadis'i Ebu Davud (421) Ahmed ve Nesei (462) rivayet etmişlerdir.
Bu zikredilen rivayette, namazı terk edeni Allah
isterse af eder, isterse azab eder diye bir lafız yoktur. Zira namazı vakitleri
içerisinde rukuları ve huşuları ile muhafaza etmemek başka, namazı terk etmek
başkadır. Zira namazdaki itmi'nanın zayi olmasıyla kişinin İslâm milletinden
gayrı bir millette öleceğine dair rivayetler bir hayli kabarıktır.
Hem de bizzat Ubadet' İbnu es-Samit (R.A.)'nun
kendisinden namazı terk edenin İslâm milletinden çıktığına dair rivayet vardır
ki, geçen bablarda zikrettik, burada zikrine lüzum olmasa gerek.
İbnu Hazm (R.H.) meşhur "muhalla"nam
eserinde şöyle diyor. Bu mevzuda ya'ni namazın terki hususunda bize, Umer
İbnu'l-Hattab, Muaz İbnu Cebel, Abdurrahman İbnu Avf Ebu Hureyre ve daha sair
sahabelerden (R.A.)'den namazın farz olduğunu bilerek terk edenin "kâfir ve mürted" olduğuna dair
bir çok rivayetler ulaşmıştır. Sahabelerin bu icma'ına muhalif hiç bir şey
duyulmamıştır.
Mezheb imamlarından, Hadis ehlinin imamı kabul
edilen Ahmed İbnu Hanbel'de namazı terk eden için şöyle diyor. "Namazı terk eden kâfirdir, mürted"dir,
tevbe etmesi istenir. Eğer tevbe etmezse böylece öldürülür, ne yıkanır ne
namazı kılınır ve ne de müslüman kabristanlığına gömülür.
İbnu Teymiye (R.H.)'de "vasiyyet'ul-kübra"da
şöyle naklediyor. Buluğ çağına ermiş birisi farz namazlarından birisini terk
eder veya farziyyetinde ittifak edilen erkanlarından birisini terk ederse,
tevbe ettirilir eğer tevbe etmezse öldürülür. Âlimlerden bazıları ise şöyle
demişlerdir, namazı terk eden kâfir'dir mürted'dir, ne namaz) kılınır ve ne de
gömülür. Vasiyyetu'l-Kübra (320) V elhamdülillah! rabbi-1-âlemin
HICRET
Hicret dedigimiz
zaman manasi <intikal,yani bir kimsenin bir beldeden bir beldeye
intikali>Bu umum manasi gerek maddi,gerek manevi,gerek çalisma,gerekse dini
yüzünden olsun bir beldeden diger bir beldeye intikaline denir.
Burada tabi iki
beldeden kasit küfür diyarindan Islam diyarina intikaldir.Mevzuya geçmeden önce
bilmemiz gereken iki husus vardir.
Buda Islam da
Darul Küfür ve Darul Islam mefhumunun anlasilmasi, yani hangi diyar Islam
diyaridir,hangi diyar küfür diyaridir?
Bu gün en çok
tartisilan mevzulardan biride budur.
DARUL KÜFÜR dedigimiz
zaman,kafirlerin hükmettigi küfür kanunlarinin icra edildigi,kafirlerin nüfusunun
o beldede hakim oldugu diyardir.
Buda iki
çesittir,bir kismi Darul Harp:.Ikinci kismi Darul Sulh. Bir harp
halinde olup,sulh içinde yasanmasina Darul Sulh diyoyoruz.
DARUL SULH :Müslümanlar ile
kafirler arasinda sulumet,baris olan diyardir.Hükümler kafirlerin
olup,aralarinda Müslümanlarin da bulundugu beldedir.
DARUL ISLAM:Veya Islam diyari
dedigimiz zaman,müslümanlarin hükmettigi veya Islam hükümlerinin icra olundugu
ve nüfusun müslümanlara ait oldugu diyardir.Velevki nüfus yönünden kafirler
teskil etse bile,O Islam diyaridir.Önemli olan Islam kanunlarinin geçerli
olmasi ve icra edilmesidir.
Kuranda Hicreti
Emreden,Sünnet de Hicreti Emreden Deliller
Nisa Suresi / 97. Kendilerine
yazik edenlerin canlarini aldiklari zaman onlara: "Ne yaptiniz
bakalim?" deyince, "Biz yeryüzünde zavalli kimselerdik"
diyecekler, melekler de:"Allah'in arzi genis degil miydi? Hicret
etseydiniz ya!"cevabini verecekler. Onlarin varacaklari yer
cehennemdir.Orasi ne kötü dönülecek yerdir!
/98. Çaresiz
kalan, yol bulamayan zavalli erkek, kadin ve çocuklar müstesnadirlar.
/99. Iste Allah'in
bunlari affetmesi umulur. Allah Affedendir, Bagislayandir.
Evet bu ayeti
kerimeler bize hicretin faziletini anlatmaktadir.Islam kafir diyarindan veya
müsrik diyarindan,Islam diyarina _Abdullah’in oglu Cerir Rasulullah (sav)den
:Müsriklerin arasinda ikamet eden her müslümandan ben beriyim diyor,dedilerki
ya Rasulallah niye ?
_Çünkü ikisinin
atesi birbirine benzemez.Yani birbirinin hükümleri,kanunlari,nizamlari ayni
degildir.
(Ebu Davud
2645/Tirmizide de sahih olarak gelmistir.)
*Kim bir müsrikle
bir olursa onunla bir mesken kurarsa oturursa,muhakkak ki onun gibidir( Ebu
Davud ) Burada bir müsrikle cima üç surette olur
Birincisi bir
müsrik kadinla evlenmek sureti ile,ikincisi bir müsriki kendine dost edinip
onunla yasamak sureti ile,üçüncüsüde bir müsrik kadinin veya bir müsrik erkegin
müslüman olduktan sonra müsrik kadinla veya erkekle esi ile kalmasi sureti ile
olur.Iste bunlardan birtanesi vuku bulursa onunla yerlesirse onun gibidir.
Bir müsrik müslüman
olduktan sonra müsriklerden ayrilmadik ca , Hicret etmedikçe Allah onun hiçbir
amelini kabul etmez (Nesei , Zekat 73 / Ibni Mace hudut 2 / Ahmet 5/5)
Rasulullah
(sav)den sunu isittim; Tevbe kesilinceye kadar hicret kesilmez ve hicret devama
eder , Kiyamete kadar bakidir , Günes battigi yerden doguncaya kadarda tevbe
kapisi kapanmaz.( (Ebu Davud 2475 / Darimi/ Ahmet 99/4)
Müsriklerele
beraber yerlesmeyiniz mesken edinmeyiniz ve onlarla beraber olmayiniz . Kim
onlarla mesken kurarsa ve birlesirse o kimse bizden degildir . (Hakim
Müsteddede zikretmistir / Hafiz Zehebide sahih demistir.)
Evet böyle bir
giristen sonra Hicretin manasina gelelim ;
Lugatta : Terk
etme , bir boslugun dolmasi manasindadir.
Istilahta : Küfür
ve sirk diyarindan Islam diyarina intikaldir.
Hicret iki
çesittir ;
1_Maddi ve cismani
Hicret vardir , buda intikaldir .Kisinin maddeten ve cismen intikal etmesi ,
buda hicretin her yerini kapsar herhalde
(Ikinci manasi
vardir ki aslinda ilk hicretten önce maddi ve cismani hicretten bu ikinci
hicret daha önemlidir.Buda hakiki ve manevi hicrettir ki cesette buna tabi olur
. Buda söyledir ki ;)
2_Baskasinin yani
Allah tan gayri bütün efradin her seyin muhabbetinden ve kullugundan Allah in
muhabbet ve kulluguna hicret .Baskasinin korkusundan veya ümidinden veya
baskasina tevekkülden Allah a dönme Ona intikal etme buki manevi hicrettir . Bu
manada Rasulullah (sav)den bir rivayet vardir.
Muhacir (hicret eden
kimse ) Allah in nehyetmis oldugu yasakladigi masiyet saydigi seyleri terketme
(Ebu Davud 2481/Buhari / Müslim )
__Bir müsrik
Müslüman olduktan sonra müsriklerden ayrilmadikça hicret etmedikçe Allah onun
hiçbir amelini kabul etmez.(Nesei zekat_73/Ibn i Mace hudut 2 )
AKLIMIZA SÖYLE BIR
SORU GELEBILIR _Hicretin gayesi maksadi amaci nedir ? Niye yapilmaktadir?
Evet Islam izzet
ve kuvvet dinidir . Bir müslümanin kafire kafirlere zelil olmasini kabul
etmez.Bir müslüman onlarin aralarinda kaldikça ister istemez kendi kalbinde ,
hislerinde asagilik kompleksi dogar .Ve bu sekilde onlara dayanma durumuna düser.
Ve nitelendirilebilir
Bu yüzden Islam
dini hicreti farz kilmis gücü yeten bir müslümanin onlar arasinda müsaade
etmemistir .Bu gibi sebepler yüzünden , ancak zaruretler müstesna .
HICRETIN KISIMLARI
Hicretin
birkaç tane kismi vardir ;
a)Darul harpten
veya Darul küfürden Islam diyarina hicrettir .Bunun farziyeti ilk hicretten
beri “yani müslümanlarin sav zamanindan tutunda Habesistan hicretinden ,
Mekkeden Medineye hicretten ta kiyamete kadar bu hicret bakidir .(az önceki
rivayet buna delildir Ebu Davut 2475) Evet tevbe kapisi kapanincaya kadar
Hicret kapanmaz .
b)Ikincisi ise ;
Bidat beldesinden çikmak ; Karamilitanlarin , zindiklarin bulundugu beldeden .
Imami Malik (ra)
dediki; Selefi Salihine sövüldügü , eza edildigi , küfredildigi bir beldede bir
kimsenin ikame etmesi helal degildir . Bunu Ibnul Arabi Ahkamul Kur an
tefsirinde 1/484 de nakletmistir . Evet bundan sebep onlarin bidatine
aldanabilir onlar gibi yani bidat ehli olur korkusuyladir.
c)Haramin galip
oldugu beldeden çikmak ; çünkü helali talep etmek her müslümana farzdir.
Düsünün bir beldede galibiyet haramda , yiyecek içecek te kazançta artik bir
müslümanin orada haramdan kurtulmasi maddeten mümkün olma durumu varsa ;bu defe
ne yapar? Helali kazanmak kastiyla baska bir memlekete hicret eder . Çünkü
neden ? Helali aramasi, talep etmesi farzdir . Ama yasadigi beldede kendi
ihtiyaçlarini karsilayacak helal seyler varsa ; ondan kazanabiliyorsa ; bu defa
bundan muaf tutulur. Ama öyle bir duruma düser ki Artik kendi ihtiyaçlarini
haramlik yüzünden gideremez . Galibiyet haramdir. Artik oradn intikal etmesi
gerekir .
d)Bir müslümanin
nefsine yapilan eziyet yüzünden o yerden çikmasi gerekir . Müslümana eziyet
ediliyor dövülüyor , hapse atiliyor , çesitli eziyetler yapiliyorsa müslümanin
oradan çikmasi intikal etmesi gerekir. Bunu dinler tarihinde ilk olarak Ibrahim
as yapmistir . Çünkü kavminden korkunca (Hani biliyorsunuz putlari kirdi ,
onlarin taptiklarinin batil oldugunu her seyi anlatti onlardan beri oldugunu
söyledi ) dediki ; Ben Rabime hicret ediyorum (Ankebut 26) Ben Rabbime gidicem
ve O bana yol göstericektir (Saffat 11)
Biliyorsunuz ki
bunu Musa as da yapmistir. Askerlerden bir kiptiyi öldürünce Firavunun
sarayindan biri gelip çik burdan bir topluluk seni öldürmek için yola çikti
dediginde ; Oradan ayrilip Suayp as min oldugu yere Medyene hicret etmistir .
e)Müslümanin
malina veya namusuna eziyet korkusu varsa oradan çikabilir . Çünkü müslümanin
mali ve namusunun hicreti , kaninin haramligi gibidir . Müslümanin kani diger
müslümana nasil haramsa mali ve namusuda haramdir .
f)Zararli bir
beldede , yani o beldede hastalik varsa ve o beldeyi hastalik sardiysa o
beldeden temiz olan bir beldeye çikabilir. Peygamber efendimiz sav “ haramilere
beldeleri zarar görünce oturmaz hale gelince Merc denilen yere çikmalarina izin
vermistir .Taki beldeleri düzelinceye kadar.(Sihhi yönden düzelinceye kadar.
)Ancak hadiste bir istisna gelmistir. Taun hastaligi çikan yerden çikmak
yasaklanmistir. Çünkü o hastalik baska yere sirayet etmesin diye taun olan
beldeden disarida çikmasini ,içeride girmesini yasaklamistir. Tabiki bu istisna
kilinmistir.
Muhterem
kardeslerim simdi asil konumuza geçelim ; Darul harpte veya Darul küfür de
ikame eden kimseler yani müslümanlar üç kisimdir ;
1.Kisim Bunlar kafirlerle
ikame ediyor ve onlara ragbet ediyor , dost olarak onlari seçiyor , dinlerinden
razi oluyor ve onlari meth ediyorsun . Müslümanlara karsi o kafirlere yardimci
oluyorsun , böyle yapan bir sahis kafir olur. Islamin hükmü bu sahis hakkinda
budur , yani o adam kafirdir.
2.Kisim Mal , evlat veya
memleket sevgisi yüzünden onlarla ikamet ederse ; düsünün ki oturdugu memleketi
kafirler istila etmis , orada dogdun , orada büyüdün , malin orada, ailen orada
, her seyin orada , o memlekette dinini izhar edemiyorsa ,(izhardan kasit ;
Eshedü enla ilahe illallah ve eshedü enne muhammeden abdehü verasuluh demek
degil , namaz kilmakta yeterli degil , yani dini açiktan ilan etmektir) dinini
yasayamiyorsa , Ben müslümanim , siz kafirsininiz , aramizda düsmanlik vardir !
demesi , bunu izhar etmesi lazim , bu izhari yapamiyorsa , Hicrete de gücü
varsa , bunu yapmiyorsa , Hicreti terk etmesi yüzünden Allah ve Rasulüne asi
gelmistir . Bu sekilde büyük bir günah islemistir. Ancak bu memlekette yani mal
ve evlat sevgisi yüzünden o memlekette kaldigi için tekfir edilmez , ama büyük
günah islemis bir sahistir . Yani nefse zulmedenlerdendir. BU mevzuuyla ilgili
olarak Rasulullah sav zamaninda bir vakia olmus .
***Abdullah bin
Mesut naklediyor ; Müslümanlardan bir topluluk kafirlerle beraber idiler .
Müsriklerle beraber idler ve müsriklerin toplulugunu çogaltiyordu , onlarla
beraber olunca . müsriklerle kalan bir müslümana ok isabet eder ve böylelikle
onlardan bir tanesi ölür.
Veya müsrikler ne
yapar yapar onu öldürür . Iste onlar hakkinda Allah Nisa 97 yi indirir
Allah teala tevbe
24. ayeti ile zikrolunan sekiz tane sinif yüzünden olan özrü geçersiz saydi.
Bunlar nedir ? Baba , ogul , kardes , akraba ,biriktirilen mal , zayi
olmasindan korkulan ticaret , razi olunan mesken bunlar yüzünden kisi hicret
edemiyorsa , gücü yettigi halde , Allah cc onun bu özrünü kabul etmiyor .
Onun için hicrete
gücü yettigi halde Cenabi Hak onu fasiklardan saymistir . Büyük günah
islemistir . Allah a ve Rasulüne asi gelmistir ki ve bulunduklari belde Mekke
beldesiydi ,Allah a en sevimli olan belde , en muhabbet duyulan beldeydi .O gün
o beldede kalmk özür sayilmiyordu ise artik ondan gayri olan beldelere ne
demeli .
3.Kisim Darul harpte
,Darul küfürde 3. grup müslümanlardan ; Kafirler arasinda beis olmayan
kimselerdir .Yani küfür beldesinde kalmasinda beis olmayan kimselerdir
.Bunlarda iki kisimdir ;
a ) Birinci sinif
dinini aralarinda izhar eder , kendi dinini kafirler arasinda izhar eder . Ve
onlarin küfrründen , küfür elinden kafirlerden teberrü eder . Evet onlarin batilda
oldugunu kendilerinin Hak ta oldugunu onlara tahsih eder. Evet sav müsriklere
ilk zaman okudugu
ayetlerden bir
tanesi _Ey kafirler toplulugu / kafirun _Siz Benden berisiniz , Bende sizden
beriyim . Böyle açikça dinini yasayabiliyorsa
tahsih edebiliyorsa
o zaman onlarin o beldeden baska beldeye hicret etmeleri gerekmez. O beldede
kalmalarinda herhangi bir beis yoktur .Sayet bir Islam beldesi kurulma durumu
olursa o zaman gider yoksa kalmasinda bir beis yoktur.
b)Ikinci sinif ise
mustazaaf yüzünden yani zarureti yüzünden de geçtigi gibi Nisaa75 Size ne
oldu da Allah yolunda ve "Rabbimiz! Bizi, halki zalim olan bu sehirden
çikar, bize tarafindan bir sahip gönder, bize katindan bir yardimci
yolla!" diyen zavalli erkekler, kadinlar ve çocuklar ugrunda
savasmiyorsunuz! Yani kafirlerden tagullüs etmeye gücü yetmiyor , çikmaya
kurtulmaya , yol bulmaya durumu yoksa , aciz ise , ihtiyar , yasli , çocuk veya
esir durumda olan kimseler istisna edilmistir. Ve bunlar bir ayeti kerimede
diyor ki Rablerine söyle dua ederler ; Ey Rabbim bizi ehli zalim olan bu köyden
bizi bur dan çikar ve senin yaninda bize bir dost gönder.
Bu kimseler
mustazaaf , tabi bu devirde mustazaaf insan çok az veya yok gibidir .
Baska bir mesele
daha var . Buda kafir diyarinda veya darul harpte , ister darul hunpta i ister
darul sulhta olsun bunlar Darul küfrün kisimlaridir .
Küfür diyarina
ticari maksatla gitmeye gelince ; Alimler demislerdir ki dinini izhar edebilip
kafirlerle dost olmazsa kendinden emin ve dinini izhar edebilecekse bu sekilde
küfür diyarinda ticareti caiz görmüslerdir. Hatta bazi sahabelerden böyle
hicret edenler olmus Imami Ahmet in müsnedinde rivayetler vardir . lakin aksine
kafire dinini izhar edemeyip onlarla dost olma korkusu varsa , yani onlar gibi
olma korkusu varsa bu defa kati suretle islam beldesinden çikmasi caiz degildir
. Kafir beldeye yolculugun yasaklanmasi veya Kur anin o beldeye götürülmesi
yasak . Alimler böyle hamlediyorlar . Sayet dini yasamama korkusu varsa bu defa
kati surette gitmesi caiz degildir ..Böylelikle bu Hadisi serif düsman olan bir
memlekete Kur an ile seyahati yasaklamistir. Ve bu rivayet sahsa initbah eder .
Çalisma is
maksadiyla hicret veya göç böyle bir diyara gitme ayni hükme baglidir .
Allah Rasulü (sav)
biliyorsunuz O’nun hicretinden önce Habesistane hicret oldu.Ve ondan sonra
Müslümanlar sahabeler Mekke den Medine ye hicret ettiler.Osman ibni Affanin
kafilesi ile 83 kisi hicret ettiler.Ve Mekke’de sadece Rasulullah (sav),Ebu
Bekr,Ali (ra) ve
Esma binti Ebu
Bekr ,birde rivayetlerde Ibni Hisamin siretinde geldigi gibi Hz.Ebu Bekrin oglu
Abdullah oda Mekke de bulunuyordu.
Tabi Mekke
müsrikleri Rasulullah (sav)’in ona iman eden bir toplumun artik buradan göç
edip baska bir yerde onlara karsi toplanip,birlesip harp açacaklarindan
Rasulullah (sav)efendimizin böyle bir ise tesebbüs edeceginden bir devlet
kuracagindan korktuklarindan dolayi Rasulullah (sav),çikartmaya ve onu
öldürmeye kasdetmislerdi.
Buda Rasulullah
(sav),hicretinden bir gece önce daha evvel anlastiklari bir vakitte devamli
istisare yaptiklari Darul Nedve denilen yerde toplandilar, Rasulullah (sav)in
durumunu konustular.Artik tahammül edilmez hale geldigini ve ona iman eden
kimselerin çok oldugunu ve bunlarin ileride onlara bükük bir tehlike arz
edecegini bu gibi meseleleri konustular.Bir aralik içeri insan suretinde Iblis
(la)
Içeri girdi.Evet
bir seyh suretinde içeri girdi.Ibni Hisamin siretinde bu sekilde naklediliyor.
Ve kendisine soruldu _Sen neredensin ?
Dedi ki _Ben
necitliyim ve ondan sonra bende sizlerle bu konuyu görüsmek istiyorum,bende
görüslerimi söylemek istiyorum .Onlarda tamam dediler Sende gel ve içeride
aralarinda çesitli kararlar aldilar her aldiklari karara bu iblis hayir diyordu
Ancak en sonunda Ebul Idalcem dedikleri Ebu Cehil almis olduklari kabul etti.O
karada su idi _Her kabileden bir genç alin ve bu her gencin eline keskin bir
kiliç verin ve böylelikle yarin geceleyin Muhammed yatagina girecegi zaman
birden bire üzetrine varsinlar ve onu öldürsünler,böylelikle
Kan bütün kabilelere
dagilmis olacaktir.Abdil menaf ogullari kabilelere karsi
gelemeyecektir,hangisinden kan talep edecektir.Böylelikle
Sayet diyet
isterlerse diyeti veririz,Böylelikle Muhammed ten kurtulmus oluruz.Ebu cehilin
vermis oldugu karar veya görüs buydu ve bu görüs ikrar edildi ve kabul
edildi.Her kabileden Rasulullah (sav),dinine ve ashabina düsman olan bir gencin
eline keskin bir kiliç verildi ve o gece Cenabi Hak Cibril (as)gönderdi Dediki
Ya Rasulallah sen bu gece burada yatma tabi Rasulullah (sav),orada yatmadi ve
yerine hz Aliyi yatirdi ve kendisine yaterken giydigi burdesini ona verdi sen
burada yat dedi Rasulullah (sav) de orada bulunuyordu fakat yatili degildi tam
o sirada geldiler yanlarinda Ebu Cehilde vardi lakin gençlerde vardi Rasulullah
(sav) öldürmeye gelen gençler
Bu kim diyordu
Rasulullah (sav) onlar tam girme sirasinda Yasin suresinin 1,11 ayetine kadar
okudu ve üzerlerine toprak saçdi ve attigi o toprak her müsrikin basinda yer
etti O an tabi Rasulullah (sav) göremediler Cenabi Hak onlara göstermedi.Yasin
8. okurken aralardan geçip gitti ve tabi içeriye girmeden önce baktilar ki
hepsinin üzerinde toprak var.Nereye kaybuldu diye sasirdilar
göremediler.Ileride ki sahislar dediler ki Muhammedi mi ariyorsunuz o çoktan
buradan gitti dediler birde içeriye girip baktilar ki Hz Ali yatakta yatiyor
Rasulullah (sav) kendisi bu defa daha sonra Ebu Bekr (ra)evine geldi tabi Ebu
Bekr(ra) Rasulullah (sav)den hicretten sonra Müslümanlarin Mekke den Medine ye
hicretinden sonra kendisi paygamber (sav)den hicret izni istiyordu Fakat
Rasulullah (sav)
Onun her
isteyisinde diyordu ki _Umulur ki Allah sana bir Dost gönderir onunla beraber
hicret edersin ve bu söz onun kalbine yer etmisti Oda onunla beraber olmak
istiyordu bu hicrette.Ve kendisi bu sebeple iki deve satin almisti bu sebeple
onlari sakliyordu
Bir tanesi kendine
bir tanesi Rasulullah (sav) me Hz Aise ra anlatiyor diyor ki ;sav diger o gün
hiç gelmedigi bir saatte geldi ve dedi ki ;
Ebu Bekir Allah
bana hicret etme müsaadesi verdi _ve defa Ebu Bekir ra dedi ki ;
Dostluklarinimi ariyorsun Ya Rasulallah beraber hicret etmemizi istiyorsun
.Evet Hz Aise diyordu ki _O gün bir insanin ferahladiginda aglayacagini hiç
düsünemiyordum. Ferahliktan diger bir aglama geldi. Ferahliktan Ebu Bekir’ e
aglama geldi. Bu defe Abdullah arkad denilen bir dellal tuttular ve bunu
kiraladilar. Oradan Ebu Bekir ( r.a )’ nin evinin arkasindan ayrildilar,
gittiler. Daha önce ogluna dediki: Ey Abdullah biz sevr magarasina gidiyoruz.
Birkaç gün orada
kalacagiz .Sen bak insanlar ne diyorlar , bize haber getir. Ve bu dellalla
beraber sevr magrasina gittiler. Orada sav üç gün kaldilar ve Esma anlatiyor ;
Ben onlara yiyecek getirip götürüyordum .Abdullah ise gizlice haber topluyordu
ve haber getiyordu .
_Kim Muhammedi
bulursa ölü veya diri getirirse ona 100 tane deve ödül olarak verilecektir.
Tabi sav orada üç gün kalmisti .Ve ondan sonra rehberlerle beraber oradan
Medine ye hicret etmislerdi . Yolda giderken bu ödüle sahip olmak için
Sürekabin Malik isimli birisi Mekke ehlinden ati ile beraber yola çikiyor ve
onlara ulasiyor, onlari ileride görüyor. Lakin onlara her ulasmak istediginde
atinin ayaklari yere batiyordu ve kendisi iniyor ayaklari çikariyordu .tekrar
biniyor yeniden gidiyordu ve yeniden ayaklari batiyordu topraga ve bu bir çok kereler
tekrarlandi . Ondan sonra onlarin arkasinda bir duman gördü ve onlarla
Rasulullah sav’e kendisi arasinda onlarin ulasmasini engelleyen bir kuvvet
vardi . Ve arkaddan onlarin pesini birakmiycam dedi , yani kasti artik tamamen
degisti .Ve yanlarina varinca Rasulullah (sav)’den bir yazi isted.Hz Ebu Bekr
Ona bir yazi verdi ve kendisi Mekke’ye döndü.Mekke’nin fethinde Islamini izhar
etti.
Evet Mekke
müsriklerinin magraya gelip hani orada magranin agzinda ag yapan
örümcekten,yuva yapan yaban güvercininden bahseden rivayetler varya bunlarin
hepsi uydurmadir.
Ve Rasulullah
(sav) Sevr magrasindan Medineye hicret ettiginde Hz Ebu Bekr (ra)ile hicret
hicret etmislerdir.Ilk olarak Kuba’ya geldiler
Rasulullah (sav)
uzaktan gelisini bir yahudi gördü.Ve sahibiniz geliyor diyerek haber verdi Ve
böylelikle müslümanlar,sahabiler göz yasilariyla
Karsilamis
oldular. Rasulullah (sav)’in hicreti böyle böyle olmustur.Hicreti miladi 622
yilinda gerçeklesmistir.Bu hicret baslangicida müslümanlarin ilk takvimi
sayildi ki buna HICRI TAKVIM diyoruz.Rabiulevvel ayinin 11/12. günleri hicret
vuku buldu.Tabi bu takvimle diger tavim arasinda 6 asirlik bir fark
gözetiyor.Bu gün kafirlerin tiger takvimi kullandirmalari sirf bu hicreti
unutturma maksadiyladir,müslümanlarin zihninden tamamen bunu silme
maksadiyladir.Çünkü hicretin islam tarihinde büyük bir degeri vardir.Hicretin
maksadi Islam Devletine gitmesinden dolayidir.Bu gün bir müslümana sorsan hangi
hicri aydayiz çogu bilmez,hangi gündeyiz bilmez.Niye ?Çünkü artik bizim
takvimimiz olmaktan çikmistir.Fakat bu gün Kasim ayinda oldugumuzu senenin 2001
oldugunu çok iyi biliyoruz.Lakin Hicri kaçinci senedeyiz kim biliyor?
Takviminde diger
aylar gibi 12 tane ay ismi vardir bunlar
*Muharrem *Safer*
Rabiul Evvel*Rabiul Ahir*,Cemazil Evvel*Cemazil Ahir*
Recep*Saban*Ramazan*Sevval*Zilkade*Zilhicce*
Ve bu aylar hilale
göre hesap görmektedir.Toplam günleri 355 gündür.Ayin bitimi 29/30 arsi
olur.Hicretle alakali oldugundan takvimden kisaca bahsetmek istedik .BASARI
ALLLAH’TANDIR...
“....... NAMAZDA
ELLERİ KALDIRMA......”
... Malik bin
El-Huveyris(r.a)’dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Resulullah(s.a.v)
iftidah tekbirini aldığı zaman kulaklarının yakınına kadar ellerini kaldırırdı.
Ruku’ya gittiği zaman aynı şeyi yapardı. Ve ruku’dan başını kaldırdığı zaman da
aynı şeyi yapardı...“Buhari : 2.c / 753.s”“İbn Mace : 3.c / 859.n”
... Muhammed bin Amr
bin Ata(r.a)’dan şöyle demiştir: Ben Ebu Humeyd es-Saidi(r.a)’dan işittim.
Kendisi Resulullah(s.a.v)’in ashabından on zatın arasındaydı. On sahabeden
birisi Ebu Katade bir Rib’i idi. Ebu Humeyd, orada bulunan on sahabeye: Ben
Resulullah(s.a.v)’in namazını hepinizden daha iyi bilirim. Resulullah(s.a.v)
Namaza durduğu zaman dimdik doğrulurdu, ve ellerini omuzları hizasına kadar
kaldırdıktan sonra “Allahu Ekber” derdi. Ruku’ya varmak istediği zamanda
ellerini omuzları hizasına kadar kaldırdı, sonra tam doğrulurdu. İki rekatten
(üçüncüye) kalktığı zaman tekbir alırdı ve iftitah tekbirinde yaptığı gibi
ellerini omuzlarının hizasına kadar kaldırırdı. “Tirmizi : 1.c / 303n”“İbn Mace
: 3. c / 862n”
Ali bin Ebu
Talib(r.a)’dan, şöyle demiştir: Peygamber(s.a.v) farz namaza kalktığı zaman
tekbir getirirdi ve ellerini omuzları hizasında oluncaya kadar kaldırırdı.
Ruku’ya gitmek istediği zaman bunun aynısını yapardı. Ruku’dan başını
kaldırdığı zaman da bunun aynısını yapardı ve ikinci rekattan üçüncüye kalktığı
zaman bunun aynısını yapardı. “İbn Mace : 3.c / 864.n”
... Vail bin
Hicr(r.a)’den şöyle demiştir: Ben kendi kendime dedim ki: Resulullah(s.a.v)’e
muhakkak ve iyiice bakayım, nasıl namaz kılıyor. Bunun üzerine baktım. S.A.V
kalktı kıbleye doğru durdu. Sonra ellerini kulaklarının hizasına kadar
kaldırdı. Sonra ruku’ya gittiği zaman ellerini bu şekildi kaldırdı. Başını
ruku’dan kaldırınca ellerini yine kaldırdı. “İbn Mace : 3.c / 867.n”
... Salim babası
Abdullah(r.a)’dan şöyle dedi: Resulullah(s.a.v)’i namaza başladığı zaman,
ruku’ya gitmeden evvel ve birde ruku’dan doğrulduğu zaman ellerini omuzları
hizasına vardırıncaya kadar kaldırdığını gördüm. İki secde arasında
kaldırmazdı. “Buhari : 2.c / 752.s” “Ebu Davud : 1.c / 721.n”“Müslim : 2.c /
390s”“Tirmizi : 1.c / 255.”“Nesei : “ “İbn Mace : 3.c / 858.“Muvatta : 1.c
94.s”
... Enes bin
Malik(r.a)’dan şöyle demiştir: Resulullah(s.a.v) namaza girdiği zaman ve ruku’ya
gittiği zaman ellerini kaldırırdı.“İbn Mace : 3.c / 866.n”
... Ebu-z
Zubeyr(r.a)’dan rivayet edildiğine göre, Cabir bin Abdillah(r.a) namaza
başlarken ellerini kaldırdı, ve ruku’ya gittiği zaman ile ruku’dan başını
kaldırdığı zaman bunun aynısını yapardı.. ve, Ben Resulullah(s.a.v)’i gördüm
böyle yaptı derdi.“İbnu Mace : 3.c / 868.n”
... Mali bin
Huveyris(r.a)’dan, Resulullah(s.a.v)’i namazında ruku ettiği zaman. Ruku’dan
başını kaldırdığı zaman, secde ettiği zaman ve secdeden başını kaldırdığı zaman
ellerini kulakları hizasına kadar kaldırırken gördüğünü haber verdi.“A. İ.
Hanbel : 3.c / 436.”“Nesei : 1.c / 1143.n”
... Abdul Cebbar bin
Vail b. Hucur(r.a)den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Ben küçük bir
çocuktum, babamın namazını hatırlayamıyorum Vail bin Alkame, babam Vail bin
Hucr’dan bana nakletti. Dedi ki:
Resulullah(s.a.v)
ile namaz kıldım. Tekbir aldığı zaman ellerini kaldırırdı. Sonra örtündü. Sonra
sol bileğini sağ eliyle tuttu. Her iki elini de elbisesinin altına soktu. Ruku
yapmak istediği zaman ellerini elbisesinden çıkardı.ve onları kaldırdı.
Ruku’dan başını kaldırmak istediği zaman ellerini yine kaldırdı. Sonra yüzünü
iki avucu arasına koyarak secde etti. Secdeden başını kaldırdığı zaman yine
ellerini kaldırdı. Namazdan çıkana kadar hep böyle yaptı. Muhammed bin Cihade
diyor ki : Bunu Hasen bin Ebu el-Hasene anlattım. O da şöyle dedi. O ,
Resulullah(s.a.v)’min namazıdır. Onu yapanlar sünneti yaptı, yapmayanlar
sünneti yapmadı. Dedi.“Ebu Davud : 1.c / 723.n”“İbn Hazm Muhalla : 4.c / 91.”
... Katade’den şöyle dedi: Enes ibnu Malik’e
Resulullah(s.a.v)’in namazı nasıldı bize göster dedim. Kalktı ve namaz kıldı.
Ellerini her tekbirde kaldırıyordu.“Taberani. Evsat’ta”“Zevaid’de Sahih”
... Cabir ibn
Abdillah(r.a)’dan şöyle dedi: Resulullah(s.a.v) namazında ki her tekbirde
ellerini kaldırırdı. “A. İ. Hanbel :”“Zevaid’de Hasen : 2.c / 101”
... Abdullah ibnu
Ömer(r.a)’dan şöyle dedi: Resulullah(s.a.v) ruku’ya ve secdeye gittiğinde
ellerini kaldırırdı.“Buhari
Cüz’ünde”“Hasen Olarak : 25”
... Enes ibnu
Malik(r.a)’dan: Resulullah(s.a.v) ruku’da ve secde de ellerini kaldırırdı.“İbn
Hazm Muhalla : 4.c / 92.” Sahihdir “İbn Ebu Şeybe : 1.c / 230.”“Şeyh Albani
İrvaul Ğalilde Senedi Sahih diyor : 2.c / 68.”
... Ala ibnu Abdurrahman,
Salim ibnu Abdullah babası Abdullah ibnu Ömer’in, başını secdeden kaldırdığı
zaman ve ayağa kalkmak istediği zaman ellerini kaldırdığını haber verdiğini
işitti. “Buhari Cüz’ünde : 12Sahih Bir
Sened’le”
...
Nafi’i (r.a)’dan: Abdullah ibnu Ömer (r.a) başını birinci secdeden
kaldırdığında ellerini kaldırrdı.“İbnu Ebi Şeybe : 1.c / 271Sahih Bir Sened’le”
... Nafi’i
(r.a)’dan: Abdullah ibnu Ömer (r.a) namaza girdiği zaman, Ruku’ya gittiği
zaman, Semiallahu Limen Hamideh deyip ruku’dan doğrulduğu zaman, secdeye
gittiği zaman ve birinci teşehhühden kalktığı zaman ellerini kaldırırdı.“İbn
Hazm Muhalla’da : 4.c / 93. Sahih Bir Sened’le”
...
Süleyman bin Yesar(r.a)’dan: Resulullah(s.a.v) tekbir alırken ellerini
kaldırdığını rivayet etti.“Ebu Davud : 1.c / 738.n”“Muvatta : 1.c / 95.s”
“ELLER
YALNIZ BİRİNCİ TEKBİRDE KALDIRILIR HADİSİNİN MÜDREÇ OLUŞU”
...
Abdullah ibnu Mesud(r.a)’dan rivayet edilmiştir. Dedi ki: Size
Peygamber(s.a.v)’in namazını kıldırayım mı? Müteakiben namaz kıldı ve yalnız başlangıçta ellerini kaldırdı.“Ebu
Davud : 1.c / 748.n”“Tirmizi : 1.c / 257.n”“Ebu Davud Bu Hadis Zayıftır”“A. İ. Hanbel : Bu Hadis Zayıftır”“Yahya İbn Adem : Bu Hadis Zayıftır”“İbn Mübarek : Bu hadis Zayıftır”“Ebu Hatim : Bu Hadis Zayıftır”“İbn Hibban : Bu Hadis Zayıftır”“İbn Abdil Ber : Bu Hadis Zayıftır”“El Bezzar :Bu Hadis Zayıftır”
Bera
bin Azib(r.a)’dan. Resulullah(s.a.v) namaza başladığında ellerini kaldırdığını
gördüm. Sonra namazdan çıkana kadar ellerini
bir daha kaldırmadı.“Ebu Davud : 1.c / 752.n”“D. Kutni : ““Tahavi : “
“EBU DAVUD”: Bu hadis sahih
değildir. Çünkü bazı raviler “sonra bir daha kaldırmazdı” cümlesini
zikretmemişlerdir. Diyor.
“EL
MENHEL YAZARI” : Şöyle diyor : Bera’nın hadisi el kaldırmamaya delalet etmez.
Çünkü Buhari, A. İbnu Hanbel, İmam Şafi, İbnu Uyeyne, İbnu Zubeyr, Darimi ve
başka imamlar bu hadisi zayıf görmüşlerdir.
Ayrıca
hadis lafızları (sonra bir daha kaldırmazdı) cümlesinin hadisden olmayıp ravi
Yezid bin Ziyad’ın sözü olduğunda ve haberin “MÜDREÇ” olduğunda ittifak
etmişlerdir. Nitekim Şube. Sevri, Halid el-Tahhan, Zübeyr ve başka hafızların
rivayetinde bu cümle yoktur.“Ebu Davud : 1.c / 750.n”
“EL-HÜMEYDİ”
: Bu ilaveyi (yani bir daha kaldırmazdı sözünü) Yezid yapmıştır. Yezid ilave
yapar demiştir.
“EL-BEZZAR”
: Bu ziyade (yani bir daha kaldırmazdı sözü) sahih değildir. Dari Kutni, bu
ilave olmaksızın hadizi Yezid bin Ebi Ziyad yoluyla El-Bera’dan rivayet
etmiştir.doğrusu da budur demiştir. Dari Kutni’nin Ali bin Asım yoluyla
Muhammed bin Ebi leyla’dan onunda Yezid bin Ebi Ziyad’dan olan rivayetinde bu
ilave mevcuttur.
Ali demiştir ki: Ben
Kufe’ye vardığım zaman Yezid’in hayatta olduğu söylendi. Bunun üzerine, ona
gittim. Kendisi bana bu hadisi rivayet etti. Rivayetinde bu ilave yoktur. Bunun
üzerine ben ona İbn Ebi Leyla’nın bana haber verdiğine göre sen: Sonra bir daha
kaldırmazdı demişsin, dedim. Yezid bana: ben bunu hatırlayamayacağım, dedi. Ben
tekrar onu ziyaret ettim. Yine: ben bunu hatırlayamıyorum dedi.
İbnu Ömer (r.a)’dan,
Resulullah(s.a.v) namaza başlarken ellerini kaldırırdı, sonra bir daha
kaldırmazdı.“Beyhaki El-Hilafiyat’ta”“EL-HAKİM” : Bu hadis batıl ve Mevzudur.
“İBNİ
KAYYIM EL-CEVZİ” : Şöyle diyor: Hadisin sonundaki “Bir daha kaldırmazdı” sözü
sahih değildir.“Zad’ül Mead : 1.c / 151.s”
“ABDULLAH İBNU MUBAREK” :
Ez-Zuhri’nin Salim’den babasından rivayet ettiği hadisi zikrederek şöyle
dedi:Ellerini kaldıran kişinin hadisi sabittir. Ve İbnu Mes’ud’un
Resulullah(s.a.v) yalnız birinci defasında (yani namazın başında) ellerin
kaldırırdı hadisi sabit değildir.“Tirmizi : 1.c / 256.n”
“SECDEYE
GİDERKEN ELLER ÖNCE YERE KONULUR”
...
Ebu Hureyre(r.a)’dan şöyle dedi: Resulullah(s.a.v) buyurdu ki: sizden biriniz
secde ettiği vakit devenin çöktüğü gibi çökmesin önce ellerini sonra dizlerini
koysun.“Nesei : 2.c / 1091.”“Buhari Tarih : 1.c / 139”“Tahavi : 1.c / 245.” “Ebu Davud : 2.c / 840.”“A. İ. Hanbel :
2.c / 381.” “D. Kutni : 1.c / 345.”“Ebu
İshak el-Harbi : “ “Beyhaki : 2.c /
99.”“Darimi : 3.c / 1327.”
... İbnu Ömer (r.a)’dan şöyle dedi: Resulullah (s.a.v) secde
ettiği vakit ellerini dizlerinden önce yere koyardı.“Buhari : 2.c / 796.s”“D.
Kutni : 1.c / 344.”“Tahavi : 1.c / 254. 56”“İ. Huzeyme : 627.”“Hakim”
... Mervezi el-Mesail’inde imam Evzai’den naklettiği sağlam bir
haberde şöyle demiştir: Ellerini dizlerinden önce yere koyan insanlar
gördüm.“Mervezi El-Mesail : 1 / 147 / 1.”
“KONUYLA
İLGİLİ ZAYIF HADİSLER”
Vail
ibnu Hucr (r.a)’dan şöyle dedi: Resulullah (s.a.v) secdeye gittiği vakit,
dizlerini ellerinden önce koyardı. (secdeden kıyama) kalktığı zamanda ellerini
dizlerinden önce kaldırırdı.“Ebu Davud : 2.c / 839.n”“İbnu Mace : 3.c /
882.n”“Tirmizi : 1.c / 267.n”
“EBU
İSA” (TİRMİZİ) : Bu hadis “hasen gariptir” dedi. Ve “Şerik” ten başka bu hadisi
rivayet eden tanımıyoruz. Hammam bu hadisi Asım’dan mürsel olarak rivayet
etmiş, senedinde Vail b. Hucr’u zikretmemiştir.“Tirmizi : 1.c / 267.n”
“DARİ
KUTNİ” : de Sünenin’de : Şerik rivayetinde teferrüt ettiği zaman (yani tek
kaldığı zaman) onun rivayeti zayıf demiştir.“D. Kutni : Sünen’de”
“ABDUL
HAK” : ise El-İhkam eserinde ellerin dizlerden önce yere konulacağı hadisinin
sahih olduğunu söylemişve bunun Vail ibn Hucr hadisinden daha sağlıklı olduğunu
da Kitabu’t Teheccüd’de kaydetmiştir.“Abdul Hak El-İhkam : 54 / 1.”“Kitabu’t
Teheccüd : 56 / 1.”“ŞEYH EL-BANİ” : Hatta bu hadis isnad yönünden de sağlam
değildir.“El-Bani : Ed-Daife : 929”“El-İrva : 357”
“TESETTÜR” 26 / 11 / 1999
Bilinip
veya bilinmemesiyle, mahiyeti hakkında hiçbir değişiklik olmayacak bazı
hakikatler vardır. Yani kainatta mevcut olan eşyanın cüzden küle, küçükten
büyüğe ne var ise hepsinin var oluşunda, yaratılışında mutlak bir gayesi
vardır. Allah Subhanehu ve Teala onu bu hedef ve gaye için yaratmıştır. Çünkü
ayeti kerimede buyurduğu gibi :
“Göğü,
yeri ve ikisi arasında bulunanları boş yere yaratmadık. Bu, inkar edenlerin
zannıdır. Ateşe girecek olanların vay haline!...” (Sad Suresi (38)/ 27)
Allah(c.c)
yaratıkları boşuna yaratmadığını haber veriyor. Bilakis onları zatına ibadet
etsinler ve O’nu birlesinler için yaratmıştır. Sonra onları mahşer gününde
toplayacak, itaat edenleri mükafatlandırırken kafirleri azaba uğratacaktır.
Ama ne
var ki bizim için yani, insanoğlu için illa o eşyanın ne için hangi maksatla
yaratıldığını bilmemiz mümkün değildir. Bize hangisi hakkında malumat verilmiş
ise ancak onun ne için yaratıldığını biliriz. Bazıları da tabiaten vakıa olarak
bilinir. Yani bir ineğin , arının, binek hayvanlarının varlığı içtimai sosyal
hayatımızda ne için kullanıldığı bilindiği için onun bizim aramızdaki varlığı
yaratılış itibarıyla ona ait olan hizmeti eda etmek içindir. Başka hiçbir şey
değildir. Ama bazıları bildirilmiştir. -Bu bunun için yaratılmıştır, bu bunun
için yaratılmıştır diye. Buda aynen:
“Ben
cinleri ve insanları, ancak bana ibadet
etmeleri için yarattım.” (Zariyat(51)/ 56)
Onlara
muhtaç olduğumdan değil sadece onlara Bana ibadet etmelerini emretmek için
yaratmışımdır. Diyor. İbn Abbas (r.a)’dan gelen rivayette “Bana kulluk etsinler
diye yarattım “ kısmını şöyle açıklıyor: İsteyerek veya istemeyerek Bana
ibadeti kabul ve ikrar etsinler diye yarattım.
Bunu
Kur’an bildiriyor. Biz diyor insanı sadece bize ibadet etmesi için yarattık,
diyor. Onun için bilinip veya bilinmemesiyle mahiyeti hakkında hiçbir
değişiklik olmayacak öyle hakikatler, gerçekler vardır ki insanoğlunun bu
gerçekleri bilmemezlikten gelmesi o gerçeğin mahiyeti hakkında hiçbir
değişiklik yapmaz. Bu ancak şunu gösterir, buna rağmen insan bilmemezlik gibi
bir hal arzı endam ederse bu insanoğlunun aptallığını, akılsızlığını,
eblelliğini gösterir.
Aynen;
kişinin güpegündüz güneşe karşı gözlerini kapayıp güneşin yokluğunu iddia
etmesi gibidir. Bu adam sadece gözlerini kapamıştır. Güneş onun için yoktur.
Değilse güneş hakikaten yok değildir. Aynen de böyle insanoğlunun bağnazlığını
ifade eden bu olay bir şeyi değiştirmiyor. Binaenaleyh, Allah Subhanehu ve
Teâlâ’nın dediği gibi:
“Sizi
biz yarattık, o halde tasdik etmeniz gerekmez mi?” (Vakıa(56)/ 57)
İnsanoğlu
ister kabul etsin ister etmesin insanı Allah, Subhanehu ve Teala yaratmıştır.
İnsanoğlunun bunu inkar etmesi ve-Benim bir yaratıcım yok- demesi, gerçekten,
hakikatten hiçbir şey değiştirmiyor.
Çünkü
insan yokken var olan bir mahluktur. Binaenaleyh yaratılmıştır. Yaratılmış ise
bir yaratan vardır. İster bunu kabul etsin ister etmesin. Hiç önemli değildir.
Hakikat şudur ki insanoğlu sair mevcudat gibi her şey gibi yaratılmış bir
varlıktır. Yaratılmışlık yönüyle sairlerinden bir farkı yoktur. Onlar gibidir.
İnsanoğlunun varoluşu onu varidenin mevcut oluşunu gösterir.
Aynen
evinizdeki bir komodini, sehpayı düşünün. Burada aklı ve kalbide devrede olarak
düşünen bir insan için bu komodini yoktan var oldu ve yahut bu bir zamanlar
ağaçken kendi kendine kesildi, biçildi ölçülü bir hale getirildi,
birleştirildi, cem edildi ve yerden maden olarak çıkarılan bir şey kendi
kendine ince ince eridi bunlar birleşti çivi oldu. Geldi buraya bu parçaları
birbirine birleştirdi demesi ne kadar ahmaklığına delalet ederse, insanın
kendisi içinde hiç yoktan öyle bir yaratıcı olmadan var olduğunu iddia etmesi
bundan daha aptallığını ifade eder.
Bunu
itiraf etse de etmese de onu Allah yaratmıştır.
Yeryüzündeki mahlukatın en şereflisi insanoğludur. Şu da bir gerçektir
ki bir zerrenin dahi varoluşu gayesiz ve maksatsız değilse insanoğlunun hiç
değildir. O onlardan daha çok bir gaye için yaratılmıştır. Fakat inkar,
insanoğlunun ifade ettiği sözler kendisini sairlerinden de aşağıya “esfeli -
safilin” dediğimiz bir seviyeye düşürmektedir. Bunun içindir ki Allah Subhanehu
Teala şöyle buyurur:
“Biz
insanı en güzel bir şekilde yarattık. Sonrada iman edenler ve salih amel
işleyenler hariç, onu, aşağıların en aşağısına ittik.” (Tin Suresi(95)/ 4 - 6)
Güzel
bir şekilde yaratılan; güzel hasletlerle teçhiz edilerek yaratılan, var edilen
insanın sonrada aşağıların aşağısına -Esfeli - safilin- dediğimiz yere atılması
mutlak belli bir tedenni (yani aşağıya doğru iniş) yukarı çıkmanın zıddına bir
iniş eylemine tabi tutulduğunu gösterir.
Demek
ki insanoğlu yaratılış itibarıyla hem terakkiye(yükselme) hem de tedenniye
(alçalmaya) müsait bir kabiliyet üzere yaratılmıştır. İnsanın hayatı yükselme
ve alçalma ile seyrini devam ettirir. Ve daha sonrada bu inişin çıkışın
misalini veriyor. Öyle telakki eder ki Alâyı illiyyene çıkar meleklerin dahi
gıpta edeceği kıskanacağı bir dereceye hasıl olur. Aksi olursa, inerse -esfeli
- safilin- aşağıların aşağına inmesi onu hayvan, hatta hayvanlardan daha
aşağıya yapar, diyor ayeti kerimesinde Allah Subhanehu Teala. Bunun için Allah
(c.c.) şöyle buyuruyor:
“Biz,
cehennem için pek çok cin ve insan yarattık. Onların kalpleri vardır; fakat
onlarla anlamazlar; onların gözleri vardır; fakat onlarla görmezler; onların
kulakları da vardır; fakat onlarla işitmezler. Bunlar tıpkı hayvan gibidirler;
hatta daha sapık.. İşte gaflet içinde olanlar bunlardır.” (Araf Suresi (7)/ 179)
Evet
kardeşlerim, Allah (c.c), onlara bu organları bahşettiği halde bu organlarından
hiçbir şekilde yararlanmazlar. Bunu Allah (c.c) hayvanlardan daha aşağı olarak
nitelendiriyor. Zira hayvan, çobanın sözünü anlamasa bile, çobanın sürdüğü yere
gider. Zira hayvanlar - kafirin hilafına - ya tabiatları veya Allah’ın onların
emrine vermiş olmasıyla ne için yaratıldıklarını bilirler. Kafir ise; Allah’a
ibadet ve tevhid için yaratılmış olduğu halde, küfre düşüp Allah’a şirk
koşmuştur. Bu sebeble kim Allah’a itaat ederse; ahirette benzeri meleklerden
daha şerefli olur. Küfredenlerden de hayvanlar daha iyidir. Bu sebeble Allah
(c.c) “Onlar hayvanlar gibidirler,hatta daha sapıktırlar...” buyurmuştur.
Ve
yine bir ayeti kerimede:
“Yoksa
sen onlardan çoğunun söz dinleyip akıl ettiklerini mi sanıyorsun? Oysa onlar
hayvan gibidirler; hatta yol itibariyle onlardan daha sapıktırlar.” (Furkan Suresi (25)/ 44)
Durumları
otlamaya giden hayvanlardan daha kötüdür. Zira onlar niçin yaratıldıklarını
bilirler. Bunlar ise tek ve ortağı olmayan Allah’a ibadet için yaratıldıkları
halde bir başkasına tapınmakta ve aleyhlerine hüccet koşulmuşken Allah’a ortak
koşmaktadırlar.
Evet,
Allah Subhanehu Teala bu şekilde yükselmeye ve alçalmaya muhatap olanların yarısı da kadınlardır
diyor. Binaenaleyh, dünya hayatının iki unsuru olan erkek ve kadın birbirlerine
ihtiyaç duyacak hasletlerle techiz edilerek, birbirlerine meyletmeleri
fıtratlarının, tabiatlarının gereği olmuştur.
Yani
eşrefi mahlukat, yaratılmışların en şereflisi insan, yani yükselme ve alçalmaya
müsait bu insanın yarısı da kadınlardır.
Yeryüzünün
iki unsuru vardır. Kadın ve erkek. İşte yeryüzünün iki unsuru olan bu varlıklar
birbirlerine ihtiyaç duyacak, birbirlerini arzulayacak hasletlerle yani duygu
ve hislerle yaratılmıştır. Binaenaleyh, bu hasletin akabinde birbirlerine
meyletmeleri tabiatlarının, yaratılışlarının bir gereği olmuştur. Bir ayeti
kerimede;
“Size,
kendi nefsinizden, kendisiyle huzura kavuşabileceğiniz eşler yaratıp aranıza
sevgi ve merhamet koyması da O’nun delillerindendir.” (Rum Suresi (30)/ 21)
Allah
(c.c) Hz. Havva’yı Adem’in sol ve kısa olan kaburga kemiğinden yaratmıştır.
Şayet Allah (c.c) Ademoğullarının hepsini erkekler, cinden veya hayvandan olmak
üzere kadınları da başka bir cinsten yaratmış olsaydı, gerek onlar arasında ve
gerekse eşler arasında birbirine ısınma meydana gelmezdi.
Buda
gösteriyor ki kadın ve erkek aynı cinstendir. Yani bir bütünün yarım iki
parçası telakki ediliyor. Ve bu meyanda neden bunu yaptık diyor. -Birbirinize
ülfet duyasınız, birbirinizi sükunete kavuşturasınız diye, diyor. Ve sonra
aranızda “meveddeden ve rahmeten” bir sevgi ve rahmet kıldık, diyor.
“Mevedde”
kelimesini ele aldığımızda ilk mana sevgi manasındadır. Sevgi kelimesi,
toplumun ona yüklediği mana sadece iki tarafın kadın ve erkeğin birbirine
çekicilik arzeden fiziki yönleridir. Bunun neticesi ancak bir sevgi hasıl olur.
Ama “mevedde” dediğimiz şey yani muhabbet ve sevgi dediğimiz bu şey “mevedde”
kişileri birbirine karşılıksız bağlayan esaslardır.
Yani
nasıl ki gençliğinde birbirine ihtiyaç sahibi iseler,ihtiyarlayıp gençliğinde
değer verdikleri bazı şeyleri kaybetmişte olsalar gençliklerinden daha çok
birbirlerine ihtiyaç duyan ve aralarındaki bağı kasteden sevgiyi bahsediyor. Ve
bu rahmet ancak telakki ediliyor.
Ve
kadın ve erkeği birbirine bağlayan “mevedde” yi başka bir şeyde görmemiz mümkün
değildir. İşte bunda insanoğlunun ibret alması için, Allah’ın büyüklüğünü,
azametini anlayabilmesi için, ibret almaları gereken çok büyük ayetler yani
delillerdir, diyor.
Yukarıda
zikrettiğimiz ayette öncelikle şunu vurguluyor;
“İnsanoğlu
kabul etsede etmesede, tasdik etsede etmesede, inansada inanmasada onu biz
yarattık, diyor. (Vakıa (56)/ 57)
Sonra
dönüyor bu yaratılışı bir izah ile anlatmaya, tafsile tabi tutuyor. Önce siz
aslında birsiniz onu bir olan insanı iki yarım parça halinde yarattığını
belirtiyor. Hemde sizin cinsinizden halk ettim, diyor. Ve sizin ibret almanız
için aynı cinsten var olan iki yarım parça. Ve hemde bu iki unsur, birbirini
tamamlayan iki yarım ve birbirine meyledecek ihtiyaç hissedecek hasletlerle,
duygularla fıtratlarının gereği yaratılmışlar.
Bunu
birbirine bağlamada kasıt şu; Eğer insanoğlunun bekasını, devamlılığını
sağlayan bu ilişki bizi kul edinen Allah (c.c.)’nin sair emir ve nehiylerine
tabi olmaklık gibi kendi irademize, kendi isteğimize bırakılan bir şey olsaydı
o zaman şunu beklemek mümkün olmazdı.
Yani
şöyle; Ananın çocuğuna karşı muamelesi ananın tabiatında fıtratında onunla
beraber yaratılan bir duygudur. Ananın çocuğuna bakması çocuğu ile ilgilenmesi,
onu kötülükten koruyabilmesi için fedakarlığın en üstün seviyesini dahi
sergileyebilmesi onun yolunda birçok meşakkate katlanması işte bu şefkatin ve
merhametin bir payıdır. Bunu karşılıksız yapıyor. Yani sen bunu yaparsan iyi
bir kulsun, sana şöyle şöyle mükafatlar var, demiyor.
Ama
çocuğun ana - babaya karşı yaptığı her şey bir “itaat” aksi Allah’a bir
“isyanı” telakki ediyor. Bunu kayda almış. Onlara:
“Rabbin
yalnız kendisine kulluk etmenizi, ana-babaya iyi davranmanızı emretti. Onlardan
biri veya her ikisi de senin yanında yaşlanırsa, onlara -öf bile - deme, onları
azarlama ikisine de güzel söz söyle.” (İsra Suresi (17)/ 23 , Ankebut Suresi
(29)/ 8), (Taberani 5.c.272. / Müslim / 2551- 85.)
Buna
rağmen açın Kur’anı ve Sünneti çocuklarınıza şöyle şöyle iyi davranın, gece
bakın, şunu edin, onlara tahammül edin gibi bir tek delil bulamazsınız. Ama
aksi düşünüldüğünde onlara- öf bile- demeyin ,diyor.
Yani
ananın babanın çocuğa yaptığı karşılıksız olan bir iş, fakat çocuğun ana babasına yaptığı bir itaat ve isyan
meselesidir.
Aynen
insanlığın devamı bekası için kadın ve erkek ilişkisi de birbirlerine ihtiyaç
duyması fıtratlarının bir gereği. Yani ikili ilişkiye geçtiği taktirde şöyle
şöyle sevaplar var diye bir şey yok, teşvikte yok. Tabiatının yaradılışının bir
gereği kılınmıştır. Buda “mevedde” dediğimiz ve rahmet dediğimiz esaslara bağlı
kalarak gidilmiştir.
İşte
böyle birbirine muhtaç olarak yaratılan bu iki yarım varlık birbirinin yarısını
tamamlayan tek bir bütündür.
Birbirlerinden
ayrı kaldıkları zaman müddetince yarım şahsiyet oldukları gibi uhrevi yani ahiret
hayatını kazanmada da vesile olması hasebiyle dinleri de yarım olarak tabir
edilir. Bu hakikate parmak basan bir esasta Allah’ın Resulu (sav) şöyle
buyuruyor:
“Kul
evlendiği zaman dinin yarısını tamamlamış olur. Diğer yarısında da Allah’tan
korksun.” (Tergib veTerhib 4.c / 203sy, - Beyhaki ,- Taberani / Evsat’ta ,-
Hakim)
Yukarıdaki
sözün manası bu oluyor. Yani ayrı kaldıkları müddetçe bu iki yarım şahsiyet
yarım telakki ediliyor. Ancak bir olduklarında yani evlendiklerinde bir bütün
oluyorlar. Bu dünyevi hayatlarında olduğu gibi uhrevi hayatlarını kazanmakta da
bir yarımlılık sayılıyorlar.
Hadiste
de, kul evlendiğinde dininin yarısını tamamlar, yani evlenmeyen bir kadın ve
erkek dünyada yarım şahsiyet telakki edildiği gibi ahirete dönükte yarım dinli
ifade edilir. Evlendiklerinde ancak dinlerinin yarısını tamamlayabiliyorlar. Ve
geri kalanda da Allah’tan korksunlar diyor.
Kadına,
Allah (c.c) şer’i bir daire çizmiştir. Burada erkeğin kendine de böyle Allah’ın çizdiği bir şeri daire yok
mudur ? sorusunu gündeme getirmez. Ama neden öncelikle kadın ele alınıyordu
erkek için böyle bir mesele müşkülat mevzubahis edilmiyor. Neden? Buna biraz
sonra değineceğiz. İnşallah.
Allah’ın
kadına çizmiş olduğu Kur’an ve Sünnetteki belirtilen şer'i dairenin dışına
çıkan kadın kadının muhakkak toplumun ifsadında büyük bir payı vardır. Yani bu
dairenin dışına çıktımı kadın, hem kendini ifsat etmede hem de bulunduğu
toplumu ifsat etmede büyük bir payı vardır. Bunların şimdi hep aksini
düşünmeyeceksiniz. Yani toplumu ifsadında,toplumu bozmada kadının bu kadar
büyük payı varda sanki erkek iyice mi masum, yani aksi manasını çıkarmıyor.
Kadının
fitnesi, ifsadı insanlığın düşmüş olduğu şirkten en büyük çirkin fitnedir.
Kadının toplumu ifsadındaki payı insanoğlunun şirkten sonra düşmüş olduğu en
büyük pisliktir. Çünkü kadının salahında (yani kendine çizilen şer'i dairenin
içinde kalması kadının salahında) hayra, fesadında da şerre esas olma istihdadı
vardır.
Yani
kadın şerre asıl olduysa korkunç bir fitne vardır. Eğer kadın hayra asıl
olduysa muhteşem bir hayır vardır. İkisine de çekirdek olacak istihdadadır
kadın.
Çünkü,
içtimai yönden yani sosyal hayatımızda insanlığın salahı, insanlığın düzgünlüğü
kadının salahına bağlıdır. Yine içtimai hayatımızın bozulması kadının
bozulmasına bağlıdır. Binaenaleyh toplumda ilk ifsat edilmeye çalışılan nüve
kadındır. Bunu anladınız değil mi.
Kadının
salahında yani iyi olmasında toplumun iyi olmasına, kadının bozulmasında
toplumun bozulmasına bir esas alma nüvesi vardır. Onun için kadının salahı toplumun
salahı kadının ifsadı toplumun ifsadı telakki ediliyor. Yani içtimai
hayatımızın salahı kadının salahına kılınmış erkeğin değil. Burada zıt
düşünmeler devam ediyor. Ama daha farklı bir mana kazanarak, neden erkeğin
salahına bağlanmıyor da kadının salahına
bağlanıyor. Allah’ın Resulu (sav) bir hadisi şeriflerinde:
“Sizin
en hayırlınız ehline en hayırlı olanınızdır” diyor. (Tirmizi / 2743 / 1171- Hakim, Müstednek 1/
53,- İbn Mace / 1609)
Bu ne
yapıyor, şu ifadeden daha da özelleştirilmiş şekle indiriyor.
Yani
neden erkeğin iyi olması, kadına iyi davranmasına bağlı kalıyor. Az öncekini
siz aksi düşünürseniz, kadınlar erkeklere de bunu böyle düşünmesi gerekir.
Neden benim iyi olmam onlara iyi davranmama bağlı olsun ki der. Ama böyle
denmiş. “Sizin iyi olmanız, kadınlara iyi davranmanıza bağlı.”
Onun
için toplumun salahı kadınların salahına, toplumun ifsadı kadının ifsadına
bağlıdır. Şimdi bu buna endeksli, orantılı olunca toplumda ilk ifsat edilen kim
oluyor! Kadın oluyor. Buna vakıa olarak da baktığımızda toplumlara, her şey
ifsat yönüyle kadının üzerinde işlenmeye çalışılıyor. Erkek değil. Çünkü o
ifsat edildi mi otamatikman erkekte ifsat olur. Eğer kadını ifsat başarılırsa
toplumun diğer yarısını oluşturan erkekleri de rahatlıkla ifsat edebilirsin.
Çünkü erkeği ifsat etmede kadından daha tesirli bir vasıta yoktur. Zira
Allah’ın Resulu (sav) şöyle buyuruyor:
“Benden
sonra erkekler için kadından daha zararlı bir fitne bırakmadım” diyor. (Tirmizi
/ 2929, - İbn Mace / 3998, - Buhari)
Evet
benim vefatımdan sonra siz erkeklere en büyük imtihan, kadınlardır diyor. Bunu
mücerret bir şekilde olsanız bazılarının yaptığı gibi Allah göstermesin kadını
aşağılayıcı itham edici bir söz cümlesi
olarak ele alınıyor. Demek ki fitnenin kaynağında kadından büyük bir fitne
yokmuş gibi bir şekilde anlaşılıyor. Bu toplumun hemen anladığı gibi değil
öyle. Yani benden sonra yani benimle şirk halledildi bir yere kadar, ama sizin
devamlı uyanık kalmanız gereken bir cihet var, o da kadın.
Buradaki
fitne öncelikle zihinlerdeki yanlış anlaşılmasını defetmek için söylüyorum,
buradaki fitne kelimesi imtihan manasında.
“Benden sonra size en büyük fitne kadınlardır. Yani onların ifsat
olması.”
Bu
mefhumu, muhalifi doğurur. Şimdi bundan ne anlaşılmalı. Sizin hayrınız, sizin
salahınız kadınlarınızdır, dikkat edin! Bize söylenen söz arkadaşlar illa da
söylendiği şekliyle ele alınmaz. “Kadınlar sizin için büyük bir fitne ama sizin
içinde çok büyük bir hayır manası taşır.”
Bu söz
yani fitne kelimesi kullanıldığı yere göre mana taşır. Neden? Erkekler büyük
fitne değil de kadınlar büyük fitne, erkekler büyük fitne olmadığı için. Neden
büyük fitne olmaz? -Hayırda büyük olmadığı için. Şu denk getirilir.
Mesela;
benim elimin üzerinde yarım santimlik bir yarık olsa birde kalbimin üzerinde
yarım santimlik bir yarık olsa hangisi tehlikelidir. İkisi de aynı kelimeyle
ifade ediliyor. Ama diğerine göre elin üzerindeki yarım santimlik yarığın ne önemi var.
Bunu
şimdi fitne isimleriyle ayırt edin. Erkeğin fitnesi el üzerindeki yarım
santimlik yara gibidir. Kadının fitnesi kalp üzerindeki yarım santimlik yara
gibidir. Kadındaki küçük bir şey çok büyüklere sebep olduğunu düşündüğündendir.
Değilse Allah göstermesin Allah’ın Resulu (sav) - “Benden sonra size kadından
daha büyük fitne bırakmadım”- sözü onu küçümseyici, aşağılayıcı mahiyette ele
alıcı bir söz değildir. Bilakis kadrini anlaması içindir.
Toplumun
salahı kadının salahına orantılı ise ifsadı da aynı olur. Binaenaleyh Allah’ın
Resulu(sav)’in bir sözünde bunu ifade eden bir hadisi şerifte şöyle buyuruyor:
“...
İnsan vücudunda bir et parçası vardır. O iyi olduğu zaman bütün ceset iyi olur.
O bozuldu mu bütün ceset bozulur. İşte o et parçası kalptir” diyor.Buhari / 4.c
1900 , Müslim / 1599 - 2564 , Dârimi / 2535 , İbn Mace / 3984 , Nesai / 443
Yani
nasıl kalbin salahı cesedin salahına, kalbin ifsadı cesedin ifsadına bağlantılı
tutuluyorsa kadında böylece toplumun salahına ve toplumun ifsadına bağlantılı
tutulmuş.
Kadının
gündeme gelmesi değerli olduğundandır. Erkeğin fitnesinin gündeme gelmemesi
erkeğin fitnesinin hiçbir değeri olmadığındandır. Erkek bu mevzuda fitneye
düşürülendir. Onun için zararda hiç önemli değildir. Hadisi şerif bunu anlatır.
Geliyor şimdi neden bunu böyle diyor? Zira kadının yaratılış icabı sahip olduğu
cazibe, bir çekicilik vardır. Bunu daha başka yönüyle de ele alabilirsiniz aynı
hal kadının şefkatiyle gündeme gelse. Bu şefkat kadında da var, erkekte de var.
Ama kadınınkiyle erkeğin ki hiçbir zaman ölçülemez. Yani denk olamaz. Ve
kadınla erkeği fiziki yönden eşit tutsa bile şefkat yönüyle eşit yapamazsın. Ve
erkekte illa kadın gibi şefkatli olacak denemez, bunu yapamazsın.
Küçük
bir çocuğu ele alın. Kadına ve erkeğe - alın buna bakın - deyin. İkinizde
eşitsiniz deyin. Erkek buna iki gece iki gündüz dayanamaz. Ama kadın bunu hiç
yüksünmeden yapar. Neden? Bu onun fıtratına müsaittir. Erkeğin fıtratına müsait
değildir. Aynen erkeklerde de bir cazibelik mevzubahistir. Ama kadınınki gibi
değildir. Neden bu böyle ele alınıyor. Zira kadının yaratılış icabı sahip
olduğu cazibe çekicilik erkeği kendisine meylettiren, meylettirmeye vesile olan
Allah’ın emirleri dahilinde olunmazsa (demin başta söylediğim gibi) şer'i bir
töre içinde kendisine çizilen ölçüler içinde kalmazsa bu korkunç bir ifsat
olur. İşte bu cazibede şer'i bir cazibe dahilinde nizama alınmazsa çok büyük
fitne olur.
Burada
ilk koyacağımız nokta şu. Kadının cazibeliğini çerçeveye alan ne? Tesettür’dür.
Yani bizim tesettürü tatbikimiz, Allah(c.c) kapanmayı emretmiştir. KAPAN
tipinde birilerine tebliğ değildir. Bu tesettürün ilk önce şer'i ölçünün
çerçeveye aldığı kadının çekiciliğidir.
Şimdi
bu çekicilik cazibe bir hadle mi ele alınmış? Mesela, erkekte denildiği gibi
erkeğin tesettürü:
“Göbekle
diz kapağı arasıdır.” (Taberani Mucemus
Sağır / 709)
Bu
bunun haddidir. Onun dışında bir çekiciliğe şer'i ölçüyle kayıt getirmiyor.
Kadın gündeme geldiğinde Allah’ın Resulu (sav)’in dediği gibi,
“Kadın
avrettir. Ve süslenerek sokağa çıktığı zaman şeytan onu ayartır .” (Tirmizi
/ 1182)
Avret
dediğimizde yani kadın çekici ve cazibelidir, dediğimizde bütün kadın ele
alınıyor. Erkekler gibi sadece “göbekle diz kapağı arası”gibi değil. İşte bu
şer'i ölçü dahiline alınmalıdır. Eğer kadının tesettürünü, kapanmalısın böyle
emretmiştir. Tipinde ele alabiliriz ama. Bu sahih olan bir amel olsa da ihlası
gündeme almaz.
Bir
amelin kabulü için iki şart vardır. Halis olacak, sahih olacak. Sahihliği
nedir? Şer'i ölçülere alınmasıdır. Ama halis olması bunun Allah rızası için
yapılmış olmasıdır. Başka bir düşünceyi gündeme getirerek yapmak mümkün değil.
Aksi olur. Bazen bunu yaşadığımız ortam farklı gösterir.
Türkiye
ortamında genç bir kız kapanıyorsa bu neyin alametidir? İmanlı olduğunun değil
mi? Bu onun dinine bağlılığını gösterir. Ama Suudi Arabistan’da bir genç kızın
kapanması illa imanlı olduğunu göstermez. Neden? Toplumda öyle kapanması
gerekiyor da ondan. Aynı bizim İç Anadolu’da olduğu gibi. Köylü kadınları geniş
şalvar giyer, başını örter ama hiç alnı secdeye varmamıştır. Bu bir adet olarak
yapıla gelmiştir. Bu büyük şehirlerde olsun bir genç kız kapandı mı bu onun
imanına delalet ediyor. Ama Suud gibi bir ortamda buna delalet etmez.
Bu
neyi gösteriyor şimdi ortamın verdiği imkan bu toplumda kadının kapanması onun şuurlu olduğunu gösteriyor. Hele okuyan
bir talebe kızı düşünün bu ortamda kapanması onun imanlı olduğunun alametidir.
İşte bu kapanmada ihlas var. Ama ortam Suud gibi bir ortama kaysa önemli olan
orada kapanma değil, kapalı olduğu halde fuhuş bile işleyen çıkabilir. Ama bu
toplumdaki alameti farklıdır.
Bizim
işte bu gibi bir toplumdaki kapanmayı muhafaza eden his ve duyguları taşımamız
gerekir. Aksi olursa onun erimesi çok basit olur. Ve hem de iman alameti
olmaktan çıkar. Yaptığımız iş şekil değil bir iman alameti olmalıdır. Bunu iyi
anlamak gerekiyor. Yaptığımız iş şekilcilik değil ana-baba emrettiğinden değil,
Allah Subhanehu Teala emrettiğinden yapılmalıdır. Eğer böyle olursa iman
alameti olur. Yoksa ana - babanın emriyle kapanma iman alameti değildir.
Bununla
neyi söylemek istiyoruz? Zorla yaşatılan bir iman eyleminin faydası yoktur.
Zorla yaptırılan bir küfründe zararı yoktur. Birisi gelip senin alnına
tabancayı dayasa zorla dine ters bir şeyi söyleyeceksin dese bu o insana zarar
vermiyor. İkrah var. Aynen zorla yaşatılan imanında sahibine bir faydası
yoktur. Yaşadığımız şey şekil değil imanımızın bir alameti olması gerekir.
Değilse şekilcilikten ileri gitmez. Onun için buradaki kasıt kadının
yaratılışında olan çekicilik cazibelik eğer şer'i ölçüler dahilinde bir daire
içerisine alınmazsa şekilcilikten öte gitmez. Amelin ihlas yönünü genişlettiği
müddetçe ele alabiliriz. Aksinde vuku bulan ifsada Güya rağbeti artıran esas
kabul edilmesine rağmen, ama gerçekte hiçbir payı yoktur.
Bu
sözümüzle neyi kastediyoruz şimdi? Açıklık ifade edilirken cazibe ifade edilir.
Ama açıklık cazibeyi kaybettiren unsur olur. Bunu anladınız mı? Bakın şimdi.
Menfide biz bunu kullandığımızda ifsat yönünden cazibelik diyoruz. ifsat için
illa geçerli sebeplerin olması gerekmiyor. Hayır için geçerli sebebiler
gündemdedir. Müspete döndü mü açıklık cazibe, çekicilik değil, kapanmak cazibe
oluyor.
Bunu
şöyle ifade edebiliriz. Dağda yaşayan bir çoban düşünün. Kadından yani
insanlardan uzak kalan birisinin şehre indiği zaman normal ayak topuklarından
bir karış yukarıda giyinen bir kadın gördüğü zaman bu hareket o erkeği çok
çabuk ifsat eder. Bunun kapanmanın yürürlükte olduğu yerdeki yaşayan bir insan
için bu geçerli. Ama şehirde yaşayanların açık saçık giyinmeleri çekmiyor.
Artık hayvanlaşmış bir ortamda hiç kimse birbirine ilgi duymaz olmuş.
Onun
için insanlığın devamının bekasında kapanmak cazibedir aslında. Ama gerçek
manayı anlıyoruz. Aksi açıklık ifsatta cazibeliktir, hayırda değil. Onun için
çerçeve dahiline alınma insanın “mevedde” dediğimiz rahmetin devamıdır. Şöyle
ki, Subhanehu Teala’nın koymuş olduğu bu
“mevedde” ve “rahmet” devamlı şer'i kaidelere uyan hanımlara karşı geçerlidir.
Ve yahut kocasına karşı geçerlidir. Aksi olduğu halde fuhşun zirveye gittiği
bir ortamda neslin kuruduğu, kesildiği açıkça görülmektedir. Bunu Avrupa ve
sair yerlerde görmek mümkün. Bu neslin bekasının devamı için olur. Evet kadının
fıtratında bulunan bu cazibe eğer şer'i bir daire içine alınmazsa şeytanın
erkekleri ifsat etmede kullanacağı en tehlikeli bir vesile olacaktır, ifsatla.
Bu tehlikeyi beyan eden bir hadisi şerifte Allah’ın Resulu (sav) efendimiz
şöyle buyuruyor:
“Şüphesiz
ki kadın şeytan suretinde gelir, Şeytan suretinde gider. Biriniz bir kadın
gördü mü hemen ailesine gelsin. Çünkü bu onun nefsinde olan şeyi giderir.” (Müslim / 1403)
Ve
yine bir hadisi şerifte:
“Kadın
bütün olarak cazibedir. Binaenaleyh dışarı çıktığı zaman şeytan onu tezim eder”
diyor. (Taberani / Mucemus Zevaid, K. Salat 2 / 35)
O
çekicilik neymiş, Şeytanın tanzim etmesidir. Evet, kadın dışarı çıktığı zaman
şeytan suretinde gelir. Şeytan dışarı çıktığı zaman kadın suretinde gelir. Ve
hareketi bu minval üzere olur. Yani artık ifsat edilmek için kullanılır.
Binaenaleyh,
Allah’ın Resulu (sav)’in bu tip meselelere arzında dikkat çekici tarafı
ifadelerin çarpıcılığıdır. Yani bu mevzuda salah mevkiinde oturan herhalde ilk insan kim olur. Yani
kadının cazibesine kapılmayacak öyle bir ifsada düşmeyecek tek kişi kim
olabilir. Allah’ın Resulu (sav) efendimiz değil mi? Misali verirken de bakın
kendinden veriyor.
“Cabir
(r.a) naklediyor: Allah’ın Resulu (sav) efendimiz bir kadın görmüş: Müteakiben
zevcesi Zeyneb’e gelmiş. Zeynep kendine ait bir deri örüyormuş. Allah’ın Resulu
(sav) hacetini bitirmiş. Sonra Ashabının yanına çıkarak:
“Şüphesiz
ki kadın şeytan suretinde gelir, şeytan suretinde gider. Biriniz bir kadın
gördü mü hemen ailesine gelsin. Çünkü bu onun nefsinde olan şeyi giderir” buyurmuştur.
(Müslim / 1403)
Bakın
bu misali kendisinden veriyor. Bir resul, vahiy gelen bir resul, olması
sebebiylede olsa böyle bir cazibenin dairesine girebilir. Binaenaleyh şeri
ölçüde bir hareket etme mecburiyetinde. Yani kadında olsa şeri çerçeve
çiziliyor, erkekte olsa. Kadın için ama başkasını korumak için gündeme geliyor.
Erkeğin korunması için bu gündeme geliyor.
Yani
kadın hem kendisini koruyor hem de başkasını koruyan oluyor. Erkek sadece
kendisini koruyan durumda. Hangisinin işi çok. Kadının vazifesi daha çoktur.
Onun
için kadını fitnede odak noktası yaptığı gibi hayırda da odak noktası yapıyor
şeriat. Bu bir küçümseme değil. Yani bir şeyin şerre vesile olmasında büyüklüğü
varsa hayırda da büyüktür. Bunu daha iyi anlamak için bir misal verelim. Allah
Subhanehu Teala şöyle buyuruyor:
“Kim
bir kimseyi öldürürse, onun, insanları topluca öldürmüş olacağı, kimde bir
kimseye hayat hakkı tanırsa, onun insanlara topluca hayat vermiş olacağı...”
(Maide (5) / 32)
Yani
insanın bu hareketi hem hayra hem de şerre vesile olmaktadır. Hem de büyük bir
şekliyle. Kadın bu durumdadır şimdi. Ama erkek aynı duruma alınmamıştır.
Yine
bakıyorsun hadisi şeriflere Allah’ın Resulu (sav) efendimiz şöyle buyuruyor:
“Cennet anaların ayakları altındadır.* Şimdi kadın kelimesini kullanırken
burada “ana” kelimesi olarak ele alınıyor. “cennet kadınların ayakları altında”
demiyor. “Anaların ayakları altında diyor.” Bu iki ifade çok farklıdır. Yani
ona mana kazandırma yönüyle farklıdır. “Sizin en hayırlınız ehline en hayırlı
olandır” diyor. Hitap erkeklere yine;
“Üç
şey dünya saadetindendir. Geniş bir ev ,iyi huylu bir binek, Saliha bir kadın
ki size hayırda yardım eder” diyor. Bunu erkeğe diyor. Salih bir erkek demiyor.
Saliha bir kadın diyor. Ama erkeğin salih olması gerekmiyor mu? O başka bir
meseledir. Ama erkeğin salih olması kadının salih olması gibi değildir. Hatta
kullanılan şöyle bir ifade vardır. “ haya güzeldir. Herkeste güzel. Erkeğin
hayırlısı iyidir ama haya kadında daha güzeldir” diyor.
Yani
hayanın kadına kazandırdığı değer çok farklıdır. Erkeğe de bir şeyler
kazandırıyor. Ama kadına kazandırdığı daha çoktur.
Sahabenin
biri gidiyor ve Ey Allah’ın Resulu iyilik yapmama en fazla layık olan kimdir?
Diye soruyor. Allah’ın Resulu (sav):
“Anandır
dedi. Adam: - Sonra kim? - Anan. -Daha sonra kim? Yine anan. Daha sonra kim Ya
Resulullah ? deyince. - Babandır, buyurdu.”(Tergib ve Terhib 5.c 126 say -
Buhari Müslim )
Bütün
bu mevkiler kadına tayin ediliyor. Bu meseleler kadına tayin edilen mevkiyi
müspet ve menfi olarak ele alıyor. Bunu anladınız değil mi?
Önce
bir insan olarak ele alınıyor kadın. Ve sonra tutuyor kadını dişi bir varlık
olarak alıyor. Ondan sonra tutuyor ifsat
edici yönüyle ele alıyor. Ama anayı ifsat etme yönüyle katiyen ele alamıyorsun.
Ama kadını ifsadda kullanmak mümkündür.
ifsat
ve fitne kelimeleri kullanılırken bakın şimdi:
“Bilin
ki mallarınız ve çocuklarınız ancak birer fitnedir.” (Enfal
(8)/ 28, Tegâbün (64)/ 15)
“Ey
iman edenler! Eşleriniz ve çocuklarınız sizin için bir fitnedir.” (Tegâbün
(64)/ 14)
Aynı
zamanda ziynettir de diyor. Bakın eşleriniz diyor. Çocuklarımız diyor kız erkek
ayırt etmeden. Allah çocuklardan ve eşlerden haber vererek buyuruyor ki: “kimi
eşler vardır ki, kocalarının, kimi çocuklarda babalarının düşmanıdırlar”. Düşmanlık
onları salih amellerden alıkoyma anlamındadır. Bunları fitne olarak ele alıyor.
Kadını
en önce varlık olarak ele alıyor. “Dişi” bir varlık olarak sonra bir “eş”
olarak, ondan sonra, “ana” olarak ele alıyor. Sonra da umum manada bırakır.
Şimdi:
“Size
benden sonra en büyük fitne kadınları bıraktım.” (Buhari 11.c 5188)- derken
kadın en büyük fitne diyor. Ne “eş” ifadesini kullanıyor nede “ana” ifadesini
kullanıyor. Nedeni de ananın yanında ifsat kelimesini kullanmak mümkün değil.
Ama;
“Cennet
anaların ayakları altındır.”(Tergib ve Terhib 5.c 114.sy, İbn Mace - Nesai -
- Hakim)
Derken
ifşa eden bir şeyde kullanmaz onu. Ama kadını der. Çünkü umum bir ifadedir.
Hususiliğe zarar verecek bir tarafı yoktur. Aynen de “fitne” olarak kimi
bıraktım diyor. Kadını değil mi? Bundan şimdi kim gocunacak kadın. Bundan kim
gocunmayacak. - Ana - Saliha bir eş -gocunmayacak. Ama kadın olarak herkesin
gocunması gerekiyor. Evet bağlandığı yeri anladınız değil mi?
Ondan
sonra dönüyor kadına bu kadına bu kadar değeri verirken onun görünümüne
yüklediği bazı emir ve nehiylere uyma manzumesi silsilesi vardır. Nasıl? Bir
kapanma ile.
Kapanmanın
şimdi fiziki ve maddi yönü ele alınırsa kadına bir külfet getirir mi? Getirir.
Yazın sıcağında erkeğin başını açarak gezmesi, elini kolunu sallayarak icabında
kısa bir şeyler giyerek dolanacak.
Erkeğin bu rahatlığının yanında kadının, kapanması gerektiği gibi
kapanması, şeffaf elbise giyinememesi, kolunu açmaması, yüzünü dışarıda
açmaması, erkeğin kıyafetinin giyinme emrinin yanında, göbekle diz kapağı
arasını kapamakla, kadının “avret” olarak bütün vücudunu kapaması aynı seviyede
meşakkati getirmez. Bu bir külfettir bir yerde. Bu külfete kadın ona verilen
değerlerin hatırı için katlanır. Tabii öyle bir değer basit gelmez. Yani bu değeri
basit bir gayretle kazanmak mümkün değildir.
Hem
erkek gibi giyineceksin o yazın sıcağında rahat etmek için, ondan sonrada
erkekten o değer bakımından üstün olacaksın. Bu mümkün değil. Şimdi maddi
yönden üstünlüğü, kadın için hiçbir önemi olmayan bir olaydır. Neden? İhlasta,
onun umumi yönüyle ona kazandırdığı değer ölçülür.
Bak
şimdi ki müşkülat neye getirilir. Tam aksinde erkeğin evinde söz sahibi olması
kadınlar üzerinde hakim bir durumda olması:
“Erkekler,
kadınların yöneticisi ve koruyucularıdır.”(Nisa Suresi (4) 34, E. Davud/ 2142,
İbn Mace/ 1850)
“...Erkeklerin
kadınlarından bir üstün derecesi vardır.” (Bakara Suresi (2) 228) ve hadisi
şerifte şöyle geliyor:
Kays
bin Said (r.a)’dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir. “Hira’ya geldiğimde
(Küfe’de bir yerin adıdır.) ora halkının önderlerine secde ettiklerini gördüm.
Bende kendi kendime; Resullullah (sav) secde olunmaya daha layıktır, dedim.
Allah’ın Resulu (sav)’e geldim. Ey Allah’ın Resulu ben Hira’ya vardım, onların
önderlerine secde ettiklerini gördüm. Ey Allah’ın Resulu bizim sana secde
etmemize sen daha layıksın, dedim. Resullullah (sav): “Sakın bana ve kabrime
secde etmeyin, eğer bir kimseye diğer bir kimsenin secde etmesini emretseydim,
Allah’ın kadınlar üzerinde erkek için yarattığı haktan dolayı kadınların
kocalarına secde etmelerini emrederdim” buyurdu.
(E. Davud/ 2140)
Ona
maddi yönden verilen üstünlük. (Teşbihte hata olmaz.) Hadi seninde hatırın
olsun. Kadına verilen manevi bir değerin yanında - sende ona hükmeden birisi
ol. Sanki bu erkeği avutmak için verilmiştir. Bunu anladınız değil mi? Bu
ibareleri kullanırken de dikkat etmek gerekir.
Yani
erkeğe verilen evinde hakim olması, evinde buyruk olması, evinde en son söz sahibi
olması inanın avutmak için bir pay sayılır arkadaşlar.
Kadına
verilenle ölçülecek olursa kadının küçücük bir eziyetine, külfetine,
kapanmasına karşılık verilen dereceye bak. Erkeğin bu serbestliğine bak.
Sen böyle serbest giyineceksin ondan sonrada seviye sahibi olacaksın. İşte
alınmasın diye, seninde hatırın olsun, seninde seviyen olsun, seninde gönlün
olsun der gibi. Kendi evinin reisi ol. İşte denmiş.
Şimdi
birisi gelip de neden onlara evin reisliği verilmiş diye münakaşa etmeye
kalkarsa. Veya, kadın gelip de neden onlara evin reisliği verilmiş diye
münakaşa etmeye kalkarsa. Veya, kadın geliyor şimdi erkeğe; -herif neden senin
bu evde söz söylemeye hakkın var diye. Bu münakaşaya başladığında kadın, sahip
olduğu değerleri mükafatları vermeye başlamıştır. Gider ona şimdi: ben buna
razı değilim, bana verilene sana verilen bana verilsin. Bu sefer kadının burada
hak iddia etmeye çalışması erkek gibi, eşit olmaya çalışması o mevkide değerini
kaybetme ortamıdır. Bunu şimdi gerçek olarak ele aldığımız gibi vakıa olarak da
bakabiliriz.
Türkiye’de
Cumhuriyetten bu yana kadın eşitlik iddiasında , erkeğin sahip olduğu hep
“maddi” değere sahip olmaya çalışmıştır. Bakın manevi değere değil. Aynen bende
sahip olmak istiyorum diyor. Hak olarak ne almış arkadaşlar? Bu iddia edenlere
bakın ne almış. Hiçbir şey. Reddetmiş, Allah Subhanehu Teala’nın verdiği değeri
mükafatı. Önce bir ticaret metaı olmuş . Birisi çiklet satacak, müstehcen bir
kadın resmiyle satıyor. Birisi araba tekeri satacak reklamlarda çıplak bir kadın
tekeri tutuyor vs. Bir reklam, para kazanma aracı olmuş. Verilen bir değer yok.
Ve
kadın sadece ve sadece fuhuşta bir malzeme olarak kullanılmıştır. İleri
gitmemiştir. Bilakis değeri
verilmemiştir. Yine 2. 3. 4. Evliliği reddetmiş hürriyet kazanmak için yüzlerce
gayri meşru münasebetin malzemesi edilmiş kadın.
Eğer
kadın, Allah Subhanehu Teala’nın kendisine vermiş olduğu hakları rıza
göstermezse onu terk etmeye kalkarsa, bununla yetinmezse, bunun dışında hak
iddia etmeye kalkışması, sahip olduğu hakların kaybının başlangıcıdır. Bu
misalle bu denli hepsini ölçebiliriz.
Erkeğin
fiziki yönüyle üstünlüğü fazileti değil, kadının fiziki yönden zayıflığı
acizlik değildir. Aciz, güçsüz olan değildir, arkadaşlar. Aciz, başka yönüyle
mukavemet edemeyendir. Erkeğin bir çocuğun bakımında, sabrını ve şefkatini
ölçme mukayese bile kabul etmez. Erkek bu yönüyle kadının karşısında acizdir.
Kadının sabrının yanında acizdir. Kadının metanetinin yanında, fedakarlığının
yanında acizdir. Erkekte kadında gördüklerini göremiyorsun. Her ne kadar şeri
ıstılah ifadeleri adil kullanılsa bile, kullanılırken, kaybedilen yönüyle
hislerde aynı tesiri yapmaz.
Bunu
anlamanız için şöyle bir misal verebilirim. Şeri hukuk adil ifadeler kullanır.
Zina yapan erkek ve kadına tek isim verir. İkisi de zanidir. Bu adildir. Her ne
kadar verilen isim adilse bile her hangi bir kötülüğün eyleme dönüşmesinin
akabinde bıraktığı lekeler farklıdır,, arkadaşlar vicdanda. Şöyle düşünün;
müslüman bir aileyi, bir babayı düşünün. Kızının yabancı bir erkekle çıktığını
düşünün, oğlu yabancı bir kızla çıkmış, müslümanda olsa çocuklar şeriat ikisine
de aynı adı vermesine rağmen gönüllerdeki bıraktığı tesir aynı mı? Ama seri
hukukta aynı adı veriyor. İkisine de zani diyor. Müslüman bile olsa. Yani
kızının ve oğlunun yabancı birileriyle cinsel ilişki kursa, kızın bıraktığı
tesir ile erkeğin bıraktığı tesir aynı değildir.
Erkeğe
de bu isim verilir ama sanki değerinden birşey kaybetmeden verilir. Ama kadına
verilen bu isim bir daha kazanamayacağı bir şekilde kaybettiği bir değerin adı
olur ve lekesi olur.
Bu
vakıalar tesettürü ele alırken düşünülmelidir. Şekli değildir tesettür. O
tesettürün ruhuna ihlasına sahip olacak esaslarla ele almak gerekir. Ondan
sonra tesettür önem taşır arkadaşlar.
Şekli
olan tesettürde bakın böyle çok kapalı kadın görürsünüz. Pencere açarken,
çamaşır asarken kolu yarıya kadar açıktır. İcabında bir kapıdan geçen yabancı
bir erkeğin misafirde olsa aniden önüne çıkacağını düşünmelidir. Tedbiri
gerektirir. Ve bunun üzerinde hassasiyeti geliştirir.
Dışarıda
tam kapanan bir kadın, evinde aynı ihtimamı gösteremiyorsa her hangi bir doğal
müşkülatı karşısında bu kadının şekli kapanması vardır, görünümde. Ama ihlas
yönünden ihtimamı yoktur. Aynen Türkiye’de kapanan bir genç kıza bu
kapanmasının iman alameti olduğu, Suud’da kapanan bir genç kıza olmaması gibi.
Namazda böyledir. Sair ibadetlerde böyledir. Herkesin mecburen namaz kıldığı
bir ortamda namaz iman alameti olmaz, her zaman. Göründüğü yerde kılar
görünmediği yerde kılmaz. Tesettüre yaklaştığımızda bu esaslarla ele almamız
gerekiyor. Ve gündeme bunun neticesinde -ihlas-samimiyet- meselenin ruhu
gündeme gelir.
O
meseleler sana ister ispat etme, ister nefyetme yönüyle olsun gündeme
geldiğinde müşkülatla karşılaşmasın. Kendini ikna etmek için hiçbir tereddütte
vuku bulmaz. Ve bu sefer hassasiyet gündeme gelir. Bu sende olur bir başkasında
olur.
Bunu
şöyle izah edebilirim. Devamlı bizimkilerin konuştuğu bir Sütçü İmam vardır.
Maraş’ta bu adam. Dindar müslüman birisi. Yoldan geçen müslüman bir kadının
yüzündeki peçesini, Maraş’ı zorla işgal eden Fransız askeri açmak ister. Sütçü
İmam bu askeri çeker vurur. Şimdi hassasiyete bak. O kadın o adamın akrabası
değil hanımı değil, kızı değil ama hassasiyet ister kendi hanımı olsun, kızı
olsun ister başka bir müslüman hanımı, kızı olsun dert mi. Topluca namusu
iffeti, kendi namusu iffeti kabul etmesi gerekir. Bu birincisi. İkincisi sadece
o kadının yüzü açılıyor. Şu ortamda birde bizim bir çoğumuzun yüz açmayı
kapamayı hiçbir şeyden kabul etmeyişinden düşünün. Birde o ortamda bir harbi
patlatacak bir harekete sebep olduğunu düşünün hassasiyet ne yapıyor.
Gittikçe
kaybolan bu hassasiyeti kazanmak isterseniz tesettürü bir şekil değil. Rabbimiz
böyle emrettiği için, böyle yapıyoruz diye ele almalıyız. Ve o emre ihtimam göstermeliyiz. Cüzünde olduğu
gibi külünde de hassasiyet. Hassasiyet oldukça ihtimam önemli olur. Bakın
şimdi, kadının sesini haram kılmıyor. Ama konuşman hassasiyete dönüştüğü
noktada “işveli” olmayacak kaidesini koyuyor. Neden? Çünkü hassasiyet gittikçe
ziyadeleşmiyor. Ama aksi olduğu zaman bizim şu ortamda çok basit kabul
ettiğimiz şeyler var. (Ahzab suresi 32.
ayeti okuyun ve düşünün).
“Ey
Peygamber kadınları! Siz, sâir kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer
Allah’tan sakınıyorsanız, edalı konuşmayın; aksi halde kalbinde bozukluk olan
kimse, kötü ümitlere kapılır. Daimâ uygun söz söyleyin.”
İslamın
hassasiyeti vardır. İslamı yaşamada hassas olan bir toplumda bir kadının
birisine bakarken bile takındığı tavır, ölçü öyle hale gelmiş ki normal iki
erkeğin iki kadının tokalaştığı gibi kadın ve erkek tokalaşıyor hatta bir yerde
hoş geldin deyip yanak yanağa öpüşmesi bile çok basit oluyor. Basitleşiyor bu.
Yine bakıyorsun müslümanım diyen ailelerin kadının kadınla oturduğu erkeğin
erkekle oturduğu gibi karışık oturuyor ve bu kadar laşgalamış ve basitleşmiştir
ki hassasiyet ve ihlas kalmamıştır. İşte burada tesettür şekilden öteye
geçememiştir.
Ahzab
suresinde bir ayet var. Bizim için çok önemli. Bakın Allah Subhanehu Teala ne
buyuruyor:
“Peygamberin
eşlerinden bir şey istediğinizde perde arkasından isteyin. Böyle yapmanız hem
sizin kalpleriniz için, hem de onların kalpleri için daha temizdir.”
(Ahzab suresi (33)/ 53, - Buhari/ 10.c.- 4672.sy)
Önce demek
istediğim ayet bu şimdi. Onlar derken kimi kastediyor? Peygamberin hanımları
derken, kadınlardan bir şey isterken perde arkasından isteyin demiyor.
Peygamberin hanımlarından diyor. Kim olur? Müminlerin anneleri. Yine bu sureye
baktığımızda müminlerin anneleriyle alakalı bakın Rabbimizin bir emri var:
“Ey
Peygamber! Biz, mehirlerini vermiş olduğun eşlerini, Allah’ın sana ganimet
olarak verdiklerinden sahip bulunduğun cariyelerini, amcanın ve halalarının,
dayının ve teyzelerinin seninle beraber hicret eden kızlarını sana helal
kıldık. Birde kendini peygambere hibe eden ve Peygamberinde kendisini nikah
suretiyle almak istediği mümin kadını sana helal kıldık. Bu hüküm diğer
müminlere değil ancak sana mahsustur.”(Ahzab suresi (33)/ 50)
Bakın,
Peygamberden sonra nikahı başkalarına
haram kadınlar. Misal verdiklerine bakın. Bize nikahı haram olup, annemiz
mevkiinde ama tesettürde yabancı kabul edilenler. Sana öz annenden misal
veremez değil mi? Böyle bir şey mevzubahis değil bakın.
Nikahı
haram, anne mertebesinde ama tesettürde sana bir yabancı, Peygamber hanımları
bunlar. Sahabeye bakıyorsun. Allah’ın
Kur’anda çokça methettiği insanlar. Dikkat edin misaldeki hassasiyeti
vurgulamak istiyorum.
Yani,
onlardan bir şey, istediğinizde perde arkasından isteyin, onlar ve sizin
kalpleriniz için en hayırlı bu olur, demek. Bu mücerret lafızlar arkadaşlar.
Çok ama çok istifade edilmesi gereken yerdir. İfadenin muhteviyatını anlayın.
Peygamberin
hanımları, müminlerin anneleri, çocukları da kabul edilen insanlarla karşı karşıya
kalsalar, kalplerinden bir kötülük geçmesi mümkün mü? Bu düşünülemez bile.
Peygamberin
arkadaşları, Allah’ın Kur’an da methettiği, imanda kıyamete kadar bütün
insanlığın üstadı olan bu insanların anneleri hakkında kalplerinden bir kötülük
geçmesi mümkün mü? Buda değil.
Bütün
bunun yanında “sizin ve onların” kalpleri için en hayırlı olandır demekte murat
ne olur? Hassasiyeti anladınız değil mi arkadaşlar.
Bakın
karşı karşıya kaldığınız annenizde olsa kadına dönük, çocuklarınızda olsa
nikahınız haram biride olsa tesettürde yabancı kabul edilip en yakın olana bile
takınacağınız tavır işte bu.
Sana
nikahı haram olmayan annen mertebesinde olmayanlara takınacağın tavır herhalde
daha farklı olmalı. Bu burada meselenin hassasiyetini yani şeytana, fitneye
ifsada açık yani küçücük bir delik dahi bırakmamak için bu misali veriyor.
Neden
misaller itaatlerde isyanlarda devamlı zirveden verilir. Mesela:
“Ey
iman edenler! Adaleti ayakta tutun ve kendiniz, ana- babanız ve yakın akrabanız
aleyhine de olsa, yalnız Allah için şahitlik eden kimseler olun...”(Nisa suresi
(4)/ 135)
Bir
insanın babası aleyhine şahitliği zor iştir. Lehinde çok kolay. Yabancı birinin
aleyhinde de kolaydır, lehinde zordur. Onun için en yakını misal veriyor.
Nikahı
haram, anan hükmünde, oğlu mesabesinde, ama tesettürde en uzak sayılan insan
oluyor. Eğer Peygamberin hanımlarına, sahabelerine bu emredilmişse biz ne demek
oluruz. Bu çok açıktır___ Bilene ___
Birisi
dese şimdi.__canım oradaki perde arkasından isteme Peygamberin hanımlarına
hastır. Haslık menfide mi olur, müsbetlikte mi olur? Müsbetlikte olur. Benim
annemin dışarıya çıkarken kapanmasıyla benim yanımda kapanması aynı mı?
Yani
kapanmayı Peygamberin hanımlarına has kılamazsın. Aksi has olur. Çocuklarının
yanında kapanma hasmı olur. Annelerinin yanında onların kapanması hasmı olur.
Değildir. Tam aksine buradaki hususiyet müminlerin hanımlarına sairlerine kabul
edilir. Yani onların daha çok kapanmaları gerekir.
Önce
bu ayetleri bu yönlü ele almalıyız. Hemen metni yönüyle değil. Metin amelimizin
salih olduğunu gösterir. Yani, Kur’an ve Sünnete dayandığını. Yani okuduğumuz
metin ya Kur’an olmalı yada Sünnet veya her ikisi. Farkına vardıysanız burada
hem Kur’an hem Sünnet ama sahabenin yaşantısıyla veriyor. Mesela Allah
Subhanehu Teala Kur’an da:
“Eğer
sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse, şüphesiz hidayete ererler. Yok eğer
yüz çevirirlerse, onlar, muhakkak, düşmanlık içindedirler...” (Bakara suresi (2)/ 137)
Sizin
iman ettiğiniz gibi iman ederlerse, derken neyi kastediyor? Neden? Resule senin
iman ettiğin gibi demiyor da, “sizin iman ettiğiniz gibi” diyor.
Çünkü
sahabenin iman ettiği Resulun onlara canlı olarak yaşattığıdır. Binaenaleyh
müminlerin anneleri bu mevzuda tek örnek verilecek insandır.
Onların
iman ettiği gibi derken, onların örtündüğü gibi, örtünürseniz gerçek iman etmiş
olursunuz. Tesettürde bu ayeti böyle alırız. Onların oruç tuttuğu gibi onların
namaz kıldığı gibi, onların Peygambere iman ettiği gibi evet “iman” umum bir
kelimedir arkadaşlar. İman etmen için hepsini yapman gerekiyor. Çıkman için
illa hepsini inkar etmen gerekmiyor birini inkar etsen kafi.
Yani
bu iman meselesi tesettürde düz olarak ele alınırsa “Onların iman ettiği gibi
iman ederseniz siz ancak hidayette olursunuz”, yani onlardan kasıt
Sahabelerdir. Yani onlar gibi kapanırsanız. Bu çok açıktır.
Kur’andan
delil alıyoruz, Sünnetten delil alıyoruz. Kur’an ve Sünnet üzereyiz demek öyle
yaşıyorum demek doğru yolda olduğumuzun alameti midir? Hayır.
Çünkü
KUR’AN ve SÜNNET doğrunun kendisidir. Onun üzerinde olduğumuzun bizde bir
alameti olması gerekir. Herkes “KİTAB ve
SÜNNET” diyor. Aksini diyen var mı? Yok. Aslı “KİTAB ve
SÜNNETİN” üzerinde olduğumuzun alameti şimdi ne oluyor anladınız mı?
Sahabenin iman ettiği gibi iman etmek, onların bu ayeti anlayıp, yaşadıkları
gibi yaşamak, onların hacc ettikleri gibi hacc etmek, onların oruç tuttukları
gibi oruç tutmak, onların namaz kıldıkları gibi namaz kılmak vb. ancak o zaman
hidayet üzere olursunuz.
Bu
konuda ikinci aldığımız ayet yine Ahzab suresinde ; Allah Subhanehu Teala şöyle
buyuruyor:
“Ey
Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle ki...”
diyor.
(Ahzab suresi (33)/ 59)
Burada
ki hicab emri birine farklı birine farklımı yoksa üçüne bir mi? Üçüne bir değil
mi? Hanımlarına, kızlarına, müminlerin hanımlarına üçüne de emir aynı.
Peygamberin hanımlarına has diyecek bir şey yok, burada . müminlerin hanımları
daha farklı örtünebilirler veya daha az örtünebilirler böyle bir ifade yok
burada. Bu hususiyeti ayıran tek bir şey var. Bakın Nur suresinde Rabbimiz:
“Evlenme
ümidi kalmamış yaşlı kadınların ziynetlerini açığa vurmaksızın üslerini
çıkarmalarında üzerlerine herhangi bir günah yoktur. Fakat sakınıp örtünmeleri,
kendileri için daha hayırlıdır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir”
diyor.(Nur suresi (24)/ 60)
Buradaki
hususiyet nasıl? Erkeğe ihtiyaç duymayan bir kadının dış örtüsünü çıkarmasında
bir beis yok diyor. Ama taşırlarsa bu onlar için daha hayırlıdır. Bu bile
hayırlı olarak ifade ediliyor.
Yani
bakın çok dikkat edin. Mükellefiyet bitmiş bu konuda, sorumluluk kalkmış
indirebilir, açabilir. Bir çekicilik kalmamış artık, bırakabilir. Bu mümkündür.
Ama diyor, örtünürse bu onun için daha hayırlıdır. Sübhanallah, Rabbim biz
nankör kulların sana ne kadar hamd etsek azdır. Sen ki bizi en ufak bir açık
kapı dahi bırakmadan uyarıp doğru yolu gösteriyorsun. Yarabbi bizleri, ehlimizi
dininde sabit kıl, kalblerimizi dininde sabit kıl __AMİN__
Şimdi
başa aldığımız zaman, bir kızın ne zaman örtünmesi farzdır? Kur’an bunu şöyle
açıklıyor;
“Çocuklarınız
ergenlik çağına girdiklerinde, kendilerinden öncekiler izin istedikleri gibi
onlarda izin istesinler.” (Nur suresi
(24)/ 59)
Burada
yaş belirtilmiyor. Buluğa erdiğinde diyor. Ama bir hadisi şerifte konuya biraz
ışık tutması açısından diyorum. Peygamber (sav) şöyle buyuruyor:
“
Çocuk on beş yaşına geldiğinde, artık şeri cezalar onda tatbik edilir.”Beyhaki
“Hılafiyyat” ta Enes (r.a)’ dan rivayet ediyor.
Buluğ
çağına erdiği andan itibaren örtünmesi farzdır. Şöyle diyebilir miyiz? Tamam
benim kızım açık gezsin buluğa erdiği an kapatırım, diyebilir miyiz? O yaşta
farz ise bunu diyebilir miyiz? Bu şekilde lakayıt davranma yetiştirmenin en
kötü noktasıdır. Bu çocuğu münafık olarak yetiştirmedir. Daha önce
alıştırılmalıdır. Bu daha hayırlıdır.
On iki
- on üç yaşına gelmiş bir kızın o yaştan sonra kapanması kolay mı? Bu mümkün
değil. Kapansa bile çocuk anasından babasından korktuğu için kapanacak. Çocuğu
münafık yapan anası babası olur bakın.
Ama
küçükken çocuk buna alışmış kendinden bir parça olarak bunu kabullenmişse bu
ona hiç yük olmaz. Bu yüklüğün tesirini azaltmak için geleneksel tipini demekte
istemiyorum. Hiçbir zaman geleneksel örtünmeye fırsat vermemek gerekiyor.
Yine
bunda unutmamak gerekir ki, kız çocuğunu bir kız gibi erkek çocuğunu da bir
erkek gibi yetiştirmek gerekiyor. Bu küçükten olur. Küçük bir kız çocuğunu
düşünün erkek çocuklarla büyüyor. Bir bakarsınız onlar gibi yumruk atmalar,
onlarla top oynamalar, sert tabiat. Aksi bir erkek çocuğunu da kızlarla
büyütürseniz yani onlarla oynatırsanız gider evcilik oynar, ip atlar, bebekle
oynar. Terbiyeyi ufak yaşta vermeliyiz. İnsan yetiştiği yere göre huy alır. Bu
insanın tabiatında var. Bu konuda Allah’ın Resulünun şu sözünü çokça
duymuşsunuzdur.
“Kırda
yaşayan kabalaşır, av peşinde koşan gafil olur, devlet, adamına yaklaşan ya
dininden ya canından olur.” (Nesei /
4289- Tirmizi / 2357)
Yine,
“Her
Peygamber muhakkak koyun çobanlığı yapmıştır. Koyun çobanı mülayim, deve çobanı
aksi olur.” (Buhari)
Evet
insan yaşadığı yetiştiği yere göre özellik alır. Bir hadis daha zikredelim ve
konumuza böldüğümüz yerden devam edelim. İnşallah,
“Allah
(c.c), Adem’i yeryüzünün hepsinden avuçladığı bir avuç topraktan yarattı. Bunun
için Ademoğulları, yeryüzünün renkleri ve tabiatları kadar değişik şekillerde
geldiler. Onlardan kimi kızıl, kimi beyaz, kimi siyah, kimi bunların karışımı,
kimi yumuşak, kimi sert, kimi kötü, kimi de iyi geldi.” (Tirmizi / 3130 - Ebu Davud / 4693)
Bakın
koyun çobanlığı insanı mülayim yapıyorsa, deve çobanlığı insanı küfürbaz aksi
yapıyorsa, köyde yaşamak insanı kabalaştırıyorsa, çocuğun yetiştiği ortama çok
dikkat etmeliyiz. Misali yakaladınız mı? Hayvanların güdülmesi bile insanı
menfi ve müspet yönde etkiliyorsa gerisini siz hesaplayın.
O
zaman ne yaparız? Kızı tabiatından, fıtratından uzaklaştıran, erkeği
fıtratından uzaklaştıran bir terbiye usulünü evden kaldırmak gerekiyor. Bunu
küçükken hissettirmemiz gerekiyor. Erkeğe, hiç erkek çocuk kadınların yanına
girer mi? Kapıyı vurur izin alırsın, dersin. O terbiyeyi Kur’an da bile
verirken;
“Ey
İman edenler! Ellerinizin altında bulunan köle, cariye veya hizmetçilerinizle,
içinizden ergenlik çağına erişmemiş olanlar odanıza girmek için sizden üç defa izin
istesinler.” (Nur suresi (24)/ 58)
Anaların
babaların odalarına girerken bile izin isteyerek girmeyi emrediyor. Bu
terbiyeyi verdiğimiz zaman, erkek erkekliğini hisseder. Kıza verdiğin zaman
kızlığını anlar. Bu tabiatının verilişidir. Ondan sonra örtünmek, kadın erkek
ilişkisinde ölçü ona artık ağırlık vermez. Aksi olursa öyle bir yaralar açılır
ki ömür boyu bu yaralar telafi edilemez.
Anadolu’ya
baktığımızda bir kayınbirader yengenin yanına çok rahatlıkla girer çıkar ama bu
büyük bir beladır bunun farkında bile olmaz. Kimsede bunu halletme yoluna
gitmez. Bakın Allah’ın Resulu (sav) efendimiz ne diyor?
“Tek
başlarına iken, kadınları ziyaret etmekten sakının. Bunun üzerine Ensar’dan bir
adam. -Ya Resulullah, ya koca tarafından olursa (kardeşi tarafından). Buyurdu
ki - Koca tarafından akraba olursa o ölümdür.”(Tirmizi / 1180, - Darimi / 2645,
- Müslim / 2172, - Buhari / Nikah, 111 (6/ 159)
Ayrıca
Tirmizi de şu ziyadelik vardır.
“...bir
erkek bir kadınla baş başa kalmasın! Aksi takdirde üçüncüleri mutlaka
şeytandır.”
Görüyorsunuz
İslamda ki hassasiyeti. Birde bizim yaşadığımız topluma bakın, bizi islam
esaslarından tamamen nasıl uzaklaştırmış. Yani, hah şimdi düzeldik dediğimiz
bir yerde dahi bir çok müşkülatlar çıkıyor. Neden? Temelde birçok şey zamanında
halledilmemiş. Büyürken çocuğa dikkat edilmemiş.
Demek
ki biz bu davayı yüklenmeliyiz ki bizden sonraki gelenler daha rahat islamı
yaşayacakları ortamı bulabilsinler. Aksi olursa bu pislikten kurtulmak mümkün
değil. Buda yani kurtulamamamız meselenin hep şekliyle meşgul olduğumuzdan kaynaklanıyor.
Bir
hadis daha zikretmek istiyorum. Bakın Allah’ın Resulu (sav) bizim için ne
diyor?
“Kocaları
yanında olmayan kadınları ziyaret etmeyin. Nitekim şeytan herhangi birinizin
damarlarında kanın dolaşımı gibi dolaşmaktadır. Biz - Sende mi? Dedik. Buyurdu
ki: benimde. Fakat şeytana karşı Allah bana yardım etti ve o, benim şeytanım
boyun eğd.” (Tirmizi / 1181, - Müslim /
2174, - Darimi 2785, - Ebu Davud / 4719)
Evet,
misaldeki dersi alabildik değil mi? Allah’ın Resulu misali kendinden veriyor.
Daha fazla üzerinde durmayacağım- bu anlattığımız esaslarla bu hadisi bir
düşünün neden söylüyor.
Buluğa
ermiş bir çocuğa elini yüzünü kapatacaksın, bir araya geldiğinde aileler
haremlik selamlık uygulanacak demek, bu şekil, bizi kurtarmıyor arkadaşlar.
İnanın
şu ortamda kapandığı halde, peçe taktığı halde kocası da müslümanım dediği
halde daha hala kayınbirader, enişte veya aileden kabul edilen güya insanlarla
bir oturup kalkan insanlar vardır. Bu aşılamamıştır. Neden? Halen şekilcilikten
kurtulup eğitimi veremediğimizden bu müşkülatlar doğuyor. Bakın Allah’ın Resulu
(sav) efendimiz bize ne nasihat ediyor:
“Kişi,
dostunun üzeredir. Bu yüzden her biriniz, dost edindiği kişiye dikkat
etsin.”(Tirmizi / 2484, - Ebu Davud - Edeb / 16)
İnsan
iyiye de kötüye de meyillidir. Bu yüzden Allah’ın Resulu (sav) uyarıyor. Dikkat
edin diyor. Uyarıyorsa bu bizim başımıza gelecek demektir.
Şimdi
meselenin nass yönünü, ihlas yönünü ele aldığımızda nasslardaki sebatı şöyle
tespit etmeliyiz. Ahzab suresindeki:
“Ey
peygamber! Müminlerin annelerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle.
Cilbablarından bir kısmıyla örtünsünler bu onların tanınıp eziyet edilmemeleri
için en hayırlı olandır. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (Ahzab Suresi (33)/ 59)
İfade
bu. Cilbablarıyla demiyor, bir kısmıyla örtünsünler diyor. Ama bir çok meale
baksanız bu ifadeyi bulamazsınız. Bunu iyice anlamak için. Müminlerin annesi
Aişe (r.a) ‘ın ifk hadisesine bir bakalım.
“Aişe
(r.a) dedi ki: Resulullah yapmak istediği bir gazvede aramızda kura çekti ve bu
kurada benim adım çıktı. Ben Rasulullah’ın beraberinde sefere çıktım. Bu sefer
Hicab ayeti indikten sonra idi. Ben hevdecimin içinde taşınır ve onun içinde
olarak yere indirilirdim. Bütün yolculuğu bu şekilde yürüdük. Nihayet
Resulullah bu gazvesinden ayrılıp da döndüğü ve Medine’ye yaklaştığımızda bir
yerde konakladı. Geceleyin hareket edilmesini bildirdi. Hareket emrini verdiği
zaman ben kalkıp hacetimi yerine getirmek için yalnız başıma ordunun
konakladığı bölgeyi seçtim. Hacetimi yerine getirdiğim zaman dönüp yerime
geldim. Baktım ki Yemen boncuğundan dizilmiş gerdanlığım kopup düşmüş. Hemen
dönüp gerdanlığı aradım. Fakat onu aramak beni yoldan alıkoymuştu. Benim yol
nakliyatımı yapmakta olan kimseler gelip benim hevdecimi yüklemişler ve
binmekte olduğum deve üzerinde götürmüşler. Onlar beni hevdecin içinde
sanıyorlarmış. O zaman kadınlar hafif hafif
idiler, şişmanlamazlardı, et ve yağ onları ağırlaştırmazdı. Çünkü az
yemek yerlerdi. Bu sebeple bana hizmet edenler hevdeci ağırlık derecesine
bakmadan yüklemişler. Ordu gittikten sonra ben gerdanlığımı buldum. Akabinde
ben ordu birliklerinin konakladığı yere geldim. Fakat oralarda kimse kalmamış.
Ve onlar beni hevdecde bulamazlarda beni aramak üzere yanıma gelirler diye
düşündüm. Ben bu düşünce ile yerimde otururken uyumuşum.
Safvan
İbnul Muattal es-Sulemi sonra ez-Zekvani arkadan gelmekte, kalmış olan
eşyalarını toplamak ve diğer konak yerine götürerek sahiplerine vermekle
görevli idi. Bu zat askerin arkasından sabaha kadar yürümüş. Benim bulunduğum
yere gelmiş. Uyuyan bir insan karaltısı görünce benim yanıma gelmiş ve beni
görünce tanımış. Bu zat beni Hicab’tan önce görür idi. Ben onun beni tanıdığı
sırada onun:
“ İnna
lillahi ve inna ileyhi raciun” (Bakara
(2)/ 156) istirca sözlerini söylemesiyle uyandım.
Uyanınca
hemen feraceme bürünüp yüzümü örttüm. Allah’a yemin ederim ki, o bana bir tek
kelime söylemedi, bende ondan “inna lillahi ve inna ileyhi raciun” istirca
sözünden başka bir kelime işitmedim. Devesini ıhtırıp çöktürdü. Benim binmem
için devenin ön ayağına bastı, bende deveye bindim. Safvan, bindiğim deveyi
önünden çekerek yürüdü. Nihayet kafile konak yerine indikten sonra, öğle
sıcağında orduya yetiştik...” (Buhari - 10. c / 4598 - Ebu Davud / 4735 -
Müslim / 2770)
Aişe
annemiz ne diyor, istirca sözüyle uyandım, onu karşımda görünce hemen yüzümü
kapadım diyor. Ve o beni Hicab’tan öncede tanırdı diyor.
Şimdi
bu kelimelerin üzerinde biraz durun. Hicab’tan önce derken, hicab emri ne
burada? Üzerini örtünmüyor bakın, sadece yüzünü örtüyor. Hicab katiyen kadının
üzerini örtmesi değildir. Üzerinde olan cilbabın bir parçasıyla yüzünü
örtmesidir. Aişe annemizin yaptığı gibi
Yani
hicab dediğimizde eli ve yüzü örtme emridir. Değilse vücudu bedeni örtme değil.
Ondan önce kadınlar açık saçık mı geziyorlardı. Hatta Mekke’de bile müslüman
kadınlar örtünüyordu.
Misal
mi, Allah’ın Resulu (sav), Arafat’ta hacılara tebliğ ederken yoruluyor ve bir
ağacın altına oturuyor dinlenmek için. O sırada kızı Rukiye (r.a) geliyor.
Elinde su kabı ile. Allah’ın Resulu (sav)’in eline su döküyor, elini yıkıyor su
içiyor. O sırada Rukiye’nin gerdanı açılmış. Allah’ın Resulu (sav) - Kızım
gerdanını kapat diyor. (Ahmed b. Hanbel)
Yani
bakın daha Mekke’de iken bile tesettürün bu kısmına dikkat edilen taraf var.
Değilse hicab gelmeden evvel müslüman kadınları açık saçık gezemiyorlardı.
Oradaki hicab emri yüzünün kapanmasıdır. Üstünü örtme değil. Aişe validemiz
üstünü örtmüyor. Örtülüydü. Sadece uyku haliyle yüzü açıktı. O beni Hicab’tan
öncede tanırdı, diyor. Ve yüzünü kapatıyor.
Şimdi
ayetle tanınıp eziyet edilmemeleri sözüyle o beni Hicab’tan öncede tanırdı
deyip yüzünü kapamayı alakalandırdınız değil mi?
Hicab
yüzü örtmedir. Tanınmama onu kapamadır. Açık tutarsan kapanır. Şimdi bu ayetin
tefsirini biz ne ile yaptık., sahabenin yaşantısıyla. Bakın bir hadiste Aişe
annemiz:
“Biz
ihramlı olarak Resulullah (sav)’le beraber bulunurduk. Kafileler bizim
yanımızdan geçerlerdi. Tam hizamıza geldikleri vakit biz kadınlardan herhangi
birimiz başından örtüsünü yüzüne indirir, kafile geçince yine açardık. “ (Ebu Davud / 1833 - İbn Mace / 2935)
Yine
bir hadisi şerifte,
“Abdül
Habır bin Kays Şemmas (r.a)’dan - Ümmü Halad denen bir kadın yüzü peçeli olarak
Allah’ın Resulu (sav)’e geldi. Oğlunu soruyordu. Halbuki oğlu harpte
öldürülmüştü. (SAV)’in ashabından birisi ona; yüzün peçeli olduğu halde mi
geldin, oğlunu soruyorsun? Dedi. Kadın,”Oğlumun ölmesiyle musibete uğradımsa
da, hayam hususunda da mı musibete uğradım.” Cevabını verdi...” (Ebu Davud /
2488)
Bunlar
şimdi neyi gösteriyor? Sahabenin yaşantısını. “Onlar gibi iman ederseniz”
ayetini anladınız değil mi? Ayriyeten kadının ihramı ne? Allah’ın Resulu (sav):
“İhramlı
kadın yüzüne peçe vurmasın ve ellerine eldiven giymesin” buyurdu. (Buhari -
4.c / 1729 - Ebu Davud / 1826)
Bu
neyi gösteriyor? Demek ki hacdan evvel “el ve yüz” kapanıyormuş. Şimdi bu kat’i
ifadeyi yakaladınız değil mi?
Ondan
sonra bu mevzuda şüphe getiren nassların izahını farklı bir boyutta ele
alamazsınız şimdi gelen şüphelerden bir tanesi şu:
“Mümin
erkeklere söyle de, gözlerini haramdan sakınsınlar...”
“Mümin
kadınlara da söyle, onlarda gözlerini haramdan sakınsınlar...”
(Nur
suresi (24)/ 30- 31)
Bazıları
şimdi bu ayeti ele alarak diyor ki; şimdi gözlerini yere diksinlerden maksat
ne? Demek ki diyor. - gözlerini yere dikmeleri yüzü açıkta ondan diyor. Şimdi
bu bir gerçek. Peki yüzleri yere dikmek ille de yüz açıklığından mı? Hayır
katiyetle. Neden? O ortamda sadece müslümanlar mı yaşıyor? Yahudi ve Hıristiyan
kadınlarda vardı.
Gelelim
bu topluma bu toplumda bu mümkün mü, herkesin aynı şekilde kapanması. Mümkün
değil. Burada gözleri korumak başka bir maksat için. O ortamda bir kadın hiç
kapanmasa da gelse birileri de görse - Ha bakın müslüman kadınlar hiç
kapanmıyormuş - manasını çıkarabilir mi. Bunun manası çıkmaz. Orada görünen bir
tane insan o kadar. Ne zaman bakmak caiz olur şeriatta ancak evlenme kastı
olursa bunu nereden çıkarıyoruz tabii ki yine Kitap ve Sünnetten.
“Bir
gün Allah’ın Resulu’nün huzuruna bir kadın geldi de nefsini Resullullah’a arz
etti. - Ya Resurullah! Bana ihtiyacın var mı, yani beni nikahlar mısın dedi.
Peygamber (sav) gözlerini kadına dikip tepeden tırnağa süzdü ve indirdi sukut
etti...” (Buhari 11.c / 5210)
Kadına
baştan aşağı bakıyor, ihtiyaç duymadım, diyor. Nasıl bakıyor. Bir erkek bir
kızı istediğinde onun yüzüne bakabilir.
“Ebu
Hureyre (r.a) dedi ki, ben Allah’ın Resulu’nün yanında idim. O sırada bir kimse
geldi ve Ensardan bir kadınla evlenmek istediğini Peygambere haber verdi.
Allah’ın Resulu ona: - O kadına baktın mı? diye sordu. O zat, hayır bakmadım
dedi. Allah’ın Resulu; öyleyse git ve o kadına bakıp gör. Çünkü Ensarın
gözlerinde bir küçüklük vardır.” (Müslim / 1424 - İbni Mace / 1964)
Onun
yüzüne bakabilirsin diyor, ama evlenme kastıyla. Yine bir hadisi şerifte:“Cerir
bin Abdullah (r.a)’dan dedi ki:”Allah’ın Resulu(sav)’e ani olarak bir yabancı
kadına bakmanın hükmünü sordum ve derhal gözümü çekmemi emretti”. (Tirmizi / 2925)
Gelen
bir müşkülatı böyle defetmen mümkün. Çünkü önce asıl öğrenilmeli. Ayete
bakıyorsun, Sünnete bakıyorsun ve “Onların iman ettiği gibi”, yani sahabelerin
anladığı gibi yaşıyorsun. Olay bu kadar basit. Gerisi hiç önemli değil.
Konu
şimdilik burada bitti. Velhamdülillahi Rabbilalemin.
“Ey
İman edenler sizi, size hayat verecek şeye davet ettiklerinde, Allah’a ve
Resülu’ne icabet edin. Bilin ki Allah kişi ile kalbi arasına girer ve siz, mutlaka
O’na varıp toplanacaksınız.”
(Enfal Suresi(8)/ 24)
********************************
16 / 11 / 1999******************************
Konuda
geçen ayetler : *TESETTÜR *
Sad/
27 - Zariyat/ 56 - Vakıa/ 57 - Tin/ 4-6 - Araf/ 179 - Furkan/ 44 - Rum/ 21 -
İsra/ 23
Ankebut/
8 - Maide/ 32 - Enfal/ 8 - Tegâbün/ 5 - Nisa/ 34 - Bakara/ 228 - Ahzab/ 53 , 50
Nisa/
135 - Bakara/ 137 - Ahzab/ 59 - Nur/ 60 , 59 -
Bakara/ 156 - Nur/ 30 , 31
KONUDA
GEÇEN AYETLERİN İÇERİĞİ:
“...
Biz insanı en güzel bir şekilde yarattık. Sonrada iman edenler ve salih amel
işleyenler hariç onu, aşağılayanların ve aşağısına ittik...” (Tin (95) / 4-6)
“...
Onların kalpleri vardır; fakat onlarla anlamazlar; onların gözleri vardır;
fakat onlarla görmezler; onların kulakları da vardır; fakat onlarla
işitmezler...” (A’raf (7) / 179)
“...
Oysa onlar hayvan gibidirler...”
(Furkan (25) / 44)
“Size,
kendi nefsinizden, kendisiyle huzura kavuşabileceğiniz eşler yaratıp aranıza
sevgi ve merhamet koyması da onun delillerindendir...” (Rûm (30) / 21)
“Rabbın
yalnız kendisine kulluk etmenizi, ana-babaya iyi davranmanızı emretti...”
(İsra
(17) / 23)
“Biz
insana, ana ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir..”
(Ankebut
(29) / 8)
“...
Kim bir kimseyi öldürürse, onun, insanları topluca öldürmüş olacağı, kimde bir
kimseye hayat hakkı tanırsa, onun insanlara topluca hayat vermiş olacağı...”
(Maide (5) / 32)
“Biliniz
ki, sizin malınızda, çocuklarınız da bir “fitne”dir.” (Enfal (8) / 28)
“Mallarınız
ve evlatlarınız da sizin için birer denemedir...” (Tegabün (64) / 14)
“...
Erkekler kadınların yöneticisi ve koyucularıdır...” (Nisa (4) / 34)
“...
Erkeklerin kadınlarından bir üstün derecesi vardır...” (Bakara (2) / 228)
“Ey
Peygamberi! Mehirlerini verdiğin eşlerini,
Allah’ın sana ganimet olarak verdiklerinden... sahip bulunduğun
cariyelerini, amcanın, halalarının, dayının ve teyzelerinin seninle beraber
hicret eden kızlarını sana helal kıldık...” (Ahzab Suresi (33) / 50)
“Ey
iman edenler! Adaleti ayakta tutun ve kendiniz, ana -babanız ve yakın akrabanız
aleyhinize de olsa, yalnız Allah için şahitlik eden kimseler olun...” (Nisa (4) / 135)
“Eğer
sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse, şüphesiz hidayete ererler. Yok eğer
yüz çevirirlerse, onlar , muhakkak, düşmanlık içindedirler...” (Bakara Suresi (2) / 137)
“ Ey
Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mü’min kadınlarına söyle ki...”
(Ahzab
Suresi (33) / 59)
“Evlenme
ümidi kalmamış yaşlı kadınların ziyaretlerini aşağıya vurmaksızın üslerini
çıkarmalarında üzerlerine herhangi bir günah yoktur...”
(Nur
Suresi (24) / 60)
“Çocuklarınız
ergenlik çağına girdiklerinde, kendilerinden öncekiler izin istedikleri gibi
onlarda izin istesinler. Nur Suresi (24) / 59
...
Biz Allah’a aidiz ve elbette Ona döneceğiz... Bakara Suresi (2) / 56
“Mü’min
erkeklere söyle de haramdan sakınsınlar...” “Mü’min kadınlara da söyle, onlarda
gözlerini haramdan sakınsınlar...” Nur Suresi (24) 30-31
Konuda
Geçen Hadisi Şerifler :
Tergib
ve Terhib___ 4.c/ 203.sy - 5.c/ 126.sy - 5.c/ 114.sy
Tirmizi_Hadis
No:__2743 - 1171 - 2929 - 1182 - 3130 - 1180 - 1181 - 2484 - 2925 - 2357
Buhari_Cilt,
Sayfa No: 4.c/ 1900 - 11.c/ 5188 - 10.c/ 4598 - 4.c/ 1729 - 11.c/ 5210, 10.c/ 4672
Müslim___________1599
, 2564 , 1403 , 2172 , 2174 , 2770 , 1424 ,2551.
Darimi____________
2535 , 2645 , 2785
İbn
Mace__________ 3984 , 3998 , 2935 , 1964 ,1609 , 1850
Nesei_____________4431
, 4289
Taberani,
Mucemus Sağır__ 709 ,5.c. / 272.
Ebu
Davud________4963 , 4719 , 4735 , 1833 , 2488 , 1826 , 2140 , 2142
KONUDA
GEÇEN HADİSLERİN İÇERİĞİ
“...
Evlenin dininizin yarısını tamamlayın...”
Tergib 4c- 203sy - Beyhaki - Taberani - Evsat’ta- Hakim.
“...
Sizin en hayırlınız ehline en hayırlı olanı...” Tirmizi 2743 / 1171 - Hakim,
Müstednek 1/53 - İbn Mace / 1609
... O
iyi olduğu zaman bütün ceset iyi olur. O buzuldu mu bütün ceset bozulur. İşte o
et parçası kalptir.” Buhari / 4.c 1900,
Müslim / 1599 - 2564, Darimi / 2535, İbn Mace / 3984, Nesai / 443
“Erkeğin
tesettürü göbekle diz kapağı arasıdır.”
Taberani (Mucemus Sağır) / 709
“Kadın
avrettir.” Tirmizi / 1182
“Biriniz bir kadın gördü mü hemen ailesine gelsin.
Çünkü bu onun nefsinde olan şeyi giderir.” Müslim / 1403
“Kadın
bütün olarak cazibedir.” Taberani, Mucemuz Zevaid, K. Salat 2 / 34
“Erkekler
kadınların yöneticisi ve koruyucularıdır.” Nisa suresi(4) / 34 - E. Davud 2142,
- İbn Mace / 1850
“Ey
Allah’ın Resulu iyilik yapmama en fazla layık olan kimdir?” Tergib ve Terhib
5.c 126 say, - Buhari, - Müslim
“Cennet
anaların ayakları altındadır.” Tergib ve Terhib 5.c, 114. say, - İbn Mace -
Nesai - Hakim
“ Size
benden sonra en büyük fitne kadınları bıraktım.” Buhari / 11. c/ 5188
“Kırda
yaşayan kabalaşır, av peşinde koşan gafil olur, devlet, adamına yaklaşan ya dininden ya canından olur.” Nesai / 4289 - Tirmizi /
2357
“Allah
(c.c) Adem’i yeryüzünün hepsinden avuçladığı bir avuç topraktan yarattı.”
Tirmizi / 3130, - Ebu Davud / 4693
“Tek
başlarına iken, kadınları ziyaret etmekten sakının...” Tirmizi / 1180, Darimi /
2645, - Müslim / 2172, - Buhari / Nikah, 111 (6/159)
“Kocaları
yanında olmayan kadınları ziyaret etmeyin.” Tirmizi / 1181, - Müslim / 2174,
Darimi 2785, Ebu Davud / 4719
“Kişi
dostunun üzeredir.” Tirmizi / 2484, Ebu Davud , Edeb /16
İfk
Hadisesi. Buhari 10.c / 4598, Ebu Davud / 4735, - Müslim / 2770
“...
Kızım gerdanını kapat diyor.” Ahmed b. Hanbel
“...
herhangi birimiz başında örtüsünü yüzüne indirir, kafile geçince yine açardık.” Ebu Davud / 1833, - İbn Mace /
2935
“Musibete
uğramakla hayanın da musibete uğramayacağı.”
Ebu Davud / 2488
HALAVETUL-ÎMAN
- İMANIN TADI
İman nimetinden
daha büyük bir nimet yoktur. Allah Azze ve Celle’nin kendisinin taatine
muvaffak kılmasından daha büyük bir
nimet yoktur. İnsanlık iman için yaratılmıştır. Kendisinden başka hakkıyla
ibadet edilmeye layık başka bir ilah olmayan Allah’a iman. Bunun için gece ve
gündüz, sabah ve akşam, bunun için gökler ve yer yaratıldı. Bunun için hesap ve
sorgu var edildi. Bu öyle bir iman ki, hayatın her lahzasında, zamanın her
anında kainatta meydana gelen her hareket, gerçekleşen her bir olay bize bir
olan, kendisinden başka hakkıyla ibadet edilmeye layık bir ilah olmayan Allah
Azze ve Celle’yi hatırlatmaktadır. Gece ve gündüzün birbiri ardınca gelmesi,
geceleyin gökyüzünde yıldızların belirmesi, ayın parıldaması hepside bize Lâ
ilâhe illalâhı hatırlatıyor. Bu öyle bir iman ki, bu kâinatta ki her şey onu
doğrulayıp tasdik ediyor ve ona işâret ediyor. İnsanoğlu her hâlukârda ve her defasında buna şahitlik ediyor. Kâinatta gerçekleşen bu
mucizevi olaylar bizleri Allah Azze ve Celle’yi birlemeye, onu tevhide
götürüyor. Bunun içindir ki Allah Azze
ve Celle insanı iman için yaratmıştır.
Allah Azze ve
Cellenin buyurduğu gibi: “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler
diye yarattım.” (Zariyat: 56)
Allah Subhânehu ve
Teâla insanı ancak kalbini bir olan Allah’ın tevhidi ile doldurması için
yaratmıştır. İnsanın bu hayattaki en mutlu anı, kişinin gerçek manada, Allah’a
iman eden bir kul olduğunu hissettiği andır. İnsanın hayatındaki en mutlu anı
kalbi, Allah Azze ve Celle’ye tamamen inanmış bir şekilde dolduğu zamandır.
İşte bu şekilde kalp, her işinde iman ile birlikte yaşar. İşte bu, Allah’a,
hiçbir şek ve şüphe olmaksızın tamamen
iman etmektir.
Bu hayatta bir
müminin özen göstermesi gereken en önemli mesele, kalbini Allah’a imanla
doyurmasıdır. İmanın girdiği kalbi Allah, muhakkak genişletir. İmanın girdiği
göğüs, muhakkak Allah’ın zikriyle
mutmain olur, huzura kavuşur. Bir kulun Rabbisini tanıdığı o andan
kendisini sevindirici, mutlu edici başka bir an yoktur. O anda insan kendisini
yaratan Rabbisine yaklaşmış, kullukta Allah Subhânehu ve Teâla’ya boyun
eğmiştir. Bu iman Allah ile senin
arandaki tek kapıdır. Bu imanın bir lezzeti ve kalplerde de bir eseri vardır. Bu lezzet imanın halaveti,
yani tadı ve güzelliğidir. Bu şekilde insan iltizamın tadını tadar. Bunu ancak
Rahman olan Allah’ın muhabbetine,
sevgisine mazhar olmuş bir mümin tadabilir.
Bir kulun ise
Allah’ın rızasını kazanmada ve O’nun taatinde,
ihlaslı bir şekilde çaba ve gayret sarfetmeye ve bu yolda hızlı ve güvenilir adımlarla ilerlemeye ihtiyacı vardır. Bir insan bir tatlıdan tattığı kadarıyla onun lezzet ve tadını alabilir. Şayet tadını
tattığı şey, alemlerin Rabbi olan Allah katında çok yüce ise o zaman ondan daha
lezzetli bir şey yoktur. Bu ise halavetul-iman, imanın lezzeti, Rahman olan
Allah’a yapılan kulluğun ve taatin
lezzetidir. Bu tadı tadan bir insan başına bir kötülük gelse sabreder, başına
sevindirici, onu mutlu edici bir olay gelse, Allah’a bundan dolayı şükreder.
İnsan, imanın tadını tattığı zaman Allah’a
masiyetteki bütün lezzetleri unutur. İmanın bu tadı her türlü münkeratı,
kötülüğü, her türlü fuhşiyatı terk etmeye sebeptir. Kâinatın efendisi olan
Allah Azze ve Celle’ye kullukta boyun eğmeye sebeptir. Kalpteki imanın gücü ne
kadar da yücedir. Kalplerdeki imanın tadı ne kadar da yücedir.
Halavetul İman-İmanın Tadının Alametleri
Muhakkak ki imanın
tadının alametleri vardır. Bunları bizlere Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve
sellem beyan etmiştir. Buhari de gelen rivayet bunu açıklamıştır:
Enes’in -Allah ondan razı olsun-
bildirdiği hadiste Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
«"Kimde şu üç
haslet bulunursa îmânın tadını almış olur: Allah ve Rasûl'ü kendisine
başkalarından daha sevgili olmak; bir kimseyi yalnız Allah için sevmek, (iman ettikten sonra
tekrar) küfre dönmekten tıpkı ateşe atılacakmış gibi hoşlanmamak".»
Bu üç haslet,
kullukta Allah’a boyun eğmiş kuvvetli kimselere muhtaçtır. Allah ile senin
aranda bir haslettir bu. Yine, Allah’ın dostları ile senin aranda bir haslettir
bu. Bir mümin bu üç hasleti her zaman ve mekânda kalbine arz eder. Şayet bu
hasletler, bu özellikler noksan olursa kalbinde ki iman lezzeti noksan olur.
Allah Azze ve Celle bunu bizden korusun.
Birinci Haslet:
Senin ile Allah azze ve celle arasında olan haslet. Bu ise Allah ve Rasûlü
sallallahu aleyhi ve sellemin sana her
şeyden daha sevgili gelmesidir. Yani Allah ve Rasulünü sevmek iki şey
içermektedir. Üçüncüsü ise onun semeresi, meyvesidir. Bunlardan birincisi:
Alimler şöyle diyor: Bir insanın bir şeye muhabbet duyması, muhakkak bir sebebe
binaendir. Bu muhabbet ya sadece dünyevidir, veya sadece uhrevidir, veya da
dünya ve ahiret arasında her ikisini de toplayıcıdır. Ancak Allah sevgisi
sevginin bu üç sebebini de bir araya getirmiştir. Muhabbetullah, Allah sevgisi
din sebebiyle olur ki bu da senin dünya ve ahirette kurtuluşundur. Bir de bu
muhabbet dünyevi bir sebepten olur ki, bu hayatta sadece mal toplamak, mal
biriktirmek değildir. Ancak mutlu olan kişi Allah’tan hakkıyla korkan ve dünya
ve ahiret saadetini elde edebilen insandır.
Muhabbetullah,
yani Allah sevgisine gelince, alimler söyle demişlerdir: Bütün sebepler bunun
için hazırlanmıştır. Şayet bir insan
babasını sevse; onu kendisine olan ihsanından, sürekli onu koruyup
gözetmesinden ve maddi ihtiyaçlarını karşılamasından dolayı sever. Hal böyle
iken, göz açıp kapayıncaya kadar ki zamanda bile seni koruyan, sana her türlü
nimeti veren Allah Azze ve Celle’ye karşı davranışımız, O’na karşı muhabbetimiz
nasıl olmalı? Şayet muhabbet, sevgi ihsan ise, kendine yapılacak iyilik ise,
sen Allah’ın ihsanın neresindesin. Şayet muhabbet, nimetler ise, sen Allah’ın
sana verdiği nimetlerin neresindesin. Düşün ki bir borç veya sıkıntı sebebiyle
senin için bütün yollar tıkanmış, bütün kapılar yüzüne kapanmış. Kime gitsen
derdine ilaç bulamamışsın. İşte böyle bir durumda birisi gelir sana yardım
elini uzatır ve senin hacetini giderir. Şayet o kimsenin sana yaptığı iyilik
seni fazlasıyla mutlu eder, kendine yapılan bu iyiliği konuşmaya başlar ve o insanı gece gündüz
översin. Hal böyleyken kardeşlerim, Allah’ın sana verdiği nimetler nerede?
Allah’ın sana verdiği hayırlar nerede? Allah Azze ve Celle seni defalarca
sıkıntıdan kurtarmadı mı? Geceleyin hastalandığında eşin ve çocukların başında
beklerken, sen sağına ve soluna bakındın. Lâkin Allah’tan başka sana yardım
edebilecek, sana şifa verebilecek, acını dindirebilecek, Allah’tan başkasını
bulamadın. O anda Allah’a yöneldin ve Rabbâhu Rabbâh! diyerek inledin. Allah’ım
bana şifa ver! Allah’ım sıkıntılarımı gider! diyerek Allah’a yalvarmaya
başladın. İşte o esnada Allah’ın rahmeti geldi ve içinde bulunduğun sıkıntıdan
seni kurtardı. İşte böyle bir durumda hiç günlerden bir gün Allah’ın senin
üzerine olan nimetini hatırladın mı?
İnsanların yanında Allah’ı sena edip övdün mü? Allah’ın senin üzerine olan
fazlını zikrettin mi?
Bunun içindir ki
Allah Azze ve Celle’nin muhabbetinden daha doğru bir sevgi yoktur. Kulun
Rabbisini sevdiği gibi kimse hakikatte sevmez. Allah dışında ki her sevgi
gaflet demektir. Sen Allah’ı her ne kadar çok sevmiş olsan da, her ne kadar onu
yüceltmiş olsan da muhakkak ki Allah Azze ve Celle’nin senin üzerindeki hakkını
ödeyemezsin.
Muhakkak ki
Muhabbetullah’ın, Allah sevgisinin bazı alametleri vardır. Alimler bunları
açıklamışlardır. Bunu açıklayıcı olarak âlimlerden biri şöyle demiştir:
Allah sevgisi
ancak Allah Azze ve Celle’nin vaciplerini, emrettiklerini yerine getirmek ve
yasaklarından da uzak durmakla
gerçekleşir. Şayet bu gerçekleşirse o zaman kul, Allah’ın sevdiği bir
kul demektir. Bu iki haslet, bu iki özellik yani Allah’ın farzlarını yerine
getirip haramlarını terk etmek bir kulda bir araya gelirse o zaman o kul,
Allah’ın habibi, Allah’ın sevgili bir kuludur.
Bazı alimler şöyle
demişlerdir: Kulun Allah’ı sevdiğinin göstergesi, Allah’ın o kulu kendisine
taatinde muvaffak kılmasıdır.
Bir kul Allah’ın
emrettiklerinde eksikliğe gittiği
miktarda yine haramlarını terk etmede
noksanlığa gittiği miktarda Allah’ın
muhabbetinde, O’na olan sevgisinde eksiklik
meydana gelir. Bu sebepten dolayıdır ki bir insanın kalbinde Allah sevgisinin devam edebilmesi için o
kulun Allah’ın farzlarını yerine getirmeye ve haramlarından da uzak durmasına,
bunu devam ettirmesine ihtiyacı vardır. Her kim Allah’ı severse her an Allah’ın
emirlerden bir emir bekler ki o emri yerine getirsin. Yine her an Allah’ın
yasaklarından bir yasak bekler ki ondan uzak durarak onu terk ederek, Allah
Azze ve Celle’ye yaklaşsın.
Allah sevgisinin
alâmeti bu iki haslettedir. Allah sevgisi Allah’ın farzlarını yerine getirmek
ve Allah’ın haramlarından kaçınmakla gerçekleşir. Bir Müslüman, Allah’ın
farzlarından bir farz ile veya Allah’ın
hadlerinden bir had ile, şeri bir ceza ile karşılaştığında çok iyi bilmelidir
ki o Muhabbetullah da, Allah sevgisinde imtihan edilmektedir.
Allah sevgisi,
Muhabbetullah’tan sonra beklenilen en
şerefli ve ulaşılan en yüce sevgi: Muhabbetur-Râsul, yani Allah Rasûlü
sallallahu aleyhi ve sellem’in sevgisidir. Allah Azze ve Celle her kimi
Muhabbetur-Rasûl’e, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’in sevgisine
muvaffak kılarsa onu cennet yollarından bir yola muvaffak kılmıştır. Bir kimse
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’i severse tıpkı susayan
bir insanın suya özlem duyması gibi, O’nun sünnetine özlem duyar ve
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellemin sünnetine uymanın hasretini
çeker. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve
sellemi sevmek, O’na itaat etmek, O’nun sünnetine uymak kurtuluşa ermenin ve
kişiyi cennetlere götürecek tek yoldur.
Bazı alimlerin
dedikleri gibi : Muhakkak ki Allah, kendisine ulaşan bir tek yol dışında bütün
yolları kapatmıştır. O da Peygamberi sallallahu aleyhi ve sellem için seçtiği
yoldur. Bu manaya işâret eden kavlinde Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur:
Bu hiç şüphesiz
benim dosdoğru yolumdur, bu itibarla ona
uyun diğer yollara uymayın. Aksi halde
sizi O’nun yolundan ayırır. İşte
sakınasınız diye Allah size bunları tavsiye etmiştir. (En’am: 153)
Şayet bir kulun
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’e muhabbetinin miktarını öğrenmek
istersen, ilim olarak, amel olarak, davet olarak ve uygulama olarak sünnete karşı hırsına bak. Bunun içindir ki
bazı alimler şöyle demişlerdir:
İnsanlar içinde
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellemin sevgisinde en sadık, en doğru
olanlar, sünnetle amel eden ve ona davet eden Ehli Sünnettir.
Şayet bir insanın
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve
selleme karşı olan muhabbetinde, sevgisinde, samimi olup olmadığını öğrenmek
istiyorsan onun hasletlerine, sıfatlarına bak. Onun bu hareketlerini Allah
Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’in adabıyla karşılaştır. Yani terazinin bir
kefesine onun amellerini, hasletlerini, diğer kefeye de Allah Rasûlü sallallahu
aleyhi ve sellem’in amellerini koy. Şayet O’nun yolunu izliyorsa, O’nu örnek
alıyorsa, O’nun sünnetini öğrenme çabası içerisinde ise vallahi o Allah Rasûlü
sallallahu aleyhi ve sellemi seviyor demektir ve ne güzel sevgidir bu!
Bunun içindir ki
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’in muhabbetinde sâdık olan bir müminin
önem vermesi gereken ilk şey: Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’in
sünnetini öğrenmek, onu araştırmak, onunla amel etmeye ve uygulamaya hırslı
olmak ve gücü yettiği nispette ona davet etmektir.
Allah Rasûlü
sallallahu aleyhi ve sellemi seven bir kimse abdest alırken Allah Rasûlü sallallahu
aleyhi ve sellem’in nasıl abdest aldığını hatırlar, elini suya uzattığında, bir
uzvunu yıkarken sanki o, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’i görür
gibidir. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’in abdesti gibi abdest alır
O’nun guslettiği gibi gusleder. Namaz kılarken
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’in kıyamını, kıraatini,
rukusunu, secdesini, duasını hatırlar. Tıpa tıp Allah Rasûlü sallallahu aleyhi
ve sellem’in sünnetine uymaya teşvik eder. Şayet Allah Azze ve Celle, bir kulun
dünya ve ahiret hayrını dilerse ona Rasûlü sallallahu aleyhi ve selleme muhabbete, sevgiye muvaffak kılar.
Allah ve Rasûlü
sallallahu aleyhi ve sellem’in sevgisini tadan bir insan bunun meyvesi
olarak artık akşamladığı ve sabahladığı
zaman her halûkârda kalbi Allah’a bağlıdır. Allah için kalkar, Allah için
oturur, Allah için konuşur, her işinde Allah’ın rızasını gözetir.
Bazı alimler şöyle
demişlerdir: Bir mümin Rabbini sever ise yaptığı her işte, söylediği her sözde
Allah’a bağlı olur.
Kâdi İmam Hafız ibnu
Dekikil- id Rahimehullah’tan şöyle bir olay nakledilir: Kendisi bir konuda
hüküm vermiş ve hakkında hüküm verdiği adam bu konuda ona itiraz ederek:
Vallahi sen bana karşı adil davranmadın ve sen hükmünde acele ettin, der. Onun
bu sözü üzerine İmam Hafız şöyle dedi:
Sen böyle mi söylüyorsun ? Kendisinden başka hakkıyla ibadet edilecek başka bir
ilah olmayan Allah’a yemin ederim ki ben kırk seneden bu yana Allah’ın
huzurunda cevabımı hazırlamadan hiçbir kelime konuşmadım.
Evet kardeşlerim
bu ise ancak Muhabbetullah’ın, Allah’a olan sevginin kemalindendir. Bunun
içindir ki bazı alimler bu hadisin şerhinde şöyle demişlerdir:
Kalbi Allah
sevgisi ile dolu olan bir mümine ikinci bir semere, meyve gelir ki o da
Allah’ın sevdiğini sevmesi, Allah’ın düşmanına düşmanlık etmesidir. Bu sayede
Allah’ın yaklaştıklarına yaklaşır ve Allah’ın uzak olunmasını emrettiği
kişilerden de uzaklaşır. İşte bu da Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’in
"Sevdiğini yalnız Allah için seven kimse" sözüyle işaret ettiği manadır.
İkinci Haslet ise:
el Muhabbetullahi fillah: Sevdiğini Allah için sevmektir. İmandan sonra en
sağlam ip, el hubbu fillah vel bağdu fillah. Allah için sevmek ve Allah için
buğz etmektir. Bunu ise üç başlık altında inceleyeceğiz.
Birincisi: Sâdık
muhabbetin sebepleri nelerdir. Allah için sevdiğini ve Allah için sevmediğini
buğuz ettiğini ne zaman bilirsin?
Bazı alimler şöyle
demişlerdir: Allah için sevmek, ancak buna ileten sebep Allah ise bu
gerçekleşir. Şayet onu, Allah’ı razı edecek ameller işlediğini görürse veya
Allah’ı razı edecek ameller işlediğini
duyarsa onu Allah için sever. Bunun içindir ki bir insan kâmil bir imana sahip
ise nereye girerse girsin, gözleri Allah’a itaat eden birilerini gördüğünde onu
sever. Çünkü o gördüğü insan Allah’a kulluk etmektedir. Onun ne ismini ne de
nesebini bilmez. Belki de onu Allah’ın taatinde ilk defa görmüştür. Allah için
sevmeye ileten sebebin Allah ve Âhiret yurdu olması imanın kemalindendir.
Bu yüzden Allah
için sevmek imanın alametlerinden bir tanesidir. Bazı alimler şöyle
demişlerdir:
Şayet bir insan,
kendisindeki imanın kemalini imtihan etmek isterse, kendisini Allah için
sevgide ve Allah için düşmanlıkta imtihan etsin.
Bu ise
kardeşlerim, bizim hayatımızda tecrübe edebileceğimiz bir şeydir. Bu konuda
kendinizi imtihana tabi tutun: Kalbin iman ile dolup taşmış iken bir mescide
girdiğinde sağa bakarsın, namaz kılan birisini görürsün ve onu seversin. Önüne
bakarsın, Allah’ı zikreden birini görürsün ve onu seversin. Bu ise ancak imanın
kemalindendir. Şayet sen imanın zayıf bir halde mescide girersen gaflet ve
umursamazlık içinde olursun. Bu namaz kılıyormuş, şu Kuran okuyormuş, o Allah’ı
zikrediyormuş. Hiç biri umrunda olmaz.
Bunun içindir ki
Allah’ın sevdiği kullarını ve dostlarını
böyle bir mecliste toplandığımız gibi toplandıklarını, o meclisten ayrılırken
birbirlerine selam verdiklerini, birbirlerine sarıldıklarını görürsün. Çünkü
onlar biliyorlar ki böyle bir mekanda hazır olan kimse ancak Allah’ı ve Ahiret
yurdunu isteyen kimsedir. Burada ancak mümini seven ve ona dostluk besleyen
kimse hazır bulunur. Allah Azze ve Celle’nin buyurduğu gibi:
Allah Azze ve
Celle müminlerin kalplerini iman ile bir araya getirmiştir. İmanın, müminleri
bir araya getirdiği gibi, kullar arasında insanları bir araya getiren bundan
daha büyük, daha sâdık ve daha temiz bir şey yoktur. Bu öyle bir iman ki, daha
İslamın başında muhacir ve ensarı bir araya getirmiştir. Kalpleri Allah’a
imanda ve Allah’a imanda ve Allah’a ve Rasûlüne taatte bir araya getirmiştir.
Bu kalpler ne güzel kalpler ve bu bir araya gelme ne büyük nimettir.
Baktığımız zaman
bir çok insan dünyalık bir şehvet, oyun ve eğlence için toplanmaktalar. Ancak
Allah’a imanı tadan bir kimse kardeşleri ile beraber Allah’ın taati ve
muhabbeti üzere bir araya gelir. Allah için sevmede sadık oluşunun delili, ona
ileten sebebin Allah’ın taati ve O’nun rızasını kazanmaktır.
Bazı alimler,
insanların, Allah için sevme ve Allah için düşman olmada mertebelere
ayrıldıklarını söylemişlerdir. Bazı insanlar Allah için sevme ve Allah için
düşmanlık beslemede en üst derecede olurlar. Bazı insanlar bundan daha aşağı
mertebededir. Allah için sevmek ve Allah için düşmanlık kaidesi gereği bir
araya gelenlerin arasında gökyüzü ile yeryüzü arası gibi fark vardır. İmanın
tadını almış bir çok kimse Allah için sevgi üzere bir araya geldikleri ilk
anda, onların ictimaları Allah Azze ve Celle’ye dostlukta sâdık olarak bir araya gelmedir. Onları
kalpleri Allah Azze ve Celle’ye olabilecek en yüksek hûşu içerisindedir. Şayet
insan hidayete erdiği ilk zamanlardaki
oturumlarına baktığı zaman, acaba o zamanki oturumları nasıldı. Meclise ilk
oturduğunda imanı zayıf idi, meclisin sonunda ise imanı kuvvetli bir şekilde
oradan ayrılmıştır.
Şayet bir insan
kardeşini Allah için severse bu muhabbet dahilinde bütün his ve duygularını
kontrol etmesi gerekir. Bu sebepten dolayı bazı alimler şöyle demişlerdir:
Şeytan insana
Allah için muhabbet kapısından girebilir. Allah için sevgi gün be gün
azalmaya ve sonunda Allah korusun dünya
için muhabbete dönüşür.
Şayet birini Allah
için sevmiş isen, bu muhabbette kalbini her gün murakabe etmek, onu gözetmen
gerekir. Şunu da iyice bilmen gerekir ki, kalp amellerinden olan bu muhabbet karşısında muhakkak ki sen
ecrini alırsın. Şayet bu konuda bir an bile yalnız bırakmaz. Belki de başlangıçta
birini yalnız Allah için, O’nun rızası için seversin. O Allah için sevdiğin
kardeşin bir gün senin maddi bir sıkıntını giderir veya seni bir makama bir
mevkiye getirir. Şeytan’da bu duygulardan
içeri girerek bu muhabbeti ifsad eder. Artık kardeşini dünya menfaatleri
için sevmeye başlarsın . Başlangıç rahmet iken, sonuç Allah korusun azâb olur.
Şayet bir insan
birini Allah için seviyor ve bunun sebebiyle imanın tadını tatmak istiyorsa, bu muhabbette sadık olması, samimi olması
gerekir. Allah için sevdiği kardeşi ile beraber, ancak Allah’ın rızasını ve
Ahiret yurdunu umarak beraber olması gerekir. Bu sadık muhabbetin, bu samimi
muhabbetin yerine getirilmesi gereken unsurları vardır. Alimlere bunu iki
hasletle zikretmişlerdir.
Birinci Haslet: İyiliği emretmek.
İkinci Haslet ise: Münkerden nehyetmektir.
Bir insan, her ne
kadar Allah’ın taatinde olsa, istikamet ehli olsa, Allah için sevse de,
unuttuğunda Allah’ı hatırlatacak, onu Allah’ın taatinde sebat ettirecek
kardeşlere ihtiyacı vardır.
Bunun içindir ki
Allah için sevginin gereklerinden biri de kardeşin kardeşine Allah’ın taatinde
ve muhabbetinde yardımcı olması gerekir. Bazı alimler şöyle demişlerdir.
Şayet insan bir
kardeşine: Seni Allah için seviyorum, dese, sonra da o kardeşinde velev ki Allah’ı zikirde
noksanlıkta olsa bunu onda görse, Allah Azze ve Celle o kardeşinin bu konuda ki
noksanlığından ve onun buna sessiz kalmasından dolayı onu hesaba çeker.
Allah için sevmek
tasdik edilmeye, doğrulamaya ve uygulamaya ihtiyaç duyan bir iştir. Bazımızın bazısına
söylediği: Ben seni Allah için seviyorum, sözü, yeterli değildir. Allah için
sevmek, İslam bağlarından kendisine yapışılacak güvenilir sağlam bağ üzere
şehadettir. Allah’ın taati ve rızası ile yaşamasını sürdürmek gerekir. Allah
Azze ve Celle bunun güzel etkilerini zikretmiştir. Bunların en büyük
tesirlerinden biri de: Allah’ın taatine ve muhabbetine yardım etmesidir. Bu
konuda Peygamberi Musa aleyhisselamın sözüne işaret ederek şöyle buyurmuştur.
«Musa şöyle
demişti: Rabbim göğsümü aç bana işimi kolaylaştır. Dilimden şu düğümü çöz .
Sözümü anlasınlar. Ailemden bana bir vezir çıkar. Kardeşim Harun’u, beni onunla
kuvvetlendir. İşimde onu bana ortak kıl. Seni daha çok tesbih edelim ve daha
çok analım. Şüphesiz sen bizi görmektesin.» ( Taha: 25 35)
Muhakkak ki din
kardeşin sana Allah’ın zikrinde ve Allah’ın taatinde yardımcı olur.
Allah için
kardeşliğin meyvelerinden biride şudur kardeşlerim: İslam kardeşliği, kişinin
Allah’ın haramlarından ve şeri cezalardan uzak durmasına yardımcı olur. Bunun
içindir ki kardeşlerim, kişinin nefsi kendisine bir kötülük emrettiği zaman
veya Allah’ın haramlarından bir haramı yapmasını emrettiği zaman hemen Allah
için sevdiği din kardeşinin yanına gitmelidir. O da kendisini Allah’ın azabıyla
korkutur ona Allah’ın güç ve kuvvetini ve O’nun cezalandırmasını hatırlatır.
İmanın üç tadından
ikincisi olan: Allah için sevmek ve Allah için buğz konusunda, Allah bir kulunu
muvaffak kılarsa üçüncü bir semere gelir ki, o da: İman ettikten sonra tekrar
küfre dönmeyi tıpkı ateşe atılacakmış
gibi kerih görmektir. İmanın tadını almış bir mümin, kendi nefsinde iman ettikten sonra bunun zıddı olan
küfre dönmekten hoşlanmaz. Bu ise ancak
bir kulun kalbine iman girdiği ve bunu
doğruladığı zaman gerçekleşir. Bir mümin
imanın bir gereği, bir göstergesi olarak, her zaman küfre düşmekten korkar.
Sahabe, Allah onlardan razı olsun, kendi nefislerinde hep nifaktan korkarlardı.
Seleften bazısı
şöyle demiştir: Vallahi her ne zaman sözümü ve amelimi Kuran’a arz etsem, nefsimi, nifakı ile ittiham
ederim.
Bir başkası da
şöyle demiştir: Vallahi ne zaman nefsimi Kuran’a arz etsem nefsimi nifakta
derine dalmış sayarım.
İmandan sonra tekrar küfre dönmekten hoşlanmamak iki
durumu içermektedir.
Birincisi:
Küfürden korkmaktır. Buna ise Allah Rasulu sallallahu aleyhi ve sellem şu
şekilde işaret etmiştir. “ İman ettikten sonra
tekrar küfre dönmeyi tıpkı ateşe atılacak gibi kerih görmektir.”
Şayet bir insana:
Allah’ı inkâr etmeyi mi, yoksa ateşe
atılmayı mı tercih edersin? diye
sorulsa, Allah’ı inkâr edip küfre düşmektense ateşe atılmayı tercih eder. Çünkü
iman, onun kalbini doldurmuş, onun kalbine işlemiştir. Allah Azze ve Celle’den
bizleri ve sizleri bu dereceye ulaştırmasını niyaz ederiz. Bizleri ve sizleri
bu menzileye ulaştırmasını dileriz.
Muhakkak ki insan,
sonunun kötü olacağından emin olamaz. Allah Azze ve Celle’nin buyurduğu gibi: أَفَأَمِنُواْ مَكْرَ اللَّهِ
“Yoksa onlar Allah’ın tuzağından mı emin olmuşlardı.” (Araf: 99) Ayette gelen soru gösteriyor ki,
bir insan her ne kadar doğru yolda olursa olsun Allah’ın tuzağından emin
olamaz. Bunun içindir ki alimler şöyle demiştir.
Bir insanın dinine
karşı doğruluğu, salahı, Allah Azze ve Celle’ye karşı takvası arttıkça,
topukları üzerinde gerisin geri dönüp hüsrana
uğrayanlardan olmaktan daha çok korkak.”
Bu haslet, bu
özellik, insanın imanının bir göstergesidir. Çünkü o imanı kalbine yerleştirip
imanın tadını tattığında, bunun zıddı olan küfürden korkar. Küfürden, kâfir
olmaktan ise ancak imanında sâdık olan bir mümin korkar. Bunun
içindir ki kardeşlerim, yüce Arşın sahibi olan Allah Azze ve Celle’den
kalplerimizi dininde sabit kılınmasını, tâki Allah’a kavuşana kadar imanımızı
ziyadeleştirmesini niyaz ederiz.
İkincisi ise:
Hayrın noksanlığından korkmaktır. Bunun içindir ki alimlerden bazıları şöyle
demişlerdir:
Geceleri namaz
kılmak ve gündüzleri de oruçlu geçirmek
gibi bir taatle Allah’ın rızıklandırdığı kimse, şayet bunda bir noksanlık
görürse, bunlara tekrar dönmek için mücadele etsin. Çünkü o kimse, Allah Azze
ve Celle’nin kendisini terk etmesinden ve topukları üzerinde geri dönüp hüsrana
uğramasından emin olamaz.
Bunun içindir ki
mümin bir kimsenin, Allah katında nefsini murakabe etmesi, sürekli gözlemlemesi
gerekir. Şayet hayır hasletlerinden bir haslet üzereyse ve onu ne olursa olsun
terk etmiyor ise, muhakkak ki Allah, insanı bazı musibetlerle imtihan eder.
Şayet geceleri yatağından kalkıp ibadet eden birisi ise, bazı meşguliyetler,
uğraşlar ile seni imtihan eder. Şayet sen imanında sâdık isen, o ibadetinde
süreklilik göstersin ve Allah da sana sebatın, istikrarın tadını tattırır.
Alimlerden
bazıları şöyle dedi: “Şayet bir insan Allah’a itaat eder ve hayır
hasletlerinden bir haslet ile Allah’a yaklaşmak isterse, şeytan ona bir fitne,
bir hile ile gelir. Şu iyice bilinmelidir ki, Allah onu bu haslet ile imtihan
eder.”
Taat ile alakalı
bir haslette imtihan edilen ve bunda sebat gösteren bir insan, genellikle
bunun tadını, Hesap günü, Allah Azze ve Celle’nin huzurunda alır. Seleften
bazısı şöyle demiştir:
“Namaz’da nefsimle
yirmi sene mücadele ettim. Ondan ise kırk sene lezzet aldım.”
Yirmi yıl, ona her
yönden dünya meşguliyeti, düşünceler ve vesveseler gelir. O ise bunlara karşı
sabreder ve ecrini de Allah’tan bekler.
Sonunda Allah bütün tehlikeleri giderir
ve ona namazın tadını tattırır.
Dini yaşamaya yeni
başlayan bir gence yalnızca Allah’ın bildiği düşünce ve vesveseler gelir. Şayet
o genç, bunlara karşı sabreder ve bunun ecrini de Allah’tan beklerse, bütün
düşünce ve vesvelerden kurtulur. Tıpkı geceden sonra gündüzün, aydınlığın
olduğu gibi aydınlığa çıkar.
Bütün bu
saydıklarımızdan sonra, acaba: İmanın Tadına Nasıl Ulaşabiliriz?
Bu üç haslet her
kimde bir araya gelirse muhakkak ki o, imanın tadını tatmıştır. Allah Azze ve
Celle bunun uygulanmasına, gerçekleştirilmesine ise ancak evliya ve sevdiği
kullarına muvaffak kılar. Bunun için son soru: Bu muhabbette ulaşılmanın yolu
nedir? Allah’ın en güzel isimleri ve en yüce sıfatları ile istediğimiz bu
imanın tadını nasıl tadarız?
Buna ulaşmadaki en
yüce ve en yakın yol, duadır kardeşlerim. Allah’tan, imanın tadını tatmayı
istemendir. Rahman’a kulluğun lezzetini tattırmasını istemendir. Bir kul,
Allah’a dua ederse, muhakkak duasına icabet eder. Bir kul, Rabbinden bir şey
isterse, muhakkak onu verir ve muradına ulaşır. Bunun içindir ki Allah Allah
Azze ve Celle Kitabında: ادْعُونِي
أَسْتَجِبْ لَكُمْ «Bana dua
edin duanıza icabet edeyim.» ( Mümin/ Gafir: 60 ) buyurmuştur.
İkincisi ise
zikrettiğimiz sebeplere sarılmaktır. Bunların en üstünü de, din de anlayış
sahibi olmak ve alemlerin Rabbine taatine giden yolun bilinmesidir. Allah Azze
ve Celle, her kimde bu iki güzelliği bir araya getirir ve onu bu iki şeyle
rızıklandırırsa hiç şüphe yok ki o kul, imanın tadını alır ve Rahman’ın taatine
muvaffak kıldığı kullardan olur.
Allah’ım Sen bizim
Rabbimizsin. Senden başka hakkıyla ibadet
edilecek başka bir ilah yoktur. Bizleri kendisinden sonra hiçbir
acılığın olmadığı imanın tadını tatmayla rızıklandır ya Rabbi!
Kendisinden sonra
Küfür olmayan bir imanla rızıklandır ya Rabbi!
Kendisinden sonra
mutsuzluk olmayan bir saadetle rızıklandır ya Rabbi!
Kendisinden sonra
azab olmayan bir rahmetle rızıklandır ya Rabbi!
Muhakkak ki sen
her şeye kâdirsin.
Bizans imparatoru Heraklius SORULARI VE
CEVAPLAR
Müşrikler Allah
Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’i, Mekke döneminde rahat bırakmadıkları
gibi Medine’ye hicret ettikten sonra da hiç rahat bırakmadılar. Gerek civar
kabileleri ayaklandırarak, gerek Medine'ye saldırarak, gerekse aleyhte
propaganda yaparak altı yıl içerisinde üç büyük savaşa onlarca seriyye'ye sebep
oldular. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem hicretin altıncı yılında şartlar
aleyhte olmasına rağmen Mekke site devletinin reisleri ve civar kabilelerle on
yıllığına ‘Hudeybiye Barış Anlaşması'nı
imzaladı. Artık Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem tebliğ, İslam'a dâvet ve eğitime
ağırlık vermeye başladı. Zamanın üç büyük süper devleti olan İran Kisrâ'sına, Bizans Kayser'ine, Mısır
Mukavkıs'ına "Eslim Telsem (Müslüman ol, kurtul)" mesajını
gönderdi... Süleyman aleyhisselâm'ın Belkıs'a gönderdiği gibi... Mûsa aleyhisselâm'ın Firavun'a bildirdiği
gibi... İbrahim aleyhisselâm'ın Nemrud'a haykırıdığı gibi... Allah
Rasûlü'nün mektubunu Medine'den asırlarca insanlığı sömüren Bizans
imparatorluğunun kralına Dihyetü'l-Kelbî
ulaştırdı... Rasûlullah'tan sonra en güzel ve yakışıklı olan
Dihyetü'l-Kelbî... Cebrâil'in onun sûretine girerek vahyi getirdiği Dihye...
Sahabeler de civar memleketlere yayıldılar. Çöle inen nuru ötelere taşımak
için...
Küfür cephesine gelince: Onlar dünyalık
menfaat ve çıkardan başka ne tanırlar? Uzun zamandır ticaret yapamayan Ebû
Süfyan ve otuz küsur kişilik bir ticaret kervanıyla Şam diyarına yola
çıkıyor... Mallar yükleniyor, develer hazırlanıyor... İbnü İshâk el-Megâzî'de
İbn-i Şihâb ez-Zührî yoluyla Ebû Süfyan'nın şöyle dediğini nakleder: "Biz
tüccar bir kavimdik. Ancak harp bizi ticaretten alıkoydu. Sulh dönemi
başlayınca kureyşten bir grupla birlikte Şam'a ticaret yapmaya çıktım. Allaha
yemin ederim ki, kervanın yola çıkacağı duyulunca, Mekke'de tanıdığım hiç bir
erkek ve kadın kalmadı ki satmam için bana bir mal getirmiş olmasın..."
Rasulullah (sav.) kisra ve kayser'e mektup yazdı.
Kayser mektubu okuyunca "Şimdiye kadar hiç böyle bir mektup
almamıştım" dedi. Böylece Heraklius emniyet müdürünü çağırttı ve ona
"Şam'ın altını üstüne getir ve bana bu adamın (peygamberimizi kastediyor)
kavminden birilerini bul getir" diye emretti. Ebû Süfyan diyor ki
"Vallahi, biz Gazze şehrindeyken bir de Bizans akerleri bize hücûm etti ve
hepimizi alıp saraya götürdüler"
İmparator
Heraklius Îylîyâ şehrinde idi. Bu şehre "İlyâ" da denilir.
"Allah'ın Evi" anlamına gelir. Günümüzün Kudüs'üdür. Bir rivayete
göre bu şehir ismini Nuh aleyhisselâm'ın oğlu Sem'in torunu "İlya"dan
almaktadır.
Taberî
"Târih"inde der ki: "İran kisrası ordusunu Bizans
topraklarına sürdü. Bir çok yeri yakıp yıktı. Sonra Kisra, ordu komutanlarından
Şehrebıraz'ı öldürmek üzere bir komplo hazırladı. Şehrebıraz bunu öğrendi ve
askerleriyle birlikte Bizans imparatoru Heraklius'un tarafına geçti. Böylece
Heraklius İran askerlerinin yardımıyla Kisra'yı hezimete uğrattı. Bu nedenle
Heraklius Allah'a teşekkürün bir ifadesi olarak Hımıs'tan İlya'ya kadar
yürümeye karar verdi. İmparator İlya'ya varıncaya kadar yollarına kırmızı
halılar serip kokular sürüyorlardı."
Kervan saraya
ulaşınca Ebû Süfyan ve
beraberindekiler İmparatorun huzuruna çıkarıldılar. Bir de baktılar ki
İmparator Heraklius başında tâcı, yanında Rum'un liderleri, Ruhban ve
Kıssîs'ler ile birlikte tahtında oturuyor... İmparator tercümanlarını çağırttı
ve:
- Onlara sor. Arap diyarında çıkan ve peygamber
olduğunu iddia eden bu adama kan bağı bakımından hanginiz en yakın?
Kervandakiler Ebû Süfyan'ı işaret ediyor. Ebû Süfyan:
- O'na nesep bakımından en yakın benim, diyor.
Çünkü kervanının içinde Abd-i Menaf oğullarından Ebû Süfyan'dan başka kimse
yoktu.
Heraklius:
- Ona yakınlık derecen nedir?, diye sorar. Ebû
Süyfan:
- Amcamın oğludur, der.
Zira Abd-i Menaf hem Ebû Süfyan'ın hem de
Rasulullah (sav.)'in dördüncü kuşaktan babasıdır. Rasulullah (sav.)'in
babası Abdullah, O'nun babası Abdulmuttalip, onun babası Hâşim, onun babası
Abd-i Menaf'tır. Ebû Süfyan'ın babası Harp, onun babası Ümeyye, onun babası
Abd-i Şems, onun babası Abd-i Menaf'tır. İmparator Heraklius, Ebû Süfyan'ı öne
çıkarttırır. Kervandakileri de onun arkasına saf halinde dizer. Sonra tercümanlarına der ki:
- Arkadaki
adamlara söyleyin. Bu adama, peygamberlik iddia eden o zat hakkında sorular
soracağım. Eğer yalan cevap verirse,
hemen müdahale edip düzeltsinler... İmparator Heraklius, çok zeki bir adam.
Zaten Ebû Süfyan, İbn-i İshâk'ın rivayetinde bunu açıkça zikrederek
"Allah'a yemin ederim ki o güne kadar bu adamdan daha dâhî hiç kimseyi
görmedim" diyor.
Zira, o dönemin şartlarında kocaman bir imparatorluğun
krallığını yürütmek sıradan insanların işi değildir. Ancak bir takım
yetenekler ister. Demek ki imparatorda sıradan insanlarda olmayan bazı
özellikler vardı. Zaten Ebû Süyfanı öne çıkartıp kervandakleri arkaya dizmesi
buna işaret eder.
Ebû Süfyan diyor ki:
- Allah'a yemin
ederim ki, benim hakkımda "yalan konuşuyor" demelerinden
utanmasaydım, sorduğu sorulara yalan cevap verirdim. (İbn-i İshak'ın
rivayetinde:) "Allah'a yemin ederim
ki, eğer yalan söylemiş olsaydım bile, arkamdakiler imparatorun huzurunda
yalanımı ortaya çıkarmazlardı. Ancak ben lider bir adamdım. Yalan söyleyerek şerefimi küçük
düşüremezdim. İyi biliyorum ki, eğer orda yalan söyleseydim arkamdakiler
imparatorun huzurunda beni yalanlamasalar bile, başka yerlerde bunu
konuşacaklardı. Bu nedenle yalan söylemedim"
Bu cümleler
gösteriyor ki, cahiliyye dönemininin liderleri bile yalanı çirkin görüyorlardı.
Yalanın, liderin şanını, şerefini,
onurunu zedeleyeceğini biliyorlardı. Bir lider yalana tenezzül etti mi,
onun değerinin yıkılacağını, insanlar nezdinde liderlik sıfatının yıkılacağını
anlıyorlardı. Peki, günümüz dünyasında yalan söyleyen politikacılara,
liderlere, bakan ve vâlilere ne demeli? Bunların hangisi câhilî, hangisi
modern?!
Bizans imparatoru Heraklius SORULARI VE
CEVAPLAR
Birinci Soru: - (Peygamberlik iddia eden o zâtın)
içinizdeki nesebi nasıldır? -O içimizde
soylu bir nesebe sahiptir.
İkinci soru: - Sizin (Kureyşin veya Arapların) içinde bu
sözleri ondan daha önce söyleyen hiç kimse varmıydı? - Hayır.
Üçüncü soru:- Babaları içinde
kral olan var mı? - Hayır.
Dördüncü soru: - Zenginler
(meşhur insanlar) mı ona tâbi oluyor, zayıflar mı? - Bilakis zayıflar.
Beşinci soru: -Ona tâbi
olanlardan daha sonra ona kızıp dini beğenmediği için dinden dönen var mı? -
Hayır.
Altıncı soru: - Sayıları
artıyor mu, azalıyor mu? - Bilakis
artıyor.
Yedinci soru: - Peygamberlik
iddia etmeden önce onu hiç yalancılıkla itham ettiğiniz oldu mu? - Hayır.
Sekizinci soru: - Anlaşmasını
bozar mı? (Verdiği sözden döner mi? Hile yapar mı?) - Hayır. Ancak onunla şu anda bir anlaşma içindeyiz. Gelecekte
anlaşmasını bozup bozmayacağını bilmiyoruz. (Ebû Süfyan'ın katabileceği tek
itham bu oldu. Çünkü gelecekte ne olacağını kimse bilemezdi. Ancak gelecek
şahit oldu ki Hudeybiye anlaşmasını Beşerin Efendisi değil Kureyş bozdu)
Dokuzuncu soru: - Onunla hiç savaştınız mı? - Evet. Bazen biz yendik, bazen o.
Onuncu soru: - Size neyi emrediyor? -
Yalnızca Allah'a kulluk yapmayı, O'na hiç bir şeyi ortak koşmamayı, namaz
kılmayı, dürüst olmayı, iffetli yaşamayı, akrabalarla ilgi kurmayı.
İMPARATORUN
CEVAPLARA YORUMU
Bizans imparatoru
Heraklius bu sorulardan sonra Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem Allah tarafından
gönderilen bir peygamber olduğunu anladı ve bunu açıkça şöyle ifade etti.
1- Sana
nesebini sordum,
sen de soylu bir nesebe sahip olduğunu söyledin. İşte peygamberler böyledir.
Kavminin içinde soylu bir aileden seçilirler.
2- Sana bu sözleri daha önce içinizden hiç kimse
söyledi mi?" diye sordum, sen de "Hayır" dedin. Eğer
bölgenizde daha önce bu sözleri söyleyen birisi olsaydı "Bu adam önce
söylenilen bir şeyi taklit ediyor" derdim.
3- Sana "Babaları içinde kral olan var
mıydı?" diye sordum. Sen de "Hayır" cevabını verdin. Eğer
babaları içinde kral olan birisi olsaydı "Babasının krallığının talep
ediyor" derdim.
4- Sana "İnsanların zenginleri (tanınmışları) mı
ona tabi oluyor yoksa zayıfları mı?" diye sordum, sen de
"Zayıfları" dedin. İşte o zayıflar peygamberlerin tebaasıdır.
5- Sana,
sayıları artıyor mu, azalıyor mu?" diye sordum, sen
"Bilakis artıyor" dedin. İşte tamamlanıncaya kadar iman da böyledir.
(İman bir ışık yakar. Sonra o ışık, namaz, zekat, oruç gibi emirlerle kemale
erinceye kadar artmaya devam eder. O nedenledir ki Rasulullah'ın (sav.) son
senesinde "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim ve size olan nimetimi
tamamladım ve size din olarak İslamı seçtim" ayet-i kerimesi nâzil oldu.
6- Sana,
"O'na tâbi olanlardan hiç kimse dinine kızdığı için dinden döndü mü?"
diye sordum,
sen de "Hayır" cevabını verdin. İşte imanın ferahlığı kalplere
girince böyle olur (Bir daha geri çıkmaz). İbn-i İshak'ın rivayetinde
"İşte imanın lezzeti böyledir. Bir kalbe girdi mi daha oradan çıkmaz!"
7- Sana,
"O zât, bu söylediklerini iddia etmeden önce, onu hiç yalancılıkla itham
ettiğiniz oldumu?" diye sordum, sen de "Hayır" cevabını verdin.
Kesinlikle anladım ki insanlara karşı hiç yalan söylemeyen bir kimse Alah'a
nasıl yalan söylesin? (Mahluka yalan söylemeyen, Hâlık'a nasıl yalan söylesin?
Yaratılmışa hiç yalan söylemeyen bir kimse, kâinatın Yaratıcısı Azamet sahibi
yüce varlığa karşı nasıl yalan söyleyebilsin?! Yalan yere Allah bana vahiy
göderdi diyebilsin?! Bu imkansızdır! Bu Muhaldir!..)
8- Sana
"Hilekarlık yapıp anlaşmasını bozuyor mu?" diye sordum, sen de
"Hayır" cevabını verdin. İşte peygamberler de böyleir. Anlaşmalarını
bozmazlar.
9- Sana
"Onunla hiç savaştınız mı?" diye sordum. Sen de
"Evet" dedin. "Onunla savaşınızın neticesi nasıl oldu?"
diye sordum, sen de "Harp bizimle onun arasında bir keşiktir. Bazan biz
kazandık, bazan o kazandı" dedin. İşte peygamberler böyle imtihan
edilirler. Ancak nihaî zafer onlarındır.
10- "Size neyi emrediyor" diye sordum. Sen de
"Yalnızca Allah'a kulluk yapmanızı, O'na hiçbir şeyi denk tutmamanızı,
namaz kılmayı, dürüstlüğü, iffetli yaşamayı, akarabalarla ilgi kurmayı
emrediyor" dedin.
SORU VE CEVAPLARIN
YORUMLARI
İmparator
Heraklius'un sorduğu bu on sorudan Efendimiz aleyhisselatü vesselâm'ın şahsında
peygamberlerin on vasfını sırayla şöyle çıkarabiliriz:
1- Soylu bir
aileden gelir. Üstün bir nesebe sahip.
2- Körü körüne
taklitçi değil
3- Dünyalık
bir çıkar ve menfaat gözetmiyor. Krallık talep etmiyor.
4- Haksızlık
ve sömürü altında ezilen halkları kurtarıcı. Güçlüyü değil haklıyı üstün
tutuyor.
5- Hak yolda
sebatkâr ve azimli. Gönüllere hitap ediyor, kalplerde taht kuruyor.
6- Cezbedici,
etkileyici, günden güne gelişiyor ve kuvvetleniyor.
7- Büyük-küçük,
leyhte ve aleyhte
hiç bir meselede
yalan söylemiyor. Yalana tenezzül
etmiyor. Yalan söyleyen
bir kimse ya kendi
yaptığı ve söylediği
şeylerin yanlış olduğunu bildiği için yani hata ettiği için ya da
başkalarından kortktuğu için yalan söylediğine göre, Allah
Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem hatasız, söyledikleri ve yaptıkları
doğru. Bu nedenle Allah'tan başka hiç kimseden korkmuyor.
8-
Anlaşmalarına bağlı, sözünde duran, hile yapmaz
9- Zalimlere,
müstekbirlere, zorbalara karşı izzetli, gerektiğinde onlara karşı güç kullanıp
onları hakka döndürebilen
10- Getirdiği sistem yerin ve göklerin Yaratıcısına
itaat ve O'nu noksan sıfatlardan tenzih etme üzerine kurulu. Dürüst, iffteli,
saygın, iyilik peşinde koşan fertlerden oluşan faziletli toplumlarla dolu bir
dünya kurmak istiyor.
Bizans imparatoru Heraklius sorularını sorup cevapları
yorumladıktan sonra Ebû Süfyan'a dönüp şöyle dedi:
- Eğer
söylediklerin doğru ise, O (zât) işte şu ayaklarımı bastığım yerlere hakim
olacaktır. Onun çıkacağını biliyordum. Ancak O'nun sizin içinizden çıkacağını
zannetmemiştim. Eğer ona ulaşabileceğimi bilsem, hemen yolculuğa başlardım.
Eğer O'nun huzurunda olsaydım, O'nun ayaklarını yıkardım!..."
SON SÖZÜN YORUMU:
İmparator
Heraklius'un bu sözlerinin anlamı şudur:Eğer sorularıma doğru cevap verdiysen,
o zat pek yakında şu ayaklarımı bastığım yere hakim olacaktır: Muhaddisler bu
sözü iki şekilde yorumlamışlardır:
1- Bu cümle Kudüs ve Şam diyarının
fethedileceğine işaret eder. Çünkü Heraklius Şam diyarının bir parçası olan
İlya şehrinde yani Kudüs'te oturuyordu.
2- Heraklius "Ayaklarımı bastığım yere
hakim olacaktır" derken bütün saltanatını kastetmiştir. Çünkü bu sözleri
söylerken tahtında oturuyordu. "Ayaklarımı
bastığım şu yere" derken tahtını kastemişti. Bu da bütün bizansın
yani İstanbul'un fethedileceğine işaret eder. Daha sonra tarih şahit olmuştur
ki İmparator heraklius'un bu sözü gerçekleşmiş Hz. Ömer döneminde Kudüs
fethedilmiş, ardından bin dörtyüz elli üç yılında Bizansın merkezi
Kostantiniyye sultan Muhammed Fatih'in iman dolu askerleriyle fethedilmiş ve
Kostantiniyye semalarında asırlar boyu son peygamberin ismi zikredilmiştir.
İmparator Kıssîs ve Ruhban'larla istişare ederdi. Kuran-ı Kerim'in de
bildirdiği gibi İsa aleyhisselâm kendisinden sonra son peygamberin geleceğini
müjdelemiştir. Yesrib'teki yahudilerrin
konuşmalarından anladığımıza göre onlar da bir peygamberin geleceğini
bekliyorlardı. Ancak O'nun nereden, kimin içinden çıkacağı yalnızca ve
yalnız Allah'ın irade ve Meşiet'ine bağlıdır. O lütfunu dilediği kimselere
verir. Eğer ona ulaşabileceğimi bilsem, hemen yolculuğa başlardım: Bu cümle
Heraklius'un sağ-salim Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve selleme ulaşabilmekten endişe ettiğini,
öldürülme korkusundan dolayı O'na ulaşmanın mümkün olmayacağı kanaatide
olduğunu gösterir.
Zira Dağatır kıssasından da anlaşıldığına
göre Dihye,
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem'ın mektubunu imparatora takdim
ettikten sonra Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve selleme inanan hırıstiyan din alimleinden
birisi Dihyetü'l-Kelbi'yi sarayın koridorlarında yakaladı ve "Git, bu
mektubun sahibine söyle. Ben şehadet ederim ki o, efendimiz Mesih'in bize
müjdelediği son peygamberdir" Sonra beyaz elbiselerini giydi. İmparatorun
huzuruna çıktı. Orada bulunanları islama çağırdı. Kelime-i Şehadet getirince
oradakiler hemen ayağa kalkıp onun üzerine saldırdılar ve öldürdüler.
EFENDİMİZ'İN (ASV.) BİZANS İMPARATORUNA GÖDERDİĞİ
MEKTUP
Ebu Süfyan diyor
ki:Daha sonra Heraklius, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem'in Dihye ile Busra valisi yoluyla
Heaklius'a gönderdiği mektubu istetti ve okudu. Mektupta şunlar vardı:
Rahman ve Rahîm Allah'ın adıyla
Allah'ın kulu ve
elçisi Muhammed'ten, Rum lideri Heraklius'a: Selâm Hidayete tabi olanların
üzerinedir. Bundan sonra: Seni İslamın çağrısına davet ediyorum. Müslüman ol,
(huzur bulup) kurtul, ki Allah mükâfâtını iki kat versin. Eğer yüz çevirirsen,
(kendi günahınla birlikte) bütün halkının günahını yüklenirsin. Ey Ehl-i Kitap!
Bizimle sizin aranızda ortak olan bir kelimeye gelin: Allah'tan başkasına
kulluk yapmayalım. Ona hiç bir şeyi denk tutmayalım. Allah'ı bırakıp
birbirimizi Rabb edinmeyelim. Eğer onlar (ehl-i kitap, yahudi ve hırıstiyanlar)
yüz çevirir iseler, (onlara) deyin ki "Şahit olun! Biz (Allah'a teslim
olan) Müslümanlarız".
Allah
Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellemın Bizians İmparatoruna yolladığı bu kısa
ibareli ama geniş anlamı mektup bir çok hikmetlerle doludur.
Bunları şöyle sıralayabiliriz:
1-
Allah'ın kulu ve elçisi Muhammed'ten: Tahrif
edildikten sonra, dünyanın en büyük süper devletinin resmi dini haline gelen
hırıstiyanlık Hz. İsa'yı – hâşâ- ilah olarak görüyordu. Yaratıcıyı yaratılmış
menzilesine indirgeyen bu anlayış Bizans İmparatorluğunda bir çok zulümlere
sebep oldu. Hem Allah'a hem de hz. İsa'ya büyük bir iftira olan bu anlayışa Allah
Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem "Allah'ın kulu ve elçisi"
ibaresiyle bir reddiye verdi. Zira peygamberler asla Allah'ın dengi değil,
bilakis kulu ve elçileridir. Hem kulluk makamı makamların en üstünüdür. Zira,
yerin ve göğün Yaratıcısı, Habibini Furkan ve İsra surelerinin başında
"Kuluna Furkanı indirenin Şân'ı ne yücedir", "Kulunu bir gece
Mescid-i Haramdan, ayetlerimizi göstermek için etrafını mübarek kıldığımız
Mescid-i Aksa'ya götüren her türlü noksanlıklardan münezzehtir"
ibareleriyle övmüştür.
2-
Selâm Hidayete tâbi olanların üzerinedir: Tâhâ suresindeki
bu ayet-i kerime'yi Musa aleyhisselam yeryüzünün en büyük zalimlerinden biri
olan Firavun'a söylemişti. Şimdi asırlar geçtikten sonra aynı ibareyi son
peygamber dünyanın diğer bir sulüm imparatorluğunun kralına söylüyordu.
Bu ibarede hem
büyük bir teşvik, hem de büyük bir tehdit ve ihtar vardır: Hidayet Allah'ın
indirdiği vahiydir. Vahye tabi olan dünyada da âhirette de kurtulur. Selâmete,
huzura ve mutluluğa kavuşur (Teşvik). Yalanlayıp yüz çeviren ise acıklı bir
azap altında işkence çeker. Zaten "Selam, Hidayet'e tâbi olanların
üzerinedir" ayet-i kerimesinin hemen ardından "Allah'ın can yakıcı
azabı da yalanlayıp yüz çevirenin üzerinedir" ayet-i kerimesi gelmektedir.
O halde, "Ey zamanın firavunları ve kralları! Vahye tâbi olun ve kurtulun!
Aksi takdirde azabınız şiddetlidir!" mesajı vardır. Bu da bir tehdit ve
uyarıdır. Bu ayet-i kerimenin akabinde efendimiz (asv.) "Bundan
sonra," diyerek kendi cümleleriyle bu ayetin kapalı olarak içerdiği
manaları beyan edip tekit etmiştir.
3-
Seni İslam'ın çağrısına davet ediyorum: O çağrı da
Nûh'un çağrısı, İbrâhim'in çağrısı, Mûsa ve Îsa'nın çağrısı olan Tevhît
inancıdır. Yeryüzünde Allah'tan başka ilah, otorite, güç ve mabud tanımamayı
ifade eden "Lâ ilâhe illallah" çağrısıdır. Yerin ve göklerin
yaratıcısına itaat çağrısıdır.
4- Eslim, Teslem" Müslüman ol,
kurtul):
Cevâmiu'l-Kelim (az kelimelerle, geniş manalar ifade etme) yeteneğine sahip
olan Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellemin bu iki kelimelik cümlesi dünya
tarihindeki olaylar ve dünyanın geceğinde insanların yapacağı olayları
özetleyecek kadar geniş anlamlı iki kelimelik bir cümledir. Zira dünhya tarihi
insanın hayat sahnesidir. İşte bu sahnede –geçmişte yaşanan olayların bize
ıspatladığı gibi- yaratıcıya teslim olan, O'na itaat eden, O'nun emir ve
yasaklarını aynen uygulayan kimseler selamete erip taat kurtulmuşlardır.
Yaratıcıya teslim olmayan , O'na itaat etmeyen kimseler ise dünya ve ahiretin
fitneleri altında helak olmuşlardır. İşte tarihte yaşananlar bunun şahididir.
Nerede şimdi Âd ve Semûd kavmi!?.. Nerede Yaratıcıya isyan eden Lût kavmi?...
Nerede Mûsa'nın peşinden koşan Firavun ve ordusu?... Nerede İbrahimi ateşe atan
Nemrutlar?... Nerede Ebu Cehil'ler?... İşte son peygamber bir kere daha
haykırıyor zulmün liderine... "Müslüman ol, kurtul" diyor!.. Kıyamete
kadar gelen zalimlere!...
5-
Ki Allah sana ödülünü iki kat versin: Hem hz. İsa'ya,
hem de hz. İsa'nın emrine uyup son peygambere inanıp itaat ettiğin için... Hem
kendin inandın, hem de senin inanmanla sana tabi olanların inanmasına vesile
olduğun için... Allah Teâlâ buyuruyor ki:
"Bundan evvel
kendilerine kitap verdiğimiz (nice kimseler vardır ki) onlar buna (Kuran'a)
inanıyorlar. Onlara (kuran ayetleri) okunduğu zaman "Buna inandık.
Şüphesiz ki bu, Rabbimizden gelen bir Hakk'tır. Hakikat biz bundan evvel de
İslam'ı kabul emiş kimselerdik" derler. İşte bunlara, sabır ve (sebat)
ettiklerinden dolayı, mükâfaatları iki defa verilir"
Ebu Mûsa el-Eş'arî (r), Allah elçisinin
şöyle dediğini rivayet etti:
"Üç sınıf insan vardır ki bunlara
ödülleri iki kat verilecektir:
i- Ehl-i Kitaptan
olup ta hem kendi peygambrine hem de muhammed'e iman edenler.
ii- Hem Allah'ın
haklarını hem de efendisinin haklarını yerine getiren köleler.
iii- Cariyesi
bulunan ve bu cariyeyi eğiten, eğitimini de güzel yapan, sonra da onu azât edip
evlenen kimseler. Bedir ehlinden Ebû Mes'ûd Ukbe bin Amr (r), Allah
Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle dediğini rivayet etti: "Kim
bir iyiliğin yapılmasına vesile olursa, o iyiliği yapan kimsenin ecri gibi
sevap alır"
6-
Eğer Yüz Çevirirsen ( kendi günahınla birlikte) bütün Halkının Günahını
Yüklenirsin:
Çünkü halk yığınları sana tâbidir. Senin kararın milyonları etkileyecektir.
Hatta o milyonların torunları, onların torunları ve onların yansımalarıyla
birlikte kıyamete kadar gelen nesillerin mesulyetini taşıyacaksın. Bu kısa
cümlelerin ne anlama geldiğini anlayan Heraklius'un yüzünen terler boşalmaya
başladı. Zira, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem
bir başka hadis-i şerifte şöyle buyurur:
"İnsanları
doğru yola çağıran kimseye, kendisine uyanların sevabı verilir. Ona uyanların
sevaplarından da hiç bir şey eksilmez. Başkalarını delâlete çağıran
kimseye de , kensisine uyan kimselrin
günahları verilir. Ona uyanlrın günahlarından da hiç bir şey eksilmez"
İbn-i Mes'ûd (r), Allah
Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dediğini rivayet etti: "Haksız
olarak öldürülen hiç kimse yoktur ki Âdem'in ilk oğluna ondan bir nasip
yazılmış olmasın. Çünkü öldürme olayını ilk o başlatmıştı..."
Ardından
Efendimiz(asv.) yahudi ve hırıstıyanlarla stratejimizi belirleyen bir ayet-i
keimeyi bildirdi: "Ey ehl-i Kitap! Bizimle sizin aranızda ortak olan bir
kelimeye gelin: Bu ifade o ortak kelimenin hem Hz. İsa'ya, hem Hz. Musa'ya hem
de Hz. Muhammed'e (asv.) ortak olarak vahyedildiğine işaret eder. Hz. Musa'ya,
Hz. İsa'ya vahyedilen o ortak kelimenin ne olduğunu ve orijinal ibaresini Allah
Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem'e indirilen vahiy açıklıyor:
i- Allah'tan
başkasına kulluk yapmayalım
ii- O'na hiç
bir şeyi denk tutmayalım
iii- Allah'ı
bırakıp bir birimiz rabb'ler edinmeyelim
Böylece "Ey
hırıstiyanlr! Eğer siz Hz. İsa'yı gerçekten seviyor iseniz ona vahyedilen bu
kelimeye tâbi olun! Ey yahudiler! Hz. Musa'nın bağlıları olduğunuzu iddia
ediyorsanız ona vahyedilen bu kelimeye gelin" mesajı veriliyor..
- Ama
maalesef ehl-i kitap buzağıya taptılar...
- Hz.
İsa'yı ve Uzeyr'i Allah'a denk tuttular
- Ahbar
ve ruhbanlarını rabb edindiler
Adiyy bin Hâtim
boynunda bir haç olduğu halde Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellemin huzuruna
çıktığında Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem "Onlar (ehl-i kitap)
Ahbar'larını (yahudi din alimleri) ve ruhaban'larını (hırıstıyan din alimleri)
Allah'ı bırakıp rabb'ler edindiler. Meryem oğlu İsa'yı da... Halbuki onlar
(tevrat ve incilde) tek bir ilahtan başkasına kulluk yapmamamakla emrolunmuşlardı.
Ondan başka ilah yoktur. O , onların ortak koşup denk tuttukları şeylerden
münezzehtir ( Yücedir)" ayet-i kerimesini okudu. Adiyy bin Hâtim:
"Biz ruhbanlarımıza ibadet etmiyorduk" diyerek itiraz etti. Bunun
üzrine Efendimiz (asv.) meseleyi izah etti:
- O ruhbanlar,
Allah'ın helal kıldığını haram, haram kıldığını da helal yapmadılar mı?
- Evet
- Siz de onlara
itaat etmediniz mi?
- Evet
- İşte bu onları
rabb edinmenizdir.
O halde Allah'ın
kanunlarını bırakıp kendi kafalarına göre kanun koyanlar (haramı helal, helali
haram yapanlar), kendilerini ilah yerine koyanlardır. Onlara itaat edenler de o
ilahları rab edinenlerdir. O halde ey ehl-i kitap! Musa aleyhisselâm'ın, İsa
aleyhisselâm'ın ve Muhammed aleyhissalâtü vesselâm'ın dünya halklarına
bildirdiği ortak meseja gelin:
i- Allah'tan başkasına kulluk yapmayalım
ii- O'na hiç bir şeyi denk tutmayalım
iii- Allah'ı bırakıp birbirimizi rabb edinmeyelim.
"Eğer onlar
(yahudi ve hırıstıyanlar) yüz çevirir iseler ( bu esasları kabul etmeyip Vahy'e
tâbi olmazlar iseler) onlara deyin ki "Şâhit olun. Biz (kendimizi Allah'a
teslim eden) müslümanlarız": Biz yerin ve göğün Yaratıcısına teslim olduk.
O'na itaat ettik. O'nun gönderdiği vahyi (emir ve yasakları) kabul ettik. O'nun
gönderdiği son peygambere, son kitaba, tarihte gönderilen bütün peygamberlere,
bütün kitaplara iman ettik, tasdik ettik, kabul ettik. Artık sizin yolunuz
size, bizim yolumuz bizedir.Yeniden Diriliş Günü, Yerin ve Göğün Yaratıcısı
bizimle sizin aranızdaki hükmünü verecektir.
Ibn'ü Hacer
el-Askalânî "Fethu'l- Bârî Bi Şerhi Sahîhi'l-Buhârî" adlı muhteşem
eserinde der ki: "Bu mektubun kısa cümleleri dört ince latife ile doludur
(Emir, Teşvik, Uyarı ve Tehdit):
i- Müslüman ol
(Emir)
ii- Ki
(selâmete erip) kurtulasın ve Allah mükafatını iki kat versin (Teşvik ve
sevdirme)
iii- Eğer yüz
çevirirsen (Uyarı)
iiii- Halkının
günahını yüklenirsin (Tehdit)
Ebû Süyfan diyor ki: Bizans imparatoru
Heraklius sorularını sorup mektubu okumayı bitirir bitirmez salonda bir gürültü
koptu. Sesler yükselmeye başladı. Bizidışarı çıkardılar. Arkadaşlarımla baş
başa kalınca onlara dedim ki:
- Andolsun ki Ebû Kebşe'nin oğlunun durumu
muazzam bir durumdur. Zira, Asfar (sarı) oğullarının kralı ondan korkuyor.
O'nun bir gün galip geleceğini
biliyordum. Tâ ki Allah beni İslama dahil edinceye kadar..." Ebu Süfyan "Ebû Kebşe'nin oğlu"
ibaresiyle Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem'i kastediyor. Zira büyük işlerde
kapalı ibareler kullanmak Arapların âdeti idi. Ebû Kebşe Allah
Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem'in dedelerinden birisinin adıdır.
HERAKLİUS'UN SON DURUMU
İbnü Hacer
el-Askalânî "Fethu'l-Bârî"de şöyle der: "Dihye, imparatorun
huzuruna çıkıp mesajı iletince Heraklius, şura üyesi danışmanlarından bir
hırıstiyan din âlimine meseleyi arz etti. O âlim:
- İşte bu, (yıllardır) beklediğimiz ve Efendimiz
İsa'nın bize müjdelediği zât'tır. Ben onu tasdik ediyorum ve O'na tabi
oluyorum, dedi. Kayzer ise:
- Eğer ben bunu yaparsam saltanatım gider, dedi.
Dihye diyor ki:
- (Koridorda) bu hırıstıyan din âlimi beni
yakalayıp şöyle dedi: "Bu mektubu al ve Efendine git. Ona selam söyle. Ona
de ki "Ben şehadet ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur ve Muhammed
Allah'ın elçisidir. Ben ona iman ettim ve tasdik ettim. Onlar ise beni
reddettiler". Sonra bu âlim içeri girdi ve onu öldürdüler.
[1] Hadis
öğrenim ve öğretim yollarından olan icazet, hocanın talebesine rivayet hakkına
sahip olduğu hadislerin veya kitapların tamamını yahut bir kısmını rivayet
etmesi için, yazılı veya sözlü olarak müsaade etmesidir.
[2] Zındık
(çoğulu zenadıka:zındıklar) kelimesi mecusilerin kutsal kitabı Zend-Avesta’yla
bağlantılı bir kelime olup Zend-ik yani Zend’e bağlı, o kitapla amel eden
demektir. İran’ın fethinden sonra Mecusilerin bir kısmı İslam’ı içten yıkmak
amacıyla İslamı kabul etmiş gibi görünüp eski inançlarını devam ettirdiler.
Örneğin zındıkların en büyük alameti biri hayır diğeri şer ilahı olmak üzere
iki ilahın kainatı yönettiğine dair inanıştır ki buna Seneviyye (dualizm, ikicilik)
ismi verilir. Bu inanç tamamen mecusilere aittir. Kısacası Zındık terimi
Kur’an’daki münafık kavramıyla eş anlamlı olarak kullanılır. Fıkıh kitaplarında
içindeki küfrü ortaya çıkan münafıklara uygulanacak ahkam zındığın hükmü
başlığı altında incelenmiştir. Ayrıca İslam toplumu içinde ve İslami kisveyle
ortaya çıkmalarına rağmen küfür olan düşünceleri savunan batıniler, filozoflar
ve vahdeti vücutçular da zındık olarak adlandırılmıştır. Bu eserde
olduğu gibi bazı İslami kaynaklarda ise her türlü dinsiz, inkarcı akım
zındıklık/zındıka olarak nitelenmiştir. Günümüzdeki komünizm ve masonluk gibi
fikir akımları da zındıklık olarak değerlendirilebilir. Zaten kitabın ilerleyen
sayfalarında zındıkların Kur’an’a yönelttikleri ithamları gördüğümüzde bunların
benzerlerinin hatta bazen tıpatıp aynılarının günümüzdeki din düşmanları
tarafından da dile getirildiğini ibretle müşahede edeceğiz.
[3] İmam Beğavi ilgili
ayetin tefsirinde bu meseleyi şöyle izah etmektedir: “Şayet: Dünyada olmayan ve
Allah’a isyan etmemiş bir deriye nasıl azap edilir? denilirse: Cevaben şöyle
denir: Her defasında o ilk deri yenilenir.. “Başka derilerle” denilmesi ise,
niteliğinin değişmesi nedeniyledir. Örneğin:“Bu yüzüğümden, başka bir yüzük
yaptım” denilir. İkinci yüzük birinci yüzüktendir. Ancak sadece yapım ve
nitelik değişmiştir. Yine örneğin: Bir kimse arkadaşını sıhhatli bir halde
terkedip sonra döndüğünde onu hasta ve bitkin bir halde gördüğünde arkadaşı
ona: Ben, beni bıraktığından farklıyım, der. Aslında bu ilk kişidir. Ancak
niteliği değişmiştir.
Süddi der ki: Deri, kafirin etinden bir deriyle değişir. Sonra deri, eti
getirir. Sonra etten başka bir deri çıkarır. Denildi ki: Derinin kendisi azap
edilmez, onun sahibi derisine azap edilir. Çünkü Allah daha sonra: “Ta ki azabı
tatsınlar” buyurmuştur, “litezüka; o deri tatsın” diye buyurmamıştır. Abdulaziz
İbni Yahya der ki: Allah (celle celaluhu) Cehennem’liklere acı çekmeyen deriler
giydirir. Bu onlar için daha büyük bir azap olur: Derinin her yanışında, bu
başka bir deriyle değiştirilir. Örneğin Allah: “Elbiseleri Katran’dandır.”
(İbrahim 14/50) buyurur. Elbiseler azap görmez, onlara azap verir. (Ta ki azabı
tatsınlar. Şüphesiz Allah azizdir, hakimdir.)” (Beğavi, Mealim’ut Tenzil)
[4] İbnu
Abbas (r.anhuma) “O gün durumlar çeşitlidir. Bazan konuşacaklar, bazan da
ağızlarına mühür vurulacaktır.” demiştir. (bkz: Taberi Tefsiri el-Murselat
77/35. ayetin açıklaması)
[5] İmam
Ahmed (rh.a) şu hadise işaret etmektedir: Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
«Allah (celle celaluhu) yeryüzünün her tarafından alınan birer avuç topraktan
Adem (a.s)'ı yarattı. İşte insanlar bu yüzden toprak gibi değişik değişiktir.
Bazıları siyah, bazıları kırmızı, bazıları da beyazdır. Bazıları yumuşak,
bazıları çirkef, bazıları da temizdir. (Ebu Davud; Tirmizi; Ahmed; İbni Hibban;
Beyhaki rivayet etti. Tirmizi bu hadis için hasen-sahih dedi. Hakim bu hadis
için Buhari ve Müslim'in şartlarına göre sahihtir, dedi.)
[6]
Ekinoks adı verilen bu durum 21 Mart ve 21 Eylül günlerinde meydana gelir.
[7] 21
Aralık
[8] 21
Haziran
[9]
Buradaki ifadede çelişki gibi görülen azap ve ceza ile kasdedilen husus şu
şekilde açıklanabilir. Bu dünyada verilen karşılık ceza olarak
adlandırılmaktayken ahirette verilen karşılık ise azap olarak
adlandırılmaktadır. Yani Allah onları domuza çevirerek bu dünyada
cezalandırmıştır oysa Firavun ve ailesine ahirette çok büyük bir azap vardır.
[10]
Cehennemin 7 kapısı bazı müfessirlerce cehennemdeki yedi tabaka olarak
adlandırılmıştır. Bazı rivayetlere göre ilk tabaka olan Haviye günahkâr
müminler için, Sakar Yahudiler için, Sa’ir Hıristiyanlar için, Cahim Sabiler
için, Leza ateşperestler için, Hutame putperestler için ve pek çok farklı
isimle adlandırılan yedinci kapı (tabaka) cehennem ise münafıklar içindir.
[11]
Cehmiye, Cehm bin Safvan et-Tirmizi’ye müntesib olanlardır. Sıfatları
nefyetmeyi ve ta’tili açıkça dile getiren odur. O ise bu kanaatleri Abdullah
bin Halid el-Kasri’nin, Vasıt’ta kurban niyetine kestiği el-Cad bin Dirhem’den
almıştır. el-Ca’d ise Harran’lı Sabii filozoflarla ilişkiye geçmişti. O aynı şekilde
dinlerini tahrif eden ve Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)'e büyü yapan,
büyücü Lebid bin el-A’sam ile bağlantıları bulunan ve dinlerini tahrif eden bir
takım Yahudilerden bazı şeyler de öğrenmişti. (Geniş bilgi için bkz:
el-Akidet’ut Tahaviyye ve şerhi sf 539 ve krş için Türkçe terc. Sf 456)
[12] -
“Sumeniyye” de denilen bu topluluk Hind filozoflarından (İndo-Budist
felsefeciler olarak bilinmekle beraber aynı zamanda Harranlı müşrik
felsefeciler de aynı isimle adlandırılmıştır. Mesudi el-Tenbih ve'l-İşraf
138-139) bir gruptur. Bunlar maddi olarak hissedilenler dışındaki şeylerin
bilgisini inkar ederler. Böyle materyalist bir topluluk olmalarına karşın
el-Fark Beyne'l-Firak muellifi Abdu'l-Kahir Bağdadi’nin verdiği bilgiye göre
tenasuhu yani reeenkarnasyonu kabul etmektedirler. (bkz, a.g.e 12. bölüm:
Ashabu’t tenasuh) Kısacası bu grubun batini/ezoterik görüşlere sahip bir tür
gizli cemiyet olduğu söylenebilir. Yukarda ki dipnotta kaydettiğimiz hususlar
da göz önünde bulundurulursa Cehmiyye’nin de diğer bid’at fırkalarında olduğu
gibi Yahudiler ve de masonluğa benzer bir takım çevrelerin İslam toplumuna
soktuğu bir fitne unsuru olduğu rahatlıkla görülür.
[13] Bu
süre zarfında namazı terk ettiği ve hiçbir ilaha ibadet etmeden durduğu
söylenir.
[14]
Allah'ı yaratıklarına benzeten fırkaya verilen isim. Cehm bin Safvan (öl.
128/746) Allah'ın sıfatlarını inkar edip tatile saptıktan sonra buna bir tepki
olarak Allah'ı insanlara benzetme hareketi başlamıştır. Allah’ı cisim olarak
tasavvur eden Mücessime fırkası da bu akımın içinden doğmuştur. Gerçek
Müşebbihe’nin en önemli temsilcisi Hişam bin Hakem adındaki bir Şii’dir. –Haşa-
Allah’ın boyunun kendi karışıyla yedi karış olduğunu iddia etmiştir. Ayrıca
Kerramiye mezhebi de Müşebbihe sınıfından sayılabilir. Bir de Cehmiyye,
Mutezile gibi bazı dalalet fırkaları Allah’ın sıfatlarını ispat ettikleri için
Ehli sünneti Müşebbihe olmakla itham ederler.
[15]
Mu’tezile’nin kurucularından olup, Hasan el-Basri’nin öğrencisiyken büyük günah
işleyenin hükmü konusunda ondan ayrılan Vasıl bin Ata’nın arkadaşıdır.
[16] Ragıb
el-İsfahani diyor ki: “جعل” beş vecih üzere
kullanılır: Birinci vecih “صارَ” yani “yapmaya
başlamak, meydana gelmek” manasınadır. “جعل زيد يقول”
yani “Zeyd söylemeye başladı” gibi. İkinci vecih, icad manasınadır. “وَجَعَلَ الظُّلُمَاتِ وَالنُّورَ” (el-En’am 6/1) yani
“karanlıkları ve aydınlığı varetti” kavlinde olduğu gibi. Üçüncüsü; bir şeyden
bir şeyi çıkarmak manasına وَجَعَلَ لَكُم مِّنْ
أَزْوَاجِكُم بَنِينَ “eşlerinizden de sizin için oğullar
varetti.” (en-Nahl 16/72) kavlinde olduğu gibi. Dördüncüsü bir şeyi bir halden
diğer bir hale çevirmek manasına:الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ
الأَرْضَ فِرَاشاً “yeri sizin için bir döşek kıldı.”
(el-Bakara 2/22) kavlinde olduğu gibi. Beşinci olarak da bir şey ile diğer bir
şeye hükmetme manasında kullanılır.إِنَّا رَادُّوهُ
إِلَيْكِ وَجَاعِلُوهُ مِنَ الْمُرْسَلِينَ “Biz, muhakkak onu
sana iade edeceğiz ve kendisini peygamberlerden biri yapacağız.” (el-Kasas
28/7) ayetinde olduğu gibi. (Geniş bilgi için bkz. Ragıb el-İsfahani,
el-Mufredat, جعل maddesi)
[17]
Buradaki “emir” kavramı hakkında başka açıklamalar da yapılmıştır. Nitekim
Kurtubi’nin naklettiğine göre İbn İsa şöyle demiştir: Emir, yüce Allah'ın
mübarek gecede kullarının halleri ile ilgili olarak hükme bağladığı şeylerdir.
(el-Camiu li Ahkam’il Kur’an)
[18] Bu
hadisin Kitabu Sünne’de birçok rivayeti vardır. Kitab el-Sünne 62-32 “Salsala”
kelimesi “gürleme” sesi anlamındadır. Tirmizi’de yer alan rivayette ise
“silsile” yer almaktadır ki bu kelime “demir bir zincirin bir kayaya
sürtülmesiyle oluşan ses”i ifade eder.
[19]
Kitapta Ahmed bin Hanbel kimi zaman tek bir şahsı kastederek cevap vermekte
kimi zamansa çoğul hitaplar kullanmaktadır.
[20] Ahmed bin Hanbel burada
her iki ayeti ayırmadan tek ayetmiş gibi birlikte vermektedir.
[21] Cehm
bin Safvan, Allah’ın hiçbir sıfatla nitelenemeyeceğini ve kulların onu hiçbir
şekilde bilemeyeceklerini, bundan aciz olduklarını ileri sürer. Bu düşüncesini
Sabiilerden aynen iktibas etmiştir. Zanlarınca tamamen meçhul bir varlık olan
Allah’ın görülmesini ise haliyle mümkün görmemektedirler.
[22] Kitab
el-Sünne, 42
[23]
Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)'den gelen ve ru’yetullah’a delalet eden
hadisi şerifler ile ashabının bu husustaki sözleri mütevatirdir. Bu hadisleri
sahih, müsned ve sünen te’lif eden hadis âlimleri eserlerinde rivayet
etmişlerdir. Bu hadislerden birisi şudur: Ebu Hureyre (ra) dedi ki:
"Bazıları: Ey Allah’ın Rasulü! Kıyamet gününde Rabbimizi görecek miyiz?
diye sordular. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: Ondördünde
ay’ı görmekte herhangi bir zorluk, bir sıkıntı çeker misiniz? Hayır, ey
Allah’ın Rasulü dediler. Bu sefer: Önünde herhangi bir bulut yokken güneşi
görmekte bir sıkıntı çeker misiniz? Onlar yine: Hayır, dediler. Peygamber
(sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: İşte siz O’nu böylece
göreceksiniz." Hadisi uzun uzadıya Buhari ve Müslim rivayet etmişlerdir.
Daha fazla bilgi için Tahavi Akidesi’nin İbnu Ebi’l İzz tarafından yapılan
şerhinin Ruyetullahla alakalı bölümüne ve ayrıca İbn’ul Kayyim’in Türkçeye
“Cennetteki Hayat” adıyla çevrilen “Had’il Ervah” isimli eserinin ilgili
bölümüne müracaat edilebilir. İmam Ahmed’in muhtasar olarak değindiği bu konuya
mezkur eserlerde hem geniş olarak yer verilmiş, hem de Cehmiye’nin getirdiği
şüphelere doyurucu cevaplar verilmiştir.
[24] Kitab
el-Sünnede yer alan rivayette, rivayet zincirinde Süfyan atlanmış ve Hz
Peygamber’den (sallallahu aleyhi ve sellem) hadisi duyan kişi olarak Hz Ebu
Bekir (ra) verilmiştir Kitab el-Sünne, 51
[25] Kitab
el-Sünne’de birçok farklı şekilde rivayetlerine yer verilmiştir. Hadisin uzunca
anlatıldığı bir rivayetinde bazı farklılıklara yer verilmiştir. Kitab el-Sünne
1/44-45
[26] Kitab
el-Sünne, 1/44
[27] Bu
rivayetin kaynağı tespit edilememiştir. Kitab el-Sünne 1/64 ve 2/153
[28]
Buradaki ifade bozukluğu transkripte yer alan bir hatadan oluşmuş olmalı, bu
haliyle bir anlam ifade etmemektedir. Biz çeviri yaptığımız metinde yer aldığı
için metin içerisinde olduğu gibi yer verdik.
[29] Kenz
el-Ummal’da bu hadisin Ebu Davud, Tirmizi, Nesai, İbni Hibban, İbn Ebi Şeybe ve
Taberani’den birçok değişik rivayeti vardır. (Kenz el-Ummal 463; 480; 481;491)