"Doğruluktan şaşmayın.Çünkü doğruluk iyiliğe götürür. İyilik de cennete götürür. Kişi doğru söylediği ve söylemeye devam ettiği sürece Allah'ın yanında sıddîk olarak yazılır. Yalandan da sakının. Çünkü yalan söylemek, kötülüğe (fücura) götürür. Kötülük de cehenneme götürür. Kişi yalan söylediği ve söylemeye devam ettiği sürece Allah'ın yanında yalancı olarak yazılır." (Buhârî (6094); Müslim (105/607)
“Allah’ım! Beni bugün dağıtacağın her hayırdan,
indireceğin her hidayet nurundan, yazacağın her rahmetten, vereceğin her
rızıktan, defedeceğin her zarardan, kaldıracağın her beladan ve önleyeceğin her
fitneden en fazla nasiplenen kullarından eyle…”
Allah Bize, halis, salih ve kalbi selim sahibi
Müslümanlar olmayı nasip eylesin ve bize dünyada iyilik ver. Âhirette iyilik
ver. Bizi cehennem azabından koru. Âmin.”
"Allah'ım! Sen, hepimizi doğru yola sevk et,
hepimizin tövbesini kabul buyur. Hepimizi günah yolundan döndür. Hepimize
merhamet et!
"Allah’ım! Bizi, senden gafil olanların ve seni
tanımayanların uykusundan uyandır!
"Allah’ım! Bütün hal ve hareketlerimizde bizi
nifaktan, ikiyüzlülükten uzak tut ve bize dünyada iyilik ver. Âhirette de iyilik
ver. Bizi cehennem azabından koru.
Allah’günahlarımızı
affetsin. Rabbim bağışlasın ve merhamet etsin! Allah'ım! İslam'ı ve
müslümanları güçlendir. Allah'ım! Müslümanları ve ölenleri bağışla! Allah'ım!
Her müslüman erkeğin ve kadının işini kolaylaştır. Allah'ım! Müslümanlardan
kabirde olanların kabirlerini aydınlat. Onları kabir azabından koru. Allah'ım!
Hastalarımıza şifa ver. Amin.
Allah'ım!
Müslümanların kalplerini yakınlaştır ve aralarını ıslah et; onları hak üzere
kıl! Güvenliğimizi ve istikrarımızı koru. Bizleri nimetine şükredenlerden eyle.
Amin.
Allah'ım!
Sözlerimizde, amellerimizde, niyetlerimizde ve isteklerimizde bizlere ihlas
nasip eyle. Amin. Allah'ım! Bize hakkı, hak olarak göster ve ona uymayı nasip
eyle. Bâtılı, bâtıl olarak göster ve ondan kaçınmayı nasip eyle. Bâtılı
karmaşık kılıp bizi saptırma! Amin. Allah'ım! İslam'ı ve müslümanları
güçlendir. Şirki ve müşrikleri küçük düşür. Allah'ım! İslam'ı ve İslam ehlini
her yerde şereflendir. Amin. Allah'ım! İslam'ı ve İslam ehlini her yerde koru!
Amin“Âfiyet verdiğin kimseler içinde ümmet olarak bize de âfiyet ihsan eyle!
Zalimleri ve kâfirleri alçalt! Masumlara ve
günahsızlara izzet ve şeref ver, derecelerini yükselt!
Buhârî ve Müslim, İbni Mesud'dan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in
şöyle buyurduğunu rivayet eder:
"Doğruluktan şaşmayın.Çünkü doğruluk iyiliğe götürür. İyilik de
cennete götürür. Kişi doğru söylediği ve söylemeye devam ettiği sürece Allah'ın
yanında sıddîk olarak yazılır. Yalandan da sakının. Çünkü yalan söylemek, kötülüğe
(fücura) götürür. Kötülük de cehenneme götürür. Kişi yalan söylediği ve
söylemeye devam ettiği sürece Allah'ın yanında yalancı olarak yazılır." (Buhârî (6094); Müslim
(105/607)
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, bu sözüyle doğru söylemenin iyilik işlemeyi
gerektiren ve yalan söylemenin de kötülük işlemeyi gerektiren bir etken
olduğunu belirtir.
Yüce Allah şöyle buyurur:
"İyiler (ebrar) şüphesiz nimet içindedirler. Allah'ın buyruğundan çıkanlar
(fuccar) cehennemdedirler." (82 İnfitar/13-14)
Onun için alimlerden biri, etrafında olan kişilere tevbe etmelerini
söylerken, ürkütmemek ve nefret ettirmemek için daima doğru söylemesini
emrederdi. Onun için alimler ve şeyhler konuşmalarında ihlas ve doğru olmaktan
çokça söz eder ve "Doğru söylemeyen kişi bana uymasın" derlerdi.
"Doğru söylemek, Allah'ın yer yüzünde kılıcıdır, hangi şeye vurulursa
keser" derler.
Seyf b. Esbat ve başkaları şöyle der:
"Kim Allah'a karşı doğru olursa, mutlaka kendisine de doğru
davranılır".
Bunun örnekleri çoktur.
Sıdk (Doğruluk) ve ihlas, gerçekte imanın ve İslam'ın netleşmesidir.
Bilindiği gibi müslüman olduğunu söyleyenler mümin ve münafık olmak üzere iki
kısma ayrılırlar.
Mümin ile münafık arasındaki fark, doğruluktur.
Münafıklığın üzerinde bina edildiği temel ise, yalancılıktır. Onun için
Allah, gerçek imanı anarken onu doğrulukla niteler.
"Bedeviler: "iman ettik" dediler, de ki: "İman etmiş
değilsiniz ama İslam olduk deyin; iman henüz gönüllerinize yerleşmedi; eğer
Allah'a ve peygamberine itaat ederseniz, işlediklerinizden bir şey eksilmez;
şüphesiz Allah, bağışlar, merhamet eder. İman edenler, ancak Allah'a ve
peygamberine inanmış, sonra şüpheye düşmemiş; Allah uğrunda mallarıyla,
canlarıyla cihat etmiş olanlardır. İşte onlar doğru olanlardır." (49 Hucurat/14-15)
"Allah'ın verdiği bu ganimet malları bilhassa; yurtlarından ve
mallarından edilmiş olan, Allah'tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah'ın dinine
ve peygamberine yardım eden muhacir fakirlerindir. İşte doğru olanlar
bunlardır." (59 Haşir/8).
Yüce Allah, imanlarında doğru olanların içlerinde şüphe taşımadıklarını,
mal ve canlarıyla onun yolunda cihad ettiklerini belirtir. Çünkü öncekiler ve
sonrakilerden alınan söz budur.
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Allah peygamberlerden söz almıştı: "And olsun ki size Kitap,
hikmet verdim; sizde olanı tasdik eden bir peygamber gelecek, ona mutlaka
inanacaksınız ve ona mutlaka yardım edeceksiniz, ikrar edip bu ahdi kabul
ettiniz mi?" demişti. "İkrar ettik" demişlerdi de: "Şahid
olun, Ben de sizinle beraber şahitlerdenim" demişti." (3 Âl-i imran/81).
İbni Abbas radıyallahu anh şöyle der:
"Allah, gönderdiği her peygamberden şu sözü almıştır:
Hayatta iken Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) peygamber olarak
gönderilirse, ona iman edeceksin ve destekleyeceksin, Muhammed peygamber olarak
gönderilirse ona iman edeceklerine ve destekleyeceklerine dair kendi ümmetinden
de söz alacaksın" (İbn Kesîr Tefsiri (1/378)
Yüce Allah buyuruyor:
"And olsun ki peygamberlerimizi belgelerle gönderdik; insanların doğru
hareket etmeleri için peygamberlere kitap ve ölçü indirdik; pek sert olan ve
insanlara bir çok faydası bulunan demiri de var ettik. Bu, Allah'ın dinine ve
peygamberlerine görmeksizin yardım edenleri meydana çıkarması içindir. Şüphesiz
Allah kuvvetlidir, güçlüdür." (57 Hadid/25)
Allah kitabı ve mizanı indirdiğini, kendisine ve peygamberlerine kimin
yardım ettiğini ortaya çıkarması ve adaletin yerine gelmesi için de demiri
indirdiğini belirtmiştir.
Onun için din, yol gösteren kitap ve yardım eden kılıçla ayakta durur.
Yol gösterici ve yardımcı olarak da olarak Allah yeter.
Kitap ve demir, indirilişte ortak olsa da, bu, birinin inmediği yerden
diğerinin inmesine engel değildir. Çünkü Kitap, Allah'tan indirilmiştir.
"Aziz ve hakim olan Allah'tan Kitab'ın indirilmesidir" (39 Zümer/1),
"Elif Lam Ra. Bu, ayetleri muhkem olan, sonra hakim ve habir olan
tarafından tafsil edilen bir kitaptır" (11 Hud/1),
"Şüphesiz Kur'an sana hakim ve alim olan tarafından veriliyor" (27 Neml/6) ayetlerinde belirtildiği
gibi.
Demirde içinde yaratıldığı dağlardan çıkarılmakta / indirilmektedir.
Dinin temellerini içeren birr (iyilik) iddiasında sadık (doğru)
olanları nitelemesi de bu şekildedir.
Yüce Allah buyuruyor:
"Yüzlerinizi doğudan yana ve batıdan yana çevirmeniz birr (iyi olmak demek)
değildir; lakin iyi olan, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, Kitaba,
peygamberlere inanan, O'nun sevgisiyle, yakınlarına, yetimlere, düşkünlere,
yolculara, yoksullara ve köleler uğrunda mal veren, namaz kılan, zekat veren ve
ahitleştiklerinde ahitlerine vefa gösterenler, zorda, darda ve savaş alanında
sabredenlerdir. İşte onlar doğru olanlardır ve sakınanlar ancak onlardır."
(2 Bakara/177)
Münafıkları ise, Allah değişik ayetlerde yalancılıkla nitelemiştir. Şöyle
buyurur:
"Kalplerinde hastalık vardır, Allah hastalıklarını artırmıştır. Yalan
söyleye geldikleri için onlara elem verici azab vardır." (2 Bakara/10)
"İkiyüzlüler sana gelince: "Senin şüphesiz Allah'ın peygamberi
olduğuna şehadet ederiz" derler. Allah, senin kendisinin peygamberi
olduğunu bilir; bunun yanında Allah, ikiyüzlülerin yalancı olduklarını da
bilir." (63 Munafikun / 1)
"Allah'a verdikleri sözden caydıkları ve yalancı oldukları için
O'nunla karşılaşacakları güne kadar Allah kalplerine nifak soldu." (9 Tevbe/77)
Kur'anda bunu belirten ayetler çoktur.
Bilinmesi gereken şeylerden biri de, doğru söylemek ve tasdik etmek, hem
söylemde/sözde hem amellerde olur.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sahih hadiste şöyle buyurur:
"İnsan oğluna zinadan payı yazılmıştır ve onu mutlaka yapar. Gözler
zina eder ve onların zinası bakmaktır, kulaklar zina eder ve onların zinası
dinlemektir, eller zina eder ve onların zinası dokunmaktır, ayaklar zina eder
ve onların zinası yürümektir, kalp arzu eder ve canı çeker, tenasül organı da
bunu ya doğrular veya yalanlar" (Buhârî (6243); Müslim (2657)
Düşmanla savaşmakta kararlı olanların saldırıları için: "düşmana
doğru / gerçekten bir saldırı yaptılar" denir. "Falan kişi
sevgi ve dostluğunda sadıktır / doğrudur." denir. Bunun benzerleri
çoktur.
Bütün bunlarla iradesi, amacı ve isteğinde sadık / doğru olan kişiler
kastedilir.
Mümin amelinde, haber ve konuşmasında doğru/samimi olan kişidir.
Münafık, doğru olan müminin zıttıdır. O da sözünde veya amelinde yalancı
olan kişidir. Amelini gösteriş için yapan kişi gibi.
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Şüphesiz
münafıklar Allah'ı aldatmağa çalışırlar, oysa O, onlara aldatmanın ne olduğunu
gösterecektir. Onlar namaza tembel tembel kalkarlar, insanlara gösteriş
yaparlar, ne onlarla, ne de bunlarla olur, ikisi arasında bocalayarak Allah'ı
pek az anarlar. Allah'ın saptırdığı kimseye yol bulamayacaksın." (4 Nisa/142-143)
İhlas ise, İslamın gerçeğidir. Çünkü "İslam" başkasına değil, sadece
Allah'a teslim olmaktır.
Yüce Allah buyuruyor:
"Allah, geçimsiz efendileri olan bir adamla, yalnız bir kişiye bağlı
olan bir adamı misal olarak verir. Bu ikisi eşit midir? Övülmek Allah içindir,
fakat çoğu bilmezler. Şüphesiz sen de öleceksin, onlar da ölecekler." (39 Zumer/29-30)
Allah'a teslim olmayanlar, büyüklenenlerdir.
Hem Allah'a hem başkasına teslim olanlar ise müşriklerdir.
Hem büyüklenmek, hem ortak koşmak / şirk, İslamın zıttıdır. İslam ise şirk
ve büyüklenmenin zıttıdır. "İstislam" formu, hem lazım hem
müteaddi olarak kullanılır.
"Rabbi ona: 'Teslim ol" buyurduğunda, "Alemlerin Rabbine
teslim oldum" demişti. İbrahim bunu oğullarına vasiyet etti. Yakup da:
"Oğullarım! Allah dini size seçti, siz de ancak O'na teslim olmuş olarak
can verin" dedi." (2 Bakara/131-132)
"Evet, iyilik yaparak Allah'a teslim olanın ecri Rabbi'nin katındadır.
Onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir." (2 Bakara/112)
Kur'an'da bunun örnekleri çoktur.
Onun için İslam'ın başı / esası:
Allah'tan başka ibadete layık ilah olmadığına şahitlik / tanıklık etmektir.
Bu da yalnız Allah'a ibadet etmeyi ve onun dışında hiçbir şeye ibadet
etmemeyi içerir.
O da, Allah'ın öncekilerden ve sonrakilerden başka bir dini kabul
etmeyeceği genel İslamdır.
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Kim İslam'dan başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir.
O âhirette de kaybedenlerdendir." (3 Âl-i İmran/85).
"Allah, melekler ve adaleti yerine getiren ilim sahipleri, O'ndan
başka ibadete layık ilah olmadığına şahitlik etmişlerdir. O'ndan başka ibadete
layık ilah yoktur, O güçlüdür, Hakîm'dir."
"Allah katında din,
şüphesiz İslam'dır...." (3 Âl-i İmran/18-19)
Belirttiğimiz bu şeyler, gerçekte dinin temelinin / aslının kalpteki bilgi
/ ilim ve ameller olduğunu ve bunlar olmadan zahir amellerin bir işe
yaramadığını gösterir.
İmam Ahmed'in Müsned'inde rivayet ettiği hadiste Rasûlullah sallallahu aleyhi
ve sellem şöyle buyurur:
"İslam, açık olandır, iman ise kalptedir." (Ahmed (3/134-135)
Onun için Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Numan b. Beşir'den
ittifakla rivayet edilen hadiste şöyle buyurur:
"Helal açıktır, haram da açıktır. İkisi arasında birçok insanın
bilmediği şüpheli şeyler vardır. Şüpheli şeylerden kim sakınırsa, dinini ve
ırzını korumuş olur, kim de şüpheli şeylere düşerse, harama düşer. Tıpkı
korunun etrafında koyunlarını otlatan çoban gibi. Her an korunun içine
girebilir. Dikkat edin, her kralın bir koruluğu vardır, Allah'ın koruluğu da
haramlarıdır. Vücutta bir parça et vardır, o düzelirse vücut düzelir,
bozulursa, vücut da bozulur, O da kalptir." (Buhârî (52); Müslim
(107/1599)
Ebu Hureyre'nin şöyle dediği rivayet edilir:
"Kalp, hükümdardır,
organlar da onun askerleridir, hükümdar iyi olursa, askerleri de iyi olur,
hükümdar kötü olursa, askerleri de kötü olur." (Suyuti, el-Camiu's-Sağîr; el-Elbânî, Daîfu Camiu's-Sağîr (4/131)
Kalbi
temizlerken dört engel çıkar:
1- Mal sevgisi: Malın kendisi değil, sevgisidir. Kalbi temizlemek,
ahireti kazanmak için malın önemi büyüktür. Fakat mal sevgisi engeldir. Mal
sevgisini kalbden çıkarmalıdır!
2- Makam sevgisi: Ahiret
nimetlerini elde etmek için makam ve mevki elbette iyidir. Mal gibi makamın da
kendisi değil sevgisi engeldir. Hizmet için bir makama talip olmak başka şey,
nefsin arzularını tatmin için makam sahibi olmak ayrı şeydir.
3- Yabancı sevgi: Allah
sevgisinden başka her sevgiyi kalbden çıkarmalıdır!
4- Günah: Her günaha tevbe
etmelidir! Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Kim günah işlerse, kalbinde siyah bir
nokta hasıl olur. Tevbe ederse silinir. Günahlara devam ederse, o leke büyüyüp
kalbin tamamını kaplar.) [Nesai]
Bu dört engeli aşmak için dört şey gerekir.
1- Çok yememek, helalinden yemek.
Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Çok yiyip içmekle kalbinizi öldürmeyin!)
2- Çok uyumamak.
Çok yiyen çok su içip çok uyur. Çok uyuyan da
Kıyamette pişman olur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:Allahü teâlâ, çok yiyip
içeni ve çok uyuyanı sevmez
3- Çok konuşmamak.
Hadis-i şerifte, (Çok konuşan çok hata eder, çok
günah işler. Çok günah işleyen de, Cehenneme gider) buyuruldu. (Ebu Nuaym)
4- Kötülerden uzak durmak.
Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Kişinin dini, arkadaşının dini gibidir,
kiminle arkadaşlık ettiğinize dikkat edin.) [Hakim]
4-
KALBİN DİRİ VE NURLANMIŞ OLMASI BÜTÜN HAYIR VE İYİLİKLERİN, KATI VE KARARMIŞ
OLMASI DA BÜTÜN KÖTÜLÜKLERİN KAYNAĞIDIR.
Bu, gerçekten de
böyledir! Ne kadar iyilik, hayır ve mutluluklar varsa, bütün bunların kaynağı,
kalbin diri ve nurlanmış olmasına bağlı olduğu gibi; ne kadar şer, kötülük ve
felaketler varsa, bütün bunların kaynağı da kalbin kararmış ve katılaşmış
olmasıdır.
Kulun, hayır ve
saadetteki kemali de şüphesiz kalbinin dirilik ve nurluluk derecesine bağlı
bulunacaktır. Bu, öylesine kesin bir hakikattir ki, hiç bir şüphe götürür
tarafı bulunmamaktadır. Nitekim yüce Allah, bir ayeti celilesinde aynen şöyle
buyurmaktadır:
"Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve
kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse,
karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamıyan kimse gibi olur mu?"
En'am 122
Açıkça görüldüğü
gibi, yüce Allah (c.c.) bu ayetinde o iki büyük aslı cemetmiştir. Bunlardan
biri kalbin hayatı, diğeri de kalbin nurlanmış olmasıdır. Bu iki asıldan mahrum
ve uzak bırakılmış bir kal ise, şüphesiz ölüdür ve taş kesilmiştir.
Tamamen
karanlıklar içinde bulunmaktadır. Bir kalb; diriliği nisbetinde kuvvetlidir.
Ancak diri olmak şartıyla bir kalb görevini yapabilir.
Diriliği nisbetinde kuvvetli, kuvveti nisbetinde
hareketli olur.
Duyması, işitmesi,
hayası, iffeti, şecaati, sabrı, oütün ahlakî fonksiyon ve faziletleri hep bu
sayede ve bu nisbette olur. Bir kalb; eğer diri ise hakikati idrak eder ve
sever. Bilip sevdiği için de batıl üzerine tercih eder. Hak ve hakikatin zıddı
bulunan batılı da batıl olarak idrak eder ve ona buğz eder.
Eğer kalbin hayatı
zayıflamış ise, bu hususlardaki fonksiyonu da zayıf olur. Nitekim kalbin çirkin şeylerden haya etmesinin,
ancak hayatı nisbetinde olacağı, tereddütsüz kabul edilen hususlardandır. Zira
sıhhatli ve kuvvetli, yani diri ve nurlu bir kalbin, kötü ve çirkin şeylerden
nefret ve buğz etmesi, onun tabiatı ve fıtratının gereğidir. Hiç zorluk
çekmeden onlardan nefret edip uzaklaşır. Ölmüş veya son derece zayıflamış bir
kalb ise böyle değildir. Böylesi bir kalb, iyi ile kötü arasını ayırt edemez.
îbn-i Mes'ud'un
(r.a.) bu husustaki çok veciz bir sözleri de bunu gayet açık ifade etmektedir.
O şöyle demiştir:
"Bir kimse ki, hakkı batıldan, ma'rufu
münkerden (şeriatın makbul gördüğünü, makbul görmediğinden) ayırt edecek bir
kalbe sahip değildir, elbette sonu helak ve hüsrana yuvarlanmaktır."
Herhangi bir kalb,
ister şüphe, ister şehvet sebebiyle hastalanmış olsun; hastalığının derecesi
nisbetinde hakkı batıldan ayırt etme kabiliyetini yitirmiş olur ve bu nisbette
batıla meyilli bulunur.
Bir kalb ki nuru ve aydınlanması kuvvetlidir, işte o kalb için
malumatı ve o malumat ile ilgili hakikatleri olduğu gibi anlayıp idrak etme
imkanı vardır.
Böyle bir kalb
için hakkı batıldan, "güzeli çirkinden seçememe zorluğu yoktur. Artık
böylesi bir kalb, hakkı hak olarak bilir, güzeli güzel olarak seçer ve tercih
eder.
Batılı da batıl
olarak bilir, çirkini de çirkin olarak görür ve reddeder. Rabb'ımızm kitabı
yüce Kur'an'm bazı yerlerinde bunun tekrarlandığım görmekte ve bundan faydalı
bilgiler, güzel neticeler elde etmekteyiz. İşte Kur'an'm bir ayeti şu
mealdedir:
"İşte sana da böyle emrimizden bir ruh
(kalblere can veren bir kitap) vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir
bilmezdin. Fakat biz onu (vahyettiğimiz o kitabı), bir nur yaptık. Kullarımızdan
dilediğimizi onunla hidayete iletiyoruz." Şura Suresi: 30
Açıkça görüldüğü
gibi, ilgili ayette, hem hayatın kendisiyle kaim bulunduğu ruh, hem de
aydınlanmanın kendisiyle kaim bulunduğu nur söz konusu edilmiştir ki, kalb için
her ikisi de vazgeçilmez bir asıl ve esastır.
Her iki aslın kaynağı da Kur'an'dır. Kur'an; hem
kalblerin kendisiyle diriliğe erdiği bir ruh, hem de kendisiyle aydınlandığı
bir nurdur.
işte yukarıdaki
ayet de, açıkça bunu haber vermektedir. Evet, gerek az yukarıdaki ayet,
gerekse daha yukarıda geçmiş bulunan En'am Suresi, 122. ayeti; yüce Allah'ın
sevgili rasulüne indirmiş bulunduğu yüce kitabın (yani Kur'an-ı Kerim'in),
bütün kalblerin hem hayatı, hem de ruhu ve nuru olduğu gerçeğini ifade
etmektedir. Daha bu mealde pek çok ayet bulunmaktadır.
O halde bu Kitab'ın münkirlerinin kalbleri, hiç
şüphesiz ölüdür ve karanlıklar içinde bulunmaktadır. Bu Ölü ve cehalet zulmeti
içinde bulunan kalblerin, dirilip iman aydınlığına kavuşması için ise, yegane
sebeb ve ilahi kaynak Kur'an-ı Kerim'dir.
Kur'an-ı Ke-rim'e
samimi olarak inanmak, esaslı bir şekilde O'nun sesine kulak vermek ve O'nun
esasları çerçevesinde Allah'a kulluk ve itaat etmek suretiyle de ölü
kalbler dirilmiş, cehalet ve
gaflet karanlıklarından kurtularak aydınlığa çıkmış olur.
Ancak bundan
sonradır ki, hakkı batıldan, iyiyi
kötüden seçer. Kendi öz varlığı için neyin faydalı, neyin zararlı olduğunu
sezip idrak eder ve adımlarını ona göre atar. Kendisini Allah'ın gazabına ve
elim azabına sürükleyecek olan serlerden uzak tutar, Allah'a hakkıyla kulluk
ve itaat etmeye çalışır ve bu dairenin dışına çıkmaz. İnsanlar, gaflet ve
karanlıklar içinde yüzerlerken, kendisi Kur'an'dan aldığı ruh ve nur ile yürür!
Dünyanın ve
ahiretin iyilik ve güzelliklerine erer! Mümkün olduğu kadar da etrafına nur ve
huzur saçar. Nitekim şairin şu hikmetli mısralarında da bu husus anlatılmak
istenmiştir:
"Gecenin karanlığı bütün etrafı sarmış iken,
Benim gecem senin yüzünün nuruyla aydın! İnsanlar gece karanlığı içinde
(cahilane) dolaşırken Ben gündüzün aydınlığı içinde, görerek hedefime
gitmekteyim."
Yine yüce Allah'ın
kitabında biri su ile ilgili, diğeri de ateşle ilgili iki misal getirildiğini
ve bu suretle insanlara güzel bir öğüt ve ders verildiğini görüyoruz.
"O Allah, gökten bir su indirdi de dereler
kendi Ölçüşünce (o su ile) çağlayıp aktı. Sel üste çıkan köpüğü yüklenip götürdü...
Süs, yahut eşya yapmak için ateşte yakıp erittikleri madenlerde de bunun gibi
bir köpük (posa) vardır. Allah, hak ile batılı böyle bir benzetme ile anlatır.
Köpük yok olup gider. İnsanlara yararlı olan ise yeryüzünde kalır. İşte Allah
(kapalı şeyleri anlatmak için) böyle misaller verir!” Ra'd Suresi: 17
Unutulmasın ki, batıl köpük gibidir, önce oluşur, sonra yok
olup gider. Hak ise, insanlara faydalı olan su ve madenler gibidir. Daima
yeryüzünde kalıcı ve faydalıdır. Geçici ve hemen sönüp yok olucu batıl gibi
değildir.
Allah'ın bu ayetiyle verdiği misalde; peygamberine olan
vahyinin, hayatın kendisiyle kaim bulunduğu suya ve madenlerden faydalanmak
için onların kendisiyle eritildiği ateşe benzetildiğini görüyoruz.
Ateş aynı zamanda
ilahi vahyin nuruna da misaldir. Yani ateş maddeten nasıl etrafinı
aydınlatıyorsa, ilahi vahyin de insanları manen bu şekilde aydınlattığına
dikkat çekilmiş oluyor.
Yine yüce Allah
(c.c.) bu ayette verdiği misalle, bütün derelerin ancak kendi Ölçüşünce
çağlayıp aktığına da dikkatimizi çekmiştir.
Elbette ki, büyük vadiler büyük çapta, küçük vadiler
de küçük çapta çağlayıp su taşırlar. Hiç bir zaman küçük vadi, büyük vadinin
taşıdığı suyu taşıyamaz. Kendi ölçüsünün fazlası olarak gelen seli, taşıyamayıp
dışarı taşınr. işte insanların kalbleri de böyledir. Hiç bir zaman, küçük bir
kalb; büyük bir kalbin taşıdığı ilim ve irfanı taşıyamaz.
Küçük bir kalbin
taşıyacağı ilim ve irfan, daima kendi ölçüsü ve mik-tarınca olacaktır. Böyle
küçük kalblerdeki ilim ve irfana arız olan şek ve şüpheler de, bir vadinin
kendi ölçüşünce çağlar iken, taşıdığı suyun üzerinde giden köpüğe benzer!
Kendi ölçüşünce de olsa, gerçekten ilim ve irfan kalıcı ve faydalıdır; şek ve
şüpheler ise sönücü ve yok olucudur. Suyun üzerindeki köpük gibidir.
Vadide kalacak olan sudur, suya kaynaklık edecek
bulunan da vadidir. Köpük ise hiç bir şey değildir...
Ateş ve onda
eritilen madenin durumu da böyledir. Lazım ve faydalı bulunan ateş ve onda
eritilen madenin cevheridir. Yoksa eritilen madenin köpüğü değildir.
Yüce Allah'ın,
böyle misalleri bazen de kullar üzerinde vermesine gelince: Bunun bir örneğini
de Bakara Suresi'nin 17, 18 ve 19. ayetlerinde görüyoruz. Bu ayetlerde mealen
şöyle buyurulmaktadır:
"Onların durumu tıpkı şuna benzer ki,
(aydınlanmak için bazıları) bir ateş yaktı. Fakat ateş çevresini aydınlatır
aydınlatmaz Allah onların nurunu (yani gözlerinin görme hassasını) giderdi. Ve
onları karanlıklar içinde bıraktı. Artık onlar, göremezler." Bakara
Suresi: 17-19
"Onlar
sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler! Onlar hakka dönemezler!"
"Ya da onlar,
gökten boşanan, içinde karanlıklar, gök gür-lemesi ve şimşekler bulunan bir
yağmura tutulmuş gibidirler. Yıldırımlardan ölüm korkusuyla parmaklarını
kulaklarına tıkarlar. Oysa Allah, inkarcıları kuşatmış bulunmaktadır."
Burada kısaca belirtmek istediğimiz
hakikat odur ki:
Kalbin iyiliği,
düzelmesi, saadet ve felaha ermesi; hayat ve nur dediğimiz iki esasa bağlıdır.
Bu ise, kalbler için bir ruh ve nurdan başka bir şey olmayan Kur'an'm nuruyla nurlanmak,
O'nun hidayetiyle hidayetlenmekle kaimdir. Çünkü Kur*an:
"Gidilecek yolu aydınlatan, bütün alemlere
öğüt olan" bir kitaptır. "Kalbleri diri olanları uyarmak
için..." gelmiştir. Yasin Suresi: 69-70
Yüce Allah'ın
Kur'an'ı ve O'nun davetini tanıtan bir ayeti de şu mealdedir:
"Ey o inanmış kişiler! Allah ve O'nun rasulü
sizi, size hayat verecek şeylere davet ettiği zaman, icabet ve itaat ediniz."
Enfal : 24
Bütün bu ayetler,
hayatımızın ancak Allah ve Rasulü'nün bizleri çağırdığı iman ve ilimle kaim
bulunduğunu açıklıyor! Bu iman ve ilmin yokluğunun ise, bütün kalbî ve manevi
hayatın ölümü ve helaki olduğunu bildiriyor.
Allah ve Rasulünün
davetine icabetten kaçınarak kalblerinin ölümüne sebeb olan kişiler,
kabirlerinde yatmakta olan kimseler gibidir.
Yani kalbleri ölü olanlar, kabir ehline benzerler. Böyle bir benzetme,
bütün benzetmelerin en güzelidir. Çünkü kalbleri ölü olanların bedenleri, ölmüş
kalblerinin kabirleridir. Bunların kalbleri ölmüş, bedenlerine '
defnedilmiştir. Evet durum aynen böyledir. Nitekim yüce Allah, bir ayetiyle de
bize bu durumu bildirmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Dirilerle ölüler bir olmaz! Allah elbette
dilediğine işittirir. Yoksa sen, kabirlerde yatan ölülere işittirecek
değilsin!" Fatır : 22
Gerek kalblerin,
gerek ruhların hayatının ilahi vahy ile, yani Kur'an-ı Kerim ile kaim
bulunduğuna dair daha nice ayetler vardır. Aynı zamanda bunun Allah'ın
dilemesine ve kulun bunu kabul etmesine dayandığı hususu da bu ayetlerde
bildirilmiştir. Önemine binaen bu noktalara da temas ederek, bu ayetlerden
bazılarını daha görelim: "O,
dereceleri yükselten, Arş'ııi sahibi bulunan Allah; emrinden olan ruhu,
kullarından dilediğine indirir ki, ahiret gününe karşı kullarını uyarsın."
Mü'min : 15
Hatırlayalım ki,
yukarıda zikrettiğimiz Şura Suresi, 52. ayeti de:
"İşte sana da böyle emrimizden bir ruh
(kalblere can veren bir kitab) vahyettik"
mealinde idi.Evet,
kalblere can veren ve o kalblerin sahiplerini "Hayat-ı Tayyibe" dediğimiz hoş, temiz ve güzel bir hayata
kavuşturan Kur'an'dır.
Bu ise Allah'ın
kuluna hidayet buyurması ve kulun da bunu kabul etmesiyle olur. Kul, kabul
edeceği yerde red ve inkar ederse, elbette helak olur. îşte şu ayette de bu
islamî ve Kur'anî hakikati ne güzel beyan buyuruyor:
"Erkek ve kadından her kim inanmış olarak
iyi bir iş yaparsa, onu dünyada hoş bir hayatla yaşatırız. Ahirette ise amellerinin
mükafatını en güzeliyle veririz." Nahl : 97
İşte yüce ,ve
büyük Allah'ımız, öylesine hoş ve güzel bir hayatın kimlere nasib olacağını
.haber veriyor! Yüce Allah'ımızın Hûd Suresi 3. ayeti ve Nahl Suresinin 30.
ayetiyle duyurduğu hakikat de bu merkezdedir. Yani İslam'ın fatalizmi
(kaderciliği), cebriyeciliği kabul etmediği açıklanmış bulunuyor.
Allah, iyi kuluna iyilik ve saadet lütfeder, fakat o
kulunun iyiliği sebebiyle.... Kötü
kulunu da mutsuz kılar, fakat o kulunun kötülüğü tercih etmesi sebebiyle....
Allah'ın kanunu, adaleti böyledir. Dünyada da, ukbada da.... İşte bir ayet
meali daha, iyi kulak verelim!
"Kim beni anmaktan yüz çevirirse, onun için
dar bir geçim vardır. Kıyamet günü onu âmâ olarak hasrederiz." Taha :
124
Yüce Allah şöyle
buyuruyor;
"Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun
göğsünü İslama açar; kimi de saptırmak isterse onun göğsünü, (sanki o kimse)
göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar. Allah, inanmayanların üzerine işte
böyle pislik (sıkıntı ve musibet) çökertir." En'am : 125
Gerçekten inanan,
Allah'ın ve Kur'an'ın hidayetiyle hidayetlenen kimselerin göğüsleri geniş,
kalbleri derin ve engindir. îman ve hidayet nuru, onların kalblerini genişletmiştir.
Sapıklığı tercih edenlerin kalbleri ise, büyük bir darlık ve sıkıntı
içindedir. Şu ayet dahi, bu ilahi hakikatin, en açık bir fermanı değil midir?
"Allah'ın, göğsünü İslama açtığı kimse,
Rabb'inden bir nur üzerinde değil midir? Allah'ı anmaya karşı kalbleri
katılaşmış olanlara yazıklar olsun! Onlar, apaçık bir sapıklık içinde
bulunmaktadırlar." Zümer : 22
Evet, iman ehlinin
kalbleri ve ruhları, büyük bir genişlik ve nur içindedir. Küfür ve dalalet
ehlinin kalbleri ise, büyük bir darlık ve karanlık içinde bulunmaktadır.
Kalbin diriliği ve aydınlığı, her hayrın ve iyiliğin
başıdır.
Kulun saadeti, tamamen buna bağlıdır. Eğer kalb, ölmüş ve karanlıklar içinde
kalmışsa, işte böyle bir kalb de bütün kötülük ve musibetlerin kaynağıdır. Bu,
aklın da, naklin de kabul edip üzerinde birleştiği bir hakikattir. Her ne kadar
bazı hasta kalblere kabulü zor gelirse de....
5- KALBİN HAYATI VE
DİRİLİĞİ ANCAK HAKKI İDRAK ETMESİYLEDİR
Hiç şüphesiz
kalbin hayatı ve sıhhati ancak hakkı idrak edip istemesi ve onu başkası
üzerine tercih etmesi ile kaimdir! Zira kalbte iki kuvvet vardır.
Birincisi: İlim ve temyiz kuvveti. İkincisi: İrade ve
mahabbet kuvvetidir.
Kalb bu iki
kuvvetini yeterince geliştirip olgunlaştırmadıkça, mümkün değil kemale
eremez...
Kalb; ilim ve
temyiz kuvvetini hakkı idrak etmekte, onu güzelce tanıyıp seçmekte, batılı atıp
hakkı almakta kullanacak. İrade ve mahabbet kuvvetini de, hakkı irade etmekte,
onu sevip batıl üzerine kesin bir şekilde tercih etmekte kullanacak.
Böylece, bu her
iki kuvvetini geliştirip olgunlaştıracak. Neticede kalb kemale ermiş olacak.
Diriliği ve sağlığı, kemale erdirilmiş bulunacak. Yoksa hayatını ve sıhhatini
yavaş yavaş da olsa kaybeder.
Unutulmasın ki, hakkı idrak etmeyen, dalalette
demektir.
Hakkı idrak ettiği, güzelce tanıdığı halde, tercih etmeyen de Allah'ın gazabına
uğramış demektir. Bir kimse ki,' hem hakkı tanır, hem de onu batıl üzerine
tercih eder, yani kabul edip tatbik sahasına kor, işte o kimse de Allah'ın
hidayetine ve nimetine erenlerden olur.
Biliyoruz ki: Yüce
Allah (c.c.) bizlere, yedi ayetli Fatiha suresi'yle, namazlarımızın edası
sırasında bu duygu ve halleri yaşatmaktadır. Bu suretle kesin olarak
emretmektedir ki, biz kendisinden, asla gazabına uğramıyan, yollarını
şaşırmayan, hidayet ve nimetine eren kimselerin dosdoğru yoluna erdirmesini
yalvarıp isteyelim! Hristiyanlar gibi dalalete düşmeyelim. Yahudiler gibi
gazaba uğra-mayalim, bir cehalet ve gaflet ümmeti olmayalım!...
Hakka karşı bile
bile inad eden, isyan ümmeti de olmayalım. Şu ümmet-i Muhammed ki, en bariz
vasfı, hidayet ve nimete eren bir ümmet olmasıdır; asla bu vasfımızı kaybetmeyelim.
Namazın ve namazdaki bu Fatiha ayetlerinin verdiği bu dersi belirtmesi ve kalbe
ait bu kuvvetlere dikkat edilmesi bakımından, Süfyan bin Uyeyne'nin (r.a.) şu
sözü, ne kadar veciz ve ibretlidir. O şöyle demiştir:
"Ümmet-i Muhammed'den olup da kendilerini
ibadete veren ve fakat ilim sizlikleri sebebiyle yolunu şaşıran kimseler,
biraz hristiyanlara benzer. Alimlerimizden olup da fesada uğramış olanlar da
biraz yahudi-lere benzerler. Zira hristiyanlar ilimsiz olarak ibadet ederler.
Yahudiler de hakkı bildikleri halde ona arka çevirirler."
Müsned'de ve
Tirmizi'de Adiyy bin Hatim'den (r.a.) rivayet edilmiş bulunan bir hadis-i
şerifte de şöyle buyrulmuştur:"Yahudiler,
Allah'ın gazabına uğramışlardır! Hristiyanlar da yollarını şaşırmışlardır."
Tirmizi, 5/203-204
Yüceler yücesi
Allah (c.c), yalnız Fatiha suresinde değil, Kur'an'ımızın nice ayetlerinde bu
iki esası beyan buyurup dikkatimizi çekmiştir. İşte bir ayet-i celilesinde
şöyle buyurmuştur:"Kullarım sana
Benden sorarlarsa, şöyle de: Ben onlara yakınım. Bana dua edince, dua edenin
duasına mutlaka karşılık veririm. O halde onlar da bana karşılık versinler,
Benim çağrıma uysunlar, Bana inansınlar ki, doğru yolu bulalar."
Bakara : 186
işte bu ayetiyle,
kendisine iman ve itaati birlikte emretmektedir. Şu ayetiyle de sevgili
rasulüne iman ve itaati belirtmektedir:"...Onlar ki, O'na inanır, destekleyerek kendisine saygı gösterir, O'na
yardım eder ve O'na indirilmiş bulunan Nur'a uyarlar. İşte felaha erenler
bunlardır." A'raf : 157
Felaha, iyiliğe, saadete ermenin esaslarının nasıl
açıklandığını görmemiz bakımından şu ayet-i celile de çok anlamlı ve önemlidir:
"Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına
çevirmeniz iyilik değildir. Asıl iyilik o kimsenin iyiliğidir ki, Allah'a,
ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere inanır; Allah rızası için yakınlara,
yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, düşkünlere, boyunduruk altında kalmış
köle ve esirlere mal verip yardım eder, namazını kılar, zekatını verir.
Andlaşma yaptıkları zaman andlaşmalarını yerine getirenler, sıkıntı, hastalık
ve savaş zamanlarında sabredenler; işte doğru olanlar ve iyilik üzere bulunanlar
bunlardır. Allah'ın azabından korunanlar da bunlardır.” Bakara : 177
Yine kalbin
dirilik ve sağlıklı olmada kemale ermesinin, iyilik ve saadet yolunda emin
adımlarla ilerleyip yükselmesinin esaslarım veren bazı ayet meallerini görelim:
"Bütün manâsıyla asra yemin ederim
ki insan hüsranda, zarar ve ziyandadır! Ancak iman eden, amel-i salih'de
bulunan, karşılıklı olarak birbirleriyle hakkı ve sabrı tavsiye edenler
müstesnadır; bunlar hüsranda değil, tam aksine saadet ve selamet içindedirler!."
Asr : 1-3.
Yüce Allah; bütün
iyi ve kötü işlerin içinde cereyan ettiği zamana yemin ederek bildiriyor ki,
herkes zarar ve ziyan içindedir! Ancak kal-blerinin kuwet-i ilmiye ve
ameliyesini geliştirip olgunlaştıranlar böyle değillerdir. Bunlar; kalblerinin
ilim ve temyiz gücünü Allah'a iman ile, amel gücünü de Allah'a itaat ve taatle
kemale erdirip kalblerinin hayatını ve sıhhatini yeterince te'min etmişlerdir
ve bu sayede hüsranda değil, saadet ve selamet içinde bulunmaktadırlar. Henüz
bunlar ahirete ve oradaki ebedi cennete gitmemişlerdir amma; kalbleri cennet
misali bir güzelliğin ve neşenin, huzur ve mutluluğun içindedir! Bunlar; küçük
bir noktadan bile gün ışığı görmeyen karanlık bir zindana atılsalar dahi, yine
büyük bir aydınlık ve huzur içinde bulunurlar. Maddi ve fani hiç bir güç,
bunların kalblerindeki cenneti yok edemez.
İşte bunlar; kendi
öz varlıklarını kemale erdirmişken, diğerlerinin de böyle olmasına, bu kemal
ve cemal noktasına gelmesine çalışırlar. Zira kitab'm kendilerine sunduğu
kurtuluş prensiblerinden biri de, gerekli tavsiye ve vasiyetlerde bulunmak ve
Allah (c.c.) rızası için nasihati elden bırakmamaktır. Bir de bu uğurda sabırlı
ve metanetli bulunmaktır. Bunlar kendilerini kemale erdirmekte faydalı ilim ve
salih amele sarılmışlar; başkalarını kemale erdirmede de bildiklerini bildirme,
tavsiye ve nasihatlarda bulunma ve sabırlı olma prensipleriyle hareket
etmişlerdir, işte bu prensibleri böylece toplu bir şekilde sunması bakımından
el-Asr Suresi'nin önemini belirtmek üzere Imam-ı Şafii (r.a.) şöyle
buyurmuştur:"İnsanlar, şu el-Asr
suresinin ayetleri ve bu ayetlerin emsalsiz bir şekilde sunduğu ilahi dersi
hakkıyla düşünüp anlamış olsalardı, hiç şüphesiz kendilerine kafi gelirdi."
Kitabımız Kur'an-ı
Kerim; gerek bu sureyle, gerekse diğer surelerin çeşitli yerlerinde böylesine
emsalsiz güzellikte ve açıklıkta dersler vermektedir! Bütün bu derslerin özeti
olarak anladığımız ve aldığımız odur ki: Huzur ve saadete erenler ancak o
kimselerdir ki; kalblerinin ilim ve temyiz kuvvetiyle hakkı bilmişler, yine
kalblerinin irade ve muhabbet gücüyle de hakkı kabul edip yaşamışlar, onu
büyük bir samimiyet ve muhabbetle sevip başka şeylere esaslı bir şekilde
tercih etmişlerdir. Hüsran ve şekavete, ızdırab ve dalalete düşenler ise; hak
ve hakikatin cahili olmuşlar, onu bilememişler; hakka değil batıla tabî
olmuşlardır.
Unutmayalım ki, kalbe ait sözünü ettiğimiz her iki
kuvvet de, asla terkedilmiş olmaz. Yani kalb hakkı bilip seçemeyince, hak
ve hakikatin cahili ve gafili olunca; sırf bu bilememe noktasında saplanıp
kalmaz. Hakkın zıddı olan batılı tercih edip ona tabî olur. Hakkı bilip tercih
etme istikametinde kullanmadığı kuvvetlerini, başka istikametlerde kullanmaya
mecbur olur. Zira insan, yaratılışı icabı ve kendisine verilmiş bulunan kalbin
tabiatı olarak irade ve hareket sahibidir.
Nitekim sevgili peygamberimizin
bir hadisleri de, bu hakikati çok güzel ifade etmektedir ve şöyledir:"...İnsan hakkında en çok uygun ve gerçek olan
iki isim de: Haris ve Hemmâm isimleridir." Ebu Davud, 4950
Haris: Çalışıp kazanan, iş gören
anlamınadır.
Hemmam: Himmet, azim ve irade sahibi demektir. Elbette insanın
iradesi olmasa, hareketi de olmazdı, iradeli ve istekli harekette bulunmak,
insanın özünün gereğidir, irade olunca, irade olunanın da olması gerekir. Yani
mademki insan, iradeli bir varlıktır, o halde mutlaka birşeyleri irade
edecektir. Özünün gereği bulunan iradesini yok edemez o... Elbette irade ettiği
şeyi de, tasavvur ve temyiz ederek başka şeylerden ayırması gerekir. Eğer
insanlığının gereği ve kalb sahibi olmanın icabı; hak ve hakikati irade
ederse, mesele yok.
Hak ve hakikati
irade edeceği yerde batılı irade ederse, ne kalb kalır, ne de onun insanlığı...
insan odur ki, batılı değil de, hak ve hakikati irade eder. irade etmesinden
önce de, hak ve hakikati bilmesi ve hak olmayan şeylerden ayırıp seçmesi gerekir,
ilmin amelden Önce gelmesi, elbette doğrudur ve yerindedir. Hakkı irade ve
taleb etmeyen ise, elbette batılın.peşinde sürüklenmekten kurtulamaz,
insanoğlunun, hiç bir şey irade etmemesi asla mümkün değildir.
6- KALBİN BÜTÜN
SAADET VE LEZZETİ, NİMET VE SALÂHI ANCAK İNANDIĞI ALLAH'I TEK MABUD, TEK MAHBÛB
VE TEK MATLÛB EDİNMESİNE BAĞLIDIR.
Kalbin Saadet Ve Lezzeti Elde Edinmesinin Birinci Ciheti:
Bilinmektedir ki,
bütün canlı varlıklar (yüce ve münezzeh Allah hariç), ister melek olsun, ister
cin, ister hayvan olsun, ister insan; bazı faydalı şeyleri celbe ve bazı
zararlı şeyleri defe mutlaka muhtaçtır. Onların hiç biri, bunun dışına çıkamaz.
Kendisi için faydalı veya zararlı olan şeyin ne olduğunu tasavvur eder.
Faydalı olanın, nimetler ve lezzetler cinsinden, zararlı olanın da elem ve azab
verici şeyler olduğunu idrak eder. Bu durumda, kendisine fayda verecek şeyleri
sever ve arar, zarar verecek şeylerden ise kaçar ve uzak durur. Faydalıya
ulaşmakta yardımcı olan unsurları da sever ve arar. Keza zararlıdan
uzaklaşmakta yardımcı olan şeyleri de faydalı ve iyi görür. Böylece bu hususla ilgili şeyler dört
mertebe arzeder:
1- Faydalı olan ve elde edilmesi istenilen,
2- Zararlı olan ve bulunmaması istenilen,
3- Faydalı ve sevimli olanın elde edilmesine vesile
olan,
4- Zararlı olan, istenilmeyen şeyin defedilmesine vesile
olan...
Bütün bunlar, bir
kul için gerçek olan şeylerdir. Hattâ her hangi bir canlı için kaçınılmaz
şeylerdir. Bunlarsız, bunlara dikkat etmeksizin kulun hayatı ve varlığı iyilik
ve salâha eremez.
Şimdi biz de bunu böylece tesbit edip kabul ettik ise,
bilelim ki asıl mahbûb ve matlûb olan yüce Allah'tan başkası değildir. Ancak O istenir
ve O'na dua edilir! Asıl rızası ve yakınlığı istenecek olan O'dur. Diğer
ihtiyaç ve isteklerin husule gelmesi için de yegane yardımcı O'dur. O'ndan
başkasını esas gaye edinmek, O'ndan başkasına yönelip tapınmak ise, zarar ve
ziyanın ta kendisidir. Bu hallere düşmekten korunmak için. yegane yardımcı
yine O'dur. Kulun biricik mabûd'u, mahbûb'u ve matlûb'u, yüceler yücesi
Allah'tır! O'na vasıl olmak, O'nun rızasını ve yakınlığım kazanmak, O'na
hakkıyla kullukta bulunmak için dahi O'ndan başka yardımcı yoktur. Bütün
istenmeyen ve zararlı bulunan şeyler de hep O'nun yaratması ile vücuda
geldiğine, O'ndan başka yaratıcı bulunmadığına göre, kulun isteği ve muradının
hasıl olması için, O'ndan başka yöneleceği, O'ndan başka sığınacağı da bulunmamaktadır.
Nitekim sevgili peygamberimiz (s.a.v.), bir hadislerinde bunu şöylece dile
getirmişlerdir:"Allah'ım senin gazabından yine senin rızana, senin
azabından yine senin affına sığınırım! Sen'den yine sana sığınırım."
Müslim: 1/352, Hadis no: 222/486. Ebu Davud:: 878
Yine sevgili
peygamberimiz, bir başka hadislerinde de şöyle buyurmaktadır:"Allah'ım, öz varlığımı sana teslim ettim,
yüzümü sana döndürdüm, işimi sana ısmarladım, arkamı sana dayadım. Senin
rahmetini umarak, sana sığındım! Şüphesiz senden başka sığınılacak, senden
başka dayanılacak bir varlık yoktur." Buhari: 7/147. Müslim: 3/2081,
Hadis no: 2710
îşte, yolumuzun
biricik klavuzu sevgili peygamberimizin bereket ve saadet dolu ağızlarından
ifade edildiği gibi, "Sığınılacak
ve güvenilecek biricik varlık, sadece yüce Allah'tır." Onun kudret ve
iradesiyle vücuda gelmiş ve gelecek olan şeylerin şerrinden yine O'na
sığınacağız. Kullar olarak bizden istiaze, O'ndan ise iâzedir. Yani sığınmak,
korunmamızı istemek bizden, kendisine sığınan ve korunmasını isteyen kullarını
korumak da O'ndan..., yani korumak O'nun fiilidir. Korkulan ve hakkında
korunulması istenen şey de O'nun fili veya mefûlü, mahlûkudur. O'nun mülkünde,
yaratılan ve vücuda getirilen şeylerin O'ndan başka yaratıcısı yoktur.
Bütün emir ve yaratma O'na ait bulunmaktadır. Bütün hamd O'na
mahsustur. Mülkün Malik'i O'dur. Bütün hayır ve iyilikler, sadece O'nun
elindedir. O'nu, hiç bir kimse tam O'na layık bir şekilde sena edemez. O,
ancak kendisini sena ettiği ve vasfettiği gibidir. Kulların sena ve
vasfettiklerinden çok yüce ve büyüktür. O'nun kulları için layık ve mutlaka
lazım olan ise, Fatiha suresi'nin Özü bulunan şu ayet-i celile-nin tahkik ve
tatbik edilmesidir! Çünkü kulluğun bütün kemali ve cemali, bu ayetin
tahkikindedir! O, bu ayetinde ise şöyle buyurmaktadır:"Ey Allah'ımız!
Bizler ancak sana ibadet ediyor, ancak sana istiânede bulunuyoruz." Fatiha
: 4
Allah'ı yegane mabûd bilip ancak O'na
ibadette bulunmak; O'nu aynı zamanda yegane maksud ve matlûb edinmeyi de
içine alır. Eğer kul, O'ndan başka herhangi bir varlığı, esas gaye ve matlûb
edinecek olursa, O'nu yegane Mabud bilme ve yalnız O'na kullukta bulunma
Tev-hid' ini ihlal etmiş olur... İstiâne meselesi de, keza ibadet meselesi gibidir.
İlgili ayetin açıkça ifade ettiği gibi: "Yalnız ve yalnız Allah'a
istiânede bulunmak," kulun bütün meşru işlerinde ve isteklerinde, yalnız
ve yalnız Allah'a sığınmasını gerektirir. Başı darda kaldığı zaman, Allah'a
değil de, Allah'ın kullarına sığınanlar; kalbleri ve ruhları ile yaratılmışlara
sığınıp onlardan yardım ve meded umanlar, Allah'a verdikleri bu sözlerini bozmuş
ve ilgili ayetin açıkça te'sis buyurduğu istiâne tevhid'ini ihlal etmiş ve
dolayısıyla sadece Allah'ı mabud edinme anlamındaki ibadet tevhid'inden de
uzaklaşmış olurlar.
Fatiha'nm ve
dolayısıyla İslam'a ait her şeyin özü bulunan bu ayetin bize öğrettiği bu iki
esas, hiç bir zaman kalbimizden ve gözümüzün önünden ayrılmamalıdır! Bunu iki
madde halinde ifade etmek istersek, gayet rahat ve isabetli olarak deriz ki:
1- Ulûhiyet Tevhidi
2- Rubûbiyet Tevhidi
İlgili ayetin birinci cümlesi ki: "Ancak sana
ibadet ederiz" anlamında idi, işte bu "ulûhiyet tevhidi"ni
ifade eder.
İkinci cümlesi ise: "Ve ancak
sana istianede bulunuruz" anlamındadır ve bu da "rubûbiyet
tevhid"ini ifade eder. Zira ilah veya mabûd; kulların kalb ve ruhlarının
bütün kuvvetiyle yöneldiği ve sığındığı varlık demektir. Kul, gerek sevgi,
yöneliş, dönüş, ululama, büyükleme bakımından; gerekse tevazu, mahviyet, boyun
eğiş, korkma, ümid etme, dayanma ve güvenme gibi bakımlardan, kalbinin bütün
kuvvetiyle ancak O'na yönelir ve O'na sığınır. O'na ibadet eder. İşte bu, kulun
varlığına ve birliğine inandığı Allah'a kullukta bulunması; biricik İlah ve
Mabud olarak O'nu tevhid etmesi, birlemesi; hiç bir varlığı O'na ortak
koşmaması dır. Ulûhiyet Tevhid'inin manası da budur,
Rubûbiyet Tevhid'ine gelince... Rabb; yaratan,
terbiye'eden, derece derece, menzil menzil kulunu eğitip kemale ve cemale doğru
götüren demektir. Yegane Rabb olarak O; yaratır ve yarattığı kulunu hidayete ve
kemale erdirir; rızık verir, lütuf ve ihsanlarda bulunur; kulunun hayrına ve
iyiliğine olan şeylerde kuluna imdad eyler; kulunu kötülüklerden korur ve
himaye eyler. Her an, kulunu görür ve gözetir. O'nun vermediğini verecek,
korumadığını koruyacak yoktur. O'ndan başka ilah, O'ndan başka Rabb
bulunmamaktadır. O'ndan başka ilah bulunduğuna inanmak, nasıl şu cihanın en
büyük saçması ve en büyük batılı ise; O'ndan başka Rab, O'ndan başka Müsteân
(O'ndan başka sığınılacak, yalvarılacak, meded umulacak bir varlık) bulunduğuna
inanmak da, batılların batılı, saçmaların saçmasıdır.
Yalnız ibadet mevzuunda değil, ibadet
mahiyetinde olan istiâne, tevekkül ve inabe gibi hususlarda dahi asla Allah'a
eş-ortak koşulma-masını amir nice ayetler vardır. Özellikle
aşağıdaki ayetleri de zikredebiliriz burada. Müteâlî ve Sübhan olan Rabbimiz,
bir emir olarak buyuruyor ki: "Göklerin ve yerin gaybı ancak Allah'a
aittir! Bütün işler hep Allah'a döndürülüp götürülür. O halde sadece Allah'a
ibadet et ve yalnız O'na tevekkül eyle! Rabbin, sizin yaptıklarınızdan gafil
değildir." Hud : 123
Peygamberi Şuayb'ın
(a.s.) dilinden haber verdiği bir ayetinde şöyle buyurur: "Benim başarım, sadece Allah'ın bana yardımı
iledir. Ben, yalnız O'na dayandım ve de daima O'na yönelirim.” Hud : 88
Bir başka ayeti de şu mealdedir: "Ve
sen, hiç ölmeyecek olan Diri'ye tevekkül et! Ve O'nu överek teşbih eyle.
Kullarının günahlarını O'nun bilmesi yeter." Furkan : 58 Yine bir
ayet-i celilesinde şöyle buyurmaktadır: "Rabbinin adını an ve her şeyden kalbini boşaltarak bütün gönlünle O'na
yönel!" Müzzemmil : 8. "De
ki: O Rahman olan Allah, benim Rabbinı'dir! O'ndan başka hiç bir ilah yoktur.
Ben O'na tevekkül ettim. Dönüş de yalnız O'nadır." Ra'd : 30.
Nihayet burada,
peygamberler babası hazreti İbrahim'in (a.s.) tevhidine tabi bulunan
haniflerin, yani gerçek müslümanların halinden ve dilinden haber veren bir
ayeti de mealen zikretmiş olalım, İşte bu ayet-i celilesinde de yüce Rabbimiz
şöyle buyurmaktadır:"İbrahim'de ve
O'nunla beraber bulunan (o gerçek müs-lüman)larda, sizler için güzel bir misal
vardır: Onlar kavimlerine demişlerdi ki: "Biz, sizden ve sizin Allah'dan
başka taptıklarınızdan uzağız! Ey
Rabbimiz, biz sana tevekkül ettik, sana
dayanıp güvendik! Dönüşümüz de sanadır." Mümtehine : 4
İşte, bütün bu
ayetler, o iki büyük aslı, yani Ulûhiyet Tevhid'i ile Rubûbiyet Tevhid'ini ne
güzel beyan ediyor. Bir kul için ise, bu iki tevhidi gerçekleştirmeden, gerçek
manâda hidayet ve saadet yoktur! Kalbin salâhı ve kulun saadeti bakımından çok
önemli olduğu için burada bunu, Birinci Cihet olarak ele alıp açıkladık...
Gelelim bundan sonraki cihetlerin açıklanması ve isbat edilmesine...
Kalbin
Saadet Ve Lezzeti Elde Edinmesinin İkinci Ciheti:
Sübhan ve Müteâlî
olan Allah, kullarım kendisine ibadette bulunsunlar diye yaratmıştır ki bu
ibadet; marifeti de içine alır, inabeyi de, muhabbeti de, ihlası da... Yani
islam'da ibadet denilince, sadece şekilden ibaret bulunan birtakım hareketler
kastedilmez. îslami manâda ibadet; marifeti, inabeyi, muhabbeti ve ihlası da
içine almaktadır. Kul, ibadetler
yoluyla Allah'a dönmüş ve O'nu anmış olacaktır ki, kalbi bununla huzur ve
itmi'nana ersin. Ahirette Allah'ı görmekle de gözü-gönlü tarif edilmez bir
şekilde aydın olsun. Nimetin ve mutluluğun tamamına ersin. Elbette Allah'ın
ahirette kuluna olan nimetlerinin en üstünü, Kendisini görmeye muvaffak
kılmasıdır. Kullar için bundan daha sevimli, kalbler için bundan daha sürurlu,
gönüller için bundan daha güzel ve daha aydın bir şey olamaz. Bunun üzerinde
hiç bir nimet düşünülemez. Aciz bir kulun, ahirette Rabbine nazar kılması ve
vasıtasız olarak O'nun kelamını duyması kadar büyük bir nimet mi olur?
Elbette bir kul için en büyük nimet, en büyük saadet
ve devlet budur.
Dünyada ise kul için en büyük nimet ve devlet; Allah'a inanmak, Allah'ı sevmek,
Allah'a kavuşmak, ilahi güzelliğini görmeye büyük bir iştiyak duymaktır.
Elbette dünyada dahi gözlerin en büyük aydınlığı, gönüllerin en büyük süruru ve
huzuru; Allah'ı her şeyin fevkinde sevmek, O'nun gerçek kulluğuna ve
yakınlığına ermektir. O'nu gözleriyle görürcesine kendisine yakın hissetmek,
O'nun istediği şekilde O'nu anmak, O'ndan yana büyük gafletlere düşmemek, hiç
bir şeyi ve varlığı O'nun yerine koymamak, O'na eş ve ortaklar koşmamaktır.
Allah'ı ulu-hiyetinde de, rububiyetinde de tevhid etmektir. Böylece ahirette
ereceği o en büyük nimet ve devlete, bir imtihan evi şu dünyada layık olmaktır.
Yüce kitabımız Kur'an'ın çeşitli ayetlerinde cemedilmiş olarak gördüğümüz bu
iki büyük esası; sevgili ve şefkatli peygamberimizin hadislerinde de
görebiliriz.
Mesela O'nun, bir
dua halinde irad buyurdukları bir hadisleri, bu bakımdan ne kadar önemli ve
ibretlidir! işte Nesai, Ahmed, îbn Hibban gibi hadis imamlarımızın ve daha
başkalarının Ammar bin Yasir'den (r.a.) rivayet ettikleri hadis: .Rasulüllah
(s.a.v.) şöyle dua buyururdu: "Ey
Allah'ım, ben Sana, Senin her şeye şamil bulunan ilmini ve kudretini vesile
yaparak sığınıyorum, ve Senden istiyorum! Hayat benim için hayırlı olduğu
müddetçe beni yaşat, vefat benim için hayırlı olduğu zaman da beni vefat ettir.
Gizlide ve aşikârda bana tam bir haşyet ver, Sana olan saygımı hiç
kaybetmeyeyim. Öfkelendiğim zamanda da, hoşnud olduğum zamanda da, hep hakkı
ve doğruyu söylemek nasib eyle! Zenginlikte ve fakirlikte, hep orta halde
bulundur! Nimetin hiç tükenmeyenini, göz ve gönül aydınlığının hiç
eksilmeyenini ver. Kaza vaki olduktan sonra razı olmayı, ölüp ahirete gittikten
sonra da hayatın en güzelini ihsan eyle! Senden, Sana kavuşma şevkini ve Senin
cemaline nazar etme lezzetini istiyorum. Dinimde ve dünyamda bana zarar
verecek olan şeylerden beni koru. Ey Allah'ım, bizleri iman zinetiyle
zinetlendir! Bizleri hidayete eren ve erdiren kullarından kıl."
Nesai: 3/54-55
Evet, Sevgili
Peygamberimiz bu dualarında; dünyadaki en güzel ve en hoş şey ile, ahiretteki
en güzel ve en hoş şeyi cemedivermiştir. Hiç şüphesiz O, böyle bir duayı, aynı
zamanda bizler için yapıvermiştir. Hemen belirtelim ki, dünyanın en hoş şeyi;
Allah'a kavuşmaya ve O'nun cemalini görmeye aşk ve iştiyak duymaktır. Ahiretin
en hoş şeyi de; Allah'ın cemaline nazar etme devletine ermektir.Bunu kemale erdirip
gerçekleştirmek ise, hiç şüphesiz insanın din ve dünyasında fitneye düşmemesine
bağlıdır. Bunun için yukarıdaki duada: "Dinimde ve dünyamda bana zarar verecek olan şeylerden beni koru"
denilmiştir. Kulun herşeyden önce ilim ve marifetini yeterli hale getirmek,
kemale erdirdiği zaman da ilim ve marifetinden başkalarını faydalandırmak
gerektiği gerçeğine işaretle de bu duada: "Bizleri, hidayete eren ve erdiren kullarından kıl!"
buyurulduğuna şahit oluyoruz. Bir de "Kazadan
sonra rıza" hususu var ki, şüphesiz asıl faydalı olan rıza budur. Zira
kul, kazadan önce razı olup, kazanın vukuundan sonra razı olmaya da azmetmiş
bulunur, fakat kazanın vukuundan sonra razı olmaya muvaffak olamayabilir.
Kazanın vukuundan sonra rızaya muvaffakiyet ise, Allah'ın kuluna verdiği büyük
bir nimettir, çok faydalı ve önemlidir. Önemine binaendir ki, sevgili
peygamberimizin duasında: "Kaza
vaki olduktan sonra da razı olmayı nasib eyle" buyurduğunu görüyoruz.
Aslında ileride
vukua gelmek üzere Allah'ın takdir buyurduğu şeyler için iki husus vardır.
Bunlardan biri: O şeyin vukuundan önce o hususta yapılacak olan İSTİHARE; diğeri de demin anlatıldığı
gibi, o şeyin vukuundan sonra RIZA...
Bunların her ikisi de oldukça önemlidir. Takdir
olunan şeyin vukuundan sonra razı olmak ne kadar önemli ise, vukuundan önce
hakkında yapılacak olan istihare de onun kadar önemlidir. Bütün bunlar,
kalbin ıslahı ve kemale erdirilmesiyle yakından ilgilidir, usûl ve adabı da
Sünnet'de bildirilmiştir. İstihare ve Rıza gibi iki imanı esası kendisinde
toplayan bir kul, ilgili hadisde bildirildiği veçhile, gerçekten mutlu bir
kişidir. Bunları terkedense bedbahttır! Hadisde şöyle huyurulmaktadır:
"Şüphesiz kulun istiharede bulunarak sonunda
Allah'ın kazasına razı olması, kendisi için büyük bir mutluluktur. Bunları
terketmesi ise, büyük bir nasibsizliktir.”
İstihare mühim bir sünnettir. Fakat ne yazık
ki, tatbikatta birtakım ilaveler ve bid'atler karıştırılmıştır. Mesela:
İstihare denilince hemen "düşe yatmak" akla getirilmiş, beyaz veya
siyah renkierle uğraşılmış, kalb ihmal edilmiştir. Halbuki istihare ile ilgili
hadisierin hiç birinde bunlar yoktur! İstihare'nin namazı ve duası, tamamen
kulun kalbiyle, onun ruhi ve manevi hayatının sıhhati ve canlılığıyla ilgili
bulunmaktadır. Nitekim fıkıh kitaplarımızda da aynen şöyle denilmektedir:
"Sonra Allah'ın kalbine vereceği ilham ve inşirah ile amel eder."
Halebi'nin Şerhi
Hilye'de şöyle denilmektedir: "Dua'da:
Allahümme innî eslehîruke..." demenin manası: "Allah'ım, bu işi
yapıp-yapmamaktan hangisi benim için hayırlı ise o hususta kalbime inşirah,
genişlik ver" demektir. Eğer Allah'ın kalbine verdiği ilham ve inşirah ile
amel etmeyecek olursa, Allah'ın gazabına layık olur."
"İstihare
yapanın akaibinde hemen bir inşirah
hasıl olmazsa, bunu yedi defaya kadar (yedi gün veya yedi gece değil)
tekrarlaması iyi olur. Çünkü İbni Sinnî'nin rivayet ettiği hadiste Enes'e
hitaben: "İstihareni yedi kere
tekrarla, sonra kalbine gelene dikkat et ve onunla amel eyle! Zira hayır,
Allah'ın senin kalbine vereceği ilhamda, bu manevi işarettedir."
diyerek bilgi vermesi de gayet yerindedir. Fakat daha sonra Şir'a Şerhi'ne
atfen: "Bazı meşayihten duyulduğuna göre, İstihare Duası'nı okuduktan
sonra uyumalı (düşe yatmalı), uykuda beyaz görülürse hayır, siyah görülürse şer
bilmelidir" demesi, asla kabul
edilemez. Zira bunun hiç bir mesnedi bulunmamaktadır. Rasulüllah'ın (s.a.v.) istihare ile ilgili hadislerinin hiç birinde
böyle bir şey yoktur. Aynı zamanda bu, istihare'nin meşru kılınış hikmetine
de aykırıdır. Zira istiharenin hikmeti; herhangi bir müslümanın bu vesile ile
de, ruhunu ve kalbini Allah'a yöneltmesi, Allah'tan ilham, feyiz ve ilim
damlaları alabilmesi ve bu suretle kalbini diri ve canlı kılmaya muvaffak
olmasıdır. Müslümanların böyle manen ve ruhen yücelmelerini istemeyenler ise,
onlardan herhangi birinin bizzat kendi işiyle ilgili istiharesini yapmasını
bile çok görmüşler; "İstihare öyle
basit bir şey değildir! Onu ehline yaptırmak gerekir" gibi indi
iddialarla, müslümanlann manevi gıdalarının Önüne çeşitli sedier
çekmişlerdir...
Bazen aceleye
gelir, istihare'namazını kılmak ve o me'sûr duayı okumak mümkün olmazsa,
sadece ve kısaca; "Allah'ım, ben
Sana sığındım! Hakkımda hayırlı olanını ihsan eyle" diyerek de
istihare yapılmış olur ve kalbine gelen işaretle amel eder.
Kulun gizlide ve
açıkta Allah'a karşı büyük bir haşyet duyması, Allah'a karşı saygıdan hiç
uzaklaşmaması, bütün iyilik ve mutlulukların başı ve temeli olduğu içindir ki
o dualarında Peygamber (s.a.v.): "Gizlide
ve açıkta daima Sana saygılı olmayı isterim" diyerek son derece
samimane niyazda bulunuyor... Sonra çoğu insanlar, hoşlanıp razı olduğu
hallerde doğruyu söylediği, fakat kızgın olduğu durumlarda doğrudan ayrıldığı,
hattâ bazan da hatır için haktan taviz verme cihetine gittiği için Efendimiz o
güzel dualarının bir yerinde de: "Öfkeli
iken de, hoşnud iken de hakkı söylemeyi isterim Senden!" diyor ve
bunun önemine ümmetinin dikkatini çekiyor. Bunun önemine binaendir ki seleften
bazıları da şöyle demişlerdir: "Ey
mü'min! Sakın sen, razı olduğu zaman bu rızası sebebiyle batıla meyleden,
öfkelendiği zaman da öfkesi sebebiyle haktan uzaklaşan kimseler gibi olma!"
Yine sevgili
peygamberimiz, o müstesna güzellikte ve Önemdeki dualarında: "Zenginlikte de, fakirlikte de itidalli ve
orta halli olmayı nasib eyle" diyerek niyazda bulunmakla, hiç
şüphesiz her hal ü kârda itidalli bulunup asla ifrat ve tefrite sapmamak
gerektiği hususunda bizleri uyarmıştır. Elbette aslında fakirlik de, zenginlik
de birer mihnet ve vesile-i imtihandır.
Kul, zenginlikte
şükredip Allah (c.c.) için harcar ve israftan sakınırsa; fakirlik halinde de
sabredip harama sapmaktan korunursa, kulluk imtihanını kazanmış, orta yolu
tutarak müsriflik ve cimrilikten sakınmış bulunur.
Aslında bütün
nimetlerin iki kısımda toplandığı malumdur. Bunlardan biri beden ve bedene ait
nimetlerdir. Diğeri de kalb ve kalbe ait nimetlerdir. Esas nimet de budur ve
buna "Göz aydınlığı" denilir ki, maksat gönlün aydınlığıdır. Esas
nimet bu olunca, bunun da devamlı olması istenir ki, bu suretle kemale ermiş
olsun. Nitekim efendimiz'de (s.a.v.) buna işaretle dualarında: "Allah'ım, Senden nimetin devamını, hiç
kesilmemek üzere göz aydınlığını isterim" buyurmuştur.
Nimetin iki kısım
olduğu gibi, zinet de iki kısımdır. Beden zineti ve kalb zineti... Şüphesiz
zinet zinettir amma, kalb zinetinin kadri ve şanı daha büyüktür. Bu itibarladır
ki sevgili ve şanlı peygamberimiz: "...Ve bizi, iman zinetiyle zinetlendir" niyazında bulunarak,
kalbler için iman zinetinden daha büyük bir zinet düşünülemeyeceğine parmak
basmıştır. Bedenî nimet ve zinetlerin bu dünyada kemale ermesi mümkün olmadığı
gibi, topyekün hayatın kemale erdirilmesi de mümkün olmamakta, insanlar'gam ve
kederlerden kurtulamamaktadır. Kamil manâda hoş ve güzel bir hayat ancak
ahirette gerçekleşecektir. îşte-bu-nun içindir ki Efendimiz'in bu hususa temas
eden dua cümlesinde de; "... Ve
öldükten sonra da tam manâsıyla serin ve hoş bir hayat isterim"
buyurulmuş olduğunu görüyoruz. Bu müstesna güzellikteki dua cümlelerinden,
duanın nasıl yapılacağına dair dersimizi almış oluyoruz. Zira O, bu dualarında
dünyanın en güzel şeyiyle, ahiretin en güzel şeyini birlikte istemiş bulunuyor.
Kulların Allah'a, yalnız O'nu ilah bilip ibadetlerinde
hiç bir şeyi O'na ortak koşmamak hususundaki ihtiyaçları, O'nun tarafından yaratılıp
beslenmekte ve O'nun çeşitli nimetlerine nail olmakta O'na olan ihtiyaçlarından
daha az değildir.
Bilakis daha fazladır. Zira yalnız O'nu ilah bilip yalnız O'na ibadet ederek
"Ulûhiyet Tevhidi"nde
muvaffak olmak, insan olarak yaratılmış olmanın esas gayesidir. Kul bunda
muvaffak olamadığı takdirde, hiç bir iyiliğe, hiç bir nimete, hiç bir lezzet
ve saadete ermemiş demektir. Bu yegane ulu ve yüce hikmete binaendir ki şu
alemde: "La ilahe illallah - Allah'tan başka hiç bir ilah yoktur"
hakikatinden daha güzel bir güzellik bulunmamaktadır. İşte bütün işlerin, bütün
güzellik ve iyiliklerin başı ve temeli "Ulûhiyet Tevhidi" dediğimiz
bu "LA İLAHE İLLALLAH"
Kelime-i Tevhidi'dir. "Allah'tan başka Rab, yani yaratan yoktur"
anlamına gelen "Rububiyet Tevhidi" ise, yine tevhid olmak ve tevhidin
bir kısmı bulunmakla beraber, islami ve Kur'anî bir hususiyet arzetmemektedir.
Yani tek başına alınıp "Uluhiyet
Tevhidi" ile birlikte bulunmadığı takdirde, bir manâ ve önem
taşımamaktadır. Zira bunu, "Uluhiyet
Tevhidi"ne inanan müslümaniar kabul ettiği gibi, küfür ve şirk ehli
kafirler de kabul etmektedirler. Kelam ve felsefe ehlinin kitaplarında uzun
uzadıya anlattıkları bu "Rububiyet Tevhidi", tek başına yeterli
değildir. Yani herhangi bir kul, sadece buna inanmakla "Tevhid Ehli"
olamaz. Allah (c.c.) indinde mü'min sayılmaz. Kula bir şey kazandırmadığı gibi,
aksine onun aleyhine olur. "Madem
Allah'tan başka Rabb, yaratan olmadığına inandın; Allah'tan başka ibadet
edilecek hiç bir varlık bulunmadığına niçin inanmadın?" denilerek
hesaba çekilir.
Kitabımız Kur'an-ı
Kerim'in bir çok yerinde bunun beyanı vardır. Aslında Kur'an, baştan sona
"tevhid'in ve tevhid hukukunun beyanından
ibarettir." İşte bu sebeble Yüce Allah'ın kulları üzerindeki Allah'lık
hakkı; kullarının kendisine gerçek manâda kulluk etmesi, yani yalnız O'na
ibadet edip hiç bir şeyi O'na ortak koşmamalarıdır.
Nitekim
Peygamber'in (s.a.v.) sahih bir hadisi bunu güzelce açıklamaktadır. O,. Muaz
bin Cebel'e (r.a.) hitaben şöyle buyurmuştur:— "Ey Muaz, Allah'ın kulları üzerindeki Allah'lık hakkı nedir, biliyor
musun?"Muaz, bu soruya cevapta:— "Allah ve Rasulü daha iyi
bilir" der. Peygamberimiz:— "Allah'ın
kulları üzerindeki hakkı: Kulların yalnız O'na ibadet etmesi ve hiç bir şeyi
Allah'a ortak koşmamalarıdır" buyurur ve tekrar sorar:— "Ya Muaz, kulların, böyle
güzel ve gerçek
kulluk yaptıkları takdirde Allah üzerindeki hakları nelerdir,
biliyor musun?" Muaz ise cevabında yine:— "Allah ve Rasulü
bilir" der. Peygamberimiz de bunu şöyle tamamlar:— "Kulların
Allah üzerindeki hakları da; ateş ile onlara azab etmemesidir."
Buhari: 3/216. Müslim: 1/59, Hadis no: 50-51
işte bu ilahî
hikmete binaendir ki, yüce Allah, kendisini gerçek manâda tevhid eden mü'min
kullarını sever, onların tevbeleriyle ferahlar ve onlardan razı olur.
Şüphesiz kulun
iyiliği, lezzet, izzet ve saadeti de Allah'ın sevip razı olduğu şeydedir.
Elbette şu kainatta kalbin kendisiyle huzur ve sükuna ereceği Allah'tan başka
bir varlık yoktur! Kalbler ancak Allah (c.c.) ile itmi'nana erer. Allah (c.c.)
ile tarif edilmez bir lezzet ve saadete ulaşır. Bu ise ancak hakiki manâda
Allah'a kullukla olur. Bir kimse ki, Allah'a inandığı halde, Allah'a değil de
başkalarına ibadet eder, mümkün değil mutlu olamaz!
Şirk yollarından herhangi birini takib etmekle bir
nevi lezzet ve mutluluk duysa bile, şüphesiz bu yalancı bir lezzettir. Hakikatte bu lezzetin
kendisine kazandırdığı zarar ve hüsran,
geçici olarak duyduğu lezzetten kat kat daha fazla ve büyüktür. Bu
tıpkı, en lezzetli bir yemeğe katümış bulunan öldürücü bir zehiri, «ne kadar
lezzetli imiş" diyerek yemeye benzer. Yani Allah'ın varlığına ve mutlak
birliğine mamp, yalnız Allah'a ibadet etmek demek olan islami ve Kur'anî
manadaki tevhıd"in dışında, insanoğlunu mutlu ve mutmain kılacak hiç bir
yol yoktur.
Kainatta Allah tan başka ilahlar bulunsa idi, hiç
şüphesiz kainat fesada giderdi. Nitekim Enbiya Suresinin 22. ayeti açıkça
bunu haber verir Aynen bunun gibi, eğer bir kalbde Allah'tan başka bir mabuda
yer verilecek olursa şüphesiz o kalb de fesada uğrar! Hem öylesine büyük bir
fesada uğrar ki o kalbteki yalanCl mabudu çıkarıp atmadıkça asla salaha erme
imkanı da yoktur! Bunu yapar, yani kalbindeki yalancı mabudu çıkarıp atar,
Allah'ın varlığına ve mutlak birliğine samimi olarak inanır yalnız bir Allah'a
ibadette bulunup hiç bir şeyi O'na ortak koşmaz, yalnız O na sığınır ve yalnız
O'na tevekkül eder, O'ndan korkar ve Onu severse; işte ancak bu suretle kalbini
kurtarmış ve salâha kavuşturmuş olur.
Kalbin
Saadet Ve Lezzeti Elde Edinmesinin Üçüncü Ciheti:
Bilinmelidir ki,
kulun Allah'ın varlığına ve mutlak birliğine inanıp yalnız Allah'a ibadette
bulunarak hiç bir şeyi O'na ortak koşmamaya olan ihtiyacına benzer bir ihtiyaç
söz konusu değildir. Nerde kaldı ki ona kıyas edilmesi mümkün olsun... Evet,
bir ölçüde benzerlik arzeden ihtiyaçlarından bahsedilebilir.
Bedenin gıdaya, yemeye ve içmeye olan ihtiyacı gibi...
Elbette arada, kıyas kabul etmeyecek kadar büyük farklar vardır. Zira insanın
hakikati, bedeni değil ruhu ve kalbidir. Ruh ve kalbin huzur ve sükunu ise,
hakiki ve islami manâdaki Tevhid'den başka hiç bir şeyle mümkün değildir. Ruh
ve kalb ancak Allah'a imanla, Allah'ı zikir ve muhabbetle mutlu olur. Allah'ı
hak tanıyış ile tanımak ve O'na hak olan bir yöneliş ile yönelmekle huzura
erer. Kul, zaten istese de, istemese de O'na gidecek ve O'nun huzuruna
çıkacaktır. Bu muhakkaktır. Fakat O'nun huzuruna bir suçlu ve inkarcı olarak
çıkarılmış olmak başka; O'na olan imanı, aşkı, şevki, sevgisi, saygısı, korkusu
ve ümidiyle çıkmak başkadır. O'na inananla inanmayan nasıl bir olmazsa, O'na
inandığı halde O'ndan başkasına tapmanla, yalnız ve yalnız O'na ibadette bulunan
da elbette bir olmaz! Kur'an, nice açık ayetleriyle bu hakikati anlatır.
Kulun bedenine ait duyup yaşadığı maddi birtakım
sevinç ve sürurlar, nimet ve lezzetler, hem devamlı olmaz, hem de bir kararda
durmaz.
Bundan ona, ondan ötekine geçer. Şimdi nimet sanıp lezzet duyar, sonra tasaya
düşüp elem çeker. Hattâ nimet sandığı pek çok şeyler, kendisinin elemine ve
zararına olur. "Ne büyük nimet, ne hoş lezzet!" diyerek aldığı nice
gıdalar bile, onun hastalığına sebeb olurlar. Fakat ruh ve kalbe ait nimet ve
lezzetler buna kıyas edilemez. Kulun Allah'ın varlığına ve birliğine olan iman
ve marifet lezzetine, hiç bir kesinti ve zaman kesiti düşünülemez. îmanı nimet
ve lezzetlerden Allah'a ibadet, Allah (c.c.) sevgisi, Allah (c.c.) saygısı,
Allah (c.c.) korkusu, Allah'a sığınma ve güvenme gibi manevi gıdalar için de
bir kesinti söz konusu olamaz. Binaenaleyh mü'minin kalbi, devamlı olarak bu
manevi gıdalarla beslenir durur. Kıvamı, kuvveti, salâhı, nuru ve iyiliği
arttıkça artar, işte gerçek iman ehlinin hali ve şanı budur.
Kur'an ayetlerinde
ve sevgili peygamberimizin hadislerinde buna dair nice tebliğ ve beyanlar
bulunmaktadır. Buna, bizzat insanın yaratılışı
dahi şahitlik eder. İnsanın kalbi bile bunun canlı bir şahididir. Fakat ne
acıdır ki, bu hususta dahi eğri-büğrü konuşanlar olmuştur. Bu bilgisi kıt,
manevi nasibi az kişiler demişlerdir ki: "Allah'a ibadette bulunmak, O'na zikir ve şükürde bulunmak; sırf
insanların denenmesi için birtakım teklif ve meşakkatlerdir. Belki de bunlar,
mücerred sevab karşılığı emredilmiş şeylerdir. Yahud da, insanların hayvanlar
derecesinden yükselebilmeleri için nefse ait birtakım riyazat ve
mücahedelerdir."
Biz, her hâl ü kârda ancak Allah'a sığman
bir müslüman olarak deriz ki: Allah'ın dininde gerek ibadetlerle, gerek
diğer hususlarla ilgili olarak gelmiş bulunan emirler ve nehiylerden maksat,
meşak-kat ve külfet değildir. Her ne kadar bunların bazılarında zımnen ve esas
maksat ve hikmete tebean biraz meşakkat ve külfet bulunursa bile, bu asıl ve
gaye değildir. Bu, bu dünya hayatında onları iktiza eder ve gerekli bulunan
birtakım sebebler dolayısıyladır. Yoksa ilk kasdedilen ve doğrudan doğruya
istenmiş bulunan şeyler değildir.
Yüceler yücesi
Allah'ın emirleri ve kulları üzerindeki hakkı bulunan şeyler; ancak gözlerin
aydınlığı, kalblerin lezzeti, kalblerin nimeti ve sürürüdür! İnsanların
saadeti, felahı, salâhı ve kemali de ancak bunlarladır. Bu, dünya hayatı
bakımından da, ahiret hayatı bakımından da böyledir. Aksi halde insan için ne huzur
ve sükun vardır, ne de kamil manâda bir lezzet ve saadet vardır. Bu yüce
hakikati, yüce Kur'an'ımızm şu ayetinde açıkça görmemiz de mümkündür:
"Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt,
göğüslerde bulunan sıkıntılara bir şifa, inananlara bir hidayet ve rahmet gelmiştir.
De ki: "Allah'ın lütfuyle, rahmetiyle, evet ancak onunla ferahlansınlar.
Bu onların toplayıp yığdığı dünyalıklardan, hayırlıdır." Yunus : 57-58
Yukarıdaki mealini
gördüğümüz ayetleri açıklama bakımından Ebu Said el-Hudri demiştir ki: "Allah'ın
lütfundan murad: Kur'an'dır. Rahmetinden murad da, iman ehlini Kur'an ehli
kılmış olmasıdır."
Hilal bin Yesaf:
"İlahi lütuftan murad, kendisine
hidayet buyurul-duğunuz islam; rahmetten murad da, sizlere indirip talim
buyurulan Kur'an'dır" demiştir. İbn-i Abbas, Hasan ve Katade'nin
açıklamaları da şöyledir: "Allah'ın
fadlı islam, rahmeti de Kur'an'dır." Seleften bazıları da: "Allah'ın lütuf ve fadlı Kur'an, rahmeti de
İslam'dır" şeklinde ifade etmişlerdir.
Dikkat edilecek
olursa, manen sevinip ferahlanılacak olan iki şeyin, her ikisi de Allah'a izafe
edilmiş, "Allah'ın lütfü ve rahmeti" olarak bildirilmiştir. Her
ikisini de Yüce Allah (c.c.) medh u sena buyurmuştur. Bunlar öyle büyük ilahî
nimet ve mazhariyetlerdir ki, yüce Allah (c.c.) bunları, sevgili peygamberine
de medh ü sena eylemiş ve şöyle buyurmuştur: "İşte sana da böyle emrimizden bir ruh (kalblere can veren bir kitab)
vahyettik. Sen (bundan Önce) ki-tab nedir, iman nedir bilmezdin." Şura
: 52 Asla unutulmasın ki, yüce Allah, büyük ve yüce derecelere yükselttiği
kullarını ancak iman ve kitab ile yükseltmiştir. Alçalttığı kimseleri de,
bunlardan mahrum bırakmakla alçaltmıştır.
Eğer bir soru
şeklinde; "Bu iki büyük nimete
Kur'an'da teklif adı da verilmiştir. Nitekim bu mealde de ayetler
bulunmaktadır. Siz ise bunların ilahî lütuf ve nimet olduğu üzerinde ısraar
ediyorsunuz. Peki bu hususa ve sorumuza ne dersiniz?" denilecek olursa,
cevaben deriz ki: "Evet Kur'an'da bu mealde de ayetler gelmiştir. Fakat
dikkat ederseniz bu ayetler hep nefî canibini (red tarafım) beyan sadedinde
gelmiştir. Yani: "Allah, hiç bir kimseye, gücünün fevkinde bir şey teklif
etmez" buyurulmuştur. Bakara : 286. Fakat Kur'an'm hiç bir yerinde,
Allah'ın emirleri, İslam'ın ahkamı ve vasiyetleri hakkında "teklif'
kelimesi varid olmamıştır. Aksine her defasında bunlar hakkında: Ruh, nur, şifa, hidayet, rahmet, hayat, ahd,
vasiyet ve benzeri isimler gelmiştir. İşte bizim bu husustaki ısrarımız da
buna dayanmaktadır.
Kalbin
Saadet Ve Lezzeti Elde Edinmesinin Dördüncü Ciheti:
Bilindiği gibi,
ebedî saadet yurdu ahirette en büyük nimet ve mazhariyyet, büyükler büyüğü
Allah'ın yüzüne ve güzelliğine bakmaktır! Ve O'nun ilahî kelamını işitmektir.
Nitekim Sahih-i
Müslim'de Suheyb'den (r.a.) rivayet edilmiş bulunan hadis de, bunu haber
verir. Peygamber'in (s.a.v.) bu hadisleri şu mealdedir:"Cennetlikler cennete girdiği zaman, biri
şöyle nida eyler:-" "Ey cennet ehli! Yüce Allah, size olan bir
va'dini yerine getirmek ister." Cennetlikler de:— "Bu nedir? Zaten
Rabbimiz va'dini yerine getirmiş bulunuyor. Burada yüzümüzü ağarttı, mizanda
sevabımızı ağır getirdi, bizi cennetine koyup cehennemden kurtardı"
derler.Derken perde kaldırılır, onlar da O'na bakarlar. O, orada onlara,
onların kendisine bakmasından daha sevgili olan bir şey vermemiştir."
Müslim: 1/163, Hadis no: 297 (181).
Peygamber'in
(s.a.v.) bu husustaki diğer bir hadislerinde ise: "Onlar O'na bakarlar, Allah orada onlara onların Allah'a nazar etmelerinden
daha sevgili bir şey vermemiştir! Bu sebeble onlar, O'na baktıkları müddetçe,
başka hiç bir nimete iltifat etmezler"
ifadesi bulunmaktadır.
işte ilgili
hadislerinde sevgili peygamberimiz; cennet ehlinin çok büyük ve müstesna nimetler
içinde bulundukları halde, kendilerinin Allah'ın güzelliğine bakmalarından daha
sevimli bir nimet bulunmadığını açıklamış, onların O'na nazar kıldıkları
müddetçe, başka hiç bir nimete itibar ve iltifat etmeyeceklerini bildirmiştir.
Zira cennet ehlinin cennette Allah'a nazar etmeleri, öylesine büyük bir nimet
ve mazhariyettir ki, bunun lezzeti, bundan hasıl olan ferah ve sürür, gözr ve
gönül aydınlığı, cennetin diğer müstesna nimetlerini unutturmuştur. Demek ki
Allah'ın cemaliyle müşerref olmak, bütün nimet ve mazhariyetlerin fevkindedir!
Bununla kıyaslanabilecek olan başka bir nimet ve lezzet bulunmamaktadır. Bu
yüzdendir ki, yüce Allah, küfür ve inkar ehliyle ilgili bir ayetinde şöyle
buyurmuştur: "Hayır, doğrusu
o gün onlar
Rab'lerinden perdelenmislerdir.
Sonra onlar, elbette cehenneme gireceklerdir." Mutaffifin :.15-16. Bu
ayet de haber veriyor ki, inkar ve küfür ehlinin azabı, bir değil ikidir. Biri
Allah'a nazar etmekten mahrumiyet azabı, diğeri de cehennem azabıdır. Nitekim
iman ve tevhid ehli olan Allah (c.c.) evliyasının nimet ve lezzetleri de bir
değil ikidir. Biri, cennet nimetleriyle nimetlenip lezzetlenmek, diğeri de
Allah'ı görmektir. Nitekim yüce Allah, bir ayetinde de şöyle buyurmuştur:
"İyiler elbette nimet içindedirler.
Koltukları üzerinde oturup bakarlar." Mutaffîfin : 22-23.
Hiç şüphesiz cennet ehlinin bakmak suretiyle
erecekleri en büyük, en yüce ve en ulu nimet, Allah'ın cemaline bakmaları
olacaktır. Çünkü
saadet ve hidayetin en yüce mertebesi budur. Bunun için, ilgili ayetteki
"bakarlar"dan murad da budur. Yoksa ötekilerin iddia ettikleri gibi,
cennetin köşk ve bahçelerine bakmak değildir. Her kim acele etmeksizin ilgili
ayetlerin niçin sevkedilmiş olduğu ve gerçek'manâları- üzerinde esaslı bir
şekilde düşünecek olursa; hakikatin bizim dediğimiz gibi olduğunu anlamakta ve
bunu kabulde hiç bir zorluk.çekmez. Şüphesiz, hidayet ve başarı yüce
Allah'tandır.
Bütün ayıp ve
eksikliklerden münezzeh bulunan yüce Allah'ın cemaline nazar etmek nimeti
yanında, cennet nimetlerinin hiç birinin nasıl bir nisbeti olmazsa; dünya
nimetlerinin hiç birinin de dünyada iken Allah'ı
tanıma, O'nu sevme, O'na duyulan şevk, ümid ve emniyet gibi imanı nimetler
karşısında bir nisbeti ve kıyası olamaz! Diyebiliriz ki: Yüce Allah'ın
cemaline bakma nimetinin lezzeti bile, iman-ı billah, marifetullah,
muhabbetullah gibi nimetlere tâbidir. Eğer kullar, dünya da iken O'na inanmış,
O'nu tanımış ve her şeyin üzerinde O'nu sevmiş olmasalardı, ahirette de bu
cennet nimetlerini unutturan en büyük nimete eremezlerdi. Bir de, lezzetin
husulü haddi zatında şuur ve sevgiye tâbidir. Bu sebebten, idrak edilen ve
sevilen şey seven kimse tarafından ne kadar iyi tanınıyorsa, ancak o nisbette
seviliyor demektir. Yani kişi, marifetinin büyüklüğü nisbetinde muhabbet duyar.
Hakkı tanımakta
marifeti daha ileri bulunanlar, şüphesiz muhabbette de ö nisbette ileri
bulunurlar. Keza O'na yakınlıkları, O'nun rızasına ve cemaline ermeleri
halindeki lezzetleri de o nisbette diğerlerinden farklı ve ileri olur.
Kalbin Saadet Ve
Lezzeti Elde Edinmesinin Beşinci Ciheti:
Kullardan birinin,
bir diğerine fayda vermek istediği zaman, bunda ne kadar aciz ve eksik olduğu
malumdur. Herhangi basit bir yardımda nice acz ve eksiklikler içinde bulunan
bir kul; Allah'ın kullarından herhangi birine hidayet, nusret, rif at ve izzet
gibi nimetlerden ne verebilir ki? Yani kullara gerçek manâda nimetler veren ve
onları onların korktukları şeylerden koruyacak olan şüphesiz Allah Teala hazretleridir.
O ki, yerlerin ve göklerin mülkü O'nundur, başkalarının değil...
Kuluna hidayetini
verecek ve onu dalaletlerden koruyacak olan da ancak O'dur. O yüce Allah, bir
ayetinde şöyle buyurmaktadır:
"Allah,
insanlara bir rahmet açtı mı onu tutan olamaz! O'nun tuttuğunu da O'ndan sonra
salacak yoktur! O, üstündür, hikmet sahibidir." Fatır : 2 Söz bu noktaya
gelmişken, bu mealde birkaç ayeti daha dinlemek ne kadar güzel olacaktır:
"Eğer Allah
sana bir zarar dokundurursa, onu yine O'ndan başka kaldıracak yoktur! Ve eğer
sana bir hayır dilerse, O'mm bu keremini de geri çevirebilecek yoktur! O,
hayrını kullarından dilediğine verir. O, bağışlayan, esirgeyendir." Yunus
: 107.
"Eğer Allah
sana yardım ederse, artık sizi yenecek yoktur! Ve eğer sizi yüzüstü bırakırsa,
O'ndan sonra artık size yardım edecek kim var? Mü'minler Allah'a
dayansınlar." Al-İ İmran : 160
"Ey insanlar!
Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Allah'tan başka size gökten ve yerden
rızık verecek bir yaratıcı var mı? O'ndan başka ilah yoktur. Peki nasıl oluyor
da tevhid-den çeviriliyorsunuz?" Fatır : 3
"Acaba Rahman'dan
başka size yardım edip sizi O'nun azabından kurtaracak askeriniz kimdir?
Kafirler derîn bir gaflet ve aldanma içindedir." Mülk : 20
Görüldüğü gibi bu ayetlerde yüce Allah, nusret ve
rızkı birlikte anmıştır. Zira kul, hem kendisine yönelebilecek olan zararların
define, hem de muhtaç bulunduğu şeylerin te'minîne ihtiyaç halindedir. O, hiç
bir zaman bir rızık verici ve yardım ediciden müstağni olamaz. Razzâk ve Nasır
olan ise sadece Allah'tır. Kulun akıl ve marifetinin ileri derecede olmasının
işareti ise: Kendisine bir zarar dokunduğu zaman, bunu ondan kaldıracak olanın
ancak Allah (c.c.) olduğunun onun tarafından iyi bilinmiş olmasıdır. Keza
O'ndan başka nimet verenin dahi bulunmadığım bitmesidir. Bu hususta geçmiş
peygamberlerden birine indirilmiş bir vahiyden söz edilir. O vahiy şu mealde
gelmiştir:
"Ey
peygamberim, ruhunda daima zekanın gayet ince ve hoş olanını, lütfumun en gizli
bulunanını kavrayış olsun! Bunları benim rızam için idrak etmeye bak! Çünkü
ben bunu severim." O peygamber de: "Ey Rabbiin, bunlar
nelerdir?" diye sormuş. Cevabında ise şu ilahi vahiy gelmiş: "Bil
ki, üzerine bir sinek konduğu zaman, bu ancak benim iradem ve iznimle
olmaktadır. Eğer bunun üzerinden kalkmasını istiyorsan, bunu benden
istemelisin! Eğer sana bir buğday danesi getirilirse, bu dahi ancak benim sana
onu sevketmemle sana getirilmiştir. İşte bunları böylece bilmen gerekir."
Nitekim Yüce
Allah, Kitabı'nın bir ayetinde de şöyle buyurmaktadır: "...Fakat onlar,
Allah'ın izni olmadan yaptıkları büyü ile hiç kimseye zarar veremezler..."
Bakara : 102.
İmam-ı Ahmed'in
Abdurrezzak'tan, onun da İmran'dan sevkettiği rivayete göre, Vehb bin Münebbih
şöyle bir haber nakletmiş tir :"Semavi kitapların birinde Cenab-ı Hak
şöyle buyurmuştur: "İzzet ve
celalime yemin ederim ki, bana sığınan bir kulumu, bütün gökler ve göktekiler,
yerler ve yerdekiler onun aleyhinde olsalar, ona tuzaklar kursalar bile Ben onu
korur ve kurtarırım, o kuluma mutlaka bir çıkış yolu lütfederim. Eğer kulum
Bana değil de başkalarına sığınacak olursa, onun eli göklerdeki sebeb ve
imkanlara uzanıyor olsa bile elini bu sebeblerden keser, kendisini yardımsız
bırakırım, iki ayağının bastığı yerden yer'in altma batırırım. Fezada yüzüyor
olsa bile, kendisinden yardımımı keser, iflas ettiririm... Kulumun iflası için,
onu kendi haline bırakmam bile yeterlidir! Halbuki Benim yardımıma ve indimdeki
hazinelere bir son yoktur. Bazan kulumun bana olan samimi bağlılığına ve
itaatine bakarak, Ben'den bir şey istemeden bile kendisine yardımımı
ulaştırırım. Zira Bana gizli olan bir şey bulunmamaktadır..."
Yine îmam-ı
Ahmed'in Haşim bin el-Kasım'dan, onun Ebu Said el-Müeddib'den nakline göre, Atâ
el-Horasanî şöyle demiştir: Bir defasında Vehb bin Münebbih'le karşılaştığımda,
kendisi Beytullah'ı tavaf etmekte idi. Ona şu ricada bulundum:— "Ey Vehb,
bana şu mübarek makamda bir hadis Öğret ve bu hadis, sözlerin en vecizinden
olsun, ben de onu hiç unutmayacak şekilde aklımda tutayım!" Vehb, ricamı
kabul etti ve şöyle dedi:— "Yüce
Allah'ın Davud'a (a.s.) olan vahiylerinden biri şu idi: "Ey Davud, izzet
ve azametime yemin ederim ki, kullarımdan biri Bana hakkıyla sığındığı zaman
ki ben bunu, o kulumun niyetinden bilirim, bütün göktekiler ve yerdekiler
kendisine tuzaklar kursalar bile, o kuluma mutlaka bir çıkış veririm. Eğer bir
kulum da Beni bırakıp kendisi gibi bir mahluka sığınacak olursa ki Ben bunu
onun niyetinden bilirim, yerlerin ve göklerin sebeblerini onun elinden keser,
kendi haline bırakırım! Bu da onun herhangi bir vadide helak olmasına
-yerin,dibine batmasına-kafidir." ,
Bizim burada,
zikrettiğimiz hakikatler, ne kadar açıktır. Bütün müslüman halk, bunları gayet
rahat bir şekilde anlayabilirler. Kitabımız Kur'an-ı Kerim'de bu mealdeki
ayetlerle dolu bulunmaktadır. Aklı ve idraki yerinde olan herkes bu hakikat ve
ayetleri güzelce düşündükleri zaman, Kur'anî ve şer'î manâdaki Tevhid'i bütün
güzelliği ve islami özelliği ile kavrarlar. Bu güzel ve isabetli kavrayış
neticesinde, kendilerine emredildiği şekilde Allah'ı tevhid ederler, yalnız O'na
güvenip sığınırlar. Allah'dan başkasına ibadet etmedikleri gibi, Allah'dan
başkasına sığmmazlarda... Tevekkül ve istiâneleri, inâbe ve teveccühleri, dua
tazarru ve niyazları hep Allah'a olur... Çünkü bütün bunlar, Allah'ın kulları
üzerindeki ulûhiyet haklarıdır. "Ulûhiyet Tevhid'i" dediğimiz de işte
budur: Allah'tan başka hiç bir varlığı bu hususlarda Allah'a ortak
koşma-maktır. Keza bu tevhidin haklarına, kalbinin ve ruhunun bütün kuvvetiyle
sevilecek olanın ancak AUah (c.c.) olduğunu bilmek ve O'nu böylece sevmek de
dahildir.
İşte bu suretle kul, yani yalnız Allah'a ibadet etmek,
ruhunun bütün kuvvetiyle yalnız Allah'ı sevmek ve yalnız O'na tevekkül etmekle,
ahirette O'nun cemalini görmeye de liyakat ve ehliyet kazanmış olur.
Burada bu cihetin iyi anlaşılması için
mesela diyelim ki: Kullardan birinin, başına bir büyük bela gelmiş veya
şiddetli bir korkuya düşmüş, yahut da büyük bir ihtiyaçla karşı karşıya
gelmiştir. Kul, böyle bir sebeble Allah'a yönelip ciddi ve samimi bir şekilde
O'na yalvarıp yakarmaya başlamıştır. Allah'a olan imanının, O'na olan dua ve
münacatımn samimiyet ve büyüklüğü sebebiyle bu duası sırasında öyle manevi
lezzetlere, öylesine imanı, tevhidi fetihlere mazhar olmuştur ki, bunun yanında
bizzat yerine getirilmesini istediği diğer haceti çok küçük ve önemsiz
kalmaktadır. İşte bu kul, daha evvel, böyle bir lezzeti tatmadığı için, böyle
bir lezzeti de tanımamakta idi. Tanımadığı için de böyle bir şeyi Cenab-ı
Hakk'tan taleb de etmemiştir. O'nun Cenab-ı Hak'tan talebi, basma gelen o
belanın veya korkunun defi, yahut da duyduğu şiddetli ihtiyacın giderilmesi
idi. Fakat bu kul, Allah'a olan imanının samimiyeti, tevhid anlayışının
isabeti, doğruluğu ve güzelliği sebebiyle Allah'tan başkasına değilde, sadece
Allah'a sığındığı ve O'na yalvarıp yakardığı için, böylesine müstesna
güzellikteki manevi fetih ve lezzetlere de mazhar olmuş-tur. îman ve tevhidin
hakikatine ve yakîn mertebesine ermek de işte bu suretle olur. Yoksa taklid
derecesinde kalınır, yahut da Allah (c.c.) korusun, tevhid'in ihlali üe ne iman
kalır, ne de îkân (yakîn bilgi)...
Kalbin Saadet Ve
Lezzeti Elde Edinmesinin Altıncı Ciheti:
Kulun kalbini ve
ruhunu Allah'tan başkasına kaptırması, kendisinin maneviyatı bakımından
şüphesiz büyük zararlar getirir. Hattâ makul ve meşru miktardan fazla mahlukat
ile ilgilenmek bile, onun için zararlıdır. Ancak bunu, Allah'a olan ilgisine ve
sevgisine yardımcı ve vesile yaparsa, bu takdirde zararlı olmaz. Mü'min, bu
ilgi ve sevgi meselesinde çok dikkatli olmak zorundadır. Bir şeyi sırf Allah
(c.c.) için sevmiş bile olsa, günün birinde ondan ayrılacağını, bu sevgisinin
Allah (c.c.) için olmadığı takdirde de bu sevginin kendisine zarar vereceğini
unutmamalıdır. Hattâ Allah (c.c.) için olmayan sevgiler, hem bu dünyada, hem
de öbür dünyada kendisi için birer azab vesilesi olduğunu iyi kav-ramahdır.
Burada yine Kur'an'ımızm irşadına kulak verelim. İlgili ayetlerde ne
buyuruluyor, bir görelim:
"...O
kimseler ki altın ve gümüşü yığıp da Allah yolunda sarfetmezler, işte onlara
acı bir azabı müjdele. O gün cehennem ateşinde bunların üzeri kızdırılır ve
bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanır. "İşte sırf
kendiniz için yığdıklarınız! Haydi bu yığdıklarınızın azabını tadınız"
denilir." Tevbe : 34-35
İşte bir ayet
meali daha: "Onların ne malları, ne
de evladları sakın seni imrendirmesin. Allah bunlarla onları dünya hayatında
azab etmeyi ve onların kafir olarak canlarının çıkmasını istiyor."
Tevbe : 55. bazı alimler, bu ayetin açıklamasında "takdim" ve "te'hir" olduğunu iddia etmişler
ve şöyle demişlerdir: "Onların
dünya hayatı bakımından mallara ve evladlara sahip olmaları seni imrendirmesin.
Allah'ın onlar hakkındaki isteği, sadece onlara ahirette azab etmektir."
Esas gayeleri
dünya olan, dünya isteklisi olup dünyayı seven ve tercih eden kimselerdir. Bu
sebeble çektikleri azab da; dünyalıkları kazanmak için duydukları aşırı
hırslar, çektikleri çeşitli meşakkat ve sıkıntılardır. Bütün gücü ve dikkatiyle
sadece dünyalık kazanmaya çalışan, yahut en büyük himmeti dünyalık olan bir
adamdan daha sıkıntılı kim olabilir? îşte ilgili ayette haber verilen azab da,
onların bu sıkıntıları, ruhlarında duydukları elem ve acılardır. Bedenen
çektikleri meşakkat ve zahmetler de buna dahildir. Elem ve meşakkate "azab" denildiğine dair, hadislerden
bazı örnekler de verebiliriz. Mesela seferle ilgili bir hadisde: "Sefer, azabdan bir parçadır"
buyurulmuştur. Müsned: 2/236 Diğer bir hâdisde de: "Ölmüş kişi, akrabasının arkasından kendisi için ağlamaları sebebiyle
azab görür" buyurulmuş. Buharı: 2/79-80, Müslim: 1/638. Ebu Davud:
3129.
Yani elem ve acı
duyacağı haber verilmiştir. Yoksa onların arkasından ağlamaları sebebiyle
kendisinin mesul tutulacağı veya azaba maruz kalacağı söylenmek
istenilmemiştir.
Bazı insanların
dünyada malları ve evladları sebebiyle azab olunacakları hususu da böyledir.
Yoksa ahiret düşüncesi ve inancı bulunanlar için ki, onların en büyük
himmetleri dünya olamaz; onların çektikleri elem ve acılara da azab denilmez.
Çünkü onların çektikleri elem ve acılar, onlar hakkında rahmet ve nimete
inkılab eder. Ya günahlarının bağışlanmasına, ya da ahiretteki derecelerinin
yükselmesine vesile olur.
Peygamber'in
(s.a.v.) bu hadislez'i şu manâdadır: "Esas
himmeti ve gayreti ahiret içiiı olan kimsenin zenginliğini, yüce Allah kalb
zenginliği şeklinde lütfeder. İşleri rast gider, dünyalığı da bol olur. Esas
gayesi dünya olup ahireti düşünmeyen bir kimsenin ise, kalbine Allah tarafından
bir fakirlik yerleştirilir, işleri de dağınık olur. Dünyalığı ise, kendisi için
takdir olunandan fazla olmaz." Tirmizi: 2465.
Şu dünyada bir kul
için en büyük azab odur ki; onun iki yakası bir araya gelmemekte, bütün kalbi
darmadağın, fakirlik ise hiç ayrılmayacak şekilde iki gözünün önüne dikilmiş
bulunmaktadır! Eğer dünya aşıklarının dünya sevgisi sebebiyle sar hoşlukları
olmasa idi, içinde bulundukları azabın şiddetinden sığınacak yer ararlardı!
Fakat dünya sevgisinin verdiği sarhoşluğun şiddeti sebebiyle, bunların
içlerinden ayrılanları ve bu dertlerine derman arayanları pek nadir görülür.
Ebu Hüreyre'den
(r.a.) yapılan rivayette Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:"Allah Teala hazretleri diyor ki: Ey
Ademoğlu! Bana kulluğa yönel, ben de senin kalbini zenginlikle doldurayım,
fakirlik derdine de derman vereyim. Aksi halde, iki elin meşguliyetten, kalbin
de fakirlikten kurtulmaz." Tirmizi: 2466. İşte bu da bir azabdır.
İnsanın iki elinin
meşjguliyetten, kalbinin de fakirlikten kurtulmasının nasıl bir azab olduğunu
uzun uzadıya anlatmaya ihtiyaç olmasa gerek. İnsan bir defa aşırı bir arzu ve
sevgi ile dünyaya yöneldi mi, bunun bütün güçlükleri ve engeîleriyle boğuşacak,
elde etmek istediği şeylere engel saydığı, kimseleri düşman bilecek, durmadan
onlarla savaşacak demektir. Nitekim seleften bazıları bu noktaya parmak basarak:
"Dünyayı seven, çeşitli zahmet ve musibetlere karşı hamallık yapmaya
hazırlansın" demiştir.
Dünya Sevdalısının
Üzerinden Hiç Eksik Olmayan Üç Şey:
1- Kesintisiz üzüntü ve keder,
2- Devamlı yorgunluk,
3- Tükenmez arzu ve hasret. .
Dünya sevdalısı,
arzu ettiği dünyalıklardan birini elde etse, hemen ondan sonra bir başkasını
arzu eder. Zira arzu ve emellerin sonu gelmez. Nitekim Peygamberimizin (s.a.v.)
şu hadisi de buna temas etmektedir: "Eğer
ademoğlunun iki vadi dolusu malı olsa, muhakkak bir vadi dolusu daha mal
isterdi." Buhari: 7/175. Müslim: 1/725. Tirmizi: 2337. Peygamberlerden
İsa (a.s.) ise bunu, şöyle bir benzetme ile belirtmiştir: "Dünya sevdalısının durumu, içki düşkününün
durumuna benzer. İçtikçe daha fazla içmek arzusuna kapılır."
îbn Ebi'd-Dünya'nm
anlattığına göre, Hasan el-Basrî, Ömer bin Abdilaziz'e bir mektub yazmış. Onun
bu mektubu şu mealde imiş: "Bundan sonra derim ki: Dünya geçicidir, devamlı kalınacak yer değildir. Babamız Adem
(a.s.) buraya sırf mihnet ve ıkâb için indirilmiştir. Dünyadan sakınmanız
lazım ey mü'minlerin emiri! Onun terki kazanılması, zenginliği de fakirliğidir.
Dünya, her an birini mahveder. Dünya ölçülerine göre aziz sayılan zelîl, zengin
sayılan da fakirdir. Dünya, yiyeni öldürecek olan zehirli bir yemek gibidir... Dünya gerçekten aldatıcıdır. Ondan
sakınmalı ve onun hakkında, yarasını tedavi eden ve hoşlanmasa da birtakım
ilaçlarını almak zorunda bulunan, perhizine de dikkat eden birisi gibi
davranmalısın. Dünyayı iyi tanıyan
birisi, onun hayallerine ve tuzaklarına aldanmaz, gönlünü onun süs ve
linetlerine kaptırmaz. Sen dahî onu iyi tanımalı, onun, kocasıyla gerdeğe
girecek olan gelinin süslenmesi gibi bütün süs ve takılarıyla karşına çıkmasına
aldırmamalısın. Sakın, dünyayı hakkıyla
tanımama yüzünden ahiretini unutanlar gibi olma! Yoksa sonunda pişmanlığın
çok büyük olur. Zaten hiç bir dünya
sevdalısı da, dünyadan umduğuna kavuşamaz! Ölürken de rahat ölemez. Çektiği
zahmet ve meşakkatler, duyduğu elem ve hasretler yanına kalır. Ahiret hazırlığı
ise zaten yoktur. Sen ise ey mü'minlerin emiri, dünyalık olarak elde edilen
her şeyin, aynı zamanda netice ve akıbetlerinden iyi sakın! Zira dünyalık olarak elde edilen bir şeyin
sonu, ekseriya pişmanlık ve bazı sıkıntılar getirir. Dünyanın sürûru
kedere, rahatı sıkıntıya bağlanmış haldedir. Dünyanın verdiği kuruntu ve arzular yalancı, ümid ve emeller de
aldatıcıdır. Onun safası keder, hayatı hederdir. Yüce Rabbimiz'in ve sevgili
peygamberimizin bu husustaki tenbih ve nasihatleri olmasa bile, insan onun
ahvaline bakarak dahi gafletini gidermelidir. Dünyanın Allah (c.c.) indindeki
değeri ve ölçüsü (kadri ve vezni) nedir ki?
Dünya, bütün anahtarları ve hâzineleriyle
birlikte sevgili peygamberimize arz edilmişken, O bunu kabul etti mi? Elbette
etmedi. Allah'ın buğzettiği bir şeyi, sevmek cihetine gitmedi. Allah (c.c.)
onu, yani dünyayı, iyi kullarından uzak tutmuş, düşmanları için yaymıştır.
Onlar da o yüzden aldanıp helak olmuşlardır. Dünyaya aldanan ve dünya üzerinde iktidar sahibi bulunan zanneder
ki, bütün bunlar kendisine bir keramet ve lütuf olarak verilmiştir! Bilmez ve
hatırlamaz ki, Allah'ın sevgili elçisi, mübarek karnına taş bağlamak zorunda
bırakılmıştır."
Dünya ehli olanların dünya sebebiyle
çektikleri zahmet ve azabı iyi anlayabilmek için, şöyle bir misal üzerinde
durmamız yerinde olur sanıyorum: Bir adam var, aşık mı aşık. O kadar ki,
maşukuna (sevgilisine) duyduğu aşırı aşk içinde fanî olmuş. Başka hiç bir şey
düşünememektedir. Maşukuna biraz yaklaşıyor, sevgilisi ise kendisinden
uzaklaşıyor. Hiç ona vefası yok. Gidip onun düşmanı ile yakın oluyor. Aşık ise,
sevgilisinin aşkı ile yanıp kavrulmaktadır. Eğer ona kavuşa-mazsa,
yaşayamayacak ve mutlaka ölmeyi seçecektir. Sevgilisinin ise vefası az, cefası
çok. Pek çok kimselerle düşüp kalkmakta, sık sık sevgili değiştirmekte, hiç
birine vefası ve sadakati bulunmamaktadır. İşte böyle birini seven ve ondan hiç
bir yakınlık göremeyen o aşık ise; bütün sabrını tüketmiş, ölümü yani intiharı
seçmiş durumda.
İşte "ya sevgilime kavuşmak, ya da ölüm!" diyen böyle bir
aşıkın, çektiği sıkıntı ve azabı bir düşününüz! Kendisine lezzet veren şeyin,
nasıl azab veren bir şeye dönüştüğünü görüyoruz, bu misalde... Sonra bu zavallı
aşığın, bütün dünya işleri ve ahiret hazırlığı da hep yüzüstü kalıvermiştir.
Çünkü o, sevgilisine kavuşmaktan başka hiç bir şey düşünememiş, hiç bir şey
yapamamıştır.
Burada asıl söylemek istediğimiz ise
şudur:
Bir kimse ki Allah'tan başka bir şeyi sevmiştir ve bunu Allah (c,c.) için
sevmiş de değildir. Allah'a kullukta bulunmasına yardımcı olmasını düşünüp
niyet ettiği de yoktur, işte böyle bir kimsenin o hususta çektiği zahmet ve
meşakkatler, o yüzden şu dünyada çektiği azabdan başka bir şey değildir.
Ahiretteki azabı da ayrı. Zira ahretteki durum, hikmet ve adaleti eksiksiz
bulunan yüce Allah'ın emir ve fermam ile; herkesin sevdiği ile beraber olması,
o yüzden ceza ya da mükafat görmesi şeklinde tecelli edecektir. Burada
peygamberin (s.a.v.) bir hadisini hatırlatmamız da yerinde olur sanıyoruz. İşte
o hadis aynen şöyledir:
"Malın hakkı
olan zekatı vermeyen kişinin malı, yarın ahirette zehrinin çokluğundan başı
kelleşmiş bir yılan şeklîne girip onun boynuna dolanır, iki avurdundan tutarak:
"Ben senin malınım, ben senin hazinenim!" der. Sonra kızdırılmış cehennem
taşlarıyla alnı, yanı ve arkası dağlanır." Buhari: 2/110. Nesai: 5/38.
Müsned: 2/98.
Allah'ın rızası ve sevgisi düşünülmeksizin dünyanın birtakım
süs ve zinetlerine kapılmış olmanın neticesi de böyle tecelli edecektir. Sevilen
herhangi bir şey mal olsun veya başka bir şey olsun, Allah (c.c.) için
sevilmediği takdirde sonu vebal ve az"abdır. Kur'an ehli bulunan biz
müslümanlar bir ayet-i celilede ne güzel uyarılmış bulunuyoruz:
"O gün dostlar, birbirine düşmandır. Takva
sahibi mü'minler ise hariç. (Onların dostlukları Allah için olduğundan ahirette
de devam edecektir.)" Zuhruf : 57. İşte Kitabımızın verdiği haber ve
uyarısı gayet açık. Dünyada şirk ve küfür üzere sevişenler, yarın ahirette
birbirlerine küfredecekler, düşman kesilecekler, birbirlerini açıkça
lanetleyeceklerdir. Asla biri diğerine yardımcı da olamayıp cehennemi
boylayacaklardır. Dünyada olduğu gibi, ahirette de sevenler sevdikleriyle
beraber.olacaklardır. Nitekim ilgili bir rivayete göre, yann ahirette yüce
Allah'ın kullarına şöyle buyuracağı bildirilmiştir:
"Ey kullarım!
Şimdi benim, sizlerden her birini, dünyada iken dost edinip yaklaştığı
kimselerle beraber kılmam bir adalet değil midir?"
Sevgili
peygamberimizin bir hadisi de bunu desteklemektedir ve şu mealdedir: "Kişi
daima sevdiği ile beraberdir." Buhari: 7/112-113. Müslim: 2639. Tirmizi:
2385
Küfür ve zulüm ehlinden birinin, yarın ahirette
iman ve adalet ehliyle beraber olması,
elbette düşünülemez! Bu husustaki inancımızı pekiştirmek üzere
şu ayetleri de dinleyelim:
"O gün zalim
ellerini ısırıp: Nolaydı, keşke ben peygamberle beraber bir yol
edineydinı" der. Ve: "Vah bana, keşke ben falanı dost
tutmasaydım" diye hayıflanır. "Beni, bana gelen zikirden o saptırdı.
Zaten şeytan insanı yapayalnız ve de yardım-cısız bırakır" der."
Furkan : 27-29
"Yüce Allah
meleklerine emreder: "Toplayın o zalimleri ve onların eşlerini ve
taptıklarını. Onları ve onların Allah'tan başka taptıklarını cehennemin yoluna
götürün. Durdurun orada onları, onlar çünkü sorguya çekileceklerdir.” Saffat :
22-24.
Yüce Allah'ın bir
ayeti de şu mealdedir: "Ve nefisler birbiriyle eşleştirildikleri
zaman..." Tekvir : 7
Hz. Ömer (r.a.),
yukarıdaki ayetin: "Toplayın o
zalimleri ve onların eşlerini" mealindeki cümlesi hakkında;
"onların eşlerinden murad, benzerleri ve aynı ahlakî karakterde
olanlarıdır" demiştir. Mealini en son gördüğümüz ayette de: "Ve nefisler birbiriyle eşleştirildiği zaman"
buyurulmuştur ki, bu da insanların orada ahlakî ve manevi durumları aynı
olanlarla bir araya getirileceklerini haber vermiş oluyor. Aynı manâ ve şekilde
olanlar yanyana getirilecek, iyi iyinin yanına, kötü de kötünün yanına
katılacaktır,
Demek ki bir kimse bir şeyi Allah (c.c.) için
sevmemişse, ona bundan zarar gelecektir! Onu elde etse de, etmese de,.. Şayet elde
edeme-mişse, elde edememenin üzüntüsünü; elde etmişse elde etmek için harcadığı
çabaların elem ve sıkıntısını, elden çıkarmışsa, onu zayî etmiş olmanın acısını
çekecektir.
Ahirette de kat kat fazla olarak hakettiği azabı
görecektir.
Bütün bunlar araştırma, ibret alma, tecrübe etmiş olma gibi yollarla bilinmiş
olan şeylerdir. Tirmizi ve İbn Mace'nin Ebu Hüreyre tarikiyle naklettikleri
bir hadisde şöyle buyurulmuştur: "Bütün
dünyaya ait şeyler, lanet ve azabla doludur. Fakat Allah'ı hatırlamak ve Allah
için yapılan şeyler hariç... Tirmizi: 4/561. İbn Mace: 2/1377
Peki Allah'ı zikir ve .hatırlama nedir? Allah'ın
emirlerine itaat mahiyetinde olan bütün işler, Allah'ı zikirdir. Allah'ı
zikredip O'ndan gaflet etmemekten maksat; Allah'a itaat halinde bulunmak,
isyan etmemektir. Allah'ı zikretmenin
şer'î manâsı budur. Allah'ın taatinde bulunan her kul, Allah'ı zikir
halindedir. Diliyle "Allah"
dememiş olsa bile, bu böyledir. Bir kul ki, yegane dost olarak Allah'ı
bilmiştir ve Allah'a itaat halindedir; işte bu kul hem Allah'ı zikretmektedir,
hem de Allah'ı sevmektedir! Aynı zamanda Allah'ın yakınlığını ve dostluğunu da
kazanmış bulunmaktadır.
Dünyanın lanetli
ve azablı oluşundan ona hiç bir şey bulaşmış değildir. Bu uyanık ve gerçek
mü'min; dünyanın laneti ve azabı dışında her şeye nail olmuştur. Zira bütün
yaptıklarını Allah (c.c.) için yapmakta, bütün sevdiklerini de Allah (c.c.)
için sevmektedir. O, din ve imanını dünyaya değil, dünyayı din ve imanına alet
ve vasıta kılmaktadır.
O, "uyurken aldığı nefesleri dahi ibadet ve
Allah'ı zikir olan" mü'mindir. Artık dünya böyle bir mü'min için:
irDar-ı gurur değil, dar-ı sıdk ve nurdur!" Şeytanların ve lanetlerin
cirit attığı yer değil, evliyanın (Allah dostlarının) ticaretgâhı, ahiretin
ekinliğidir. Kendisinde rahmete erilen, kendisinde kazanılanlarla cennete
girilen, Cemalıülah görülen bir yerdir. Cümle enbiya ve evliyanın mescidi,
ilahi vahiy ve emirlerin tecelligahı,
nurdan yaratılmış meleklerin namazgahıdır. Artık o da, büyük mü'minlerden
Ali'nin (r.a.) dediği gibi demektedir;
"Dünya ve
dünyalığa nail olan bir kul, eğer Allah'a itaat halinde ise, dünya ve ona
nailiyet ne kadar güzeldir! Allah için Allah'ın kullarım düşünüp gözetlemeyen
bir kimse ise, şüphesiz dünyalık imkan ve ikbalini tersine çevirmiş olur."
Kalbin Saadet Ve
Lezzeti Elde Edinmesinin Yedinci Ciheti:
Kulun, her şeye
gücü yeten ve kulunu daima görüp gözeten Allah'a değil de kendisi gibi bir kula
(yaratılmışa) dayanıp güvenmesi, elbette kendisi için çok zararlı olacaktır.
Kuldan ümid edip beklediğinin zıddıyla karşılaşacak, yardım umarken yardımsız,
övgü ve sevgi beklerken kınanmış olacaktır. Bu da tecrübelerle, ilmi ve ciddi
araştırmalarla sabittir. Kitabımız, bu incelikleri de haber vermiş, sevgili
peygamberimiz insanlığı bu bakımdan da uyarmıştır. Şimdi bazı ayet mealleri
görelim:
"Onlar,
kendilerine destek olsunlar diye Allah'tan başka ilahlar edindi." "Hayır, yarın o taptıkları ilahlar bunların
tapmalarını inkar edecekler ve bunlara zıd olacaklardır." Meryem :
81-82. Yüce Allah'ın bir ayeti de şöyledir: "Belki yardım olunurlar diye
Allah'tan başka ilahlar edindiler." , "Ö ilahlar onlara yardım
edemezler. Tersine kendileri onlar için hazırlanmış askerlerdir (onları
bekleyip korumaktadırlar)" Yasin : 74-75.
Evet, onlar o putların hazır askerleridir, onlar adına
başkalarıyla da savaşmaktadırlar. Onlar, boşuna o putlardan yardım görecekleri
ümidine kapılmış bulunuyorlar ve haksız yere onlar uğruna başkalarıyla
savaşıyorlar... "Biz onlara zulmetmedik. Fakat onlar kendi kendilerine
zulmediyorlardı. Rabbinin emri geldiği zaman, Allah'tan başka çağırdıkları
ilahları, kendilerinden hiç bir şeyi savamadı. Ve onların ziyanlarını
artırmaktan başka bir işe yaramadı." Hud : 101.
Yine yüce Allah
(c.c.) bir ayetinde şöyle buyurur: "Sakın Allah ile beraber başka bir ilah
çağırma, sonra aza-bedilenlerden olursun." Şuara ; 213.
Ve bir başka
ayet-i celile: "Sakın Allah ile beraber başka bir ilah edinme! Yoksa
kınanmış ve yalnız başına bırakılmış olarak oturup kalırsın." isra : 22
Bilinmektedir ki,
Allah'a ortak koşan kişi, koştuğu bu ortaktan bazan yardım dilemekte ve
ummaktadır, bazan da övgü ve sena beklemektedir. Bu ayetlerle yüce Allah da
(c.c.) haber veriyor ki, şu veya bu şekilde Allah'a ortak koşanlar;
umduklarının, tersiyle karşılaşacaklardır. Onlarıri akıbeti, yardımsız
bırakılma ve kınanma olacaktır. Zira müşrik, Allah'a dayanıp güveneceği yerde,
mahluka dayanıp güvenmiştir. Kalbin salâhı, felahı ve saadeti ise Allah'a
ibadet etmekte ve Allah'a sığınmaktadır! Nitekim helaki, hüsranı ve şekaveti de
mahluka tapmasında, mahluka sığınmasında idi. Dünyada ve ahiretteki azabı da
bundadır.
Kalbin Saadet Ve
Lezzeti Elde Edinmesinin Sekizinci Ciheti:
Şüphesiz Allah
Teala hazretleri Ganfdir, Kerîmdir!'.Aziz ve Hakîm'dir. Kendisine kulluk
edenlerin kulluklarından mutlaka ganî olmakla beraber, onlara lütuf ve ihsan
edicidir de. O .bununla kuluna hayır ve iyilik murad etmektedir. Yine kendisi
mutlak Ganî. olduğu halde, kendisine kulluk edeni korur, kayırır ve kurtarır.
Sırf Zatı'nm bir rahmeti ve ihsanı olarak... O, kullarını, onların varlığı
sebebiyle zenginleşmek, izzetini artırmak için yaratmış değildir. -
O'nun kullarını yaratmış olması, belki kulları Kendisini
tanısınlar ve Kendisine kullukta bulunsunlar diyedir. Nitekim ayet-i
celilelerinde şöyle buyurmaktadır:"Ben cinleri ve insanları ancak Bana
kullukta bulunsunlar diye yarattım! Ben onlardan rızık istemiyorum, Beni beslemelerini de istemiyorum. Şüphesiz
rızık veren, sağlam kuvvet sahibi olan ancak Allah'tır." Zariyat : 56-58.
"Çocuk
edinmeyen, mülkte ortağı olmayan, acizlikten ötürü bir yardımcısı da bulunmayan
Allah'a hamdolsun!" diyerek O'na hamdet ve O'nu gereği gibi büyükle! O'na
yaraşır şekilde saygı göster!" İsra : 111
Elbette ki yüce
Allah, dostlarından herhangi birini ihtiyaç ve acizlikten ötürü dost edinmiş
değildir. O bundan münezzehtir. O'nun evliyasını evliya (dostlar) edinmesi,
sırf Zatı'nm bir ihsanı, rahmeti ve muhabbeti neticesidir. Kulun kulu dost
edinmesi ise böyle değildir. İşte Sure-i Muhammed'in: "Allah mutlak
ğanî'dir. Sizler ise fakirlersiniz" mealindeki ayeti, bu hususu çok güzel
açıklamaktadır. Muhammed : 38.
İnsanlar her bakımdan birbirilerine muhtaçtırlar. Biri bir diğerini
dost edindiği zaman, onu sevip ihsanda bulunduğu vakit; ya dünyada ya da
ahirette bunun karşılığına muhtaç olduğu için böyle yapar. Bunu, sırf Allah
rızası için yaptığı takdirde bile, Allah'ın rızasına, lütuf ve ihsanına
ihtiyacı var, demektir. Dolayısıyla aslında kendisine iyilik etmiş oluyor.
Çünkü yaratılmışlardan hiç biri, mutlak ganî olamaz. Dünyada ve ahirette
birtakım ihtiyaçlardan kurtulamaz. Hele Allah'a olan fakrı ve ihtiyacı
sonsuzdur. Allah'ın rızasını ve ihsanını kasdederek iyilikte bulunduğu zaman,
kınanmak şöyle dursun, övgüve layık görülmesi de bundandır. Hiç bir zaman kul,
bir kul olarak eksiksiz olamaz. Eksiklik
ve ihtiyaç kulun kulluğu ve yaratılışı icabıdır. Bunun için, yaptığı
iyilikleri sırf Allah için yaptığı zaman, hem sevap ve mükafata, hem de gerçek
bir övgüye layık olur. "Allah'ın lütuf ve rızasını düşünmek bile bir
karşılıktır, gerçek kul, bunu dahî düşünmemelidir!?" şeklindeki söz ve
telkinlerin, dinen isabeti yoktur. Böyle bir iddia: "Benim Allah'ın ihsanına
ye rahmetine ihtiyacım yoktur" demek olur ki, bir nevi ilahlık davasına
kalkışmaktır ve küfürdür:
Yüce Rabbimiz de
bir ayet-i celilesinde şöyle buyurmaktadır: "Eğer sizler iyilik ederseniz,
şüphesiz kendinize iyilik etmiş olursunuz." İsra : 7.
Bir diğer ayetinde de şöyle buyurmaktadır:
"...Verdiğiniz her iyilik ve sadaka kendiniz içindir. Bunların karşılığı
sizlere tastamam verilir ve hiç bir haksızlığa uğratılmazsınız." Bakara :
272.
Aldanmamak ve yanlış telkinlere kapılmamak üzere, Yüce Allah'ın şu
kudsi hadisini de unutmayalım. Allah, bunun kullarına tebliğini peygamberimize
emretmiş ve bunu ona vahyetmiştir. Aynen şöyledir:«Ey kullarım! Sizler gerçekten Bana fayda vermeye, ne de zarar
dokundurmaya güç yetiremezsiniz. Kullarım, sizin bu yaptıklarınız birtakım işlerdir
ki Ben onları sizin için değerlendiririm. Her kim hayır yapmışsa Allah'a
hamdetsin, kim de şer işlemişse kendisinden başkasını kınamasın."
Müslim 2577.
Kul kula yardım ettiği zaman, mutlaka kendisini de
düşünmüş olur ve bundan kendisi de fayda görür. Allah'ın
kullarına yardım etmesi ise böyle değildir. O sırf kullarının faydasını murad
eder. Bu ise kul için sırf menfaat olup hiç bir mazarratı yoktur. Kulun kula
yaptığı bir iyilikte ise, ne kadar samimi de olsa, günün birinde minnet
altında bırakma ihtimali daima mevcuttur. Buraya kadar gördüğümüz Kur'an'm
açık ayetleriyle iyice belirtilmiş bulunan bu hakikatler üzerinde, İslam'ın bu
kadar ısrarda bulunmuş olmasına gelince: İyi düşünmelisin ki, İslam seni bu
suretle yaratılmışlara bağlanıp kalmaktan, mahlukata bağlılık ve tevekkülden
koruyor. Allah'ı bırakıp da onlara sığınmanı, onlara güvenmeni, tapınırcasına
onlara kalbini kaptırmanı istemiyor. Seni bundan menediyor.
Kulun kullarla münasebetini bu suretle düzenliyor. Biri diğerinin
babası, kocası veya efendisi bile olsa, kulun kul ile münasebetinde onları
gaye edinmemesi gerektiğini, onlarla sırf Allah (c.c.) için muamele ve
münasebette bulunmasını öğretiyor. İşte
bu iman ve tevhidi hakikati islam'ın emrettiği şekilde öğrenmiş ve kabullenmiş
olan bir kul; asla kullan gaye edinmez... Onlara iyilik ettiği zaman ancak
Allah (c.c.) için iyilik eder, bizatihi onlardan değil, onlar hakkında
Allah'tan korkar. Allah (c.c.) için onların haklarına riayette bulunur. Onların
kendisine iyilik etmesini değil, Allah'ın kendisine lütuf ve ihsanlarda
bulunmasını ümid eder. Onların kendisine acımasını değil, Allah'ın rahmetini
bekler. Onları sevdiği zaman Allah
(c.c.) için sever, sevmediği zaman da Allah (c.c.) için sevmemiş olur.
Sevgide ve saygıda, güvenmede ve sığınmada hep Allah?ı düşünür ve Allah (c.c.)
için hareket eder. Evli-yaullah dediğimiz Allah dostlarının yaptıkları gibi
yapar, dedikleri gibi der: "Biz size sırf Allah rızası için yediriyoruz.
Sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz." İnsan : 9.
Kalbin Saadet Ve
Lezzeti Elde Edinmesinin Dokuzuncu Ciheti:
Allah (c.c.)
kendisine bildirmedikçe bir kul, senin maslahat ve iyiliğini bilemez, onu
husule getirmeğe de güç yetiremez. Meğer yüce Allah (c.c.) kendisine güç ve
iktidar vere. Allah kendisine bir irade ve arzu vermedikçe, o bunu dileyemez.
Demek ki bütün işlerin esası Allah'ın dilemesine ye yaratmasına bağlıdır. Bütün
hayır O'nun elinde, her şey O'na dönmektedir. Ümid edip dilemek, korkmak,
tevekkül etmek, kulluk etmek bakımından kalbi Allah'tan başkasına bağlamak,
sırf zarardan ibarettir. Senin için hayırlı ve menfaatli olan şeyler, sadece
Allah'ın senin için takdir buyurup ihsan eylediği, yaratıp sana ulaştırdığı,
sebeb ve yollarını kolaylaştırıp sana nasib kıldığı şeylerdir.
Kalbin Saadet Ve
Lezzeti Elde Edinmesinin Onuncu Ciheti:
İnsanların senden
istediklerine gelince: Onların çoğunun senden isteği, kendi ihtiyaçlarını
görmendir. İsterse bu senin dinin ve dünyan için zararlı bile olsa... Onlar
seni, senin zararını değil, sadece kendilerinin menfaatlerini düşünürler. Seni yaratıp terbiye eden Rab'bın ise, sadece
senin iyiliğini ister, zararını istemez ve seni çeşitli zararlardan korur.
Bu durumda senin bağlılık ve tevekkülün, rica ve emelin, Allah'tan başkasına
nasıl bağlanabilir? Mes'elenin özü ve özeti şudur:
"Eğer bütün
yaratılmışlar toplanıp sana bir fayda teminine çalışsalar, Allah'ın senin için
takdir ettiği şeyden başkasını temin edemezler! Keza bütün yaratılmışlar sana
bir zarar vermek için birleşseler, Allah'ın senin için takdir ettiği şeyden
başkası ile sana zarar veremezler." Tirmizi: 2516
İşte, mübarek
mealini göreceğimiz şu ayet-i celİle de, bu noktaya parmak basmaktadır:
"Habibim sen de ki:"Allah bizim için ne yazmış (ne takdir etmiş) ise,
ancak bize o ulaşır, bizim Mevlamız O'dur! Mü'minler, ancak ve ancak Allah'a
tevekkül etsinler." Tevbe : 51.
Bu Konuyu
Bitirirken
insan ve hattâ
bütün canlılar, irade ile hareket eder oldukları için, aynı zamanda bir irade
ve ilim sahibidirler. Kendilerine göre bir istek ve talebleri ve kendilerini
buna kavuşturacak birtakım sebeb ve vesilelere ihtiyaçları vardır. Sebeb bazan
kendisinden, bazan kendisinin dışından olduğu gibi, bazan da hem kendisinden
hem de dışarıdan kaynaklanmış olabilir. Her canlı, şu veya bu şekilde kendi
maksadı ve muradı istikametinde hareket eder, ona kavuşmak için birtakım sebeb
ve yardımcılara başvurur, muradının husule gelmesi için bu sebeb ve
yardımcılara güvenip itimad eyler. O
halde onun iki kısım muradı bulunmaktadır: Biri, doğrudan doğruya
istediği şey. Diğeri de istediğine yardımcı olan sebeb ve vasıtalar... Keza
kendisine başvurup sığındığı varlık, diğeri de buna alet ve vesile olan şey. Böylece istek sahibinin dört şeyle karşı
karşıya kaldığını görürüz ve bunları şöylece sıralayabiliriz:
1- Bizzat istediği şey,
2- İstediğini elde etmek için ihtiyaç duyduğu sebeb ve
vasıtalar,
3- Bizzat kendisine sığındığı şey,
4- Sığındığı şeye ulaştıran alet ve vasıtalar.
Gelelim, esas konumuz olan insana ve onun
kalbine:
Kalb, mutlaka kendisiyle itmi'nane erip huzura kavuşacağı, sonsuz sevgi ve
saygısını sunacağı bir matlubu ister ve arar. Kendisini bu matluba ulaştıracak
olan birtakım sebeb ve vasıtalara da şiddetle ihtiyaç duyar. . Muradının hasıl
olması için kendisine başvurup sığındığı şey ise, onun yalvarıp dua ettiği şeydir.
Artık, sığındığı şey, tapındığı şey olmuştur. Zaten çoğu kere ibadet ile
istiane (tapınma ile sığınma); birbirinden ayrılmaz iki şeydir. O halde kalb,
muradına erip zafere kavuşmak için kime itimad edip yönelmişse, ona boyun eğip
teslim olur, tam manası ile ona teslimiyetini arzeder. İşte onun sığınması da
budur. Artık ona bağlılık ve saygısı tamdır, onu candan sevmektedir. Onu, kendi
zatı için olmasa bile, bu cihetten sevmekte ve saymaktadır. Hattâ bazen, ondan
istediğini unutup doğrudan doğruya ve bizzat onu sevdiği de olur.
Halin galebesi ile onda fanı olma
derecesine gelir.
Böylece muradından geçen kul, aradaki sebeb ve vasıtaları da tamamen unutmuş
bulunur. Bazan da, aradaki sebeb ve vasıtaya yönelip sığınır. Mesela bir malı,
makamı veya sevdiği bir kadım elde etmek istediği zaman, nasıl davranır? Ya bir
sebeb ve aracıya başvurur, yahut da "Benim sevdiğim, dileğimi doğrudan
doğruya yerine getirir ve buna kadirdir" diyerek, mahbub ve matlubuna
başvurur. Herhangi bir aracıya ihtiyaç hissetmemiş bulunur. Böylece mahbubu
ile müsteam (taleb ettiği varlık ile, sığındığı varlık) aynı olmuş olur. Daha
önce işaret ettiğimiz dört hususun dördü de onda toplanmış olur. Bu dört hususu bir daha ele alıp
değerlendirelim:
Bizzat sevilen ve
istenilen, bizzat kendisine sığınılandır. Ve bu, diğer kısımlarla kıyas
edilemeyecek kadar büyük ve yüce olanıdır. Bu mertebe mahbub ve matlub olan,
yüceler yücesi Allah'tan başkası olamaz! (Allah'dan gayrisinin yaratılmışlardan
herhangi birisi, bu mertebe sevilecek ve istenilecek olursa, bu sevgi ve istek
sahibi kul, o yaratılmışı Allah'ın yerine koymuş, bu suretle Allah'a ortak
koşmuş olur. Kendisinin, "Ben
Allah'a ortak koşmuyorum, benim böyle bir maksadım ve niyetim yoktur"
gibi Özürler beyan etmesi, kendisini irtikab ettiği şirk"den kurtarmaz.
Bunun, kendisine bir faydası dokunmaz.)
Bizzat değil de,
başkası için sevilen, başkasının izni sebebiyle ve izin verdiği ölçüde
kendisinin yardımına başvurulandır. Allah'tan başka sevilen ve Allah'ın izin
verdiği ölçüler içinde kendilerinin yardımına başvurulan bütün sebeb ve
yardımcılar, bu kısma girerler. Çünkü Allah'tan başka hiçbir varlık, bizatihi
ve mutlak olarak mahbub ve müstean olamaz! Allah'tan maâdâ bütün sevilenler,
nasıl Allah (c.c.) için seviliyorsa; yardımına başvurulanlar da, Allah'ın
rızası için, Allah'ın rızasına alet ve vasıta oldukları için müstean olurlar.
Yoksa bizzat mahbub ve müstean olamazlar. Aksi halde, şirkin kapısı açılmış
olur.
Sevilen ve fakat
kendisine, başkasının yardımına aracı olması için. başvurulandır.
Kendisinin
yardımına başvurulan ve fakat kendisi sevilmeyendir. İşte bunlar ve daha
bunlara benzetilebilecek olan birtakım varlıklar... Sevilmek, yardımına nail
olmak için kendisine sığınılmak gibi cihetlerden ele alınıp incelendiğinde,
acaba bunların hangisidir ki, kalbin kendisine ibadet ve istiane için
yönelmesine hakikaten layık ve müstehık bulunsun? Elbette kulların ubudiyet ve
istianesine (tapınma ve sığınmasına), yüceler yücesi Allah'tan başka layık
olan yoktur! Çünkü Allah'tan başka bizatihi var olan yoktur, Allah'tan başka hiçbir ilah, hiç bir
müstean yoktur! Diğer sevgiler, yardımlar, yardımlaşmalar, murad ve maksatlar,
sebeb ve vasıta olmalar, eğer O'nun için ise, O'nun izin verip meşru kıldığı,
sevip razı olduğu şekildeyse, kullara ve kulların kalblerine şifadır. Manevi
fayda ve gıdadır. Eğer Allah'ın izin
vermediği ve razı olmadığı bir şekilde tecelli ve cereyan ediyorsa, elbette
kalb için çok zararlıdır, onun hastalığını artırıcı, onu manen ölüme
götürücüdür. Bunların maddî ve dünyevî planda bazı faydaları görülür veya hasta
kalb sahiplerince zararsız gibi mütalaa edilirse de, mutlaka zararı faydasından
daha çoktur.
Mutlak kendisinden
yardım beklenen Allah'tır ve itimad yalnız O'nadır.
7- KUR'AN-I KERİM
KALBİN BÜTÜN HASTALIKLARINA DEVA VE ŞİFALARI İÇİNDE BULUNDURUR.
Evet, kalbin bütün
hastalıklarının ilaç ve devaları Kur'an-ı Ke-rim'de mevcuttur! Zaten Kur'an da
bunun için gelmiştir. Nitekim yüce Allah (c.c.) bir ayetinde şöyle
buyurmaktadır:"Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, göğüslerde olan
dert ve sıkıntılara bir şifa ve inananlara bir yol gösterici ve rahmet
gelmiştir." Yunus : 57.
Yüce Allah (c.c.)
diğer bir ayetinde de şöyle buyurmaktadır: "Biz, Kur'an'dan mü'minlere
şifa ve rahmet olan şeyler indiriyoruz." İsra : 82.
Bundan Önce de
gördüğümüz gibi, hiç şüphesiz Kur'an, kalbin iki nevide toplanan bütün
hastalıklarına deva ve şifadır. Kalbin bütün hastalıkları da bu iki nevide
toplanmaktadır. Bunlardan biri
şüpheler, diğeri de şehvetlerdir. Kur'an ise, hakkı batıldan ayıran,
kat'î deliller sunan nice ayetler ile doludur. îşte bu ayetler; ilmî, tasavvur
ve idraki ifsad eden şüpheleri giderir ve insanın kalbini itmi'nana kavuşturur.
Hakkı hak olarak, batılı da batıl olarak
tanıtır.
Yerde ve gökte Kur'an'm benzeri bir kitab mevcud değildir. Kur'an öyle bir
kitaptır, ki; Allah'ın birliğini, sıfatlarının isbatını, peygamberliğin ve
ahire tin is-batmı, batıl inanış ve fasid fikirlerin reddini Öylesine tezammun
ve teahhüt eder ki, bu konuda o eşsiz ve emsalsizdir! Evet O, yüksek maneviyatın
yüce nıes'ele ve hakikatlerini aklı ve kalbi doyuracak ve dolduracak şekilde
isbat ve izah etmekte rakibsiz bir kitaptır! işte bu itibarladır ki O, bütün
şek ve şüphe has taliki arının hakiki devası ve şifasıdır. Ancak bu, Kur'anî
ilim ve marifetlerin elde edilmesine bağlıdır.
Kur'anın manâsını
bilmeden, o ayetler ile ne murad edildiğini anlamak için düşünüp idrak
etmeden, sadece okumakla hasıl
olacak bir şey değildir! Yüce Allah, hangi kuluna Kur'an'ın ayât-ı beyyinatını
anlamayı nasib buyurursa, işte o kul bu sayede hakkı ve batılı kalbiyle ayan
beyan görür. Tıpkı kafa gözüyle geceyi gece, gündüzü de gündüz olarak gördüğü gibi.
Ve kitaplar, asla kusurdan halı değildir, içlerinde her ne kadar birtakım ilim,
marifet ve hikmetler varsa da, birtakım za'f ve hatalar da bulunmaktadır.
ihtiva ettikleri ilimlere tam itimad doğru görülmemektedir. Zira bunların
içinde şahsî fikirler ve diğer insanları taklid yoluyla ortaya atılmış iddialar
ve zanlarda bulunmaktadır.
Bu zan ve iddialardan hattâ öyleleri vardır ki, hak ve
hakikat adına hiç bir şey ifade etmemektedir. Telkin edilen bazı bilgiler, her
ne kadar haddi zatında doğru şeylerse de, kalbin ve ruhun salâha ermesi için
onlara aslında ihtiyaç bulunmamaktadır. İçlerinde bazı sahih bilgiler de vardır
ki, elde edilmeleri çok zor ve tehlikeli olmasına karşılık, elde edildiği
takdirde faydası çok azdır, işte içindekiler bu durumda olan o kitaplar için,
şu benzetme ne kadar yerindedir:"Heybetli ve korkunç bir dağın tepesine I
onulmuş ve tozulmuş bir miktar deve eti. Kolay değil ki çık:, ü alasın, çıksın
bile taze değil ki alıp kullanasın!" Buhari: 6/146. Müslim: 3/1896, 2448
Manevi şifa ve
hidayet, ancak Allah'ın kelamı ve Allah'ın elçisi'nin kelamı ile hasıl olur. Kelama ve felsefeciler ise, kendileri
şek ve şüpheden kurtulamamışlardır ki, başkalarının şek ve şüphelerini
kurtarmaya medar olsunlar. İlim erbabınca malum olduğu gibi, onların kelam ve
felsefe konusunda en ileri derecede bulunanlarının şu sözleri, ne kadar
ibretlidir:
"Aklî
yönelişlerin sonu tökezlemedir. Bilgiçlerin çalışmalarının çoğu, şaşırıp
kalmadır. Ruhlarımız, bedenlerimizin içinde huzurda değil, tam tersine vahşet
içindedir. Dünyalık olarak elde ettiğimiz de eza ve vebalden ibarettir. Ömrümüz
boyunca yürüttüğümüz kelamı bahis ve münakaşalardan kazancımız; "Denilmiş ki... Dediler ki..."
sözlerinden ibarettir."
8- KALBİN GELİŞİP
OLGUNLAŞMASI
Kalbin zekatı
denilince, onun sıhhat ve salâhının gelişip artmasını anlıyacağız. Zira
zekatın lügattaki manâsı; bir şeyin iyi istikamette gelişip artması,
bereketlenip kemale ermesi demektir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de şöyle
buyurulmuştur;
"Onların
mallarından bir miktar sadaka al ki onunla onları temizlîyesin, olgunlaştırıp
yüceltesin ve onlara dua et; çünkü senin duan onların ızdıraplarını yatıştırır.
Allah işitendir, bilendir." Tevbe : 110
Görüldüğü gibi ayet, taharet ile zekatı biraraya
getirmiştir.
Çünkü bu ikisi birbirinin lazımıdır, birbirinden ayrılmaz. Bir kalb için her
ikisi de mutlaka gereklidir. Unutulmasın ki, kalbdeki günah ve masiyetler,
bedenden atılması gereken sıkıntı ve hastalıklar gibidir. Aynı zamanda bunlar,
ayıklanmamış hububat içindeki çör-çöp artıkları, tortusundan ayırd edilmemiş
demir ve kalay madeni içindeki yabancı madde gibidir. Bunlar tortusundan
ayıklanmadıkça kendilerinden faydalanmak mümkün olmadığı gibi, günah ve
masiyet kirlerinden arınmamış bulunan bir kalb ile Hakk'a ve O'nun rızasına
ulaşmak da mümkün değildir. Bedenin zararlı şeylerden kurtulup sıhhata erdiği
zaman tabiî kuvvetinin arttığı gibi, kalb de hukukun edası ve gerçek bir
tevbeden sonra salâha erdiği zaman, kuvvet ve iradesinde bir artış olur ve
hayra yönelir. Artık fasit cazibelere, kötü şeylere kapılmaz.
İşte böyle bir kalb için: "Zekat ve
nema buldu, temizlenip gelişti, kuvvet ve kemale erdi" denilir. Böyle bir
kalb, vücud ülkesinde tekrar hükümranlığını kazanmış, hakimiyeti ele almış
demektir. Artık o, nefse esir değil, nefis ona esir olmuştur. Fakat bir kalbin
böyle gelişip kuvvetlenmesi, kemale ermesi için, önce taharete ermiş olması da
şarttır. Yani kalbin tezekkisi (manen temizlenmesi, ahlaken yükselmesi)
tesaffîsinden (saf hale gelmesi) sonradır. Önce tesaffı edecek, iyice
temizlenip safileşecek ki, bundan sonra tezekki devresine girmiş olsun. Nitekim
yüce Allah'ın bir ayeti de şu mealdedir,
"Mü'minlere söyle, gözlerini haramdan
sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Bu onlar için daha temiz ve daha yararlıdır.
Şüphesiz Allah, onların her yaptıklarından haberdardır." Nur : 30
Görüldüğü gibi yüce Allah (c.c.) bu ayette de, kalbin zekatını, yani
temizlenmiş olmasını, gözlerin haramdan sakınmasını, ırzların korunmasını
emrettikten sonra zikretmiştir ki bu, kalbin tezekkisinin, taharetinden sonra
olduğunu ifade eder. O halde kalblerin, önce temizlenmedikçe, gelişip
olgunlaşmasına yol yoktur.
Gözleri Haramdan
Sakınmanın Başlıca Üç Büyük Faydası
1- İmanın halâvet ve lezzetini duymak, . .
2- Kalbin nurlanması ve feraseti,
3- Kalbin kuvvetlenmesi, sebatı ve metaneti.
Şimdi bunları
biraz açıklayalım:
1- İmanın Halâvet
Ve Lezzetini Duymak:
Şüphesiz bu,
gözünü haramdan sakınmasaydı elde edeceği nefsani lezzetten kat kat daha fazla
ve hoştur. Bir tat ve lezzet ki, kul onu Allah (c.c.) için bir haramı terk
etmekle elde etmiştir, bu tarif edilmez bir lezzettir. Zira sırf ilahi bir
bağış ve mükafattır. Nefis ise aslında, güzel şeylere bakmakla lezzet duyar ve
yaratılışı icabı bu gibi şeylere düşkündür. Göz ise kalbin bir nevi keşif kolu,
öncüsü ve elçisidir. Gözü, hoşlanıp lezzet duyduğu o şeye gönderdiği zaman,
eğer göz ona gördüğü şeyin çok güzel ve lezzetli olduğu haberini getirirse,
kalb de bu sebeble heyecanlanıp hareket eder ve o şey hakkında iştiyak duyar. Çoğu
zaman, böylece kendisini yorar ve kendisinin elçisi ve habercisi olan gözü de
yorar.
Demek ki gözü
çeşitli manzaraları seyretmekten alıkoyduğun zaman, kalbini arzu ve irade
külfetinden kurtarıp dinlendirmiş olursun. Bakışlarını
kayıtsız şartsız salıveren ise, hasretler içinde kalır. Zira bakmak,
kalbdeki sevgiyi fazlalaştırır ve bakılan şey hakkında bir ilgi başlatır. Sonra
bu ilgi gittikçe artarak düşkünlük, bağlılık ve aşk halini alır. Aşk, çok aşırı
derecede bir sevgidir. Sonra bu aşk, "şeğaf" denilen ve kalbin ta
kökünü ve içini saran bir sevgi haline gelir ki buna "gönlünü
kaptırma" da denilir. Daha sonra bu aşk ve şeğaf "teteyyüm"
halini alır ki, bunu da ancak "tapınma" ile ifade edebiliriz. Kalbin
kökünü ve tamamım saran ve tapınma haline gelen bir sevgi ile sevilen şey ise,
şüphesiz "ilah" edinilmiş olur. Bu suretle kalb, tapmılmağa ve kulluk
edilmeye layık olmayan bir şeye kul-köle olmuş bulunur, işte bütün bunlar,
kalbin habercisi olan gözün bakışı sebebiyle meydana gelmiştir ve büyük bir cinayettir.
Bir hükümdar durumundaki kalbin, esir durumuna düşmesine şebeb olmuştur. Kendi
hürriyetine sahib bulunan kalb, şimdi adeta zindana düşmüştür ve: "Bütün
bu başıma gelenler senin yüzündendir!" diyerek gözü suçlamaktadır. Göz
ise kendisine şöyle karşılık vermektedir: "Hiç haksız yere beni suçlama!
Ben sadece senin gözcülüğünü ve haberciliğini yaptım. Beni o manzaraları
seyretmeğe sen gönderdin."
Neticede böyle bir bela ve cinayete maruz kalan bir
kalb, aslında Allah sevgisinden nasibsiz bulunan bir kalbdir. Zira kalb,
sevgisiz ve ilgisiz yapamaz. Samimî ve tertemiz bir Allah sevgisinden mahrum
olunca, başka şeyleri Allah (c.c.) yerine koymaya, Allah'ı severcesine onları
sevmeye kalkışır. Halbuki insanın tapmır-casma ve kalbinin tamamını verircesine
seveceği, sadece Allah'tır. Allah'tan başka hak mabud bulunmadığı gibi, bu
şekilde sevilecek ve yönelinecek bir varlık da yoktur. Yegane mabud O olduğu
gibi, yegane mahbub ve matlub da yine O'dur. İşte kalb, böyle bir iman ve
ihlastan mahrum bırakılınca, kalkıp yaradılmışlardan mabud ve mahbub
edinmektedir. Hakiki sevgi ve aşkla dolu olan kalb ise, imanın tadına ve
lezzetine ermekte, ihlas ve Allah'a itaat sınırının dışına çıkmamaktadır.
Nitekim gerçek manâda kul olanlardan Yusuf (a.s.) ile ilgili bir ayette de bu
hususa işaret edilmiş ve şöyle buyurulmuştur:
"Böylece biz
kötülüğü ve fuhşu ondan çevirmiş olduk, çünkü o ihlasa erdirilmiş (seçkin ve
gerçek) kullarımızdandır." Yusuf : 24
İbret alınacak bir husustur ki, Mısır azizinin karısı
müşrik olduğu için o duruma düşmüştür, evli olmasına rağmen. Yusuf ise,
seçkin ve gerçek bir kul olduğu için, kalbinde Allah'a iman ve ihlas bulunduğu
için, bekar ve genç olmasına rağmen fuhuş ve kötülükten korunmuştur.
2- Kalbin
Nurlanması ve Feraseti:
Gözü haramdan sakınmanın
ikinci faydası da, kalbin nurlanması ve feraseti idi. "Her kim, zahirini sünnete ittiba ile,
batınını da murakabeye devam ile diri kılar da nefsini şehvetlerden, gözünü
haramlardan korur ve daima helal rızık ile geçinecek olursa; kalbin ferasetinde
hiç hataya düşmez."
Bilindiği gibi
Yüce Allah, kitabında bize Lut (a.s.)m kavmini de anlatmıştır. Bunu hikaye
ettikten sonra buyurmuştur ki:"Şüphesiz
bunda işaretten anlayanlara nice ibretler vardır." Hicr : 75 İşte
burada beyan edilen ve "işaretten
anlayanlar" olarak vasıflandırılanlar, kalbleri feraset sahibi olanlardır. Bunlar, gözlerini haramdan
sakınan, fuhşa tenezzül etmeyen kimselerdir. Unutmayalım ki, aynı zamanda yüce
Allah, iman ehli olanlara, "gözlerini
haramdan sakınmalarını, ırzlarını gerçek manâda -komşularını" emrettikten
sonra şöyle buyurmuştur: "Allah,
bütün göklerin ve yeryüzünün nurudur."
Gerçekten anlayanlar için, bundaki ibretler ne kadar büyüktür! Acaba
bundaki sır nedir ve nasıl açıklanır? Biz burada şu kadarını söyleyelim:
Ceza ve mükafat daima işlenen işin
cinsindendir.
Her kim gözünü, Allah'ın kendisine haram kıldığı şeylerden sakınırsa, Allah
(c.c.) onu, onun cinsinden ve de ondan çok hayırlı olan bir şeyle
mükafatlandırır. Göz nurunu haramdan sakınan kuluna, kalb ve gönül nurunu artırmakla
karşılık verir. Böylece bu kul, başkalarının (yani gözünü haramdan
sakınmayanların) göremediği şeyleri görür gibi olur. Zira onun kalb gözü
açılmış, basiretinin nuru artarak feraset ehli olmuştur. İnsan bu hali, kendi
nefsinde duyup taşıyabilir. Zira kalb aslında ayna gibidir. Nefsanî ve hevaî
arzular ise, bu aynaya arız olan kirlerdir. Eğer kalb, nefsanî kirlerden
korunmuş veya bunlardan temizlenmiş ise, hakikatlerin suretleri bu kalbe
olduğu gibi akseder. Böyle bir kalb, hakikatleri olduğu gibi görür de, bâtılı
hak zannetme hatasına düşmez. Daima ihlas ve yakın halinde bulunur.
Nefsanî ve hevaî
kirlerle mülevves olmuş bir kalb ise, hakikatleri olduğu gibi göremez. Böyle
bir kalbdeki bilgiler, kat'î bilgi olmaktan uzaktır, zan ve tahmin kabilinden
şeylerdir. Tabiî kalbden dışa sızan, konuşulan kelamlar da hep saçma sapan
şeylerdir.
3- Kalbin
Kuvvetlenmesi, Sebatı ve Metaneti:
Evet, gözü
haramdan sakınmanın üçüncü faydası da bu idi. Yüce Allah, böyle bir kuluna,
artık nusret ve hüccet saltanatını da bahsetmiştir. Onu gerçekten aziz kılıp.
"Şeytanın gölgesinden bile korkup
kaçtığı bir kul" haline getirmiştir. Nitekim eserde şu müjde
verilmiştir: "Şeytan, nefsani
arzularına muhalefet eden bir kimsenin, gölgesinden bile korkup kaçar!"
Bunun tersine, nefsine kulluk eden kişi de, zillet ve meskenet vadilerine
yuvarlanır. Zira Allah'ın isyankâr kuluna vereceği, zillet ve meskenet;
itaatkâr kuluna vereceği de şeref ve izzettir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'in şu
ayetleri bunu açıkça ortaya koymaktadır:"...Üstünlük ancak Allah'a, O'nun elçisi'ne ve mü'minlere mahsustur. Fakat
münafıklar bilmezler." Münafikûn : 8 "Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer gerçekten mü'min-lerseniz, mutlaka siz
üstün geleceksiniz." Al-i İmran : 139 "Kim izzet istiyorsa, bilsin ki izzet tamamen Allah'ındır. (Allah onu
dilediğine verir.)" Fatır : 10
Demek ki dünyada
ve ukbada izzet ve şeref isteyen, izzet ve şerefin tamamının gerçek sahibi
bulunan Allah'a itaat edecek ki buna nail olabilsin. Allah'a itaat yolunun ise,
iki büyük prensibi: İman-ı sahih ve
amel-i salihtir. Bu iki esasın dışında elde edilmek istenen izzet ve
şerefler, geçici ve yalancı şerefler olabilir. îslam büyüklerinden bazıları bu
konuda şöyle demişlerdir: "İnsanlar
çoğu kerre izzet ve şerefi hükümdarların kapılarında aramaktadırlar. Halbuki
bunun gerçek yolu, Allah'a taat ve kulluktur."
Hasan Basrî de
şöyle demiştir:"Onlar, rahvan
yürüyüşlü atlar üzerinde debdebe ve tantana ile yürüseler de Allah'a isyan
halinde bulunmanın zilleti kalblerihi sarmıştır. Allah, kendisine isyan
edenleri aziz kılmaz. Allah'a itaat halinde bulunan kul ise, Allah'ın
dostudur. Allah, kendisini seven kulunu zelil eylemez. Nitekim Kunut Duasında
da buna işaret edilmiştir." Kunut Duasında geçen bu cümleler şu
mealdedir:"Allah'ım, beni de
hidayet ve afiyet verdiğin, ilahi sevgine ve dostluğuna erdirdiğin kulların
arasına kat. Sen elbette Seni yegane dost edinen kulunu zelil, Sana düşmanlık
edeni de aziz eylemezsin! Rabbimiz, Sen ne kadar büyük ve yücesin."
Ebu Davud: 1425
Burada esas
bilinmesini istediğimiz şey, kalbin gelişip kemale ermesinin, önce temizlenmiş
olması şartına bağlı olduğu hususudur. Nitekim bedenin gelişip olgunlaşmasında
da durum böyledir. Sıhhati bozan şeylerden bedenin arınmış olması
gerekmektedir. Aksi halde sağlığına kavuşamadığı gibi, gelişip olgunlaşamaz
da... İşte yüce Allah'ın bir ayeti de şu mealdedir:
"Ey insanlar, şeytanın adımlarını izlemeyin.
Kim şeytanın adımlarını izlerse, o ona edebsizliği ve kötülüğü emreder. Eğer
size Allah'ın lütiu ve rahmeti olmasaydı, hiç biriniz asla temiz-lenemezdi.
Fakkat Allah dilediğini temizler. Allah işitendir, bilendir." Nur :
21
Yüce Allah bunu,
zina ve iftira gibi kötülükleri haram kıldığım bildirdikten sonra buyurmuştur
ve böylece, kalbin temizliğe ermesinin bu gibi kötülükleri bırakmaya bağlı
bulunduğu hususunda biz kullarını uyarmıştır. Bir eve varıldığında, izin
almadan o eve girmemek hususundaki ilahi buyruk da böyledir ve şu mealdedir:
"...Ve eğer
size "dönün" denilecek olursa, (girmekte ısrar etmeksizin) dönünüz.
Bu sizin için daha temiz bir harekettir. Allah yaptıklarınızı bilendir."
Nur : 28 Demek ki ev sahiplerinin "şimdi
müsaid değiliz, dönünüz" demesi halinde girmek için ısrarda bulunmak,
kalbin temizliğine ve islam adabına uygun değildir. Zira ev sahiplerinin bu
durumda kendilerine göre bir özrü var demektir. Onların özrünü kabul ederek
geri. dönmekte ise, tıpkı gözü bir harama bakmaktan geri döndürmek gibi,
temizlik ve iyilik vardır.
Güzel ahlak ve
manevi temizlik esaslarının kaynağı bulunan kitabımız Kur'an-ı Kerim'in bu husustaki
irşad ve uyarıları pek çoktur. Burada bunlardan bazılarını daha görmemizde,
çok faydalar vardır. Yüce Allah bir ayetinde şöyle buyurur: "Doğrusu mutluluğa ermiştir, hakkıyla
temizlenip arman; Rabb'ının adını anıp da namaz kılan..." Alâ : 14-15
Yüce Allah
kitabının bir yerinde de, Musa'nın (a.s.) Firavun'a şöyle hitap ettiğini
bildirmektedir: "Ey Firavun, nasıl
güzelce arınmak ister misin?" Naziat : 18 Bu ayetin tefsiri üzerinde
duran alimlerimizin çoğu bunu: "Nasıl,
Allah'ın birliğine inanmaya gönlün var mı?" diye açıklamışlar, yani tevhid ile tefsir etmişlerdir.
Demek ki Musa (a.s.) onu, "Allah'tan
başka hiç bir İlah yoktur" demeye ve bu suretle şirkten arınmaya
çağırmıştır. Şüphesiz imanın ve manevi
temizliğin esası da budur. Bu islamî tevhid'e inanmaktır. Zira bu tevhid'e
inanan bir kimse, Allah'tan başka varlıkların hiç birinin ilah olamayacağına,
Allah'tan başka hiç bir varlığın tapmılmaya layık olmadığına inanmış ve Allah'tan
başkasına tapınmaktan kurtulup korunmuş olur.
Tezkiye Nedir?
Tezkiye: Bir şeyi temiz
kılmak, arı ve duru bir hale getirmek demektir. Bu, bazan da "bir şeyin arı ve duru olduğunu kabul etmek,
haber vermek anlamına gelir." İkinci manâya göre ise: "Onun temiz olduğunu kabul ettim, haber
verdim" anlamına gelir. İşte Necm Süresindeki "tezkiye" ile ilgili ayet: "Artık kendinizi tezkiye etmeyiniz, yani
temize çıkarıp övmeyiniz" anlamındadır. Yoksa birinci manâda değil,
yani "kendinizi temizleyip
arıtmayınız" anlamında değildir. Bu anlamda olmadığım, aynı ayetin
sonundaki cümle de göstermektedir. Zira bazı insanlar: "Biz, nefislerini arındırmış, kalblerini
temizlemiş, salih kişileriz. Takva ehli iyi kullarız" diyerek
kendilerini temize çıkarıp övünüyorlardı. Bu ayet inerek onlara ve dolayısıyla
herkese: "Artık kendinizi temize
çıkarıp övünmeyiniz! İyi biliniz ki, kimin takva sahibi olduğunu, kimin
kalbinin daha teiniz bulunduğunu en iyi bilen Allah'tır" diyerek
irşadda bulundu. Necm : 32
Zeyneb validemize
ana-babası "Berre" adını
vermişlerdi. O'nun bu adla anılması iyi karşılanmamış, "Kendisini beğenip övünüyor"
denilmiş. Zira "Berre",
iyilik yapan, iyi insan anlamına geliyordu. Bu sebeble Peygamber (s.a.v.) onun
adını değiştirip, kendisine "Zeyneb"
adını vermiştir ve; "İçinizden
hanginizin iyilik ehli olduğunu Allah daha iyi bilir" buyurmuştur.
Müslim: 2141
İnsanların nefislerini, ruh ve kalblerini tezkiye
edecek olan da Allah'tır. Allah, nefisleri tezkiye buyurur, nefisler de
Allah'ın bu tezkiyesini kabul eder ve felaha erer.
Allah'ın
yasaklarını alenen çiğnemekten çekinmeyen günahkarlar; silik ve sönük
şahsiyetlerdir. Hattâ şahsiyetsiz, mürüvvetsiz kimselerdir. Çirkin ve kötü
işleri irtikab edenler, nefislerini kirletmiş ve helak etmiş olurlar. İyilik ve
güzel amel yapanlar ise, nefislerim temizlemiş, yükseltmiş olurlar. Böylece
kemale ve cemale ererler. Ebedi felah ve saadete, izzet ve mutluluğa nail
olurlar.
9- KALBİN,
BİRTAKIM KİR VE PASLARINDAN TEMİZLENMESİ
Rabbimiz şöyle
buyurmaktadır:"Ey elbisesine
bürünen, kalk uyar! Rabbini tekbir at, elbiseni temizle!" Müddessir :
1-4 Yine bu konuda Yüce allah (c.c.) şöyle buyurur "Onlar (o küfürde yarış
edenler ve münafıklık yapanlar) öyle kimselerdir ki, Allah onların kalblerini
temizlemek istememiştir. Onlar için dünyada rezillik var ve yine onlar için
ahi-rette de büyük bir azab vardır." Maide : 41.
Yukarıda
gördüğümüz gibi, ilgili ayette: "...Elbiseni
temizle" bu vurulmuştur. Müfessirlerin çoğunluğu, buradaki elbiseden
maksadın kalb olduğunu, "elbiseyi temizlemekken maksadın da ahlakı
ve amelleri ıslah etmek olduğunu söylemiştir.
Helalinden
giyinmek, giyilen elbisenin ve kullanılan diğer eşyanın temiz tutulması ise,
aslolan kalb temizliğinin tamamlayıcısı durumunda olan görevlerdir. Her ne
kadar zahiren emredilen bu ise de, bunun ve diğer zahiri şeylerin, manevi ve
kalbî temizlikle büyük bir irtibatı vardır. Kalbin temizliğiyle ilgisinden
dolayı bunlar emredilmiş bulunursa; bizzat kalbin temiz tutulmasının
emredilmiş olması ise, bundan önce gelir.
Ayette: "Allah'ın kalblerini temizlemeyi murad
etmediği kimseler"den söz edilmişti. Ayette bunların "küfürde yarış eden ve münafıklık yapan
kimseler" olduğu bildiriliyordu. Aynı zamanda ve az yukarıda,
bunların, "yalana kulak veren,
ilahi kelimelerin yerlerini değiştirerek bozan" kimseler olduğu haber
veriliyordu. Demek ki Kur'an'm açık beyanına göre, batıl ve yalan şeylere kulun
kulak vermesi ve bunu kısa zamanda terketmey-ip de alışkanlık haline getirmesi;
o kulun, yalanı ve batılı seven, hak ve hakikatten hoşlanmayan, hakkı red ve
inkardan aciz kaldığı zaman da tahrife yönelen bir kimse haline gelmesi ile
neticeleniyor. Yani önceleri sadece yalana ve batıla kulak veriyorken, daha
sonraları bu; batılda ısrar eden, inkar edemediğini tahrif edecek kadar azıp
sapıtan bir kişi haline gelmesine sebep oluyor. Günah günahları, batıl birçok
batılları doğuruyor.
Nitekim İslam'dan
sonra meydana gelen inanç fırkalarından Cehmiye
Mezhebi mensupları da, bu yahudilik ve münafıklık ahlakı ile ahlaklanmışlar, Allah'ın
yüce zatını tanıtan sıfatlarla ilgili hadisleri "tevil" adı altında tekzib ve inkar etmekten sakınmamışlardır.
Bazan böyle yapmışlar, bazan da: "Bu
hadisler, âhâd haberleridir. Allah'ın Zatını, isim ve sıfatlarını tanıma
konusunda bunlara itimad etmek doğru olmaz!" diyerek reddetmişlerdir,
İşte bunlar ve bunların benzerleri; ilgili ayette haber verilen ve haklarında:
"Onlar öyle kimselerdir ki, Allah
onların kalblerini temizlemeyi murad etmemiştir" buyuruları kimselerdir.
Eğer böyle olmasaydı, onlar Allah ve Rasulü'nün kelamını bırakmaz, batıl
hayallere düşmezlerdi.
Kendilerinin
tasavvuf ehli olduklarını söyleyen birtakım şatahât ehlinin durumu da böyledir.
Onların da kalbleri temiz olmadığı ve "Allah'ın kalblerini temizlemeyi
murad etmediği kimseler"den oldukları içindir ki, Allah ve Rasulü'nün
kelamını bırakmışlar, birtakım batıl hayallerin peşine düşmüşlerdir. İmanı ve
Kur'anî semai bırakmışlar, şeytanî ve nefsanî semahların içine dalmışlardır.
Kalb ve ruhlarının huzur ve sükununu, taharet ve itmi'nanını güya bunda
aramaktadırlar. Allah ve Rasulünün kelamına karşı ise istiğna gösterirler,
kendilerinin buna muhtaç olmadığını zan ve iddia ederler. Halbuki, "Kelamullah" kalb ve ruhların
gıdalanması için sonsuz bir hazinedir. Nitekim Osman bin Affan (r.a.), bu
konuda şöyle buyurmuştur: "Kalblerimiz
iyice paklık ve temizliğe erse, Allah kelamı olan Kur'an'dan doymasına imkan
yoktur."
"Kalb-i Selim", "Kalb-i
Tahir" dediğimiz gerçekten temiz olan kalbe gelince: Elbette ki "temiz kalb", hayatı ve nuru kemale
ermiş ve birtakım kirlerden temizlenmiş olması hasebiyle asla Kur'an'a doymaz.
Kur'an'm hakikatlerinden başka şeylerle gıdalanmaz, Kur'an'm devalarından
başka ilaçlar ile tedavi olmaz. Allah'ın temizlemeyi murad etmediği kalbler
ise bunun aksinedir. Onlar da kendilerine uygun şeylerle gıdalanır ve yine
kendilerine uygun şeyleri deva diye kullanır. Zira çeşitli kir ve pisliklerle
dolu bir kalb, çeşitli mikroplar ile hastalanmış bir beden gibidir. Böyle bir beden, sıhhatli bedenlerin gıdasıyla
gıdalanamayacağı gibi, böyle bir kalb de sıhhatli kalblerin gıdalandığı şeyle
gıdalanmaz; ancak kendisine uygun şeylerle gıdalanır.
Bizim burada işaret etmek istediğimiz
husus;
Allah'ın temizlenmesini irade buyurmadığı bir kalb, dünyada rezillik, ahirette
de azab görecektir, hususudur. Kalbin kirlilik ve habaset derecesi ne kadar
ise, göreceği rezillik ve azab da o kadar olacaktır. Bunun sebebini de ilgili
ayet, gayet açık bir şekilde bildirmiş; "Onların küfürde yarış ettiklerini,
münafıklık yaptıklarını, Kur'an'a değil de batıla ve yalana kulak verdiklerini
ve sonunda batıla dost olduklarını, inkarı zor gelen hakikatleri de tahrif edip
batıl şekline soktuklarını ve böylece, hakkı yalanlamakta ısrar
gösterdiklerini" haber vermiştir.
Unutulmasın ki,
ebedî saadet yurdu cennete de ancak selim ve tahir kalb sahipleri
girebilecektir! Zira cennet, "Temiz
olanların yurdudur." Bu sebepledir ki onlar cennete girecekleri zaman
kendilerine: "...Temizlendiniz, hiç
çıkmamak üzere cennete giriniz!" Zümer : 73 denilecektir. Temizlenmiş
olmaları sebebiyle cennete girecekleri kendilerine hatırl atılacaktır.
İnsanın bir
imtihan evi bulunan şu dünyadaki hayatı sona erdiği ve vefat etmek üzere
bulunduğu bir anda, kendisine böyle büyük bir müjde de verilecektir. Tabiî
selîm ve tahir kalb sahibi olanlara... Yoksa herkese değil...
Kitabımız Kur'an-ı
Kerim'de bu hususla ilgili olarak da ayetler vardır. Bunlardan biri şu
mealdedir: "Melekler, iyi insanlar olarak canlarını aldığı kimselere de:
"Selam size, yaptıklarınıza karşılık cennete giriniz" derler."
Nahl : 32
Tam kirli ve habis olan birisi cennete giremeyeceği
gibi, kendisinde az çok kir bulunan biri de doğrudan cennete giremez. Evet, dünyada tam
manâsı ile temizlenmiş ve Allah'a tertemiz olarak kavuşmuş bir kul, doğrudan ve
bir engelle karşılaş maksi zın cennete girer.
Temizlenmemiş olan bir kimseye gelince: Eğer onun kiri ve
habaseti aslî ise, yani kendisi kafir olduğundan aynen necis ise, hiç bir
şekilde cennete giremez. Eğer necaseti, kesbî ve arızî ise, bunlardan
temizlendikten sonra cennete girer. Bir kere cennete girdi mi, bir daha da
ondan çıkmaz. Hattâ aslında ehl-i iman oldukları için cennetlik olanlar,
cennete girmek üzere sırattan geçtikten sonra, ayrıca karşılarına çıkan bir
köprü üzerinde durdurulurlar. Bu köprü de cennet ile cehennem arasındadır.
Onlar burada bir miktar bekletilirler, üzerlerinde bulunan kir bakiyesinden de
iyice temizlendikten ve cennete tam layık bir şekle getirildikten sonra, gidip
cennete girerler. Yani orada böylece tehzib ve tezkiye olunduktan sonra,
kendilerinin cennete girmeleri için izin verilir.
Yüce Allah, yüce hikmetiyle cennete
girmeyi, temizlenmiş ve arınmış olmak şartına bağlamıştır. Bu manevi
temizliğin en büyük ibadet esaslarından biri ve dinin direği olan namaz
ibadeti için de, temizlenmiş olmayı şart kılmıştır. Kişi, hadesten ve
necasetten temizlenmedikçe namaza ve namaz yoluyla ilahi huzura duramaz.
Temizlenmemiş, dışını paklayıp arındırmamış olan kimsenin namaza durması mümkün
olmadığı gibi, birtakım kir ve paslardan kalbini arındırmamış olanların cennete
girmeleri de mümkün değildir. Demek ki taharet ve temizlik deyince, bunun da
iki cepheli bir görev olduğunu unutmamamız gerekmektedir. Biri için, diğeri de
dışın temizliği... Bu her iki temizlik, etle tırnak gibi birbirine bağlı...
Kalb temizliği asıl ve şart... Beden temizliği de onun kemali bakımından
mutlaka gerekli ve farz... İşte bu yüzdendir ki, namazın da birtakım şartlan
vardır. Bunlardan biri de abdest almaktır. Abdest alacak müslümanlar için,
abdestlerinin akabinde şöyle demeleri meşru kılınmıştır: "Ben şehadet ederim ki; Allah'tan başka ilah
yoktur! Yine şehadet ederim ki: Muhammed O'nün kulu ve elçisidirt Allah'ım,
beni tevbe edenlerden ve güzelce temizlenip paklananlardan eyle..."
Müslim 17
Burada su ile
abdest alarak bedenini temizleyen müslüman, tevbe ile de kalbini temizlemiş
olur. Kelime-i şehadet'i okuyarak da, imanını yenilemiş ve takviye etmiş
olmaktadır. Böylece dış ve iç temizliği yaptıktan sonra, artık ilahi huzura
girmeye elverişli bir hale gelmiştir. Artık namazı Açış Tekbiri'ni alarak ilahi
huzura girebilir, O'na olan kulluğunu, dua ve münacaatmı arzedebilir.
peygamberimiz'in
(s.a.v.) bir dua ve münacaatı da şu mealde idi: "Allah'ım, beni günah ve hatalardan pak eyle! Allah'ım, beni, beyaz
elbisenin kirlerden arınıp temizlendiği gibi, günah ve hatalardan temizle!
Allah'ım beni, kar ile, dolu ile, soğuk su ile pak eyle!" Müslim: 147
"Günahlar ve
hatalar, kar ile, dolu ile, soğuk su ile nasıl temizlenir?" Temizliğin
bunlara tahsis edilmiş olmasının hikmetinin nedir.
"Manevi pas ve kirler ki biz onlara günahlar
ve hatalar diyoruz, kalbde birtakım hararet, kirlilik ve zafiyet meydana
getirir, kalbi sarkıtır ve onda şehvet ateşini yandırır. Hata ve günahlar
kalb için, ateşi alevlendiren ve kuvvetlendiren odun gibidir. İşte bu sebeble
hata ve günahlar çoğaldıkça, kalbin şehvet ve ateşi de o nisbette çoğalır ve o
nisbette zayıf düşer. Soğuk su ise, ateşi söndürür, harareti giderir. Bedene
bir kuvvet ve zindelik kazandırır. Eğer soğuk suya ilaveten kar veya dolu da
alınacak olursa, daha fazla zindelik kazandırır. İşte buradan anlıyoruz ki,
ilgili hadisde: "Kar ile, dolu ile, soğuk su ile temizle!"
buyurulmuştur. Yani kalbe daha fazla kuvvet ve zindelik vermesi için Cenab-ı
Hakk'a dua edilmiş olmaktadır."
Burada dört nokta vardır. Bunlardan ikisi
maddi ve hissidir, ikisi de manevidir. Su ve su ile temizlenen necaset
maddi ve hissî olduğu gibi, tevbe ve istiğfar ve bununla izale edilen kir ve
paslar da manevidir. Kalbin salâhı ve selameti ise, her iki yönden temizlik
olmadan tamamlanamaz. Maddi ve hissî temizlik, her ne kadar ikinci derecede
ise de, kalbin salâhı için manevi temizlik gibi şarttır. Aksi halde kalbin
salâhı kemale erdirilemez. Dikkat edersek peygamberimizıin hadislerinde bu her
iki cihete de temas edilmiştir. Özet olarak dört noktanın her birini de içine
almıştır. Bu, gerçekten mükemmel ve güzel bir beyandır.,
Malum olduğu
üzere, Peygamberimiz (s.a.v.), heladan çıktığı zaman: "Ey Allah'ım, şimdi ben Senden, Senin
mağfiretini istiyorum!" derdi. Ebu Davud: 30
Şüphesiz O'nun
böyle dua buyurmasında da bir sır ve hikmet bulunmaktadır. Diyebiliriz ki:
İnsan büyük abdestini yapıncaya kadar karnında tuttuğu şey, midesine ve
bedenine ağırlık ve eza verir. Bunu dışarı attığı zaman da rahat eder. Hatâ ve günahlar da kalbe eza ve ağırlık
verir, işte burada da iki eza verici, iki zararlı sözkonusudur.
Peygamberimiz (s.a.v.) ise heladan çıktıktan sonra Allah'a hamdediyor, istiğfar ediyor. Maddi eza vericiden halâs
bulduğu için hamdediyor, manevi eza vericiden halâs talebi sadedinde de
Allah'tan mağfiret istiyor. Bu suretlekalbin hafiflemesini ve istirahatini de
dua ve niyaz eylemiş bulunuyor. (Yani bizleri, bu şekilde irşad buyuruyor...)
Şirk, Zina Ve
Livata'da Bulunan Manevi Kir Ve Paslar
Yüce Allah'ın
Kitabı'na baktığımız zaman, şirk, zina ve livatanın necis ve habis olmakla
damgalandığım görüyoruz. Diğer günah ve ma-siyetler de böyle ise de, onlarda bu
damga yoktur. Kur'an'da bu hususla ilgili olarak vaki beyan ve kelamlara bir
kulak verelim: "Ey iman edenler,
biliniz ki Allah'a ortak koşanlar necistir (pisliktir)." Tevbe : 28
Livata, yani bir
erkeğin diğer bir erkekle cinsî münasebette bulunması günahını irtikab edenler
hakkında vaki beyan da şöyledir: "Lût'a da hüküm ve hikmet verdik ve onu,
habîs işler yapan bir kentten kurtardık. Gerçekten onlar, yoldan çıkan kötü
bir kavim idi." Enbiya : 74
Şirke ait habaset ve necaset iki kısımdır: Biri ağır ve
kaba, diğeri de hafiftir. Ağır ve kaba olanına "Şirk-i Ekber=büyük
şirk" denilir ki bu, Allah'ın affetmediği bir pisliktir. Zira ilgili
ayette de haber verildiği veçhile, Allah kendisine şirk koşulma günahını
affetmez. Şirke ait pisliğin hafif olanı ise "şirk-i asgar=küçük
şirk"tir.
Mesela: Yapılan bir işe azıcık riya karışması, bir
ameli kul için yapmak, gösterişte bulunmak, kul adına yemin etmek, kuldan
korkup kula sığınmak; küçük şirk olup "necaset-i hafife"dir. Aslında şirke ait
necaset, necaset-i ayniyedir. Yani şirk, aynen ve gerçekten bir pisliktir.
İlgili ayette: "...Müşrikler necistir" buyurulmuş olması da bunu
ifade eder. Zira "neces", aynen necis demektir. "Necis"
ise, pisliğe bulanmış şey demektir. Aslında pisliğe bulanan şey, aynen necis
değildir. Mesela bir elbise, aslında temiz olduğu halde, bir pisliğe
bulaştığında ona "necis" denilir ki, bununla pisliğe bulaşmış olduğu
anlaşılır, fakat o elbise hakkında "neces" denilmez. Allah'a ortak
koşanlara ise "neces" denilmiştir ki, onların aynen necis olduğunu
ifade eder. Necasetler içinde en necis olan şey, şirktir.
Zulümler içinde en büyük zulüm dahi, yine şirktir. Lügatte ve
şeriatte "neces"; kendisinden uzak kalınmak, kendisine dokunulmak
istenilmeyen ve kendisinden tiksinilen pislik demektir. Selim fıtrata sahib
olanlar, ondan şiddetle nefret ederler. Kalbîeri diri olan ve hayası çok kuvvetli
bulunan kimselerin ondan nefreti ise, herkesten daha şiddetli olur.
Aynen necis olan şeyler, ya sadece bedene veya kalbe
eza verir, ya da her ikisine de eza verir. Aynen pis olan bir şey, bazan
kokusu ile uzaktan eza verir. Bazan da yanma varmak veya dokunmakla eza verir.
Fena kokusu olmasa bile, görüntüsü ile tiksinti verenler de olur. Bazan zahiren
hissedilir, bazan da sadece manen hissedilir. Şirk, zina ve livata gibi
pisliklere bulanmış olan kimselerin, bedenlerinde zahiren hiçbir fena koku
bulunmasa bile, kalb ve ruhlarına birtakım fena kokular sinmiş olur.
Kalbleri diri ve iyice paklanmış olanlar, onların
kalblerindeki o fena kokuları hissederler ve bundan rahatsız olurlar. Fena kokan bir
pislikten, birisinin maddeten rahatsız olduğu gibi. Bazan da kalbdeki fena
koku, bedene ve bedenden ter vasıtasıyla dışa vurur. Her zaman ve herkeste
olmamakla beraber bazan terin fena kokması, bedenî ve maddi değil, ruhî ve
manevi olabilir. Bunu da herkes değil, ancak kalbîeri tam manâsıyla diri ve
temiz olan kimseler farkedebilirler. Bazan da kalbdeki temizlik ve iyilik
bedenin iç yapısına, oradan da ter vasıtasıyla dışa vurur ve gayet hoş kokar.
Bu sebeble Allah'ın salih kullarının ve peygamberlerin terleri hoş kokulu
olur. Sevgili peygamberimizin teri, pek hoş kokardı.
Nitekim Ümmü
Süleym hadisi bu hususta çok açıktır. Ümmü Süleym, peygamber efendimiz'in
terini toplarken, peygamberimiz kendisine ne yaptığını sormuş, o da: "Ey Allah'ın elçisi, senin mübarek terin,
güzel kokularımızın en güzeli olduğu için, onu, şişede sakladığımız kokuya
karıştırmak üzere topluyorum" cevabını vermiştir. Müslim: 2/1815
İyi bilinsin ki: Şirk; en büyük
zulüm, en büyük kabahat, en büyük kötülük olduğu için, Allah (c.c.) katında en
çirkin ve en çok buğzedilen şeydir. Bu sebeble o şirk cinayeti üzerine,
azablarm en şiddetlisini hazırlamıştır. Dünyada ve ahirette hiçbir günahın
azabı, şirkin azabı kadar olamaz.
Cenab-ı Hak,
şirkten başka hiçbir günah hakkında, bağışlamayacağını bildirmemiştir.
Yukarıda gördüğümüz ayette de, şirk ehlinin aynen necis olduklarını bildirmiş,
Harem-i Şerife yaklaşmaktan onları menetmiş, kestikleri hayvanların
yenilmesini haram kılmış, kadınlarının nikahlanmasım yasaklamış, kendileriyle
mü'minler arasındaki bütün iyi münasebetleri kaldırmıştır. Müşrikleri Zat-ı
İlahi-yesi'ne, meleklerine, peygamberlerine ve bütün mü'minlere düşman
kılmıştır.
Ehl-i iman ile onlar arasındaki barışı kaldırmış,
onların canlarım ve mallarını mü'minlere helal eylemiştir. İsterlerse iman
ve tevhid ehline, onların esir ve köle yapılmalarına da geçerlik vermiştir.
İşte bütün bunların sebebi, Allah'a şirk koşma günahının; Allah'ın Allahlığının
ve yarattıkları üzerindeki Rubûbiyet hakkının inkarı mahiyetinde oluşundandır.
Evet şirk; Rubûbiyet hakkını inkardır, ulûhiyyet azametini hiçe saymaktır.
Alemlerin Rabbı'na sû-i zan'dır.
Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır: "Allah
katında kötü zanda bulunan münafık erkeklere ve münafık kadınlara, Allah'a
ortak koşan erkeklere ve kadınlara da Allah az ab etsin, kötülükler kendi
başlarına gelsin diye... Zira Allah onlara gazab etmiş, onları lanetlemiş,
onlara cehennemi hazırlamıştır. Orası, ne kötü bir yerdir." Fetih : 6
Görüldüğü gibi yüce Allah, azabın, en şiddetlisini
müşrikler için hazırlamıştır. Çünkü onlar, Allah (c.c.) hakkında kötü zanda bulunmuşlar ve
sonunda açıkça Allah'a ortak koşmuşlardır. Eğer onlar, Allah (c.c.) hakkında iyi
zanda bulunsalardı, O'na ortak koşmazlar, mü'minler gibi Allah'ı
hakkıyla birler, "Hak Tevhid" ile tevhid ederlerdi.
Bilinen bir husustur ki, müşrikler putlarını zatında,
sıfat ve ef alinde Allah'a denk olarak bilmiş değillerdi. Esasında onların
böyle bir iddia ve inançları bulunmamaktadır. Onlar hiçbir zaman putlarının,
yerlerin ve göklerin yaratıcısı olduklarını, diriltip öldürdüklerini, alemde
tasarruf ve tedbir ettiklerini düşünmemişlerdir. Onlar sadece tapınmada, sevgi
ve tazimde putlarını Allah'a eş ve ortak edinmişler, bu bakımdan putlarını
Allah'a denk saymışlardır. Nitekim kendilerini İslama nisbet ettikleri halde,
şu veya bu şekilde Allah'a ortak koşanların hali de aynen böyledir. Şaşılacak
bir haldir ki, böyleleri evliya veya şeyhlerin kabirlerine, kendilerine veya
ruhaniyetlerine teveccüh edip sığınmak suretiyle İslami manâdaki tevhidi ihlal
ettikleri halde, kendilerini bu bakımdan ikaz eden islam alimlerini, "Evliya ve enbiyayı inkar etmek, onlara
tazim ve hürmette kusur etmekle" itham ederler!
Halbuki islam
alimlerinin onlara söyledikleri, Kur'an'm bu husustaki ayetlerini dile
getirmek ve şöyle demekten ibarettir: "Onlar da Allah'ın kullarıdır! Ne
kendileri, ne de başkaları için bir zarar veya fayda vermeye malik değillerdir.
Ölüm ve dirimde, haşir ve neşirde tasarruf edemezler. Allah izin vermedikçe,
şefaate bile yetkileri olamaz! Tevhid'i ihlal edenler için ise, hiç bir kimseye
şefaat izni verilmeyecektir. Ancak tevhid ehli için, Allah'ın izin vermesi ile
şefaat edebilirler. Emrin tamamı, şefaatin esası, sadece ve sadece Allah'a
aittir! Velayet dahi, mutlaka O'nundur! O'ndan başka veli, O'ndan başka şefi'
yoktur."
Gerek şirk, gerek
inkar, Allah hakkında kötü zanda bulunmaya dayanır. Bu sebepledir ki tevhid
ehlinin imamı olan ibrahim (a.s.), babasına ve kavmine hitaben: "Siz,
Allah'tan başka uydurma ilahlar mı istiyorsunuz?" demiştir. Saffat :
86Keza yine o, şirk koşanlara hitaben: "Sizin alemlerin Rabbı hakkında
zannmız nedir?" buyurmuştur. Saffat : 87
Her ne kadar ayetten zahir olan manâ: "Allah'ın
size nasıl bir muamele edeceğini zannediyorsunuz? Siz ki, O'na inandığınız
halde, O'nunla beraber başka ilahlara da ibadet edip O'na ortaklar koşuyorsunuz!
Akıbetinizin ne olacağını sanırsınız?" şeklinde ise de; bu zahir olan
manânın altında şöyle bir tehdid de
bulunmaktadır: "Allah'a, ne kadar kötü zanda bulunuyorsunuz? O'nun
hakkında zannmız nedir ki O'ndan başkasına ibadet ediyorsunuz?" Evet, bu
ayette böyle bir tehdid de vardır. Çünkü Allah'a orta koşan kimse; her hal ü
kârda Allah'a kötü zanda bulunmaktadır!
Şöyke ki: Müşrik, ya Allah'ın alemi tedbir ve
tasarrufta bazı vezir ve yardımcılara ihtiyacı bulunduğunu zannetmektedir,
yahut da Allah'ın kudretinin, ancak o ortak koştuklarının kudretleri ile tamamlandığı
zannmda bulunmaktadır. Bunların her birinin Allah (c.c.) hakkında ne kadar kötü
bir zan, kötü bir inanış olduğu ise meydandadır. Üçüncü olarak da müşrik,
aradaki vasıta ve yardımcılar olmasa, Allah'ın ilminin onlara ulaşmayacağını
düşünmüş olabilir. Veya aradaki vasıta olmasa, Allah'ın rahmet ve inayetinin
kuluna ulaşmayacağını zanneder. Bütün bunların; Allah'a eksiklik ve kusur
isriad etmek olduğu ise, aşikârdır. Onlar böyle kötü zanlara ve batıl
inanışlara düşerken, hiç şüphesiz Allah'ın kulları ile olan muamelesini, dünya
hükümdarlarından birinin, idaresi altında bulunan insanlardan bazılarına olan
muamelesi ile kıyas ederek sapıtmışlardır.
Şu veya bu şekilde Allah'a ortak koşan bir kimse; Allah'a eksiklik
veya acizlik isnad etmeyi asla kasdetmemiş bile olsa; mutlaka bu duruma
düşmektedir. Çünkü şirk, Allah'ın rububiyet ve ulûhiyetine noksanlık isnadını
ilzam etmektedir. Şirk üzere ölen bir kulu, yüce Allah'ın asla affetmediğini
düşünürsek; bu hususu daha iyi anlamış oluruz. Aksi halde Allah'a şirk koşan kimse,
bütün kulların en bedbahtı olmaz, ebe-. diyen cehennemde kalmazdı. Müşrik, ne
kadar kendisinin Allah'a tazimde bulunduğunu sanırsa sansın, neticede Allah'a
eksiklik isnad etmiş olur! Nitekim, sünneti bırakıp bid'ate yönelen bîrinin de,
mutlaka hazreti peygamberi itham etmiş olduğu gibi...
O; her ne kadar bu bid'atini işlemekle dinde daha iyi,
daha faziletli bir şey yaptığını ve Rasulüllah'a ta'zimde bulunduğunu sanırsa
da, onun bu zannı da şüphesiz yersizdir. Eğer O, irtikab ettiği bid'atinin, sünnet'den
daha hayırlı olduğunu veya onun sünnet olduğunu bilmiye-rek iddia ederse, işte
bu duruma düşmüş olur. Eğer bid'atinin "bid'at" olduğunu bilerek
irtikab eder ve bu bid'atin sünnet'den evla olduğu iddiasında bulunursa, bu
takdirde hem Allah'a, hem de Rasulüllah'a karşı çıkmış olur.
Allah'a ve Rasulüllah'a eksiklik isnad
eden insanlar iki sınıftır.
Bunların biri ehl-i şirk, diğeri de ehl-i bid'at
olanlardır. Mesela
ilm-i kelam ehlinden olup da: "Allah'ın ve rasulünün kelamı; lafzı deliller
olup zan ifade eder, yakın ve kat'iyet ifade etmez!" diyen bir kimsenin
hali böyledir. Yüce Allah, müslümanlara imdad eyleyip basiretler versin!
Acaba, "Allah'ın ve Rasulüllah'm kelamı ilim ifade etmez!" demekten
daha büyük cür'et olabilir mi? Acaba hangi söz, böyle bir sözden daha fazla
Allah ve Rasulüllah'a noksanlık isnad etmiş olur?
Keza teşbih
(benzetmek) veya tecsim (cisimlendirme) olur korkusuyla, Allah'ın kemal
sıfatlarını red ve inkar eden kimsenin durumu dahi böyle değil midir?
Maksadımız: Bu noktada, gerçekten
Allah'a ve Rasulüllah'a eksiklik isnad edenlerin kimler olabileceği hakkında
bir fikir vermektir. Elbette kî, Allah ve Rasulüllah'm kelamına tam bir
teslimiyet ile itimad ve itibar edecekleri yerde, şirk ve bid'ate kaçan
insanlar; Allah'a ve Rasulüllah'a eksiklik isnad edenlerin en büyüğüdür!
Şeytan onlara öyle bir vesvese ve vehim vermiştir ki, kendi batıllarını hak,
eksikliklerim kemal zannetmektedirler. Bu yüzdendir ki bid'at, daima şirkin
karini (ayrılmaz arkadaşı) olmuştur! Yüce Allah'ın şu ayetine, iyi kulak verelim
ve hakikatin nasıl beyan edildiğini görelim:
"De ki:
Rabbim, ancak kötülükleri, gerek açığını, gerek gizlisini, günahı ve haksız
yere saldırmayı; hakkında hiç bir şey indirmediği bir şeyi Allah'a ortak
koşmayı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyler söylemenizi haram
kılmıştır." A'raf : 33
Evet, günahkarlık
ve haksızlık birbirinden ayrılmadığı gibi, şirk ile bid'at da birbirinden
ayrılmaz! Bunlar, birbirinin karînidirler.
Günah Ve İsyanların Hükmü
Günah ve isyanlar
dahi manen necistir, fakat mahiyetleri itibariyle ve şirke kıyasla bunlar
farklıdır. Yani bazı günah ve kötülükleri irtikab etmek; Allah'ın rububiyyetine
karşı ithamda ve kötü bir zanda bulunmuş olmayı gerektirmez. Bunun içindir ki
Allah; günahlara» şirk üzerine koyduğu hüküm ve cezaları koymamıştır. Nitekim
bunların şeriattaki durumları da birbirinden farklı olmuştur. Bilindiği gibi
şeriatte, necaset-i hafife affedilmiş tir. Taharet mahallindeki az necasetin
affedildiği gibi. Nitekim ilgili bir hadiste: "Biriniz, hacetini görmeye gittiği zaman, yanında üç adet taş götürsün
ve onlarla taharetlensin! (Suyun bulunmadığı hallerde) bu kendisi için yeterli
olur" buyurulmuştur. Ebu Davud: 1/37
Keza ayağa giyilen
mestlerin, ayakkabıların altına bulaşmış bulunan az miktardaki pislik de
affedilmiştir. Nitekim bu hususta da hadis vardır. Keza süt emen çocuğun bevli
ve daha bazı şeyler de affedilmiştir. Fakat durum, necaset-i galîza denilen
kaba pisliklerde böyle değildir.
Keza küçük günahlar da bazı vesilelerle affedilirken,
büyük günahlarda durum farklıdır. Halis ve Hak Tevhidine hiç bir şirk
şaibesi karıştırmayan gerçek bir muvahhidin, nice günahları affedilirken, böyle
olmayanların durumu da farklıdır. Yani halis tevhid ehlinden affedilen günah
ve kusurlar, tevhidine şirk bulaştıranlardan da affedilecek değildir. Çünkü
tevhidi üzerinde titizlik gösteren kulun, Allah (c.c.) yanındaki yeri ve değeri
başkadır! O kadar başkadır ki, hiç bir şeyi ve hiç bir kimseyi Allah'a asla
ortak koşmayan bir kul, yer dolusu günahlarla Allah'ın huzuruna çıkmış olsa,
Allah da o kulunu yer dolusu mağfiretle karşılayacaktır!
Nitekim yüce
Allah'ın kerim elçisi bunu, böylece Allah'ın kullarına müjdelemiş ve ilgili
hadislerinde şöyle buyurmuştur: 'Yüce
Allah buyurdu: "Ey Ademoğlu, eğer sen yer dolusu günahla bana gelsen,
fakat hiçbir veçhile ve hiçbir şeyi bana ortak koşmamış olsan, ben seni yer
dolusu mağfiretle karşılarım.” Tirmizi: 3540
Fakat, günahlar ve isyanlar denildiği zaman, zina ve
livata gibi günahlar üzerinde ayrıca durmak gereği vardır. Çünkü bunların
necaseti, diğer günahların necasetinden daha galizdir. Kalbi ifsad etmekteki
menfî te'sirleri çok korkunçtur. O nisbette de tevhidi zayıflatıcıdır. Bu
sebebtendir ki, bu iki günaha mübtela olanların çoğu, tevhidlerini zayi edip
şirke düşmüşlerdir. Evet bu iki büyük günahın, böylesine tahribatı vardır.
Tevhid ne kadar halis olur, mü'min tevhidinde ne kadar ihlash ve kuvvetli
bulunursa, bu günahlardan ve şirkten o nisbette uzaklaşmış olur. Yusuf la
(a.s.) ilgili ayette dahi buna işaret vardır. Bu ayette meal-en şöyle
buyurulmuştur: "Böylece biz
kötülüğü ve fuhşu ondan çevirmek istedik; çünkü o, ihlasa erdirilmiş gerçek ve
seçkin kullarımızdandır." Yusuf : 24
Şunu tekrar ve kesin olarak belirtelim ki, insanın
kalbini ve maneviyatını ifsad etmekte, zina ve livata kadar tahribkâr olan
başka bir günah yoktur! Bu yüzdendir ki bu iki günaha fuhuş denilmiştir.
Kötülük ve çirkinlikte çok aşırı olmaları, bu şekilde vasıflan-malarma sebeb
olmuştur. Kalb ise, ne nisbette fesada uğrarsa, o nisbette Allah'tan
uzaklaşır. Bir kalb, çirkinlikte en ileri bulunan bu günahlarla kirlenince,
elbette ki temizlik ve kudsiyet kaynağı olan yüce Allah'tan, son derece
uzaklaşmış olur ve manen ölür... Bu kötülük ye çirkinlikte ne kadar ileri
giderse, o derece Allah'tan uzaklaşmış olur.
Açıkça bilinmesi gereken bir husus da, bizim
şeriatımız, şeriat-ı kamile'dir! Böyle kamil bir şeriate layık olan da, akl-ı
selim ve fıtrat-ı selimenin çirkin gördüğü bir şeyi kabul etmemektir. Bizim şeriatımıza
göre, evlenmek yoluyla kurulacak olan ailenin ve insan neslinin sıhhati ve
güzelliği, Allah'ın insanlara olan en büyük nimetlerinden biridir. Zina fî'li
ise, buna aykırıdır ve neslin sıhhatini, temizlik ve güzelliğini fesada
vermektedir. Neslin bozulmasına ve karışmasına sebeb olan zina, işte bunun için
çok çirkin bulunmuş ve ona fuhuş denilmiştir. Ve fuhuş yapan bir kadının
nikahlanması, nice mehasin ve maslahatlarla dolu bulunan yüce şeriatimiz
tarafından haram kılınmıştır. Ancak zina eden bir kadın veya erkek, bundan
ciddi bir şekilde pişman olup gerçekten tevbekâr olur ve bu kötü işten tamamen
uzaklaşır ise; bu takdirde onunla nikahlanmak da sahih olur. Keza yüce
Allah'ın hükmünün ve insanlara verdiği temiz fıtrat ve aklın bir güzelliği de,
evlenmenin aynı zamanda meveddet ve merhamete vesile kılınmasıdır.
İşte, müşrik olan
da, tevhidini halis,kılan mü'minden hoşlanmamakta, bid'ata dalan da sünnet'e
sımsıkı sarılanı kınayıp gitmekte, bazı adamların sözlerine aldırış etmediği
ithamı ile, sünnet ehli ile alay etmektedir. Sünnet ehli ise, şirk ve bid'at
ehlinin kınamalarına aldırmadan, Allah'ın ve Rasulü'nün kınamasına uğramamak
için yolunda sabır ve metanet göstermektedir. Hak yolunda gösterdikleri sabır,
onlara mübarek olsun! Nitekim şair de şöyle söylemiş: "Mutlaka sabretmek
gerektiğinde, hak üzere sabretmelisin! Zira sabrın böylesinin akıbeti, hayır ve
iyilik olacaktır."
10- KALBİN HASTA
VEYA SIHHATLİ OLUŞUNUN ALAMETLERİ
Beden uzuvlarının
her biri, özel bir iş için yaratılmıştır. Her birinin görevi ayrıdır. Her bir
uzvun tam oluşu, kendi işlevini eksiksiz olarak yapabilmesine bağlıdır. Bir
uzuv, yerinde dursa bile görevini yapamadığı takdirde, sakat veya hasta
sayılır. Zorlanarak yapması halinde de o uzuv, hasta sayılır. Mesela el, tutmuyor veya tutmakta
zorlanıyorsa, göz görmüyor, dil söylemiyorsa, beden normal olarak hareket
edemiyorsa elbette hastadır. Kalbin hastalığı ise, görevini yani yaratılış
gayesini yerine getirmemesidir. Bir kalb, Allah'ı tanımıyor, O'nu sevmiyor,
O'na aşk ve şevk duymuyor, O'na dönüp yönelmiyor, O'nun rızasını bütün rıza ve
arzulara tercih etmiyor ise, elbette hastadır! Her şeyi bildiği halde, Rabbını
tanımayan, O'nu herşeyin üzerinde sevip savmayan bir kul, hakikatte hiç bir şey
tanımamış demektir. Dünyanın bütün haz ve lezzetlerine nail olsa bile,
mehabbe-tullah ve marifetullah'm haz ve lezzetine ermedikten sonra, hakikatte
hiç bir haz ve lezzete ermiş değildir. îşte böyle bir kalb, elde ettiği maddi
haz ve lezzetler sebebiyle üstelik elem ve buhranlara garkol-muş demektir.
Müthiş bir sıkıntı ve azab içindedir. Çünkü kendisi için esas gaye olan ilahi
ve manevi haz ve lezzetlerden mahrum bırakılmıştır. Elde ettiği lezzetler boşa
çıkmış, elde etmesi gereken en büyük haz ve lezzeti ise elde edememiştir.
Şüphesiz Allah'ı tanıyan bir kul, O'nu candan sever,
O'na olan ibadetini halis kılıp hiçbir şeyi O'na ortak koşmaz, hiçbir şeyi O'na
tercih edemez.
Allah'a inanmış, Allah'ı tanımış olmanın neticesi mutlaka budur. Ve kalb, ancak
bu yolla huzur ve itmi'nana erer. Sevdiği şeylerden herhangi birini, Allah
sevgisine tercih edebilen bir kalb ise, mutlaka hastadır! Bu durumdaki kalb,
temiz olmayan şeyleri yemeye devam etmek suretiyle temiz şeyleri arzu etmeyen
bir midenin durumuna düşmüş demektir. Artık bu hasta kalb de, Allah'ı değil,
masivayı tercih etmektedir. Ağır hastadır. Devamı halinde ölmeye maruzdur.
Kalb bazen şiddetli hasta olduğu halde, kulun bundan
haberi olmaz.
Hattâ kalb ölmüştür de, bundan dahi sahibinin haberi olmamıştır. Çünkü o kul,
kalbiyle değil nefsiyle yaşamakta, kalbinin hastalığı veya sıhhati ile hiç
ilgilenmemektedir. Bunun alameti ise, büyük günahları pervasızca irtikab eder
de, hiç vicdanı sızlamaz! Yüce Allah'a karşı korkunç derecede cahil ve gafil
bulunur da, hiç bir elem duymaz. Kabullendiği nice batıl fikir ve inanışlar
sebebiyle de hiç müteessir olmaz, işte böyle bir kalb ölmüştür. Çünkü ölmemiş
bir kalb, mutlaka irtikab edilen kötülüklerin elemini duyar, Hakk'a karşı bu
derece cahil ve gafil kalmanın sıkıntısını çeker. Canlılığı nisbetinde Hakk'a
dönüş için çırpınır. "Hiçbir hayat eseri kalmamış bulunan bir beden veya
kalb, elbette hiç bir elem duymaz."
Bazan kişi, kalbinin hastalığının farkındadır, fakat
devasını kullanmak kendisine zor gelmekte, kalbinin elemini, devasını
kullanmanın acılığına tercih etmektedir. Çünkü kalbin devasında, nefsin
arzularına muhalefet vardır. Kalbi hasta olan kişiye ise bu, çok zor gelmektedir.
Evet, bazan toparlanıp nefsini sabra yöneltir, fakat ilim ve basiretinin
zayıflığı sebebiyle çabuk azmi kırılır. Sonunda şifa ve selamet olduğunu
bildiği halde, irade za'fı gösterip sabrında devam etmez. Tıpkı yolun sonunda
huzur ve emniyete kavuşacağını bildiği halde, bazı korku ve meşakkatler
sebebiyle yoluna devam edemeyen bir yolcu gibi, sabrında devam edemez.
Yalnızlığını veya arkadaş azlığını bahane ederek, yola devam azmini bırakır.
"Hani insanlar nerede? Ben onlarla birlikte hareket etmek.istiyorum!"
demeye başlar ve kendisine yoldaşlar arar. Çoğunlukla insanların hali
böyledir. Ve bu yüzden helak olurlar.
İlim ve basireti tam olan ise, yoldaşının azlığından
korkuya düşmez.
Hak bildiği yolda, tek basma da olsa, azimle devam eder. Kesinlikle bilir ki,
şu anda hak bildiği bu yolda gidenler az ise de, vaktiyle peygamberler,
sıddikler, şehidler ve salihler, iyiler ve ermişler hep bu yoldan gitmişlerdir.
Onlar Allah'ın bahtiyar kullarıdır ve onların arkadaşlığı, beraberlik ve
komşuluğu ne kadar güzeldir! İşte böyle bir yolda, tek başına dahi azimle
yoluna devam etmesi, mü'minin imanmdaki gerçekliğe delalet eder ve onun
sıddiklerden olduğunu gösterir.
Cemaatten
ayrılmamak kesinlikle emredilmiş bulunmaktadır. Bundan maksat, hakka tabî olup
asla ondan ayrılmamaktır. Hakka tabî olanların sayısı az, muhalefet edenlerin
sayısı çok olsa da, bu böyle olmalıdır! Çünkü itibar, hakka tabi olanların
sayışma değil, hakkın kendisinedir. Ve hak, saadetli peygamberimizin zamanındaki
ilk cemaatin, ashab-ı kiramın üzerinde bulunduğu yoldur. Onlardan sonra, bu
yola muhalefet edenlerin sayıca çokluğu ise, asla muteber değildir.
Amr bin Meymun
el-Evdî şöyle der: "Ben Yemen'de bulunduğum müddetçe hiç Muaz'dan
ayrılmadım. Onun vefatından sonra, insanların en fakihi Ibn Mes'ud'a arkadaşlık
ettim. Ve onun şöyle dediğini işittim: "Sakın cemaatten ayrılmayınız, çünkü Allah'ın eli cemaatin üzerindedir."
Bir başka gün ise şöyle diyordu: "Yakında idarecileriniz, namazı
geciktirerek kıldıracak. Siz namazınızı vaktinde kılınız, bu farzdır! Sonra
onların arkasında da kılınız, bu ise nafiledir." Ben dedim ki: "Ey
peygamberin ashabı! Hem bize, cemaatten ayrılmamamızı emrediyorsunuz, hem de
böyle söylüyorsunuz. Bunun sebebi nedir?" O bana şu karşılığı verdi:
"Ey Amr, ben seni şu kasabanın en anlayışlısı sanıyordum. Sen, cemaat ne
demektir, bilmiyor musun? Bil ki, insanların çoğu, cemaati terketmiştir.
Cemaat, hakka uygun olandır! Tek başına da olsan, hakka uyduğun zaman, cemaate
uymuş olursun..."
"Cemaat, haktan ayrılıp bozulduğu zaman,
sen, bu cemaatin bozulmazdan önce tabi bulunduğu hakka uy! İşte bu takdirde
tek başına da olsan, sen cemaat sayılırsın!" Bunu, Beyhaki ve
diğerleri rivayet etmiştir."
Sünnet, aşırı olanla geri olanın arasındadır! Siz, ifratı da,
tefriti de atarak sünnet üzerinde sebat etmeye bakınız, bu takdirde Allah'ın
rahmeti ve hidayeti sizinle beraber olacaktır. Biliniz ki, Ehl-i sünnet, sizden
öncekilerin zamanında az idi, şimdi de, gelecek zamanlarda da az olacaktır. O
bahtiyarlar, ne nimetlerin bolluğu sebebiyle azıtanlarla beraber oldular, ne
de dinde birtakım bid'atler icad edenlerle birlikte oldular. Rasulüllah'm ve
ashabının izi üzerinde sabredip hayatlarının sonuna kadar sünnet üzere
bulundular. înşaallah sizler de böyle olacak, olmaya gayret ve dikkat
edeceksiniz." Darimi: 72
Bir kimse, kalbinin hidayet ve nurunu artıracak
şeylerden yüz çevirip zarar verecek şeylere yöneliyorsa, bu onun kalbinin hasta
oluşundandır.
Çünkü hasta bir kalb, manen faydalı şeylere değil, zararlı şeylere yönelir.
Aslında kalb, manevi gıda ve şifaya muhtaçtır. Manen zararlı gıdayı, helak
edici devayı da terk etmek zorundadır. Aksi halde sıhhat bulamaz. Sıhhatli bir
kalb ise, daima faydalı gıdayı ve şifayı tercih eder. Hasta kalb de bunun
zıddmadır. Kalb için, faydalı gıdaların başında, şüphesiz iman gelir. Ona şifa
bahşedecek devaların başında da Kur'an vardır. İşte kalbin gıdası ve devası, bu
ikisidir. Kalbin, uhrevi olanı dünyevi olana tercih etmesi de sıhhatli oluşunun
alametlerindendir. Mü'min, elbette dünyevi ihtiyaçlarını ve bu ihtiyaçlar için
gerekli tedbirini de alacaktır. Fakatonun asıl vatanının ahiret olduğunu da
asla unutmayacaktır. Nitekim sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), Ömer'in oğlu
Abdullah'a yaptığı bir tavsiyesinde şöyle buyurmuştur: "Ey Abdullah! Şu dünyada bir garîb veya bir
yolcu gibi ol! Kendini kabirdekilerden say. (Ölümü hiç unutma!)"
Buhari: 7/170
Ali de (r.a.), bir hikmetli sözünde şöyle demiştir: "Dünya
başını almış gidiyor! Ahiret ise hep bize doğru gelmektedir. İnsanların kimi
dünya ehli, kimi de ahiret ehlidir. Sen gayret et de ahiret ehli ol! Elbette
size dünya ehlinden olmanızı tavsiye etmem. Biliyorsunuz, dünyada iş ve hizmet
var, hesab yok... Ahirette ise, iş ve hizmet yok, hesab vardır. Kendinizi o
hesaba hazır tutunuz."
Demek ki insan,
ahireti ne nisbette unutur, hesabtan gaflet ederse, o nisbette dünya ehlinden
olur. Ahireti ve oradaki mesuliyeti ne derece düşünüp tercih ederse, o nisbette
de kalbi sıhhat bulur ve kendisi ahiret ehlinden olur.
Yine kalbin sağlıklı oluşunun alametlerinden biri de,
tam olarak Allah'a yönelmedikçe, Allah'a olan tevekkül ve teslimiyetini tamamlamadıkça
ızdırab halinde bulunmasıdır. Çünkü kalb, Allah'a tam manâsı ile
tutunup aşık olmadıkça, ilahi mehabbet ile doymadıkça huzur ve sükûna eremez.
O'nun rızasını, yakınlık ve sevgisini tatmacbkça, hiç bir şeyden haz ve tad
alamaz. Daima kendisini boşlukta ve buhranda hisseder. Ne zaman Allah'a
sımsıkı tutunur, O'nu sever ve sayar, O'na güvenip dayanır, O'nu anar ve ister,
O'nun rızasını ve yakınlığını hisseder, işte o zaman huzur ve itmi'nane erer.
Sükûn ve sürürü bulur.
Kalb, bu şekilde Allah'a değil de, O'ndan başkasına
tutunacak, O'ndan başkasına yönelip sığınacak, O'ndan başkasına dayanıp
güvenecek olursa, işte bu, kalbin en büyük hastalığı olur. Kalb, böyle bir hastalıktan,
ancak Allah'a dönmesi ile kurtulur. Bunun başkaca bir ilacı ve çaresi yoktur.
Hakkıyla Allah'a inanmak ve yönelmekten başka kalbi huzur ve sükuna erdirecek
bir yol bulunamaz. Başka Hiç bir şey, kalbin bu ihtiyacım karşılayamaz, onun
böyle bir hastalığına deva olamaz.
Çünkü o, yaratanım
tanımak, O'na ihlas
ve samimiyetle bağlanmak, yalnız
O'na ibadet edip sığınmak, herşeyin üstünde yalnız O'nu sevip saymak
durumundadır.
Ancak bu duruma geldiği zaman, hakikî hayatı ve sürürü tadar. Ancak bu takdirde
kendi manâsını ve ruhunu bulmuş olur. Ve ancak bu suretle, gaflet ve cehalet
içinde yüzen, ezilip büzülen kalblerin hayatından başka bir hayata ermiş
bulunur. Artık böyle bir kalb, yaratılış gayesine yönelmiş, cennet ve
cehennemin niçin var olduklarını bilmiş; kitapların indiriliş ve peygamberlerin
gönderiliş hikmetini de hakkıyla kavramıştır. Ne mutlu böyle bir kalbe! Ne
yazık ve ne büyük bir hasret gayesinden uzaklaşmış bulunan bir kalbe...
Kalbin sağlıklı oluşunun alametlerinden biri de,
Allah'ı zikretmekten usanmamasıdır. O'na hizmetten bıkmaması, O'ndan başkası
ile gönül sürûru duymam ası dır. Ancak O'nun rızasına ve hizmetine delalet
eden, O'nun için olan şeyler müstesna... Sıhhati tam olan bir kalb, bir "
O'nu sever, bir de O'nun için olan, O'nun rızasına vesile olan şeyleri sever.
Kalbin sıhhatte oluşunun mühim alametlerinden biri de
şudur:
"Mü'min namaza durduğu zaman, öylesine ilahi ve manevi bir huzur duyar ki,
İftitah Tekbirini alırken ellerim kaldırması ile işarette bulunduğu gibi,
artık o, dünyayı arkasına atmış, dünya ile olan alâkasını kesmiş, dünyadan
çıkıp gitmiştir. Manevi ve uhrevi alemlere dalarak, kalbi ve ruhî bir mi'rac
yapmakta, tarif edilmez bir nimet ve rahatı yaşamaktadır. Kalb, bambaşka bir
huzur ve sürura ermiş bulunmaktadır.
Burada bunları özetlemek istersek, şöyle deriz: Gerçekten diri ve
sağlıklı olan bir kalb; bütün himmeti ve gayreti Allah (c.c.) hakkında olan,
bütün mehabbeti ve gayesi Allah için bulunan bir kalbtir. Böyle bir kalbin ve o
kalbe sahib bulunan bedenin bütün hareketi ve amelleri, sadece ve sadece Allah
(c.c.) içindir. Uykusu da uyanıklık hali de... Konuşması da, susması da...
Tevekkülü de, tefekkürü de... Halveti de, celveti de... Yani yalnızlığı tercih
etmesi de, halk içine karışması da... Hepsinde ve her hareketinde hep Allah
(c.c.) içindir ve Allah (c.c.) iledir. O, nerede Allah'ın rızasını ve emrine
uygunluğu gördü, hep oradadır. Çünkü onun gönlü, hep Allah (c.c.) iledir.
Allah (c.c.) içindir. Bir kul olarak bazan nefsi, O'ndan başkasına meyletmek
istese, hemen nefsine karşı Kitabullah'tan şu ayeti bir kılıç gibi çeker ve
nefsinin üzerine indiriverir:
11- NEFSİN
İSTİLASINA KARŞI KALBİN İLACI VE TEDAVİSİ
Kalbin diğer
hastalıkları da nefisten kaynaklanmaktadır. Bu sebebledir ki Peygamber
efendimiz (s.a.v.) Hacet hutbesinde şöyle buyururdu; "Hamdolsun Allah'a! Biz, O'na sığınır, O'ndan yardım ye hidayet ister,
O'ndan mağfiret dileniriz! Nefislerimizin şerrinden ve amellerimizin
seyyiatmdan da yine Allah'a sığınırız!" Ebu Davud: 2118
Müsned'de ve
Tirmizi'de Husayn bin Ubeyd'e ait hadiste şöyle gelmiştir: Peygamber Efendimiz
ona hitaben buyurmuştur ki:
"Ey Husayn, şimdiki
halde sen, kaç
ilaha tapınmaktasın?"
Husayn şu cevabı verir: "Altısı
yerde, birisi göste
olmak üzere yedi
ilaha tapınmaktayım." Peygamberimiz bunun üzerine şöyle sorar:
"Peki söyle bakalım; Bir büyük nimete kavuştuğunda hangisine şükrediyor,
bir büyük musibete uğradığında hangisine sığınıyorsun?" Husayn cevap
verir: "Göktekine ya Muhammedi" Peygamberimiz de: "Ey Husayn,
aklını başına al! Bak diğerleri bir işe yaram-amaktadır. Haydi müslüman ol da,
ben sana, Allah'ın seni faydalandıracağı bazı kelimeler öğreteyim!" Husayn bunun üzerine müslüman olur.
Peygamberimiz de kendisine şu kelimeleri (mübarek duayı) öğretir: "Ey Husayn, "Allah'ım, bana rüşdümü
(doğruluk ve hidayetimi) daima ilham buyur! Ve beni, nefsimin şerrinden
-koru!..." Tirmizi:: 3483
Görüldüğü gibi
Peygamberimiz, nefsin şerrinden umumi olarak Allah'a sığınmış, ayrıca nefisten
kaynaklanan amellerden de Allah'a sığınmıştır. Keza nefisten kaynaklanan
işlerin üzerine terettüb eden kötülük ve cezalardan da sığınmıştır. Çünkü
amellerin seyyiatmdan sığınmak da, nefsin şerrinden sığınmaya dahildir.
Keza.Husayn'a tavsiye edilen dua da bu konuda oldukça mühimdir. Çünkü bunda,
hem nefsin şerrinden sığınma vardır, hem de kalbin, daima doğruluk ve
gerçeklikler için Allah'ın ilhamına açık olmasını Allah'tan taleb vardır.
Kalbin salâhı ve sıhhati bakımından bunun önemi ise aşikârdır.
İnsanlar nefis bakımından iki kısımdır: Bir kısmına,
nefisleri hakim olmuş ve onları helak etmiştir. Bir kısmı ise, nefislerine
hakim olmuş, onu en güzel bir şekilde tezkiye ve terbiye ederek kalbin emrinde
tutmuş, saadet ve kemale ermiştir. Bu hususta bazı arifler şöyle demişlerdir:
"Nefislerine karşı zafer elde edenler, muradlarına erdiler. Nefislerinin
esaretinde kalanlar ise, helak ve hüsrana yuvarlandılar." .
Kalb, bu iki davet arasındadır. Bazan birine,
bazan da diğerine meyleder. Ve bu iki davet arasında imtihanını verir.
Nefis
Muhasebesinin Önemi:
Nefis muhasebesi
ve nefse muhalefet etmek, o kadar Önemlidir ki, bunu ihmal etmenin neticesi,
kalbin helaki ve ölümü demektir. Nefsin, kötü arzularına uyarak hüsrana
yuvarlananlar, hep nefis muhasebesini yapmamış veya gereği gibi yapamamış
olanlardır. Bunun ne kadar önemli olduğunu, İslam'ın ve bütün İslam
büyüklerinin buna verdikleri büyük ehemmiyetten de kolayca anlıyabiliriz!
İmam-ı Ahmed'in ve diğerlerinin, Şeddad bin Evs'ten rivayet ettikleri hadisi
şerif dahi, bunu ne kadar güzel açıklamaktadır! Bu hadiste aynen şöyle
buyurulmuştur:
"Aklı ve feraseti tam olan kişi, nefsini en
güzel bir şekilde muhasebe edip ahireti için amelde bulunandır.! Aciz kişi ise,
nefsine uyar ve kuru kuruya ümîde kapılır..." Tirmizi, .2459
Ömer bin el-Hattab
(r.a.) şöyle demiştir: "Hesaba
çekilmezden önce nefislerinizi hesaba çekiniz! Mîzanm başına varmadan önce,
kendi kendinizi tartınız! Herhalde bu, ahirette hesaba çekilmenizden daha
kolaydır. Her amel ve halinizin açığa çıkacağı o büyük hesab ve arz günü gelip
çatmazdan önce, en güzel ve en iyi amellerle kendinizi donatınız!..."
Hasan el-Basrî'nin
şöyle nakleder: "Mü'min mutlaka
her hâl ü kârda kendisini hesaba çeker! "Nedir bütün bunlardan maksat?
Nedir bu konuşmadan, yiyip içmeden murad? Şu bir yudum suyu niçin
içiyorum?" diyerek kendi kendisini sorguya çeker. Münafık ise, hiç
düşünmeden, nefsini hesaba çekmeden dalar gider..."
Seleften Ahnef bin
Kays'ın menkıbeleri arasında şu da anlatılır: "O mübarek, kandili önüne kor, parmağını onun ateşine tutar: "Ey
günahkar Ahnefçik, hadi ateşe dayan bakalım! Hadi, o günahları neden işlediğini
söyle bakalım?" diyerek, nefsim muhasebe ve muahaze ederdi..."
Hz. Ömer'in,
valilerinden bazılarına şöyle yazmış olduğu da tarihen bilinen hakikatlerdendir:
"Tenhada nefsini güzelce hisaba
çek! Şiddet ve hesab günü gelip çatmazdan önce nefsini muhasebe eden kişinin
akibeti, mutlaka hayır ve iyilik olacaktır! Böylesi, başkala-rınm imreneceği
bir hal ve makam kazanır. Hayatın güzellikleri ve nefsin arzuları, kendilerim
nefis muhasebesi yapmaktan alakoymuş bulunan kimselerin akibetleri ise;
şüphesiz hüsran ve pişmanlık olacaktır!"
Hasan el-Basrî'nin nasihati de şöyledir: "Mü'min, daima
nefsinin bakıcı ve bekçisidir, onu her hâl ü kârda hesaba çeker! Ve bunu da
Allah (c.c.) için yapar. Biliniz ki, kıyamet gününde hesabın kolay olması,
dünyada nefis muhasebesini yapmış olanlar içindir! Onlar ki, dünyada nefis
muhasebesi yapmazlar ve rastgele dünyaya dalarlar, işte bunların oradaki
he-sapları zorlu olacaktır. Mü'minin hali şöyledir: Onun beğenip arzu ettiği
bir şey, ummadığı bir zamanda karşısına çıkar. Fakat o, hemen onu almaz, hatta
hiç almaz. Kendi kendine der ki: "Vallahi ben seni arzu edip bekliyordum
ve benim sana ihtiacım vardır. Fakat vallahi bu arzuma uyacak değilim! Seninle
benim aram çok mu çok uzaktır!" işte mü'min, kendisi için helal ve mubah
olan şeylerle ilgili olarak böyle nefis muhasebesi yaparken, helal ve meşru
yollardan elde edilemeyip kaçırılan şeylerle ilgili olarak da, "Eynefis,
ben bunu zaten istemem! Benim böyle bir şeyle ne ilgim var?" diyerek
nefsini muhasebe eder. Evet, mü'minler öyle kimselerdir ki, Kur'an onlarla
onları helak edecek olan şeyler arasına perde olmuştur! Gerçek ve kamil bir
mümin, nefse ve onun kötü arzularına kapılmamak için, ömrünün sonuna kadar
nefsiyle mücadele eder ve onu daima hesaba çeker! Hiçbir zaman nefsine karşı
güvenli olmaz, aksine hep tedbirli bulunur. Kesin olarak bilir ki: Nefsinin
bütün isteklerinden yana Allah'a hesab verecektir! Gözü, kulağı, dili, diğer
bütün uzuvları ayrı ayrı sorumlu olacaktır! Hepsi adına da kalb, mutlaka
hesabını Rabb'ına karşı verecektir. İşte mü'min, daima bu duyguyu ve şuuru
yaşar. Münafık ise, şaştıkça şaşar, azdıkça azar. Sonunda helak olur..."
Nefis İçîn Asıl
Zararlı Olan:
Şüphesiz nefis
için asıl zararlı olan, onu ihmal edip muhasebe ve murakabe etmemektir. Onu
kendi haline bırakmaktır. Nefis kendi haline bırakılır, işler hafife alınırsa,
netice ye akibetin helak ve hüsran olacağı muhakkaktır. İşleri hafife alıp
akibeti düşünmeyen, kibir ve gurur ehlinin hali ve sonu böyledir. Onların
ahirete inançları olsa bile, işleri hafife alıp nefsi kendi haline bıraktıkları
ve üstelik affa veya şefaata güvenip aldandıkları için, günahlara iyice dalıp
alışmışlardır. Nefislerini dizginlemek akıllarına bile gelmez. Gelse bile,
günahlardan ayrılmak çok zor gelir. Halbuki bidayette şuurlu ve tedbirli
davransa idi, nefsini günahlara dalmaktan alakoyması, kendisine ne kadar kolay
gelecekti. Nefsini kolayca arzu ve adetlerinden uzak tutabilecekti.
Nefis muhasebesinde kul, önce Farzlara bakmalıdır. Bunda bir
noksanlık görürse, noksanını ıslah veya kaza etmek suretiyle telafiye
çalışmalıdır. Sonra haramlar hakkında nefis muhasebesi yapmalıdır. Eğer irtikab
ettiği bir şey varsa, tevbe ve istiğfar etmeli, günahları silici hasenat
yaparak durumunu telafiye çalışmalıdır. Sonra nefsin gaflete dalıp dalmadığına
bakmalı, onun Allah'a ve ahirete yönelişini kuvvetlendirmeye çalışmalıdır. Sonra,
elinden veya dilinden, gözünden veya kulağından, tuttuğu ve gittiği şeylerden
nefsim hesaba çekmeli, bunları nasıl ve niçin yaptığına, yaptıklarının içinde
mahzurlu olanlar bulunup bulunmadığına bakmalıdır. Gerektiğinde durumu telafi
etmeli, iyi amellerini dahi nasıl ve niçin yaptığını güzel kontrol etmeli.
İhlasmın ve Sünnete ittibamm tam olup olmadığını iyice gözden geçirmelidir.
Sözlerinden, iş ve hareketlerinden hesaba çekilmezden önce, kendisini hesaba
çekip Hesab Günü'ne gereği gibi hazır olmalıdır.
Nefis
Muhasebesinde Nice Fayda Ve Güzellikler Vardır:
Nefis
muhasebesinde nice fayda ve güzellikler vardır. Bunlardan biri: Nefsin ayıp ve
eksikliklerine muttali olmak, onu tanımaktır. Nefsini tanımayan, onun ayıp ve
eksikliklerinden haberdar olmayan, onu terbiye ve tezkiye edemez. Ancak kişi
nefsini tanımakla ona muhalefet etme imkanına kavuşur.
İmam Ahmed,
Rasulüllah'ın ashabından Ebu'd Derda'nın şöyle dediğini nakleder; "Kişi,
Allah için insanlara buğzetmedikçe tam fakih olamaz! Allah için insanlara,
onların isyanına buğzeden kimse; şüphesiz kendi nefsine daha şiddetli olarak
buğzeder." Mutarrif bin Abdullah da şöyle demiştir: "Eğer ben,
nefsimin ayıp ve kusurlarına muttali olmasaydım, insanları terkederdim!"
Yine o, dua ederken: "Ey Allah'ım, benim yüzümden insanları, onların istek
ve dualarını red eyleme!" dermiş.
Kulun Allah'ın
Kendisi Üzerindeki Haklarını Tanımasının Faydaları
Bu faydalardan
biri de, yaptığı amellerden hiç biriyle Allah'a karşı şımarmaması, nazlanmam
asıdır. Ameli ile Allah'a karşı naz yapmaya kalkışan kul, O'nun rıza ve
likasına kavuşamaz.
12- ŞEYTANIN ÖNCE
KENDİ KENDİSİNİ ALDATTIĞI, SONRA ADEM İLE HAVVA'YA TUZAK KURDUĞU, SONRA ADEMİN
ZÜRRİYETİNE, SONRA KENDİ ZÜRRİYETİNE TUZAKLAR KURDUĞU
Evet, şeytan önce
kendi kendisini aldatmış, sonra Adem ile Havva için tuzak kurmuş, sonra
Adem'in nesline, sonra kendi zürriyetine tuzaklar kurmuştur. Bu bölümde biz,
bütün bunları sırasıyle anlatacağız. Önce onun, kendi kendisini nasıl
aldattığını görelim:
Şeytan, gerçekten
hem kendisi için, hem de başkaları için uğursuz olmuş, uğursuzluklar
getirmiştir. Onun kendisini aldatması şöyle olmuştur: Yüce Allah, kendisine
Adem'e secde etmesini emretmiş, o ise bu emre itaat etmemiştir. Halbuki o,
Allah'ın bu emrine itaat etse idi, kendisinin iyiliğine, saadet ve izzetine
olacaktı. Fakat onun zalim ve cahil nefsi, bunu böyle kabul etmedi. Tersine,
Adem'e secde etmesini kendisi için bir zül ve aşağılık addetti. Kendisine
verilen İlahi emre uy-; acağma, kendisince nefsani. kıyaslar yaptı. Dedi ki:
"Ben, ateşten yaratılmış ulvi bir varlık olduğum halde, topraktan yaratılmış
süfli bir varlığa nasıl secde ederimi" Evet, onun bu iddiasına göre,
"Ateşten yaratılan, topraktan yaratılandan daha hayırlı idi! Daha hayırlı
olanın, kendisinden aşağı olana secde etmesi ise, yanlıştı! Bir haksızlık idi.
Bu haksızlığı ise (haşa) Allah irtikab ediyordu. Allah, kendisine, aslında
yerinde olmayan, haksız bir emir vermiş oluyordu. Bunun için Allah'ın bu emrine
karşı gelmesi gerekiyormuş o da işte karşı geliyordu." işte onun mantığı
bu idi. Ayrıca Adem'e karşı müthiş bir kıskançlığa tutulmuştu. Çünkü Yüce
Allahr Adem'e çeşitli keramet ve üstünlükler lütfetmişti. Onu, müstesna bir
hilkatte yaratmış, ona ruhundan üflemiş, ona her şeyin esmasını öğretmiş ve
onun için meleklerin secdeye varmalarını emretmişti. Bütün bunlar, Adem'e
verilen İlahi kerametler idi. Şeytan ise bunlara hased ediyor, Adem'i
kıskanıyordu. Adem henüz ateşte pişirilmiş kuru çamur halindeyken, Allah'ın
düşmanı onun etrafını dolaşıyor, büyük bir hayrete düşüp: "Bu, elbette
büyük bir iş için yaratılmış olmalı!" diyor, hükmünü şöyle veriyordu:
"Fakat bana üstün kılınacak olursa, kesinlikle ona başkaldırının, eğer ben
kendisine musallat kılınacak olursam, onu helak ederim!"
Vaktaki Adem'in
yaratılışı en güzel bir kıvamda, en olgun ve en güzel bir surette tamamlandı;
ilim, hılim, vekar ve tevazu gibi manevi güzelliklerle donatılıp
şereflendirildi, kendisine cemal ve husn hil'atları giydirildi; melekler, o
zamana kadar hiç görmedikleri bir güzellik ve mahabbetle karşılaşıp ona hürmet
secdesi yaptılar. Yüce Allah'ın "Adem'e secde ediniz!" emrine, derhal
itaat gösterip secdeye vardılar. İbîis'in ise hasedinden gömleği arkasından
yırtıldı! İçinde müthiş bir. hased ateşi yandı. Kendi aklını ve mantığını (!)
kullanarak, yüceler yücesi Allah'ın, hikmet ve iyiliklerle dolu bulunan emrine
karşı gelib de, tarih boyunca kendi dostlarının yaptıkları gibi yaptı! Allah
emrine kurban olup, şerefli bir kul olacağı yerde; akıl ile ilahî emre
muhalefet edip, isyan bayarağım kaldırdı ve: "Ben ondan hayırlıyım! Sen
beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın" A'raf, 12 karşılığını
verdi. Böylece kendisinin fasid ve çirkin rey ve kıyasına uyarak, Allah'ın
apaçık ilahî emrini terketti. Daha sonra da, ilmi ve hikmeti sonsuz olan
Allah'a O'nun hiç bir aklın itiraz için yol bulamadığı hikmetine itirazda
bulundu ve dedi ki: "Şu benden üstün kıldığın varlığı gördün mü? (Onun
nesi varmış ki, benden üstün kıldın?) Andolsun, beni kıyamet gününe kadar
ertelersen, onun zürriyetini, pek azı hariç, kökünden koparıp
sürükleyeceğim!" isra,62
Şeytanın, Yüce
Allah'a olan bu itirazı, şu anlama geliyordu: "Bana söyle bakalım, niçin
onu bana üstün kıldın?" Şeytan, adeta Allah'ı si-gaya çekiyordu ve onun bu
itirazının derin manası, şu oluyordu: "Senin bu yaptığın, hikmetli bir iş
değildir, doğru değildir! Çünkü hikmet, benim ona değil, onun bana secde
etmesini gerektirir. Çünkü aslında, asalet ve fazilette ileri olan,
kendisinden aşağı olana değil, aşağı olan, ileri olana secde eder, O halde,
niçin böyle hikmete muhalefet ettin, ya Allah?!" Onun, yani şeytanın,
kendisinin Adem'e karşı üstün oluşunda hiçbir şüphesi yoktu! O, bunun için
böyle cür'et ve itirazlarda bulunuyor ve: "Ene hayran minhu!" ben
ondan hayırlıyım, diyordu!
İşte böylece o,
birtakım deliller ileri sürerek kendisinin Adem'e üstünlüğü üzerinde İsrar
ediyor, kendi maddesinin ve aslının çok faziletli olduğunu iddia edip Hakk'm
emrine inadla karşı geliyordu. Bu kendince ileri sürdüğü deliller, öngördüğü
sebeb ve mukaddimeler; onun secde etmesini engelliyor, yegane hakk mabud olan
Allah'a karşı asi olmasına sebeb teşkil ediyordu. Böylece o;
Cehaletle zulmün, Hasedle kibirin, Masiyetle inadın,
Kendi re'y kıyası ile Allah'ın açık emrini reddetmenin kendisi üzerinde toplandığı
bir varlık olup çıkıyordu! Kendi kendisine Öylece ihanet ediyor, kendi kendisini
o derece alçaltıyordu ki, kendisinin en büyük.bir düşmanı dahi bu derece onu
alçaltamazdı! O, kendisini büyüklemek isterken küçülüyor, yükseltmek dilerken
alçaltıyor, izzetini ararken zilletten zillete düşüyordu. Şeytan denilen bir
varlık ki, bizzat kendisine bu derece kötülükler edip kendisini aldatıyor! Aklı
başında bir insan, nasıl olur da onu dinler, onun vesvese ve fısıltılarına
aldanır, onu kendisine dost edinir? Onun ne derece bir şaşkın ve şaşırtıcı bir
varlık olduğunu iyice kavrayabilin emiz için, şu ayete de kulak vermemiz
gerekir:
"Meleklere:
"Adem'e secde edin" demiştik, secde ettiler, yalnız İblis etmedi. O,
cinlerden idi, Rabbi'nin emrinden dışarı çıktı. Şimdi siz, Beni bırakıp da onu
ve onun zürriyetini dostlar mı ediniyorsunuz? Oysa onlar, sizin düşmanlarınız
dır. Zalimler için ne kötü bir değiştirmedir bu!" Kehf, 50
Şeytanın Adem İle
Havva'ya Tuzak Kurması:
Yüce Allah,
Şeytanın Adem ile Havva hakkındaki hikayesini bize bildirmiştir. Şeytan onları
aldatmak için sürekli hile ve tuzaklar kurmuş, onlara vaadde bulunmuş, onları
ebedî cennette kalma arzusuna kaptırmış, Allah'ın adım anarak onlara, onların
iyiliği için nasihatta bulunduğuna dair yeminler etmiş, sonunda onları
kandırmıştır. Onlar da kendisinin istediğini yapmışlar da bu yüzden başlarına
gelenler gelmiştir. Cennetten çıkmışlar, büyük sıkıntı ve kederlere duçar
olmuşlardır. Tabii bu, aynı zamanda Yüce Allah'ın bir takdiri idi. Fakat Yüce
Allah'ın takdiri kadar, rahmeti ve mağfireti de hak idi. işte îlahi rahmet ve
mağfiret Adem ile Havva'nın imdadına yetişti de onları tekrar cennete
kavuşturdu, ahvalin en güzeline nail eyledi ve şeytanın onlar için kurduğu
tuzaklar kendisine iade edilip reddedilmiş oldu. Yüce Allah'ın:
"...Kurulan kötü tuzak, ancak sahibine ve ehline dolanır!" Fatır, 43
hikmetli fermanı, yerini ve ehlini buldu.
Allah'ın düşmanı
îblis, zannetti ki bu savaşta zafer kendisinin olacak! Fakat gizlide kendisini
mağlub edecek olan: "Rabbena zalemna enfüsena" ordusunun bulunduğunu
hiç hesaba katmadı. Evet, kendisinin birtakım tuzaklar kurarak mağlub etmeye
çalıştığı Adem ve Havva, işte böyle diyerek galebe ve zaferi elde ettiler!
Dediler ki her ikisi de: "Ey Rabbimiz, biz kendimize zulmettik! Eğer Sen
bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, muhakkak biz ziyana uğrayanlardan
oluruz!" Araf.25 İblis'in, işte bu mana ordusundan haberi yoktu. Sonra
kendisini mağlub etmek için ayrıca Adem'e yönelen: "sümme'ctebahü"
devletinden de onun bilgisi yoktu. Evet, böylece îçtiba devleti de Adem'e ikbal
ediyor, Yüce Allah kendisi hakkında: "Sonra Rabb'ı onu seçti, tevbesini
kabul buyurdu, onu doğru yola iletti!" buyuruyordu. Taha, 122
Lanete uğrayan
Şeytan, zannediyordu ki, Allah; kendi eliyle, yarattığı, ruhundan kendisine
üflediği, meleklere kendisine secde etmeleri için emir verdiği, bütün eşyanın
isimlerini kendisine öğrettiği Adem'i; Kendi Zat-ı İlahiyesi için seçip sevgili
kılmış olmasına rağmen, o yasaklanmış ağaçtan bir defacık yeyivermekle
kendisinden uzaklaştıracak. İşte kendisini hayli asaletli ve marifetli zanneden
İblis, bunu da böyle zannediyordu amma, onun bu zannı da batıl idi ve boşa
çıkmıştı.
Yine cahil ve
zalim îblis'in, tabib'in hastaya hasta olmazdan önce devasını öğretmiş
olduğundan haberi bile yoktu. Bunun için Adem, o hastalığa mübtela olur olmaz,
hemen daha önceden kendisine öğretilmiş bulunan ilacı kullanıp şifa buluyordu.
Evet, İblis, öldürücü oklarını öldürmek için atıyordu. Fakat onun oku,
öldürmüyor, sadece yaralıyordu. Fakat yaranın merhemi hazır idi ve derhal
kullanılıyordu. Bunun için Adem, hiç yara almamış gibi ayağa kalkıverdi.
İblis imtihan
olundu, inadında ve isyanında İsrar etti, İlahi emri ve hikmeti kötülemeye
kalkıştı, kabahatinin affını dilemedi, hatasına pişman bile olmadı. Safîyyullah
ve habibüllah olan Adem ise, hatasını itiraf etti, tevbe ve nedamet eyledi.
Tevazu ve samimiyetle yalvardı, bütün insanların tutunacağı esasa tutundu.
Tevhid ve istiğfara sarıldı. Bu sebeble aff ve mağfirete nail oldu. İlahi
hidayet ve rahmetin bütün kapıları kendisine açıldı. İşte bizler de, böyle bir
atanın evladlarıyız! Hal ve gidişte atasına benzeyenler, cahillik ve zalimlik
etmemiş olurlar. Kimin huyu ve hasleti, Adem'inki gibi, tevazu ve samimiyet,
tevbe ve istiğfar olursa, şüphesiz Yüce Allah'ın hidayet ve yardımına mazhar
olur, hal ve gidişin en güzeline sahip kılınır.
Şeytanın, Ademin
İki Oğlundan Birini Tuzağa Düşürüp Kardeş Katili Yapması
Şeytan, sonra
Adem'in iki oğlundan birine tuzak kurdu. Ona o kadar yüklendi, o kadar
yüklendi ki, onu, kardeş katili yapıncaya kadar peşini bırakmadı. SonuncLa onu
tuzağına düşürdü, babasının öfkesine, Rabbı'nın isyanına ve gadabma saldı.
Böylece" Adem'in iki oğlundan biri olan Kabil, kardeşi Habil'i öldürerek,
Hz. Adem'in zürriyetine katilliği sünnet eyledi. Böyle bir yol açtı. Sahih
olarak sabit bulunan bir hadis-i şeriflerinde Peygamber Cs.a.v.), şöyle
buyurmuştur:
"Her ne zaman haksız yere bir kimse
Öldürülmüş olsa, Adem'in ilk oğluna bu haksız katilliğin günahı kadar günah hissesi
yazılır! Çünkü Adem oğulları için bunu adet eyleyen ve ilk kan akıtan odur!"
Buhari, 4/104 İşte o, böylece şeytanın tuzağına düşüp kardeş katili olmakla,
hem yakım ile bağını kesmiş, hem ana-babasma karşı gelmiş, hem de kendisini
yaratıp büyüten Rabb'mm öfke ve gadabına layık olmuştur. Aynı zamanda kendisine
büyük zulüm etmiştir. Yine Şeytanın tuzağı ile azabın en büyüğüne kendisini
atmış, en büyük sevaptan ebedi saadetten mahrum olmuştur.
Sonra İşin
Doğruluk Ve Dürüstlük Üzerine Cereyanı.
Sonra iş,
doğruluk.ve dürüstlük üzerine cereyan etti. Ümmet bir, din bir, ibadet edilip
sığınılan ma'bud bir idi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: 'İnsanlar bir tek
milletten başka bir şey değildi, sonradan ayrılığa düştüler. Eğer Rabbı'ndan
bir söz geçmemiş olsaydı, ayrılığa düştükleri konuda hemen aralarında hüküm
verilir, işleri bitirilirdi." Yunus, 19 Yine Yüce Allah bu konuda şöyle
buyurur: "insanlar bir tek ümmet idi. Allah peygamberleri, müjdeciler ve
uyarıcılar olarak gönderdi; anlaşmazlığa düştükleri konularda insanlar arasında
hükmetsinler diye." Bakara, 213
Abdullah İbni
Abbas da, yine bu konuda şöyle demiştir: "insanlar, önceleri bir tek ümmet
idi. Hepsi islam üzerinde bulunuyor, hepsi bir tek mabud'a tapıyorlardır."
Bizim burada belirtmek istediğimiz husus: Allah'ın düşmanı
Şeytan, bütün gücü ve hıncıyla çalışıp insanları ihtilafa düşürdü de sonradan
insanlar iki kısma ayrıldılar. Bir kısmı, hak yolda devam ederken, diğer bir
kısmı ise küfür ve şirk yoluna saptılar. Taşlara ve putlara tapınır oldular,
ahireti de inkar ettiler.
Şeytanın puta
tapanları ilk aldattığı şey, onları kabirlere ve kabirde yatanların
suretlerinde yapılan heykellere aşırı hürmet ve düşkünlük göstermeye teşvik
etmesi olmuştur. Onlar önce bununla, sırf kabirdekilerin hatıralarını
canlandırmak istemişlerdi. Onları sevip sayıyor, hürmetle anıyorlardı. Fakat
daha sonra onlara tapınmaya, onları birer "ilah" saymaya başladılar.
Nitekim Yüce Allah, onların bu halini şöyle bildirmektedir: "Dediler ki:
'İlahlarınızı bırakmayın, ne Vedd'i, ne Suva'ı, ne Yeğus'u, Yeuk'u, ne de
Nesr'i bırakmayın!" Nuh, 23
"Mekke
içindeki evlerin hepsinde, mutlaka tapındıkları bir put bulunurdu. Sefere
çıkacakları zaman, en son olarak kişinin evindeki işi, evdeki putuna elleriyle
meshedip teberrükte bulunması idi. Seferden döndüğü zaman da, ilk işi bu
olurdu."
"Araplar, bu
sayılan putlardan başka, aynen Kabe gibi hürmet ve tavaf ettikleri, ziyarette
bulunup kurbanlar kestikleri bir takım makamlarda edinmişti. Bu makamlar, bu derece hürmet edilen
evlerden ibaretti. Bu makamların da tıpkı Kabe'deki gibi, hizmetçi ve
bakıcıları vardı. Ziyaretçiler, buraları aynen Kabe gibi tavaf eder, oralarda
kurbanlar keserlerdi."
"Yanında bir
putu olmaksızın sefere çıkmış bulunan bir yolcu, etraftan dört aded taş bulup
getirir, bunların hangisinin daha güzel olduğuna bakar, bu güzel olanını put
edinip tapar, diğer üçünü de tenceresinin altında saç ayağı olarak kullanırdı.
Taptığı o taşı rab ve ilâh edinir, oradan göç ettiği sırada onu bırakıp
giderdi. Bir başka yerde konakladığı sırada yine böyle yapardı.
"Rasûlüllah
(s.a.v.), Mekke'yi fethettiği zaman, Kabe'nin avlusunda üçyüzaltmış aded put
vardı. Rasûlüllah Efendimiz, elindeki silahının ucuyla bunlara dokunuyor,
onlarda yüzüstü yere düşüyordu. Rasûlüllah Efendimiz, hem böyle putların
yüzüne, gözüne silahıyla dokunup onları yere seriyor, hem de bu sırada Yüce
Allah'ın: "Hakk geldi, batıl yıkıldı, zaten batıl daima yıkılmaya
mahkûmdur! mealindeki âyetini okuyordu. Sonra Rasûlüllah, bunların Mescidin dışına
çıkarılmasını emretti. Hepsi dışarı çıkarıldı ye ateşe verilerek yakıldı,
kırıldı."
Şeytanın
Müşrikleri Oyuncak Hâline Getirmesinin Sebepleri
Şeytanın
müşrikleri, böyle oyuncak haline getirip kendilerini itaat ve tesiri sahasına
almasının, şüphesiz birtakım sebebleri bulunmaktadır. Çünkü şeytan onları,
ancak kendilerinin akılları ve akıllarında taşıdıkları zihniyetleri nisbetinde
te'sir sahası içine alıp, kendisinin oyuncağı haline getirmiştir.
Sabiîlik, Dünyada
Çok Eski Bir Mezhebtir.
Sabiîîik Mezhebi,
dünyada çok eski bir mezheptir. Ve bu mezhep, bir takım taife ve zümrelere
ayrılmaktadır. Her zümrenin, kendilerine göre tapındıkları ve tapmış sekileri
bulunmaktadır.
Güneşe Tapınan
Sabiîler
Sabiîlerden bir
kısmı güneşe tapınmaktadır. Ve bunlar, Güneş'in, meleklerden bir melek olduğu
inancındadırlar. Bunun için Güneş'in, aklı ve ruhu olduğunu kabul ederler.
İnançlarına göre Güneş, hem ay ve diğer yıldızlardaki nurun aslıdır hemde
aşağıdaki (Güneş altındaki) bütün varlıkların aslıdır. Onlara göre Güneş bu
varlıkların malikidir, bunun için tazime secde ve ibadet edilmeğe, dua edip
sığınılmağa layık olan bir varlıktır.
Onların, kendi
şeriatlerine göre, Güneşe tapınmaları şöyledir: Onlar önce Güneşi temsil eden
bir sanem (put) yapmışlar, bu putun eline ateş renginde bir cevher vermişler..
Ve bu put için, özel bir tapmak yapmışlar ve buna da Güneş adını vermişler.
Tapmaklarına ait pek çok köyler, araziler vakfetmişler, bakıcılar ve
hizmetçiler tayin eylemişlerdir. Hergün bu tapmağa gelirler, burada güneş için
üç defa namaz kılarlar, yani ona tapınırlar. Hastalığı olanlar, başında bir
sıkıntısı, bir dilek ve haceti bulunanlar, Güneş için oruç tutarlar, bu güneş
mabedine gelip orada onun için namazlar kılarlar. Dua ve niyazda bulunurlar.
Kıtlık ve kuraklık zamanlarında da buraya gelip, ondan yağmur isterler. Güneş
doğduğu zaman, bu Sabitlerin hepsi, mutlaka secdeye kapanıp, Güneş'e secde
ederler. Zeval vaktinde ve güneşin batımı sırasındada, mutlaka ona secde
ederler. Şeytan, işte bu üç vakitte, mutlaka Güneş'le beraber demektir. Çünkü
bu Güneş'e secde ve tapınma dininin esas mucidi odur. Yapılan, secdeler de
kendisine olması için onun bu üç vakitte Güneş'le özel bir beraberliği vardır.
Bunun için İslam şeriatinde bu üç vakitte namaz kılmak yasaklanmış bulunmaktadır.
Bu yasağın ilahi hikmeti ve esas sebebi ise, hiç şüphesiz, şirkin ve
putatapıcılıgm bütün yollarını iyice kapatmak, ortada kafirlere küçük bir
benzerlik bile bırakmamaktır. Bunu açık ve kesin bir şekilde yasaklayan
peygamber efendimizin, bu husustaki İslami tebliğleri (hadisi şerifi) aynen
şöyledir;
"Güneş'in ucu
doğuda göründüğü zaman, o iyice meydana çıkıncaya (yükselinceye) kadar namazı
bırakınız! Batıda bir ucu battığı zaman da, o iyice batıncaya kadar namazı
terkediniz! Güneşin doğduğu ve battığı zamanlarda namaz kılmayınız! Çünkü o,
ancak şeytanın iki boynuzu arasında doğar."
Diğer bir Teblîğ-i
Nebevî'de: "...Zeval vakti çıkıncaya kadar da namaza durma!" emri
bulunmaktadır.
Sâbiîlerin Ata
Tapanları
Bu Sâbiîlerin bir
kısmı da Ay'a tapınmaktadırlar. Bunlar da putlarını,' Ay adına yapmışlar, onu
ta'zîm ve ibâdete layık kabul etmişlerdir. Bunların inancına göre, dünyamız
"Kamer feleğinin altındadır ve onun te'sîr ve terbiyesine bağlıdır.
Dünyâmızı idare eden, Ay'dır." Bunun için bunlar da Ay'a tapar, Ay'a
sığınırlar.
Bu Ay'a tapanların
şerîati de şöyledir: Bunlar, Felek-i Kamer'i temsil etmek üzere yaptıkları
putlarına ibâdet ederler. Ona secde eder, onun için oruç tutar, ona yiyecek ve
içecekler sunarlar. Büyük bir sevinç ve ferahlık için putun etrafında toplanır,
çalgı ve şarkılar eşliğinde saatlerce raks ederler.
Sâbiîlerin
Yıldızlara Ve Yıldızların Rûhâniyetlerine Tapınanları
Sâbiîlerin
bâzıları da yıldızlara ve yıldızlarda bulunduğuna inandıkları rûhâniyetlere
taparlar. Bunlar; her bir yıldız için bir put ve tapınak yapıp onlara taparlar.
Ve her bir yıldızın tapmağı ayrı olduğu gibi, tapınma şekli dahî ayrıdır.
Böylece onlar, pek çok tapınma şekilleri icad etmiş bulunmaktadırlar.
Tabî, şeytanın
insanları aldatması; onun insanların kalblerine verdiği bir takım vesveseler,
gizli fısıltılar, ile olmaktadır. Şeytanların, esas faaliyet alanları
burasıdır. Fakat onlar, hariçte de faaliyet yapmakta, at oynatmaktadırlar.
Gaipten duyulan seslerde, birtakım hâtifî nidalarda da, onların hisseleri
bulunmaktadır. Bazen onlar bir putun veya put edinilen bir yerin ve makamın
içine yerleşerek oradan ses verirler. Hatta gaybî bazı işleri ve olayları,
buralardan kendi dostlarına fısıldarlar. Fakat onların dostları, kendilerine
bunu fısıldayanları gözleriyle göremezler. Bunun için kendilerine bizzat o
makamın veya putun seslendiği zan ve vehmine kapılırlar. Bilhassa onların
câhil-cühelâ sınıfı, bunun kesinlikle böyle olduğunu sanırlar. Ukelâ sınıfı
ise; "Cansız bir varlık, bir taş parçası, elbette konuşamaz, bize
seslenemez. Bu bize konuşup nida eden, ses veren varlık, putlardaki
ruhaniyettir!" derler. Bâzıları ise, bunun bir melek olduğunu iddia eder,
böyle inanır.
İnsanların putlara
tapınma belâsına ne kadar şiddetli bir şekilde yakalandıklarını, bu puta
tapıcılık fitnesinin ne kadar büyük bir belâ olduğunu şuradan da anlamış olalım
ki, bu putların âbid ve âşıkları bulunan kimseler; bu uğurda canlarını,
mallarım ve evladlarım vermekten geri durmadılar, putları uğrunda hiçbir
fedâkârlıktan sakınmadılar. İçlerinden nicelerinin bu uğurda yok olup
gittiklerini gözleriyle gördükleri halde, kendilerini aynı âkibete atmaktan
çekinmediler. Bu uğurdaki bütün bu musibetler, üstelik onların putlarına karşı
duydukları aşk ve mahabbeti artırdı. Birbirlerine, putları üzerinde sabretmelerini
tavsiye etmeyi de ihmâl etmediler.
Putatapıcılığın En
Mühim Sebeplerinden Biri, Hiç Şüphesiz Mahlûk Hakkında Aşırı Gitmektir!
Putlara tapınmanın
en mühim sebeblerinin başında, herhangi bir mahlûk hakkında aşırı gitmek, o
mahlûku kendi makam ve derecesinin üstüne çıkarmaktır. Yaradılmışiardan
herhangi biri, kendi derecesinin üstüne çıkarılınca, hemen onda Allah'ın
Ulûhiyeti'nden bir nasîb olduğu inancı başlıyor,'Artık o varlık
İlâhlaştırılıyor, Allah yerine konuluyor veya Allah'a benzetilmiş oluyor.
Nitekim önceki bütün ümmetlerde görülen İlâhlaştırma, Allah'a benzetme de budur
ve böyle olmuştur. Yâni sonu, putperestliğe varan aşırılıklar, benzetmeler;
Allah'ın mahluklardan birine benzetilmesi suretiyle vukua gelmektedir.
Allah'ın, affedilmez bir günâh ve suç sayarak ibtâl ettiği teşbîh işte budur.
Yüce Allah, bu teşbîh yoluyla düşülen şirkleri ortadan kaldırmak için, bunca
peygamberler göndermiş, ilâhî kitaplar inzal buyurmuştur.
Şaşılacak bir
haldir ki, dinde, peygamberlerin getirip tebliğ ettikleri kesin ve zarurî
olarak sübût bulmuş olan keza selîm akılların temiz fıtratların ve burhanların
da delâlet ettiği bazı kemâl sıfatları, ki peygamberlerde Yüce Allah'ı bu
sıfatlar ile vasfettiği halde o bazı kelâmcılar bu sıfatları nefyettiler! Ve
dediler ki: "Bu sıfatları Allah için sabit kabul etmek Allah'ı,
başkalarına benzetmeye ve cisim kabul etmeye sebeb olur." işte onlar
böyle nefyettikleri sıfatlar konusunda da, ispat ettikleri sıfatlar konusunda
da sabit-kadem olamadılar, dosdoğru yol üzerinde sebat ve metanet
.gösteremediler. Dinin kesin olarak isbat ettiğini, "bundan teşbih lazım
gelir!" diyerek reddettiler.
Biz, bundan daha
büyük bir hızla Allah'ın hidâyet ve inayetinden daha büyük bir mahrumiyet
düşünemiyoruz! Bizatihi batıl olan, birtakım noksan ve ayıplardan Yüce Allah'ı
tenzih etmek için, teşbih illetine ihtiyaç ve bağımlılığı ileri sürmek nasıl
doğru olabilir? Elbette Yüce Allah hiçbir kayıt ve sebebe bağlı kalmaksızın,
haddi zatında ve bizatihi bütün eksiklik ve ayıplardan uzak ve münezzehtir! O,
ezelden ebede hep kemâl sıfatlar ile vasıflanmış, noksan sıfatlardan da
münezzehtir! O'nun zatının kemâli, her nevi noksanlığın bulunmasına zıddır.
Bütün selim akıllar, temiz fıtratlar teşbihi red ettiğinden daha kuvvetli ve
daha açık bir şekilde ve asla teşbihe bağımlılığı düşünmeden bütün ayıp ve
eksiklerden Yüce Allah'ı tenzih eder!
Maksadımız şudur:
Gelip geçmiş ümmetlerin hiçbirinde, teşbihte Allah'ı esas kılıp da, "Allah
işte şu varılığm bir benzeri, bunun mislidir, bunun gibi bir cisimdir."
diye söyleyen ve inanan bir ümmet yoktur!
PEYGAMBER SEVGİSİNİ KALPTE
NASIL ARTIRABİLİRİZ?
Rasulullah sallallahu aleyhi
vessellem sevgisinin kuvveti imana bağlıdır, iman arttıkça ona duyulan
sevgide artar, çünkü peygambere sallallahu aleyhi vessellem gösterilen sevgi,
Allah’a itaat ve yakınlıktır. Şeriat koyucu Allah, Peygamber sevgisini vacip kılmıştır.
Enes(r.a.) rivayet eder,
Peygamber sallallahu aleyhi vessellem şöyle buyurmuştur :“Sizden
biriniz, ben kendisine babasından, çocuğundan, insanların tümünden daha sevgili
olmadıkça tam bir şekilde iman etmiş olmaz.” (Buhari 15, Müslim 44)
Peygamber sevgisini elde
etmemiz şu aşağıdakileri bilirsek mümkün olabilir.
1-Peygamber sallallahu aleyhi
vessellem Allah tarafından gönderilen bir elçidir, Allah insanlara dini tebliğ
etmesi için onu seçmiş, tüm insanlara seçkin kılmıştır. Allah, onu sevmek ve
kendinden razı olmak amacıyla seçmiştir. Allah ondan razı olmasaydı; ne seçer
ne de seçkin kılardı. Bu yüzden Allah’ın sevdiğini sevmeli, razı olduğundan
razı olmalıdır. Bilelim ki; O, Allah’ın dostudur. Dostluk, sevgide en büyük
mertebedir.
Cundub (r.a.) rivayet eder,
vefatından beş gün önce Peygamberden sallallahu aleyhi vessellem işittim şöyle
buyurdu: “Sizlerden bir dost edinmekten Allah’a iltica ederim. Muhakkak ki
Allah, İbrahim’i dost edindiği gibi beni de dost edinmiştir. Eğer ümmetimden
dost edinseydim Ebubekir’i dost edinirdim.”(Müslim 532)
2-Allah’ın kendisi için
seçtiği konumu bilmeliyiz, Peygamber sallallahu aleyhi vessellem insanların en
faziletlisidir.
Ebu Hureyre (r.a.) rivayet
eder, Peygamber sallallahu aleyhi vessellem şöyle buyurur : “Kıyamet gününde
ben insanların efendisiyim, Ben kabri ilk yarılan, ilk şefaatçi, ilk şefaat
hakkı verilenim.”(Müslim 2278)
3-Bilelim ki, O dini bize
ulaştırmak için sıkıntı ve eziyetlere uğradı, acılar çekti, dövüldü, hakaret
edildi, sövüldü, en yakınları kendinden uzak durdu, deli, yalancı, sihirbaz
ithamına maruz kaldı, dini korumak için düşmanlara karşı Allah yolunda cihad
etti, kâfirlerde ona karşı mücadele etti, onu ailesinden, malından, diyarından
hicret ettirdiler, ona karşı ordular sevk ettiler.
4-Ashab-ı Kiramın, Peygamberi
rehber edinmesi ve beraber sıkıntıya katlanması, ona duydukları sevginin gücünü
gösterir. Ashab-ı Kiram, peygamberi mallarından, çocuklarından kendi
nefislerinden daha çok severdi. Bu sözümüze örnek verirsek:
Enes (r.a.) rivayet eder, O
şöyle der : “Peygamberi gördüm, berber onu tıraş ediyordu, ashabı etrafını
sarmıştı, hiç kimse kılın bir adamında elinden başkasına düşmesini
istemiyordu.”(Müslim 2325)
Enes rivayet eder, O şöyle der
“Uhud günü insanlardan bazıları Peygamberin yanından dağıldılar, Ebu Talha ise
Peygamberin önünde onun üzerine deriden bir kalkan tutuyordu. Ebu Talha
şiddetle ok atan atıcı bir adamdı. O gün iki veya üç yay kırdı. Beraberinde ok
torbası bulunan bir adam geçerken hemen Peygamber “O okları Ebu Talha'ya saç!”
buyururdu. Peygamber uzanıp düşmana bakıyor; Ebu Talha: Ya Allah’ın Peygamberi!
Annem babam sana feda olsun, uzanıp bakma! Düşmanın oklarından sana bir ok
isabet etmesin! Göğsüm onlara senin göğsünden daha yakın olsun! diyordu.”
Hacefe: Zırhtır, Ona ayrıca Cubbe denir. Manası şöyledir; Ebu Talha yanında
deriden kalkanla Peygamberi koruyordu. Şedidu’l Gid: Okun telidir, manası
şöyledir; O, güçlü ok atıcısıdır.
5-Söz
ve fiilden oluşan sünnetine uymak, onun sünneti hayatın her alanında sana
yöntem olsun. Sözünü ve emrini her sözün ve emrin önüne almalısın, sonra ashabı
kiramın akidesine uymalısın, sonra Tabiinin akidesine sarılmalısın, sonra da
günümüze kadar bidatten uzak Ehl-i Sünnet akidesinden onları izleyenlere
uymalısın, özellikle Rafızîlerden sakınmalısın, zira onların kalplerinde
peygambere karşı sertlik bulunur, onlar imamlarının sevgisini peygamber sevgisinin
önüne alır, imamlarını peygamberden daha çok severler.
Allah’tan,
peygamber sevgisiyle bizi rızıklandırmasını ve onu evladımızdan, babamızdan,
ailemizden, nefsimizden daha sevgili kılmasını dileriz. Allah en iyi bilendir.
Şeytanın Kalbe Giriş Kapıları
Bazen
ibadetlerimizi yapabilmek için çok büyük gayret göstermek zorunda hissederiz.
Namaza kalkacakken, infak edecekken, iyiliği emredip kötülükten alıkoyacakken
ya da herhangi bir salih amel işlerken zorlandığımızı hissederiz. Ya da Allah
yolunda bir adım atmak isteriz, ama bir türlü yapamıyoruzdur. Bununla birlikte
bazen de her şeyi düzgün yaparız, ama yaptığımız ibadetlerden zevk
alamıyoruzdur. İşte bu gibi durumlara sebep olan şey çoğu zaman kalbimizin
durumudur.
Kalbimiz
vücudumuz için ne kadar hayati bir öneme sahipse, imanımız için de bir o kadar
öneme sahip konumdadır. Kalbimizin rahatsızlandığında vücudumuzun birçok
organını etkileyip farklı şekillerde belirti vermesi gibi, manevi olarak da
kalbimiz rahatsızlandığında yukarıda saydığımız farklı manevi rahatsızlıklara
sebep olabilir.
Rasulullah sallallahu aleyhi vessellem buyurmuştur ki, “…Bilin ki! Vücutta öyle bir et parçası vardır ki o, iyi (doğru ve
düzgün) olursa bütün vücut iyi (doğru ve düzgün) olur; o bozulursa bütün vücut
bozulur. Bilin ki! O, kalptir.” (Buhârî, Îmân, 39)
Aynı zamanda kalp, dini geleneğimizde her zaman üzerinde
çalışmaların yapıldığı, nasıl korunması gerektiği üzerine birçok tavsiyelerin
ve kitapların bulunduğu bir konudur. İbnu’l Cevzi rahimehullah Minhacu’l
Kasıdin ve Müfidü’s Sadıkin adlı eserinde şöyle der, “Kalplerin çoğunu şeytan fethetmiş ve onlara sahip olmuştur.
Böylece bu kalpler dünyayı tercih edip ahireti bir kenara bırakmaya davet eden
vesveselerle dolar.”
İmanımızı
korumamız, kalbimizi korumakla başlar. Ebedi düşmanımız olan şeytanın da bize
en çok yaklaştığı yerlerden biri de kalbimizdir.
Yine Minhacu’l Kasıdin ve Müfidü’s Sadıkin adlı eserde, şöyle
bir benzetme yapılır. “Bilmelisin ki kalp bir kaleye
benzer. Şeytan ise kaleye girip onu ele geçirmek isteyen bir düşmandır. Kaleyi
korumak ancak kapılarını ve gediklerini korumakla mümkün olur. Kalenin
kapılarının nerede olduğunu bilmeyen ise o kapıları koruyamaz.”
Peki
şeytan kalbimize hangi kapılardan yaklaşır?
1. Haset ve Hırs
“Kul bir şeye karşı haris olduğu zaman hırsı
onu kör ve sağır eder, şeytanın giriş kapılarını bilen basiretinin nurunu
örter. Kişi hasetçi ise durum yine aynıdır ve şeytan o zaman fırsat bularak
kalbine girer. Şeytan, hırslı olan kişiye onu arzusuna ulaştıracak her şeyi
münker ve çirkin olsa bile güzel gösterir.”
Haset,
bir nimetin başkasında değil sadece kendisinde olmasını istemektir. Bugün
sosyal medya sebebiyle haset edebileceğimiz durumların hepsi daha fazla
gözümüzün önünde bulunmaktadır. Bu sebeple her zaman kalbimizi yoklayıp başka
birinin sahip olduğu nimete karşı haset edip etmediğimiz üzerinde tefekkür
etmeliyiz. Unutmayalım ki haset, rabbimize “bu nimeti yanlış, hak etmeyen
birine verdin.” demektir. Çünkü o nimetleri haset edilen kişiye veren
Allah’tır.
Ayrıca hasetin ayrı bir kötülüğü de bir hadiste Rasulullah
sallallahu aleyhi vessellem’in buyurduğu gibi, şudur: “Haset etmekten sakının. Zira, ateşin odunu (veya otları) yiyip
bitirdiği gibi haset de iyilikleri yer bitirir.” (Ebû Dâvûd,
Edeb 44; İbni Mâce, Zühd 22)
Farkında
olmadan yaptığımız iyiliklerin her birini kaybediyor olabiliriz. Peki bu
duyguyla nasıl başa çıkabiliriz? İlk olarak her zaman kendimize odaklanmalıyız.
Rabbimiz İnşirah Suresi’nde bir işi bitirdiğimizde hemen başka bir işe
koyulmamızı bizlere buyurmaktadır. Her zaman planları, hedefleri olan ve sadece
kendiyle yarışan insanın başkalarının nimetleri ile ilgilenmeye veyahut onlara
haset etmeye vakti kalmaz. Haset etmek, başkasının hayatları ile hayırlı
konular haricinde yakından ilgilenmek, çoğu zaman vaktini boşa harcayan
insanların özelliğidir.
İkinci
olarak ise, rabbimizin bize verdiği nimetler üzerinde daha fazla düşünmeliyiz.
Rabbimiz yine bir ayetinde buyuruyor ki: “Allah’ın nimetlerini saymaya
kalksanız, sayamazsınız.” (Nahl, 18) Yani her birimizin üzerinde sayamayacağı
nimetler var ve biz her nimetten sorguya çekileceğiz.
Durum
böyle iken, başka birinin nimetleri üzerinde düşünüp, o nimetlerin o insanlarda
değil de kendisinde olmasını istemek ne kadar mantıklıdır? Tekrar bir
düşünelim. Son olarak da haset, aslında haset edilen kişinin de kötülüğünü
istemektir. Birinin sahip olduğu güzel bir nimetten yoksun olmasını arzu etmek,
bunun üzerine onda değil kendisinde olmasını arzulamaktır. Bu duyguların içine
kibir, aşırı dünya sevgisi gibi duygular da girer. Peki bu duygular bir
müslümana ne kadar yakışır?
2. Gazap ve Arzu
“Gazap aklın afetidir. Aklın ordusu zayıf
düştüğü zaman şeytanın ordusu hücum edip insanla oynar.”
Kolayca öfkelenmek, çoğu zaman düşünmeden yaptığımız
hareketlerden biridir. İbn’ul Cevzi rahimehullah’ın da dediği gibi “akıl” zayıf
düştüğünde insan daha çok öfkelenir. Rasulullah sallallahu aleyhi vessellem
buyurmuştur ki: “Gerçek babayiğit, güreşte rakibini yenen
değil, öfkelendiği zaman nefsine hâkim olabilen kimsedir.” (Buhârî,
Edeb, 102; Müslim, Birr, 106-108)
Hayatta
binlerce olay yaşıyoruz ve elbette bunlar arasında öfkelenmeden, düşünmeden
hareket etmemize sebep olacak olaylar olabilir. Bu durumu birden de
değiştiremeyiz. Önemli olan kendimizde böyle bir huy var ise bunu kabullenmek
ve üzerinde çalışmaktır. Öfkesini yutan, öfkelendiğinde aşırı tepkiler
vermeyene, affedene hem hadis hem de ayetlerle çok büyük ecir vadedilmektedir.
“Gereğini
yerine getirmeye gücü yettiği hâlde, öfkesini yenen kimsenin kalbini Allah,
emniyet ve îmanla doldurur.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 3; Tirmizî, Birr, 74)
Bir
hayrı açıklar ya da gizli tutarsanız veya bir kötülüğü bağışlarsanız, şüphesiz
Allah, affedicidir, güç yetirendir. (Nisa, 149)
“Sen
af (veya kolaylık) yolunu benimse, örf ile emret ve cahillerden yüz çevir.”
(Araf, 199)
“Bir
kötülüğün karşılığı ona denk bir kötülüktür; ama kim bağışlar, düzeltme yolunu
tutarsa onun mükâfatını Allah verir. Hiç şüphe yok ki O haksızlık edenleri
sevmez.” (Şura, 40)
3. Ev, elbise ve ev eşyası konusunda süsü
sevmek
“Şeytan sürekli olarak insanı evini mamur
etmeye, tavanını ve duvarlarını süslemeye, süslü elbiseler giymeye ve lüks ev
eşyaları edinmeye davet eder. Böylece insanı ömrü boyunca kullanıp durur.”
İslam
dinini din olarak kabul ettiğimizde Allah’ın bir olduğunu, Rasulullah
sallallahu aleyhi vessellem’in onun kulu ve elçisi olduğunu kabul etmenin yanı
sıra, kabul ettiğimiz en büyük gerçeklerden biri de insanın bu dünyada amaçsız
olmadığıdır. Müslüman bilir ki bu dünya geçicidir ve dünya onun için bir amaç
değil, ahiret yurduna giderken kullanacağı bir araçtır. Bu araç, amaç haline
geldiğinde insan artık amacını ikinci, üçüncü, dördüncü plana atar. Sadece bu
dünyadaki hayatını düşünür.
Hayatı
evinden, ev eşyasından, giydiklerinden ya da diğer sahip olduklarından ibaret
olan kişi, ahiret hayatına vakit ayırmakta zorlanır. Ayrıca sadece bunlara
vakit ayırmak, hasete, kıskançlığa da sebep olabilecek bir durumdur. Çünkü bu
dünyada sahip olabileceklerimizin sonu yoktur. Her zaman daha iyisi, daha
güzeli olacaktır. Bu sebeple bu gibi şeylere aşırı düşkünlüğümüz olup
olmadığını düşünmek, vaktimizi daha verimli geçirmemize, kalbimizi manevi
olarak daha sağlıklı hale getirmemize yardımcı olacaktır.
4. Yemek
“Doyuncaya kadar yemek başka kapıdır. Çünkü
doymak arzuları güçlendirir ve kişiyi ibadetten alıkoyar.”
Burada
bahsedilen ilk başta kulağa garip gelebilir. Fakat burada doyuncaya kadar
yemekten kasıt aç kalmak değil, tıka basa yemek, acıkmadan sofraya oturmaktır.
Fazla yemek yemenin zararı tibbi olarak da ortadadır. Birçok rahatsızlık çok
yemekten ve faydasız şeyleri çokça tüketmekten dolayı meydana gelir. Çok yemek
yemek insanın hareketlerini kısıtlar, daha fazla gaflete sebep olur. Düzenli,
verimli bir hayata sahip olmak için en önemli unsurlardan biri de düzenli ve
sağlıklı bir beslenmedir.
5. İnsanlardan bir şeyler beklemek
“Bir şahıstan beklentisi olan kişi, kendisinde
bulunmayan vasıflarla onu çok fazla över, ona yağcılık yapar, iyiliği emretmez
ve kötülük yaptığında ona engel olmaz.”
Rasulullah
sallallahu aleyhi vessellem’in hayatı her ince detayına kadar bize örnektir.
Bizim onun hayatından öğrendiklerimizden biri de her zaman kendi işini kendi
görmeye çalışmasıdır.
Vefatından sonra eşi ve bütün inananların
annesi Ayşe (r.anha)’ye sorarlar: “Allah’ın Elçisinin evdeki hali nasıldı?”
Ayşe (r.anha) cevaplar: “O kendi işini kendi görmekten hoşlanırdı. Arkadaşları
bütün işini yapmaya hazır olmalarına rağmen bunu istemezdi. Evdeyken,
elbiselerini yamar, evi süpürür, keçileri sağar, develeri bağlar ve yemlerini
verirdi. Ayrıca, ayakkabılarını ve delik su kırbalarını tamir eder,
hizmetçilere de yardım ederek onlarla birlikte hamur yoğururdu. Çarşıdan
yiyeceğini kendi taşır, birisi “Ey Allah’ın Elçisi! İzin ver ben taşıyayım.”
dediğinde, “Her mümin, taşıyabiliyorsa kendi yükünü kendi taşısın.”
derdi.” (Kadı İyaz, Şifa-ı
Şerif, s.132.)
Kendi
yükümüzü ne kadar kendimiz yüklenebilirsek, insanlara bağımlılığımız o kadar
azalır. Kararlarımızı daha bağımsız verebiliriz, insanlar sebebiyle başımıza
gelebilecek olanlardan korkma gibi bir şeyimiz söz konusu olmaz.
6. Aceleci Olmak
Peygamber sallallahu aleyhi vessellem şöyle buyurmuştur: “Acele şeytandan ve teenni Allah’tan’dır.”
“Aceleci olmanın kınanmasının sebebi, yapılan
bir eylemin basiretli ve sağduyulu olarak yapılması gerektiğidir. Basiretli
olmak ise ancak işin sonunu iyice düşünüp araştırmakla olur.”
Mümin
bir birey olarak attığımız her adımı planlı atmaya çalışmak, adım atmadan önce
durumu düzgünce analiz etmek bizi işin sonunda karşılaşacağımız birçok sorundan
kurtarır. Yukarıda bahsettiğimiz öfke bile bir bakıma da aceleciliğin bir
sonucudur. İnsan durumu analiz edemediğinde iyi anlayamaz ve bu durumda
öfkelenmesi de daha kolaylaşabilir. Yani aceleci olmak, sadece attığımız
adımları değil, insanlarla olan ilişkimizi de kötü etkileyebilir.
7. Mal Sevgisi
“Bir kalpte yer alan mal sevgisi onu ifsad
eder ve kişiyi gayrimeşru yollardan mal edinmeye yöneltir. Mal sevgisi kişiyi
cimri yapar, fakir düşmekten korkutur ve malı üzerindeki hakları yerine
getirmesine engel olur.”
İnfak
edememenin, birçok insan zekat vermemesinin en büyük sebebi mal sevgisidir. Mal
sevgisi sebebiyle elimizdekini paylaşamayız. Bu problemin çözümlerinden biri
rabbimizi hakkıyla tanımaya gayret etmektir. Rabbimiz ayetlerinde veren kişinin
verdiğinin karşılığının kat be kat ona ecir olarak verileceğini söylüyor,
vadediyor. O zaman biz rabbimizin verdiği söze mi inanmıyoruz? Yoksa vaadini
yerine getireceğine dair mi inancımız yok?
Mal
sevgisinin, cimriliğin başka bir sebebi insanın sahip olduğu şeylerin nihai
sahibi olarak kendisini görmesidir. Halbuki bedenimizden, sahip olduğumuz diğer
dünyevi nimetlere kadar hepsi rabbimizdendir. Her bir nimetin sahibi
rabbimizdir. Buna rağmen verdiklerinden çok çok azını infak etmemizi bizden
ister.
8. Müslümanlar Hakkında Kötü Zan Beslemek
“Kim bir Müslüman hakkında kötü zannına uyarak
hüküm verirse onu küçümser, gıybetini yapmaya başlar ve kendini ondan daha
hayırlı görür. Kötü zan ancak sahibinin pis biri olduğunu gösterir. Çünkü
mümin, din kardeşi için mazeretler arar. Oysa münafık, müminin kusurlarını
araştırır.”
Rasulullah
sallallahu aleyhi vessellem müminler bir vücut gibidir, der. Bir mümin
kardeşimize karşı kötü zan beslemek en başta aslında kendimize zarar vermektir.
Süfyan es-Sevri de şöyle demiştir: “İşlediğim bir günahtan ötürü beş ay gece
ibadetinden mahrum oldum’. Kendisine: ‘O işlediğin günah neydi?’ diye sorulduğu
zaman: “Bir kişiyi ağlarken gördüm. İçimden: ‘Bu adam samimi değil, riyakârdır’
demiştim.” Belki de güç yetiremediğimiz salih amellerin önündeki engel, bir
müslüman kardeşimize karşı beslediğimiz kötü zandır.
Her birimiz insanız ve kusurluyuz…
Her
birimiz insanız ve kusurluyuz. Ayetle sabit ki, zayıf yaratılmışız. Yukarıdaki
hastalıklara ya da sayılmayan diğer manevi hastalıklara sahip olmamız bizi
hemen çok kötü bir insan ya da çok kötü bir müslüman yapmaz. Eğer bu
hastalıklara sahip olduğumuzu fark edip, bunu meşrulaştırıyorsak sorun burada
başlar. Şeytan bu hastalıklara sahip olduğumuzu kabullendiğimizde bize gelip
işimizin bitmiş olduğunu, kötü bir insan ya da müslüman olduğumuzu bize vesvese
verebilir. Ama biz bilmeliyiz ki hayat bir yolculuk ve bu yolculukta rabbimiz
bizim çabamıza göre bize ecir verecek. Allah için öfkemizi yuttuğumuz her an,
Allah için sevdiğimiz bir şeyden infak ettiğimiz her an, tam müslüman
kardeşimize kötü zan edecekken vazgeçip hüsnü zanla devam ettiğimiz an ve daha
nice dönüm noktalarında rabbimizin ecrini hatırlamalıyız.
Rabbimizin
ahirette hayal bile edemeyeceğimiz ecrinin yanında, bu kalbi hastalıklardan
kurtulmanın dünyada da çok büyük bir faydası olacaktır bize. Bunlardan biri
sağlıklı bir zihindir, huzurlu bir hayat ve itminan bulmuş bir kalptir. Çünkü
bu hastalıklara sahip olduğumuzda hayatımızın çoğu başkalarının hayatlarını
düşünmekle, vakti faydasız işlerle geçirmekle, gafletle ya da kötü hislerle
geçer. Ne nimetlerimizin farkına varabiliriz ne de o nimetlerle güzel işler
yapabiliriz. Bu da insana psikolojik bir yük olarak yetecek ağırlıktadır.
Rabbinin nimetlerini tanıyan ve her zaman sadece onun rızasını önceleyen biri,
farklı nimetlere sahip olsa da olmasa her daim rabbinin onunla olduğunu, o anki
hareketinden razı olduğunu bilir. Dışarıdan çok kötü durumda gözükse bile
psikolojik olarak huzurlu olması kolaylaşır. Psikolojik olarak kendisini zor
durumda hissetse bile sabrı kolaylaşır. O zaman Allah’ı zikretmek, bizim için
hayati bir öneme sahip olan bir amel.
“Kalbin istila edilmesi hevaya uymakla
başlar…”
“Kalbin
istila edilmesi hevaya uymakla başlar. Kişi şeytanın ordusunu kalbinden ancak
Allah’ı zikrederek kovabilir. Çünkü şeytanın ordusu zikrin olduğu yerde
duramaz.” diyor İbnu’l Cevzi rahimehullah. En büyük zikir ise namazdır,
devamında ise Kuran. Ne denmişti hadiste “Biriniz Rabbiyle konuşmak istiyorsa
Kur’ân okusun.” (Camiüssağir, 360) Ne olursa olsun namazlardan ve Kuran’dan
vazgeçmemeli, en kötü amelleri işlediğimizde bile onun huzuruna gitmekten
kaçınmamalıyız. O’nun kapısı nefes aldığımız ve vazgeçmediğimiz sürece her
zaman bizlere açık.
Kaynak: İbnu’l Cevzi, Minhacu’l Kasıdin ve
Müfidü’s Sadıkin, Tahlil Yayınları, I. Cilt, syf: 668-670
KUR’AN’DA “AKLEDEN BİR KALP” KAVRAMI (Ulu’l-elbâb,
ulu’l-ebsâr, ulu’n-nuhâ ile birlikte akıl-kalp ilişkisi)
Kur’an’da iki
âyette kalbin ilginç iki fonksiyonundan söz ediliyor. Birisi akleden kalb,
diğeri fıkheden kalb. Her iki âyette de kalbin akletme, derinlemesine düşünme,
anlama, idrak etme, işin künhüne varma, bir sonuca ulaşma gibi işlevine dikkat
çekiliyor.
Kalbin akletme ile
yanyana yer alması şüphesiz ki akıl ile yürek arasındaki sıkı ilişkiyi ele
veriyor. Aklı kalb ile eş anlamlı sayan bilginleri de haklı çıkarıyor.[1] Bu
yazıda bu bağlamda akıl-kalb ilişkisini, ilgili kavramlar çerçevesinde söz
konusu etmek istiyoruz.
-Akleden bir kalb
“Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki,
akledecek kalpleri, işitecek kulakları olsun? (Dolaştılar, ama ibret
almadılar). Çünkü gerçekte gözler değil, göğüslerdeki kalpler (kalp
gözleri-sağduyuları) kör olur.” (Hacc 22/46)
Görüldüğü gibi bu
âyette, kalbin akledici oluşundan bahsediliyor. Gerçek körlüğün göz körlüğü
değil; gönül körlüğü, basiret körlüğü, kalb körlüğü, vicdan körlüğü olduğu
açıklanıyor. Ama bir kimse de Allah’tan gelen Hakikati idrak edebilir. Ama
kalbi ve vicdanı kör olan birisi ne ibret alır, ne de ayetler üzerinde düşünür.
Kur’an kalpleri olduğu halde bununla düşünüp gerçeği anlamayanların
hayvanlardan daha aşağı seviyede olduklarını söylüyor. Çünkü hayvanlar,
kendisine zarar verecek şeylerden kaçınırlar, faydasına olan şeylere
yönelirler, hangi amaç için yaratılmışlarsa o görevi yerine getirirler.[2]
Âyette akıl
kelimesinin fiilinin şimdiki/geniş zaman hali (ya’kılûne) kullanılıyor.
“Kalpler kör olur...” sözleri lafzî değil, mecazî anlamda gelmiş. Zira bilinen
bir gerçek ki kalbin biyolojik olarak göz gibi kör olması söz konusu değildir.
İnsanlardan
bazıları, kendilerin bahşedilen kalb nimetiyle, peygamberlerin misyonunda hazır
bulunan ve sağduyu ile kavranabilen hakikatleri idrak etmezler. Allah’ın
âyetlerini görmek için gözlerini açmazlar. Onları dinlemek için kulak
vermezler. Kendilerine hibe edilen bu imkanları gereği gibi kullanmazlar.[3]
Şu âyette de
benzer bir ifade ile karşılaşıyoruz:
“Biz onlardan
önce, kendilerinden daha zorlu nice nesilleri helâk ettik de ülke ülke dolaşıp
kaçacak delik aradılar. Kaçacak bir yer mi var?
Bunda şüphesiz
kalpleri açık olanlar, (yani) uyanık bir zihinle kulak verenler için bir uyarı
(ya da bir öğüt) vardır.” (Kâf 50/36-37)
Âyette lafzen
“kalbi olanlar için” deniliyor. Söylemeya gerek yok ki, herkeste onun
yaşamasını sağlayan kalb vardır. Ama herkes âyette verilen örneği bu kalb ile
anlamaz. Ya da âyette kasdedilen kalb bu değil. Demek ki kalbin başka bir
fonksiyonu var. Düşünen, anlayan, idrak eden, ibret ve öğüt alan, yapılan
uyarılara kulak veren bir kalb. Bu âyette söz konusu edilen kalb ile Hacc 46.
âyette geçen akleden kalb aynı olsa gerektir.
Bu âyetteki kalb
bir çok müfessir tarafından lübb (derin anlayış sahibi yürek) veya canlı, aktif
akıl diye anlaşılmış.[4]
Nitekim pek çok
meal de bunu Türkçe’ye akıl olarak aktardılar. Aklını işletenler verilen
örnekler üzerinde düşünürler ve öğüt alırlar, yapılan uyarılara kulak verirler.
Ama kalbleri katılaşanlar ve hakikate kapalı olanlar ise, bu örnekler ve
âyetler karşısında duyarsız kalırlar. Bir anlamda akıllarını işletmezler,
derinlemesine düşünmezler.
Müslüman
bilginlere göre akıl kalbin fonksiyonudur ve elde edilen/mevcut bilgilerle
çalışır. O mücerret zihinden, bilinçten ve anlama gücünden ibaret değildir. Bu
açıdan bu âyet, akletmenin hem kalble , hem de mevcut bilgilerle olabileceğini
gösterir.[5]
-Fıkheden bir
kalb
“Andolsun biz,
cinler ve insanlardan, kalpleri olup da bunlarla anlamayan (fıkhetmeyen),
gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen
birçoklarını cehennem için var ettik. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da
aşağıdadırlar. İşte bunlar gafillerin ta kendileridir.” (A’raf 7/179)
Bu âyette kalb
fıkıh kelimesinin şimdi zaman kalıbıyle (yefkahûne şeklinde) geliyor. Kalb
kelimesi de insanın algı ve bilinç merkezi manasında kullanılıyor. Buradaki
kalb; akıl, damîr veya vicdan denilen şeydir. Yani kalb, idrak olunan şeyler
hakkında hüküm verme yeri ve hidâyet araçlarından biridir.[6]
Kur’an burada
düşünme faaliyetini kalbe isnat etmiştir. “Allah (cc) insanlara gerçekleri,
iyilik ve güzellikleri görme, işitme, anlayıp kavrama yeteneklerini vermiş
olmasına rağmen öyleleri vardır ki onlar bu yeteneklerini yaratılış amacına
uygun bir şekilde ve doğru olarak kullanmazlar; bu sebeple de cehenneme
atılmaları sonucunu doğuracak olan yanlış inançlara sapar, kötü işler
yaparlar.”[7]
İnkârcıların
kalpleri vardır, ancak onunla kötülükleri (münkerleri) bırakmanın, sâlih
ameller işlemenin, faziletlere sarılmanın dünya mutluluğunun kaynağı olduğunu
kavramazlar. İmanla birklikte Âhiret mutluluğunun da bunlarla kazanılacağını
idrak edemezler. Bu gibi güzellikleri Allah’ın dinine sarılmakla elde
edileceğini anlamazlar. Çünkü böylelerinin
manevî lezzetlerin, Âhiret mutluluğunun manasını kavrayacak kalbleri
yoktur.[8]
“Onlar, dünya
hayatının görünen yüzünü bilirler. Onlar, Âhiretten temane gafildirler.” (Rûm
30/7)
Bazıları fıtrat üzere
yaratılmalarına ve anlayacak kalbe sahip olmalarına rağmen, bu kalb ile fıkhetmezler, yani işi derinden derine
anlamazlar. Vicdanda duyulması ve farkına varılması gerken şeye dikkat
etmezler.[9]
Onunla elde
edecekleri hayrı, ulaşacakları hidâyeti bilmiyorlar, bu yüzden haktan yüz
çeviriyorlar.[10]
İman etmek veya
inkârcı olmak, itaat eden olmak veya âsi olmak bir kader (alınyazısı) değildir.
Yani Allah kullarını iman etmeye de, inkâr etmeye de mecbur etmiyor. Herkese
akıl, irade ve –âyette geçtiği gibi- düşünebilecek kalbler verdi. Herkes kendi
özgür iradesiyle -sonucuna katlanmak şartıyla- dilediği yolu seçebilir. Nitekim
yukarıdaki âyet bunu açıkça ortaya koyuyor ve kalb gibi bir imkana sahip olduğu
halde bunu hayır yolunda kullanmayanları kınıyor.
Cehennemi hak
edecek olanlar, akılları varken düşünmeyenler, gözleri varken görmeyenler,
kulakları varken bir türlü Hakikatin sesini işitmeyen gafillerdir. Kur’an,
insanların Allah’ın verdiği yetenekler ile âyetler üzerinde kafa yormalarını,
anlamalarını, gereğini yapmalarını tavsiye ediyor.
“Akıl isim olarak
Kur’an’da hiç geçmemekte, onun yerini kalb almaktadır. Akletme ise kalbin bir
faalyeti olarak dile getirilmektdir. Kur’an tefekküründe, kalb aklın arşıdır.
Vahiy kalbe iner, akıl kalbten neş’et eder. Bu kalbin kan pompası olmayıp iman
ve inkârın makarrı olan manevî merkez olduğu açıktır. (Kâf 50/37) Kur’an
sistematiğinde “taakkulun-akletmenin” kalbe nisbeti, düşünme faaliyetinin
entellektüel faaliyetle sınırlandırmayıp sezgiyi de içine alacak şekilde geniş
tuttuğunu ifade eder.”[11]
“Onların kalbleri
vardır, onlarla kavramazlar...” şeklindeki ifade, “Onların kavramaya yarayacak
kalbleri yoktur...” cümlesinden daha vurguludur. Çünkü onlar için yaratıldığı
söylenen kalb, -yerinde kullanmadıkları için- onların aleyhine delil olur.
Âyette “kalbleri kavramaz” yerine “onlarla (kalbleriyle) kavramazlar”
denilmesi, konuları kavramak ve gerçeklerin özüne varmak için iradelerini
yönlendirmemeleri sebebiyle, sonuçta kendilerinin sorumlu olacaklarını beyan
içindir.[12]
Allah (cc) akıllı,
dolayısıyla yükümlü yaratıklar olup gözle görülmedikleri için “cin” adı verilen
(En‘âm 6/100) bazı varlıklarla birlikte insanların –bir kısmını cennet için
yarattığı gibi– bir kısmını da cehennem için yarattığını ifade buyurduktan
sonra bunun sebebi olarak, onların yükümlülük ve sorumluluğa temel teşkil eden
akıl ve diğer bilgi yeteneklerini doğru ve yerinde kullanmamalarını
göstermektedir.[13]
Bu iki âyette
geçen “kalb”, “akıl” ve “fıkıh” kavramı üzerinde durmakta fayda var.
-Kalb,
Burada kanı
pompalayan göğüs kafesindeki kozalakımsı organdan bahsetmiyoruz.
‘Kalb’, Kur’an’da
tekil ve çoğul (kulub) olarak sıkça kullanılan, insanın manevi hayatında çok
önemli bir yeri olan ‘kalb’ten bahsediyurz. Kalb; imanın ve küfrün, sevginin ve
nefretin, cesaretin ve korkaklığın, iyiliğin ve kötülüğün, kısaca; bütün
duyguların merkezidir. Bütün sezgi ve duygularımızın, düşünme gücümüzün
kaynağı, iç dünyamızın merkezi olan, ama yeri belli olmayan şeydir.
Eski Arapça’da
kalb kelimesi genellikle “insanın kavrama, bilme ve algılama, sağlıklı hüküm
verme yeteneği”, kısaca “akıl” anlamına gelir.
Birçok âyette
olduğu gibi (Meselâ; Âl-i İmrân 3/151. Enfâl 8/12. Hac 22/46. Zümer 39/45.
Nâziât 79/8) konumuz olan âyette de kelime bu anlamda kullanılmıştır.
Buradaki kalb, göz
ve kulak kelimeleri, aslında duyma (his), algılama, düşünme, kavrama, bilme
gibi insanı bilgiye, tefekküre ve imana götüren temel insanî yetenekleri ifade
etmektedir.[14]
İnsanın asıl
gerçeği de bu kalb’tir. Bir çok hayvanın yüreği vardır. Hepsinin görevi de kanı
toplayıp vücuda pompalamaktır. Ama buna asla kasdettiğimiz kalb denmez. Kalbin
günlük dildeki bir adı da gönüldür. Gönüllü insan deriz ama gönüllü hayvan
demeyiz.
İnsanın bilgin,
anlayışlı, inançlı olmasını ifade eden, hakkında konuşulan, sorumlu tutulan özü
bu kalbidir. İnsanın içindeki ‘ben’dir. Ruha, akla iradeye, bedene buradan
geçilebilir. Kalb, bir anlamda ruhumuzun gözüdür. Sezgi kalbimizin bakışı, akıl
onun ruhu, irade de onun kuvvetidir.
Kur’an’da, kalbin
akletme, anlam, tedebbür, tefekkür, tezekkür, korkma, sevinme, üzülme, varlık
ve olaylardan etkilenme, katılaşma, duyarlı olma, şüphelenme, inanma, inkâr
etme, sanma, haşyet duyma gibi daha bir çok nitelikleri zikredilir. Bir başka
ifadeyle kalb, bütün vicdani duygu, şuur, sezgi ve hislerimizn, zihni ve ruhî
eylemlerimizin merkezi konumundadır. (bkz: Bekara 2/171. A’raf 7/179. Yûnus
10/31. Nahl 16/78, 108. İsrâ 17/36. Hacc 22/46. Secde 32/9. Câsiye 45/23)[15]
Kalb (çoğulu:
kulûb)’ bazen akıl yerine de kullanılır. ‘Gönlümden geçti’, ‘aklımdan geçti’
aynı anlamda kullanılmaktadır. Bir arabın “Senin kalbin yok, kalbin yanında
değil”, yani “aklın başında değil”, ya da “Kalbin nereye gitti, yani aklın
nereye kayboldu?” demesi doğrudur. “Bir
kimsenin kalbi var” demekle, onun anlayış sahibi, arkasını düşünecek kadar
tedbirli davrandığı anlatılmış olur.[16] Kur’an da Peygamberin kalbine inzal
edildi. (Bekara 2/97) Buradaki kalbin de göğüs kafesindeki yürek olmadığı
açıktır.
“Kalb” sözlükte;
bir halden bir hale, bir durumdan diğerine geçiş, bir şeyin içini dışına
çevirmek demektir.[17] Nitekim, insan yüreğine de bir kararda durmadığı,
şekilden şekile geçtiği, hızlı bir şekilde değiştiği için bu ad verilmiştir.
Kalb ayrıca, akıl, bir şeyin özü, mecazi anlamda ilim anlayış (fehme) anlamlarında
da gelir.[18]
Kalb ile
kastedilen ‘ruh, ilim, cesaret gibi kavramların söylendiği bir anlamdır’. Demek
ki kalb, insana özgü ruhanî hayata ait sırların merkezidir ve insanın özü de
burasıdır.,
İnsanlar,
gözleriyle veya duyularıyla şeklini gördükleri, duydukları şeyleri anlarlar.
Ama kalb, geomatrik şekillerin ötesindeki sonsuz duyguları anlayan bir
yeteneğin merkezidir. İnsan hayatında her açıdan kalbin yeri bellidir. İslâmda
imanın ve küfrün, kabul etmenin ve reddetmenin, sevgi ve nefretin, idrak etmenin,
anlamanın yeri, itaat ve isyan duygularının mekanı orasıdır. İnsan, inanç
esaslarını diliyle sayar, tekrar eder, anlar ama kalbiyle doğru olduğuna karar
verir (tasdik eder).
Bilgi elde
araçlarından biri de kalbdir. Kur’an kalbi biyolojk bir organ olarak değil,
daha çok akletme, ilim sahibi olma, ve anlama manasında kullanıyor.[19]
Kur’an’da kalb-i
selîm ifadesi de geçmektedir.
-Kalb-i selîm (selîm kalb, hastalıklı kalb)
Kur’an’da sık sık
söz konusu edilen kalbi alimler hakikat açısından üç katagoriye ayırıp
incelerler.
Birincisi: Hastalıklı kalpler. Bunlar da başta
münafıklar olmak üzere şüphe, cehâlet, ihtiras ve ahlâksızlık ile dolu
kalpleridir. Kur’an böyleleri hakkında şöyle buyuruyor:
“…Onların
kalplerinde hastalık vardır. Allah onların hastalıklarını arttırmıştır.”
(Bekara 2/10)
İkincisi: Mühürlü ve nasipsiz kalpler. Bunlar
imandan ve İslâm’dan nasibi olmayan bahtsızların, kâfirlerin kalpleridir.
Bunlar hakkında Kur’an’da şöyle buyrulur:
“Allah onların
kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinde de perde vardır.” (Bekara
2/7)
Bunlar küfürde
inat ettikleri için hidâyeti kabul etme yeteneklerini kaybederler. Halbuki
Allah (c.c.) her insanın fıtratına hakkı veya hidâyeti alıp kabul edecek bir
yetenek yerleştirmiştir.
Üçüncüsü: Selîm kalpler. Bunlar Hak’tan gelenlere
iman edip teslim olan, şüphe, inkâr, şirk, vesvese, hırs, dünyaya tutkunluk,
başka şeyleri Allah’tan daha fazla sevme ve başkalarına hasetten temizlenen
kalplerdir. Bunlar münîb/Allah’a yönelen ve iman ile, imana karşılık verilenlerle
mutmain olmuş/doygunluğa ermiş kalpler.
Kur’an’da iki
âyette “kalb-i selîm-selîm bir kalp” ifadesi geçiyor. (Şuarâ 26/89. Saffat
37/84) Her ikisi de hz. İbrahim’den (a.s.) bahseden bir pasaj içinde yer
alıyor.
Buna göre
–Kur’an’da hangi bağlamda gelirse gelsin- bir kalbin selîm olması hem onun
kimliğidir, hem de sahibinin kurtulma sebebidir.
“Şüphesiz İbrahim
de onun (Nuh'un) milletinden (onun tarafını tutanlardan) idi. Hani o Rabbine
kalb-i selîm (arı-duru bir yürek) ile yönelmişti.” (Saffât 37/83-84)
Hz. İbrahim aldğı
peygamberlik görevi gereği babasının ve kavminin taptıkları putlardan,
atalarından aldıkları inançtan kalbini temizleyerek onları bir Allah’a (cc)
kulluk yapmaya davet etti. Öyleki kalbinde ne onların sahip olduklarına karşı
bir tamah, ne de onlardan bir korku vardı. Zira selîm bir kalp Allah’tan
başkasına iltifat etmez.
Tertemiz, arınmış,
sâlim kalp olarak çevirebileceğimiz ‘kalb-i selîm’ deyimi, inkâr ve şirkten,
kibir, gurur, haset, kin, öfke, riya, cimrilik, şüphe, tereddüt, fesat, nifak
gibi ahlâkî zaaflardan, nefsânî tutkulardan arınmış, insana olgunluk kazandıran
ve faziletli davranışlara yönelten, sapasağlam, isabetli ve geniş düşünen
Allah’a bağlı ve imanla dolu tertemiz yürektir. Selîm kalp her ne ise, bu sıfat
öncelikle hz. İbrahim’in bir sıfatı idi. Bu arınmış yürek nitelemesi onun
mükemmel samimiyetini anlatıyor. O böyle bir kişiliğe sahip olduğundan, o ve
kendisine uyanlar Kur’an’da bütün insanlığa ‘güzel bir örnek’ olarak sunuyor.
(Mümtahıne 60/4)[20]
“Selîm kalp’ ifadesi ikinci olarak hz. İbrahim
(as) duasının arasında arınmış yüreğin ne işe yaracağını hem kendine, hem de
Kur’an’ın muhataplarına haber vermek üzere geliyor.
“O gün, ne mal
fayda verir ne de evlat. Ancak Allah'a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler
(o günde fayda bulur)” (Şuarâ 26/83-89)
‘Arınmış veya
sağduyulu yürek’ diye çevirebileceğimiz “kalb-i selîm”, şirk ve şüpheden
arınmış, iman esaslarına samimiyetle inanmış, manen sağlıklı kalbtir.[21]
Kimilerine göre
selîm kalb selâmette olan kalptir. Böyle bir kalp Allah’ı birleme ve öldükten
sonra dirilme konusunda şüphesi olmayan kalbtir. İlk dönem tefsircilerinden Mücâhid’e göre o
kalbin hakikat konusunda zerre kadar şüphesi yoktur. Yine ilk dönem
tefsicilerinden Katâde’ye göre selîm kalb şükreden, Dahhâk’a göre ise o sâlim
(sağlam, sağlıklı) kalptir.[22]
Tefsirci
Kurtubî’ye göre “selîm kalb hâlis, tertemiz, arınmış kalptir” şeklindeki
açıklama en isabetli açıklamadır. Zira
selîm kalb yerilen bütün özelliklerden arınmış, buna karşılık en güzel ve övülen
sıfatlarla bezenmiş yürektir.[23]
Gerçek ‘ma’rifet’
ehli kimseler, neyin çirkin neyin güzel olduğunu o şeylere ait özelliklere
bakarak tanıyabilirler. Çünkü onlar ‘selîm akıl’ sahibidirler. Akl-ı selîm, sağlam, yerinde işlev gören,
maksada uygun çalışan akıl demektir. Şimdilerde sağduyu denilen şey selîm kalb
olsa gerek.
Mü’minin kalbi,
münafıkların kalbi gibi bir o yana bir bu yana yalpa yapmaz. Şüphe içerisinde
değildir. İman o kalbde kökleşmiştir. Selîm kalb sahipleri Allah’a teslim olmuş
kimselerdir. Onlar kalplerini Allah’ı zikirle doyururlar, takva ile beslerler
ve sâlih amelle temizlerler (tezkiye ederler).
Bazı kalplerde
maraz (hastalık) vardır. Çünkü o kalpler Allah karşısında görevlerini
yapmazlar. Bu maraz daha çok münafıkların kalblerindedir. (Bekara 2/10) Bu
marazın en önemli sebebi, samimiyetsiz ve iki yüzlü olmaktır. Bazı kalbler ise
son derece katıdır. Onlar Allah’a verdikleri sözü tutmamış ve kendi hevâlarına
(isteklerine) uymuşlardır. Aşırı hırs, dünyaya tutkunluk kalb katılığını (kasvetini)
artırır. (Hadid 57/16) İnsan yanlış işleri yapmaya devam ederse kalbi yavaş
yavaş paslanır (Mutaffifîn 83/14) ve sonunda körleşir. İnkâra ve inada devam
edenleri de Allah mühürler. (Bekara 2/7. Nisâ 4/155) Mühür vurulan bir kalb
imandan mahrum kaldığı gibi iyi duygulardan da, sağlıklı karar vermekten de,
akletmekten de uzaklaşır.
Kalb hastalığını
en önemli belirtisi, dil ile kalbin farklı oluşudur. Bu da münafıklıktır.
Bazıları dilleriyle müslüman olduklarını iddia ederler, ancak onlar şeytanları
ile başbaşa kalınca Allah’a ve müslümanlara gizli düşmanlık yaparlar. Bunların
kalbi baştan ayağa fesatla doludur. (Bekara 2/206) Fesatla dolu kalbin gereği
gibi akletmesi, hakikati kavraması çok zordur.
Akleden bir kalbe
sahip olmak aynı zamanda kalb gözünü açar. Haktan gelen daveti anlamasını
sağlar. Yukarıdaki âyette geçtiği gibi gerçekte kafadaki gözler değil,
göğüslerdeki kalbler kör olur.
“Kimi yürekler
Hakikate karşı aykırı konumdadırlar. Bu da onun ya iç, ya da dış kaynaklı bir
engelle kapanmasıdır. Kur’an, kalbin hakikate karşı bir daha açılmamacasına
kapanmasına ‘mühürlenme’, hakikati göremeyecek denli ışıksız kalmasına
‘körlük’, hakikati yansıtamayacak kadar cilasının dökülmesine ‘kararma’,
hakikati yanlış anlamasına ‘hastalık’, hassasiyetini yitirmesine
‘taşlaşma’,[24] günaha pervsızca dalmasına ‘paslanma’ diyor.”
Kalb-i selîm
sahibi, aklını ve kalbini doğruluk ve olgunluk yolunda kullanan insandır. O,
Selim kalb, isyan ve günahtan arınmış, imanlı, sâlih ameller işleyene ve her
türlü kötülükten uzak kalamya çalışan kalbtir.
İnsanların çoğunun iman etmemeleri, kötülükten uzak durmamaları aklı
selîm ve vicdanlarının doğruya çalışmaması veya doğruluk değerlerini yitirmiş
olmalarındandır.[25]
-Fıkıh/fıkhetmek
Âyette geçen
“fe-ka-ha” fiili (masdarı: fıkıh); anlayış, yapıcı akıl, kıvrak zekâlılık, bir
şeyi bilmek, konuşanın sözünden maksadını iyice anlamak, kendisine hükmün
iliştiği gizli manaya vâkıf olmak, iyi ve tam anlamak, bir şeyi derinlemesine
bilmek gibi manalara gelir.[26] Şeyi
idrak etmeye ve bilmeye delalet eder.[27] Fıkıh sahiplerine, fıkhedenlere fâkih
veya fakîh denir. Ya da bir şeyin iç yüzünü bilmektir. Bu açıdan işlerin
içyüzünü bilmeyip sadece yüzeyde kalanlara fakîh-fâkih denmez.[28]
“Fıkıh”, bilmek,
anlamak gibi anlamlara gelen ‘ilm ve ‘fehm’ gibi kelimelerden biraz daha özel
bir anlam taşır. Fıkıh, elde olan bir bilgi aracılığyla hazırda olmayan bir
bilgiye ulaşma demektir.[29]
‘Fıkıh’ kelimesi
Kur'an'da fiil halinde bir şeyi tam ve iyi anlamak, kavramak, bir şeyin
hakikatini bilmek ve akletmek manasında kullanılmaktadır.
O halde fıkıh, söz
ve fiillerin amaçlarını kavrayacak şekilde derin ve keskin anlayış ve zekâ
demektir. Aklın bir işleyiş türü olan fıkıh’ın görevi, sözlü ve sözsüz mesajın
ne demek istediğini kavramak, muhatabın maksadını hitabından anlamaktır. Mesela, “fıkıhtü kelâme” denildiği zaman,
“sözünü anladım”, “şu hitabından ne kasdedildiğine vakıf oldum” denilmek
istenir. Mekke müşrikleri Allah
tekliflerine vakıf olmaya çalışmadıkları için fıkıhsızlıkla nitelendirildiler.
(Nisâ 4/78) Yani onlar ilâhi iradenin söz şeklinde insana ulaşan vahyin asıl
maksadına içlerindeki önyargılardan dolayı vâkıf olmak için bir çaba
göstermediler.[30]
Bir âyette ise
"fıkh fi’d dîn’-dinde anlayış sahibi" şeklinde geçmektedir. (Tevbe 9/122)
Din’de derin kavrayış sahibi olmak biraz özel bir anlamdır. Din’in hükümlerini,
hedeflerini, hükümlerin inceliklerini, fayda ve hikmetlerini, hükümlerin
dayandığı temelleri elbette derin anlayışı ve geniş kavrayışı olanlar daha iyi
bilirler.
Hadislerde de
‘fıkıh’ kelimesinin sözlük anlamıyla ve ‘fi’d din’ şeklinde biraz daha özel
anlamda, İslâmî konularda derin anlayış sahibi olma anlamında kullanıldığını
görüyoruz. “Allah (cc), kimin için hayr dilerse, onu dinde fıkh sahibi (dînî
hükümlerin inceliğini kavrayan) kılar.” Darimî, Mukaddime/24 no: 231. Buharî,
İlim/10
Kur’an, kalpleri
var olduğu halde Allah’ın âyetlerini anlamayanların (fıkh etmeyenlerin)
Cehennemlik olduklarını söylüyor. Bu sıfat inkârcıların sıfatıdır. Onlar,
Allah’ın insanlara gönderdiklerini anlayıp iman etmezler. (A’raf 7/179) Bir âyette ise inkârcılara ve münafıklara
hitaben: “…Fakat, ne oluyor ki, bu topluluğa, hiç bir sözü anlamaya
(fıkhetmeye) yanaşmıyorlar?” deniyor. (Nisâ 4/78) ,
Yine Kur’an,
Allah’ı tesbih eden (O’nu noksan sıfatlardan uzak tutarak zikreden) yerlerin ve
göklerin ve içlerinde yer alan her şeyin tesbihini insanların
anlayamayacaklarını (fıkh edemeyeceklerini) söylüyor. (İsrâ 17/44)
Kavram olarak
‘fıkıh’ kelimesi, sözlük anlamından çok farklı değildir. ‘Fıkıh’; şer’î (veya
amelle ilgili) hükümleri ayrı ayrı delillere dayanarak bilmektir. Ebu Hanife
(ra) fıkh’ı şöyle tanımlıyor: “Kişinin lehinde ve aleyhinde olan hükümleri
bilmesidir.”
Fıkhetmenin
gerçekleştiği yer kalbtir. Kur’an da fıkhetmenin odak noktası olarak kalbi zikreder. Bir çok
âyette kendi özgür iradeleriyle kalblerini hakikate örten ve kulaklarını
duymaktan alıkoymak suretiyle kendilerini vahiyden mahrum edenler hakkında
“fıkıh/fıkkhetme” kelimesi kullanılır. Hidâyetten mahrum kalma sebebi, kalblerin
anlama/fıkhetme kabiliyetini yitirmesidir. İdrak; akleden kuvvettir, akledilen
şeyin mahiyetine ulaşıp, o şeyi kavrama olgusudur. Burada kasdedilen algılamak
asıl, gönül gözü dediğimiz manevi cevherdir. Kur’an’da “kalb-fıkıh” ilişkisinin
fonksiyonel anlamda birlikte kullanılması oldukça anlamlıdır. Zira kalb var ama, fıkhetme yoksa işte o zman
insan asıl varolma değerini kaybeder. (A’raf 7/179) Bu sebeple Allah (cc) ilim,
fehm, idrak, ince ve derin anlayış anlamına gelen fıkhetmeyi, inkâr edenlerin
kalblerinden çıkarmıştır. Onların kalbleri vardır ama bununla hakikati idrak
edemezler.[32]
Fıkıh, hakikate
doğru işlevsel aklın anlam alanıyla ilişkilidir.
-Akıl
“Akıl”, masdar
olarak sözlükte; engellemek, alıkoymak, bağlamak gibi anlamlara gelmektedir.
‘Akl’ isim olarak; akıl, idrak, diyet, muhakeme yeteneği, kavrayış, zekâ,
gerçeği idrake götüren manevi kuvvet, anlamak demektir.[33] Akıl kelimesinin
aslı tutmak ve tutmaya gayret etmektir. Akıl, varlıkların güzellik, çirkinlik,
kemâl ve noksanlıklarını bilmek, iki iyilikten hangisinin daha hayırlı, iki
kötülükten hangisinin daha zararlı olduğunu bilme yeteneğidir. Bu anlamda aklın
yeri kalptir.[34]
“Akl kelimesi
“aklu’l-ba’ir/devenin bağı tabirinden türemiştir. Devenin bağlandığı ipe “akl”
denilmesi, yürümesine engel olmasından dolayıdır.”[35]
“İkal” veya ikal
(bağ ve engel) kökünden gelen akılda hem bir bağ kurma, yani eşya arasındaki
ilişkiyi/bağı tesbit etme, hem de bilginin bir pratik sonucu ortaya koymak
demek olan engel olma anlamı vardır. Yani akıl sadece eşya arasındaki ilişkiyi
tesbit eden değil, aynı zamanda bunun gereğini de yaptıran güçtür. Hatta akıldaki bu pratik yön daha ağırlıklı
olarak kendini gösterdiğindendir ki, Kur’an’da akıl anlamında kullanılan “hıcr”
ve “nühâ” (nehiy ve menetme) kelimelerinde de bu anlam ağırlıklı olarak
vardır.[36]
Sözlük anlamından
hareketle akla; “ilimle insanı himaye eden, kale içerisine alan, onu mahveden
yollara sürüklenmekten koruyan, tehlikeye düşmesine engel olan ruhí bir
kuvvettir” demek yanlış olmaz
“Akıl, insanın
nefsi, idraki, ilmi, şuuru ve bunların eylemlerine olan etkisi söz konusu
olduğunda, nefsî bir nitelik ve ruhî bir latife manasında kullanılır. Kalb,
akıl manasında kullanıldığı gibi zamanımızda adına vicdan denilen ruhî duygu
manasına da kullanılır. Bu da doğru bir terimdir.”[37]
Akıl, düşünme,
kavrama ve bilgi elde etme gücüdür. Akıl, insanda bulunan manevi bir kuvvettir.
İnsan bu kuvvet sayesinde eşyayı kavrar, gerekli bilgileri elde eder. Akıl;
insanın düşünme, bilme,
davranışını belirleme, denetleme ve yargılaması ile ilgili
kabiliyetidir.[38]
Ama maalesef
insanların çoğu bu akıl gücünü ve yeteneğini iyi yolda kullanmazlar.
‘Akıl’,
çevremizdeki her şeyin (eşyanın) özelliklerini tanıyan, idrak eden bir
kabiliyettir. O insana verilmiş bir manevi kuvvettir. Bir başka deyişle o
insana verilmiş bir nur’dur, yani ışıktır. Bu ışık sayesinde insan, çevresinde
bulunan şeylerden haberli olur, faydalı şeyleri anlar, zararlı olanı idrak
eder, bilgileri kalpte korur. İnsan bu manevi güçle gerekli teorik bilgileri
elde eder.
‘Akıl’ kalbin bir faaliyetidir. Kişi kalbinin
bu faaliyeti sayesinde bir şey hakkında bilgiye ulaşır, o şeyle ilgili
özellikleri korur, elde ettiği bilgileri inceler, yerine göre hatırlar, o şeyle
ilgili şâhitlik yapacak kadar kesin bir bilgiye kavuşur.
Akletmek,
etkilenenden etkileyene (eserden müessire), görülebilen veya hissedilebilen bir
etkilenenden, görünmeyen, duyu organlarıyla henüz hissedilmeyen etkileyici şeye
ulaşmaktır. Söz gelimi, balın tadı arının varlığını, arının bir çiçeğin
üzerinde uçuşu balı akla getirir. Birinden diğerine geçerek onu düşünmek, aklın
işidir.
İslâm kelâmcıları
tarafından bilgi kaynağı olarak düşünülen gerek “doğru haber”in, gerekse
“duyular”ın verdiği bilgileri anlama ve yorumlama aracı da akıldır. Böylece
aklın yeni bi bilgi ortaya koymadığı, emâre, karine ve delillerden hareketle
var olanı tesbit ve ortaya koyduğu anlaşılmış olur.[39]
Kur’an’da aklın
açık bir tanımı yapılmamışsa da aklın söz konusu edildiği âyetler incelenirse,
onun işlevselliği anlaşılabilir. Buna göre akıl duyu organları aracılığı ile
kendisine ulaşan bilgileri değerlendirerek hakla batılı birbirinden ayıran
(Nahl 16/78), her türlü kavramlar ve fikirler arasında mukayese yapabilen
(A’raf 191-195. 16/76. 27/59-64. 30/28. Naziât 79/27), varlıkları (Tevbe 9/116.
Yûnus 10/5-6. İbrahim 14/10. Nahl 16/10-17, 80-81) gaye (Âli İmran 3/137. Hacc
22/85. Fâtır 35/12. Yâsîn 36/33), imkan ve ihtimal (En’am 6/40-41. Yûnus 10/50.
Hûd 11/28. Kasas 28/71-72) noktasında inceleyip onlar hakkında doğru bilgiler
ortaya koyabilen, ancak bütün varlık ve oluşları kuşatamadığı için sınırlı
bilgi verebilen (Âli İmran 3/7), insanın bünyesinde var olan ve bilginin
oluşumuna etki eden kuruntular ve çeşitli arzular sebebiyle yanılabilen, bundan
dolayı da kendisine ışık tutacak sağlam –bir kaynağa muhtaç olan zihni bir
kuvvettir.[40]
Hadislerde geçen
akıl kelimesi “deveyi veya başka bir şeyi bağlamak, zaptetmek; diyet vermek”
gibi kelime mânaları yanında “hatırda tutmak, anlamak ve bilmek” gibi terim
anlamlarını da ifade eder.”[41]
İslâm kelâmcıları
aklı şöyle tarif ediyorlar: “Akıl, insanların kendisi vasıtasıyla iyiyi
kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırdıkları, birleşmesi gerekeni birleştirip,
ayrılması gerekenleri ayırdıkları bir araçtır.”[42]
Felsefe ve mantık
terimi olarak akıl; “varlığın hakikatini idrak eden, maddî olmayan, fakat
maddeye tesir eden basit bir cevher; maddeden şekilleri soyutlayarak kavram
haline getiren ve kavramlar arasında ilişki kurarak önermelerde bulunan, kıyas
yapabilen güç” demektir. Bu anlamıyla
akıl sadece meleke değil özdeşlik, çelişmezlik ve üçüncü şıkkın imkânsızlığı
gibi akıl ilkelerinin bütün fonksiyonlarını belirleyen bir terimdir. İnsanın
her çeşit faaliyetinde ahlâkî, siyasî ve estetik değerleri belirlemede en
önemli fonksiyonu haizdir.[43]
-Kur’an’da akıl
Kur’an’da akıl
kelimesi isim olarak geçmez. Ancak bunun fiil hali“akletme, aklını kullanma,
düşünüp taşınma” anlamında bir kaç fiil kalıbıyla kırkdokuz âyette yer alıyor.
Aklı fiil halinde
kullanan Kur'an, akletmenin ve doğru düşünmenin önemine dikkat çekiyor. Akıl ve
bunun eş anlamlısı akletmek, anlamak, ibret almak, bakmak gibi kavramların
bulunduğu âyetleri göz önüne alacak olursak yaklaşık beşyüz kadar âyette akıl
ve tefekkürden bahsedildiğini söyleyebiliriz.
Bu âyetlerde
genellikle “akletme”nin yani aklı kullanarak doğru düşünmenin önemi üzerinde
durulmuştur. Düşünmek, ibret ve öğüt almak, hidâyete ermek, cehâletten
kurtulmak, evrendeki ve kendi bünyesindeki gerçekleri anlamak, gönülden kör ve,
sağır, dilsiz olmamak için Kur’an akla sık sık vurgu yapıyor.
Kur’an’a göre
insanı insan yapan, onun her türlü fiillerine anlam kazandıran, Allah’ın
emirleri karşısında yükümlülük (mükellefiyet) altına sokan ve ona sorumluluk
yükleyen akıldır.[44] İnsan ile hayvanlar arasında biyolojik açıdan fazla bir
fark yoktur. İnsanı onlardan farklı kılan şey öncelikle insanın akıllı ve
iradeli bir varlık oluşudur.
“İnsanın akıl
sahibi, düşünen ve bilen bir varlık olmasına büyük önem verilmiş, her vesile
ile insanın bu yönü harekete geçirilmeye, yararlı ve verimli kılınmaya
çalışılmıştır.”[45]
Akla bu kadar
vurgu yapmanın bir amacı da insanların Kur’an’ın manasını ve işlevini, İslâmi
hükümlerin hikmetini anlamaları içindir. Düşünmek, doğruyu bulup onun gereğini yapmak
içindir.
Kur’an’a göre
‘akıl’, bilgi edinmeye yarayan güç, bu güç ile elde edilen bilgidir.[46] Bu bir
anlamda düşünme, kavrama, anlama ve bilgiye ulaşma yeteneğidir. “Çünkü akıl,
farklı fikirleri belirli katagorilere ayırma yetisine sahip olan, analiz edici,
bütünleyici ve birleştirici özellik taşır. Kur’an’a göre aklın en önemli yanı
burasıdır. İnsana var olanla Var Eden arasında bağ kurdurmaktır. Bu sebeple
Kur’an’da aklını doğru bir şekilde kullanmayanlar kınanır, inkârcılar “akılını
işletmeyenler” olarak nitelenir.[47]
Bağ ve ilişki
kurma, engel olma anlamı itibariyle akıl, sanki Allah’ın (cc) insanın içine
koyduğu ve kendisiyle irtibatını kesmemesini sağlayacak olan muharrik güçtür.
Yani akıl bir yönüyle insan ile Allah
arasında ilişki kuran, onun ilâhi arafıdır. Aklın bağ ve ilişki anlamına
gelmesi, onun sadece Allah ile değil, ayrıca oluş ve varoluş arasında da ilişki
kurmasıyladır. Ama sonuçta bu ilişkiyle o Allah’a ulaşacaktır. Bu itibarla
akıl, Allah’ın insandaki temsilcisidir denilebilir”[48]
İnkârcılar, akıl
ni’metine rağmen Allah’ı ve O’nun gönderdiklerini gereği gibi anlamıyorlarsa,
akletmiyorlarsa; onlar sağır ve dilsizdirler (Bakara 2/171) Aklını kullanmayıp
da inkâr, isyan ve sapıklık üzere devam edenlere azaptan başka bir şey yoktur.
(Yûnus 10/100) Kur’an bununla bütün
insanlığı uyarmaktadır. Cehennem azabından kurtuluş yolu da akletmek, aklı
kullanmak ve Vahy ile gelen gerçeğe teslim olup Allah’a kulluk yapmaktır. (Mülk
67/10)
Aklını gereği gibi
kullanmayanlar, sağır, dilsiz ve kör gibidirler. Gerçeği duymazlar, dilleriyle
ikrar etmezler (dile getirmezler), gözleriyle görüp anlamazlar. Onların
akılları bu noktada hiç bir işe yaramamaktadır.
“Gerçek şu ki,
Allah katında, yerde hareket edenlerin en şerlisi (kötüsü) akıl erdirmez sağırlar
ve dilsizlerdir.” (Enfal 8/22)
Kur’an, aklın
sürekli geliştirilmesini istemektedir. Aklen yetersiz olmaları sbebiyle diğer
canlılara ve zekâ sahibi olmayan varlıklara, insana yüklenen sorumluluklar
yüklenmemiştir. Kur’an’ın akla değer vermesi aklın varlık ve olayları anlamlı
kılma kabiliyetinden dolayıdır.[49]
Kur’an, “Bu
örnekleri biz insanlar için vermekteyiz. Ancak alimlerden başkası akletmez”
(Ankebût 29/43) demektedir. Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün
peşpeşe gelişinde, gemilerin denizde yüzmesinde, yağmurun yağmasında,
canlıların üreyip çoğalmasında, bulutların hareketlerinde aklını kullananlar
için âyetler vardır. (Bekara 2/104. Âli İmran 3/191) Bu âyetlere bakan akıllı
insanlar onları yaratan Yüce Kuvvet’i idrak ederler.
Şunu hatırlamak
gerekir: Kur’an akılla birlikte, ona yakın anlamda pek çok kavram kullanılıyor.
“Kur’an’da akla yakın anlamda birden çok kelime kullanıldığına göre bu kadar
farklı akletmeler bulunmalıdır, ya da aklın bu kadar farklı fonsiyonları
olmalıdır. Akıl, fuad, lübb, basar, hıcr, nühâ gibi.”[50]
-Akıl potansiyel bir güçtür
Allah (cc) hayatın
devamını sağlamak, yaratılış sebebi olan denemeyi kazanmak ve hayatı
güzelleştirmek için insana pek çok imkanlar verdiği gibi, üç önemli güç kaynağı
veya kabiliyet vermiştir. Bunlara eskilerin deyimi ile ‘kuvve-i aklıyla,
kuvve-i şeheviyye, kuvve-i gadabiyye’ dir. Yani akıl gücü, isteme gücü, çaba ve
savunma gücü.
-Şehvet (iştah) kuvveti
Kuvve-i şeheviyye,
insanın içindeki isteme gücüdür. Nefsin arzuları, insanın içindeki her şeye
karşı duyulan meyil, istek ve emellerdir. Buna ‘şehvet’ de diyebiriz. İnsana fayda veren şeyleri elde etmeye yarar.
Kişinin acıkınca
yemek istemesi şehvet (iştah) olduğu gibi, mal, mesken, güzel elbise,
lezzetler, oyun ve eğlence, nefse hoş gelen başka şeyler istemesi de şehvettir.
Şehvet kuvveti
esasen olumsuz bir şey olmadığı gibi, insan için bir felaket de değildir. Tam
tersine hem hayatın devamı, hem ihtiyaçları gidermek, hem de üretken olmak için
gereklidir. İnsanda arzu, istek, hırs olmazsa, hem üretemez, hem de en zaruri
ihtiyaçlarını karşılayamaz.
Ancak her şeyde
olduğu gibi bunda da asıl mesele bu gücü, bu kabiliyeti dengeli kullanmaktır.
İfrata veya tefrite düşmemek, aşırıya kaçmamaktır. Kişinin acıkınca karnını
doyurma isteği iştahdır, yeme isteğidir. Ancak bunu hırsızlık yoluyla, ya da
dinen haram veya pis sayılan bir şeyle karşılaması ifrattır. Bir kimsenin cinsi ihtiyacını karşılamak
istemesi iştah/şehvettir. Ancak bunu Din’in izin vermediği gayr-i meşru bir
yolla gidermeye çalışması ifrattır.
-Gadap (öfke) kuvveti
Kuvvet-i
gadabiyye, öfkedir, savunma iç güdüsüdür.
Bir başka deyişle hamiyyet duygusudur. Korkak, pısırık, cesaretsiz
olmamaktır. Ya da bir şeyi yapmak üzere ortaya konan çabadır. Kişi bu savunma gücü
sayesinde kendini tehlikelere karşı korur, kızılacak yerde kızar, iffet ve
şerefine sahip olur, zalimlere ve kötülere karşı mücadele verir. Düşmana karşı
dinini, malını ve toprağını savunur.
Öfke gücü savunma
rekleksi, değerli şeyleri korumdaki manevi donanım, kötülük odaklarına karşı
mücadele imkanıdır. Yalnız bunun da dengeli kullanılması esastır. Hiç
kızmayan/öfkelenmeyen birisi bir işe yaramadığı gibi, yerli yersiz her şeye
kızan da bir işe yaramaz. Gadap gücünü yerinde kullanmayan, namusuna, iffetine,
değerlerine, yapılan saldırılara, sövmelere, hakaretlere aldırmazlar.
Zalimlerin eziyetlerine katlanır, her türlü rezalet ve kepazeliklere boyun
bükerler.
Bunun tersi
gereksiz yerde kızmak, ya da öfkeye hakim olamamaktır. Akılla, düşünceyle,
adalet ve tenni ile hareket etmek yerine nefsin esiri olup zararlı işler
yapmaktır. “Öfke ile kalkan zararla
oturur” öfkesine sahip olamayanlar için söylenmiştir. Haksız yere kızan veya
öfkesine mağlup olan nicelerinin kendilerine ve çevrelerine aşırı zarar verdikleri
bilinen bir gerçektir.
Bu da gadap
kuvvetinin yerinde kullanılmadığının göstergesidir. Halbuki gadap kuvveti de
tıpkı iştah gibi insana bahşedilmiş hayati bir imkandır.
-Akıl kuvveti
Akıl gücü insana
doğuştan verilen bir yetenektir. Kişi ergenlik çağına ulaşınca bu güç
olgunlaşır. Şüphesiz ki akıl gücü insanlarda eşit değildir, farklı farklıdır.
Kimileri bu akıl
gücünü ve yeteneğini iyi yolda kullanmazlar. Özellikle, evrendeki yaratıklara
bakıp, Yaratıcıyı idrak etmezler. Ya da O’nun huzurundaki konumlarını, insan
olarak durumlarını düşünmezler, akıllarını kullanıp kendilerine faydalı olacak
ve onları kurtaracak işleri yapmazlar. Kur’an böylelerini şu örnekle anlatıyor:
“Küfre sapanların
durumu, çobanın haykırışını işiten ama onu yalnız bir ses ve çağırma olarak
algılayan sürünün durumuna benzer. Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler:
zira akıllarını kullanmazlar.” (Bekara 2/171)
Kur’an bütün
insanları akletmeye, aklı gereği gibi ve yerinde kullanmaya davet ediyor.
Türkçe’deki deyimle ‘aklını başına alanlar’ hayatın anlam ve maksadını,
varlığın ve ölümün arkasındaki gerçeği idrak ederler. Kendilerine faydalı olan
şeyleri tercih ederler, zararlı olanlardan kaçınırlar. Bu da akıl kuvvetini
yerinde, maksada uygun kullanmayı anlatır.
İnsana düşen akıl kuvvetini de dengeli kullanmaktır.
Eğer bir insan,
aklını ve diğer vehbi imkanları kullanarak dinî hayatını ve değerler dünyasını
Yaratıcnın uygun gördüğü gibi düzenlemiyorsa, o kişi güdülerinin (hevâsını)
emrine girmiş demektir. Böylece diğer canlılardan
aşağı bir seviyeye, gerçek mutluluk ve
kurtuluş sebeplerinden uzaklaşarak gaflet ve dalâlete düşmüş demektir. Oysa ki
Allah (cc) böyle bir durumdan kurtulmak, inanç ve değerler dünyasını inşa etmek
için iki önemli imkan verdi: Akıl ve vahiy. Allah’ın kullarına gönderdiği iki
elçi vardır. Biri içimizdeki elçidir ki, bu akıldır. Diğeri de dışımızdaki
elçidir ki, bu da peygamberdir. Hiç
kimse, içindeki elçiden faydalanma işini öne almadıkça dışındaki elçiden yararlanamz.
Akıl iman edene, peygamberin tebliğinin doğruluğunu öğretir. Sonuç olarak aklı
yönetici, din yol göstericidir. Akıl olmazsa din varlığını koruyamaz, din
olmayınca da akıl yolunu şaşırır.[51]
Aklını kullanan
bir kimse, tabii olarak fayda ve zararın eşit olmadığını anlar ve bir çelişkiye
düşmez. Ama insanda diğer iki kuvvetinde olduğu unutulmamalı. Gazap ve şehvet
kuvvetine akıl hakim olursa, böyle bir akıl sahibinden reziletler değil,
faziletler doğar. Faziletin dört temeli
olan hikmet, şecaat, iffet ve adaletin teşekkül etmesi için de akıl kuvvetinin
geliştirilmesi, gazap ve şehvet kuvvetinin vahiyle terbiye edilmesi gerekir.
Böyle bir akıl kontrol altına alınmış demektir. (bkz: Bekara 2/44. Mâide 5/100)
İnsanı, nefsinin (hevâsının) istediği yere gitmeye bırakmaz.[52]
Kur’an aklın işlevselliğini
taakkul, tefekkür, tezekkür ve tefakkuh fiilleri ile de anlatıyor. “Tezekkür,
istikameti geçmişi gösteren düşüncedir ve hafızaya tekabül eder. Tedebbür,
istikameti gelecek olana ve tedbir üretmeyi hedefleyen düşüncedir. Taakkul ise
bu ikis arasında bağ kurmak, tefekkuh bu
üçünden elde edileni şimdi ve buraya taşımaktır. Tefekkür ise bu süreçlerin
tümünü kapsar. Bunların hepsi de olumlu düşünmeyi içerir ve (çabayı, gayreti,
emek sarfetmeyi ifade eden) tefe’ul
kalıbından gelir.”[53]
İnsana emanet
edilen her üç dinamiğin en önemlisi akıldır. Zira diğerleri selîm akla tabi
olurlarsa yerinde ve dengeli kullanılabilir. Bu üç dinamiği insana veren Allah
(cc) onları nasıl kullanacağını da Vahiy ve kerim elçileri ile öğretmiştir.
Vahye uyan akıl selîm akıldır, yada akleden/fıkheden kalbtir.
-Hakikate doğru işlevsel akıl
Duyularımzla
mahsusûtı (duyumsanan şeyleri) gözleyip algılarken aklımızla da ma’kulâtı (akla
uygun şeyleri) idrak ederiz. Aklın işlevselliği daha çok soyut kavramlar
sahasında gerçekleşir.[54]
Akıl (veya
akletmek) düşünmek, doğruyu bulup ona teslim olmak içindir. Kur’an birçok
âyetinde insanları düşünmeye (tefekkür), anlamaya (tefekkuh), zikretmeye
(tezekkür), tedbirli olmaya (tedebbür) davet etmektedir. Tüm bu faaliyetler aklın
birer fonksiyonudur.
Kulluk görevini
hakkıyla yapabilmek için kişinin öncelikle Kur’an’ın ne dediğini anlaması,
neleri yapmak, nelerden kaçınmak gerektiğini bilmesi lazımdır. Bu da ancak akıl
sayesinde olabilecek bir şeydir. Kişi ancak aklını yerinde kullanarak
taklittten kurtulur. Neye inandığının, neye karşı olduğunu kavrar.[55]
Akletmek,
etkilenenden etkileyene (eserden müessire), görülebilen veya hissedilebilen bir
etkilenenden, görünmeyen, duyu organlarıyla henüz hissedilmeyen etkileyici şeye
ulaşmaktır. (Bekara 2/104) Söz gelimi, balın tadı arının varlığını, arının bir
çiçeğin üzerinde uçuşu balı akla getirir. Birinden diğerine geçerek diğerini
düşünmek, aklın işidir.
Bir gerçeğe
varabilmek için âyetler, işaretler, deneyler ve eserler (izler) aklın üzerinde
yürüdüğü yoldur. Akıl bunlardan geçerek, bunların ifade ettiği gerçeğe ulaşır.
Örneğin, çevresindeki olağanüstü biçimde yaratılan varlıklardan ve onlara ait
özelliklerden hareketle bir Yaratıcının varlığına ulaşmak, aklın işidir.
Kur’an’ın birçok
âyetinde, akıl sayesinde kazanılan bilginin gene bu gücün kontrolünde
kullanılması gerektiği, bunu yapmayanların sorumlu tutulacağı sık sık ifade
edilmektedir. Kur’an’da, eşyadaki nizamı anlama gücüne sahip olan akla, aynı
zamanda ilâhî hakikatleri sezme, anlama ve onların üzerinde düşünüp yorum yapma
görev ve yetkisi de verilmiştir. Belki aklın öncelikli görevi de budur.
Nitekim, Kur’an, bazı hükümleri sıraladıktan sonra; “Allah âyetlerini
akledesiniz diye açıklamaktadır” (Bakara 2/242) âyetiyle aklın bu fonksiyonuna
işaret edilmiştir.[56]
Aklın elbette bir
çok görevi vardır. Bunlardan biri de doğru düşünme ve dış dünyayı tasavvur
ederek algılama anlamına gelen “ta’akkul”dur. Buna temyiz edebilen akıl
denilir. Araştırmayan, düşünmeyen akıl, görevini yerine getirmemiş akıldır ki, neye yarar? Eğer akıl sadece
maddi ihtiyaçları karşılamayı beceriyorsa, bunu diğer varlıklar da yapıyor.
İnsanın farklılığı âyetleri düşünmesi, onlardaki hikmeti sezebilmesi, onları
kavrayıp yeniden yorumlaması, yeniden bir şeyler üretebilmesi. Yaratılışı,
insanın görevini anlamasıdır.
Akıl
çalışmayınca görevini yerine getiremez
ve sahibini taklid bataklığına düşürür. Taklid ise, araştırma ve düşünmenin baş
düşmanıdır. Allah, kitabında taklidi, donukluğu kınarken; araştırıcı aklı
(akleden kalbi) övmektedir. İslâm taklidçiliği hoş görmez. Çünkü taklidçilik,
Allah’ın insana en büyük nimetlerinden olan aklı kullanmamak, başkalarına körü
körüne uymaktır.[57]
İslâm akla bu
kadar önem verirken, onu hiç bir zaman son karar yeri, bilginin, fayda-zararın
son hakemi yapmamıştır. “Akıl çoğu İslâm düşünürüne göre tek başına hakkı
bulamaz, hidâyete eremez. Eğer bilgiden yoksun olursa zanna tabi olur. (bkz:
Yûnus 10/35, 36, 66)[58]
Akıl İslâmî
hükümlerin hikmetini ve faydalarını akıl anlar ama, onların sebebini, niçin
emredildiklerini tam bilemez. Bir şeyin iyi mi kötü mü olduğuna akıl bir
noktaya kadar cevap verebilir. Mutlak doğruyu, mutlak faydayı ve eşyadaki nihâi
amacı akıl bilemez. Yani akıl her konuda son hakem değildir. İslâm, aklı son
hakem sayan bütün rasyonalist, pozitivist düşünceleri ve felsefeleri reddeder.
“Kur’anî düşünceye
göre her şey çift olarak yaratılmıştır ve her şey zıddı ile bilinir. Öyleyse
aklın da bir çifti, ya da bir zıddı bulunmalıdır ki, bu “hevâ” olabilir. Dolaysıyla
akıl, hevâyı önleyen, onunla yarışan bir güçtür de diyebiliriz. Yani akıl aynı
zamanda pratik ve ahlâki bir değerdir.[59] (Beşer, F. Bilgi Fıkıh İctihat, s:
35)
“Allah kalblerini
mühürlemiştir de onlar heva ve heveslerinin ardına düşmüşlerdir.” (47/16)
âyetinde anlatılmak istenmen de bu olsa gerektir.
Akıl insan için
artı değerdir. Ancak sahibini şirkten ve inkârdan; ölümden sonra da ateşten
kurtaramayan akıl, iyi çalışan bir akıl değildir. Eğer aklın beslendiği kaynak
vahiy, vahyin uygulaması Sünnet, hikmet ve âyetler ise, yani akleden bir kalb
olursa isabetli karar verir, yanlıştan o kadar uzak olur.
Ancak aklın
kılavuzu, dayanağı, çıkış noktası nefsin hevâsı, hisler ve bencillik ise yanlış
sonuçlara varır, yanlış kararlar verir, hikmete ve hidâyete ulaşamaz.
İnsanlara elçiler
aracılığı ile vahiy gönderilmesinin bir amacı da akla rehberlik etmektir.
Nitekim Firavunun
aklı da akıldı, Hz. Musa’nınki de. Tarihten beri kitleleri felâkete ve acıya
sürükleyen nicelerinin akılsız oldukları söylenemez.
Tenha yerlerde
bile Allah korkusundan kimsenin hakkına el uzatmayan dürüst adamınki de akıl,
çıkarı için kitleleri imha etmekten çekinmeyeninki da akıl.
Zayıf birine
attığı tokattan dolayı bir ömür pişman olan da akıl, atom bombasını icat eden
de akıl.
Başkasının hakkını
çalmak için cin gibi çalışan da akıl, devletin mumunu kendi şahsi işinde
kullanmaktan korkan da akıl.
Aklını devre
dışına çıkarıp çekinmeden cinayet işleyen de var, bütün bir ömrünü insanların
saadeti için harcayanlar da var.
Zulmedenlerde de
akıl var, kendini taşlayıp ayaklarını kan revan içinde bırakanlar için ellerini
açıp “Yarabbi onları bağışla, bilmiyorlar” diyende de.
“Akıl hem kaynağı
vahiy olan hem de dünya olan bilgiler arasında bir köprü ve bir muhakeme
aracıdır. Onun çalışmasını ve isabetli sonuçlara varabilmesini sağlayan ise,
hafızadki bilgilerdir. Akıl her ne kadar çok doğru bilgi/hikmet ile ve hevâ
engelinden uzak olarak çalışırsa çalışsın o kadar çok doğru sonuçlara ulaşır.
Vahyin işaret
ettiği ve bizzat gösterdiği bilgiler sonsuzdur. Akıl ise sonlu argümanlarla
çalışır. Öyleyse aklın, vahyin bütün işaretlerini bir anda anlaması mümkün
olamaz.
Dolaysıyla vahiy
akıl çatışmasından ve bu durumda aklın tercih edilmesinden bahsetmek abes olur.
Çünkü vahiy ile akıl çatışmaz. Olsa olsa aklın vahyi idrak edememesi olabilir.
Bu ise bilgi ve yönetem eksikliğinden kaynaklanır.”[60] Kur’an nazarında vahiy
ve akıl, birbiyle rekabet eden iki ayrı güç değil, birbirini tamamlayan bir
ilişki içindedirler.[61]
“Kur’an, aklı tüm
faaliyetlerinde serbest bırakmakla
kalmayıp teşvik etmiş. Onu analoji vs. gibi formlarla sınırlamamış, düşünme
faaliyetini kalbe izafe ederek, sezgi gibi altarnatif bilgi kaynaklarını da
düşünme süreçlerine dahil etmiştir. Adeta Kur’an bu üslûbuyla, insanın bilgiyi
nerden ve nasıl aldığından çok bilginin mahiyetiyle, yani hakikatte tekabül
edip etmediğiyle ilgilenmiştir.[62]
Bilgiyi elde eden
güç İslâmda insanı mükellef kılan akıl gücüdür. Kendisinde bu özel akıl kuvvet
olduğu için insan mükelleftir. Bilindiği gibi İslâma göre, ancak akıllı
insanlar Din’in tekliflerinden sorumludurlar. Bir çocuğun mükellef (yükümlü)
olma yaşı da akıllı olma ve ergenlik çağına ulaşma zamanıdır.
Bir hadiste buna
şöyle işaret ediliyor:“Üç kişiden sorumluluk kaldırılmıştır: Aklı olmayan
deliden, uyanıncaya kadar uyuyan kimseden ve ergenlik çağına ulaşıncaya kadar
çocuktan.” Ebû Dâvud, Hudûd/16 no: 4398. Tirmizî, Hudûd/1 no: 1423
Allah’ın
teklifleri (dinin emir ve yasakları) ancak akılla idrak edilir. Akıl, bu
tekliflerin sebebini, hikmetini, yerine getirildiği zaman faydasını, yerine
getirilmediği zaman zararını anlayabilir. İslâm akıllı insanlara hitap ediyor
ve insanlara akıllarını kullanmalarını emrediyor.
İslâm, insan
bünyesinde ve toplumsal hayatta beş şeyin korunması amaçlar. Zira bu beş şey
(din, akıl, mal, nefis ve nesil) insan için hayati öneme sahip, olmazsa olmaz
şeylerdir. Bunlar da ancak akılla
anlaşılabilen, idrak edilebilen ve hayata aktarılabilecek ilâhi
tekliflerle, yani hayatı vahiy ile inşa etmekle mümkündür.
-Akleden kalbi anlatan diğer kavramlar
-Ulu’l-elbâb
‘Elbâb’, ‘lübb’in
çoğuludur. Lübb, sözlükte her şeyin katışıksız özü, cevheri ve
hakikatidir. O bakımdan kirlerden,
lekelerden uzak akla da ‘lübb’ denilir. İnsanda bulunan kuvvetlerin en hâlisi
olmasından dolayı böyle adlandırıldı. Bir görüşe göre ise “lübb”, günah
kirlerinden arınmış akıl demektir.
Bundan dolayı
Allah (cc) ancak günah kirlerinden arınmış akılların idrak edebileceği
hükümleri “ulu’l-elbab” ile ilişkilendirmiştir. (Mesala; Bekara 2/269) “Lebbe fülânün”; yani falanca kişi kirlerden,
lekelerden uzak bir akıl sahib haline geldi denilir.[64]
Buna aklın zekâsı
da denilmiştir. Her “lübb”ün aklı vardır ama her aklın “lübb”ü olmayabilir.
Yani her derin kavrayış ancak akılla mümkündür. Ama bazı akıllılar derin
kavrayış sahibi olmayabilirler. Bu nedenle Allah (cc) indirdiği hükümleri ancak
lübb sahibi kimselerin hakkıyla anlayabileceklerini söylüyor.
“Sezme, anlama ve
bir şeyin mahiyetini kavrama gücü” anlamına gelen bu kelime, daha çok insanın derunî,
vicdanî âlemine ve gönül dünyasına hitap etmek maksadıyla kullanılır.
“Ulu’l-elbâb” bir
anlamda çok akıllı olanlara denir. O sadece akıllı olmayı, derin kavrayış
sahibi olmayı ifade etmez. ‘Lebbe’ fiili hem ‘gerekli ve sabit olana’, hem de
‘bir şeyin en kaliteli haline ve en değerli yanına’ delâlet eder. Akla bu
yüzden ‘lübb’ denilir. Kur’an’da bunun çoğul olarak gelmesi sadece akla değil,
başta akletme yeteneğinin çıkış noktası olan tasavvur olmak üzere akletme
sürecinin tamamını ve bu sürece dahil olan yetileri (melekeleri) ifade etse
gerektir.”[65]
“Lübb kelimesi
akıl anlamında olmakla birlikte o sıradan bir akıl değil, akletmeyi bozacak
etkenlerden/şaibelerden arınan öz ve salt akıldır. (el-Isfehânî, R.
el-Müfredat, Lübb mad.)
Lübb Kur’an’da
onaltı yerde çoğul olarak (ulu’l-elbâb şeklinde) geliyor. Bunun tekil gelmemesinin sebebi, istişareler ve toplu
müzakerelerle ortak akıl haline gelen akılla “lübb” özelliği taşıyabilirler
demek olmalı.
Lübb sahiplerinin
(ulu’l-elbâb’ın), dini emirleri yerine getiren insanları olarak vasıflanmış
olmaları da (Ra’d 13/19-24) lübb’ün ne tür bir akıl olduğu konusunda bize
işaretler verir. Akıl ise öncelikle bir ilişki kurma eylemidir ve akletme, bu
sürecin sonucunda sanki lübb noktasına ulaşmaktadır.”[66]
Vahye göre ancak
düşünenler iz’an sahibidir ve yalnız akıl iz’an sahipleri ders alır.[67] Bu
demektir ki âyetler üzerinde düşünüp, onların ötesindeki gerçeği ancak ilim, ya
da basiret (ulu’l-elbâb) olanlar
anlayabilir.
“Bu örnekleri biz
insanlar için vermekteyiz. Ancak alimlerden başkası akletmez.” (Ankebût
29/43)
Kur’an bazen
hitabı sadece akıl sahiplerine (ulu’l-elbâb’a) yöneltir. Zira ancak onlar hak
ile batıl arasını hakkıyla ayırdedebilirler. Onlar akıl ile ile eşyanın
hakikati hakkında marifet sahibi olurlar, konuyu anlarlar. Ulu’l-elbâb olmak
düşünen ve hakikate şâhit olan bir vicdan sahibi olmayı da anlatır. Hakka
teslim olanlar işte bu düşünen vicdanın sesini dinleyenlerdir.
Ulu’l-elbâb
kalıbı; derin kavrayış, basiret, iz’an sahibi olmak, akleden kalbe sahip olmak
anlamında kullanılıyor. Mesela; kısasta
hayat olduğunu ancak ulu’l-elbâb (akleden bir kalbe) sahip olanlar anlarlar.
(Bekara 2/179)
Allah (cc)
ulu’l-elbab sahiplerine seslenerek, Âhiret için azık edinmelerini ve Allah’a
karşı gelmekten sakınmalarını emrediyor. (Bekara 2/197) Kurtuluşun yolu aklı
kullanmnaktır. Kur’an bunu şöyle ifade ediyor:
“... Allah’tan
hakkıyla korklup çekinin (ya da sorumluluk bilinciyle davranın) ey akıl sahipleri (ey ulu’l-elbab), belki
felaha erersiniz.” (Mâide 5/100)
Bundan önce geçmiş
toplumların ve peygamberlerin kıssalarında akıl sahipleri (ulu’l-elbab) için
ciddi ibretler vardır. (Yûsuf 12/111)
Kur’an,
ulu’l-elbâb sahipleri öğüt alsınlar, üzerinde düşünsünler diye gönderildi.
(İbrahim 14/52)
“Bu Kur’an,
âyetlerini düşünsünler ve akıl sahipleri (ulu’l-elbab) öğüt alsınlar diye sana
indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.” (Sâd 38/29)
Eyyûb’a (as) şifa
ve çok nimet verilmesinin bir sebebi de akıl sahiplerinin ibret alması, ders
çıkarması içindir. (Sâd 38/43) Tevrat da akıl sahipleri (ulu’l-elbâb) için bir
öğüt ve doğruluk rehberidir. (Mü’min 40/53-54) Allah (cc) ulu’l-elbâb’a
kendisinden hakkıyla korkup çekinmelerini emrediyor: (Talak 65/10)
Dört âyette
ulu’l-elbâb, tezekkür (derinlemesine düşünmek) fiili ile birlikte
kullanılıyor: Kur’an’da verilen örnekler
üzerinde ancak ulu’l-elbâb sahiplerinin tezekkür edeceği söyleniyor. Bu
demektir ki tezekkür (derinlemesine düşünme veya hatırlama), vicdan sahibi,
derin kavrayışa ve akla sahip olan, basiretli kimselerin işidir.
Hakikati ancak
ulu’l-elbâb anlayabilir. Akleden bir kalbi olanlar hayırlı insanlardır ve
hikmet ehlidir. Hikmetle düşünürler, hikmetle iş tutarlar, varlıktaki hikmeti
tezekkür ederek anlamaya çalışırlar.
“Allah hikmeti
dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir.
Ancak akıl sahipleri (ulu’l-elbâb) düşünüp ibret alırlar (tezekkür ederler).”
(Bekara 2/269)
Ancak ulu’l-elbâb
öğüt alır. (Ra’d 13/19) Bilenlerle bilmeyenlerin aynı olmadığını da ancak
hakkıyla gerçek akıl sahipleri, ya da akleden bir kalbe sahip olanlar anlar.
(Zümer 39/9)
Kur’an’da muhkem
ve müteşabih âyetlerin yer almasının hikmetini veya Allah’ın ayetleri üzerinde
ancak ulu’lelbab sahipleri tezekkür ederler. (Âli İmran 3/7)
Bir âyette de
ulu’l-elbab, tezekkür ve tedebbür fiilleri birlikte geliyor:
“Bu mübarek bir
kitaptır. Onu sana indirmeyiz ki ayetleri üzerinde düşünsünler ve vicdan
sahipleri düşünüp ders çıkarsınlar (tezekkür etsinler)” (Sâd 38/29)
Bu demektir ki
ulu’l-elbab, tezekkür ve tedebbür arasında bağ vardır. Tezekkür ve tedebbür
ulu’l-elbâb’ın, bir anlamda akleden bir kalbin faaliyedir.
Ulu’l-elbâb
Kur’an’da övülen ve müjdelenen kimselerdir. “Tâğut'a kulluk etmekten kaçınıp,
Allah'a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline
uyan kullarımı müjdele. İşte Allah'ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır.
Gerçek akıl sahipleri (ulu’l-elbab) de onlardır.” (Zümer 39/17-18. Ayrıca bkz: Ra’d 13/20-22)
Ulu’l-elbâb
sahipleri varlıktaki Yaratıcı Gücü anlarlar ve gereğini yaparlar. “Göklerin ve
yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde derin
kavrayış (akl-ı selim) sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır.” (Ali
İmran 3/190-191. Ayrıca bkz: Zümer 39/21)
Onlar, her
pozisyonda, her an, sürekli Allah’ı anarlar. Ya da kâinattaki her bir varlığa
baktıkları zaman Yaratıcı’yı hatırlarlar. Kur’an ayetlerini okudukları gibi,
kainat ayetlerini de okurlar. Onlar üzerinde derin tefekkür ederler. Varlığın
anlamını, hikmetini, sebebini ve bunun karşısında insanın konumunu anlamaya
çalışırlar. Sonra varlığın boşuna yaratılmadığını anlayıp Var Eden’e teslim
olurlar.
-Ulu’l-ebsâr (basar)
“Ba-sa-ra-görmek”
fiilinin masdarı olan “basîret (çoğulu ‘besâir)”; sözlükte, idrak etme, görme,
doğru ve ölçülü bakış, uzağı görebilme, kavrayış, bir şeyin iç yüzünü
anlayabilme, feraset, kalb ile görme gibi manalara gelir. ‘Basar’ (çoğulu
ebsâr) ise göz, yani görme organı veya görme kabiliyetidir.[68]
Aynı kökten gelen
“mubsır”; aydınlatıcı (ziyâdâr), görünür kılan, aydınlık, göz açıcı demektir.
Üç âyette geçiyor. (Yûnus 10/67. Neml 27/86. Mü’min 40/61)
Bunun çoğulu olan
“mübsirûn’; gerçeği görenler, olup biteni kavrayanlar, gözlerini açanlar,
kısaca basîretle davrananlar demektir Bir âyette geçiyor:
“Takvaya erenler
var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda (Allah'ın emir ve
yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği görürler (mübsırûn).” (A’raf 7/201)
“Basîr/basîret”;
kuvvetli idrak, derin anlayış aklın üstünlüğü, işlerdeki kapalılıklara nüfuz
edebilmedir. Bu da eşyanın hakikatini ve iç yüzünü tıpkı baş gözünün dış görünüşlerine bakarak
eşyanın görüntülerini görmesi gibidir.[69]
Kavram olarak
basîret; duyular üstü bir görmedir. Bu bir anlamda kalbin görmesi ya da kalbin
bir şeyi idrak edip anlamasıdır. Baştaki göz, fizik şartları hazır olduğu zaman
(ışık, görme duyusu, boyut ve mesafe) cisimleri ve eşyayı görür. Kalp ise bu
fizik şartlara bağlı görmenin ötesinde, Allah’tan kaynaklanan bir kabiliyetle
eşyanın ötesini anlayabilme, sonsuza uzanabilme yeteneğine sahiptir. “O, aklın
eşyanın hakikatini kavrama halini ifade eder.”[70]
Basîret, kalp
gözüyle görebilme, işin iç yüzünü anlayabilme, bir şeyin aslını ve gerçeğini
idrak edebilmedir. Manevi körlük ve sapıklıkta olmak bunun karşıtıdır. Manevi
körler, sadece kafa gözüyle görürler, ötesini göremezler, gördükleri maddi
cismin ötesindeki anlam üzerinde düşünmezler.
O kuvvetli
idraktır, derin anlayıştır. Aklın rüchaniyetidir. İşlerdeki kapalılıklara nüfuz
edebilmedir. Eşyanın hakikatini ve iç yüzünü
tıpkı baş gözünün dışarıdan bakarak
görmesi gibi.[71]
Kafa gözü maddî
âlemdeki varlıkları, olayları, renkleri ve şekilleri gördüğü gibi gönül gözü de
eşya ve olayların iç yüzünü ve mânevî âlemdeki hakikatleri anlar. Bedendeki göz
insanlarla hayvanlar arasında biyoljik olarak ortaktır.
Basîret; kalbin
akidesi, dinden bir şeye itikat etmesi ve o işi derinlemesine anlamasıdır. Şu
âyetin verdiği örnek oldukça dikkat çekicidir:
“Eğer onları doğru
yola çağırsan işitmezler. Görürsün, sana bakıyorlar (nazar ediyorlar), oysa
onlar görmüyorlar (basarları yok).” (A’raf 7/198). Kendilerine davette bulunan
Peygamberi cisim olarak görüyorlar, O’na bakıyorlar ama O’nu, O’nun davetini,
O’nun görevini anlamıyorlar.
Basîret, hakkı
görebilme, onu anlayabilme ve onu doğru olarak tanıma kabiliyetidir. Basîreti
bağlanmış kimse kalbi kör kimsedir. O, Hakk’tan gâfildir (habersizdir), Hakk’tan
gelen daveti görme, anlama ve idrak etme yeteneğini yitirmiştir. Kalbinin bu
özelliği ve gücü kaybolmuştur.
Kur’an’da baş
gözüyle (basar) ve kalp gözüyle görme (basîret) birbirinin yerine
kullanıldığını görmekteyiz. Çünkü her ikisinin anlamı birbirine yakındır. Her
‘basar-görme’ sahibi ‘basîret’ sahibi değildir.
Bilindiği gibi
‘basar’ daha çok kafa gözüyle görmektir. Kafa gözüyle bakan, baktığı şeyi dış
görünüşü ile tanır, onu kendine göre algılar, ancak o gördüğü şeyin gerçeğine
ulaşamaz. Basîret sahibi ise, gördüğü şeyin gerçeğine ulaşır, duyuların ve
hayallerin ötesini idrak eder. Bu da ancak kalp gözüyle (basîretle) olur.
Basîret, iman
etmiş veya akleden bir kalbin ulaştığı yüce bir idrak ve kavrama yeteneğidir.
Bu, mü’minlere imanın bir hediyesi olarak verilmiştir. Kalp gözünün açıklığı,
iman nuruyla bakabilme, Allah’ın âyetlerini, Hakikati anlayabilme ve gereğini
yapabilme anlayışıdır.
Basîret sahibi
olanlar, Hakikati anladıkları gibi, baktıkları zaman da Allah’ın nuruyla
bakarlar.
Bu bakımdan kendi
hatalarını anlarlar, kusurlarını ve eksikliklerini görürler ve düzeltme yoluna
giderler.
Basîret aynı
zamanda Allah’ın hükümlerine uygun yaşama şuurudur. Basîretsiz olanlar ise,
Allah’ın hükümlerine sırtlarını dönerler ve başkalarının hükümleriyle hayatlarına
yön verirler.
Basîret aslında
ilâhî bir nur’dur. Allah’ın ‘el-Basîr’ isminin iman eden kullarda bir
yansımasıdır. Bu tecelliden nasibi olmayanların gözlerinde perde vardır (Bakara
2/7) ve bu sebeple gerçekleri göremezler. (Yâsîn 36/9)
İnsanların
gerçekleri görmelerine ışık tuttuğu için Kur’an âyetlerine de besâir
(basîretler) denilmiştir. (A‘râf 7/203. Kasas 28/43) Mü’min bu nûr (ışık)
sayesinde Hakk’ı anlar, idrak eder ve gereğini yapar. Allah’ın âyetleriyle
karşılaştığı zaman, ne anlama geldiklerini kavrar, yani bütün âyetler onun için
bir anlam ifade ederler.
Sürekli sâlih amel
işleyen mü’minlerin kalpleri tertemiz olduğu için basîretleri etkin haldedir.
Günahlarla ve isyanla kirletilmemiş bir kalp, nûr (aydınlık) içerisindedir.
Mü’min bu nur ile eşyanın, yani insana sunulan her türlü âyetin ötesini idrak
eder, bu idrak ve kavrama sonrasında da teslimiyetini artırır. İnkârcıların ve
inatçı müşriklerin kalpleri bu görevini yapamaz. (A’raf 7/179)
Akıl görme ve
işitme anlamına gelen “basar” ve “sem’” ile hasıl olan bir keyfiyet olarak
zikredilir. Ama “basar” ve “sem’”, sadece kafadaki gözle ve kulakla görmek ve
işitmek değildir. Görüp işittiklerini önyargısız düşünmek ve anlamak demektir.
Bu gerçeğe işaret eden pek çok ayet vardır. (Mesela bkz; Bekara 2/7, 171. A’raf
7/179. Mülk 67/10)
Basîret sahibi
olmayan bakar-körler, kalp gözü kapalı olanlar; Allah’ın âyetleri karşısında
sağır ve kör kesilirler. Ne o âyetleri anlarlar, ne de o âyetlerin arkasındaki
gerçekleri idrak ederler. Sürekli günah ve isyanda oldukları için kapleri bu
basiret nûrunu kaybetmiştir.
Basîret sahipleri
(ulu’l-ebsâr) gören kimseler; basîreti olmayanlar ise kör (âmâ) kimselerdir.
“Ve onlardan sana
bakacak olanlar vardır. Ama kör olanları –üstelik hiç görmüyorlarsa- sen mi
doğru yola getireceksin?” (Yûnus 10/43) Onların bu körlüğü karanlık gibidir,
tıpkı görmenin, yani basîret sahibi olmanın nûr (aydınlık) olduğu gibi. (Fâtır
35/19)
Her türlü manevi
faaliyetin merkezi kalptir. Kalbin de dışarıya açılan iki penceresi vardır. Bu
pencerenin biri, duymak (semi’) diğeri ise, görmek’tir (basar/basîrettir).
Duymak kulağın, görmek ise gözün gücüdür.
Ancak her iki fiil
de kalbin bir faaliyeti olarak kullanılır. Kalbin duyması, kulağın duyduğu şeyi
anlaması, kavraması ve niteliğini tesbit etmesidir. Herhangi bir sesi duyan kimseye
sağır denmez. Fakat Kur’an, Hakk’ı duydukları halde anlamayanlara, idrak
etmeyenlere ve İslâma teslim olmayanlara ‘sağır’ demektedir.
“De ki: Ben sizi
yalnızca vahy ile uyarıp-korkutmaktayım. Ancak sağır olanlar, uyarıldıkları
çağrıyı işitmezler.” (Enbiyâ 21/145)
Bunun gibi
‘basar-görme’ faaliyeti hem gözün bir fiili, hem de kalbin bir işi olarak
geçmektedir. İdrak, bir şeyi anlamadır. Basîret idrakin bu yüceliğe
ulaşmasıdır. İnsan, evrendeki duyular ötesi özellikleri, insanın
derinliklerindeki sırları, eşyadaki ilâhî yönleri bu ‘basîret’ duygusuyla idrak
eder, anlar.
Kur’an’da üç âyette geçen “ulu’l-ebsâr” da basîret
gibidir.
“Karşı karşıya
gelen şu iki gurubun halinde sizin için büyük bir ibret vardır. Biri Allah
yolunda çarpışan bir gurup, diğeri ise bunları apaçık kendilerinin iki misli
gören kâfir bir gurup. Allah dilediğini yardımı ile destekler. Elbette bunda
basîret sahipleri (ulu’l-ebsâr) için
büyük bir ibret vardır.” (Âli İmran 3/13)
Âyette geçen iki
grubun Bedir Savasşında karşı karşıya gelen sahabelerle Mekkli müşrikler olduğu
belirtilir.
Şüphesiz bu olayda
apaçık deliller vardır. Basiret sahipleri bunlardan ibret almalı, dersler
çıkarmalıdır. Bedir’de Peygamberin etrafında kenetlenen ve Allah’ın va’dine
güvenen, ancak savaş tecrübesi olmayan ve psikolojik olarak savaşa hazır
olamayn az sayıdaki müslüman, kendilerinden sayıca çok ve daha techizatlı,
kendilerini ortadan kaldırmak üzere gelen müşrikleri bozguna uğratmışlardı.
Şüphesiz ki
hak-bâtıl mücadelesinde sayı, malzeme, maddi imkan, silah gibi şeyler aldatıcı
olmamalı. (Bekara 2/249) Zira Allah (cc) dilediği kullarına dilediği gibi
yardım eder, onların bilemeyeceği şekilde destek verir, ayaklarını sabit tutar.
Vahyin ölçülerine uyan ve Allah yolunda samimiyetle çalışan müslümanlara bu
yardım her zaman gelir.
Âyet, müslümanlara
mutlak zafer vadetmiyor, ama Peygamber ve sahabeler gibi görevlerini
yapmalarını, hayır için yoğun çaba sarfetmelerini hatırlatıyor. Mü’min bir
topluluğun görevi Allah’tan gelen hakikati gönül rızası ile kabul etmek, ilâhi
va’de güvenmek, üzerine düşeni yapmak ve sonucu sabırla beklemektir.
Göklerin ve yerin
yaratılığında, gece ile gündüzün peşpeşe gelişinde ulu’l elbab için ibretler
vardır. (bkz: Ali İmran 3/191) Bunun bir benzeri âyette ise şöyle buyuruyor:
“Allah, geceyi ve
gündüzü döndürüp duruyor. Şüphesiz bunda basîret sahibi (ulu’l-ebsâr, yani
görecek gözü) olanlar için bir ibret vardır.” (Nûr 24/44)
Çünkü, gece ve
gündüzün şaşmaz bir düzen içerisinde deveranı, evrendeki ilahi yasanın işleyişi
ve Allah’ın kudretini düşünmek kalbin duyarlılığını artırır. Kur’an düşünen,
ibret alan ve akleden kableri bu sahnelere yönlendiriyor. Evrendeki bu
mükemmellik ve güzellik, yani ondaki olağanüstülükler yaratıldığı zamandan beri
hiç kaybolmamıştır.
Ancak uyuşan,
katılaşan, duyarsız hale gelen, hatta
paslanan insan kalbidir. Görmesini, idrak etmesini, akletmesini bilen kalpler
(ulu’l-ebsar) kainattaki kevni (oluş) ayetlere bakar, ibret alır, bunun
hikmetini ve boşu boşuna yaratılmadığını düşünür. Kur’an bu örneklerle insanın
gönlüne hitap ederek uyuşan duyarlılığı ve duyguları uyandırmak istiyor.
Vicdanları harekete geçirmek istiyor.
Kur’an, yerde ve
gökteki her şeyin mutlak güç ve hikmet sahibi Allah’ı tesbîh ettiklerini
söyledikten, İslâm’a ve Peygamber’e düşmanlık yapanları sağlam kalelerinin
bile koruyamadığını, Allah’ın vereceği
cezanın ummadıkları yerden geldiğini ve içlerine korku düştüğünü haber
verdikten sonra; “...Ey basîret (derin kavrayış) sahipleri (ulu’l-ebsâr), ibret
alın” (Haşr 59/1-2) deniyor.
Kur’an, İslâmi
davete karşı amansız düşmanlık yapanların bir kısmının başına gelen felaketi
kısa ve etkili bir tablo halinde sunuyor ve arkasından da basiret sahiplerine
sesleniyor: “Ey akıl sahipleri, ibret alın” Burada kalblerin öğüt ve ibret
almaya açık tutulması tavsiye edilmekte, insanların ulu’-ebsâr olmaları
vurgulanmaktadır.
-Ulu’n-nuhâ,
İki âyette yer
alan ‘Uli’n-nüha’ da derin kavrayış, anlayış, iz’an sahibi demektir. “Nühiyetün”ün çoğuludur. Bu da engelleyen
akıl demektir. Çünkü o sahibini çirkin işleri yapmaktan alıkoyar.
‘Nuhâ’, Kur’an’da insanın akletme yeteneği ile
ilgili kullanılan kelimelerden biridir. Bu da ‘iyiyi kötüden ayırdıktan sonra
kötü olandan yasaklayan akıl’ demektir. “Uli’n-nühâ” da derin kavrayış sahibi
demek olur.
“O, yeri size beşik yapan ve onda size yollar
açan, gökten de su indirendir. Onunla biz çeşitli bitkilerden çiftler çıkardık.
Yiyin, hayvanlarınızı yayın. Şüphesiz bunda akıl sahipleri (ulu’n-nuhâ) için
(Allah’ın varlığını ve birliğini gösteren) deliller vardır.” (Tâhâ 20/53-54)
Görüldüğü gibi
Kur’an burada akıl sahiplerini, ya da akleden kalbe sahip olanları “ulu’n-nühâ”
olarak nitelendiriyor. Yönünü şaşırmayan akıllar Allah’ın yarattığı bu muazzam
kâinat düzenine hayret ederler. Bundaki sayısız deliller, belgeler (âyetler)
üzerinde düşünürler. Bunu tasarlayan ve yaratan bir Yaratıcı olduğunu anlarlar.
Kâinattaki yerlerinin farkına varıp hadlerini bilirler.
Aklını hakkı ve
hakikati bulmak için kullananlar bu âyetlerin işaretiyle Hakka giden bir yol
bulurlar. Bu ‘nuhâ akıl” sayesinde kendilerini sapıklığa, hataya, günaha,
kötülüklere sürükleyen inançlardan, fikir ve davranışlardan uzaklaşırlar.
“Yurtlarında
dolaşıp durdukları, kendilerinden önceki nice nesilleri helâk etmiş olmamız,
onları doğru yola iletmedi mi? Şüphesiz bunda akıl sahipleri (ulu’n-nuhâ) için
ibretler vardır.” (Tâhâ 20/128)
Zalimlik ve
azgınlık yaptıkları için cezalandırılan toplumları hikâyesini duyduğu veya
bildiği halde bundan ibret almayanların kafası çalışmıyor demektir.
Kendilerinden önce
ölenlerin akıbetinden, ölümden ve hayatın faniliğinden ibret almayanların
basireti bağlı demektir.
Ancak ulu’n-nuhâ,
ulu’l-ebsâr, ulu’l-elbâb olanlar, akleden ve sağduyulu bir kalbe sahip olanlar
bunlardan ders çıkarırlar.
-Sonuç yerine
Kur’an akıllı
insanlara hitap ediyor ve onları sorumlu olduklarını hatırlatıyor. Akıl ve ona
benzer kelimeleri kullanarak onun işlevini, nasıl kullanılması gerektiğini
öğretiyor. Aklın nihai bir hakem, son sözü söyleyen, en doğruya ulaştıran
olmadığını; ancak kalb ile, kalbteki iman ile asıl işlevini yerine
getirebileceğini söylüyor.
Akleden, fıkheden,
derinlemesine düşünen, kavrayan, tefekkür eden, hatırlanması gerekenleri hatırlayan
ama –özellikle Rabbini- unutmayan kalbler, gerçeği anlarlar, teslim olurlar,
gereğini yaparlar. Allah’ın kavli ve kevnî ayetleri üzerinde düşünürler ve
arkasındaki hakikati ve hikmeti anlarlar. Onlar dini, Allah’ın öğrettiği gibi
anlarlar, yaşarlar ve anlatırlar. Peygamber döneminden beri insanlar
tarafından ileri sürülen vahye uygun
olmayan görüş, fikir, yorum, fetva ve uygulamaları ayırdeci bir bakışla,
basîretle, akleden bir kalble anlarlar ve reddederler.
Türkçe’deki
deyimle ‘aklını başına alanlar’ hayatın sırlarını çözerler, varlığın ve onun
ardından gelen ölümün arkasındaki gerçeği görürler. Kendilerine faydalı olan
şeyleri tercih ederler, zararlı olanlardan kaçınırlar.
Hemen her insanda
akıl vardır ama bu akıllar neye yarar, ne yaparlar ?
Hangi akıl
kavrıyor, hangisi maksada uygun çalışıyor ?
Nefsinin keyfinden
başka bir çıkar, yol, anlayış, hedef bilmeyen mi, yoksa yaptığı her şeyin
hesabını günün birinde vereceğini idrak eden mi?
Isırıldığı deliğe
bir daha girmeyen mi, her an ısırılmak üzere deliklere giren mi daha akıllı?
Bir kaç günlük
dünya hayatı için deli divâne olan mı, yoksa ölümden sonrasını hesaba katan mı?
Kısa zamanda
haram-helâl, başkasını hakkı-hukuku demeden köşeyi dönen mi, zengin olan mı
akıllı, yoksa kimsenin ahını almamak, kazancının hakkını vermek hususunda titiz
olan mı?
Hayatını zevkleri
ve hevâsı uğruna harcayan mı, iki dünya huzurunu ilâhi ölçülerde arayan mı?
Akıl odur ki
selîmdir. Yürek odur ki akleder, fıkheder. Akıl, ışık gibi olsun ve sahibinin
yolunu hidâyete, hayra, ihsana, ma’rufa, iyiliklere, Cennete doğru aydınlatsın.
Akıl odur ki
insana rehber olsun ve iki dünya saadeti kazanmaya yardım etsin.
Bir filim
kahramanının dediği gibi; “Sahibini ateşten kurtaramayan aklı ben ne yapayım?”.
[31] Darimî, Mukaddime/24 no: 231. Buharî,
İlim/10
"Zira Allah onların kalplerini ve
kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir ve
onlar için (dünya ve âhirette) büyük bir azap vardır." (2/Bakara, 7)
Kalp; Anlam ve Mâhiyeti
Arap dilcilerine göre, bir mastar olan
kalb”in insanın gönlüne ad olması, gönlün çok sür’atle değişmesinden ve halden
hale geçmeye yatkın bir yapıya sahip bulunmasındandır. Nitekim, Hz.
Peygamberimiz de, Allah’ı “Mukallib el-Kulûb” (kalpleri halden hale sokan) diye
anarak (Tirmizî, Kader 7; İbn Mâce, Mukaddime 13), kalbin hem varlık
yapısındaki temel özelliğine, hem de filolojik yapısına dikkat çekmiştir.
Kur’an, kalbin bu değişkenliğini bir olumsuzluk olarak gösterir ve insanı
bundan kurtulmaya ve kararlı bir benlik kazanmaya teşvik eder. İman, kalbe bu
kararlılığı kazandırmaya yönelik bir olgunluktur. Bu yüzden insana yaraşan;
“Allah’ın, bir göğüste iki kalp yaratmadığı”nı bilmek ve gönlünü ilahî hedefe
yöneltip tevhidi gerçekleştirmektir. (Bkz. 33/Ahzâb, 4) Gönül ülkesinin tek
sultanı vardır; bu sultan, Allah'tır; şeytan, ya da onun içimizdeki temsilcisi
nefis veya yönetimdeki temsilcisi tâğut olmamalıdır. Unutulmamalıdır ki,
atasözüdür: "Bir ülkede iki padişah olmaz."
Kalp, dinî ve edebî literatürde daha
çok gönül anlamında kullanılır. Bunun yanında, ruh, öz, her şeyin ortası, özü,
ilim ve şecaat anlamlarında da kullanılmaktadır. İnsan ruhunun sevgi ve nefret
gibi duyularının merkezi olan yere kalp denilmesi, teşbih/benzetme iledir.
Bedendeki kalbin beden için önemi ne ise, ruhun kalbinin de insan için önemi o
derecede önemlidir. İslam terminolojisi ve edebiyat dilinde geçen “kalp”ten
maksat, vücudun sol kesimindeki, kanı damarlara pompalayan bir parça etin
olmadığını hemen hepimiz biliriz. “Kalbi olan(lar) için onda anlayış ve ibret
(dersi) vardır.” (50/Kaf, 37) Açıktır ki, burada geçen kalp, vücudun kalp
denilen organıyla tamamen farklı ve esasen onunla ilgisi olmayan yüce ve mümtaz
hakikattır. “Kalplerinde hastalık vardır.” (2/Bakara, 10) Bu kalp hastalıkları,
elbette tıp doktorunun tedavi edebileceği bir hastalık değildir.
Ma'rifet, yani Allah'ı bilmek ve
tanımak kalbin işidir. (bkz. Buhâri, İman 13) Haset, gazap, buğz ve nefret gibi
kötü duyular kalpte bulunduğu gibi; iman, Allah korkusu, hilm ve takva da kalbe
ait fiillerdir. (Müslim, İman 230; Tirmizî, Fiten 26; Nesai, Cihad 8; Ahmed b.
Hanbel, V/71) Mü'mine yakışan, kalbe Allah sevgisini yerleştirmek için onu
Allah sevgisinin dışında mal, mülk, para gibi dünyalık şeylerin muhabbetinden
uzaklaştırmaktır. Fâni olan her şeyin sevgisi geçici, yalnızca Allah sevgisi
bâkidir.
Kalp, yürek ve gönül manalarına gelir;
yani kalp iki anlamda kullanılır. Et parçasından ibaret olan kalbe, Türkçe'de
yürek adı verilirken; İkincisi, iman, aşk, sevgi, nefret, merhamet gibi bütün
duygularımızın, şuur, vicdan ve sezgilerimizin, düşünme kuvvetimizin kaynağı,
yani manevî âlemimizin merkezi olan ve yeri belli olmayan kalptir. İnsanın asıl
gerçeği bu kalptir. İnsanın, anlayışlı bilgin ve ârif olan bölünmez kısmı,
talepte bulunulan ve sorumlu olan özü budur. Bütün benliğimiz öncelikle
bundadır. Sezgi, bunun bakışı, akıl bunun ruhu, irade bunun kuvvetidir. Bunu,
ruhumuzun kendisi şeklinde anlayanlar da çoktur. Dilimizde buna yine kalp veya
“gönül” denir. Kur’an terimi olarak kalp, Türkçe’de gönül dediğimiz içimizdeki ruhî,
manevî duyguların merkezi olan bu özdür.
Kur'an ilimlerinde, din ilminde, ahlak
ilminde, edebiyatta kalp denilince bu ikinci anlam, yani gönül kastedilir.
Temiz kalpli adam, kalbi bozuk, kalpsiz, taş kalpli gibi ifadelerde kalpten ne
anlıyorsak, burada kalpten de onu anlayacağız ki, gaybe imanda, Allah'ı bilmede
bu kalbi sezmenin, tanımanın büyük önemi vardır. İmanın ve küfrün merkezi
kalptir. Kalp, iman nuru ile dolduğunda gönül; inkâra ve küfre yöneldiğinde ise
nefistir. Gönül ulviyete/yüceliğe, nefis süfliyete/alçalmaya yönelir. İlahî aşk
ve tevhid sırrı burada tecelli eder. Gönül, hem çok yüce, hem de çok hassastır.
Kırılınca kolay kolay tamir edilemez. Gönül, enfüsteki ayetlerin yazıldığı
kitaptır. Onun okunması da yine gönülle, kalp gözüyle olacaktır; çünkü kalpten
kalbe yol vardır.
Kur'an'da Kalp
Kur’an’a göre kalp, bir idrak vesilesi
de sayılıyor. Aslında Kur’an’daki sözlerin büyük bir kısmına muhatap olan,
insanın kalbidir. Zira, bu sözleri kalp kulağı duyabilir ancak, başka hiçbir
kulağın duymasına imkân bile yoktur. O yüzden Kur’an, bu idrak aracını iyice
arındırmak konusunda kalp temizliği, kalp aydınlığı gibi ifadelerle sık sık
insanın bu yönüne hitap etmiştir.
Kur'an, kalbe duyu organlarını sağlıklı
kullanmayı, bilmeyi, anlamayı, düşünmeyi, akletmeyi, öğüt almayı, inanmayı vb.
fonksiyonları, olumsuzluklarıyla beraber isnâd etmektedir. Kalp, sağlıklı ise
bunlar pozitif; sağlıksızsa negatif bir gelişme arzeder. Kur’an, kötü işlerin
ruhu bozup insanı iyiliklerden ve doğru yoldan saptırdığından bahseder. “Öyle
değildir, hayır! Kazandıkları, üstüste kalplerine yığılmıştır da kalpleri pas
tutmuştur.” (83/Mutaffifin, 14). “Ey Rabbımız! Bizi doğru yola hidayet ettikten
sonra kalplerimizi saptırma.” (3/Âl-i İmran, 8). “Onlar eğrilince, Allah da kalplerini
gerçekten bâtıla meylettirdi.” (61/Saff, 5). “...Ve (yaptıklarından dolayı)
kalplerini perdeledik, artık anlayamazlar onu.” (6/En’âm, 25). “İşte kâfirlerin
kalplerini böyle mühürler.” (7/A’râf, 101). “...Onların (ehl-i kitabın, hak ile
araları) uzayıp açıldıkça kalpleri katılaştı ve onların çoğu fâsık oldu.”
(57/Hadîd, 16)
Bu ayetlerden de anlıyoruz ki, Kur’an,
insan için, yüce bir ruhî ve manevî ortam oluşturmak istiyor. Bu ortamın sağlam
ve temiz tutulmasını üsteliyor. Öte yandan fertlerin, temiz ve iffetli
kalmaları için sarfettikleri gayretlerin, başarısızlıkla sonuçlanmaması için,
Kur’an insanlara, her şeyden önce kendi toplumsal çevrelerini arındırıp temiz
bir ortam meydana getirmelerini tavsiye ediyor. Kur’an, açıkça belirtiyor ki,
nefsimizde hakiki bir imanı elde etmek ve yüce eğilimler meydana getirmeyi
istiyorsak, bunlar ancak toplumun hevâ ve heves, şehvet perestlik gibi her
türlü rezaletten uzaklaşmasıyla olabilir. İnsanlık tarihi gösteriyor ki,
müstekbir güçler, toplumu sultaları altına almak ve sömürmek istedikleri zaman,
önce toplumu manevî, ruhî, kalbî yönden fesada uğratırlardı ve bu iş için fıskı
fücuru ve cinsel sapıklık ve ahlaksızlıkları halk içinde yaymaya
çalışıyorlardı.
Zamanımızda da emperyalist ve zalim
güçler girdikleri ve hâkim oldukları her yerde aynı şeyi yapmaktalar. Onlar,
her şeyden önce kalpleri bozmaya çalışıyorlar. Biliyorlar ki kalpler bozuldu
mu, artık akıl da bilgi de hiçbir işe yaramaz. Üstelik, bunlar birer zincir
olup takılır insanın eline, beynine. Bu yüzden görüyoruz ki onlar, ne okulların
açılmasından korkuyorlar ne de üniversitelerin faaliyetlerinden endişe
ediyorlar. Hatta kendileri bile okul kuruyorlar. Fakat bir taraftan bütün
imkânlarını kullanarak öğrencinin ruh ve kalbini ifsat ediyorlar. Evet, onlar
ne yapacaklarını çok iyi biliyorlar; zira, ruhu-kalbi hasta olan birisi hiçbir
şey yapamaz, her türlü rezalet ve sömürüye boyun eğer.
Bizim vicdan azabı dediğimiz şey,
ruhun-kalbin kötülük ve rezaletlerle uyuşmadığının belirtisidir. Bir zaman
Rasulullah’a iman hakkında sorulduğunda, şöyle cevap vermişti: “Bir insan, kötü
bir iş yaptığında üzülüp, pişman olur ve iyi bir iş yaptığında sevinirse, bu,
onun imanına delâlet eder.” İmam Cafer Sâdık da şöyle der: “Mü’min birisi,
dünyaya bağlanmak derdinden kurtuldu mu, işte o zaman Allah sevgisinin tadını
anlar ve artık yeryüzü kendisine dar geliyormuş gibi bütün varlığıyla bu maddî
dünyanın ötesine çıkıp gitmek ister.”
Kur’an; hem ilim, hem akıl ve hem de
kalp silahlarından yararlanan insan tipi oluşturmak istemektedir. Tüm bu
silahları, içindeki ve dışındaki düşmanlarına karşı gereği gibi kullanabilsin.
(1)
“Vücutta bir et parçası vardır. O
sağlamsa, bütün vücut sağlam olur; o bozulursa bütün vücut bozulur. İyi bilin
ki, işte o et parçası kalptir.” (Buhârî, İman, 39; Müslim, Müsâkât, 107; İbn
Mâce, Fiten 14)
Bu hadis-i şeriften de anlaşılacağı
gibi yaratılmış bakımından kalp temizdir. Ancak vücut ülkesinin başkenti
olduğundan dolayı iman, ruh gibi dostlar da; şeytan, nefis gibi düşmanlar da
orada örgütlenmeye çalışır. Devrimler, ihtilaller orada olur. Bu uçsuz bucaksız
ülkenin en çarpıcı özelliği adında gizlidir: Kalb; yani değişken olan; halden
hale giren; özetle "dönek". Bir kararda durmaması, gördüğüne akması,
bir su gibi içine girdiği ortamın rengini yansıtması ona bu ismin verilmesine
neden olmuştur. Devrim, eskimez tanımıyla "inkılab" da
"kalb"le aynı kökten gelmiyor mu zaten?
Bu dünyanın en büyük devletine sahip
olabilmek için, önce böylesine müthiş bir imkânın farkında olmak gerek;
içimizdeki sınırsız ve sınıfsız coğrafyanın varlığından haberdar olmak gerek.
Kur'an'ın iniş biçimi ve yeri konusundaki tartışmalarda kimi âlimler,
"arş"ı kalp olarak kabul ederler. Bu görüşü, kalp konusundaki kimi
ayetler de desteklemiyor değil. Mekânsız'a mekân olabilen kalp, insana şahdamarından
daha yakın olan Allah'ı konuk edecek kapasitede yaratılmıştır. "Andolsun
insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz.
Biz ona şahdamarından daha yakınız." (50/Kaf, 16). "Biliniz ki Allah,
kişi ile kalbi arasına girer. Siz gerçekten O'na götürülüp
toplanacaksınız." (8/Enfâl, 16)
Evet, bu müthiş mekân, Allah'a tahsis
edilip beytullah ve arşullah kılınmamışsa, imkân zâyi edilmiş demektir. Allah,
bir göğüste iki kalp yaratmadığına (33/Ahzâb, 4) göre, bir kalp, ya Allah'a
tahsis edilmiştir; ya da gayrıya. Eğer Allah’tan başkasına tahsis edilmişse bu
durumda beytullah değil; beytülmakam, beytülmal, beytüşşehvet, beytünnefis ve
hatta beytüşşeytan olur.
“Değil, başkası değil, onların işlediği
günahlar karartmıştır kalplerini.” (83/Mutaffifin, 14). Bu karayı, bu pası
temizlemek elbet kolay olmayacaktır. Nasıl temizlensin ki? En çok kullandığımız
organlar el, kafa ve kalp. Bunlar içerisinden de en çok kullanılan kalptir.
Elimizi birkaç ay yıkamadığımızı düşünelim, tiksinilecek bir durum olur. Ya
ondan çok daha fazla kullandığımız kalp? Onun ne kadar kirleneceğini hesaplamak
zor değildir. Bu kirlilik, kalbi sonunda öyle bir noktaya getiriyor ki, kalp
duyarsızlaşıyor, katılaşıyor, taşlaşıyor. “Sonra kalpleriniz yine katılaştı,
taş gibi; hatta daha katı. Çünkü taşlardan öyleleri vardır ki, onlardan
ırmaklar fışkırır, öyleleri vardır ki yarılır, ortasından sular çağlar,
öyleleri de vardır ki Allah korkusuyla yuvarlanır. Allah yapmakta
olduklarınızdan gâfil değildir.” (2/Bakara, 74)
Kalp katılığı, rahmet kıtlığıyla
doğrudan ilgilidir: “Sözlerini bozdukları için onları lanetledik ve kalplerini
kaskatı yaptık.” (5/Mâide, 13). Âyette kalp katılığının illeti olarak
lanetlenmenin gösterilmesi oldukça ürperticidir.
Kalpler aynı zamanda sınanıyor. Küçük
kâinat olan insanın bu müthiş dünyası her an sınanmakta ve fitnelerle karşı
karşıya kalmakta. Kur’an, “Allah’ın takvâ için kalplerini sınadığı kimseler”den
söz etmekte. Hele “kasvet” (kalbin katılaşması), sonunda hidayetin; kalbin yakıtı
olan hidayetin tümden kesilmesine neden oluyor: “Hatemallahu alâ kulûbihim
(Allah kalplerini mühürledi)” (2/Bakara, 7). Artık dosya kapanmıştır,
mühürlenmiş ve imzalanmıştır. Vurandan başkası çözemeyecektir o mührü. Katılık
kalbin felâketi; mühürlenmekse kıyametidir. Kalp gibi mükemmel bir coğrafyayı
elden kaçıran, devlet kuşunu elden uçurmuş demektir. Bu duruma düşmemenin en
garantili yolu iç savaştır.
İnsan hayatında her savaş fâni, iç
savaş bâkîdir. Çünkü her düşmanın bir gün dost olma ihtimali vardır da şeytanın
dost olmasının imkân ve ihtimali yoktur. Şeytan, savaşı önce yüreğinde
kaybetti, ardından cennetini kaybetti. Cenneti kaybetmenin faturasını kendisine
değil; Allah'a ve insana çıkarttı: “Madem öyle, senin beni azdırdığın gibi, ben
de onları (azdırmak için) senin dosdoğru yoluna oturacağım. Sonra da muhakkak
onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım.
Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın.” (7/A’râf, 16-17)
Savaşın boyutları, düşmanın kini ve
gücü oranında büyüyecektir. Şeytanınki bir kuyruk acısıdır, bu acı yeniden
diriliş gününe kadar dinecek değildir. Bu azılı düşman (aduvvun mübin) insana
öylesine çok cepheden saldırıya geçmiştir ki, insanın bu hiç uyumayan ve tatil
yapmayan düşmana karşı çok uyanık olması ve ömürlük bir iç savaş başlatması
gerekmekte.
Şeytanın önlerden gelmesi, insana
dengeyi dünya aleyhine bozdurmak için, insanı kendisine verilmiş emanet olan
dünyadan soyutlamak için. Klasik yorumlar da bunu güçlendiriyor. Arkalardan
gelmesi, kalleşçe gelmesi; insanın dengesini ahiret aleyhine ve dünya lehine
bozmak için; malı, kadını, evladı, makamı ve diğer dünyalıkları süslemesi.
Soldan değil, sollardan yaklaşması, yasaklara, haramlara meylettirmesi; ezelî
ve ebedî düşmanı olan insana Allah’ın koyduğu sınırları çiğnetmesi, bunu
yaparken de çok cici bahaneler bulup insandan yanaymış gibi görünmesi:
“Rabbinizin size bu iki ağacı yasaklaması, yalnızca sizin iki melek olmamanız
ya da (cennette) ebedi yaşayanlardan olmamanız içindir. Ve, ‘gerçekten ben size
öğüt verenlerdenim’ diye de yemin etti.” (20/Tâhâ, 20-21)
Sağlardan gelmesi... En tehlikelisi de
bu galiba. İnsanın güzel eylemlerini, hasenâtını, “salih amel”e dönüştürmemek
için kibir, gurur, riya gibi virüslerle bozması. Çalışıp çabaladığı halde
insanın eline bir şey geçmemesi, yani tam anlamıyla iflasa sürüklenmesi. En
yararlı eylemlerin içine attığı mikroplarla onları sahibi için en zararlı bir
hale getirmesi. Bütün bunları yaparken “sürekli kötülüğü emreden” (12/Yusuf,
53) nefsi yardımcı olarak kullanması, kötü işlerine, pis işlerine onu
koşturması... Dahası, yeryüzündeki dostlarını (evliyâu’ş-şeytan), evliyâsını
(7/A’râf, 27), “Allah’ı bırakıp şeytanları velî edinenler”i (7/A’râf, 30) kendi
aralarında örgütleyerek bir şeytan partisi (hizbu’ş-şeytan) kurması ve o parti
aracılığıyla mü’minler üzerinde şeytanî bir siyaset yürütmesi, onları gütmesi,
onları sürüleştirmesi...
Evet, içten ve dıştan çok yönlü bir
düşmanın ilk ve son hedefi kişinin imanı; dolayısıyla imanın merkezi olan
kalbidir. Bu düşmanlar, kalbi imanın başına yıkmaya, orayı insanın ebedi
mutluluğuna yardımcı olmayan mal, makam gibi şeylerle doldurmaya çalışırlar. Bu
durumda, vakit geçirmeden bir iç savaş başlatmalı. Bu savaşın ömrü; birkaç ay,
ya da birkaç yıl değil; bir ömür olmalı. Sürekli saldırı altında ezilen imanı
ve onun mekânını bu saldırılardan kurtarmalı ve korumalı, orayı “kurtarılmış
bölge” haline getirmeli ve imanın hakimiyetini ilan etmeli o bölgede. Salih
amelden muhafızlar, nöbetçiler dikmeli; içimizin ahalisini ayaklandırmalı ve önce
içimizin dünyasında fitne kalmayıncaya, din yalnız Allah’ın oluncaya kadar
sürmeli bu savaş. Ondan sonra da orada kurulan “yürek devleti”ni bileklere,
topraklara, coğrafyalara taşımalı.
Esaret içimizde. Bizi önce
yüreklerimizde tutsak ettiler. İşgal altındaki bir yürekle, işgal altındaki bir
kafayla, hangi toprak parçasını kurtarmaya gidebiliriz? İmanları yüreklere
mahkûm etmişler. Yeryüzünün müstekbirleri, bizi önce yüreklerimizden vurmuşlar.
Öyle olunca elimiz, imanın iktidarından çıkmış, gözümüz, kulağımız, zihnimiz,
şuurumuz imanın iktidarından çıkmış. Bu organlarımız, imanın egemenliği
altındaki hürriyetleri kaybetmişler. İmanımızın iktidarını elinden almışlar,
hadımlaştırmışlar onu. İmana site olma istidadında yaratılan kalbimiz imana
mahbes, imana makber olmuş. “Din, bir vicdan işidir” sloganıyla yola çıkan iman
düşmanları, kültürleriyle, eğitimleriyle, medyalarıyla, şeytanca oyunlarıyla
koca bir devi Alaaddin’in lambasına geri sokmayı başarabilmişler.
Onlar bilmekteler imanın gücünü.
Bilirler; o zorla tıkıldığı yerden çıktı mı bir, kimse zaptedemez onu. Bu
nedenle, onu mahkûm etmek için ne lazımsa onu yaparlar, hiçbir şeytanî
fedakârlıktan kaçınmazlar. İmana sıradan zincirler vurmazlar. O zincirler,
altındandır, gösterişlidir, sanat eseridir, hatta bazan teknolojinin en son
harikasıdır, şeffaftır. Onu farkedecek kadar basiretiniz varsa, bu kez de onun
tutsaklık zinciri değil; yüce efendilerin hediye ettiği bir kolye olduğuna
inandırmaya çalışırlar. Kendilerine hevâ ve heves adına hizmet etmeyeni “dâvâ”
adına, “hizmet” aşkına ve hatta “din” adına hizmet ettirirler. Sağmayı, binmeyi
ve yük vurmayı iyi bilirler onlar.
Eğer görünen ve görünmeyeniyle, değerli
ve değersiziyle imanımıza vurulan tüm zincirleri kırabiliyorsak; o zaman iman,
gözümüze fer, gönlümüze nur, dizimize derman, dilimize ferman olacaktır. Yani,
özetle iman, “iman” olacaktır.
Zorla kurdukları; ezerek,
yakıp-yıkarak, asıp-keserek kurdukları düzenlerden korkmayınız. Korkmayınız,
çünkü “Zulmetmekte olanlar, nasıl bir inkılâba uğrayıp devrileceklerini pek
yakında bileceklerdir.” (26/Şuarâ, 227) Asıl korkulacak şey, bu düzenlerini
kalbimize kadar sokmalarıdır, vücudun başkentini işgal edip ele, ayağa, göze,
kulağa, başa, bileğe hükmetmeleri, bütün bunları kendilerine hizmet
ettirmeleridir. Örneğin kapitalizm adı verilen zulmün ekonomiyi
yönlendirmesinden ziyade, asıl korkumuz bu mikrobun yüreklerimize kadar yayılıp
ahlakımıza, düşüncemize, eylemlerimize, tavırlarımıza yansıması.
İslam’ın erdemlerine ulaştığımız vakit,
“devrim” içimizde gerçekleşecek, gönül ülkemize iman hâkim olacak, yani
dâru’l-İslam olacak kalbimiz. Sınırsız ve sınıfsız yürek devletimizde, bir
ferdi dışarıda kalmamacasına konuk edeceğiz İslam ümmetini. Böylece, önce
içimizde oluşturacağız vahdeti. Vahdet tâciri değil; gerçek muvahhid olacağız
ve Allah'a layık bir hale gelecek gönlümüz. “Kuluna şah damarından daha yakın
olan”ı buyur edeceğiz. “Ey mekândan münezzeh olan! Senin için istiğfarımla
temizleyip, gözyaşlarımla yıkayıp, zikir ve tesbihle süsleyip, ilim, irfan ve
hikmetle döşeyip, takva ve ihsanla aydınlattığım kalbime buyur.” diyeceğiz.
Elbette Allah o zaman rahmetiyle buyuracak, mağfiretiyle buyuracak, sekînetiyle
buyuracak, tecellisiyle doyuracaktır. Asıl o zaman gerçekleşecek selîm kalp,
eğer taşa dönüşmemişse kalbimiz, içimizdeki fırtına dinecek, gönül okyanusu
sükûnet bulacak, böylece içimizdeki dünyanın keşfi, yeniden gerçekleşecektir:
“Bunlar, iman edenler ve kalpleri Allah’ın zikriyle tatmin olanlardır.
Haberiniz olsun; kalpler yalnızca Allah’ın zikriyle tatmin olur.” (13/Ra’d, 28)
İşte bu, iç savaşın zaferidir. Artık
kalp devleti kurulmuştur. Onu kurmak bir savaşı gerektiriyorsa, korumak ve
dışarı taşımak bin savaş ister. Durmak isteseniz de duramazsınız artık.
İçinizdeki saadetin öbür adı olan yürek devletini, yaşadığınız dünyaya hâkim
kılmak için gerekli olan eylemleri, kalbiniz size danışmayacaktır bile.
Organlarınız ona muhalefet etse de, aklınız onu onaylamasa da, o kendine özgü
yöntemlerle ve imkânlarla gerçekleştirecektir görevini. Biliyorsunuz; “gönül ferman
dinlemez.”
Kalbe özgü imkânların başında dünyanın
en hassas ve gelişmiş radarı diyebileceğimiz basiret ve ferâset gelir. Herkesin
bildiği gözler dışında bir gözden daha söz eden Kitab’ın diline kulak verelim:
“Gerçek şu ki, gözler kör olmaz; ancak göğüslerdeki kalpler kör olur.”
(22/Hacc, 46)
Bu vericimizle, uzaklığı ne olursa
olsun bir dostumuza muhabbet sinyalleri gönderebili-riz. İrtidadın ve nifakın
tabiat haline geldiği bir toplumda gerçek mü'mini bu radarlarımızla
tanıyabibiliriz. Bununla okuyabiliriz Allah'ın evrendeki ayetlerini
(51/Zâriyât, 20), nefislerimizdeki âyetlerini (51/Zâriyât, 21) ve bilgisine
sahip olabiliriz. Bu bilgiyi "kitab-ı mestûr"un âyetleriyle
çakıştırarak "hikmet"i bulabiliriz. Bilmeliyiz ki; "Kime
hikmetten bir pay verilmişse ona çok hayır verilmiştir." (2/Bakara, 229)
İşte o zaman nicedir yayınını durduran
kalbimiz başlayacak yayın yapmaya. İçimizdeki dünyanın en hassas radarları
göğün ve yerin sevap görüntülerini yakalayarak kaydedecek kalp arşivimize. O
zaman, yalnız bilmeyip, anlayacak (irfan); yalnız bakmayıp, göreceğiz
(basiret). Her ayet, içimizde yeni bir ufuk açacak. "Allah'ın göğsüne bir
inşirah verdiği, Rabbinden bir nur üzere olan" (39/Zümer, 22) biri
olacağız. En gelişmiş telsizlere, telefonlara, telexlere taş çıkartan bu imkânı
çalışır ve işler duruma getireceğiz. Rabbımızla aramızdaki ilişkiyi o hassas
cihazla kontrol edeceğiz. O bizi sürekli uyaracak, otokontrol görevi yapacak.
Karıncanın ayak seslerinden daha usul
gelen şirki duyacak, tüm maharetlerini kullanarak ve maskelerini takarak gelen
nifakı bu radarla tanıyacağız. Kulağımıza Rabbımızın adı geldiği zaman onun
ibresi oynayıverecek; Allah'ın ayetleri okunduğu zaman kalplerimiz ürperecek ve
imanlarımızı artıracaktır. "Mü'minler o kimselerdir ki, Allah anıldığı
zaman, yürekleri ürperir, kendilerine Allah'ın ayetleri okunduğu zaman imanları
artar ve Rablerine tevekkül ederler." (8/Enfâl, 2)
"Ârif" olmadan "âlim" ,
"müttakî" olmadan "mücâhid" olunamayacağını bilmemiz
gerekiyor. Kalbe hangi güç hakimse o bedene de tüm fonksiyonlarıyla birlikte
"o güç" hakimdir. İşgal olunmuş bir kalbin sahibinin hürlük iddiası,
beylik bir iddiadır. Kişi gönlünü neye kaptırmışsa gözü de onda olacaktır. Kişi
gönlünü kime kaptırmışsa yüzü de ona dönük olacaktır, başka değil. (2)
"Fitneler, kalplere peş peşe isabet
ederler. Hangi kalp, o fitneleri kabul eder de sindirirse, o kalpte siyah bir
nokta oluşur. Hangi kalp de o fitneleri kabul etmezse; o kalpte beyaz bir nokta
oluşur. Bu şekilde kalpler iki çeşit olurlar. Beyaz olanı, beyaz ve sert sefa
taşı gibidir. Yeryüzü ve gökler, yerinde kaldığı müddetçe ona fitneler zarar
veremez. Siyah olan diğeri ise, içinde olanı dökülmüş bir kap gibi kupkurudur.
Ne iyiliği bilir, ne de kötülüğü inkâr eder, ancak hevâ-i nefsiyle hareket
eder." (Müslim, 144)
Kur'an'da Kalbin Halleri
Kur'an; kalbin durumlarını, ibadet ve
takvaya meyilli kalplerin değişik yapı ve özelliklerini belirtir. Bunları şöyle
sıralamak mümkündür: Mutmain kalpler (Ra'd, 28), selim kalpler (26/Şuarâ, 89),
Allah'a yönelmiş kalpler (50/Kaf, 31-32), Allah anıldığı zaman titreyen kalpler
(8/Enfâl, 2-3), Allah'a bağlı kalpler (8/Enfâl, 11), Mütevazi kalpler (22/Hacc,
54), Huşû İçerisindeki Kalpler (57/Hadîd, 16).
Kur'an'da, kalplerin günah ve şirkle
hastalıklı hale gelmiş değişik durum ve özellikleri de şöyle sıralanabilir:
Galiz (kaba ve katı) Kalpler (3/Âl-i İmran, 159), Eğri Kalpler (3/Âl-i İmran,
7), Gafil ve Gaflete Düşürülmüş Kalpler (18/Kehf. 28), Taş Gibi Katı Kalpler
(2/Bakara, 74), Kılıflı Kalpler (2/Bakara, 88), Hasta Kalpler (2/Bakara, 10;
33/Ahzâb, 32), Mühürlü Kalpler (45/Câsiye, 23), Bağlı Kalpler (7/A'râf, 100),
Kapalı Kalpler (41/Fussılet, 5), Kör Kalpler (22/Hacc, 46), Kilitli Kalpler
(47/Muhammed, 24)
Kalplerin hastalığı ve giderek
mühürlenmesinin sebepleri: Kur'an'dan yola çıkılarak kalbin hastalıklarına ve
mühürlenmesine sebep olan mikropları şöyle sıralayabiliriz: Dünya sevgisi, kötü
çevre, kötü kimselerle arkadaşlık, çok yemek ve çok gülmek, başta büyük
günahlar olmak üzere her çeşit haramlar, en sinsi hastalık: Nifak ve ölümcül
hastalık: Şirk.
Kalp hastalıklarının ilacı ise;
Kur'an-ı Kerim'i düşünerek, anlayarak okuyup kendi hayatına ve toplum hayatına
geçirmeye çalışmak. Öğüt dinlemek. Zikir, tevbe ve istiğfar. Huşu ve anlayış.
Kalbi arındırma yollarına müracaat edip güzel ahlak ve ihlaslı ibadet üzere
olmak. Cesaret, ins ve cin şeytanlarına tavır almak.
Kalbin Hastalığı ve Mühürlenmesi
Kur’an’ı gerektiği gibi anlamak için
kalbin kilitli olmaması gerekir. (Muhammed, 22) Kalbin, görevini yapabilmesi
için, selîm olması; hastalıklı ve ârızalı bulunmaması gerekir. Kalplerin selim
olmayıp, marazlı (hastalıklı) olmasını Kur’an, hemen daima nifak illetiyle
irtibatlı gösterir (2/Bakara, 10; 5/Mâide, 52; 8/Enfâl, 49; 9/Tevbe, 125;
22/Hacc, 53; 24/Nur, 50; 33/Ahzâb, 12...) Bu ayetlerden yola çıkarak şu
tespitleri yapabiliriz:
Kalbi perişan eden hastalıkların
başında samimiyetsizlik ve riyakârlık gelmektedir. Münâfıklığın en tipik
özelliği kalp hastalığıdır. (2/Bakara, 10) Kalp hastalığının diğer belirtileri
arasında doymazlık, hırs (bkz. 33/Ahzâb, 32), rics (pislik, iğrençlik,
sefihlik), şeytan fitnesine yataklık dikkat çeker. (bkz. 9/Tevbe, 125; 22/Hacc,
53) Kalp marazı; kalp katılığı, kalp kararması (kasvet) getirir.
Kur’an, bu kalp kasvetinden çokça
bahseder ve onun insanın sonsuzluğa, güzele, iyiye, kısaca Allah'a giden yolunu
tıkayan bir bela olarak gösterir. “Yazıklar olsun kalbi kasvetle dolmuş
olanlara.” (39/Zümer, 22) Kalp kasvetini azdıran en önemli sebep, sonu gelmez
arzu ve emeller, hırslar ve tutkulardır. (57/Hadîd, 16) Kalp kasvetinin en
tipik temsilcileri yahudilerdir.
İnsanın kalbini tahrip eden tutum ve
davranışları, giderek kalbi paslandırır. Kalbin paslanması, hak ve hakikata
açılabilecek pencerelerin kapanma noktasına yaklaşması demektir. Bu duruma
gelen kişi, Yaratıcı ile arasına tam bir perde çekmiş olur. (83/Mutaffifin,
13-15) Hastalanan ve paslanan kalp, nihayet körleşir. Ve insan için esas körlük
budur. (22/Hacc, 46)
Kalbin körelmesi, kalp gözünün, yani
basîretin kör olmasıdır ki, insanın kâinatı, varlıkları ve kendi nefsini
okumasını (en azından doğru okumasını) engeller. Böyle olunca da, kalp körlüğü
insan ve evrenin sırlarını çözmeye götüren bütün organ ve araçları dumura
uğratır ve bütün girişimleri aksatır.
Nitekim Kur’an, kalple akıl arasında
devamlı ilişki kurmuş, iş görmez hale gelen bir kalp gözünün akıl faaliyetini
de fonksiyonunu icra edemez hale getireceğine işaret etmiştir. (bkz. 22/Hacc,
46) Kur’an, bu konuda “akıl işleten, akıl faaliyeti yürüten kalpler” deyimini
kullanıyor. 7/A’râf, 179. ayeti ise, inceden inceye düşünüp sırları
keşfedemeyen kalplerden söz eder ve bu kalplerin sahiplerini gözleri görmez,
kulakları işitmez olarak nitelendirdikten sonra onların yerlerini hayvanlardan
daha aşağılarda gösterir.
Kalp körlüğünü; kalbin damgalanması,
kilitlenmesi, perdelenmesi ve mühürlenmesi izler. Bu son aşama, insanın
evrensel hak ve hakikate, imana açılan tüm kapılarının kapanmasıdır. Bu
aşamadan dönüş yoktur. Dünya planındaki imtihanın kesin kaybıdır bu.
Kur’an’da bu son aşamayı ifade için
kalbin tab’ edilmesi (7/A’râf, 101; 9/Tevbe, 87, 93; 10/Yûnus, 74; 30/Rûm, 56);
hatmedilmesi / mühürlenmesi (2/Bakara, 7; 45/Câsiye, 23; 6/En’am, 46) ve kalbe
kilit vurulması (4/Nisâ, 155; 47/Muhammed, 24), kalbe perde çekilmesi (6/En’âm,
24; 18/Kehf, 57) deyimleri kullanılmaktadır.
Bu hale düşenlerin diğer duyu
organlarının da ödevlerini insana yaraşır biçimde yapamayacağı dikkat çekilir.
Kalbi taşlaşmışların gözleri yaşsız
olur. (bkz. 2/Bakara, 74) Bu hal, kalp mühürlenmesi açısından önemlidir. Kalbin
sevgi ve merhametten aldığı öyle yüce bir zevk vardır ki; böyle zengin
gönüllerde dokulara kan veren kalp, sanki bir başka zevkle çarpmaktadır.
Bir insan, Allah'a karşı sorumluluk ve
şükran hissi duymaz, takva özelliklerine sahip olmazsa; kalp, kulak ve gözünde
meydana gelen ceryan kesilmesi (mühür ve perde) onun idrak cevherini yok eder.
Ona gerçekleri en kesin bir dille
anlatsanız da; o, bunu fark edemez.
Çünkü Allah'ın yaratış sırrında
güzellikler ve ihtişam vardır. Gözü perdeli, kalbi ve kulağı mühürlü olan bunu
fark edemez. Dolayısıyla onların uyarılması ve uyarılmaması eşittir;
inanmazlar.
Bütün kâfirlerin değil; insanî
değerlerden soyutlanmış küfürde inatçı kimselerin kalpleri mühürlenir. Cenab-ı
Hak, küfre düşen bir kimseyi sonsuz rahmetiyle uzun süre gözetimde tutar; yani
kalbini hemen mühürlemez. Ona dönüş şansı tanır.
Fakat gurur, cimrilik ve azgınlıkta
direnirse, ilahî gazap mührünü vurur ve artık o iflah olmaz. Artık bu kimse
Fatiha'daki "mağdûb-i aleyhim" grubuna girmiştir. Diğer kâfirler ise
"dâllîn"dir; günün birinde, kendi tavırlarıyla liyakat kesbettiğinde
Rabbimiz hidayet verebilir.
Müslüman açısından kalplerin
mühürlenmesi gerçekleşmez; öyleyse bu konu sadece azgın kâfirleri ilgilendirir
diyemeyiz. Günümüzde günahlar çok kolaylaşmış, bilerek veya bilmeyerek şirke,
küfre düşmek olağan hale gelmiştir. Bir müslümanın, kalplerin mühürlenmesi,
Allah'ın lanetine uğramasına giden yolları iyi bilmesi gerekir ki o tehlikeli
istikamete meyl etmesin.
Günahtan küfre, küfürden kalp
mühürlenmesine giden korkunç tehlikelerden uzak kalmak için çok hassas
olmalıyız. Şeytanın ve nefsin günah işletmekten muradı; bizi sadece günahkâr
kılmak değil; fırsatını bulup kalbi mühürletecek noktaya getirmektir. Her günah
da, tevbe edilmediği ve ısrar edildiği müddetçe sonu ümitsizliğe, uydurma
te'villerle haramı helalleştirmeye, kalp katılığına, dolayısıyla küfre açılan
bir kapıdır.
Kur'an, bu nedenle günahlardan
kaçmamızı ısrarla emretmektedir. Bir insan günah işleye işleye, adım adım küfre
yaklaşır. Günah işleyen, daima günah çevresinde günahkârlarla dost olacağından,
yavaş yavaş günahkârlığı karakter çizgisi haline getirir.
Günah işleyen, suçuna karşılık te'vil
yolları arar. En tehlikeli oyun da budur. Bu te'vil hastalığı ilerleyerek
Kur'an'a saygıyı azaltır. Sonunda küfre götürebilir.
Zaten tevbenin temel sırrı budur. Günah
işleyen, hiçbir mazeret, bahane icat etmeden, te'vile kapılmadan suçunu idrak
ve kendine itiraf etmelidir. Bu kabul, te'vilden ve küfürden kurtarır.
Bu konuda İblis ile Hz. Adem'in
işledikleri hata konusundaki tavırları Kur'an'da ibret alacağımız şekilde
vurgulanır.
Günah kompleksine düşerek de insan
küfre doğru yönelebilir. Şeytanın bir oyunu da, günah işleyen insanı paniğe
kaptırarak saflarına almaktır.
Yani "sen nasıl olsa büyük
günahkârsın; sen artık iflah olmazsın, öyleyse günaha devam; battı balık yan
gider" sloganıdır. Bu yorum, temelden yanlış bir yargıdır. "Allah'ın
rahmetinden ümit kesmeyiniz. Allah,(vazgeçilip tevbe edilince) bütün günahları
mağfiret eder." (39/Zümer, 53)
Kalbin mühürlenmesi, boş arzuları ilah
edinme (Câsiye, 23), Allah’ın nimetlerine nankörlük (7/A’râf, 101), azgınlık,
zulüm (10/Yûnus, 74), bilgisizlik (Rum, 56; Tevbe, 87, 93) gibi sebeplerden olmaktadır.
Kalbi mühürlenenler artık insanca ne
görebelir, ne duyabilir, ne anlayabilir, ne de yaşayabilirler. (2/Bakara, 7;
63/Münâfıkun, 3; 9/Tevbe, 87, 93; 6/En’âm, 46)
Küfre götüren günahlar açısından önemli
bir konu, günahın cinsidir. Her günah çirkindir, kaçınılması gereken
yasaklardır. Ama şeytan, bazan küçük günahları gözümüzde büyütürken; büyük
günahları ve şirki basitleştirir. E
lfaz-ı küfür, şirk ihtimali olan
konular, müslümanın gözünde cehenneme düşmekle eş görünümünde olmalıdır. Namazı
terk etmeyi alışkanlık haline getirmek de küfür yoluna sapmaktır.
Bunun yanında, insanın kendini, hevâ ve
hevesini putlaştırmaya götüren gurur ve istiğnâ çok önemli bir günahtır. Bir
günah, zulümle ilgiliyse, gönül incitiyorsa çok ciddi sonuçları olacak bir vebaldir.
Zulüm, Kur'an'ın üzerinde ısrarla
durduğu kalbi mühürlü kâfirlere ait bir özelliktir. Zalimin kalbi mühürlenmeye
baş adaydır. Ve şirk en büyük zulümdür. Yine küfre düşmemek açısından günah
üreten günahlardan şiddetle sakınmamız gerekmektedir. Bazı günahlar, başka
günahlara yataklık ederler. Bunların başında yalan ve içki gelir. Yalanın günah
barajını aşarak, nifak ve küfrü temsil ettiği konusunda ciddi uyarılar vardır.
Hastalık ve bozukluklardan arınmış bir
kalp, Kur’an dilinde selîm kalp adını almaktadır. (26/Şuarâ, 89; 37/Saffât, 84)
Allah’ın, insandan son hesap gününde istediği tek şey, O’nun huzuruna selim bir
kalple gelmiş olmasıdır. (bkz. 26/Şuarâ, 89)
Din hayatının, müslümanca yaşayışın
amacı, insana selim kalbi kazandırmaktır. Selim kalbin olmadığı kişide, din
sadece bir kuru iddia ve aldanıştır.
İlginçtir ki, gaye olan, kalbe sıfat
yapılan “selim” kelimesi, tevhid yolunun genel adı olan İslam’la aynı
köktendir.
Yani
selam ve selamet kökünden.
O halde selim kalp barış, huzur, güven,
aklık ve sükûnetle dolu olan kalp demektir ki, İslam da bu değerlerin elde
ediliş yoludur. Bu değerlerin sembol ve ufuk adı Allah’tır. Bu yüzden İslam’ın
teknik anlamı, Allah'a teslimiyet olarak verilmiştir. Buradan bakınca selim
kalp, Allah'a gereğince teslim olmuş kalp demek olacaktır.
Kalbin imtihanını (49/Hucurât, 3)
başarıyla verenlerin onu rahmet ve re'fet (sıcaklık, merhamet, kaynaşma) ile
doldurduklarını görüyoruz. (57/Hadîd, 27)
Bu kalpler kasvete uzaktır. Hasta
kalbin yolu kasvete; rahmetle dolu kalbin yolu lînete, yani yumuşaklığa çıkar.
Kalp yumuşaklığının yokluğu, kalp
gılzatı, yani katılık ve kabalık getirir ki, bu, insanları nefretle kaçıran bir
illettir. (3/Âl-i İmran, 159) Kur'an, kalplerin, Allah'ı zikirle yumuşadığını
belirtir. (39/Zümer, 23)
Allah'ı zikir, yani şuurlu anma, kalbi
titretir, yumuşatır ve daha sonra da onu itminan ile, yani sükûnet, ferah,
huzur ve doygunluk ile doldurur.
Ve Kur'an'a göre kalplerin itminanı
yalnız ve yalnız Allah'ı zikirle mümkündür. Allah yerine başka şeylerin sevgili
seçildiği bir kalbin doyması, mutlu olması beklenemez. (bkz. 13/Ra'd, 28;
57/Hadîd, 16; 22/Hacc, 35; 23/Mü'minûn, 60; 8/Enfâl, 3)
Kur'an, mühürlenmiş kalplerin
mütekebbir, müstekbir kalpler olduğunu beyan eder (16/Nahl, 22). "Allah,
mütekebbir cebbar (büyüklük taslayan her zorbanın) kalbini mühürler."
(40/Mü'min, 35) Burada mütekebbir sıfatına, cebbar vasfının eklendiğini
görüyoruz. Cebbar; cebre, şiddete, zora, dehşet ve baskıya başvuran demektir.
Anlaşılan o ki, Kur'an, mütekebbirlerde cebbarlık sıfatının da kaçınılmaz
olduğunu vurguluyor.
Mühürlenmiş hastalıklı kalplerin bir
dâvâ çevresinde birleşmeleri mümkün değildir. Çünkü onlar, birliğin en emin
yolunu, tevhidi, yani Allah'ın birliğini kabullenmeyerek kaosa düşmüşlerdir;
artık birleşemezler. Onların vücut verebilecekleri birlik ve beraberlik ancak
dış planda bedensel ve maddesel olabilir. "Sen onları toplu, birlik ve
beraberlik içinde sanırsın; oysa ki onların kalpleri parça parçadır."
(59/Haşr, 14)
Kalp bozukluğunun insan hayatındaki en
tehlikeli pratik görünümü, insanın kalbiyle dilinin farklılığıdır. Kur'an bunu
imansızlığın, şahsiyetsizliğin, dejenerasyonun bir belirişi olarak tespit
ediyor. Kalple dilin uyuşmazlığı, insanın kalbine karşı günah işlemesi, kalbine
ihanetidir. (bkz. 2/Bakara, 283) (3)
Kur'an'ı, tedebbürle yani düşünerek,
anlayarak okumamak, kalbin kilitli olmasının en önemli belirtisidir. "Peki
bunlar, Kur'an'ın anlamını inceden inceye düşünmüyorlar mı: Yoksa kalpleri
üzerinde kilitler mi var?" (47/Muhammed, 24).
Âyette geçen "tedebbür",
okunan şeyin anlamı üzerinde iyiden iyiye düşünmek demektir. Bu ayetten
anlaşılmaktadır ki, Kur'an'ın ne dediğini anlamadan okumanın insanı bir yere
getirmesi mümkün değildir. Kur'an'ın manası üzerinde düşünmemek, veya "biz
Kur'an'dan bir şey anlayamayız" diyerek Allah'ın kelamını rafa kaldırmak,
kalbin mühürlenmiş olduğuna işarettir.
Nitekim, bu ayetin öncesinde
(47/Muhammed suresi, 23. âyette) lanetlenmiş, kulakları tıkanmış, gözleri
körelmiş insanlardan söz ederek dolaylı bir yoldan Kur'an'ı tedebbür
etmeyenlerin kimler olduğuna dikkat çekilmiştir.
"Kalpleri
üzerinde kilitler mi var?" sorusundan şu sonuçlar çıkmaktadır:
Ya bu insanlar Kur'an'ı dikkatle okuyup
anlamamaktadırlar veya anlamaya çalışmalarına rağmen onun emirleri, anlamları
ve amaçları kalplerine yerleşmemiştir.
"İman edenlerin, Allah'ı zikir ve
O'ndan inen Kur'an sebebiyle kalplerinin ürperip saygı dolu bir korku ile
yumuşaması zamanı daha gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap
verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı.
Onlardan birçoğu yoldan çıkmış fasık
kimselerdi." (57/Hadîd, 16). Ayet, iman ettikten sonra ayağı sürçen ve
Allah'ın kitabına farkında olmadan sırt dönen insanları uyarmakta mucize bir
beyandır. Aynı hatalı yoldan giderek perişan olan kitap ehli örnek
gösterilmiştir. Hitap, son derece açık ve ürperticidir.
İman sahipleri Allah'ın zikrine, yani
Kur'an'a sırt dönmemek konusunda uyarılmaktadır. İkinci olarak, ehli kitabın
zamanla bozulduklarına, kalplerinin karardığına ve saptıklarına dikkat çekilerek
Allah'ın kitabına uzak kalmanın sonucu örneklendirilmiştir.
Bu ayet, zaman içinde Kur'an'a uzak
düşüp vahyin kabulleri yerine, geleneğin kabullerini koyan İslam dünyasına
mucize bir Kur'an ihtarıdır.
Kalpler katılaşmış, şekil ruhu örtmüş,
iç dünyalar kararmıştır. Bu çoraklık ancak Kur'an'ın nefesiyle canlılık ve
berekete döndürülebilir.
Kalplerin katılaşmasından sonra
fasıklıktan başka ne gelir? Doğrusu şu insan kalbi çabucak değişiverir, çabucak
unutuverir. Kur'an nuruyla aydınlandıktan sonra uzun bir süre Allah'ı
zikretmekten uzak kalınca katılaşır, aydınlığını yitirir, körelir ve kararıp
söner.
Gönüllerin huşu ve huzur ile Allah'ı
anmaları gerekir. Aydınlanıp arınmalar için sürekli uyanık tutulması icap eder.
Fakat donmuş, katılaşmış, hareketsiz hale
gelmiş bir kalpten hemen ümit kesilmemelidir.
Çünkü onda yeniden hayat emaresinin
görülmesi, aydınlıkların parlaması ve böylece Allah'ın zikrine koşması
mümkündür. Çünkü Allah, öldükten sonra yeryüzünü de diriltir, hayat doldurur,
bitkilerle süsler, yiyecek meyveler bitirir. Kalpler de tıpkı böyle Allah
dilediği zaman dirilir. Allah, ölüden diri çıkarır. Yeryüzünün dirilişi gibi bu
Kur'an da kalpleri diriltir. Ona gıda verir, sular, yumuşatır ve ısındırır.
Allah, kâfirlere sevgi göstermeyip buğz
eden, onları dost kabul etmeyen mü'minlerin kalplerine imanı yazar ve onlara
yardım eder. (bkz. 58/Mücadele, 22)
İnsanın kalbi, iki farklı ânında aynı
durumda olmaz; her şeyden daha çok kendi amellerinden etkilenir.
İyi ve nurlu bir kalbe nur verir; kötü
ve karanlık bir amel ise kalbin nurunu alır, onu karartır. Sâlih amel, insanın
kalbini yumuşatır, öğütleri, hakkı ve hakikati kabul etmesini sağlar.
İnsanın fıtratıyla bağdaşmayan ameller
ise, insanın kalbini sertleştirir, katılık getirir. İnsanın kalbi, Kur'an'dan
ışığını kesip, Allah'ın nuruyla bağını koparınca öylesine kararır ki, Kur'an
tabiriyle artık onun işi bitmiş ve onun kalbi mühürlenmiş sayılır.
Takva sayesinde Kur'an'ın hidayetiyle,
Allah'ın nuruyla bakıp, görünmezleri keşfeden, perdenin arkasındaki parıltıları
görebilen insan; bu ışıkla irtibatı kendi iradesiyle kestiğinde körlüğü seçmiş
olur. Artık, her şeye perdelenmiş gözlerle bakar.
Görülmesi gerekenleri göremez. Kendi
gözleriyle bazı şeyleri görür, ama sanki hiç görmemiş gibidir; sanki gözlerinin
önüne perde çekilmiş olur.
Kalbi de imandan, sevgiden ibadetten
zevk almaz olur ve küfrü, ısyanı, fesadı güzel görmeye başlar. Bunlar küfrün
etkileridir; küfrün nedenleri değildir.
"Onlar sapınca, Allah da
kalplerini saptırmış, eğriltmiştir." (61/Saff, 5)
Kalbin Mühürlenmesi Sebep Değil; Sonuçtur
Kalp nasıl mühürlenir? Bilindiği gibi,
üzeri mühürlenmek, zarf, kap, örtü ve kapı gibi şeylerde olur. İnsanların
kalpleri de, ilimlerin zarfları ve kapıları gibidir.
Ne kadar anlayışlarımız varsa orada
saklıdır. Kulak da bir kapı gibidir, duyulan şeyler oradan girer. Bilhassa
geçmişteki, gelecekteki ve şimdiki gayb haberleriyle ilgili haberler,
kitaplardaki kavramlar duyma yoluyla bilinir.
Kalbin mühürlenmesi, zarfın mühürlenmesine;
kulağın mühürlenmesi, kapının mühürlenmesine benzer. Hadis-i şerifteki her
günahın, tevbe edilmediğinde kalpte kara bir leke oluşturması ve tekrarlandıkça
bütün kalbi kaplaması, kalbin mühürlenmesidir.
O salgın leke (virüs, mikrop) kalbe
basılıp tab edilir. Başlangıçta, silinmesi mümkün kâğıttaki hata ile yazılmış
bir harf, küçük leke iken, silinmez ve hatada ısrar edilirse matbû ve silinmez
bir hale gelir. Diğer bir deyişle, alışkanlıkla ikinci huy olur. Ne silinir, ne
çıkar ve o zaman ne iman yolu kalır, ne de küfürden kurtulmaya çare.
Kâfirlerin kalbini Allah mühürlemişse,
kâfirin müslüman olmamasında kabahati nedir? sorusu akla geliyor. Allah, Rum
suresi ayet 30'da "Sen yüzünü hanif olarak dine çevir. Allah insanları
hangi fıtrat üzere yaratmışsa o fıtrata çevir" buyurur.
Bu ayete göre Allah bütün insanları
İslam fıtratı üzerine yaratmıştır.
Peygamber Efendimiz "her doğan,
İslam fıtratı üzerine doğar. Anne babası onu yahudi, hıristiyan veya mecusi
yapar." buyurur. (Buhâri, K. Cenâiz 80; Müslim, K. Kader 25)
Tertemiz, pırıl pırıl yaratılan insan,
zamanla çevrenin etkisiyle kirlenmeye başlıyor. Aynanın üzerindeki tozlar
silinmeyince zamanla aynayı kapattığı gibi, günahlar da kalbi kapatıyor ve
küfür de kalbin kilitlenip mühürlenmesine sebep oluyor. "İnsan, bir günah
işlediğinde gönlünde siyah bir nokta belirir. Eğer kişi, günahına tevbe eder,
pişman olursa, o siyahlık gider, yeri yeniden parlar." (İbn Mâce, Zühd 29;
Tirmizî, Tefsiru Sure 83/1; Müsned-i Ahmed b. Hanbel, 2/297)
"Hayır! Bilakis onların işlemekte
oldukları (kötülükler) kalplerini kirletmiştir. Hayır! Onlar şüphesiz o gün
Rablerinden (O'nu görmekten) mahrum kalmışlardır. Sonra onlar cehenneme
girerler." (83/Mutaffifin, 14-16)
Bu, ömrü deri dibağatıyla geçen kişinin
gül kokusundan nefret etmesi gibi, zafiyet hastalığına uğrayan kişinin
kendisine yararlı yağlı yiyeceklerden nefret etmesi ve istifra etmesi gibi,
kâfirler de küfürle öylesine içli dışlı olurlar ki gül gibi İslam'dan kaçarlar.
Gözleri güzellikleri görmez. Görse de
kedinin bülbülü bir yudumluk et görmesi gibi görür. Herşeyin değerini paraya
göre ölçer. Kulağı para sözünden başka konuşmalara kapalıdır. O öyle isteyince
Allah da onun kalbini mühürler ve gözünü perdeler.
Günahlar ardarda gelince kalbi kapatır.
Günah onu kapatınca Allah tarafından mühürleme ve damgalama gelir. Bu durumda
iman, kalbe girecek yol bulamadığı gibi küfürden kurtaracak bir kurtarıcı da
bulamaz. İşte bu, kalbin mühürlenmesidir.
Müttakiler için kurtuluş rehberi olan
Kitab'ın ve ondaki uyarıcı beyanların inatçı kâfirlerce hiçbir değeri yoktur.
Mü'minlerin gönüllerine, ruhlarına açılan bütün pencereler, kâfirlere
kapalıdır.
İnatçı kâfirlerin kalp ve kulaklarının
mühürlenmesi, gözlerinde perde olması, onların Hakk'ı reddetme nedeninin, kendi
hataları olmadığı ve sadece Allah'ın dilemesi ile olduğu anlamına gelmez.
Onlar, kabul etmezler, iman etmezler;
çünkü, Allah onların kalplerini mühürlemiştir.
Bu mühürleme ve perdeler onların Hakk'ı
kabul edememelerinin nedeni değil; bilakis reddetmekte inat etmelerinin bir
sonucudur.
Kur'an, tabiattaki ilahî kanundan söz
eder:
Eğer bir kimse, bir şey hakkında
aleyhte önyargı sahibi olur ve sürekli bu önyargısını beslerse, o şeyde ne iyi
bir taraf görebilir, ne iyi bir şey işitebilir, ne de tarafsızca değerlendirmek
için ona kalbini açabilir.
Bu, Allah'ın tabiattaki kanunlarından
biri olduğu için kalpleri, kulakları mühürlemek ve gözleri perdelemek
özellikleri O'na atfedilmiştir.
Bu mühürleme ve tab edilmenin
(baskı'nın) kazanılması kuldan, yaratılması Allah'tandır. Mühürlemenin Allah'a
isnadı, mecaz değil; gerçektir ve cebir (zorlama) yoktur. Günahların kalbi
paslandırıp leke ve mikroplandırmasıyla ilgili hadis ve kalbin pas tutmasıyla
ilgili 83/Mutaffifin suresinin 14. ayeti, ahlakta alışkanlık meselesini ne
güzel açıklar.
Ahlakın ve dinin kıymetinin, devam ve
alışkanlıkta olduğunu ne veciz anlatır. Bir günahta ısrar etmekle etmemenin
farkı da bundandır. Günahı helal saymanın, haramı helal kabul etmenin küfür
olması da bununla ilgilidir.
İman meselesinde kâfirler için bu
alışkanlığın sonucu, bu sonradan edinilen ikinci huy, bu kökleşmiş meleke ne
ise; amel konusunda mü'minler için ibadetlerin durumu da böyledir.
İyiliklere, âdet edinmekle alışılır.
Kötülükler de alışkanlık ile içinden çıkılmaz bir ikinci huy olur. Hayatın
akışı bu alışkanlığın kazanılması demektir.
İlk yaratılışta beşer iradesinin ilgisi
yoktur. Fakat alışkanlıkta ilk hissesi önemlidir.
Bununla beraber, bunun üzerine sonuç
olarak yaratma yine Allah'ındır. Ama ilk yaratılış gibi cebr, yani zorlama yoktur.
Aynı zamanda insanın yaratıcılığı da yoktur; yalnız eylemi, kesbi, yani kazancı
vardır. İnsan bir taraftan yaratılmışı alır, diğer taraftan yaratılacağı
kazanır. Onun kalbi, Allah'ın yarattığı ve yaratmasının güzergâhıdır.
Allah, insanlara başlangıçta kalp
vermeseydi veya kendiliğinden mühürlü olarak kalbi yaratsaydı, o zaman
cebr/zorlama olurdu. Allah mühürü, insan iradesi ve alışkanlığıyla sonradan
oluşturduğu ikinci huyundan, kulun istemesinden sonra vurmuştur.
Kader, bir bilmedir, zorlama değildir.
Bunlar, Allah'ın ilminden dolayı kâfir olmamış; kâfir olduklarından ve
olacaklarından ötürü Allah öyle bilmiş, öyle takdir etmiştir.
"...Allah, münâfıkların kesinlikle
yalancı olduklarını bilmektedir. Yeminlerini kalkan yapıp Allah yolundan yan
çizdiler. Gerçekten onların yaptıkları ne kötüdür. Bunun sebebi, onların önce
iman edip sonra küfretmeleridir. Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir. Artık onlar
hiç anlamazlar." (63/Münâfıkun, 1-3)
Münâfıklar, küfürleri sebebiyle
kalpleri mühürlenmiştir de artık hiç anlamazlar. Allah onlara sadık bir
müslüman, şerefli bir insan olmayı nasip etmemiştir. Onlarda hakikatı kavrama
yeteneği kalmayıp, ahlaki duyguları silinmiştir.
Çünkü böyle bir yolda yürüdükleri,
davranışları arasında çelişkilerle yaşadıkları için, bu değerlerden mahrum
olmuşlar ve bu zilleti kendileri tercih etmişlerdir. Onlar, mü'min olduklarını
söylemelerine rağmen, küfür yolunda ısrar etmiş ve bu yüzden de Allah'ın
kalplerini mühürlemiş olduğu kimselerdir.
Çünkü onlar, kendileri için münâfıklığı
tercih etmiş ve Allah da onlara bu ahlakî rezilliği nasip etmiştir. Allah'ın
yarattığı psikolojik yasalar dolayısıyla küfür, kibir ve nifak, kalbin
mühürlenmesine neden olur. İnsan inkâr ettikçe kalbi katılaşır, hiçbir şeye
inanmaz olur.
Allah, hakikati kabul etmek istek ve
niyeti gösterenin kalbini mühürlemez. Ancak kâfirlerin, zorbaların kalplerini
mühürler. Anlamak istemeye istemeye anlayışsızlık onların huyu, doğal durumu
haline gelir.
Gönül, alıştığı huylardan başkasına
istek göstermez. O insan, vurdum duymaz olur. Allah o kimseleri kendi
nefislerine, bâtıl arzularına terk eder. İşte Allah'ın kalpleri mühürlemesi, bu
psikolojik durumu anlatmaktadır.
"Ve onlara büyük azap
vardır." İnatçı küfrün sonucu budur. Allah'ın uyarıcı beyanlarını hiçe
saymanın, azapla korkutulmakla korkutulmamayı eşit görmenin doğal sonucu
elbette bu olacaktır.
Bu dünyada küfür devletinin yıkılması,
zulme dayanan saltanatlarının yerle bir olması onlara büyük azap olduğu gibi;
ahirette büyük azap vardır.
Bu ayetteki azabın yalnız ahirette
olacağı manasına gelmez. Ayetlerin bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr
edenlere dünyada rüsvaylık, ahirette de büyük azap vardır. (2/Bakara, 85)
Mescidlerde Allah'ın adının anılmasını
engelleyenlere, o mescidlerin harap olmasına çalışanlara dünyada rezillik,
ahirette büyük azap vardır. (2/Bakara, 114)
Allah ve Rasülü'ne karşı savaşanların
yeryüzünde bozgunculuk yapanların cezası dünyada rezillik, ahirette de büyük
azap vardır. (5/Mâide, 33)