Bu Blog içinde Ara

8 Temmuz 2025 Salı

KALP SELÂMETİNİN SEBEBLERİ

 "Doğruluktan şaşmayın.Çünkü doğruluk iyiliğe götürür. İyilik de cennete götürür. Kişi doğru söylediği ve söylemeye devam ettiği sürece Allah'ın yanında sıddîk olarak yazılır. Yalandan da sakının. Çünkü yalan söylemek, kötülüğe (fücura) götürür. Kötülük de cehenneme götürür. Kişi yalan söylediği ve söylemeye devam ettiği sürece Allah'ın yanında yalancı olarak yazılır." (Buhârî (6094); Müslim (105/607)

“Allah’ım! Beni bugün dağıtacağın her hayırdan, indireceğin her hidayet nurundan, yazacağın her rahmetten, vereceğin her rızıktan, defedeceğin her zarardan, kaldıracağın her beladan ve önleyeceğin her fitneden en fazla nasiplenen kullarından eyle…”

 

Allah Bize, halis, salih ve kalbi selim sahibi Müslümanlar olmayı nasip eylesin ve bize dünyada iyilik ver. Âhirette iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru. Âmin.”

 

"Allah'ım! Sen, hepimizi doğru yola sevk et, hepimizin tövbesini kabul buyur. Hepimizi günah yolundan döndür. Hepimize merhamet et!

 

"Allah’ım! Bizi, senden gafil olanların ve seni tanımayanların uykusundan uyandır!

 

"Allah’ım! Bütün hal ve hareketlerimizde bizi nifaktan, ikiyüzlülükten uzak tut ve bize dünyada iyilik ver. Âhirette de iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru.

 

Allah’günahlarımızı affetsin. Rabbim bağışlasın ve merhamet etsin! Allah'ım! İslam'ı ve müslümanları güçlendir. Allah'ım! Müslümanları ve ölenleri bağışla! Allah'ım! Her müslüman erkeğin ve kadının işini kolaylaştır. Allah'ım! Müslümanlardan kabirde olanların kabirlerini aydınlat. Onları kabir azabından koru. Allah'ım! Hastalarımıza şifa ver. Amin.

Allah'ım! Müslümanların kalplerini yakınlaştır ve aralarını ıslah et; onları hak üzere kıl! Güvenliğimizi ve istikrarımızı koru. Bizleri nimetine şükredenlerden eyle. Amin.

Allah'ım! Sözlerimizde, amellerimizde, niyetlerimizde ve isteklerimizde bizlere ihlas nasip eyle. Amin. Allah'ım! Bize hakkı, hak olarak göster ve ona uymayı nasip eyle. Bâtılı, bâtıl olarak göster ve ondan kaçınmayı nasip eyle. Bâtılı karmaşık kılıp bizi saptırma! Amin. Allah'ım! İslam'ı ve müslümanları güçlendir. Şirki ve müşrikleri küçük düşür. Allah'ım! İslam'ı ve İslam ehlini her yerde şereflendir. Amin. Allah'ım! İslam'ı ve İslam ehlini her yerde koru! Amin“Âfiyet verdiğin kimseler içinde ümmet olarak bize de âfiyet ihsan eyle!

 Zalimleri ve kâfirleri alçalt! Masumlara ve günahsızlara izzet ve şeref ver, derecelerini yükselt!

Buhârî ve Müslim, İbni Mesud'dan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğunu rivayet eder:

"Doğruluktan şaşmayın.Çünkü doğruluk iyiliğe götürür. İyilik de cennete götürür. Kişi doğru söylediği ve söylemeye devam ettiği sürece Allah'ın yanında sıddîk olarak yazılır. Yalandan da sakının. Çünkü yalan söylemek, kötülüğe (fücura) götürür. Kötülük de cehenneme götürür. Kişi yalan söylediği ve söylemeye devam ettiği sürece Allah'ın yanında yalancı olarak yazılır." (Buhârî (6094); Müslim (105/607)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, bu sözüyle doğru söylemenin iyilik işlemeyi gerektiren ve yalan söylemenin de kötülük işlemeyi gerektiren bir etken olduğunu belirtir.

Yüce Allah şöyle buyurur:

"İyiler (ebrar) şüphesiz nimet içindedirler. Allah'ın buyruğundan çıkanlar (fuccar) cehennemdedirler." (82 İnfitar/13-14)

Onun için alimlerden biri, etrafında olan kişilere tevbe etmelerini söylerken, ürkütmemek ve nefret ettirmemek için daima doğru söylemesini emrederdi. Onun için alimler ve şeyhler konuşmalarında ihlas ve doğru olmaktan çokça söz eder ve "Doğru söylemeyen kişi bana uymasın" derlerdi.

"Doğru söylemek, Allah'ın yer yüzünde kılıcıdır, hangi şeye vurulursa keser" derler.

Seyf b. Esbat ve başkaları şöyle der:

"Kim Allah'a karşı doğru olursa, mutlaka kendisine de doğru davranılır".

Bunun örnekleri çoktur.

Sıdk (Doğruluk) ve ihlas, gerçekte imanın ve İslam'ın netleşmesidir. Bilindiği gibi müslüman olduğunu söyleyenler mümin ve münafık olmak üzere iki kısma ayrılırlar.

Mümin ile münafık arasındaki fark, doğruluktur.

Münafıklığın üzerinde bina edildiği temel ise, yalancılıktır. Onun için Allah, gerçek imanı anarken onu doğrulukla niteler.

"Bedeviler: "iman ettik" dediler, de ki: "İman etmiş değilsiniz ama İslam olduk deyin; iman henüz gönüllerinize yerleşmedi; eğer Allah'a ve peygamberine itaat ederseniz, işlediklerinizden bir şey eksilmez; şüphesiz Allah, bağışlar, merhamet eder. İman edenler, ancak Allah'a ve peygamberine inanmış, sonra şüpheye düşmemiş; Allah uğrunda mallarıyla, canlarıyla cihat etmiş olanlardır. İşte onlar doğru olanlardır." (49 Hucurat/14-15)

"Allah'ın verdiği bu ganimet malları bilhassa; yurtlarından ve mallarından edilmiş olan, Allah'tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah'ın dinine ve peygamberine yardım eden muhacir fakirlerindir. İşte doğru olanlar bunlardır." (59 Haşir/8).

Yüce Allah, imanlarında doğru olanların içlerinde şüphe taşımadıklarını, mal ve canlarıyla onun yolunda cihad ettiklerini belirtir. Çünkü öncekiler ve sonrakilerden alınan söz budur.

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Allah peygamberlerden söz almıştı: "And olsun ki size Kitap, hikmet verdim; sizde olanı tasdik eden bir peygamber gelecek, ona mutlaka inanacaksınız ve ona mutlaka yardım edeceksiniz, ikrar edip bu ahdi kabul ettiniz mi?" demişti. "İkrar ettik" demişlerdi de: "Şahid olun, Ben de sizinle beraber şahitlerdenim" demişti." (3 Âl-i imran/81).

İbni Abbas radıyallahu anh şöyle der:

"Allah, gönderdiği her peygamberden şu sözü almıştır:

Hayatta iken Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderilirse, ona iman edeceksin ve destekleyeceksin, Muhammed peygamber olarak gönderilirse ona iman edeceklerine ve destekleyeceklerine dair kendi ümmetinden de söz alacaksın" (İbn Kesîr Tefsiri (1/378)

Yüce Allah buyuruyor:

"And olsun ki peygamberlerimizi belgelerle gönderdik; insanların doğru hareket etmeleri için peygamberlere kitap ve ölçü indirdik; pek sert olan ve insanlara bir çok faydası bulunan demiri de var ettik. Bu, Allah'ın dinine ve peygamberlerine görmeksizin yardım edenleri meydana çıkarması içindir. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, güçlüdür." (57 Hadid/25)

Allah kitabı ve mizanı indirdiğini, kendisine ve peygamberlerine kimin yardım ettiğini ortaya çıkarması ve adaletin yerine gelmesi için de demiri indirdiğini belirtmiştir.

Onun için din, yol gösteren kitap ve yardım eden kılıçla ayakta durur.

Yol gösterici ve yardımcı olarak da olarak Allah yeter.

Kitap ve demir, indirilişte ortak olsa da, bu, birinin inmediği yerden diğerinin inmesine engel değildir. Çünkü Kitap, Allah'tan indirilmiştir.

"Aziz ve hakim olan Allah'tan Kitab'ın indirilmesidir" (39 Zümer/1),

"Elif Lam Ra. Bu, ayetleri muhkem olan, sonra hakim ve habir olan tarafından tafsil edilen bir kitaptır" (11 Hud/1),

"Şüphesiz Kur'an sana hakim ve alim olan tarafından veriliyor" (27 Neml/6) ayetlerinde belirtildiği gibi.

Demirde içinde yaratıldığı dağlardan çıkarılmakta / indirilmektedir.

Dinin temellerini içeren birr (iyilik) iddiasında sadık (doğru) olanları nitelemesi de bu şekildedir.

Yüce Allah buyuruyor:

"Yüzlerinizi doğudan yana ve batıdan yana çevirmeniz birr (iyi olmak demek) değildir; lakin iyi olan, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, Kitaba, peygamberlere inanan, O'nun sevgisiyle, yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yolculara, yoksullara ve köleler uğrunda mal veren, namaz kılan, zekat veren ve ahitleştiklerinde ahitlerine vefa gösterenler, zorda, darda ve savaş alanında sabredenlerdir. İşte onlar doğru olanlardır ve sakınanlar ancak onlardır." (2 Bakara/177)

Münafıkları ise, Allah değişik ayetlerde yalancılıkla nitelemiştir. Şöyle buyurur:

"Kalplerinde hastalık vardır, Allah hastalıklarını artırmıştır. Yalan söyleye geldikleri için onlara elem verici azab vardır." (2 Bakara/10)

"İkiyüzlüler sana gelince: "Senin şüphesiz Allah'ın peygamberi olduğuna şehadet ederiz" derler. Allah, senin kendisinin peygamberi olduğunu bilir; bunun yanında Allah, ikiyüzlülerin yalancı olduklarını da bilir." (63 Munafikun / 1)

"Allah'a verdikleri sözden caydıkları ve yalancı oldukları için O'nunla karşılaşacakları güne kadar Allah kalplerine nifak soldu." (9 Tevbe/77)

Kur'anda bunu belirten ayetler çoktur.

Bilinmesi gereken şeylerden biri de, doğru söylemek ve tasdik etmek, hem söylemde/sözde hem amellerde olur.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sahih hadiste şöyle buyurur:

"İnsan oğluna zinadan payı yazılmıştır ve onu mutlaka yapar. Gözler zina eder ve onların zinası bakmaktır, kulaklar zina eder ve onların zinası dinlemektir, eller zina eder ve onların zinası dokunmaktır, ayaklar zina eder ve onların zinası yürümektir, kalp arzu eder ve canı çeker, tenasül organı da bunu ya doğrular veya yalanlar" (Buhârî (6243); Müslim (2657)

Düşmanla savaşmakta kararlı olanların saldırıları için: "düşmana doğru / gerçekten bir saldırı yaptılar" denir. "Falan kişi sevgi ve dostluğunda sadıktır / doğrudur." denir. Bunun benzerleri çoktur.

Bütün bunlarla iradesi, amacı ve isteğinde sadık / doğru olan kişiler kastedilir.

Mümin amelinde, haber ve konuşmasında doğru/samimi olan kişidir.

Münafık, doğru olan müminin zıttıdır. O da sözünde veya amelinde yalancı olan kişidir. Amelini gösteriş için yapan kişi gibi.

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Şüphesiz münafıklar Allah'ı aldatmağa çalışırlar, oysa O, onlara aldatmanın ne olduğunu gösterecektir. Onlar namaza tembel tembel kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar, ne onlarla, ne de bunlarla olur, ikisi arasında bocalayarak Allah'ı pek az anarlar. Allah'ın saptırdığı kimseye yol bulamayacaksın." (4 Nisa/142-143)

İhlas ise, İslamın gerçeğidir. Çünkü "İslam" başkasına değil, sadece Allah'a teslim olmaktır.

Yüce Allah buyuruyor:

"Allah, geçimsiz efendileri olan bir adamla, yalnız bir kişiye bağlı olan bir adamı misal olarak verir. Bu ikisi eşit midir? Övülmek Allah içindir, fakat çoğu bilmezler. Şüphesiz sen de öleceksin, onlar da ölecekler." (39 Zumer/29-30)

Allah'a teslim olmayanlar, büyüklenenlerdir.

Hem Allah'a hem başkasına teslim olanlar ise müşriklerdir.

Hem büyüklenmek, hem ortak koşmak / şirk, İslamın zıttıdır. İslam ise şirk ve büyüklenmenin zıttıdır. "İstislam" formu, hem lazım hem müteaddi olarak kullanılır.

"Rabbi ona: 'Teslim ol" buyurduğunda, "Alemlerin Rabbine teslim oldum" demişti. İbrahim bunu oğullarına vasiyet etti. Yakup da: "Oğullarım! Allah dini size seçti, siz de ancak O'na teslim olmuş olarak can verin" dedi." (2 Bakara/131-132)

"Evet, iyilik yaparak Allah'a teslim olanın ecri Rabbi'nin katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir." (2 Bakara/112)

Kur'an'da bunun örnekleri çoktur.

Onun için İslam'ın başı / esası:

Allah'tan başka ibadete layık ilah olmadığına şahitlik / tanıklık etmektir.

Bu da yalnız Allah'a ibadet etmeyi ve onun dışında hiçbir şeye ibadet etmemeyi içerir.

O da, Allah'ın öncekilerden ve sonrakilerden başka bir dini kabul etmeyeceği genel İslamdır.

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Kim İslam'dan başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir. O âhirette de kaybedenlerdendir." (3 Âl-i İmran/85).

"Allah, melekler ve adaleti yerine getiren ilim sahipleri, O'ndan başka ibadete layık ilah olmadığına şahitlik etmişlerdir. O'ndan başka ibadete layık ilah yoktur, O güçlüdür, Hakîm'dir."

"Allah katında din, şüphesiz İslam'dır...." (3 Âl-i İmran/18-19)

Belirttiğimiz bu şeyler, gerçekte dinin temelinin / aslının kalpteki bilgi / ilim ve ameller olduğunu ve bunlar olmadan zahir amellerin bir işe yaramadığını gösterir.

İmam Ahmed'in Müsned'inde rivayet ettiği hadiste Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:

"İslam, açık olandır, iman ise kalptedir." (Ahmed (3/134-135)

Onun için Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Numan b. Beşir'den ittifakla rivayet edilen hadiste şöyle buyurur:

"Helal açıktır, haram da açıktır. İkisi arasında birçok insanın bilmediği şüpheli şeyler vardır. Şüpheli şeylerden kim sakınırsa, dinini ve ırzını korumuş olur, kim de şüpheli şeylere düşerse, harama düşer. Tıpkı korunun etrafında koyunlarını otlatan çoban gibi. Her an korunun içine girebilir. Dikkat edin, her kralın bir koruluğu vardır, Allah'ın koruluğu da haramlarıdır. Vücutta bir parça et vardır, o düzelirse vücut düzelir, bozulursa, vücut da bozulur, O da kalptir." (Buhârî (52); Müslim (107/1599)

Ebu Hureyre'nin şöyle dediği rivayet edilir:

"Kalp, hükümdardır, organlar da onun askerleridir, hükümdar iyi olursa, askerleri de iyi olur, hükümdar kötü olursa, askerleri de kötü olur." (Suyuti, el-Camiu's-Sağîr; el-Elbânî, Daîfu Camiu's-Sağîr (4/131)

 

Kalbi temizlerken dört engel çıkar:
1- Mal sevgisi: Malın kendisi değil, sevgisidir. Kalbi temizlemek, ahireti kazanmak için malın önemi büyüktür. Fakat mal sevgisi engeldir. Mal sevgisini kalbden çıkarmalıdır!

2- Makam sevgisi:
 Ahiret nimetlerini elde etmek için makam ve mevki elbette iyidir. Mal gibi makamın da kendisi değil sevgisi engeldir. Hizmet için bir makama talip olmak başka şey, nefsin arzularını tatmin için makam sahibi olmak ayrı şeydir.

3- Yabancı sevgi:
 Allah sevgisinden başka her sevgiyi kalbden çıkarmalıdır!

4- Günah:
 Her günaha tevbe etmelidir! Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Kim günah işlerse, kalbinde siyah bir nokta hasıl olur. Tevbe ederse silinir. Günahlara devam ederse, o leke büyüyüp kalbin tamamını kaplar.) [Nesai]

Bu dört engeli aşmak için dört şey gerekir.
1- Çok yememek, helalinden yemek.
Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Çok yiyip içmekle kalbinizi öldürmeyin!) 

2- Çok uyumamak.

Çok yiyen çok su içip çok uyur. Çok uyuyan da Kıyamette pişman olur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:Allahü teâlâ, çok yiyip içeni ve çok uyuyanı sevmez

3- Çok konuşmamak.

Hadis-i şerifte, (Çok konuşan çok hata eder, çok günah işler. Çok günah işleyen de, Cehenneme gider) buyuruldu. (Ebu Nuaym)

4- Kötülerden uzak durmak.

Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Kişinin dini, arkadaşının dini gibidir, kiminle arkadaşlık ettiğinize dikkat edin.) [Hakim]

 

 

 

4- KALBİN DİRİ VE NURLANMIŞ OLMASI BÜTÜN HAYIR VE İYİLİKLERİN, KATI VE KARARMIŞ OLMASI DA BÜTÜN KÖTÜLÜKLERİN KAYNAĞIDIR.

Bu, gerçekten de böyledir! Ne kadar iyilik, hayır ve mutluluklar varsa, bütün bunların kaynağı, kalbin diri ve nurlanmış olmasına bağlı olduğu gibi; ne kadar şer, kötülük ve felaketler varsa, bütün bunların kaynağı da kalbin kararmış ve katılaşmış olmasıdır.

Kulun, hayır ve saadetteki kemali de şüphesiz kalbinin dirilik ve nurluluk derecesine bağlı bulunacaktır. Bu, öylesine kesin bir hakikattir ki, hiç bir şüphe götürür tarafı bulunmamaktadır. Nitekim yüce Allah, bir ayeti celilesinde aynen şöyle buyurmaktadır:

"Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamıyan kimse gibi olur mu?" En'am 122

Açıkça görüldüğü gibi, yüce Allah (c.c.) bu ayetinde o iki büyük aslı cemetmiştir. Bunlardan biri kalbin hayatı, diğeri de kalbin nurlanmış olmasıdır. Bu iki asıldan mahrum ve uzak bırakılmış bir kal ise, şüphesiz ölüdür ve taş kesilmiştir.

Tamamen karanlıklar içinde bu­lunmaktadır. Bir kalb; diriliği nisbetinde kuvvetlidir. Ancak diri olmak şartıyla bir kalb görevini yapabilir.

Diriliği nisbetinde kuvvetli, kuvveti nisbetinde hareketli olur.

Duyması, işitmesi, hayası, iffeti, şecaati, sabrı, oütün ahlakî fonksiyon ve faziletleri hep bu sayede ve bu nisbette olur. Bir kalb; eğer diri ise hakikati idrak eder ve sever. Bilip sevdiği için de batıl üzerine tercih eder. Hak ve hakikatin zıddı bulunan batılı da batıl olarak idrak eder ve ona buğz eder.

Eğer kalbin hayatı zayıflamış ise, bu hususlardaki fonksiyonu da zayıf olur. Nitekim kal­bin çirkin şeylerden haya etmesinin, ancak hayatı nisbetinde olacağı, tereddütsüz kabul edilen hususlardandır. Zira sıhhatli ve kuvvetli, yani diri ve nurlu bir kalbin, kötü ve çirkin şeylerden nefret ve buğz etmesi, onun tabiatı ve fıtratının gereğidir. Hiç zorluk çekmeden onlardan ne­fret edip uzaklaşır. Ölmüş veya son derece zayıflamış bir kalb ise böyle değildir. Böylesi bir kalb, iyi ile kötü arasını ayırt edemez.

îbn-i Mes'ud'un (r.a.) bu husustaki çok veciz bir sözleri de bunu gayet açık ifade etmektedir. O şöyle demiştir:

"Bir kimse ki, hakkı batıldan, ma'rufu münkerden (şeriatın mak­bul gördüğünü, makbul görmediğinden) ayırt edecek bir kalbe sahip değildir, elbette sonu helak ve hüsrana yuvarlanmaktır."

Herhangi bir kalb, ister şüphe, ister şehvet sebebiyle hastalanmış olsun; hastalığının derecesi nisbetinde hakkı batıldan ayırt etme kabi­liyetini yitirmiş olur ve bu nisbette batıla meyilli bulunur.

Bir kalb ki nuru ve aydınlanması kuvvetlidir, işte o kalb için mal­umatı ve o malumat ile ilgili hakikatleri olduğu gibi anlayıp idrak etme imkanı vardır.

Böyle bir kalb için hakkı batıldan, "güzeli çirkinden seçememe zorluğu yoktur. Artık böylesi bir kalb, hakkı hak olarak bilir, güzeli güzel olarak seçer ve tercih eder.

Batılı da batıl olarak bilir, çirkini de çirkin olarak görür ve reddeder. Rabb'ımızm kitabı yüce Kur'an'm bazı yerlerinde bunun tekrarlandığım görmekte ve bundan faydalı bilgiler, güzel neticeler elde etmekteyiz. İşte Kur'an'm bir ayeti şu mealdedir:

"İşte sana da böyle emrimizden bir ruh (kalblere can veren bir kitap) vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fa­kat biz onu (vahyettiğimiz o kitabı), bir nur yaptık. Kullarımız­dan dilediğimizi onunla hidayete iletiyoruz." Şura Suresi: 30

Açıkça görüldüğü gibi, ilgili ayette, hem hayatın kendisiyle kaim bulunduğu ruh, hem de aydınlanmanın kendisiyle kaim bulunduğu nur söz konusu edilmiştir ki, kalb için her ikisi de vazgeçilmez bir asıl ve esastır.

Her iki aslın kaynağı da Kur'an'dır. Kur'an; hem kalblerin ken­disiyle diriliğe erdiği bir ruh, hem de kendisiyle aydınlandığı bir nur­dur.

işte yukarıdaki ayet de, açıkça bunu haber vermektedir. Evet, ge­rek az yukarıdaki ayet, gerekse daha yukarıda geçmiş bulunan En'am Suresi, 122. ayeti; yüce Allah'ın sevgili rasulüne indirmiş bulunduğu yüce kitabın (yani Kur'an-ı Kerim'in), bütün kalblerin hem hayatı, hem de ruhu ve nuru olduğu gerçeğini ifade etmektedir. Daha bu mealde pek çok ayet bulunmaktadır.

O halde bu Kitab'ın münkirlerinin kalbleri, hiç şüphesiz ölüdür ve karanlıklar içinde bulunmaktadır. Bu Ölü ve cehalet zulmeti içinde bulunan kalblerin, dirilip iman aydınlığına kavuşması için ise, yegane sebeb ve ilahi kaynak Kur'an-ı Kerim'dir.

Kur'an-ı Ke-rim'e samimi olarak inanmak, esaslı bir şekilde O'nun sesine kulak ver­mek ve O'nun esasları çerçevesinde Allah'a kulluk ve itaat etmek sure­tiyle  de  ölü kalbler  dirilmiş,  cehalet ve  gaflet karanlıklarından kurtularak aydınlığa çıkmış olur.

Ancak bundan sonradır ki, hakkı batıldan, iyiyi kötüden seçer. Kendi öz varlığı için neyin faydalı, neyin zararlı olduğunu sezip idrak eder ve adımlarını ona göre atar. Kendisini Allah'ın gazabına ve elim azabına sürükleyecek olan serlerden uzak tutar, Allah'a hakkıyla kul­luk ve itaat etmeye çalışır ve bu dairenin dışına çıkmaz. İnsanlar, gaflet ve karanlıklar içinde yüzerlerken, kendisi Kur'an'dan aldığı ruh ve nur ile yürür!

Dünyanın ve ahiretin iyilik ve güzelliklerine erer! Mümkün olduğu kadar da etrafına nur ve huzur saçar. Nitekim şairin şu hikmetli mısralarında da bu husus anlatılmak istenmiştir:

"Gecenin karanlığı bütün etrafı sarmış iken, Benim gecem senin yüzünün nuruyla aydın! İnsanlar gece karanlığı içinde (cahilane) dolaşırken Ben gündüzün aydınlığı içinde, görerek hedefime gitmekteyim."

Yine yüce Allah'ın kitabında biri su ile ilgili, diğeri de ateşle ilgili iki misal getirildiğini ve bu suretle insanlara güzel bir öğüt ve ders ve­rildiğini görüyoruz.

"O Allah, gökten bir su indirdi de dereler kendi Ölçüşünce (o su ile) çağlayıp aktı. Sel üste çıkan köpüğü yüklenip götür­dü... Süs, yahut eşya yapmak için ateşte yakıp erittikleri maden­lerde de bunun gibi bir köpük (posa) vardır. Allah, hak ile batılı böyle bir benzetme ile anlatır. Köpük yok olup gider. İnsanlara yararlı olan ise yeryüzünde kalır. İşte Allah (kapalı şeyleri an­latmak için) böyle misaller verir!” Ra'd Suresi: 17

Unutulmasın ki, batıl köpük gibidir, önce oluşur, sonra yok olup gider. Hak ise, insanlara faydalı olan su ve madenler gibidir. Daima yeryüzünde kalıcı ve faydalıdır. Geçici ve hemen sönüp yok olucu batıl gibi değildir.

Allah'ın bu ayetiyle verdiği misalde; peygamberine olan vahyinin, hayatın kendisiyle kaim bulunduğu suya ve madenlerden faydalanmak için onların kendisiyle eritildiği ateşe benzetildiğini görüyoruz.

Ateş aynı zamanda ilahi vahyin nuruna da misaldir. Yani ateş maddeten nasıl etrafinı aydınlatıyorsa, ilahi vahyin de insanları manen bu şekilde aydınlattığına dikkat çekilmiş oluyor.

Yine yüce Allah (c.c.) bu ayette verdiği misalle, bütün derelerin ancak kendi Ölçüşünce çağlayıp aktığına da dikkatimizi çekmiştir.

El­bette ki, büyük vadiler büyük çapta, küçük vadiler de küçük çapta çağlayıp su taşırlar. Hiç bir zaman küçük vadi, büyük vadinin taşıdığı suyu taşıyamaz. Kendi ölçüsünün fazlası olarak gelen seli, taşıyamayıp dışarı taşınr. işte insanların kalbleri de böyledir. Hiç bir za­man, küçük bir kalb; büyük bir kalbin taşıdığı ilim ve irfanı taşıyamaz.

Küçük bir kalbin taşıyacağı ilim ve irfan, daima kendi ölçüsü ve mik-tarınca olacaktır. Böyle küçük kalblerdeki ilim ve irfana arız olan şek ve şüpheler de, bir vadinin kendi ölçüşünce çağlar iken, taşıdığı su­yun üzerinde giden köpüğe benzer! Kendi ölçüşünce de olsa, gerçek­ten ilim ve irfan kalıcı ve faydalıdır; şek ve şüpheler ise sönücü ve yok olucudur. Suyun üzerindeki köpük gibidir.

Vadide kalacak olan sudur, suya kaynaklık edecek bulunan da vadidir. Köpük ise hiç bir şey değildir...

Ateş ve onda eritilen madenin durumu da böyledir. Lazım ve faydalı bulunan ateş ve onda eritilen madenin cevheridir. Yoksa eritilen madenin köpüğü değildir.

Yüce Allah'ın, böyle misalleri bazen de kullar üzerinde vermesine gelince: Bunun bir örneğini de Bakara Suresi'nin 17, 18 ve 19. ayetle­rinde görüyoruz. Bu ayetlerde mealen şöyle buyurulmaktadır:

"Onların durumu tıpkı şuna benzer ki, (aydınlanmak için bazıları) bir ateş yaktı. Fakat ateş çevresini aydınlatır aydın­latmaz Allah onların nurunu (yani gözlerinin görme hassasını) giderdi. Ve onları karanlıklar içinde bıraktı. Artık onlar, göremezler." Bakara Suresi: 17-19

"Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler! Onlar hakka dönemezler!"

"Ya da onlar, gökten boşanan, içinde karanlıklar, gök gür-lemesi ve şimşekler bulunan bir yağmura tutulmuş gibidirler. Yıldırımlardan ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Oysa Allah, inkarcıları kuşatmış bulunmaktadır."

Burada kısaca belirtmek istediğimiz hakikat odur ki:

Kalbin iyi­liği, düzelmesi, saadet ve felaha ermesi; hayat ve nur dediğimiz iki esa­sa bağlıdır. Bu ise, kalbler için bir ruh ve nurdan başka bir şey olmayan Kur'an'm nuruyla nurlanmak, O'nun hidayetiyle hidayetlenmekle kaimdir. Çünkü Kur*an:

"Gidilecek yolu aydınlatan, bütün alem­lere öğüt olan" bir kitaptır. "Kalbleri diri olanları uyarmak için..." gelmiştir. Yasin Suresi: 69-70

Yüce Allah'ın Kur'an'ı ve O'nun davetini tanıtan bir ayeti de şu mealdedir:

"Ey o inanmış kişiler! Allah ve O'nun rasulü sizi, size ha­yat verecek şeylere davet ettiği zaman, icabet ve itaat ediniz." Enfal : 24

Bütün bu ayetler, hayatımızın ancak Allah ve Rasulü'nün bizleri çağırdığı iman ve ilimle kaim bulunduğunu açıklıyor! Bu iman ve ilmin yokluğunun ise, bütün kalbî ve manevi hayatın ölümü ve helaki olduğunu bildiriyor.

Allah ve Rasulünün davetine icabetten kaçınarak kalblerinin ölümüne sebeb olan kişiler, kabirlerinde yatmakta olan kimseler gibi­dir.

Yani kalbleri ölü olanlar, kabir ehline benzerler. Böyle bir benzet­me, bütün benzetmelerin en güzelidir. Çünkü kalbleri ölü olanların bedenleri, ölmüş kalblerinin kabirleridir. Bunların kalbleri ölmüş, be­denlerine ' defnedilmiştir. Evet durum aynen böyledir. Nitekim yüce Allah, bir ayetiyle de bize bu durumu bildirmiş ve şöyle buyurmuştur:

"Dirilerle ölüler bir olmaz! Allah elbette dilediğine işit­tirir. Yoksa sen, kabirlerde yatan ölülere işittirecek değilsin!" Fatır : 22

Gerek kalblerin, gerek ruhların hayatının ilahi vahy ile, yani Kur'an-ı Kerim ile kaim bulunduğuna dair daha nice ayetler vardır. Aynı zamanda bunun Allah'ın dilemesine ve kulun bunu kabul etme­sine dayandığı hususu da bu ayetlerde bildirilmiştir. Önemine binaen bu noktalara da temas ederek, bu ayetlerden bazılarını daha görelim: "O, dereceleri yükselten, Arş'ııi sahibi bulunan Allah; em­rinden olan ruhu, kullarından dilediğine indirir ki, ahiret gününe karşı kullarını uyarsın." Mü'min : 15

Hatırlayalım ki, yukarıda zikrettiğimiz Şura Suresi, 52. ayeti de:

"İşte sana da böyle emrimizden bir ruh (kalblere can veren bir kitab) vahyettik"

mealinde idi.Evet, kalblere can veren ve o kalblerin sahiplerini "Hayat-ı Tayyibe" dediğimiz hoş, temiz ve güzel bir hayata kavuşturan Kur'an'dır.

Bu ise Allah'ın kuluna hidayet buyurması ve kulun da bunu kabul et­mesiyle olur. Kul, kabul edeceği yerde red ve inkar ederse, elbette helak olur. îşte şu ayette de bu islamî ve Kur'anî hakikati ne güzel beyan bu­yuruyor:

"Erkek ve kadından her kim inanmış olarak iyi bir iş ya­parsa, onu dünyada hoş bir hayatla yaşatırız. Ahirette ise amel­lerinin mükafatını en güzeliyle veririz." Nahl : 97

İşte yüce ,ve büyük Allah'ımız, öylesine hoş ve güzel bir hayatın kimlere nasib olacağını .haber veriyor! Yüce Allah'ımızın Hûd Suresi 3. ayeti ve Nahl Suresinin 30. ayetiyle duyurduğu hakikat de bu merkez­dedir. Yani İslam'ın fatalizmi (kaderciliği), cebriyeciliği kabul etmediği açıklanmış bulunuyor.

Allah, iyi kuluna iyilik ve saadet lütfeder, fakat o kulunun iyiliği sebebiyle.... Kötü kulunu da mutsuz kılar, fakat o kulunun kötülüğü tercih etmesi sebebiyle.... Allah'ın kanunu, adaleti böyledir. Dünyada da, ukbada da.... İşte bir ayet meali daha, iyi kulak verelim!

"Kim beni anmaktan yüz çevirirse, onun için dar bir geçim vardır. Kıyamet günü onu âmâ olarak hasrederiz." Taha : 124

Yüce Allah şöyle buyuruyor;

"Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslama açar; kimi de saptırmak isterse onun göğsünü, (sanki o kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar. Allah, inanmayanların üzerine işte böyle pislik (sıkıntı ve musibet) çökertir." En'am : 125

Gerçekten inanan, Allah'ın ve Kur'an'ın hidayetiyle hidayetlenen kimselerin göğüsleri geniş, kalbleri derin ve engindir. îman ve hidayet nuru, onların kalblerini genişletmiştir. Sapıklığı tercih edenlerin kalb­leri ise, büyük bir darlık ve sıkıntı içindedir. Şu ayet dahi, bu ilahi hak­ikatin, en açık bir fermanı değil midir?

 "Allah'ın, göğsünü İslama açtığı kimse, Rabb'inden bir nur üzerinde değil midir? Allah'ı anmaya karşı kalbleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! Onlar, apaçık bir sapıklık içinde bulunmaktadırlar." Zümer : 22

Evet, iman ehlinin kalbleri ve ruhları, büyük bir genişlik ve nur içindedir. Küfür ve dalalet ehlinin kalbleri ise, büyük bir darlık ve ka­ranlık içinde bulunmaktadır.

Kal­bin diriliği ve aydınlığı, her hayrın ve iyiliğin başıdır. Kulun saadeti, ta­mamen buna bağlıdır. Eğer kalb, ölmüş ve karanlıklar içinde kalmışsa, işte böyle bir kalb de bütün kötülük ve musibetlerin kaynağıdır. Bu, aklın da, naklin de kabul edip üzerinde birleştiği bir hakikattir. Her ne kadar bazı hasta kalblere kabulü zor gelirse de....

 5- KALBİN HAYATI VE DİRİLİĞİ ANCAK HAKKI İDRAK ETMESİYLEDİR

Hiç şüphesiz kalbin hayatı ve sıhhati ancak hakkı idrak edip is­temesi ve onu başkası üzerine tercih etmesi ile kaimdir! Zira kalbte iki kuvvet vardır.

Birincisi: İlim ve temyiz kuvveti. İkincisi: İrade ve mahabbet kuvvetidir.

Kalb bu iki kuvvetini yeterince geliştirip olgunlaştırmadıkça, mümkün değil kemale eremez...

Kalb; ilim ve temyiz kuvvetini hakkı idrak etmekte, onu güzelce tanıyıp seçmekte, batılı atıp hakkı almakta kullanacak. İrade ve mahabbet kuvvetini de, hakkı irade etmekte, onu sevip batıl üzerine kesin bir şekilde tercih etmekte kullanacak.

Böylece, bu her iki kuvvetini geliştirip olgunlaştıracak. Neticede kalb kemale ermiş olacak. Diriliği ve sağlığı, kemale erdirilmiş bulunacak. Yoksa hayatını ve sıhhatini yavaş yavaş da olsa kaybeder.

Unutulmasın ki, hakkı idrak etmeyen, dalalette demektir. Hakkı idrak ettiği, güzelce tanıdığı halde, tercih etmeyen de Allah'ın gaz­abına uğramış demektir. Bir kimse ki,' hem hakkı tanır, hem de onu batıl üzerine tercih eder, yani kabul edip tatbik sahasına kor, işte o kimse de Allah'ın hidayetine ve nimetine erenlerden olur.

Biliyoruz ki: Yüce Allah (c.c.) bizlere, yedi ayetli Fatiha suresi'yle, namazlarımızın edası sırasında bu duygu ve halleri yaşatmaktadır. Bu suretle kesin olarak emretmektedir ki, biz kendisinden, asla gazabına uğramıyan, yollarını şaşırmayan, hidayet ve nimetine eren kimselerin dosdoğru yoluna erdirmesini yalvarıp isteyelim! Hristiyanlar gibi dala­lete düşmeyelim. Yahudiler gibi gazaba uğra-mayalim, bir cehalet ve gaflet ümmeti olmayalım!...

Hakka karşı bile bile inad eden, isyan ümmeti de olmayalım. Şu ümmet-i Muhammed ki, en bariz vasfı, hi­dayet ve nimete eren bir ümmet olmasıdır; asla bu vasfımızı kaybet­meyelim. Namazın ve namazdaki bu Fatiha ayetlerinin verdiği bu dersi belirtmesi ve kalbe ait bu kuvvetlere dikkat edilmesi bakımından, Süfyan bin Uyeyne'nin (r.a.) şu sözü, ne kadar veciz ve ibretlidir. O şöyle demiştir:

"Ümmet-i Muhammed'den olup da kendilerini ibadete veren ve fa­kat ilim sizlikleri sebebiyle yolunu şaşıran kimseler, biraz hristiyanlara benzer. Alimlerimizden olup da fesada uğramış olanlar da biraz yahudi-lere benzerler. Zira hristiyanlar ilimsiz olarak ibadet ederler. Yahudiler de hakkı bildikleri halde ona arka çevirirler."

Müsned'de ve Tirmizi'de Adiyy bin Hatim'den (r.a.) rivayet edilmiş bulunan bir hadis-i şerifte de şöyle buyrulmuştur:"Yahudiler, Allah'ın gazabına uğramışlardır! Hristiyanlar da yollarını şaşırmışlardır." Tirmizi, 5/203-204

Yüceler yücesi Allah (c.c), yalnız Fatiha suresinde değil, Kur'an'ımızın nice ayetlerinde bu iki esası beyan buyurup dikkatimizi çekmiştir. İşte bir ayet-i celilesinde şöyle buyurmuştur:"Kullarım sana Benden sorarlarsa, şöyle de: Ben onlara yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına mutlaka karşılık veririm. O halde onlar da bana karşılık versinler, Benim çağrıma uysunlar, Bana inansınlar ki, doğru yolu bulalar." Bakara : 186

işte bu ayetiyle, kendisine iman ve itaati birlikte em­retmektedir. Şu ayetiyle de sevgili rasulüne iman ve itaati belirtmekte­dir:"...Onlar ki, O'na inanır, destekleyerek kendisine saygı gösterir, O'na yardım eder ve O'na indirilmiş bulunan Nur'a uyarlar. İşte felaha erenler bunlardır." A'raf : 157

Felaha,   iyiliğe, saadete ermenin esaslarının nasıl açıklandığını görmemiz bakımından şu ayet-i celile de çok anlamlı ve önemlidir: "Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz iyilik değil­dir. Asıl iyilik o kimsenin iyiliğidir ki, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere inanır; Allah rızası için ya­kınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, düşkünlere, boyunduruk altında kalmış köle ve esirlere mal verip yardım eder, namazını kılar, zekatını verir. Andlaşma yaptıkları zaman andlaşmalarını yerine getirenler, sıkıntı, hastalık ve savaş za­manlarında sabredenler; işte doğru olanlar ve iyilik üzere bulu­nanlar bunlardır. Allah'ın azabından korunanlar da bunlardır.” Bakara : 177

Yine kalbin dirilik ve sağlıklı olmada kemale ermesinin, iyilik ve saadet yolunda emin adımlarla ilerleyip yükselmesinin esaslarım veren bazı ayet meallerini görelim: "Bütün manâsıyla asra yemin ederim ki insan hüsranda, zarar ve ziyandadır! Ancak iman eden, amel-i salih'de bulunan, karşılıklı olarak birbirleriyle hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır; bunlar hüsranda değil, tam aksine saadet ve se­lamet içindedirler!." Asr : 1-3.  

Yüce Allah; bütün iyi ve kötü işlerin içinde cereyan ettiği zamana yemin ederek bildiriyor ki, herkes zarar ve ziyan içindedir! Ancak kal-blerinin kuwet-i ilmiye ve ameliyesini geliştirip olgunlaştıranlar böyle değillerdir. Bunlar; kalblerinin ilim ve temyiz gücünü Allah'a iman ile, amel gücünü de Allah'a itaat ve taatle kemale erdirip kalblerinin haya­tını ve sıhhatini yeterince te'min etmişlerdir ve bu sayede hüsranda değil, saadet ve selamet içinde bulunmaktadırlar. Henüz bunlar ahirete ve oradaki ebedi cennete gitmemişlerdir amma; kalbleri cennet misali bir güzelliğin ve neşenin, huzur ve mutluluğun içindedir! Bunlar; küçük bir noktadan bile gün ışığı görmeyen karanlık bir zindana atılsalar dahi, yine büyük bir aydınlık ve huzur içinde bulunurlar. Maddi ve fani hiç bir güç, bunların kalblerindeki cenneti yok edemez.

İşte bunlar; kendi öz varlıklarını kemale erdirmişken, diğerle­rinin de böyle olmasına, bu kemal ve cemal noktasına gelmesine çalışırlar. Zira kitab'm kendilerine sunduğu kurtuluş prensiblerinden biri de, gerekli tavsiye ve vasiyetlerde bulunmak ve Allah (c.c.) rızası için nasihati elden bırakmamaktır. Bir de bu uğurda sabırlı ve metanetli bulunmaktır. Bunlar kendilerini kemale erdirmekte faydalı ilim ve salih amele sarılmışlar; başkalarını kemale erdirmede de bildiklerini bildirme, tavsiye ve nasihatlarda bulunma ve sabırlı olma prensiple­riyle hareket etmişlerdir, işte bu prensibleri böylece toplu bir şekilde sunması bakımından el-Asr Suresi'nin önemini belirtmek üzere Imam-ı Şafii (r.a.) şöyle buyurmuştur:"İnsanlar, şu el-Asr suresinin ayetleri ve bu ayetlerin emsalsiz bir şekilde sunduğu ilahi dersi hakkıyla düşünüp anlamış olsalardı, hiç şüphesiz kendilerine kafi gelirdi."

Kitabımız Kur'an-ı Kerim; gerek bu sureyle, gerekse diğer surele­rin çeşitli yerlerinde böylesine emsalsiz güzellikte ve açıklıkta dersler vermektedir! Bütün bu derslerin özeti olarak anladığımız ve aldığımız odur ki: Huzur ve saadete erenler ancak o kimselerdir ki; kalblerinin ilim ve temyiz kuvvetiyle hakkı bilmişler, yine kalblerinin irade ve mu­habbet gücüyle de hakkı kabul edip yaşamışlar, onu büyük bir sami­miyet ve muhabbetle sevip başka şeylere esaslı bir şekilde tercih etmişlerdir. Hüsran ve şekavete, ızdırab ve dalalete düşenler ise; hak ve hakikatin cahili olmuşlar, onu bilememişler; hakka değil batıla tabî olmuşlardır.

Unutmayalım ki, kalbe ait sözünü ettiğimiz her iki kuvvet de, asla terkedilmiş olmaz. Yani kalb hakkı bilip seçemeyince, hak ve hakikatin cahili ve gafili olunca; sırf bu bilememe noktasında saplanıp kalmaz. Hakkın zıddı olan batılı tercih edip ona tabî olur. Hakkı bilip tercih etme istikametinde kullanmadığı kuvvetlerini, başka istikametlerde kullanmaya mecbur olur. Zira insan, yaratılışı icabı ve kendisine veril­miş bulunan kalbin tabiatı olarak irade ve hareket sahibidir.

Nitekim sevgili peygamberimizin bir hadisleri de, bu hakikati çok güzel ifade etmektedir ve şöyledir:"...İnsan hakkında en çok uygun ve gerçek olan iki isim de: Haris ve Hemmâm isimleridir." Ebu Davud, 4950

Haris: Çalışıp kazanan, iş gören anlamınadır.

Hemmam: Himmet, azim ve irade sahibi demektir. Elbette in­sanın iradesi olmasa, hareketi de olmazdı, iradeli ve istekli harekette bulunmak, insanın özünün gereğidir, irade olunca, irade olunanın da olması gerekir. Yani mademki insan, iradeli bir varlıktır, o halde mut­laka birşeyleri irade edecektir. Özünün gereği bulunan iradesini yok edemez o... Elbette irade ettiği şeyi de, tasavvur ve temyiz ederek başka şeylerden ayırması gerekir. Eğer insanlığının gereği ve kalb sa­hibi olmanın icabı; hak ve hakikati irade ederse, mesele yok.

Hak ve hakikati irade edeceği yerde batılı irade ederse, ne kalb kalır, ne de onun insanlığı... insan odur ki, batılı değil de, hak ve haki­kati irade eder. irade etmesinden önce de, hak ve hakikati bilmesi ve hak olmayan şeylerden ayırıp seçmesi gerekir, ilmin amelden Önce gel­mesi, elbette doğrudur ve yerindedir. Hakkı irade ve taleb etmeyen ise, elbette batılın.peşinde sürüklenmekten kurtulamaz, insanoğlunun, hiç bir şey irade etmemesi asla mümkün değildir.

6- KALBİN BÜTÜN SAADET VE LEZZETİ, NİMET VE SALÂHI ANCAK İNANDIĞI ALLAH'I TEK MABUD, TEK MAHBÛB VE TEK MATLÛB EDİNMESİNE BAĞLIDIR.

Kalbin Saadet Ve Lezzeti Elde Edinmesinin Birinci Ciheti:

Bilinmektedir ki, bütün canlı varlıklar (yüce ve münezzeh Allah hariç), ister melek olsun, ister cin, ister hayvan olsun, ister insan; bazı faydalı şeyleri celbe ve bazı zararlı şeyleri defe mutlaka muhtaçtır. Onların hiç biri, bunun dışına çıkamaz. Kendisi için faydalı veya za­rarlı olan şeyin ne olduğunu tasavvur eder. Faydalı olanın, nimetler ve lezzetler cinsinden, zararlı olanın da elem ve azab verici şeyler olduğunu idrak eder. Bu durumda, kendisine fayda verecek şeyleri sever ve arar, zarar verecek şeylerden ise kaçar ve uzak durur. Fay­dalıya ulaşmakta yardımcı olan unsurları da sever ve arar. Keza za­rarlıdan uzaklaşmakta yardımcı olan şeyleri de faydalı ve iyi görür. Böylece bu hususla ilgili şeyler dört mertebe arzeder:

1- Faydalı olan ve elde edilmesi istenilen,

2- Zararlı olan ve bulunmaması istenilen,

3- Faydalı ve sevimli olanın elde edilmesine vesile olan,

4- Zararlı olan, istenilmeyen şeyin defedilmesine vesile olan...

Bütün bunlar, bir kul için gerçek olan şeylerdir. Hattâ her hangi bir canlı için kaçınılmaz şeylerdir. Bunlarsız, bunlara dikkat et­meksizin kulun hayatı ve varlığı iyilik ve salâha eremez.

Şimdi biz de bunu böylece tesbit edip kabul ettik ise, bilelim ki asıl mahbûb ve matlûb olan yüce Allah'tan başkası değildir. Ancak O istenir ve O'na dua edilir! Asıl rızası ve yakınlığı istenecek olan O'dur. Diğer ihtiyaç ve isteklerin husule gelmesi için de yegane yardımcı O'dur. O'ndan başkasını esas gaye edinmek, O'ndan başkasına yönelip tapınmak ise, zarar ve ziyanın ta kendisidir. Bu hallere düşmekten ko­runmak için. yegane yardımcı yine O'dur. Kulun biricik mabûd'u, mahbûb'u ve matlûb'u, yüceler yücesi Allah'tır! O'na vasıl olmak, O'nun rızasını ve yakınlığım kazanmak, O'na hakkıyla kullukta bulunmak için dahi O'ndan başka yardımcı yoktur. Bütün istenmeyen ve zararlı bulunan şeyler de hep O'nun yaratması ile vücuda geldiğine, O'ndan başka yaratıcı bulunmadığına göre, kulun isteği ve muradının hasıl ol­ması için, O'ndan başka yöneleceği, O'ndan başka sığınacağı da bulun­mamaktadır. Nitekim sevgili peygamberimiz (s.a.v.), bir hadislerinde bunu şöylece dile getirmişlerdir:"Allah'ım senin gazabından yine senin rızana, senin azabından yine senin affına sığınırım! Sen'den yine sana sığınırım." Müslim: 1/352, Hadis no: 222/486. Ebu Davud:: 878

Yine sevgili peygamberimiz, bir başka hadislerinde de şöyle bu­yurmaktadır:"Allah'ım, öz varlığımı sana teslim ettim, yüzümü sana döndürdüm, işimi sana ısmarladım, arkamı sana dayadım. Se­nin rahmetini umarak, sana sığındım! Şüphesiz senden başka sığınılacak, senden başka dayanılacak bir varlık yoktur." Buhari: 7/147. Müslim: 3/2081, Hadis no: 2710

îşte, yolumuzun biricik klavuzu sevgili peygamberimizin bereket ve saadet dolu ağızlarından ifade edildiği gibi, "Sığınılacak ve güveni­lecek biricik varlık, sadece yüce Allah'tır." Onun kudret ve iradesiyle vücuda gelmiş ve gelecek olan şeylerin şerrinden yine O'na sığınacağız. Kullar olarak bizden istiaze, O'ndan ise iâzedir. Yani sığınmak, korun­mamızı istemek bizden, kendisine sığınan ve korunmasını isteyen kullarını korumak da O'ndan..., yani korumak O'nun fiilidir. Korkulan ve hakkında korunulması istenen şey de O'nun fili veya mefûlü, mahlûkudur. O'nun mülkünde, yaratılan ve vücuda getirilen şeylerin O'ndan başka ya­ratıcısı yoktur.

Bütün emir ve yaratma O'na ait bulunmaktadır. Bütün hamd O'na mahsustur. Mülkün Malik'i O'dur. Bütün hayır ve iyilikler, sadece O'nun elindedir. O'nu, hiç bir kimse tam O'na layık bir şekilde sena ede­mez. O, ancak kendisini sena ettiği ve vasfettiği gibidir. Kulların sena ve vasfettiklerinden çok yüce ve büyüktür. O'nun kulları için layık ve mutlaka lazım olan ise, Fatiha suresi'nin Özü bulunan şu ayet-i celile-nin tahkik ve tatbik edilmesidir! Çünkü kulluğun bütün kemali ve ce­mali, bu ayetin tahkikindedir! O, bu ayetinde ise şöyle buyurmaktadır:"Ey Allah'ımız! Bizler ancak sana ibadet ediyor, ancak sana istiânede bulunuyoruz." Fatiha : 4

Allah'ı yegane mabûd bilip ancak O'na ibadette bulunmak; O'nu aynı zamanda yegane maksud ve matlûb edinmeyi de içine alır. Eğer kul, O'ndan başka herhangi bir varlığı, esas gaye ve matlûb edinecek olursa, O'nu yegane Mabud bilme ve yalnız O'na kullukta bulunma Tev-hid' ini ihlal etmiş olur... İstiâne meselesi de, keza ibadet meselesi gib­idir. İlgili ayetin açıkça ifade ettiği gibi: "Yalnız ve yalnız Allah'a istiânede bulunmak," kulun bütün meşru işlerinde ve isteklerinde, yalnız ve yalnız Allah'a sığınmasını gerektirir. Başı darda kaldığı za­man, Allah'a değil de, Allah'ın kullarına sığınanlar; kalbleri ve ruhları ile yaratılmışlara sığınıp onlardan yardım ve meded umanlar, Allah'a verdikleri bu sözlerini bozmuş ve ilgili ayetin açıkça te'sis buyurduğu istiâne tevhid'ini ihlal etmiş ve dolayısıyla sadece Allah'ı mabud edinme anlamındaki ibadet tevhid'inden de uzaklaşmış olurlar.

Fatiha'nm ve dolayısıyla İslam'a ait her şeyin özü bulunan bu aye­tin bize öğrettiği bu iki esas, hiç bir zaman kalbimizden ve gözümüzün önünden ayrılmamalıdır! Bunu iki madde halinde ifade etmek istersek, gayet rahat ve isabetli olarak deriz ki:

1- Ulûhiyet Tevhidi

2- Rubûbiyet Tevhidi

İlgili ayetin birinci cümlesi ki: "Ancak sana ibadet ederiz" an­lamında idi, işte bu "ulûhiyet tevhidi"ni ifade eder.

İkinci cümlesi ise: "Ve ancak sana istianede bulunuruz" an­lamındadır ve bu da "rubûbiyet tevhid"ini ifade eder. Zira ilah veya mabûd; kulların kalb ve ruhlarının bütün kuvvetiyle yöneldiği ve sığındığı varlık demektir. Kul, gerek sevgi, yöneliş, dönüş, ululama, büyükleme bakımından; gerekse tevazu, mahviyet, boyun eğiş, korkma, ümid etme, dayanma ve güvenme gibi bakımlardan, kalbinin bütün kuvvetiyle ancak O'na yönelir ve O'na sığınır. O'na ibadet eder. İşte bu, kulun varlığına ve birliğine inandığı Allah'a kullukta bulunması; biricik İlah ve Mabud olarak O'nu tevhid etmesi, birlemesi; hiç bir varlığı O'na ortak koşmaması dır. Ulûhiyet Tevhid'inin manası da budur,

Rubûbiyet Tevhid'ine gelince... Rabb; yaratan, terbiye'eden, derece derece, menzil menzil kulunu eğitip kemale ve cemale doğru götüren demektir. Yegane Rabb olarak O; yaratır ve yarattığı kulunu hidayete ve kemale erdirir; rızık verir, lütuf ve ihsanlarda bulunur; ku­lunun hayrına ve iyiliğine olan şeylerde kuluna imdad eyler; kulunu kötülüklerden korur ve himaye eyler. Her an, kulunu görür ve gözetir. O'nun vermediğini verecek, korumadığını koruyacak yoktur. O'ndan başka ilah, O'ndan başka Rabb bulunmamaktadır. O'ndan başka ilah bulunduğuna inanmak, nasıl şu cihanın en büyük saçması ve en büyük batılı ise; O'ndan başka Rab, O'ndan başka Müsteân (O'ndan başka sığınılacak, yalvarılacak, meded umulacak bir varlık) bulunduğuna in­anmak da, batılların batılı, saçmaların saçmasıdır.

Yalnız ibadet mevzuunda değil, ibadet mahiyetinde olan istiâne, tevekkül ve inabe gibi hususlarda dahi asla Allah'a eş-ortak koşulma-masını amir nice ayetler vardır. Özellikle aşağıdaki ayetleri de zikrede­biliriz burada. Müteâlî ve Sübhan olan Rabbimiz, bir emir olarak buyu­ruyor ki: "Göklerin ve yerin gaybı ancak Allah'a aittir! Bütün işler hep Allah'a döndürülüp götürülür. O halde sadece Allah'a ibadet et ve yalnız O'na tevekkül eyle! Rabbin, sizin yaptıkla­rınızdan gafil değildir." Hud : 123

Peygamberi Şuayb'ın (a.s.) dilinden haber verdiği bir ayetinde şöyle buyurur: "Benim başarım, sadece Allah'ın bana yardımı ile­dir. Ben, yalnız O'na dayandım ve de daima O'na yönelirim.” Hud : 88 Bir başka ayeti de şu mealdedir: "Ve sen, hiç ölmeyecek olan Diri'ye tevekkül et! Ve O'nu överek teşbih eyle. Kullarının günahlarını O'nun bilmesi yeter." Furkan : 58 Yine bir ayet-i celilesinde şöyle buyurmaktadır: "Rabbinin adını an ve her şeyden kalbini boşaltarak bütün gönlünle O'na yönel!" Müzzemmil : 8. "De ki: O Rahman olan Allah, benim Rabbinı'dir! O'ndan başka hiç bir ilah yoktur. Ben O'na tevekkül ettim. Dönüş de yalnız O'nadır." Ra'd : 30.

Nihayet burada, peygamberler babası hazreti İbrahim'in (a.s.) tev­hidine tabi bulunan haniflerin, yani gerçek müslümanların halinden ve dilinden haber veren bir ayeti de mealen zikretmiş olalım, İşte bu ayet-i celilesinde de yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:"İbrahim'de ve O'nunla beraber bulunan (o gerçek müs-lüman)larda, sizler için güzel bir misal vardır: Onlar kavimle­rine demişlerdi ki: "Biz, sizden ve sizin Allah'dan başka taptıklarınızdan uzağız!   Ey Rabbimiz, biz  sana tevekkül et­tik, sana dayanıp güvendik! Dönüşümüz de sanadır." Mümtehine : 4

İşte, bütün bu ayetler, o iki büyük aslı, yani Ulûhiyet Tevhid'i ile Rubûbiyet Tevhid'ini ne güzel beyan ediyor. Bir kul için ise, bu iki tev­hidi gerçekleştirmeden, gerçek manâda hidayet ve saadet yoktur! Kal­bin salâhı ve kulun saadeti bakımından çok önemli olduğu için burada bunu, Birinci Cihet olarak ele alıp açıkladık... Gelelim bundan sonraki cihetlerin açıklanması ve isbat edilmesine...

 Kalbin Saadet Ve Lezzeti Elde Edinmesinin İkinci Ciheti:

Sübhan ve Müteâlî olan Allah, kullarım kendisine ibadette bulun­sunlar diye yaratmıştır ki bu ibadet; marifeti de içine alır, inabeyi de, muhabbeti de, ihlası da... Yani islam'da ibadet denilince, sadece şekilden ibaret bulunan birtakım hareketler kastedilmez. îslami manâda ibadet; marifeti, inabeyi, muhabbeti ve ihlası da içine almak­tadır. Kul, ibadetler yoluyla Allah'a dönmüş ve O'nu anmış olacaktır ki, kalbi bununla huzur ve itmi'nana ersin. Ahirette Allah'ı görmekle de gözü-gönlü tarif edilmez bir şekilde aydın olsun. Nimetin ve mutlu­luğun tamamına ersin. Elbette Allah'ın ahirette kuluna olan nimetleri­nin en üstünü, Kendisini görmeye muvaffak kılmasıdır. Kullar için bun­dan daha sevimli, kalbler için bundan daha sürurlu, gönüller için bundan daha güzel ve daha aydın bir şey olamaz. Bunun üzerinde hiç bir nimet düşünülemez. Aciz bir kulun, ahirette Rabbine nazar kılması ve vasıtasız olarak O'nun kelamını duyması kadar büyük bir nimet mi olur?

Elbette bir kul için en büyük nimet, en büyük saadet ve devlet budur. Dünyada ise kul için en büyük nimet ve devlet; Allah'a inanmak, Allah'ı sevmek, Allah'a kavuşmak, ilahi güzelliğini görmeye büyük bir iştiyak duymaktır. Elbette dünyada dahi gözlerin en büyük aydınlığı, gönüllerin en büyük süruru ve huzuru; Allah'ı her şeyin fevkinde sev­mek, O'nun gerçek kulluğuna ve yakınlığına ermektir. O'nu gözleriyle görürcesine kendisine yakın hissetmek, O'nun istediği şekilde O'nu an­mak, O'ndan yana büyük gafletlere düşmemek, hiç bir şeyi ve varlığı O'nun yerine koymamak, O'na eş ve ortaklar koşmamaktır. Allah'ı ulu-hiyetinde de, rububiyetinde de tevhid etmektir. Böylece ahirette ereceği o en büyük nimet ve devlete, bir imtihan evi şu dünyada layık olmaktır. Yüce kitabımız Kur'an'ın çeşitli ayetlerinde cemedilmiş olarak gördüğümüz bu iki büyük esası; sevgili ve şefkatli peygamberimizin ha­dislerinde de görebiliriz.

Mesela O'nun, bir dua halinde irad buyurduk­ları bir hadisleri, bu bakımdan ne kadar önemli ve ibretlidir! işte Nesai, Ahmed, îbn Hibban gibi hadis imamlarımızın ve daha başkalarının Ammar bin Yasir'den (r.a.) rivayet ettikleri hadis: .Rasulüllah (s.a.v.) şöyle dua buyururdu: "Ey Allah'ım, ben Sana, Senin her şeye şamil bulunan ilmini ve kudretini vesile yaparak sığınıyorum, ve Senden istiyorum! Hayat benim için hayırlı olduğu müddetçe beni yaşat, vefat benim için hayırlı olduğu zaman da beni vefat ettir. Gizlide ve aşikârda bana tam bir haşyet ver, Sana olan saygımı hiç kaybetmeyeyim. Öfkelen­diğim zamanda da, hoşnud olduğum zamanda da, hep hakkı ve doğruyu söylemek nasib eyle! Zenginlikte ve fakirlikte, hep orta halde bulundur! Nimetin hiç tükenmeyenini, göz ve gönül aydınlığının hiç eksilmeyenini ver. Kaza vaki olduktan sonra razı olmayı, ölüp ahirete gittikten sonra da hayatın en güzelini ihsan eyle! Senden, Sana kavuşma şevkini ve Senin cemaline nazar etme lezzetini istiyorum. Dinimde ve dünyamda bana zar­ar verecek olan şeylerden beni koru. Ey Allah'ım, bizleri iman zinetiyle zinetlendir! Bizleri hidayete eren ve erdiren kul­larından kıl." Nesai: 3/54-55

Evet, Sevgili Peygamberimiz bu dualarında; dünyadaki en güzel ve en hoş şey ile, ahiretteki en güzel ve en hoş şeyi cemedivermiştir. Hiç şüphesiz O, böyle bir duayı, aynı zamanda bizler için yapıvermiştir. Hemen belirtelim ki, dünyanın en hoş şeyi; Allah'a kavuşmaya ve O'nun cemalini görmeye aşk ve iştiyak duymaktır. Ahiretin en hoş şeyi de; Allah'ın cemaline nazar etme devletine ermektir.Bunu kemale erdirip gerçekleştirmek ise, hiç şüphesiz insanın din ve dünyasında fitneye düşmemesine bağlıdır. Bunun için yukarıdaki duada: "Dinimde ve dünyamda bana zarar verecek olan şeylerden beni koru" denilmiştir. Kulun herşeyden önce ilim ve marifetini yeterli hale getirmek, kemale erdirdiği zaman da ilim ve marifetinden başkalarını faydalandırmak gerektiği gerçeğine işaretle de bu duada: "Bizleri, hi­dayete eren ve erdiren kullarından kıl!" buyurulduğuna şahit oluyoruz. Bir de "Kazadan sonra rıza" hususu var ki, şüphesiz asıl faydalı olan rıza budur. Zira kul, kazadan önce razı olup, kazanın vukuundan sonra razı olmaya da azmetmiş bulunur, fakat kazanın vukuundan sonra razı olmaya muvaffak olamayabilir. Kazanın vukuundan sonra rızaya mu­vaffakiyet ise, Allah'ın kuluna verdiği büyük bir nimettir, çok faydalı ve önemlidir. Önemine binaendir ki, sevgili peygamberimizin duasında: "Kaza vaki olduktan sonra da razı olmayı nasib eyle" buyurduğunu görüyoruz.

Aslında ileride vukua gelmek üzere Allah'ın takdir buyurduğu şeyler için iki husus vardır. Bunlardan biri: O şeyin vukuundan önce o hususta yapılacak olan İSTİHARE; diğeri de demin anlatıldığı gibi, o şeyin vukuundan sonra RIZA... Bunların her ikisi de oldukça önemlidir. Takdir olunan şeyin vukuundan sonra razı olmak ne kadar önemli ise, vukuundan önce hakkında yapılacak olan istihare de onun kadar önemlidir. Bütün bunlar, kalbin ıslahı ve kemale erdirilmesiyle yakın­dan ilgilidir, usûl ve adabı da Sünnet'de bildirilmiştir. İstihare ve Rıza gibi iki imanı esası kendisinde toplayan bir kul, ilgili hadisde bildiril­diği veçhile, gerçekten mutlu bir kişidir. Bunları terkedense bedbahttır! Hadisde şöyle huyurulmaktadır:

"Şüphesiz kulun istiharede bulunarak sonunda Allah'ın ka­zasına razı olması, kendisi için büyük bir mutluluktur. Bunları terketmesi ise, büyük bir nasibsizliktir.”

İstihare mühim bir sünnettir. Fakat ne yazık ki, tatbikatta birtakım ilaveler ve bid'atler karıştırılmıştır. Mesela: İstihare denilince hemen "düşe yatmak" akla getirilmiş, beyaz veya siyah renkierle uğraşılmış, kalb ihmal edilmiştir. Halbuki istihare ile ilgili hadisierin hiç birinde bunlar yoktur! İstihare'nin namazı ve duası, tamamen kulun kalbiyle, onun ruhi ve manevi hayatının sıhhati ve canlılığıyla ilgili bulunmaktadır. Nitekim fıkıh kitaplarımızda da aynen şöyle denilmektedir: "Sonra Allah'ın kalbine vereceği ilham ve inşirah ile amel eder."

Halebi'nin Şerhi Hilye'de şöyle denilmektedir: "Dua'da: Allahümme innî eslehîruke..." demenin manası: "Allah'ım, bu işi yapıp-yapmamaktan hangisi benim için hayırlı ise o hususta kalbime inşirah, genişlik ver" demektir. Eğer Allah'ın kalbine verdiği ilham ve inşirah ile amel etmeyecek olur­sa, Allah'ın gazabına layık olur."

"İstihare yapanın akaibinde hemen bir inşirah hasıl olmazsa, bunu yedi defaya kadar (yedi gün veya yedi gece değil) tekrarlaması iyi olur. Çünkü İbni Sinnî'nin rivayet ettiği hadiste Enes'e hitaben: "İstihareni yedi kere tekrarla, sonra kalbine gelene dikkat et ve onunla amel eyle! Zira hayır, Allah'ın senin kalbine vereceği ilhamda, bu manevi işarettedir." diyerek bilgi vermesi de gay­et yerindedir. Fakat daha sonra Şir'a Şerhi'ne atfen: "Bazı meşayihten duyulduğuna göre, İstihare Duası'nı okuduktan sonra uyumalı (düşe yatmalı), uykuda beyaz görülürse hayır, siyah görülürse şer bilmelidir" demesi, asla kabul edilemez. Zira bunun hiç bir mesnedi bu­lunmamaktadır. Rasulüllah'ın (s.a.v.) istihare ile ilgili hadislerinin hiç birinde böyle bir şey yoktur. Aynı zamanda bu, istihare'nin meşru kılınış hikmetine de aykırıdır. Zira istiharenin hik­meti; herhangi bir müslümanın bu vesile ile de, ruhunu ve kalbini Allah'a yöneltmesi, Allah'tan ilham, feyiz ve ilim damlaları alabilmesi ve bu suretle kalbini diri ve canlı kılmaya muvaffak olmasıdır. Müslümanların böyle manen ve ruhen yücelmelerini istemeyenler ise, onlardan herhangi birinin bizzat kendi işiyle ilgili istiharesini yapmasını bile çok görmüşler; "İstihare öyle basit bir şey değildir! Onu ehline yaptırmak gerekir" gibi indi iddialarla, müslümanlann manevi gıdalarının Önüne çeşitli sedier çekmişlerdir...  

Bazen aceleye gelir, istihare'namazını kılmak ve o me'sûr duayı okumak mümkün ol­mazsa, sadece ve kısaca; "Allah'ım, ben Sana sığındım! Hakkımda hayırlı olanını ihsan eyle" diyerek de istihare yapılmış olur ve kalbine gelen işaretle amel eder.

Kulun gizlide ve açıkta Allah'a karşı büyük bir haşyet duyması, Allah'a karşı saygıdan hiç uzaklaşmaması, bütün iyilik ve mutluluk­ların başı ve temeli olduğu içindir ki o dualarında Peygamber (s.a.v.): "Gizlide ve açıkta daima Sana saygılı olmayı isterim" diyerek son der­ece samimane niyazda bulunuyor... Sonra çoğu insanlar, hoşlanıp razı olduğu hallerde doğruyu söylediği, fakat kızgın olduğu durumlarda doğrudan ayrıldığı, hattâ bazan da hatır için haktan taviz verme cihe­tine gittiği için Efendimiz o güzel dualarının bir yerinde de: "Öfkeli iken de, hoşnud iken de hakkı söylemeyi isterim Senden!" diyor ve bunun önemine ümmetinin dikkatini çekiyor. Bunun önemine binaendir ki se­leften bazıları da şöyle demişlerdir: "Ey mü'min! Sakın sen, razı olduğu zaman bu rızası sebebiyle batıla meyleden, öfkelendiği zaman da öfkesi sebebiyle haktan uzaklaşan kimseler gibi olma!"

Yine sevgili peygamberimiz, o müstesna güzellikte ve Önemdeki dualarında: "Zenginlikte de, fakirlikte de itidalli ve orta halli ol­mayı nasib eyle" diyerek niyazda bulunmakla, hiç şüphesiz her hal ü kârda itidalli bulunup asla ifrat ve tefrite sapmamak gerektiği husu­sunda bizleri uyarmıştır. Elbette aslında fakirlik de, zenginlik de birer mihnet ve vesile-i imtihandır.

Kul, zenginlikte şükredip Allah (c.c.) için harcar ve israftan sakınırsa; fakirlik halinde de sabredip harama sapmaktan korunursa, kulluk imtihanını kazanmış, orta yolu tutarak müsriflik ve cimrilikten sakınmış bulunur.

Aslında bütün nimetlerin iki kısımda toplandığı malumdur. Bun­lardan biri beden ve bedene ait nimetlerdir. Diğeri de kalb ve kalbe ait nimetlerdir. Esas nimet de budur ve buna "Göz aydınlığı" denilir ki, maksat gönlün aydınlığıdır. Esas nimet bu olunca, bunun da devamlı olması istenir ki, bu suretle kemale ermiş olsun. Nitekim efendimiz'de (s.a.v.) buna işaretle dualarında: "Allah'ım, Senden nimetin de­vamını, hiç kesilmemek üzere göz aydınlığını isterim" buyur­muştur.

Nimetin iki kısım olduğu gibi, zinet de iki kısımdır. Beden zineti ve kalb zineti... Şüphesiz zinet zinettir amma, kalb zinetinin kadri ve şanı daha büyüktür. Bu itibarladır ki sevgili ve şanlı peygamberimiz: "...Ve bizi, iman zinetiyle zinetlendir" niyazında bulunarak, kalbler için iman zinetinden daha büyük bir zinet düşünülemeyeceğine parmak basmıştır. Bedenî nimet ve zinetlerin bu dünyada kemale ermesi müm­kün olmadığı gibi, topyekün hayatın kemale erdirilmesi de mümkün ol­mamakta, insanlar'gam ve kederlerden kurtulamamaktadır. Kamil manâda hoş ve güzel bir hayat ancak ahirette gerçekleşecektir. îşte-bu-nun içindir ki Efendimiz'in bu hususa temas eden dua cümlesinde de; "... Ve öldükten sonra da tam manâsıyla serin ve hoş bir hayat isterim" buyurulmuş olduğunu görüyoruz. Bu müstesna güzellikteki dua cümle­lerinden, duanın nasıl yapılacağına dair dersimizi almış oluyoruz. Zira O, bu dualarında dünyanın en güzel şeyiyle, ahiretin en güzel şeyini birlikte istemiş bulunuyor.

Kulların Allah'a, yalnız O'nu ilah bilip ibadetlerinde hiç bir şeyi O'na ortak koşmamak hususundaki ihtiyaçları, O'nun tarafından ya­ratılıp beslenmekte ve O'nun çeşitli nimetlerine nail olmakta O'na olan ihtiyaçlarından daha az değildir. Bilakis daha fazladır. Zira yalnız O'nu ilah bilip yalnız O'na ibadet ederek "Ulûhiyet Tevhidi"nde muvaffak ol­mak, insan olarak yaratılmış olmanın esas gayesidir. Kul bunda muvaf­fak olamadığı takdirde, hiç bir iyiliğe, hiç bir nimete, hiç bir lezzet ve saadete ermemiş demektir. Bu yegane ulu ve yüce hikmete binaendir ki şu alemde: "La ilahe illallah - Allah'tan başka hiç bir ilah yoktur" hakikatinden daha güzel bir güzellik bulunmamaktadır. İşte bütün işlerin, bütün güzellik ve iyiliklerin başı ve temeli "Ulûhiyet Tevhidi" dediğimiz bu "LA İLAHE İLLALLAH" Kelime-i Tevhidi'dir. "Allah'tan başka Rab, yani yaratan yoktur" anlamına gelen "Rububiyet Tevhidi" ise, yine tevhid olmak ve tevhidin bir kısmı bulunmakla beraber, islami ve Kur'anî bir hususiyet arzetmemektedir. Yani tek başına alınıp "Uluhiyet Tevhidi" ile birlikte bulunmadığı takdirde, bir manâ ve önem taşımamaktadır. Zira bunu, "Uluhiyet Tevhidi"ne inanan müslümaniar kabul ettiği gibi, küfür ve şirk ehli kafirler de kabul etmektedirler. Kel­am ve felsefe ehlinin kitaplarında uzun uzadıya anlattıkları bu "Rububiyet Tevhidi", tek başına yeterli değildir. Yani herhangi bir kul, sadece buna inanmakla "Tevhid Ehli" olamaz. Allah (c.c.) indinde mü'min sayılmaz. Kula bir şey kazandırmadığı gibi, aksine onun aley­hine olur. "Madem Allah'tan başka Rabb, yaratan olmadığına inandın; Allah'tan başka ibadet edilecek hiç bir varlık bulunmadığına niçin inan­madın?" denilerek hesaba çekilir.

Kitabımız Kur'an-ı Kerim'in bir çok yerinde bunun beyanı vardır. Aslında Kur'an, baştan sona "tevhid'in ve tevhid hukukunun beya­nından ibarettir." İşte bu sebeble Yüce Allah'ın kulları üzerindeki Allah'lık hakkı; kullarının kendisine gerçek manâda kulluk etmesi, yani yalnız O'na ibadet edip hiç bir şeyi O'na ortak koşmamalarıdır.

Nitekim Peygamber'in (s.a.v.) sahih bir hadisi bunu güzelce açıklamaktadır. O,. Muaz bin Cebel'e (r.a.) hitaben şöyle buyurmuştur:— "Ey Muaz, Allah'ın kulları üzerindeki Allah'lık hakkı ne­dir, biliyor musun?"Muaz, bu soruya cevapta:— "Allah ve Rasulü daha iyi bilir" der. Peygamberimiz:— "Allah'ın kulları üzerindeki hakkı: Kulların yalnız O'na ibadet etmesi ve hiç bir şeyi Allah'a ortak koşmamalarıdır" bu­yurur ve tekrar sorar:—  "Ya Muaz, kulların,  böyle  güzel  ve  gerçek  kulluk yaptıkları takdirde Allah üzerindeki hakları  nelerdir,  biliyor musun?" Muaz ise cevabında yine:— "Allah ve Rasulü bilir" der. Peygamberimiz de bunu şöyle ta­mamlar:—  "Kulların Allah üzerindeki hakları da; ateş ile onlara azab etmemesidir." Buhari: 3/216. Müslim: 1/59, Hadis no: 50-51

işte bu ilahî hikmete binaendir ki, yüce Allah, kendisini gerçek manâda tevhid eden mü'min kullarını sever, onların tevbeleriyle ferah­lar ve onlardan razı olur.

Şüphesiz kulun iyiliği, lezzet, izzet ve saadeti de Allah'ın sevip razı olduğu şeydedir. Elbette şu kainatta kalbin kendisiyle huzur ve sükuna ereceği Allah'tan başka bir varlık yoktur! Kalbler ancak Allah (c.c.) ile itmi'nana erer. Allah (c.c.) ile tarif edilmez bir lezzet ve saadete ulaşır. Bu ise ancak hakiki manâda Allah'a kullukla olur. Bir kimse ki, Allah'a inandığı halde, Allah'a değil de başkalarına ibadet eder, mümkün değil mutlu olamaz!

Şirk yollarından herhangi birini takib etmekle bir nevi lezzet ve mutluluk duysa bile, şüphesiz bu yalancı bir lezzettir. Hakikatte bu lez­zetin kendisine kazandırdığı zarar ve hüsran,   geçici olarak duyduğu lezzetten kat kat daha fazla ve büyüktür. Bu tıpkı, en lezzetli bir yemeğe katümış bulunan öldürücü bir zehiri, «ne kadar lezzetli imiş" diyerek yemeye benzer. Yani Allah'ın varlığına ve mutlak birliğine mamp, yalnız Allah'a ibadet etmek demek olan islami ve Kur'anî manadaki tevhıd"in dışında, insanoğlunu mutlu ve mutmain kılacak hiç bir yol yoktur.

Kainatta Allah tan başka ilahlar bulunsa idi, hiç şüphesiz kainat fesada giderdi. Nitekim Enbiya Suresinin 22. ayeti açıkça bunu haber verir Aynen bunun gibi, eğer bir kalbde Allah'tan başka bir mabuda yer ve­rilecek olursa şüphesiz o kalb de fesada uğrar! Hem öylesine büyük bir fesada uğrar ki o kalbteki yalanCl mabudu çıkarıp atmadıkça asla salaha erme imkanı da yoktur! Bunu yapar, yani kalbindeki yalancı mabudu çıkarıp atar, Allah'ın varlığına ve mutlak birliğine samimi ola­rak inanır yalnız bir Allah'a ibadette bulunup hiç bir şeyi O'na ortak koşmaz, yalnız O na sığınır ve yalnız O'na tevekkül eder, O'ndan korkar ve Onu severse; işte ancak bu suretle kalbini kurtarmış ve salâha kavuşturmuş olur.

 Kalbin Saadet Ve Lezzeti Elde Edinmesinin Üçüncü Ciheti:

Bilinmelidir ki, kulun Allah'ın varlığına ve mutlak birliğine inanıp yalnız Allah'a ibadette bulunarak hiç bir şeyi O'na ortak koşmamaya olan ihtiyacına benzer bir ihtiyaç söz konusu değildir. Nerde kaldı ki ona kıyas edilmesi mümkün olsun... Evet, bir ölçüde benzerlik arzeden ihtiyaçlarından bahsedilebilir.

Bedenin gıdaya, yemeye ve içmeye olan ihtiyacı gibi... Elbette ara­da, kıyas kabul etmeyecek kadar büyük farklar vardır. Zira insanın hakikati, bedeni değil ruhu ve kalbidir. Ruh ve kalbin huzur ve sükunu ise, hakiki ve islami manâdaki Tevhid'den başka hiç bir şeyle mümkün değildir. Ruh ve kalb ancak Allah'a imanla, Allah'ı zikir ve muhabbetle mutlu olur. Allah'ı hak tanıyış ile tanımak ve O'na hak olan bir yöneliş ile yönelmekle huzura erer. Kul, zaten istese de, istemese de O'na gide­cek ve O'nun huzuruna çıkacaktır. Bu muhakkaktır. Fakat O'nun huzu­runa bir suçlu ve inkarcı olarak çıkarılmış olmak başka; O'na olan imanı, aşkı, şevki, sevgisi, saygısı, korkusu ve ümidiyle çıkmak başkadır. O'na inananla inanmayan nasıl bir olmazsa, O'na inandığı halde O'ndan başkasına tapmanla, yalnız ve yalnız O'na ibadette bulu­nan da elbette bir olmaz! Kur'an, nice açık ayetleriyle bu hakikati an­latır.

Kulun bedenine ait duyup yaşadığı maddi birtakım sevinç ve sürurlar, nimet ve lezzetler, hem devamlı olmaz, hem de bir kararda durmaz. Bundan ona, ondan ötekine geçer. Şimdi nimet sanıp lezzet duyar, sonra tasaya düşüp elem çeker. Hattâ nimet sandığı pek çok şeyler, kendisinin elemine ve zararına olur. "Ne büyük nimet, ne hoş lezzet!" diyerek aldığı nice gıdalar bile, onun hastalığına sebeb olurlar. Fakat ruh ve kalbe ait nimet ve lezzetler buna kıyas edilemez. Kulun Allah'ın varlığına ve birliğine olan iman ve marifet lezzetine, hiç bir ke­sinti ve zaman kesiti düşünülemez. îmanı nimet ve lezzetlerden Allah'a ibadet, Allah (c.c.) sevgisi, Allah (c.c.) saygısı, Allah (c.c.) korkusu, Allah'a sığınma ve güvenme gibi manevi gıdalar için de bir kesinti söz konusu olamaz. Binaenaleyh mü'minin kalbi, devamlı olarak bu manevi gıdalarla beslenir durur. Kıvamı, kuvveti, salâhı, nuru ve iyiliği arttıkça artar, işte gerçek iman ehlinin hali ve şanı budur.

Kur'an ayetlerinde ve sevgili peygamberimizin hadislerinde buna dair nice tebliğ ve beyanlar bulunmaktadır. Buna, bizzat insanın ya­ratılışı dahi şahitlik eder. İnsanın kalbi bile bunun canlı bir şahididir. Fakat ne acıdır ki, bu hususta dahi eğri-büğrü konuşanlar olmuştur. Bu bilgisi kıt, manevi nasibi az kişiler demişlerdir ki: "Allah'a ibadette bu­lunmak, O'na zikir ve şükürde bulunmak; sırf insanların denenmesi için birtakım teklif ve meşakkatlerdir. Belki de bunlar, mücerred sevab karşılığı emredilmiş şeylerdir. Yahud da, insanların hayvanlar dereces­inden yükselebilmeleri için nefse ait birtakım riyazat ve mücahedelerdir."

Biz, her hâl ü kârda ancak Allah'a sığman bir müslüman olarak deriz ki: Allah'ın dininde gerek ibadetlerle, gerek diğer hususlarla ilgili olarak gelmiş bulunan emirler ve nehiylerden maksat, meşak-kat ve külfet değildir. Her ne kadar bunların bazılarında zımnen ve esas mak­sat ve hikmete tebean biraz meşakkat ve külfet bulunursa bile, bu asıl ve gaye değildir. Bu, bu dünya hayatında onları iktiza eder ve gerekli bulunan birtakım sebebler dolayısıyladır. Yoksa ilk kasdedilen ve doğrudan doğruya istenmiş bulunan şeyler değildir.

Yüceler yücesi Allah'ın emirleri ve kulları üzerindeki hakkı bulu­nan şeyler; ancak gözlerin aydınlığı, kalblerin lezzeti, kalblerin nimeti ve sürürüdür! İnsanların saadeti, felahı, salâhı ve kemali de ancak bun­larladır. Bu, dünya hayatı bakımından da, ahiret hayatı bakımından da böyledir. Aksi halde insan için ne huzur ve sükun vardır, ne de kamil manâda bir lezzet ve saadet vardır. Bu yüce hakikati, yüce Kur'an'ımızm şu ayetinde açıkça görmemiz de mümkündür:

"Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, göğüslerde bulu­nan sıkıntılara bir şifa, inananlara bir hidayet ve rahmet gel­miştir. De ki: "Allah'ın lütfuyle, rahmetiyle, evet ancak onunla ferahlansınlar. Bu onların toplayıp yığdığı dünyalıklardan, hayırlıdır." Yunus : 57-58

Yukarıdaki mealini gördüğümüz ayetleri açıklama bakımından Ebu Said el-Hudri demiştir ki: "Allah'ın lütfundan murad: Kur'an'dır. Rahmetinden murad da, iman ehlini Kur'an ehli kılmış olmasıdır."

Hilal bin Yesaf: "İlahi lütuftan murad, kendisine hidayet buyurul-duğunuz islam; rahmetten murad da, sizlere indirip talim buyurulan Kur'an'dır" demiştir. İbn-i Abbas, Hasan ve Katade'nin açıklamaları da şöyledir: "Allah'ın fadlı islam, rahmeti de Kur'an'dır." Seleften bazıları da: "Allah'ın lütuf ve fadlı Kur'an, rahmeti de İslam'dır" şeklinde ifade etmişlerdir.

Dikkat edilecek olursa, manen sevinip ferahlanılacak olan iki şeyin, her ikisi de Allah'a izafe edilmiş, "Allah'ın lütfü ve rahmeti" ola­rak bildirilmiştir. Her ikisini de Yüce Allah (c.c.) medh u sena buyur­muştur. Bunlar öyle büyük ilahî nimet ve mazhariyetlerdir ki, yüce Allah (c.c.) bunları, sevgili peygamberine de medh ü sena eylemiş ve şöyle buyurmuştur: "İşte sana da böyle emrimizden bir ruh (kalblere can veren bir kitab) vahyettik. Sen (bundan Önce) ki-tab nedir, iman nedir bilmezdin." Şura : 52 Asla unutulmasın ki, yüce Allah, büyük ve yüce derecelere yükselttiği kullarını ancak iman ve ki­tab ile yükseltmiştir. Alçalttığı kimseleri de, bunlardan mahrum bırakmakla alçaltmıştır.

Eğer bir soru şeklinde; "Bu iki büyük nimete Kur'an'da teklif adı da verilmiştir. Nitekim bu mealde de ayetler bulunmaktadır. Siz ise bunların ilahî lütuf ve nimet olduğu üzerinde ısraar ediyorsunuz. Peki bu hususa ve sorumuza ne dersiniz?" denilecek olursa, cevaben deriz ki: "Evet Kur'an'da bu mealde de ayetler gelmiştir. Fakat dikkat ederseniz bu ayetler hep nefî canibini (red tarafım) beyan sadedinde gelmiştir. Yani: "Allah, hiç bir kimseye, gücünün fevkinde bir şey teklif et­mez" buyurulmuştur. Bakara : 286. Fakat Kur'an'm hiç bir yerinde, Allah'ın emirleri, İslam'ın ahkamı ve vasiyetleri hakkında "teklif' kelimesi varid olmamıştır. Aksine her defasında bunlar hakkında:  Ruh, nur, şifa, hi­dayet, rahmet, hayat, ahd, vasiyet ve benzeri isimler gelmiştir. İşte bi­zim bu husustaki ısrarımız da buna dayanmaktadır.

 Kalbin Saadet Ve Lezzeti Elde Edinmesinin Dördüncü Ciheti:

Bilindiği gibi, ebedî saadet yurdu ahirette en büyük nimet ve mazhariyyet, büyükler büyüğü Allah'ın yüzüne ve güzelliğine bak­maktır! Ve O'nun ilahî kelamını işitmektir.

Nitekim Sahih-i Müslim'de Suheyb'den (r.a.) rivayet edilmiş bulu­nan hadis de, bunu haber verir. Peygamber'in (s.a.v.) bu hadisleri şu mealdedir:"Cennetlikler cennete girdiği zaman, biri şöyle nida eyler:-" "Ey cennet ehli! Yüce Allah, size olan bir va'dini yerine getirmek ister." Cennetlikler de:— "Bu nedir? Zaten Rabbimiz va'dini yerine getirmiş bulu­nuyor. Burada yüzümüzü ağarttı, mizanda sevabımızı ağır ge­tirdi, bizi cennetine koyup cehennemden kurtardı" derler.Derken perde kaldırılır, onlar da O'na bakarlar. O, orada onlara, onların kendisine bakmasından daha sevgili olan bir şey vermemiştir." Müslim: 1/163, Hadis no: 297 (181).

Peygamber'in (s.a.v.) bu husustaki diğer bir hadislerinde ise: "Onlar O'na bakarlar, Allah orada onlara onların Allah'a nazar etmele­rinden daha sevgili bir şey vermemiştir! Bu sebeble onlar, O'na baktıkları müddetçe, başka hiç bir nimete iltifat etmezler"  ifadesi bu­lunmaktadır.

işte ilgili hadislerinde sevgili peygamberimiz; cennet ehlinin çok büyük ve müstesna nimetler içinde bulundukları halde, kendilerinin Allah'ın güzelliğine bakmalarından daha sevimli bir nimet bulun­madığını açıklamış, onların O'na nazar kıldıkları müddetçe, başka hiç bir nimete itibar ve iltifat etmeyeceklerini bildirmiştir. Zira cennet ehli­nin cennette Allah'a nazar etmeleri, öylesine büyük bir nimet ve mazh­ariyettir ki, bunun lezzeti, bundan hasıl olan ferah ve sürür, gözr ve gönül aydınlığı, cennetin diğer müstesna nimetlerini unutturmuştur. Demek ki Allah'ın cemaliyle müşerref olmak, bütün nimet ve mazhari­yetlerin fevkindedir! Bununla kıyaslanabilecek olan başka bir nimet ve lezzet bulunmamaktadır. Bu yüzdendir ki, yüce Allah, küfür ve inkar ehliyle ilgili bir ayetinde şöyle buyurmuştur: "Hayır,   doğrusu  o  gün  onlar  Rab'lerinden   perdelenmislerdir. Sonra onlar, elbette cehenneme gireceklerdir." Mutaffifin :.15-16. Bu ayet de haber veriyor ki, inkar ve küfür ehlinin azabı, bir değil iki­dir. Biri Allah'a nazar etmekten mahrumiyet azabı, diğeri de cehennem azabıdır. Nitekim iman ve tevhid ehli olan Allah (c.c.) evliyasının nimet ve lezzetleri de bir değil ikidir. Biri, cennet nimetleriyle nimetlenip lezzetlenmek, diğeri de Allah'ı görmektir. Nitekim yüce Allah, bir ayetinde de şöyle buyurmuştur: "İyiler elbette nimet içindedirler. Koltuk­ları üzerinde oturup bakarlar." Mutaffîfin : 22-23.

Hiç şüphesiz cennet ehlinin bakmak suretiyle erecekleri en büyük, en yüce ve en ulu nimet, Allah'ın cemaline bakmaları olacaktır. Çünkü saadet ve hidayetin en yüce mertebesi budur. Bunun için, ilgili ayetteki "bakarlar"dan murad da budur. Yoksa ötekilerin iddia ettikleri gibi, cennetin köşk ve bahçelerine bakmak değildir. Her kim acele etmeksi­zin ilgili ayetlerin niçin sevkedilmiş olduğu ve gerçek'manâları- üzerinde esaslı bir şekilde düşünecek olursa; hakikatin bizim dediğimiz gibi olduğunu anlamakta ve bunu kabulde hiç bir zorluk.çekmez. Şüphesiz, hidayet ve başarı yüce Allah'tandır.

Bütün ayıp ve eksikliklerden münezzeh bulunan yüce Allah'ın cemaline nazar etmek nimeti yanında, cennet nimetlerinin hiç birinin nasıl bir nisbeti olmazsa; dünya nimetlerinin hiç birinin de dünyada iken Allah'ı tanıma, O'nu sevme, O'na duyulan şevk, ümid ve emniyet gibi imanı nimetler karşısında bir nisbeti ve kıyası olamaz! Diyebiliriz ki: Yüce Allah'ın cemaline bakma nimetinin lezzeti bile, iman-ı billah, marifetullah, muhabbetullah gibi nimetlere tâbidir. Eğer kullar, dünya da iken O'na inanmış, O'nu tanımış ve her şeyin üzerinde O'nu sevmiş olmasalardı, ahirette de bu cennet nimetlerini unutturan en büyük ni­mete eremezlerdi. Bir de, lezzetin husulü haddi zatında şuur ve sevgiye tâbidir. Bu sebebten, idrak edilen ve sevilen şey seven kimse tarafından ne kadar iyi tanınıyorsa, ancak o nisbette seviliyor demektir. Yani kişi, marifetinin büyüklüğü nisbetinde muhabbet duyar.

Hakkı tanımakta marifeti daha ileri bulunanlar, şüphesiz muhab­bette de ö nisbette ileri bulunurlar. Keza O'na yakınlıkları, O'nun rızasına ve cemaline ermeleri halindeki lezzetleri de o nisbette diğerlerinden farklı ve ileri olur.

Kalbin Saadet Ve Lezzeti Elde Edinmesinin Beşinci Ciheti:

Kullardan birinin, bir diğerine fayda vermek istediği zaman, bun­da ne kadar aciz ve eksik olduğu malumdur. Herhangi basit bir yardımda nice acz ve eksiklikler içinde bulunan bir kul; Allah'ın kul­larından herhangi birine hidayet, nusret, rif at ve izzet gibi nimetlerden ne verebilir ki? Yani kullara gerçek manâda nimetler veren ve onları onların korktukları şeylerden koruyacak olan şüphesiz Allah Teala haz­retleridir. O ki, yerlerin ve göklerin mülkü O'nundur, başkalarının değil...

Kuluna hidayetini verecek ve onu dalaletlerden koruyacak olan da ancak O'dur. O yüce Allah, bir ayetinde şöyle buyurmaktadır:

"Allah, insanlara bir rahmet açtı mı onu tutan olamaz! O'nun tuttuğunu da O'ndan sonra salacak yoktur! O, üstündür, hikmet sahibidir." Fatır : 2 Söz bu noktaya gelmişken, bu mealde birkaç ayeti daha dinlemek ne kadar güzel olacaktır:

"Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu yine O'ndan başka kaldıracak yoktur! Ve eğer sana bir hayır dilerse, O'mm bu keremini de geri çevirebilecek yoktur! O, hayrını kul­larından dilediğine verir. O, bağışlayan, esirgeyendir." Yunus : 107.

"Eğer Allah sana yardım ederse, artık sizi yenecek yoktur! Ve eğer sizi yüzüstü bırakırsa, O'ndan sonra artık size yardım edecek kim var? Mü'minler Allah'a dayansınlar." Al-İ İmran : 160

"Ey insanlar! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Allah'tan başka size gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı var mı? O'ndan başka ilah yoktur. Peki nasıl oluyor da tevhid-den çeviriliyorsunuz?" Fatır : 3

"Acaba Rahman'dan başka size yardım edip sizi O'nun azabından kurtaracak askeriniz kimdir? Kafirler derîn bir gaf­let ve aldanma içindedir." Mülk : 20

Görüldüğü gibi bu ayetlerde yüce Allah, nusret ve rızkı birlikte anmıştır. Zira kul, hem kendisine yönelebilecek olan zararların define, hem de muhtaç bulunduğu şeylerin te'minîne ihtiyaç halindedir. O, hiç bir zaman bir rızık verici ve yardım ediciden müstağni olamaz. Razzâk ve Nasır olan ise sadece Allah'tır. Kulun akıl ve marifetinin ileri dere­cede olmasının işareti ise: Kendisine bir zarar dokunduğu zaman, bunu ondan kaldıracak olanın ancak Allah (c.c.) olduğunun onun tarafından iyi bilinmiş olmasıdır. Keza O'ndan başka nimet verenin dahi bulun­madığım bitmesidir. Bu hususta geçmiş peygamberlerden birine indiril­miş bir vahiyden söz edilir. O vahiy şu mealde gelmiştir:

"Ey peygamberim, ruhunda daima zekanın gayet ince ve hoş olanını, lütfumun en gizli bulunanını kavrayış olsun! Bun­ları benim rızam için idrak etmeye bak! Çünkü ben bunu seve­rim." O peygamber de: "Ey Rabbiin, bunlar nelerdir?" diye sormuş. Cev­abında ise şu ilahi vahiy gelmiş: "Bil ki, üzerine bir sinek konduğu zaman, bu ancak benim iradem ve iznimle olmaktadır. Eğer bu­nun üzerinden kalkmasını istiyorsan, bunu benden istemelisin! Eğer sana bir buğday danesi getirilirse, bu dahi ancak benim sana onu sevketmemle sana getirilmiştir. İşte bunları böylece bilmen gerekir."

Nitekim Yüce Allah, Kitabı'nın bir ayetinde de şöyle buyurmak­tadır: "...Fakat onlar, Allah'ın izni olmadan yaptıkları büyü ile hiç kimseye zarar veremezler..." Bakara : 102.

İmam-ı Ahmed'in Abdurrezzak'tan, onun da İmran'dan sevkettiği rivayete göre, Vehb bin Münebbih şöyle bir haber nakletmiş tir :"Semavi kitapların birinde Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "İzzet ve celalime yemin ederim ki, bana sığınan bir kulumu, bütün gökler ve göktekiler, yerler ve yerdekiler onun aleyhinde olsalar, ona tuzaklar kursalar bile Ben onu korur ve kurtarırım, o kuluma mutlaka bir çıkış yolu lütfederim. Eğer kulum Bana değil de başkalarına sığınacak olur­sa, onun eli göklerdeki sebeb ve imkanlara uzanıyor olsa bile elini bu sebeblerden keser, kendisini yardımsız bırakırım, iki ayağının bastığı yerden yer'in altma batırırım. Fezada yüzüyor olsa bile, kendisinden yardımımı keser, iflas ettiririm... Kulumun iflası için, onu kendi haline bırakmam bile yeterlidir! Halbuki Benim yardımıma ve indimdeki ha­zinelere bir son yoktur. Bazan kulumun bana olan samimi bağlılığına ve itaatine bakarak, Ben'den bir şey istemeden bile kendisine yardımı­mı ulaştırırım. Zira Bana gizli olan bir şey bulunmamaktadır..."

Yine îmam-ı Ahmed'in Haşim bin el-Kasım'dan, onun Ebu Said el-Müeddib'den nakline göre, Atâ el-Horasanî şöyle demiştir: Bir defasında Vehb bin Münebbih'le karşılaştığımda, kendisi Beytullah'ı tavaf et­mekte idi. Ona şu ricada bulundum:— "Ey Vehb, bana şu mübarek makamda bir hadis Öğret ve bu ha­dis, sözlerin en vecizinden olsun, ben de onu hiç unutmayacak şekilde aklımda tutayım!" Vehb, ricamı kabul etti ve şöyle dedi:— "Yüce Allah'ın Davud'a (a.s.) olan vahiylerinden biri şu idi: "Ey Davud, izzet ve azametime yemin ederim ki, kullarım­dan biri Bana hakkıyla sığındığı zaman ki ben bunu, o kulumun niyetinden bilirim, bütün göktekiler ve yerdekiler kendisine tu­zaklar kursalar bile, o kuluma mutlaka bir çıkış veririm. Eğer bir kulum da Beni bırakıp kendisi gibi bir mahluka sığınacak olursa ki Ben bunu onun niyetinden bilirim, yerlerin ve göklerin sebeblerini onun elinden keser, kendi haline bırakırım! Bu da onun herhangi bir vadide helak olmasına -yerin,dibine batmasına-kafidir."                         ,

Bizim burada, zikrettiğimiz hakikatler, ne kadar açıktır. Bütün müslüman halk, bunları gayet rahat bir şekilde anlayabilirler. Kitabımız Kur'an-ı Kerim'de bu mealdeki ayetlerle dolu bulunmaktadır. Aklı ve idraki yerinde olan herkes bu hakikat ve ayetle­ri güzelce düşündükleri zaman, Kur'anî ve şer'î manâdaki Tevhid'i bütün güzelliği ve islami özelliği ile kavrarlar. Bu güzel ve isabetli kav­rayış neticesinde, kendilerine emredildiği şekilde Allah'ı tevhid ederler, yalnız O'na güvenip sığınırlar. Allah'dan başkasına ibadet etmedikleri gibi, Allah'dan başkasına sığmmazlarda... Tevekkül ve istiâneleri, inâbe ve teveccühleri, dua tazarru ve niyazları hep Allah'a olur... Çünkü bütün bunlar, Allah'ın kulları üzerindeki ulûhiyet haklarıdır. "Ulûhiyet Tevhid'i" dediğimiz de işte budur: Allah'tan başka hiç bir varlığı bu hu­suslarda Allah'a ortak koşma-maktır. Keza bu tevhidin haklarına, kal­binin ve ruhunun bütün kuvvetiyle sevilecek olanın ancak AUah (c.c.) olduğunu bilmek ve O'nu böylece sevmek de dahildir.

İşte bu suretle kul, yani yalnız Allah'a ibadet etmek, ruhunun bütün kuvvetiyle yalnız Allah'ı sevmek ve yalnız O'na tevekkül etmekle, ahirette O'nun cemalini görmeye de liyakat ve ehliyet kazanmış olur.

Burada bu cihetin iyi anlaşılması için mesela diyelim ki: Kullar­dan birinin, başına bir büyük bela gelmiş veya şiddetli bir korkuya düşmüş, yahut da büyük bir ihtiyaçla karşı karşıya gelmiştir. Kul, böyle bir sebeble Allah'a yönelip ciddi ve samimi bir şekilde O'na yalvarıp ya­karmaya başlamıştır. Allah'a olan imanının, O'na olan dua ve münacatımn samimiyet ve büyüklüğü sebebiyle bu duası sırasında öyle manevi lezzetlere, öylesine imanı, tevhidi fetihlere mazhar olmuştur ki, bunun yanında bizzat yerine getirilmesini istediği diğer haceti çok küçük ve önemsiz kalmaktadır. İşte bu kul, daha evvel, böyle bir lezzeti tatmadığı için, böyle bir lezzeti de tanımamakta idi. Tanımadığı için de böyle bir şeyi Cenab-ı Hakk'tan taleb de etmemiştir. O'nun Cenab-ı Hak'tan talebi, basma gelen o belanın veya korkunun defi, yahut da duyduğu şiddetli ihtiyacın giderilmesi idi. Fakat bu kul, Allah'a olan imanının samimiyeti, tevhid anlayışının isabeti, doğruluğu ve güzelliği sebebiyle Allah'tan başkasına değilde, sadece Allah'a sığındığı ve O'na yalvarıp yakardığı için, böylesine müstesna güzellikteki manevi fetih ve lezzetlere de mazhar olmuş-tur. îman ve tevhidin hakikatine ve yakîn mertebesine ermek de işte bu suretle olur. Yoksa taklid derecesinde kalınır, yahut da Allah (c.c.) korusun, tevhid'in ihlali üe ne iman kalır, ne de îkân (yakîn bilgi)...  

Kalbin Saadet Ve Lezzeti Elde Edinmesinin Altıncı Ciheti:

Kulun kalbini ve ruhunu Allah'tan başkasına kaptırması, kendisi­nin maneviyatı bakımından şüphesiz büyük zararlar getirir. Hattâ ma­kul ve meşru miktardan fazla mahlukat ile ilgilenmek bile, onun için zararlıdır. Ancak bunu, Allah'a olan ilgisine ve sevgisine yardımcı ve ve­sile yaparsa, bu takdirde zararlı olmaz. Mü'min, bu ilgi ve sevgi mesele­sinde çok dikkatli olmak zorundadır. Bir şeyi sırf Allah (c.c.) için sevmiş bile olsa, günün birinde ondan ayrılacağını, bu sevgisinin Allah (c.c.) için olmadığı takdirde de bu sevginin kendisine zarar vereceğini unut­mamalıdır. Hattâ Allah (c.c.) için olmayan sevgiler, hem bu dünyada, hem de öbür dünyada kendisi için birer azab vesilesi olduğunu iyi kav-ramahdır. Burada yine Kur'an'ımızm irşadına kulak verelim. İlgili ayet­lerde ne buyuruluyor, bir görelim:

"...O kimseler ki altın ve gümüşü yığıp da Allah yolunda sarfetmezler, işte onlara acı bir azabı müjdele. O gün cehennem ateşinde bunların üzeri kızdırılır ve bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanır. "İşte sırf kendiniz için yığdıklarınız! Haydi bu yığdıklarınızın azabını tadınız" denilir." Tevbe : 34-35

İşte bir ayet meali daha: "Onların ne malları, ne de evladları sakın seni imrendirmesin. Allah bunlarla onları dünya hayatın­da azab etmeyi ve onların kafir olarak canlarının çıkmasını is­tiyor." Tevbe : 55. bazı alimler, bu ayetin açıklamasında "takdim"  ve "te'hir" olduğunu iddia etmişler ve şöyle demişlerdir: "Onların dünya hayatı bakımından mallara ve evladlara sahip olmaları seni imrendir­mesin. Allah'ın onlar hakkındaki isteği, sadece onlara ahirette azab et­mektir."

Esas gayeleri dünya olan, dünya isteklisi olup dünyayı seven ve tercih eden kimselerdir. Bu sebeble çektikleri azab da; dünyalıkları ka­zanmak için duydukları aşırı hırslar, çektikleri çeşitli meşakkat ve sıkıntılardır. Bütün gücü ve dikkatiyle sadece dünyalık kazanmaya çalışan, yahut en büyük himmeti dünyalık olan bir adamdan daha sıkıntılı kim olabilir? îşte ilgili ayette haber verilen azab da, onların bu sıkıntıları, ruhlarında duydukları elem ve acılardır. Bedenen çektikleri meşakkat ve zahmetler de buna dahildir. Elem ve meşakkate "azab" de­nildiğine dair, hadislerden bazı örnekler de verebiliriz. Mesela seferle il­gili bir hadisde: "Sefer, azabdan bir parçadır" buyurulmuştur. Müsned: 2/236 Diğer bir hâdisde de: "Ölmüş kişi, akrabasının arkasından kendisi için ağlamaları sebebiyle azab görür" buyurulmuş. Buharı: 2/79-80, Müslim: 1/638. Ebu Davud: 3129.

Yani elem ve acı duyacağı haber verilmiştir. Yoksa onların arkasından ağlamaları sebebiyle kendisinin mesul tutulacağı veya azaba maruz ka­lacağı söylenmek istenilmemiştir.

Bazı insanların dünyada malları ve evladları sebebiyle azab olu­nacakları hususu da böyledir. Yoksa ahiret düşüncesi ve inancı bulu­nanlar için ki, onların en büyük himmetleri dünya olamaz; onların çektikleri elem ve acılara da azab denilmez. Çünkü onların çektikleri elem ve acılar, onlar hakkında rahmet ve nimete inkılab eder. Ya günahlarının bağışlanmasına, ya da ahiretteki derecelerinin yüksel­mesine vesile olur.

Peygamber'in (s.a.v.) bu hadislez'i şu manâdadır: "Esas himmeti ve gayreti ahiret içiiı olan kimsenin zenginliğini, yüce Allah kalb zenginliği şeklinde lütfeder. İşleri rast gider, dünyalığı da bol olur. Esas gayesi dünya olup ahireti düşünmeyen bir kimsenin ise, kalbine Allah tarafından bir fakirlik yerleştirilir, işleri de dağınık olur. Dünyalığı ise, kendisi için takdir olunandan fazla olmaz." Tirmizi: 2465.

Şu dünyada bir kul için en büyük azab odur ki; onun iki yakası bir araya gelmemekte, bütün kalbi darmadağın, fakirlik ise hiç ayrılma­yacak şekilde iki gözünün önüne dikilmiş bulunmaktadır! Eğer dünya aşıklarının dünya sevgisi sebebiyle sar hoşlukları olmasa idi, içinde bu­lundukları azabın şiddetinden sığınacak yer ararlardı! Fakat dünya sevgisinin verdiği sarhoşluğun şiddeti sebebiyle, bunların içlerinden ayrılanları ve bu dertlerine derman arayanları pek nadir görülür.

Ebu Hüreyre'den (r.a.) yapılan rivayette Peygamber (s.a.v.) şöyle buyur­muştur:"Allah Teala hazretleri diyor ki: Ey Ademoğlu! Bana kul­luğa yönel, ben de senin kalbini zenginlikle doldurayım, fakirlik derdine de derman vereyim. Aksi halde, iki elin meşguliyetten, kalbin de fakirlikten kurtulmaz." Tirmizi: 2466. İşte bu da bir azabdır.

İnsanın iki elinin meşjguliyetten, kalbinin de fakirlikten kurtul­masının nasıl bir azab olduğunu uzun uzadıya anlatmaya ihtiyaç olma­sa gerek. İnsan bir defa aşırı bir arzu ve sevgi ile dünyaya yöneldi mi, bunun bütün güçlükleri ve engeîleriyle boğuşacak, elde etmek istediği şeylere engel saydığı, kimseleri düşman bilecek, durmadan onlarla savaşacak demektir. Nitekim seleften bazıları bu noktaya parmak basa­rak: "Dünyayı seven, çeşitli zahmet ve musibetlere karşı hamallık yap­maya hazırlansın" demiştir.

Dünya Sevdalısının Üzerinden Hiç Eksik Olmayan Üç Şey:

1- Kesintisiz üzüntü ve keder,

2- Devamlı yorgunluk,

3- Tükenmez arzu ve hasret.  .

Dünya sevdalısı, arzu ettiği dünyalıklardan birini elde etse, he­men ondan sonra bir başkasını arzu eder. Zira arzu ve emellerin sonu gelmez. Nitekim Peygamberimizin (s.a.v.) şu hadisi de buna temas et­mektedir: "Eğer ademoğlunun iki vadi dolusu malı olsa, muhak­kak bir vadi dolusu daha mal isterdi." Buhari: 7/175. Müslim: 1/725. Tirmizi: 2337. Peygamberlerden İsa (a.s.) ise bunu, şöyle bir benzetme ile belirtmiştir: "Dünya sevdalısının durumu, içki düşkününün durumuna benzer. İçtikçe daha fazla içmek arzusuna kapılır."

îbn Ebi'd-Dünya'nm anlattığına göre, Hasan el-Basrî, Ömer bin Abdilaziz'e bir mektub yazmış. Onun bu mektubu şu mealde imiş: "Bundan sonra derim ki: Dünya geçicidir, devamlı kalınacak yer değildir. Babamız Adem (a.s.) buraya sırf mihnet ve ıkâb için indiril­miştir. Dünyadan sakınmanız lazım ey mü'minlerin emiri! Onun terki kazanılması, zenginliği de fakirliğidir. Dünya, her an birini mahveder. Dünya ölçülerine göre aziz sayılan zelîl, zengin sayılan da fakirdir. Dünya, yiyeni öldürecek olan zehirli bir yemek gibidir... Dünya gerçekten aldatıcıdır. Ondan sakınmalı ve onun hakkında, yarasını te­davi eden ve hoşlanmasa da birtakım ilaçlarını almak zorunda bulu­nan, perhizine de dikkat eden birisi gibi davranmalısın. Dünyayı iyi tanıyan birisi, onun hayallerine ve tuzaklarına aldanmaz, gönlünü onun süs ve linetlerine kaptırmaz. Sen dahî onu iyi tanımalı, onun, ko­casıyla gerdeğe girecek olan gelinin süslenmesi gibi bütün süs ve takılarıyla karşına çıkmasına aldırmamalısın. Sakın, dünyayı hakkıyla tanımama yüzünden ahiretini unutanlar gibi olma! Yoksa sonunda pişmanlığın çok büyük olur. Zaten hiç bir dünya sevdalısı da, dünyadan umduğuna kavuşamaz! Ölürken de rahat ölemez. Çektiği zahmet ve meşakkatler, duyduğu elem ve hasretler yanına kalır. Ahiret hazırlığı ise zaten yoktur. Sen ise ey mü'minlerin emiri, dünyalık olarak elde edi­len her şeyin, aynı zamanda netice ve akıbetlerinden iyi sakın! Zira dünyalık olarak elde edilen bir şeyin sonu, ekseriya pişmanlık ve bazı sıkıntılar getirir. Dünyanın sürûru kedere, rahatı sıkıntıya bağlanmış haldedir. Dünyanın verdiği kuruntu ve arzular yalancı, ümid ve emell­er de aldatıcıdır. Onun safası keder, hayatı hederdir. Yüce Rabbimiz'in ve sevgili peygamberimizin bu husustaki tenbih ve nasihatleri olmasa bile, insan onun ahvaline bakarak dahi gafletini gidermelidir. Dünyanın Allah (c.c.) indindeki değeri ve ölçüsü (kadri ve vezni) nedir ki?

Dünya, bütün anahtarları ve hâzineleriyle birlikte sevgili pey­gamberimize arz edilmişken, O bunu kabul etti mi? Elbette etmedi. Allah'ın buğzettiği bir şeyi, sevmek cihetine gitmedi. Allah (c.c.) onu, yani dünyayı, iyi kullarından uzak tutmuş, düşmanları için yaymıştır. Onlar da o yüzden aldanıp helak olmuşlardır. Dünyaya aldanan ve dünya üzerinde iktidar sahibi bulunan zanneder ki, bütün bunlar ken­disine bir keramet ve lütuf olarak verilmiştir! Bilmez ve hatırlamaz ki, Allah'ın sevgili elçisi, mübarek karnına taş bağlamak zorunda bırakılmıştır."

Dünya ehli olanların dünya sebebiyle çektikleri zahmet ve azabı iyi anlayabilmek için, şöyle bir misal üzerinde durmamız yerinde olur sanıyorum: Bir adam var, aşık mı aşık. O kadar ki, maşukuna (sevgi­lisine) duyduğu aşırı aşk içinde fanî olmuş. Başka hiç bir şey düşünememektedir. Maşukuna biraz yaklaşıyor, sevgilisi ise kendisinden uzaklaşıyor. Hiç ona vefası yok. Gidip onun düşmanı ile yakın oluyor. Aşık ise, sevgilisinin aşkı ile yanıp kavrulmaktadır. Eğer ona kavuşa-mazsa, yaşayamayacak ve mutlaka ölmeyi seçecektir. Sevgilisinin ise vefası az, cefası çok. Pek çok kimselerle düşüp kalkmakta, sık sık sevgi­li değiştirmekte, hiç birine vefası ve sadakati bulunmamaktadır. İşte böyle birini seven ve ondan hiç bir yakınlık göremeyen o aşık ise; bütün sabrını tüketmiş, ölümü yani intiharı seçmiş durumda.

İşte "ya sevgilime kavuşmak, ya da ölüm!" diyen böyle bir aşıkın, çektiği sıkıntı ve azabı bir düşününüz! Kendisine lezzet veren şeyin, nasıl azab veren bir şeye dönüştüğünü görüyoruz, bu misalde... Sonra bu zavallı aşığın, bütün dünya işleri ve ahiret hazırlığı da hep yüzüstü kalıvermiştir. Çünkü o, sevgilisine kavuşmaktan başka hiç bir şey düşünememiş, hiç bir şey yapamamıştır.

Burada asıl söylemek istediğimiz ise şudur: Bir kimse ki Allah'tan başka bir şeyi sevmiştir ve bunu Allah (c,c.) için sevmiş de değildir. Allah'a kullukta bulunmasına yardımcı olmasını düşünüp niyet ettiği de yoktur, işte böyle bir kimsenin o hususta çektiği zahmet ve meşakkatler, o yüzden şu dünyada çektiği azabdan başka bir şey değildir. Ahiretteki azabı da ayrı. Zira ahretteki durum, hikmet ve adaleti eksiksiz bulunan yüce Allah'ın emir ve fermam ile; herkesin sevdiği ile beraber olması, o yüzden ceza ya da mükafat görmesi şeklinde tecelli edecektir. Burada peygamberin (s.a.v.) bir hadisini hatırlatmamız da yerinde olur sanıyoruz. İşte o hadis aynen şöyledir:

"Malın hakkı olan zekatı vermeyen kişinin malı, yarın ahirette zehrinin çokluğundan başı kelleşmiş bir yılan şeklîne girip onun boynuna dolanır, iki avurdundan tutarak: "Ben se­nin malınım, ben senin hazinenim!" der. Sonra kızdırılmış ce­hennem taşlarıyla alnı, yanı ve arkası dağlanır." Buhari: 2/110. Nesai: 5/38. Müsned: 2/98.

Allah'ın rızası ve sevgisi düşünülmeksizin dünyanın birtakım süs ve zinetlerine kapılmış olmanın neticesi de böyle tecelli edecektir. Sevi­len herhangi bir şey mal olsun veya başka bir şey olsun, Allah (c.c.) için sevilmediği takdirde sonu vebal ve az"abdır. Kur'an ehli bulunan biz müslümanlar bir ayet-i celilede ne güzel uyarılmış bulunuyoruz:

"O gün dostlar, birbirine düşmandır. Takva sahibi mü'minler ise hariç. (Onların dostlukları Allah için olduğundan ahirette de devam edecektir.)" Zuhruf : 57. İşte Kitabımızın verdiği haber ve uyarısı gayet açık. Dünyada şirk ve küfür üzere sevişenler, yarın ahirette birbirlerine küfredecekler, düşman kesilecekler, birbirlerini açıkça lanetleyeceklerdir. Asla biri diğerine yardımcı da olamayıp ce­hennemi boylayacaklardır. Dünyada olduğu gibi, ahirette de sevenler sevdikleriyle beraber.olacaklardır. Nitekim ilgili bir rivayete göre, yann ahirette yüce Allah'ın kullarına şöyle buyuracağı bildirilmiştir:

"Ey kullarım! Şimdi benim, sizlerden her birini, dünyada iken dost edinip yaklaştığı kimselerle beraber kılmam bir ada­let değil midir?"

Sevgili peygamberimizin bir hadisi de bunu desteklemektedir ve şu mealdedir: "Kişi daima sevdiği ile beraberdir." Buhari: 7/112-113. Müslim: 2639. Tirmizi: 2385

Küfür ve zulüm ehlinden birinin, yarın ahirette iman ve adalet ehliyle  beraber  olması,   elbette  düşünülemez!   Bu husustaki inancı­mızı pekiştirmek üzere şu ayetleri de dinleyelim:

"O gün zalim ellerini ısırıp: Nolaydı, keşke ben peygam­berle beraber bir yol edineydinı" der. Ve: "Vah bana, keşke ben falanı dost tutmasaydım" diye hayıflanır. "Beni, bana gelen zi­kirden o saptırdı. Zaten şeytan insanı yapayalnız ve de yardım-cısız bırakır" der." Furkan : 27-29

"Yüce Allah meleklerine emreder: "Toplayın o zalimleri ve onların eşlerini ve taptıklarını. Onları ve onların Allah'tan başka taptıklarını cehennemin yoluna götürün. Durdurun ora­da onları, onlar çünkü sorguya çekileceklerdir.” Saffat : 22-24.

Yüce Allah'ın bir ayeti de şu mealdedir: "Ve nefisler birbiriyle eşleştirildikleri zaman..." Tekvir : 7 

Hz. Ömer (r.a.), yukarıdaki ayetin: "Toplayın o zalimleri ve on­ların eşlerini" mealindeki cümlesi hakkında; "onların eşlerinden murad, benzerleri ve aynı ahlakî karakterde olanlarıdır" demiştir. Mealini en son gördüğümüz ayette de: "Ve nefisler birbiriyle eşleştirildiği zaman" buyurulmuştur ki, bu da insanların orada ahlakî ve manevi durumları aynı olanlarla bir araya getirileceklerini haber vermiş oluyor. Aynı manâ ve şekilde olanlar yanyana getirilecek, iyi iyinin yanına, kötü de kötünün yanına katılacaktır,

Demek ki bir kimse bir şeyi Allah (c.c.) için sevmemişse, ona bun­dan zarar gelecektir! Onu elde etse de, etmese de,.. Şayet elde edeme-mişse, elde edememenin üzüntüsünü; elde etmişse elde etmek için har­cadığı çabaların elem ve sıkıntısını, elden çıkarmışsa, onu zayî etmiş olmanın acısını çekecektir.

Ahirette de kat kat fazla olarak hakettiği azabı görecektir. Bütün bunlar araştırma, ibret alma, tecrübe etmiş olma gibi yollarla bilinmiş olan şeylerdir. Tirmizi ve İbn Mace'nin Ebu Hüreyre tarikiyle naklettik­leri bir hadisde şöyle buyurulmuştur: "Bütün dünyaya ait şeyler, lanet ve azabla doludur. Fakat Allah'ı hatırlamak ve Allah için yapılan şeyler hariç... Tirmizi: 4/561. İbn Mace: 2/1377

Peki Allah'ı zikir ve .hatırlama nedir? Allah'ın emirlerine itaat ma­hiyetinde olan bütün işler, Allah'ı zikirdir. Allah'ı zikredip O'ndan gaf­let etmemekten maksat; Allah'a itaat halinde bulunmak, isyan etme­mektir.  Allah'ı zikretmenin şer'î manâsı budur. Allah'ın taatinde bulunan her kul, Allah'ı zikir halindedir. Diliyle "Allah" dememiş olsa bile, bu böyledir. Bir kul ki, yegane dost olarak Allah'ı bilmiştir ve Allah'a itaat halindedir; işte bu kul hem Allah'ı zikretmektedir, hem de Allah'ı sevmektedir! Aynı zamanda Allah'ın yakınlığını ve dostluğunu da kazanmış bulunmaktadır.

Dünyanın lanetli ve azablı oluşundan ona hiç bir şey bulaşmış değildir. Bu uyanık ve gerçek mü'min; dünyanın la­neti ve azabı dışında her şeye nail olmuştur. Zira bütün yaptıklarını Allah (c.c.) için yapmakta, bütün sevdiklerini de Allah (c.c.) için sev­mektedir. O, din ve imanını dünyaya değil, dünyayı din ve imanına alet ve vasıta kılmaktadır.

O, "uyurken aldığı nefesleri dahi ibadet ve Allah'ı zikir olan" mü'mindir. Artık dünya böyle bir mü'min için: irDar-ı gurur değil, dar-ı sıdk ve nurdur!" Şeytanların ve lanetlerin cirit attığı yer değil, evliyanın (Allah dostlarının) ticaretgâhı, ahiretin ekinliğidir. Kendisinde rahmete erilen, kendisinde kazanılanlarla cennete girilen, Cemalıülah görülen bir yerdir. Cümle enbiya ve evliyanın mescidi, ilahi vahiy ve  emirlerin tecelligahı, nurdan yaratılmış meleklerin na­mazgahıdır. Artık o da, büyük mü'minlerden Ali'nin (r.a.) dediği gibi de­mektedir;

"Dünya ve dünyalığa nail olan bir kul, eğer Allah'a itaat halinde ise, dünya ve ona nailiyet ne kadar güzeldir! Allah için Allah'ın kul­larım düşünüp gözetlemeyen bir kimse ise, şüphesiz dünyalık imkan ve ikbalini tersine çevirmiş olur."

Kalbin Saadet Ve Lezzeti Elde Edinmesinin Yedinci Ciheti:

Kulun, her şeye gücü yeten ve kulunu daima görüp gözeten Allah'a değil de kendisi gibi bir kula (yaratılmışa) dayanıp güvenmesi, elbette kendisi için çok zararlı olacaktır. Kuldan ümid edip beklediğinin zıddıyla karşılaşacak, yardım umarken yardımsız, övgü ve sevgi bek­lerken kınanmış olacaktır. Bu da tecrübelerle, ilmi ve ciddi araştır­malarla sabittir. Kitabımız, bu incelikleri de haber vermiş, sevgili pey­gamberimiz insanlığı bu bakımdan da uyarmıştır. Şimdi bazı ayet mealleri görelim:

"Onlar, kendilerine destek olsunlar diye Allah'tan başka ilahlar edindi." "Hayır, yarın o taptıkları ilahlar bunların tap­malarını inkar edecekler ve bunlara zıd olacaklardır." Meryem : 81-82. Yüce Allah'ın bir ayeti de şöyledir: "Belki yardım olunurlar diye Al­lah'tan başka ilahlar edindiler." , "Ö ilahlar onlara yardım edemezler. Tersine kendileri onlar için hazırlanmış askerlerdir (onları bekleyip korumaktadırlar)" Yasin : 74-75.

Evet, onlar o putların hazır askerleridir, onlar adına başkalarıyla da savaşmaktadırlar. Onlar, boşuna o putlardan yardım görecekleri ümidine kapılmış bulunuyorlar ve haksız yere onlar uğruna başkala­rıyla savaşıyorlar... "Biz onlara zulmetmedik. Fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı. Rabbinin emri geldiği zaman, Allah'tan başka çağırdıkları ilahları, kendilerinden hiç bir şeyi savamadı. Ve onların ziyanlarını artırmaktan başka bir işe ya­ramadı." Hud : 101.

Yine yüce Allah (c.c.) bir ayetinde şöyle buyurur: "Sakın Allah ile beraber başka bir ilah çağırma, sonra aza-bedilenlerden olursun." Şuara ; 213.

Ve bir başka ayet-i celile: "Sakın Allah ile beraber başka bir ilah edinme! Yoksa kınanmış ve yalnız başına bırakılmış ola­rak oturup kalırsın." isra : 22

Bilinmektedir ki, Allah'a ortak koşan kişi, koştuğu bu ortaktan bazan yardım dilemekte ve ummaktadır, bazan da övgü ve sena bekle­mektedir. Bu ayetlerle yüce Allah da (c.c.) haber veriyor ki, şu veya bu şekilde Allah'a ortak koşanlar; umduklarının, tersiyle karşılaşa­caklardır. Onlarıri akıbeti, yardımsız bırakılma ve kınanma olacaktır. Zira müşrik, Allah'a dayanıp güveneceği yerde, mahluka dayanıp güvenmiştir. Kalbin salâhı, felahı ve saadeti ise Allah'a ibadet etmekte ve Allah'a sığınmaktadır! Nitekim helaki, hüsranı ve şekaveti de mah­luka tapmasında, mahluka sığınmasında idi. Dünyada ve ahiretteki azabı da bundadır.  

Kalbin Saadet Ve Lezzeti Elde Edinmesinin Sekizinci Ciheti:           

Şüphesiz Allah Teala hazretleri Ganfdir, Kerîmdir!'.Aziz ve Hakîm'dir. Kendisine kulluk edenlerin kulluklarından mutlaka ganî ol­makla beraber, onlara lütuf ve ihsan edicidir de. O .bununla kuluna hayır ve iyilik murad etmektedir. Yine kendisi mutlak Ganî. olduğu halde, kendisine kulluk edeni korur, kayırır ve kurtarır. Sırf Zatı'nm bir rahmeti ve ihsanı olarak... O, kullarını, onların varlığı sebebiyle zenginleşmek, izzetini artırmak için yaratmış değildir. -

O'nun kullarını yaratmış olması, belki kulları Kendisini tanı­sınlar ve Kendisine kullukta bulunsunlar diyedir. Nitekim ayet-i celilelerinde şöyle buyurmaktadır:"Ben cinleri ve insanları ancak Bana kullukta bulunsunlar diye yarattım! Ben onlardan rızık istemiyorum, Beni beslemele­rini de istemiyorum. Şüphesiz rızık veren, sağlam kuvvet sahibi olan ancak Allah'tır." Zariyat : 56-58.

"Çocuk edinmeyen, mülkte ortağı olmayan, acizlikten ötürü bir yardımcısı da bulunmayan Allah'a hamdolsun!" diye­rek O'na hamdet ve O'nu gereği gibi büyükle! O'na yaraşır şekilde saygı göster!" İsra : 111

Elbette ki yüce Allah, dostlarından herhangi birini ihtiyaç ve aciz­likten ötürü dost edinmiş değildir. O bundan münezzehtir. O'nun evli­yasını evliya (dostlar) edinmesi, sırf Zatı'nm bir ihsanı, rahmeti ve mu­habbeti neticesidir. Kulun kulu dost edinmesi ise böyle değildir. İşte Sure-i Muhammed'in: "Allah mutlak ğanî'dir. Sizler ise fakirlersi­niz" mealindeki ayeti, bu hususu çok güzel açıklamaktadır. Muhammed : 38.

İnsanlar her bakımdan birbirilerine muhtaçtırlar. Biri bir diğerini dost edindiği zaman, onu sevip ihsanda bulunduğu vakit; ya dünyada ya da ahirette bunun karşılığına muhtaç olduğu için böyle yapar. Bunu, sırf Allah rızası için yaptığı takdirde bile, Allah'ın rızasına, lütuf ve ih­sanına ihtiyacı var, demektir. Dolayısıyla aslında kendisine iyilik etmiş oluyor. Çünkü yaratılmışlardan hiç biri, mutlak ganî olamaz. Dünyada ve ahirette birtakım ihtiyaçlardan kurtulamaz. Hele Allah'a olan fakrı ve ihtiyacı sonsuzdur. Allah'ın rızasını ve ihsanını kasdederek iyilikte bulunduğu zaman, kınanmak şöyle dursun, övgüve layık görülmesi de bundandır. Hiç bir zaman kul, bir kul olarak eksiksiz olamaz. Eksiklik ve ihtiyaç kulun kulluğu ve yaratılışı icabıdır. Bunun için, yaptığı iyilikleri sırf Allah için yaptığı zaman, hem sevap ve mükafata, hem de gerçek bir övgüye layık olur. "Allah'ın lütuf ve rızasını düşünmek bile bir karşılıktır, gerçek kul, bunu dahî düşünmemelidir!?" şeklindeki söz ve telkinlerin, dinen isabeti yoktur. Böyle bir iddia: "Benim Allah'ın ihsanına ye rahmetine ihtiyacım yoktur" demek olur ki, bir nevi ilahlık davasına kalkışmaktır ve küfürdür:

Yüce Rabbimiz de bir ayet-i celilesinde şöyle buyurmaktadır: "Eğer sizler iyilik ederseniz, şüphesiz kendinize iyilik etmiş olursunuz." İsra : 7.

 Bir diğer ayetinde de şöyle buyurmaktadır: "...Verdiğiniz her iy­ilik ve sadaka kendiniz içindir. Bunların karşılığı sizlere tasta­mam verilir ve hiç bir haksızlığa uğratılmazsınız." Bakara : 272.

Aldanmamak ve yanlış telkinlere kapılmamak üzere, Yüce Allah'ın şu kudsi hadisini de unutmayalım. Allah, bunun kullarına te­bliğini peygamberimize emretmiş ve bunu ona vahyetmiştir. Aynen şöyledir:«Ey kullarım! Sizler gerçekten Bana fayda vermeye, ne de zarar dokundurmaya güç yetiremezsiniz. Kullarım, sizin bu yaptıklarınız birtakım işlerdir ki Ben onları sizin için değer­lendiririm. Her kim hayır yapmışsa Allah'a hamdetsin, kim de şer işlemişse kendisinden başkasını kınamasın." Müslim 2577.

Kul kula yardım ettiği zaman, mutlaka kendisini de düşünmüş olur ve bundan kendisi de fayda görür. Allah'ın kullarına yardım etmesi ise böyle değildir. O sırf kullarının faydasını murad eder. Bu ise kul için sırf menfaat olup hiç bir mazarratı yoktur. Kulun kula yaptığı bir iyi­likte ise, ne kadar samimi de olsa, günün birinde minnet altında bırak­ma ihtimali daima mevcuttur. Buraya kadar gördüğümüz Kur'an'm açık ayetleriyle iyice belirtilmiş bulunan bu hakikatler üzerinde, İslam'ın bu kadar ısrarda bulunmuş olmasına gelince: İyi düşünmelisin ki, İslam seni bu suretle yaratılmışlara bağlanıp kalmaktan, mahlukata bağlılık ve tevekkülden koruyor. Allah'ı bırakıp da onlara sığınmanı, onlara güvenmeni, tapınırcasına onlara kalbini kaptırmanı istemiyor. Seni bundan menediyor.

Kulun kullarla münasebetini bu suretle düzenliyor. Biri diğerinin babası, kocası veya efendisi bile olsa, kulun kul ile münasebetinde on­ları gaye edinmemesi gerektiğini, onlarla sırf Allah (c.c.) için muamele ve münasebette bulunmasını öğretiyor. İşte bu iman ve tevhidi hakika­ti islam'ın emrettiği şekilde öğrenmiş ve kabullenmiş olan bir kul; asla kullan gaye edinmez... Onlara iyilik ettiği zaman ancak Allah (c.c.) için iyilik eder, bizatihi onlardan değil, onlar hakkında Allah'tan korkar. Allah (c.c.) için onların haklarına riayette bulunur. Onların kendisine iyilik etmesini değil, Allah'ın kendisine lütuf ve ihsanlarda bulunmasını ümid eder. Onların kendisine acımasını değil, Allah'ın rahmetini bek­ler. Onları sevdiği zaman Allah (c.c.) için sever, sevmediği zaman da Allah (c.c.) için sevmemiş olur. Sevgide ve saygıda, güvenmede ve sığınmada hep Allah?ı düşünür ve Allah (c.c.) için hareket eder. Evli-yaullah dediğimiz Allah dostlarının yaptıkları gibi yapar, dedikleri gibi der: "Biz size sırf Allah rızası için yediriyoruz. Sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz." İnsan : 9.

Kalbin Saadet Ve Lezzeti Elde Edinmesinin Dokuzuncu Ciheti:

Allah (c.c.) kendisine bildirmedikçe bir kul, senin maslahat ve iyi­liğini bilemez, onu husule getirmeğe de güç yetiremez. Meğer yüce Allah (c.c.) kendisine güç ve iktidar vere. Allah kendisine bir irade ve arzu vermedikçe, o bunu dileyemez. Demek ki bütün işlerin esası Allah'ın dilemesine ye yaratmasına bağlıdır. Bütün hayır O'nun elinde, her şey O'na dönmektedir. Ümid edip dilemek, korkmak, tevekkül et­mek, kulluk etmek bakımından kalbi Allah'tan başkasına bağlamak, sırf zarardan ibarettir. Senin için hayırlı ve menfaatli olan şeyler, sa­dece Allah'ın senin için takdir buyurup ihsan eylediği, yaratıp sana ulaştırdığı, sebeb ve yollarını kolaylaştırıp sana nasib kıldığı şeylerdir.

Kalbin Saadet Ve Lezzeti Elde Edinmesinin Onuncu Ciheti:

İnsanların senden istediklerine gelince: Onların çoğunun senden isteği, kendi ihtiyaçlarını görmendir. İsterse bu senin dinin ve dünyan için zararlı bile olsa... Onlar seni, senin zararını değil, sadece kendileri­nin menfaatlerini düşünürler. Seni yaratıp terbiye eden Rab'bın ise, sa­dece senin iyiliğini ister, zararını istemez ve seni çeşitli zararlardan ko­rur. Bu durumda senin bağlılık ve tevekkülün, rica ve emelin, Allah'tan başkasına nasıl bağlanabilir? Mes'elenin özü ve özeti şudur:

"Eğer bütün yaratılmışlar toplanıp sana bir fayda teminine çalışsalar, Allah'ın senin için takdir ettiği şeyden başkasını te­min edemezler! Keza bütün yaratılmışlar sana bir zarar vermek için birleşseler, Allah'ın senin için takdir ettiği şeyden başkası ile sana zarar veremezler." Tirmizi: 2516

İşte, mübarek mealini göreceğimiz şu ayet-i celİle de, bu noktaya parmak basmaktadır: "Habibim sen de ki:"Allah bizim için ne yazmış (ne takdir etmiş) ise, ancak bize o ulaşır, bizim Mevlamız O'dur! Mü'minler, ancak ve ancak Allah'a tevekkül etsinler." Tevbe : 51.

Bu Konuyu Bitirirken

insan ve hattâ bütün canlılar, irade ile hareket eder oldukları için, aynı zamanda bir irade ve ilim sahibidirler. Kendilerine göre bir is­tek ve talebleri ve kendilerini buna kavuşturacak birtakım sebeb ve ve­silelere ihtiyaçları vardır. Sebeb bazan kendisinden, bazan kendisinin dışından olduğu gibi, bazan da hem kendisinden hem de dışarıdan kay­naklanmış olabilir. Her canlı, şu veya bu şekilde kendi maksadı ve mu­radı istikametinde hareket eder, ona kavuşmak için birtakım sebeb ve yardımcılara başvurur, muradının husule gelmesi için bu sebeb ve yardımcılara güvenip itimad eyler. O halde onun iki kısım muradı bu­lunmaktadır: Biri, doğrudan doğruya istediği şey. Diğeri de istediğine yardımcı olan sebeb ve vasıtalar... Keza kendisine başvurup sığındığı varlık, diğeri de buna alet ve vesile olan şey. Böylece istek sahibinin dört şeyle karşı karşıya kaldığını görürüz ve bunları şöylece sıralayabiliriz:

1- Bizzat istediği şey,

2- İstediğini elde etmek için ihtiyaç duyduğu sebeb ve vasıtalar,

3- Bizzat kendisine sığındığı şey,

4- Sığındığı şeye ulaştıran alet ve vasıtalar.

Gelelim, esas konumuz olan insana ve onun kalbine: Kalb, mutla­ka kendisiyle itmi'nane erip huzura kavuşacağı, sonsuz sevgi ve saygısını sunacağı bir matlubu ister ve arar. Kendisini bu matluba ulaştıracak olan birtakım sebeb ve vasıtalara da şiddetle ihtiyaç duyar. . Muradının hasıl olması için kendisine başvurup sığındığı şey ise, onun yalvarıp dua ettiği şeydir. Artık, sığındığı şey, tapındığı şey olmuştur. Zaten çoğu kere ibadet ile istiane (tapınma ile sığınma); birbirinden ayrılmaz iki şeydir. O halde kalb, muradına erip zafere kavuşmak için kime itimad edip yönelmişse, ona boyun eğip teslim olur, tam manası ile ona teslimiyetini arzeder. İşte onun sığınması da budur. Artık ona bağlılık ve saygısı tamdır, onu candan sevmektedir. Onu, kendi zatı için olmasa bile, bu cihetten sevmekte ve saymaktadır. Hattâ bazen, ondan istediğini unutup doğrudan doğruya ve bizzat onu sevdiği de olur.

Halin galebesi ile onda fanı olma derecesine gelir. Böylece mu­radından geçen kul, aradaki sebeb ve vasıtaları da tamamen unutmuş bulunur. Bazan da, aradaki sebeb ve vasıtaya yönelip sığınır. Mesela bir malı, makamı veya sevdiği bir kadım elde etmek istediği zaman, nasıl davranır? Ya bir sebeb ve aracıya başvurur, yahut da "Benim sev­diğim, dileğimi doğrudan doğruya yerine getirir ve buna kadirdir" diyerek, mahbub ve matlubuna başvurur. Herhangi bir aracıya ihtiyaç his­setmemiş bulunur. Böylece mahbubu ile müsteam (taleb ettiği varlık ile, sığındığı varlık) aynı olmuş olur. Daha önce işaret ettiğimiz dört hu­susun dördü de onda toplanmış olur. Bu dört hususu bir daha ele alıp değerlendirelim:

Birinci Kısım:

Bizzat sevilen ve istenilen, bizzat kendisine sığınılandır. Ve bu, diğer kısımlarla kıyas edilemeyecek kadar büyük ve yüce olanıdır. Bu mertebe mahbub ve matlub olan, yüceler yücesi Allah'tan başkası olamaz! (Allah'dan gayrisinin yaratılmışlardan he­rhangi birisi, bu mertebe sevilecek ve istenilecek olursa, bu sevgi ve is­tek sahibi kul, o yaratılmışı Allah'ın yerine koymuş, bu suretle Allah'a ortak koşmuş olur. Kendisinin, "Ben Allah'a ortak koşmuyorum, benim böyle bir maksadım ve niyetim yoktur" gibi Özürler beyan etmesi, kendi­sini irtikab ettiği şirk"den kurtarmaz. Bunun, kendisine bir faydası do­kunmaz.)

İkinci Kısım:

Bizzat değil de, başkası için sevilen, başkasının izni sebebiyle ve izin verdiği ölçüde kendisinin yardımına başvurulandır. Allah'tan başka sevilen ve Allah'ın izin verdiği ölçüler içinde kendileri­nin yardımına başvurulan bütün sebeb ve yardımcılar, bu kısma girerl­er. Çünkü Allah'tan başka hiçbir varlık, bizatihi ve mutlak olarak mah­bub ve müstean olamaz! Allah'tan maâdâ bütün sevilenler, nasıl Allah (c.c.) için seviliyorsa; yardımına başvurulanlar da, Allah'ın rızası için, Allah'ın rızasına alet ve vasıta oldukları için müstean olurlar. Yoksa bizzat mahbub ve müstean olamazlar. Aksi halde, şirkin kapısı açılmış olur.

Üçüncü Kısım:

Sevilen ve fakat kendisine, başkasının yardımına aracı olması için. başvurulandır.

Dördüncü Kısım:

Kendisinin yardımına başvurulan ve fakat kendisi sevilmeyendir. İşte bunlar ve daha bunlara benzetilebilecek olan birtakım varlıklar... Sevilmek, yardımına nail olmak için kendisine sığınılmak gibi cihetlerden ele alınıp incelendiğinde, acaba bunların hangisidir ki, kalbin kendisine ibadet ve istiane için yönelmesine haki­katen layık ve müstehık bulunsun? Elbette kulların ubudiyet ve istiane­sine (tapınma ve sığınmasına), yüceler yücesi Allah'tan başka layık olan yoktur! Çünkü Allah'tan başka bizatihi var olan yoktur, Allah'tan başka hiçbir ilah, hiç bir müstean yoktur! Diğer sevgiler, yardımlar, yardım­laşmalar, murad ve maksatlar, sebeb ve vasıta olmalar, eğer O'nun için ise, O'nun izin verip meşru kıldığı, sevip razı olduğu şekildeyse, kullara ve kulların kalblerine şifadır. Manevi fayda ve gıdadır. Eğer Allah'ın izin vermediği ve razı olmadığı bir şekilde tecelli ve cereyan ediyorsa, elbette kalb için çok zararlıdır, onun hastalığını artırıcı, onu manen ölüme götürücüdür. Bunların maddî ve dünyevî planda bazı faydaları görülür veya hasta kalb sahiplerince zararsız gibi mütalaa edilirse de, mutlaka zararı faydasından daha çoktur.

Mutlak kendisinden yardım beklenen Allah'tır ve itimad yalnız O'nadır.

7- KUR'AN-I KERİM KALBİN BÜTÜN HASTALIKLARINA DEVA VE ŞİFALARI İÇİNDE BULUNDURUR.

Evet, kalbin bütün hastalıklarının ilaç ve devaları Kur'an-ı Ke-rim'de mevcuttur! Zaten Kur'an da bunun için gelmiştir. Nitekim yüce Allah (c.c.) bir ayetinde şöyle buyurmaktadır:"Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, göğüslerde olan dert ve sıkıntılara bir şifa ve inananlara bir yol gösterici ve rahmet gelmiştir." Yunus : 57.

Yüce Allah (c.c.) diğer bir ayetinde de şöyle buyurmaktadır: "Biz, Kur'an'dan mü'minlere şifa ve rahmet olan şeyler indiriyoruz." İsra : 82.

Bundan Önce de gördüğümüz gibi, hiç şüphesiz Kur'an, kalbin iki nevide toplanan bütün hastalıklarına deva ve şifadır. Kalbin bütün hastalıkları da bu iki nevide toplanmaktadır. Bunlardan biri şüpheler, diğeri de şehvetlerdir. Kur'an ise, hakkı batıldan ayıran, kat'î deliller sunan nice ayetler ile doludur. îşte bu ayetler; ilmî, tasavvur ve idraki ifsad eden şüpheleri giderir ve insanın kalbini itmi'nana kavuşturur.

Hakkı hak olarak, batılı da batıl olarak tanıtır. Yerde ve gökte Kur'an'm benzeri bir kitab mevcud değildir. Kur'an öyle bir kitaptır, ki; Allah'ın birliğini, sıfatlarının isbatını, peygamberliğin ve ahire tin is-batmı, batıl inanış ve fasid fikirlerin reddini Öylesine tezammun ve teahhüt eder ki, bu konuda o eşsiz ve emsalsizdir! Evet O, yüksek man­eviyatın yüce nıes'ele ve hakikatlerini aklı ve kalbi doyuracak ve doldu­racak şekilde isbat ve izah etmekte rakibsiz bir kitaptır! işte bu itibar­ladır ki O, bütün şek ve şüphe has taliki arının hakiki devası ve şifasıdır. Ancak bu, Kur'anî ilim ve marifetlerin elde edilmesine bağlıdır.

Kur'anın manâsını bilmeden, o ayetler ile ne murad edildiğini anlamak için düşünüp   idrak   etmeden,   sadece okumakla hasıl olacak bir şey değildir! Yüce Allah, hangi kuluna Kur'an'ın ayât-ı beyyinatını anla­mayı nasib buyurursa, işte o kul bu sayede hakkı ve batılı kalbiyle ayan beyan görür. Tıpkı kafa gözüyle geceyi gece, gündüzü de gündüz olarak gördüğü gibi. Ve kitaplar, asla kusurdan halı değildir, içlerinde her ne kadar birtakım ilim, marifet ve hikmetler varsa da, birtakım za'f ve hat­alar da bulunmaktadır. ihtiva ettikleri ilimlere tam itimad doğru görülmemektedir. Zira bunların içinde şahsî fikirler ve diğer insanları taklid yoluyla ortaya atılmış iddialar ve zanlarda bulunmaktadır.

Bu zan ve iddialardan hattâ öyleleri vardır ki, hak ve hakikat adına hiç bir şey ifade etmemektedir. Telkin edilen bazı bilgiler, her ne kadar haddi zatında doğru şeylerse de, kalbin ve ruhun salâha ermesi için onlara aslında ihtiyaç bulunmamaktadır. İçlerinde bazı sahih bilgiler de vardır ki, elde edilmeleri çok zor ve tehlikeli olmasına karşılık, elde edildiği takdirde faydası çok azdır, işte içindekiler bu durumda olan o kitaplar için, şu benzetme ne kadar yerindedir:"Heybetli ve korkunç bir dağın tepesine I onulmuş ve to­zulmuş bir miktar deve eti. Kolay değil ki çık:, ü alasın, çıksın bile taze değil ki alıp kullanasın!" Buhari: 6/146. Müslim: 3/1896, 2448

Manevi şifa ve hidayet, ancak Al­lah'ın kelamı ve Allah'ın elçisi'nin kelamı ile hasıl olur. Kelama ve fel­sefeciler ise, kendileri şek ve şüpheden kurtulamamışlardır ki, baş­kalarının şek ve şüphelerini kurtarmaya medar olsunlar. İlim er­babınca malum olduğu gibi, onların kelam ve felsefe konusunda en ileri derecede bulunanlarının şu sözleri, ne kadar ibretlidir:

"Aklî yönelişlerin sonu tökezlemedir. Bilgiçlerin çalışmalarının çoğu, şaşırıp kalmadır. Ruhlarımız, bedenlerimizin içinde huzurda değil, tam tersine vahşet içindedir. Dünyalık olarak elde ettiğimiz de eza ve vebalden ibarettir. Ömrümüz boyunca yürüttüğümüz kelamı ba­his ve münakaşalardan kazancımız; "Denilmiş ki... Dediler ki..." sözlerinden ibarettir."

8- KALBİN GELİŞİP OLGUNLAŞMASI

Kalbin zekatı denilince, onun sıhhat ve salâhının gelişip art­masını anlıyacağız. Zira zekatın lügattaki manâsı; bir şeyin iyi istika­mette gelişip artması, bereketlenip kemale ermesi demektir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur;

"Onların mallarından bir miktar sadaka al ki onunla on­ları temizlîyesin, olgunlaştırıp yüceltesin ve onlara dua et; çünkü senin duan onların ızdıraplarını yatıştırır. Allah işitendir, bilendir." Tevbe : 110

Görüldüğü gibi ayet, taharet ile zekatı biraraya getirmiştir. Çünkü bu ikisi birbirinin lazımıdır, birbirinden ayrılmaz. Bir kalb için her ikisi de mutlaka gereklidir. Unutulmasın ki, kalbdeki günah ve masiyetler, bedenden atılması gereken sıkıntı ve hastalıklar gibidir. Aynı zamanda bunlar, ayıklanmamış hububat içindeki çör-çöp artıkları, tortusundan ayırd edilmemiş demir ve kalay madeni içindeki yabancı madde gibidir. Bunlar tortusundan ayıklanmadıkça kendile­rinden faydalanmak mümkün olmadığı gibi, günah ve masiyet kirle­rinden arınmamış bulunan bir kalb ile Hakk'a ve O'nun rızasına ulaşmak da mümkün değildir. Bedenin zararlı şeylerden kurtulup sıhhata erdiği zaman tabiî kuvvetinin arttığı gibi, kalb de hukukun edası ve gerçek bir tevbeden sonra salâha erdiği zaman, kuvvet ve irad­esinde bir artış olur ve hayra yönelir. Artık fasit cazibelere, kötü şeylere kapılmaz.

İşte böyle bir kalb için: "Zekat ve nema buldu, temizlenip gelişti, kuvvet ve kemale erdi" denilir. Böyle bir kalb, vücud ülkesinde tekrar hükümranlığını kazanmış, hakimiyeti ele almış demektir. Artık o, nefse esir değil, nefis ona esir olmuştur. Fakat bir kalbin böyle gelişip kuvvetlenmesi, kemale ermesi için, önce taharete ermiş olması da şarttır. Yani kalbin tezekkisi (manen temizlenmesi, ahlaken yüksel­mesi) tesaffîsinden (saf hale gelmesi) sonradır. Önce tesaffı edecek, iyice temizlenip safileşecek ki, bundan sonra tezekki devresine girmiş olsun. Nitekim yüce Allah'ın bir ayeti de şu mealdedir,

"Mü'minlere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Bu onlar için daha temiz ve daha yararlıdır. Şüphesiz Allah, onların her yaptıklarından haberdardır." Nur : 30 Görüldüğü gibi yüce Allah (c.c.) bu ayette de, kalbin zekatını, yani temizlenmiş olmasını, gözlerin haramdan sakınmasını, ırzların korun­masını emrettikten sonra zikretmiştir ki bu, kalbin tezekkisinin, tahar­etinden sonra olduğunu ifade eder. O halde kalblerin, önce temizlen­medikçe, gelişip olgunlaşmasına yol yoktur.

Gözleri Haramdan Sakınmanın Başlıca Üç Büyük Faydası

1- İmanın halâvet ve lezzetini duymak,                  .         .

2- Kalbin nurlanması ve feraseti,

3- Kalbin kuvvetlenmesi, sebatı ve metaneti.

Şimdi bunları biraz açıklayalım:

1- İmanın Halâvet Ve Lezzetini Duymak:

Şüphesiz bu, gözünü haramdan sakınmasaydı elde edeceği nefsani lezzetten kat kat daha fazla ve hoştur. Bir tat ve lezzet ki, kul onu Al­lah (c.c.) için bir haramı terk etmekle elde etmiştir, bu tarif edilmez bir lezzettir. Zira sırf ilahi bir bağış ve mükafattır. Nefis ise aslında, güzel şeylere bakmakla lezzet duyar ve yaratılışı icabı bu gibi şeylere düşkündür. Göz ise kalbin bir nevi keşif kolu, öncüsü ve elçisidir. Gözü, hoşlanıp lezzet duyduğu o şeye gönderdiği zaman, eğer göz ona gördüğü şeyin çok güzel ve lezzetli olduğu haberini getirirse, kalb de bu sebeble heyecanlanıp hareket eder ve o şey hakkında iştiyak duyar. Çoğu za­man, böylece kendisini yorar ve kendisinin elçisi ve habercisi olan gözü de yorar.

Demek ki gözü çeşitli manzaraları seyretmekten alıkoyduğun za­man, kalbini arzu ve irade külfetinden kurtarıp dinlendirmiş olursun. Bakışlarını kayıtsız şartsız salıveren ise, hasretler içinde kalır. Zira bakmak, kalbdeki sevgiyi fazlalaştırır ve bakılan şey hakkında bir ilgi başlatır. Sonra bu ilgi gittikçe artarak düşkünlük, bağlılık ve aşk halini alır. Aşk, çok aşırı derecede bir sevgidir. Sonra bu aşk, "şeğaf" denilen ve kalbin ta kökünü ve içini saran bir sevgi haline gelir ki buna "gönlünü kaptırma" da denilir. Daha sonra bu aşk ve şeğaf "teteyyüm" halini alır ki, bunu da ancak "tapınma" ile ifade edebiliriz. Kalbin kökünü ve tamamım saran ve tapınma haline gelen bir sevgi ile sevilen şey ise, şüphesiz "ilah" edinilmiş olur. Bu suretle kalb, tapmılmağa ve kulluk edilmeye layık olmayan bir şeye kul-köle olmuş bulunur, işte bütün bunlar, kalbin habercisi olan gözün bakışı sebebiyle meydana gelmiştir ve büyük bir cinayettir. Bir hükümdar durumundaki kalbin, esir durumuna düşmesine şebeb olmuştur. Kendi hürriyetine sahib bu­lunan kalb, şimdi adeta zindana düşmüştür ve: "Bütün bu başıma ge­lenler senin yüzündendir!" diyerek gözü suçlamaktadır. Göz ise kendi­sine şöyle karşılık vermektedir: "Hiç haksız yere beni suçlama! Ben sadece senin gözcülüğünü ve haberciliğini yaptım. Beni o manzaraları seyretmeğe sen gönderdin."

Neticede böyle bir bela ve cinayete maruz kalan bir kalb, aslında Allah sevgisinden nasibsiz bulunan bir kalbdir. Zira kalb, sevgisiz ve il­gisiz yapamaz. Samimî ve tertemiz bir Allah sevgisinden mahrum olunca, başka şeyleri Allah (c.c.) yerine koymaya, Allah'ı severcesine on­ları sevmeye kalkışır. Halbuki insanın tapmır-casma ve kalbinin tam­amını verircesine seveceği, sadece Allah'tır. Allah'tan başka hak mabud bulunmadığı gibi, bu şekilde sevilecek ve yönelinecek bir varlık da yok­tur. Yegane mabud O olduğu gibi, yegane mahbub ve matlub da yine O'dur. İşte kalb, böyle bir iman ve ihlastan mahrum bırakılınca, kalkıp yaradılmışlardan mabud ve mahbub edinmektedir. Hakiki sevgi ve aşkla dolu olan kalb ise, imanın tadına ve lezzetine ermekte, ihlas ve Allah'a itaat sınırının dışına çıkmamaktadır. Nitekim gerçek manâda kul olanlardan Yusuf (a.s.) ile ilgili bir ayette de bu hususa işaret edilmiş ve şöyle buyurulmuştur:

"Böylece biz kötülüğü ve fuhşu ondan çevirmiş olduk, çünkü o ihlasa erdirilmiş (seçkin ve gerçek) kullarımızdandır." Yusuf : 24

İbret alınacak bir husustur ki, Mısır azizinin karısı müşrik olduğu için o duruma düşmüştür, evli olmasına rağmen. Yusuf ise, seçkin ve gerçek bir kul olduğu için, kalbinde Allah'a iman ve ihlas bulunduğu için, bekar ve genç olmasına rağmen fuhuş ve kötülükten korunmuştur.

2- Kalbin Nurlanması ve Feraseti:

Gözü haramdan sakınmanın ikinci faydası da, kalbin nurlanması ve feraseti idi. "Her kim, zahirini sünnete ittiba ile, batınını da murakabeye devam ile diri kılar da nefsini şehvetlerden, gözünü haramlardan korur ve daima helal rızık ile geçinecek olursa; kalbin ferasetinde hiç hataya düşmez."

Bilindiği gibi Yüce Allah, kitabında bize Lut (a.s.)m kavmini de anlatmıştır. Bunu hikaye ettikten sonra buyurmuştur ki:"Şüphesiz bunda işaretten anlayanlara nice ibretler vardır." Hicr : 75 İşte burada beyan edilen ve "işaretten anlayanlar" olarak vasıflandırılanlar, kalbleri feraset sahibi olanlardır. Bunlar, gözlerini haramdan sakınan, fuhşa tenezzül etmeyen kimselerdir. Unutmayalım ki, aynı zamanda yüce Allah, iman ehli olanlara, "gözlerini haramdan sakınmalarını, ırzlarını gerçek manâda -komşularını" emrettik­ten sonra şöyle buyurmuştur: "Allah, bütün göklerin ve yeryüzünün nurudur."  Gerçekten anlayanlar için, bundaki ibretler ne kadar büyüktür! Acaba bundaki sır nedir ve nasıl açıklanır? Biz burada şu ka­darını söyleyelim:

Ceza ve mükafat daima işlenen işin cinsindendir. Her kim gözünü, Allah'ın kendisine haram kıldığı şeylerden sakınırsa, Allah (c.c.) onu, onun cinsinden ve de ondan çok hayırlı olan bir şeyle mükafatlandırır. Göz nurunu haramdan sakınan kuluna, kalb ve gönül nurunu artır­makla karşılık verir. Böylece bu kul, başkalarının (yani gözünü haram­dan sakınmayanların) göremediği şeyleri görür gibi olur. Zira onun kalb gözü açılmış, basiretinin nuru artarak feraset ehli olmuştur. İnsan bu hali, kendi nefsinde duyup taşıyabilir. Zira kalb aslında ayna gibidir. Nefsanî ve hevaî arzular ise, bu aynaya arız olan kirlerdir. Eğer kalb, nefsanî kirlerden korunmuş veya bunlardan temizlenmiş ise, hakikat­lerin suretleri bu kalbe olduğu gibi akseder. Böyle bir kalb, hakikatleri olduğu gibi görür de, bâtılı hak zannetme hatasına düşmez. Daima ihlas ve yakın halinde bulunur.

Nefsanî ve hevaî kirlerle mülevves olmuş bir kalb ise, hakikatleri olduğu gibi göremez. Böyle bir kalbdeki bilgiler, kat'î bilgi olmaktan uzaktır, zan ve tahmin kabilinden şeylerdir. Tabiî kalbden dışa sızan, konuşulan kelamlar da hep saçma sapan şeylerdir.

3- Kalbin Kuvvetlenmesi, Sebatı ve Metaneti:

Evet, gözü haramdan sakınmanın üçüncü faydası da bu idi. Yüce Allah, böyle bir kuluna, artık nusret ve hüccet saltanatını da bah­setmiştir. Onu gerçekten aziz kılıp. "Şeytanın gölgesinden bile korkup kaçtığı bir kul" haline getirmiştir. Nitekim eserde şu müjde verilmiştir: "Şeytan, nefsani arzularına muhalefet eden bir kimsenin, gölgesinden bile korkup kaçar!" Bunun tersine, nefsine kulluk eden kişi de, zillet ve meskenet vadilerine yuvarlanır. Zira Allah'ın isyankâr kuluna vereceği, zillet ve meskenet; itaatkâr kuluna vereceği de şeref ve izzettir. Nite­kim Kur'an-ı Kerim'in şu ayetleri bunu açıkça ortaya koymaktadır:"...Üstünlük ancak Allah'a, O'nun elçisi'ne ve mü'minlere mahsustur. Fakat münafıklar bilmezler." Münafikûn : 8 "Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer gerçekten mü'min-lerseniz, mutlaka siz üstün geleceksiniz." Al-i İmran : 139 "Kim izzet istiyorsa, bilsin ki izzet tamamen Allah'ındır. (Allah onu dilediğine verir.)" Fatır : 10

Demek ki dünyada ve ukbada izzet ve şeref isteyen, izzet ve şerefin tamamının gerçek sahibi bulunan Allah'a itaat edecek ki buna nail olabilsin. Allah'a itaat yolunun ise, iki büyük prensibi: İman-ı sa­hih ve amel-i salihtir. Bu iki esasın dışında elde edilmek istenen izzet ve şerefler, geçici ve yalancı şerefler olabilir. îslam büyüklerinden bazıları bu konuda şöyle demişlerdir: "İnsanlar çoğu kerre izzet ve şerefi hükümdarların kapılarında aramaktadırlar. Halbuki bunun gerçek yolu, Allah'a taat ve kulluktur."

Hasan Basrî de şöyle demiştir:"Onlar, rahvan yürüyüşlü atlar üzerinde debdebe ve tantana ile yürüseler de Allah'a isyan halinde bulunmanın zilleti kalblerihi sarmıştır. Allah, kendisine isyan edenleri aziz kılmaz. Allah'a itaat ha­linde bulunan kul ise, Allah'ın dostudur. Allah, kendisini seven kulunu zelil eylemez. Nitekim Kunut Duasında da buna işaret edilmiştir." Kunut Duasında geçen bu cümleler şu mealdedir:"Allah'ım, beni de hidayet ve afiyet verdiğin, ilahi sevgine ve dostluğuna erdirdiğin kulların arasına kat. Sen elbette Seni yegane dost edinen kulunu zelil, Sana düşmanlık edeni de aziz eylemezsin! Rabbimiz, Sen ne kadar büyük ve yücesin." Ebu Davud: 1425

Burada esas bilinmesini istediğimiz şey, kalbin gelişip kemale er­mesinin, önce temizlenmiş olması şartına bağlı olduğu hususudur. Nite­kim bedenin gelişip olgunlaşmasında da durum böyledir. Sıhhati bozan şeylerden bedenin arınmış olması gerekmektedir. Aksi halde sağlığına kavuşamadığı gibi, gelişip olgunlaşamaz da... İşte yüce Allah'ın bir ayeti de şu mealdedir:

"Ey insanlar, şeytanın adımlarını izlemeyin. Kim şeytanın adımlarını izlerse, o ona edebsizliği ve kötülüğü emreder. Eğer size Allah'ın lütiu ve rahmeti olmasaydı, hiç biriniz asla temiz-lenemezdi. Fakkat Allah dilediğini temizler. Allah işitendir, bi­lendir." Nur : 21

Yüce Allah bunu, zina ve iftira gibi kötülükleri haram kıldığım bil­dirdikten sonra buyurmuştur ve böylece, kalbin temizliğe ermesinin bu gibi kötülükleri bırakmaya bağlı bulunduğu hususunda biz kullarını uy­armıştır. Bir eve varıldığında, izin almadan o eve girmemek hususunda­ki ilahi buyruk da böyledir ve şu mealdedir:

"...Ve eğer size "dönün" denilecek olursa, (girmekte ısrar etmeksizin) dönünüz. Bu sizin için daha temiz bir harekettir. Allah yaptıklarınızı bilendir." Nur : 28 Demek ki ev sahiplerinin "şimdi müsaid değiliz, dönünüz" demesi halinde girmek için ısrarda bulunmak, kalbin temizliğine ve islam adabına uygun değildir. Zira ev sahiplerinin bu durumda kendilerine göre bir özrü var demektir. Onların özrünü ka­bul ederek geri. dönmekte ise, tıpkı gözü bir harama bakmaktan geri döndürmek gibi, temizlik ve iyilik vardır.

Güzel ahlak ve manevi temizlik esaslarının kaynağı bulunan kit­abımız Kur'an-ı Kerim'in bu husustaki irşad ve uyarıları pek çoktur. Bu­rada bunlardan bazılarını daha görmemizde, çok faydalar vardır. Yüce Allah bir ayetinde şöyle buyurur: "Doğrusu mutluluğa ermiştir, hakkıyla temizlenip arman; Rabb'ının adını anıp da namaz kılan..." Alâ : 14-15

Yüce Allah kitabının bir yerinde de, Musa'nın (a.s.) Firavun'a şöyle hitap ettiğini bildirmektedir: "Ey Firavun, nasıl güzelce arınmak is­ter misin?" Naziat : 18 Bu ayetin tefsiri üzerinde duran alimlerimizin çoğu bunu: "Nasıl, Allah'ın birliğine inanmaya gönlün var mı?" diye açık­lamışlar, yani tevhid ile tefsir etmişlerdir. Demek ki Musa (a.s.) onu, "Allah'tan başka hiç bir İlah yoktur" demeye ve bu suretle şirkten arınmaya çağırmıştır. Şüphesiz imanın ve manevi temizliğin esası da budur. Bu islamî tevhid'e inanmaktır. Zira bu tevhid'e inanan bir kimse, Allah'tan başka varlıkların hiç birinin ilah olamayacağına, Allah'tan başka hiç bir varlığın tapmılmaya layık olmadığına inanmış ve Al­lah'tan başkasına tapınmaktan kurtulup korunmuş olur.

Tezkiye Nedir?

Tezkiye: Bir şeyi temiz kılmak, arı ve duru bir hale getirmek demektir. Bu, bazan da "bir şeyin arı ve duru olduğunu kabul etmek, haber vermek anlamına gelir." İkinci manâya göre ise: "Onun temiz olduğunu kabul ettim, haber verdim" anlamına gelir. İşte Necm Süresindeki "tezkiye" ile ilgili ayet: "Artık kendinizi tezkiye et­meyiniz, yani temize çıkarıp övmeyiniz" anlamındadır. Yoksa birin­ci manâda değil, yani "kendinizi temizleyip arıtmayınız" anlamında değildir. Bu anlamda olmadığım, aynı ayetin sonundaki cümle de göstermektedir. Zira bazı insanlar: "Biz, nefislerini arındırmış, kalblerini temizlemiş, salih kişileriz. Takva ehli iyi kullarız" diyerek kendileri­ni temize çıkarıp övünüyorlardı. Bu ayet inerek onlara ve dolayısıyla herkese: "Artık kendinizi temize çıkarıp övünmeyiniz! İyi biliniz ki, kimin takva sahibi olduğunu, kimin kalbinin daha teiniz bu­lunduğunu en iyi bilen Allah'tır" diyerek irşadda bulundu. Necm : 32

Zeyneb validemize ana-babası "Berre" adını vermişlerdi. O'nun bu adla anılması iyi karşılanmamış, "Kendisini beğenip övünüyor" denilmiş. Zira "Berre", iyilik yapan, iyi insan anlamına geliy­ordu. Bu sebeble Peygamber (s.a.v.) onun adını değiştirip, kendisine "Zeyneb" adını vermiştir ve; "İçinizden hanginizin iyilik ehli olduğunu Allah daha iyi bilir" buyurmuştur. Müslim: 2141

İnsanların nefislerini, ruh ve kalblerini tezkiye edecek olan da Allah'tır. Allah, nefisleri tezkiye buyurur, nefisler de Allah'ın bu tezkiyesini kabul eder ve felaha erer.

Allah'ın yasaklarını alenen çiğnemekten çekinmeyen günahkarlar; silik ve sönük şahsiyetlerdir. Hattâ şah­siyetsiz, mürüvvetsiz kimselerdir. Çirkin ve kötü işleri irtikab edenler, nefislerini kirletmiş ve helak etmiş olurlar. İyilik ve güzel amel yapan­lar ise, nefislerim temizlemiş, yükseltmiş olurlar. Böylece kemale ve ce­male ererler. Ebedi felah ve saadete, izzet ve mutluluğa nail olurlar.

9- KALBİN, BİRTAKIM KİR VE PASLARINDAN TEMİZLENMESİ

Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:"Ey elbisesine bürünen, kalk uyar! Rabbini tekbir at, elbi­seni temizle!" Müddessir : 1-4 Yine bu konuda Yüce allah (c.c.) şöyle buyurur "Onlar (o küfürde yarış edenler ve münafıklık yapanlar) öyle kimselerdir ki, Allah onların kalblerini temizlemek isteme­miştir. Onlar için dünyada rezillik var ve yine onlar için ahi-rette de büyük bir azab vardır." Maide : 41.

Yukarıda gördüğümüz gibi, ilgili ayette: "...Elbiseni temizle" bu vurulmuştur. Müfessirlerin çoğunluğu, buradaki elbiseden maksadın kalb olduğunu, "elbiseyi temizlemekken maksadın da ahlakı ve amel­leri ıslah etmek olduğunu söylemiştir.

Helalinden giyinmek, giyilen elbisenin ve kullanılan diğer eşyanın temiz tutulması ise, aslolan kalb temizliğinin tamamlayıcısı durumunda olan görevlerdir. Her ne kadar zahiren emredilen bu ise de, bunun ve diğer zahiri şeylerin, manevi ve kalbî temizlikle büyük bir irtibatı vardır. Kalbin temizliğiyle ilgisinden dolayı bunlar emredilmiş bulunur­sa; bizzat kalbin temiz tutulmasının emredilmiş olması ise, bundan önce gelir.

Ayette: "Allah'ın kalblerini temizlemeyi murad etmediği kimseler"den söz edil­mişti. Ayette bunların "küfürde yarış eden ve münafıklık yapan kimse­ler" olduğu bildiriliyordu. Aynı zamanda ve az yukarıda, bunların, "yala­na kulak veren, ilahi kelimelerin yerlerini değiştirerek bozan" kimseler olduğu haber veriliyordu. Demek ki Kur'an'm açık beyanına göre, batıl ve yalan şeylere kulun kulak vermesi ve bunu kısa zamanda terketmey-ip de alışkanlık haline getirmesi; o kulun, yalanı ve batılı seven, hak ve hakikatten hoşlanmayan, hakkı red ve inkardan aciz kaldığı zaman da tahrife yönelen bir kimse haline gelmesi ile neticeleniyor. Yani önceleri sadece yalana ve batıla kulak veriyorken, daha sonraları bu; batılda ısrar eden, inkar edemediğini tahrif edecek kadar azıp sapıtan bir kişi haline gelmesine sebep oluyor. Günah günahları, batıl birçok batılları doğuruyor.

Nitekim İslam'dan sonra meydana gelen inanç fırkalarından Cehmiye Mezhebi mensupları da, bu yahudilik ve münafıklık ahlakı ile ahlaklanmışlar, Allah'ın yüce zatını tanıtan sıfatlarla ilgili hadisleri "tevil" adı altında tekzib ve inkar etmekten sakınmamışlardır. Bazan böyle yapmışlar, bazan da: "Bu hadisler, âhâd haberleridir. Allah'ın Zatını, isim ve sıfatlarını tanıma konusunda bunlara itimad etmek doğru olmaz!" diyerek reddetmişlerdir, İşte bunlar ve bunların benzerle­ri; ilgili ayette haber verilen ve haklarında: "Onlar öyle kimselerdir ki, Allah onların kalblerini temizlemeyi murad etmemiştir" buyuruları kim­selerdir. Eğer böyle olmasaydı, onlar Allah ve Rasulü'nün kelamını bırakmaz, batıl hayallere düşmezlerdi.

Kendilerinin tasavvuf ehli olduklarını söyleyen birtakım şatahât ehlinin durumu da böyledir. Onların da kalbleri temiz olmadığı ve "Allah'ın kalblerini temizlemeyi murad etmediği kimseler"den oldukları içindir ki, Allah ve Rasulü'nün kelamını bırakmışlar, birtakım batıl ha­yallerin peşine düşmüşlerdir. İmanı ve Kur'anî semai bırakmışlar, şeytanî ve nefsanî semahların içine dalmışlardır. Kalb ve ruhlarının hu­zur ve sükununu, taharet ve itmi'nanını güya bunda aramaktadırlar. Allah ve Rasulünün kelamına karşı ise istiğna gösterirler, kendilerinin buna muhtaç olmadığını zan ve iddia ederler. Halbuki, "Kelamullah" kalb ve ruhların gıdalanması için sonsuz bir hazinedir. Nitekim Osman bin Affan (r.a.), bu konuda şöyle buyur­muştur: "Kalblerimiz iyice paklık ve temizliğe erse, Allah kelamı olan Kur'an'dan doymasına imkan yoktur."

"Kalb-i Selim", "Kalb-i Tahir" dediğimiz gerçekten temiz olan kalbe gelince: Elbette ki "temiz kalb", hayatı ve nuru kemale ermiş ve birtakım kirlerden temizlenmiş olması hasebiyle asla Kur'an'a doymaz. Kur'an'm hakikatlerinden başka şeylerle gıdalanmaz, Kur'an'm deva­larından başka ilaçlar ile tedavi olmaz. Allah'ın temizlemeyi murad et­mediği kalbler ise bunun aksinedir. Onlar da kendilerine uygun şeylerle gıdalanır ve yine kendilerine uygun şeyleri deva diye kullanır. Zira çeşitli kir ve pisliklerle dolu bir kalb, çeşitli mikroplar ile hastalanmış bir beden gibidir.  Böyle bir beden,  sıhhatli bedenlerin gıdasıyla gıdalanamayacağı gibi, böyle bir kalb de sıhhatli kalblerin gıdalandığı şeyle gıdalanmaz; ancak kendisine uygun şeylerle gıdalanır.

Bizim burada işaret etmek istediğimiz husus; Allah'ın temizlenme­sini irade buyurmadığı bir kalb, dünyada rezillik, ahirette de azab görecektir, hususudur. Kalbin kirlilik ve habaset derecesi ne kadar ise, göreceği rezillik ve azab da o kadar olacaktır. Bunun sebebini de ilgili ayet, gayet açık bir şekilde bildirmiş; "Onların küfürde yarış ettikle­rini, münafıklık yaptıklarını, Kur'an'a değil de batıla ve yalana kulak verdiklerini ve sonunda batıla dost olduklarını, inkarı zor gelen hakikatleri de tahrif edip batıl şekline soktuklarını ve böylece, hakkı yalanlamakta ısrar gösterdiklerini" haber ver­miştir.                             

Unutulmasın ki, ebedî saadet yurdu cennete de ancak selim ve ta­hir kalb sahipleri girebilecektir! Zira cennet, "Temiz olanların yurdu­dur." Bu sebepledir ki onlar cennete girecekleri zaman kendilerine: "...Temizlendiniz, hiç çıkmamak üzere cennete giriniz!" Zümer : 73 de­nilecektir. Temizlenmiş olmaları sebebiyle cennete girecekleri kendile­rine hatırl atılacaktır.

İnsanın bir imtihan evi bulunan şu dünyadaki hayatı sona erdiği ve vefat etmek üzere bulunduğu bir anda, kendisine böyle büyük bir müjde de verilecektir. Tabiî selîm ve tahir kalb sahibi olanlara... Yoksa herkese değil...

Kitabımız Kur'an-ı Kerim'de bu hususla ilgili olarak da ayetler vardır. Bunlardan biri şu mealdedir: "Melekler, iyi insanlar olarak canlarını aldığı kimselere de: "Selam size, yaptıklarınıza karşılık cennete giriniz" derler." Nahl : 32

Tam kirli ve habis olan birisi cennete giremeyeceği gibi, kendisinde az çok kir bulunan biri de doğrudan cennete giremez. Evet, dünyada tam manâsı ile temizlenmiş ve Allah'a tertemiz olarak kavuşmuş bir kul, doğrudan ve bir engelle karşılaş maksi zın cennete girer.

Temizlenmemiş olan bir kimseye gelince: Eğer onun kiri ve habaseti aslî ise, yani kendisi kafir olduğundan aynen necis ise, hiç bir şekilde cennete giremez. Eğer necaseti, kesbî ve arızî ise, bunlardan temizlendikten sonra cennete gir­er. Bir kere cennete girdi mi, bir daha da ondan çıkmaz. Hattâ aslında ehl-i iman oldukları için cennetlik olanlar, cennete girmek üzere sırattan geçtikten sonra, ayrıca karşılarına çıkan bir köprü üzerinde durdurulurlar. Bu köprü de cennet ile cehennem arasındadır. Onlar bu­rada bir miktar bekletilirler, üzerlerinde bulunan kir bakiyesinden de iyice temizlendikten ve cennete tam layık bir şekle getirildikten sonra, gidip cennete girerler. Yani orada böylece tehzib ve tezkiye olunduktan sonra, kendilerinin cennete girmeleri için izin verilir.

Yüce Allah, yüce hikmetiyle cennete girmeyi, temizlenmiş ve arınmış olmak şartına bağlamıştır. Bu manevi temizliğin en büyük iba­det esaslarından biri ve dinin direği olan namaz ibadeti için de, temiz­lenmiş olmayı şart kılmıştır. Kişi, hadesten ve necasetten temizlenme­dikçe namaza ve namaz yoluyla ilahi huzura duramaz. Temizlenmemiş, dışını paklayıp arındırmamış olan kimsenin namaza durması mümkün olmadığı gibi, birtakım kir ve paslardan kalbini arındırmamış olanların cennete girmeleri de mümkün değildir. Demek ki taharet ve temizlik deyince, bunun da iki cepheli bir görev olduğunu unutmamamız gerekmektedir. Biri için, diğeri de dışın temizliği... Bu her iki temizlik, etle tırnak gibi birbirine bağlı... Kalb temizliği asıl ve şart... Beden temizliği de onun kemali bakımından mutlaka gerekli ve farz... İşte bu yüzdendir ki, namazın da birtakım şartlan vardır. Bunlardan biri de abdest al­maktır. Abdest alacak müslümanlar için, abdestlerinin akabinde şöyle demeleri meşru kılınmıştır: "Ben şehadet ederim ki; Allah'tan başka ilah yoktur! Yine şehadet ederim ki: Muhammed O'nün kulu ve elçisidirt Allah'ım, beni tevbe edenlerden ve güzelce temizlenip paklananlardan eyle..." Müslim 17

Burada su ile abdest alarak bedenini temizleyen müslüman, tevbe ile de kalbini temizlemiş olur. Kelime-i şehadet'i okuyarak da, imanını yenilemiş ve takviye etmiş olmaktadır. Böylece dış ve iç temizliği yaptıktan sonra, artık ilahi huzura girmeye elverişli bir hale gelmiştir. Artık namazı Açış Tekbiri'ni alarak ilahi huzura girebilir, O'na olan kulluğunu, dua ve münacaatmı arzedebilir.

peygamberimiz'in (s.a.v.) bir dua ve münacaatı da şu mealde idi: "Allah'ım, beni günah ve hatalardan pak eyle! Allah'ım, beni, beyaz elbisenin kirlerden arınıp temiz­lendiği gibi, günah ve hatalardan temizle! Allah'ım beni, kar ile, dolu ile, soğuk su ile pak eyle!" Müslim: 147

"Günahlar ve hatalar, kar ile, dolu ile, soğuk su ile nasıl temizlenir?" Temizliğin bunlara tahsis edilmiş olmasının hikmetinin nedir.

"Manevi pas ve kirler ki biz onlara günahlar ve hatalar diyoruz, kalbde birtakım hararet, kirlilik ve zafiyet meydana getirir, kalbi sarkıtır ve onda şehvet ateşini yandırır. Hata ve günahlar kalb için, ateşi alevlendiren ve kuvvetlendiren odun gibidir. İşte bu sebeble hata ve günahlar çoğaldıkça, kalbin şehvet ve ateşi de o nisbette çoğalır ve o nisbette zayıf düşer. Soğuk su ise, ateşi söndürür, harareti giderir. Be­dene bir kuvvet ve zindelik kazandırır. Eğer soğuk suya ilaveten kar veya dolu da alınacak olursa, daha fazla zindelik kazandırır. İşte bura­dan anlıyoruz ki, ilgili hadisde: "Kar ile, dolu ile, soğuk su ile temi­zle!" buyurulmuştur. Yani kalbe daha fazla kuvvet ve zindelik vermesi için Cenab-ı Hakk'a dua edilmiş olmaktadır."

Burada dört nokta vardır. Bunlardan ikisi maddi ve hissidir, ikisi de manevidir. Su ve su ile te­mizlenen necaset maddi ve hissî olduğu gibi, tevbe ve istiğfar ve bunun­la izale edilen kir ve paslar da manevidir. Kalbin salâhı ve selameti ise, her iki yönden temizlik olmadan tamamlanamaz. Maddi ve hissî temiz­lik, her ne kadar ikinci derecede ise de, kalbin salâhı için manevi temiz­lik gibi şarttır. Aksi halde kalbin salâhı kemale erdirilemez. Dikkat edersek peygamberimizıin hadislerinde bu her iki cihete de temas edil­miştir. Özet olarak dört noktanın her birini de içine almıştır. Bu, gerçekten mükemmel ve güzel bir beyandır.,

Malum olduğu üzere, Peygamberimiz (s.a.v.), heladan çıktığı za­man: "Ey Allah'ım, şimdi ben Senden, Senin mağfiretini isti­yorum!" derdi. Ebu Davud: 30

Şüphesiz O'nun böyle dua buyurmasında da bir sır ve hikmet bu­lunmaktadır. Diyebiliriz ki: İnsan büyük abdestini yapıncaya kadar karnında tuttuğu şey, midesine ve bedenine ağırlık ve eza verir. Bunu dışarı attığı zaman da rahat eder. Hatâ ve günahlar da kalbe eza ve ağırlık verir, işte burada da iki eza verici, iki zararlı sözkonusudur. Peygamberimiz (s.a.v.) ise heladan çıktıktan sonra Allah'a hamdediyor, istiğfar ediyor. Maddi eza vericiden halâs bulduğu için hamdediyor, ma­nevi eza vericiden halâs talebi sadedinde de Allah'tan mağfiret istiyor. Bu suretlekalbin hafiflemesini ve istirahatini de dua ve niyaz eylemiş bulunuyor. (Yani bizleri, bu şekilde irşad buyuruyor...)

Şirk, Zina Ve Livata'da Bulunan Manevi Kir Ve Paslar

Yüce Allah'ın Kitabı'na baktığımız zaman, şirk, zina ve livatanın necis ve habis olmakla damgalandığım görüyoruz. Diğer günah ve ma-siyetler de böyle ise de, onlarda bu damga yoktur. Kur'an'da bu hususla ilgili olarak vaki beyan ve kelamlara bir kulak verelim: "Ey iman edenler, biliniz ki Allah'a ortak koşanlar necistir (pisliktir)." Tevbe : 28

Livata, yani bir erkeğin diğer bir erkekle cinsî münasebette bulun­ması günahını irtikab edenler hakkında vaki beyan da şöyledir: "Lût'a da hüküm ve hikmet verdik ve onu, habîs işler yapan bir kent­ten kurtardık. Gerçekten onlar, yoldan çıkan kötü bir kavim idi." Enbiya : 74

Şirke ait habaset ve necaset iki kısımdır: Biri ağır ve kaba, diğeri de hafiftir. Ağır ve kaba olanına "Şirk-i Ekber=büyük şirk" denilir ki bu, Allah'ın affetmediği bir pisliktir. Zira ilgili ayette de haber verildiği veçhile, Allah kendisine şirk koşulma günahını affetmez. Şirke ait pis­liğin hafif olanı ise "şirk-i asgar=küçük şirk"tir.

Mesela: Yapılan bir işe azıcık riya karışması, bir ameli kul için yapmak, gösterişte bulunmak, kul adına yemin etmek, kuldan korkup kula sığınmak; küçük şirk olup "necaset-i hafife"dir. Aslında şirke ait necaset, necaset-i ayniyedir. Yani şirk, aynen ve gerçekten bir pisliktir. İlgili ayette: "...Müşrikler necis­tir" buyurulmuş olması da bunu ifade eder. Zira "neces", aynen necis demektir. "Necis" ise, pisliğe bulanmış şey demektir. Aslında pisliğe bu­lanan şey, aynen necis değildir. Mesela bir elbise, aslında temiz olduğu halde, bir pisliğe bulaştığında ona "necis" denilir ki, bununla pisliğe bulaşmış olduğu anlaşılır, fakat o elbise hakkında "neces" denilmez. Al­lah'a ortak koşanlara ise "neces" denilmiştir ki, onların aynen necis olduğunu ifade eder. Necasetler içinde en necis olan şey, şirktir.

Zulümler içinde en büyük zulüm dahi, yine şirktir. Lügatte ve şeriatte "neces"; kendisinden uzak kalınmak, kendisine dokunulmak istenilmey­en ve kendisinden tiksinilen pislik demektir. Selim fıtrata sahib olan­lar, ondan şiddetle nefret ederler. Kalbîeri diri olan ve hayası çok kuv­vetli bulunan kimselerin ondan nefreti ise, herkesten daha şiddetli olur.

Aynen necis olan şeyler, ya sadece bedene veya kalbe eza verir, ya da her ikisine de eza verir. Aynen pis olan bir şey, bazan kokusu ile uzaktan eza verir. Bazan da yanma varmak veya dokunmakla eza verir. Fena kokusu olmasa bile, görüntüsü ile tiksinti verenler de olur. Bazan zahiren hissedilir, bazan da sadece manen hissedilir. Şirk, zina ve livata gibi pisliklere bulanmış olan kimselerin, bedenlerinde zahiren hiçbir fena koku bulunmasa bile, kalb ve ruhlarına birtakım fena kokular sin­miş olur.

Kalbleri diri ve iyice paklanmış olanlar, onların kalblerindeki o fena kokuları hissederler ve bundan rahatsız olurlar. Fena kokan bir pislikten, birisinin maddeten rahatsız olduğu gibi. Bazan da kalbdeki fena koku, bedene ve bedenden ter vasıtasıyla dışa vurur. Her zaman ve herkeste olmamakla beraber bazan terin fena kokması, bedenî ve maddi değil, ruhî ve manevi olabilir. Bunu da herkes değil, ancak kalbîeri tam manâsıyla diri ve temiz olan kimseler farkedebilirler. Bazan da kalbde­ki temizlik ve iyilik bedenin iç yapısına, oradan da ter vasıtasıyla dışa vurur ve gayet hoş kokar. Bu sebeble Allah'ın salih kullarının ve pey­gamberlerin terleri hoş kokulu olur. Sevgili peygamberimizin teri, pek hoş kokardı.

Nitekim Ümmü Süleym hadisi bu hususta çok açıktır. Ümmü Süleym, peygamber efendimiz'in terini toplarken, peygamberimiz ken­disine ne yaptığını sormuş, o da: "Ey Allah'ın elçisi, senin mübarek terin, güzel kokularımızın en güzeli olduğu için, onu, şişede sak­ladığımız kokuya karıştırmak üzere topluyorum" cevabını ver­miştir. Müslim: 2/1815

İyi bilinsin ki: Şirk; en büyük zulüm, en büyük kabahat, en büyük kötülük olduğu için, Allah (c.c.) katında en çirkin ve en çok buğzedilen şeydir. Bu sebeble o şirk cinayeti üzerine, azablarm en şiddetlisini hazırlamıştır. Dünyada ve ahirette hiçbir günahın azabı, şirkin azabı kadar olamaz.

Cenab-ı Hak, şirkten başka hiçbir günah hakkında, bağışla­mayacağını bildirmemiştir. Yukarıda gördüğümüz ayette de, şirk ehli­nin aynen necis olduklarını bildirmiş, Harem-i Şerife yaklaşmaktan on­ları menetmiş, kestikleri hayvanların yenilmesini haram kılmış, kadınlarının nikahlanmasım yasaklamış, kendileriyle mü'minler ara­sındaki bütün iyi münasebetleri kaldırmıştır. Müşrikleri Zat-ı İlahi-yesi'ne, meleklerine, peygamberlerine ve bütün mü'minlere düşman kılmıştır.

Ehl-i iman ile onlar arasındaki barışı kaldırmış, onların canlarım ve mallarını mü'minlere helal eylemiştir. İsterlerse iman ve tevhid eh­line, onların esir ve köle yapılmalarına da geçerlik vermiştir. İşte bütün bunların sebebi, Allah'a şirk koşma günahının; Allah'ın Allahlığının ve yarattıkları üzerindeki Rubûbiyet hakkının inkarı mahiyetinde oluşundandır. Evet şirk; Rubûbiyet hakkını inkardır, ulûhiyyet azametini hiçe saymaktır. Alemlerin Rabbı'na sû-i zan'dır.

Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır: "Allah katında kötü zanda bulunan münafık erkeklere ve münafık kadınlara, Allah'a ortak koşan erkeklere ve kadınlara da Allah az ab etsin, kötülükler kendi başlarına gelsin diye... Zira Allah onlara gazab etmiş, onları lanetlemiş, onlara cehennemi hazırlamıştır. Orası, ne kötü bir yerdir." Fetih : 6

Görüldüğü gibi yüce Allah, azabın, en şiddetlisini müşrikler için hazırlamıştır. Çünkü onlar, Allah  (c.c.) hakkında kötü zanda bulun­muşlar ve sonunda açıkça Allah'a ortak koşmuşlardır. Eğer onlar, Allah (c.c.)  hakkında iyi  zanda bulunsalardı,  O'na  ortak koşmazlar, mü'minler gibi Allah'ı hakkıyla birler, "Hak Tevhid" ile tevhid ederlerdi.

Bilinen bir husustur ki, müşrikler putlarını zatında, sıfat ve ef alinde Allah'a denk olarak bilmiş değillerdi. Esasında onların böyle bir iddia ve inançları bulunmamaktadır. Onlar hiçbir zaman putlarının, yerlerin ve göklerin yaratıcısı olduklarını, diriltip öldürdüklerini, alem­de tasarruf ve tedbir ettiklerini düşünmemişlerdir. Onlar sadece tapın­mada, sevgi ve tazimde putlarını Allah'a eş ve ortak edinmişler, bu bakımdan putlarını Allah'a denk saymışlardır. Nitekim kendilerini İsla­ma nisbet ettikleri halde, şu veya bu şekilde Allah'a ortak koşanların hali de aynen böyledir. Şaşılacak bir haldir ki, böyleleri evliya veya şeyhlerin kabirlerine, kendilerine veya ruhaniyetlerine teveccüh edip sığınmak suretiyle İslami manâdaki tevhidi ihlal ettikleri halde, ken­dilerini bu bakımdan ikaz eden islam alimlerini, "Evliya ve enbiyayı in­kar etmek, onlara tazim ve hürmette kusur etmekle" itham ederler!

Halbuki islam alimlerinin onlara söyledikleri, Kur'an'm bu husus­taki ayetlerini dile getirmek ve şöyle demekten ibarettir: "Onlar da Al­lah'ın kullarıdır! Ne kendileri, ne de başkaları için bir zarar veya fayda vermeye malik değillerdir. Ölüm ve dirimde, haşir ve neşirde tasarruf edemezler. Allah izin vermedikçe, şefaate bile yetkileri olamaz! Tevhid'i ihlal edenler için ise, hiç bir kim­seye şefaat izni verilmeyecektir. Ancak tevhid ehli için, Allah'ın izin vermesi ile şefaat edebilirler. Emrin tamamı, şefaatin esası, sadece ve sadece Allah'a aittir! Velayet dahi, mutlaka O'nundur! O'ndan başka veli, O'ndan başka şefi' yoktur."

Gerek şirk, gerek inkar, Allah hakkında kötü zanda bulunmaya dayanır. Bu sebepledir ki tevhid ehlinin imamı olan ibrahim (a.s.), ba­basına ve kavmine hitaben: "Siz, Allah'tan başka uydurma ilahlar mı istiyorsunuz?" demiştir. Saffat : 86Keza yine o, şirk koşanlara hitaben: "Sizin alemlerin Rabbı hakkında zannmız nedir?" buyurmuştur. Saffat : 87

Her ne kadar ayetten zahir olan manâ: "Allah'ın size nasıl bir mu­amele edeceğini zannediyorsunuz? Siz ki, O'na inandığınız halde, O'nunla beraber başka ilahlara da ibadet edip O'na ortaklar koşuyor­sunuz! Akıbetinizin ne olacağını sanırsınız?" şeklinde ise de; bu zahir olan manânın altında şöyle bir tehdid de bulunmaktadır: "Allah'a, ne kadar kötü zanda bulunuyorsunuz? O'nun hakkında zannmız nedir ki O'ndan başkasına ibadet ediyorsunuz?" Evet, bu ayette böyle bir tehdid de vardır. Çünkü Allah'a orta koşan kimse; her hal ü kârda Allah'a kötü zanda bulunmaktadır!

Şöyke ki: Müşrik, ya Allah'ın alemi tedbir ve tasarrufta bazı vezir ve yardımcılara ihtiyacı bulunduğunu zannetmektedir, yahut da Al­lah'ın kudretinin, ancak o ortak koştuklarının kudretleri ile tamam­landığı zannmda bulunmaktadır. Bunların her birinin Allah (c.c.) hakkında ne kadar kötü bir zan, kötü bir inanış olduğu ise meydan­dadır. Üçüncü olarak da müşrik, aradaki vasıta ve yardımcılar olmasa, Allah'ın ilminin onlara ulaşmayacağını düşünmüş olabilir. Veya arada­ki vasıta olmasa, Allah'ın rahmet ve inayetinin kuluna ulaşmayacağını zanneder. Bütün bunların; Allah'a eksiklik ve kusur isriad etmek olduğu ise, aşikârdır. Onlar böyle kötü zanlara ve batıl inanışlara düşerken, hiç şüphesiz Allah'ın kulları ile olan muamelesini, dünya hükümdarlarından birinin, idaresi altında bulunan insanlardan bazı­larına olan muamelesi ile kıyas ederek sapıtmışlardır.

Şu veya bu şekilde Allah'a ortak koşan bir kimse; Allah'a eksiklik veya acizlik isnad etmeyi asla kasdetmemiş bile olsa; mutlaka bu duru­ma düşmektedir. Çünkü şirk, Allah'ın rububiyet ve ulûhiyetine nok­sanlık isnadını ilzam etmektedir. Şirk üzere ölen bir kulu, yüce Allah'ın asla affetmediğini düşünürsek; bu hususu daha iyi anlamış oluruz. Aksi halde Allah'a şirk koşan kimse, bütün kulların en bedbahtı olmaz, ebe-. diyen cehennemde kalmazdı. Müşrik, ne kadar kendisinin Allah'a ta­zimde bulunduğunu sanırsa sansın, neticede Allah'a eksiklik isnad etmiş olur! Nitekim, sünneti bırakıp bid'ate yönelen bîrinin de, mutlaka hazreti peygamberi itham etmiş olduğu gibi...

O; her ne kadar bu bid'atini işlemekle dinde daha iyi, daha fazilet­li bir şey yaptığını ve Rasulüllah'a ta'zimde bulunduğunu sanırsa da, onun bu zannı da şüphesiz yersizdir. Eğer O, irtikab ettiği bid'atinin, sünnet'den daha hayırlı olduğunu veya onun sünnet olduğunu bilmiye-rek iddia ederse, işte bu duruma düşmüş olur. Eğer bid'atinin "bid'at" olduğunu bilerek irtikab eder ve bu bid'atin sünnet'den evla olduğu id­diasında bulunursa, bu takdirde hem Allah'a, hem de Rasulüllah'a karşı çıkmış olur.

Allah'a ve Rasulüllah'a eksiklik isnad eden insanlar iki sınıftır.

Bunların biri ehl-i şirk, diğeri de ehl-i bid'at olanlardır. Mesela ilm-i kelam ehlinden olup da: "Allah'ın ve rasulünün kelamı; lafzı delill­er olup zan ifade eder, yakın ve kat'iyet ifade etmez!" diyen bir kimsenin hali böyledir. Yüce Allah, müslümanlara imdad eyleyip basiretler ver­sin! Acaba, "Allah'ın ve Rasulüllah'm kelamı ilim ifade etmez!" demek­ten daha büyük cür'et olabilir mi? Acaba hangi söz, böyle bir sözden daha fazla Allah ve Rasulüllah'a noksanlık isnad etmiş olur?

Keza teşbih (benzetmek) veya tecsim (cisimlendirme) olur korku­suyla, Allah'ın kemal sıfatlarını red ve inkar eden kimsenin durumu dahi böyle değil midir?

Maksadımız: Bu noktada, gerçekten Allah'a ve Rasulüllah'a eksik­lik isnad edenlerin kimler olabileceği hakkında bir fikir vermektir. El­bette kî, Allah ve Rasulüllah'm kelamına tam bir teslimiyet ile itimad ve itibar edecekleri yerde, şirk ve bid'ate kaçan insanlar; Allah'a ve Ra­sulüllah'a eksiklik isnad edenlerin en büyüğüdür! Şeytan onlara öyle bir vesvese ve vehim vermiştir ki, kendi batıllarını hak, eksikliklerim ke­mal zannetmektedirler. Bu yüzdendir ki bid'at, daima şirkin karini (ayrılmaz arkadaşı) olmuştur! Yüce Allah'ın şu ayetine, iyi kulak vere­lim ve hakikatin nasıl beyan edildiğini görelim:

"De ki: Rabbim, ancak kötülükleri, gerek açığını, gerek giz­lisini, günahı ve haksız yere saldırmayı; hakkında hiç bir şey indirmediği bir şeyi Allah'a ortak koşmayı ve Allah hakkında bil­mediğiniz şeyler söylemenizi haram kılmıştır." A'raf : 33

Evet, günahkarlık ve haksızlık birbirinden ayrılmadığı gibi, şirk ile bid'at da birbirinden ayrılmaz! Bunlar, birbirinin karînidirler.

Günah Ve İsyanların Hükmü

Günah ve isyanlar dahi manen necistir, fakat mahiyetleri itiba­riyle ve şirke kıyasla bunlar farklıdır. Yani bazı günah ve kötülükleri irtikab etmek; Allah'ın rububiyyetine karşı ithamda ve kötü bir zanda bulunmuş olmayı gerektirmez. Bunun içindir ki Allah; günahlara» şirk üzerine koyduğu hüküm ve cezaları koymamıştır. Nitekim bunların şeriattaki durumları da birbirinden farklı olmuştur. Bilindiği gibi şeriatte, necaset-i hafife affedilmiş tir. Taharet mahallindeki az necase­tin affedildiği gibi. Nitekim ilgili bir hadiste: "Biriniz, hacetini görmeye gittiği zaman, yanında üç adet taş götürsün ve onlarla taharetlensin! (Suyun bulunmadığı hallerde) bu kendisi için yeterli olur" buyurulmuştur. Ebu Davud: 1/37

Keza ayağa giyilen mestlerin, ayakkabıların altına bulaşmış bulu­nan az miktardaki pislik de affedilmiştir. Nitekim bu hususta da hadis vardır. Keza süt emen çocuğun bevli ve daha bazı şeyler de affedilmiştir. Fakat durum, necaset-i galîza denilen kaba pisliklerde böyle değildir.

Keza küçük günahlar da bazı vesilelerle affedilirken, büyük günahlarda durum farklıdır. Halis ve Hak Tevhidine hiç bir şirk şaibesi karıştırmayan gerçek bir muvahhidin, nice günahları affedilirken, böyle olmayanların durumu da farklıdır. Yani halis tevhid ehlinden af­fedilen günah ve kusurlar, tevhidine şirk bulaştıranlardan da affedile­cek değildir. Çünkü tevhidi üzerinde titizlik gösteren kulun, Allah (c.c.) yanındaki yeri ve değeri başkadır! O kadar başkadır ki, hiç bir şeyi ve hiç bir kimseyi Allah'a asla ortak koşmayan bir kul, yer dolusu günahlarla Allah'ın huzuruna çıkmış olsa, Allah da o kulunu yer dolusu mağfiretle karşılayacaktır!

Nitekim yüce Allah'ın kerim elçisi bunu, böylece Allah'ın kullarına müjdelemiş ve ilgili hadislerinde şöyle buyurmuştur: 'Yüce Allah buyurdu: "Ey Ademoğlu, eğer sen yer dolusu günahla bana gelsen, fakat hiçbir veçhile ve hiçbir şeyi bana or­tak koşmamış olsan, ben seni yer dolusu mağfiretle karşılarım.” Tirmizi: 3540

Fakat, günahlar ve isyanlar denildiği zaman, zina ve livata gibi günahlar üzerinde ayrıca durmak gereği vardır. Çünkü bunların neca­seti, diğer günahların necasetinden daha galizdir. Kalbi ifsad etmekteki menfî te'sirleri çok korkunçtur. O nisbette de tevhidi zayıflatıcıdır. Bu sebebtendir ki, bu iki günaha mübtela olanların çoğu, tevhidlerini zayi edip şirke düşmüşlerdir. Evet bu iki büyük günahın, böylesine tahribatı vardır. Tevhid ne kadar halis olur, mü'min tevhidinde ne kadar ihlash ve kuvvetli bulunursa, bu günahlardan ve şirkten o nisbette uzaklaşmış olur. Yusuf la (a.s.) ilgili ayette dahi buna işaret vardır. Bu ayette meal-en şöyle buyurulmuştur: "Böylece biz kötülüğü ve fuhşu ondan çevirmek istedik; çünkü o, ihlasa erdirilmiş gerçek ve seçkin kullarımızdandır." Yusuf : 24

Şunu tekrar ve kesin olarak belirtelim ki, insanın kalbini ve man­eviyatını ifsad etmekte, zina ve livata kadar tahribkâr olan başka bir günah yoktur! Bu yüzdendir ki bu iki günaha fuhuş denilmiştir. Kötülük ve çirkinlikte çok aşırı olmaları, bu şekilde vasıflan-malarma sebeb olmuştur. Kalb ise, ne nisbette fesada uğrarsa, o nisbette Al­lah'tan uzaklaşır. Bir kalb, çirkinlikte en ileri bulunan bu günahlarla kirlenince, elbette ki temizlik ve kudsiyet kaynağı olan yüce Allah'tan, son derece uzaklaşmış olur ve manen ölür... Bu kötülük ye çirkinlikte ne kadar ileri giderse, o derece Allah'tan uzaklaşmış olur.

Açıkça bilinmesi gereken bir husus da, bizim şeriatımız, şeriat-ı kamile'dir! Böyle kamil bir şeriate layık olan da, akl-ı selim ve fıtrat-ı selimenin çirkin gördüğü bir şeyi kabul etmemektir. Bizim şeriatımıza göre, evlenmek yoluyla kurulacak olan ailenin ve insan neslinin sıhhati ve güzelliği, Allah'ın insanlara olan en büyük nimetlerinden biridir. Zina fî'li ise, buna aykırıdır ve neslin sıhhatini, temizlik ve güzelliğini fesada vermektedir. Neslin bozulmasına ve karışmasına sebeb olan zina, işte bunun için çok çirkin bulunmuş ve ona fuhuş denilmiştir. Ve fuhuş yapan bir kadının nikahlanması, nice mehasin ve maslahatlarla dolu bulunan yüce şeriatimiz tarafından haram kılınmıştır. Ancak zina eden bir kadın veya erkek, bundan ciddi bir şekilde pişman olup gerçekten tevbekâr olur ve bu kötü işten tamamen uzaklaşır ise; bu tak­dirde onunla nikahlanmak da sahih olur. Keza yüce Allah'ın hükmünün ve insanlara verdiği temiz fıtrat ve aklın bir güzelliği de, evlenmenin aynı zamanda meveddet ve merhamete vesile kılınmasıdır.

İşte, müşrik olan da, tevhidini halis,kılan mü'minden hoşlan­mamakta, bid'ata dalan da sünnet'e sımsıkı sarılanı kınayıp gitmekte, bazı adamların sözlerine aldırış etmediği ithamı ile, sünnet ehli ile alay etmektedir. Sünnet ehli ise, şirk ve bid'at ehlinin kınamalarına aldırmadan, Allah'ın ve Rasulü'nün kınamasına uğramamak için yolun­da sabır ve metanet göstermektedir. Hak yolunda gösterdikleri sabır, onlara mübarek olsun! Nitekim şair de şöyle söylemiş: "Mutlaka sabret­mek gerektiğinde, hak üzere sabretmelisin! Zira sabrın böylesinin akıbeti, hayır ve iyilik olacaktır."

10- KALBİN HASTA VEYA SIHHATLİ OLUŞUNUN ALAMETLERİ

Beden uzuvlarının her biri, özel bir iş için yaratılmıştır. Her biri­nin görevi ayrıdır. Her bir uzvun tam oluşu, kendi işlevini eksiksiz ol­arak yapabilmesine bağlıdır. Bir uzuv, yerinde dursa bile görevini ya­pamadığı takdirde, sakat veya hasta sayılır. Zorlanarak yapması halinde de o uzuv, hasta sayılır. Mesela el, tutmuyor veya tutmakta zorlanıyorsa, göz görmüyor, dil söylemiyorsa, beden normal olarak ha­reket edemiyorsa elbette hastadır. Kalbin hastalığı ise, görevini yani yaratılış gayesini yerine getirmemesidir. Bir kalb, Allah'ı tanımıyor, O'nu sevmiyor, O'na aşk ve şevk duymuyor, O'na dönüp yönelmiyor, O'nun rızasını bütün rıza ve arzulara tercih etmiyor ise, elbette has­tadır! Her şeyi bildiği halde, Rabbını tanımayan, O'nu herşeyin üzerinde sevip savmayan bir kul, hakikatte hiç bir şey tanımamış de­mektir. Dünyanın bütün haz ve lezzetlerine nail olsa bile, mehabbe-tullah ve marifetullah'm haz ve lezzetine ermedikten sonra, hakikatte hiç bir haz ve lezzete ermiş değildir. îşte böyle bir kalb, elde ettiği maddi haz ve lezzetler sebebiyle üstelik elem ve buhranlara garkol-muş demektir. Müthiş bir sıkıntı ve azab içindedir. Çünkü kendisi için esas gaye olan ilahi ve manevi haz ve lezzetlerden mahrum bırakılmıştır. Elde ettiği lezzetler boşa çıkmış, elde etmesi gereken en büyük haz ve lezzeti ise elde edememiştir.

Şüphesiz Allah'ı tanıyan bir kul, O'nu candan sever, O'na olan ibadetini halis kılıp hiçbir şeyi O'na ortak koşmaz, hiçbir şeyi O'na tercih edemez. Allah'a inanmış, Allah'ı tanımış olmanın neticesi mutlaka budur. Ve kalb, ancak bu yolla huzur ve itmi'nana erer. Sevdiği şeylerden herhangi birini, Allah sevgisine tercih edebilen bir kalb ise, mutlaka hastadır! Bu durumdaki kalb, temiz olmayan şeyleri yemeye devam etmek suretiyle temiz şeyleri arzu etmeyen bir midenin durumu­na düşmüş demektir. Artık bu hasta kalb de, Allah'ı değil, masivayı ter­cih etmektedir. Ağır hastadır. Devamı halinde ölmeye maruzdur.

Kalb bazen şiddetli hasta olduğu halde, kulun bundan haberi ol­maz. Hattâ kalb ölmüştür de, bundan dahi sahibinin haberi olmamıştır. Çünkü o kul, kalbiyle değil nefsiyle yaşamakta, kalbinin hastalığı veya sıhhati ile hiç ilgilenmemektedir. Bunun alameti ise, büyük günahları pervasızca irtikab eder de, hiç vicdanı sızlamaz! Yüce Allah'a karşı kor­kunç derecede cahil ve gafil bulunur da, hiç bir elem duymaz. Kabullen­diği nice batıl fikir ve inanışlar sebebiyle de hiç müteessir olmaz, işte böyle bir kalb ölmüştür. Çünkü ölmemiş bir kalb, mutlaka irtikab edi­len kötülüklerin elemini duyar, Hakk'a karşı bu derece cahil ve gafil kalmanın sıkıntısını çeker. Canlılığı nisbetinde Hakk'a dönüş için çırpınır. "Hiçbir hayat eseri kalmamış bulunan bir beden veya kalb, el­bette hiç bir elem duymaz."

Bazan kişi, kalbinin hastalığının farkındadır, fakat devasını kul­lanmak kendisine zor gelmekte, kalbinin elemini, devasını kullanmanın acılığına tercih etmektedir. Çünkü kalbin devasında, nefsin arzularına muhalefet vardır. Kalbi hasta olan kişiye ise bu, çok zor gelmektedir. Evet, bazan toparlanıp nefsini sabra yöneltir, fakat ilim ve basiretinin zayıflığı sebebiyle çabuk azmi kırılır. Sonunda şifa ve selamet olduğunu bildiği halde, irade za'fı gösterip sabrında devam etmez. Tıpkı yolun so­nunda huzur ve emniyete kavuşacağını bildiği halde, bazı korku ve meşakkatler sebebiyle yoluna devam edemeyen bir yolcu gibi, sabrında devam edemez. Yalnızlığını veya arkadaş azlığını bahane ederek, yola devam azmini bırakır. "Hani insanlar nerede? Ben onlarla birlikte hare­ket etmek.istiyorum!" demeye başlar ve kendisine yoldaşlar arar. Ço­ğunlukla insanların hali böyledir. Ve bu yüzden helak olurlar.

İlim ve basireti tam olan ise, yoldaşının azlığından korkuya düşmez. Hak bildiği yolda, tek basma da olsa, azimle devam eder. Ke­sinlikle bilir ki, şu anda hak bildiği bu yolda gidenler az ise de, vaktiyle peygamberler, sıddikler, şehidler ve salihler, iyiler ve ermişler hep bu yoldan gitmişlerdir. Onlar Allah'ın bahtiyar kullarıdır ve onların arka­daşlığı, beraberlik ve komşuluğu ne kadar güzeldir! İşte böyle bir yolda, tek başına dahi azimle yoluna devam etmesi, mü'minin imanmdaki gerçekliğe delalet eder ve onun sıddiklerden olduğunu gösterir.

Cemaatten ayrılmamak kesinlikle emredilmiş bu­lunmaktadır. Bundan maksat, hakka tabî olup asla ondan ayrılma­maktır. Hakka tabî olanların sayısı az, muhalefet edenlerin sayısı çok olsa da, bu böyle olmalıdır! Çünkü itibar, hakka tabi olanların sayışma değil, hakkın kendisinedir. Ve hak, saadetli peygamberimizin za­manındaki ilk cemaatin, ashab-ı kiramın üzerinde bulunduğu yoldur. Onlardan sonra, bu yola muhalefet edenlerin sayıca çokluğu ise, asla muteber değildir.

Amr bin Meymun el-Evdî şöyle der: "Ben Yemen'de bulunduğum müddetçe hiç Muaz'dan ayrılmadım. Onun vefatından sonra, insanların en fakihi Ibn Mes'ud'a arkadaşlık ettim. Ve onun şöyle dediğini işittim: "Sakın cemaatten ayrılmayınız, çünkü Allah'ın eli cemaatin üzerin­dedir." Bir başka gün ise şöyle diyordu: "Yakında idarecileriniz, namazı geciktirerek kıldıracak. Siz namazınızı vaktinde kılınız, bu farzdır! Son­ra onların arkasında da kılınız, bu ise nafiledir." Ben dedim ki: "Ey peygamberin ashabı! Hem bize, cemaatten ayrılmamamızı emrediyorsu­nuz, hem de böyle söylüyorsunuz. Bunun sebebi nedir?" O bana şu karşılığı verdi: "Ey Amr, ben seni şu kasabanın en anlayışlısı sanı­yordum. Sen, cemaat ne demektir, bilmiyor musun? Bil ki, insanların çoğu, cemaati terketmiştir. Cemaat, hakka uygun olandır! Tek başına da olsan, hakka uyduğun zaman, cemaate uymuş olursun..."

"Cemaat, haktan ayrılıp bozulduğu zaman, sen, bu ce­maatin bozulmazdan önce tabi bulunduğu hakka uy! İşte bu takdirde tek başına da olsan, sen cemaat sayılırsın!" Bunu, Beyhaki ve diğerleri rivayet etmiştir."

Sünnet, aşırı olanla geri olanın arasındadır! Siz, ifratı da, tefriti de atarak sünnet üzerinde sebat et­meye bakınız, bu takdirde Allah'ın rahmeti ve hidayeti sizinle beraber olacaktır. Biliniz ki, Ehl-i sünnet, sizden öncekilerin zamanında az idi, şimdi de, gelecek zamanlarda da az olacaktır. O bahtiyarlar, ne nimet­lerin bolluğu sebebiyle azıtanlarla beraber oldular, ne de dinde bir­takım bid'atler icad edenlerle birlikte oldular. Rasulüllah'm ve ash­abının izi üzerinde sabredip hayatlarının sonuna kadar sünnet üzere bulundular. înşaallah sizler de böyle olacak, olmaya gayret ve dikkat edeceksiniz." Darimi: 72

Bir kimse, kalbinin hi­dayet ve nurunu artıracak şeylerden yüz çevirip zarar verecek şeylere yöneliyorsa, bu onun kalbinin hasta oluşundandır. Çünkü hasta bir kalb, manen faydalı şeylere değil, zararlı şeylere yönelir. Aslında kalb, manevi gıda ve şifaya muhtaçtır. Manen zararlı gıdayı, helak edici de­vayı da terk etmek zorundadır. Aksi halde sıhhat bulamaz. Sıhhatli bir kalb ise, daima faydalı gıdayı ve şifayı tercih eder. Hasta kalb de bunun zıddmadır. Kalb için, faydalı gıdaların başında, şüphesiz iman gelir. Ona şifa bahşedecek devaların başında da Kur'an vardır. İşte kalbin gıdası ve devası, bu ikisidir. Kalbin, uhrevi olanı dünyevi olana tercih etmesi de sıhhatli oluşunun alametlerindendir. Mü'min, elbette dünyevi ihtiyaçlarını ve bu ihtiyaçlar için gerekli tedbirini de alacaktır. Fakatonun asıl vatanının ahiret olduğunu da asla unutmayacaktır. Nitekim sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), Ömer'in oğlu Abdullah'a yaptığı bir tav­siyesinde şöyle buyurmuştur: "Ey Abdullah! Şu dünyada bir garîb veya bir yolcu gibi ol! Kendini kabirdekilerden say. (Ölümü hiç unutma!)" Buhari: 7/170

Ali de (r.a.), bir hikmetli sözünde şöyle demiştir: "Dünya başını almış gidiyor! Ahiret ise hep bize doğru gelmektedir. İnsanların kimi dünya ehli, kimi de ahiret ehlidir. Sen gayret et de ahiret ehli ol! El­bette size dünya ehlinden olmanızı tavsiye etmem. Biliyorsunuz, dünyada iş ve hizmet var, hesab yok... Ahirette ise, iş ve hizmet yok, hesab vardır. Kendinizi o hesaba hazır tutunuz."

Demek ki insan, ahireti ne nisbette unutur, hesabtan gaflet ederse, o nisbette dünya ehlinden olur. Ahireti ve oradaki mesuliyeti ne derece düşünüp tercih ederse, o nisbette de kalbi sıhhat bulur ve kendisi ahiret ehlinden olur.

Yine kalbin sağlıklı oluşunun alametlerinden biri de, tam olarak Allah'a yönelmedikçe, Allah'a olan tevekkül ve teslimiyetini tamamla­madıkça ızdırab halinde bulunmasıdır. Çünkü kalb, Allah'a tam manâsı ile tutunup aşık olmadıkça, ilahi mehabbet ile doymadıkça huzur ve sükûna eremez. O'nun rızasını, yakınlık ve sevgisini tatmacbkça, hiç bir şeyden haz ve tad alamaz. Daima kendisini boşlukta ve buhranda his­seder. Ne zaman Allah'a sımsıkı tutunur, O'nu sever ve sayar, O'na güvenip dayanır, O'nu anar ve ister, O'nun rızasını ve yakınlığını his­seder, işte o zaman huzur ve itmi'nane erer. Sükûn ve sürürü bulur.

Kalb, bu şekilde Allah'a değil de, O'ndan başkasına tutunacak, O'ndan başkasına yönelip sığınacak, O'ndan başkasına dayanıp güvenecek olursa, işte bu, kalbin en büyük hastalığı olur. Kalb, böyle bir hastalıktan, ancak Allah'a dönmesi ile kurtulur. Bunun başkaca bir ilacı ve çaresi yoktur. Hakkıyla Allah'a inanmak ve yönelmekten başka kalbi huzur ve sükuna erdirecek bir yol bulunamaz. Başka Hiç bir şey, kalbin bu ihtiyacım karşılayamaz, onun böyle bir hastalığına deva ola­maz.  

Çünkü  o,  yaratanım  tanımak,  O'na  ihlas  ve  samimiyetle bağlanmak, yalnız O'na ibadet edip sığınmak, herşeyin üstünde yalnız O'nu sevip saymak durumundadır. Ancak bu duruma geldiği zaman, hakikî hayatı ve sürürü tadar. Ancak bu takdirde kendi manâsını ve ru­hunu bulmuş olur. Ve ancak bu suretle, gaflet ve cehalet içinde yüzen, ezilip büzülen kalblerin hayatından başka bir hayata ermiş bulunur. Artık böyle bir kalb, yaratılış gayesine yönelmiş, cennet ve cehennemin niçin var olduklarını bilmiş; kitapların indiriliş ve peygamberlerin gönderiliş hikmetini de hakkıyla kavramıştır. Ne mutlu böyle bir kalbe! Ne yazık ve ne büyük bir hasret gayesinden uzaklaşmış bulunan bir kalbe...

Kalbin sağlıklı oluşunun alametlerinden biri de, Allah'ı zikretmek­ten usanmamasıdır. O'na hizmetten bıkmaması, O'ndan başkası ile gönül sürûru duymam ası dır. Ancak O'nun rızasına ve hizmetine delalet eden, O'nun için olan şeyler müstesna... Sıhhati tam olan bir kalb, bir " O'nu sever, bir de O'nun için olan, O'nun rızasına vesile olan şeyleri se­ver.

Kalbin sıhhatte oluşunun mühim alametlerinden biri de şudur: "Mü'min namaza durduğu zaman, öylesine ilahi ve manevi bir huzur duyar ki, İftitah Tekbirini alırken ellerim kaldırması ile işarette bulun­duğu gibi, artık o, dünyayı arkasına atmış, dünya ile olan alâkasını kes­miş, dünyadan çıkıp gitmiştir. Manevi ve uhrevi alemlere dalarak, kalbi ve ruhî bir mi'rac yapmakta, tarif edilmez bir nimet ve rahatı yaşamaktadır. Kalb, bambaşka bir huzur ve sürura ermiş bulunmak­tadır.

Burada bunları özetlemek istersek, şöyle deriz: Gerçekten diri ve sağlıklı olan bir kalb; bütün himmeti ve gayreti Allah (c.c.) hakkında olan, bütün mehabbeti ve gayesi Allah için bulunan bir kalbtir. Böyle bir kalbin ve o kalbe sahib bulunan bedenin bütün hareketi ve amelleri, sa­dece ve sadece Allah (c.c.) içindir. Uykusu da uyanıklık hali de... Konuşması da, susması da... Tevekkülü de, tefekkürü de... Halveti de, celveti de... Yani yalnızlığı tercih etmesi de, halk içine karışması da... Hepsinde ve her hareketinde hep Allah (c.c.) içindir ve Allah (c.c.) ile­dir. O, nerede Allah'ın rızasını ve emrine uygunluğu gördü, hep ora­dadır. Çünkü onun gönlü, hep Allah (c.c.) iledir. Allah (c.c.) içindir. Bir kul olarak bazan nefsi, O'ndan başkasına meyletmek istese, hemen nef­sine karşı Kitabullah'tan şu ayeti bir kılıç gibi çeker ve nefsinin üzerine indiriverir:

11- NEFSİN İSTİLASINA KARŞI KALBİN İLACI VE TEDAVİSİ

Kalbin diğer hastalıkları da nefisten kaynaklanmaktadır. Bu sebebledir ki Peygamber efendimiz (s.a.v.) Hacet hutbesinde şöyle buyururdu; "Hamdolsun Allah'a! Biz, O'na sığınır, O'ndan yardım ye hidayet ister, O'ndan mağfiret dileniriz! Nefislerimizin şerrinden ve amellerimizin seyyiatmdan da yine Allah'a sığınırız!" Ebu Davud: 2118

Müsned'de ve Tirmizi'de Husayn bin Ubeyd'e ait hadiste şöyle gelmiştir: Peygamber Efendimiz ona hitaben buyurmuştur ki:  "Ey  Husayn,  şimdiki  halde  sen,  kaç  ilaha  tapın­maktasın?" Husayn şu cevabı verir: "Altısı   yerde,   birisi   göste   olmak   üzere   yedi   ilaha tapınmaktayım." Peygamberimiz bunun üzerine şöyle sorar: "Peki söyle bakalım; Bir büyük nimete kavuştuğunda hangisine şükrediyor, bir büyük musibete uğradığında hangi­sine sığınıyorsun?" Husayn cevap verir: "Göktekine ya Muhammedi" Peygamberimiz de: "Ey Husayn, aklını başına al! Bak diğerleri bir işe yaram-amaktadır. Haydi müslüman ol da, ben sana, Allah'ın seni fayda­landıracağı bazı kelimeler öğreteyim!"   Husayn bunun üzerine müslüman olur. Peygamberimiz de kendisine şu kelimeleri (mübarek duayı) öğretir:  "Ey Husayn, "Allah'ım, bana rüşdümü (doğruluk ve hi­dayetimi) daima ilham buyur! Ve beni, nefsimin şerrinden -koru!..." Tirmizi:: 3483

Görüldüğü gibi Peygamberimiz, nefsin şerrinden umumi olarak Allah'a sığınmış, ayrıca nefisten kaynaklanan amellerden de Allah'a sığınmıştır. Keza nefisten kaynaklanan işlerin üzerine terettüb eden kötülük ve cezalardan da sığınmıştır. Çünkü amellerin seyyiatmdan sığınmak da, nefsin şerrinden sığınmaya dahildir. Keza.Husayn'a tav­siye edilen dua da bu konuda oldukça mühimdir. Çünkü bunda, hem nefsin şerrinden sığınma vardır, hem de kalbin, daima doğruluk ve gerçeklikler için Allah'ın ilhamına açık olmasını Allah'tan taleb vardır. Kalbin salâhı ve sıhhati bakımından bunun önemi ise aşikârdır.

İnsanlar nefis bakımından iki kısımdır: Bir kısmına, nefisleri ha­kim olmuş ve onları helak etmiştir. Bir kısmı ise, nefislerine hakim olmuş, onu en güzel bir şekilde tezkiye ve terbiye ederek kalbin em­rinde tutmuş, saadet ve kemale ermiştir. Bu hususta bazı arifler şöyle demişlerdir: "Nefislerine karşı zafer elde edenler, muradlarına erdiler. Nefislerinin esaretinde kalanlar ise, helak ve hüsrana yuvarlandılar." .

Kalb, bu iki davet arasındadır. Bazan birine, bazan da diğerine meyle­der. Ve bu iki davet arasında imtihanını verir.

Nefis Muhasebesinin Önemi:

Nefis muhasebesi ve nefse muhalefet etmek, o kadar Önemlidir ki, bunu ihmal etmenin neticesi, kalbin helaki ve ölümü demektir. Nefsin, kötü arzularına uyarak hüsrana yuvarlananlar, hep nefis muhasebesini yapmamış veya gereği gibi yapamamış olanlardır. Bunun ne kadar önemli olduğunu, İslam'ın ve bütün İslam büyüklerinin buna verdikleri büyük ehemmiyetten de kolayca anlıyabiliriz! İmam-ı Ahmed'in ve diğerlerinin, Şeddad bin Evs'ten rivayet ettikleri hadisi şerif dahi, bunu ne kadar güzel açıklamaktadır! Bu hadiste aynen şöyle buyurulmuştur:

"Aklı ve feraseti tam olan kişi, nefsini en güzel bir şekilde muhasebe edip ahireti için amelde bulunandır.! Aciz kişi ise, nefsine uyar ve kuru kuruya ümîde kapılır..." Tirmizi, .2459

Ömer bin el-Hattab (r.a.) şöyle demiştir: "Hesaba çekilmezden önce nefislerinizi hesaba çekiniz! Mîzanm başına varmadan önce, kendi kendinizi tartınız! Herhalde bu, ahirette hesaba çekilmenizden daha kolaydır. Her amel ve halinizin açığa çıkacağı o büyük hesab ve arz günü gelip çatmazdan önce, en güzel ve en iyi amellerle kendinizi donatınız!..."

Hasan el-Basrî'nin şöyle nakleder: "Mü'min mut­laka her hâl ü kârda kendisini hesaba çeker! "Nedir bütün bunlardan maksat? Nedir bu konuşmadan, yiyip içmeden murad? Şu bir yudum suyu niçin içiyorum?" diyerek kendi kendisini sorguya çeker. Münafık ise, hiç düşünmeden, nefsini hesaba çekmeden dalar gider..."

Seleften Ahnef bin Kays'ın menkıbeleri arasında şu da anlatılır: "O mübarek, kandili önüne kor, parmağını onun ateşine tutar: "Ey günahkar Ahnefçik, hadi ateşe dayan bakalım! Hadi, o günahları neden işlediğini söyle bakalım?" diyerek, nefsim muhasebe ve muahaze eder­di..."

Hz. Ömer'in, valilerinden bazılarına şöyle yazmış olduğu da tarihen bilinen hakikatlerdendir: "Tenhada nefsini güzelce hisaba çek! Şiddet ve hesab günü gelip çatmazdan önce nefsini muhasebe eden kişinin akibeti, mutlaka hayır ve iyilik olacaktır! Böylesi, başkala-rınm imreneceği bir hal ve makam kazanır. Hayatın güzellikleri ve nefsin ar­zuları, kendilerim nefis muhasebesi yapmaktan alakoymuş bulunan kimselerin akibetleri ise; şüphesiz hüsran ve pişmanlık olacaktır!"

Hasan el-Basrî'nin nasihati de şöyledir: "Mü'min, dai­ma nefsinin bakıcı ve bekçisidir, onu her hâl ü kârda hesaba çeker! Ve bunu da Allah (c.c.) için yapar. Biliniz ki, kıyamet gününde hesabın kolay olması, dünyada nefis muhasebesini yapmış olanlar içindir! Onlar ki, dünyada nefis muhasebesi yapmazlar ve rastgele dünyaya dalarlar, işte bunların oradaki he-sapları zorlu olacaktır. Mü'minin hali şöyledir: Onun beğenip arzu ettiği bir şey, ummadığı bir zamanda karşısına çıkar. Fakat o, hemen onu almaz, hatta hiç almaz. Kendi kendine der ki: "Vallahi ben seni arzu edip bekliyordum ve benim sana ihtiacım vardır. Fakat vallahi bu arzuma uyacak değilim! Seninle benim aram çok mu çok uzaktır!" işte mü'min, kendisi için helal ve mubah olan şeylerle ilgili olarak böyle nefis muhasebesi yaparken, helal ve meşru yollardan elde edilemeyip kaçırılan şeylerle ilgili olarak da, "Eynefis, ben bunu zaten istemem! Benim böyle bir şeyle ne ilgim var?" diyerek nefsini muhasebe eder. Evet, mü'minler öyle kimselerdir ki, Kur'an on­larla onları helak edecek olan şeyler arasına perde olmuştur! Gerçek ve kamil bir mümin, nefse ve onun kötü arzularına kapılmamak için, ömrünün sonuna kadar nefsiyle mücadele eder ve onu daima hesaba çeker! Hiçbir zaman nefsine karşı güvenli olmaz, aksine hep tedbirli bu­lunur. Kesin olarak bilir ki: Nefsinin bütün isteklerinden yana Allah'a hesab verecektir! Gözü, kulağı, dili, diğer bütün uzuvları ayrı ayrı so­rumlu olacaktır! Hepsi adına da kalb, mutlaka hesabını Rabb'ına karşı verecektir. İşte mü'min, daima bu duyguyu ve şuuru yaşar. Münafık ise, şaştıkça şaşar, azdıkça azar. Sonunda helak olur..."

Nefis İçîn Asıl Zararlı Olan:

Şüphesiz nefis için asıl zararlı olan, onu ihmal edip muhasebe ve murakabe etmemektir. Onu kendi haline bırakmaktır. Nefis kendi ha­line bırakılır, işler hafife alınırsa, netice ye akibetin helak ve hüsran olacağı muhakkaktır. İşleri hafife alıp akibeti düşünmeyen, kibir ve gu­rur ehlinin hali ve sonu böyledir. Onların ahirete inançları olsa bile, işleri hafife alıp nefsi kendi haline bıraktıkları ve üstelik affa veya şefaata güvenip aldandıkları için, günahlara iyice dalıp alışmışlardır. Nefislerini dizginlemek akıllarına bile gelmez. Gelse bile, günahlardan ayrılmak çok zor gelir. Halbuki bidayette şuurlu ve tedbirli davransa idi, nefsini günahlara dalmaktan alakoyması, kendisine ne kadar kolay gelecekti. Nefsini kolayca arzu ve adetlerinden uzak tutabilecekti.

Nefis muhasebesinde kul, önce Farzlara bakmalıdır. Bunda bir noksanlık görürse, noksanını ıslah veya kaza etmek suretiyle telafiye çalışmalıdır. Sonra haramlar hakkında nefis muhasebesi yapmalıdır. Eğer irtikab ettiği bir şey var­sa, tevbe ve istiğfar etmeli, günahları silici hasenat yaparak durumunu telafiye çalışmalıdır. Sonra nefsin gaflete dalıp dalmadığına bakmalı, onun Allah'a ve ahirete yönelişini kuvvetlendirmeye çalışmalıdır. Son­ra, elinden veya dilinden, gözünden veya kulağından, tuttuğu ve gittiği şeylerden nefsim hesaba çekmeli, bunları nasıl ve niçin yaptığına, yaptıklarının içinde mahzurlu olanlar bulunup bulunmadığına bak­malıdır. Gerektiğinde durumu telafi etmeli, iyi amellerini dahi nasıl ve niçin yaptığını güzel kontrol etmeli. İhlasmın ve Sünnete ittibamm tam olup olmadığını iyice gözden geçirmelidir. Sözlerinden, iş ve hareketle­rinden hesaba çekilmezden önce, kendisini hesaba çekip Hesab Günü'ne gereği gibi hazır olmalıdır.

Nefis Muhasebesinde Nice Fayda Ve Güzellikler Vardır:

Nefis muhasebesinde nice fayda ve güzellikler vardır. Bunlardan biri: Nefsin ayıp ve eksikliklerine muttali olmak, onu tanımaktır. Nefsi­ni tanımayan, onun ayıp ve eksikliklerinden haberdar olmayan, onu terbiye ve tezkiye edemez. Ancak kişi nefsini tanımakla ona muhalefet etme imkanına kavuşur.

İmam Ahmed, Rasulüllah'ın ashabından Ebu'd Derda'nın şöyle dediğini nakleder; "Kişi, Allah için insanlara buğzetmedikçe tam fakih olamaz! Allah için insanlara, onların isyanına buğzeden kimse; şüphesiz kendi nefsine daha şiddetli olarak buğzeder." Mutarrif bin Abdullah da şöyle demiştir: "Eğer ben, nefsimin ayıp ve kusurlarına muttali olmasaydım, insanları terkederdim!" Yine o, dua ederken: "Ey Allah'ım, benim yüzümden insanları, onların istek ve dualarını red ey­leme!" dermiş.

Kulun Allah'ın Kendisi Üzerindeki Haklarını Tanımasının Faydaları

Bu faydalardan biri de, yaptığı amellerden hiç biriyle Allah'a karşı şımarmaması, nazlanmam asıdır. Ameli ile Allah'a karşı naz yapmaya kalkışan kul, O'nun rıza ve likasına kavuşamaz.

12- ŞEYTANIN ÖNCE KENDİ KENDİSİNİ ALDATTIĞI, SONRA ADEM İLE HAVVA'YA TUZAK KURDUĞU, SONRA ADEMİN ZÜRRİYETİNE, SONRA KENDİ ZÜRRİYETİNE TUZAKLAR KURDUĞU

Evet, şeytan önce kendi kendisini aldatmış, sonra Adem ile Hav­va için tuzak kurmuş, sonra Adem'in nesline, sonra kendi zürriyetine tuzaklar kurmuştur. Bu bölümde biz, bütün bunları sırasıyle anlata­cağız. Önce onun, kendi kendisini nasıl aldattığını görelim:

Şeytan, gerçekten hem kendisi için, hem de başkaları için uğursuz olmuş, uğursuzluklar getirmiştir. Onun kendisini aldatması şöyle olmuştur: Yüce Allah, kendisine Adem'e secde etmesini emretmiş, o ise bu emre itaat etmemiştir. Halbuki o, Allah'ın bu emrine itaat etse idi, kendisinin iyiliğine, saadet ve izzetine olacaktı. Fakat onun zalim ve cahil nefsi, bunu böyle kabul etmedi. Tersine, Adem'e secde etmesini kendisi için bir zül ve aşağılık addetti. Kendisine verilen İlahi emre uy-; acağma, kendisince nefsani. kıyaslar yaptı. Dedi ki: "Ben, ateşten ya­ratılmış ulvi bir varlık olduğum halde, topraktan yaratılmış süfli bir varlığa nasıl secde ederimi" Evet, onun bu iddiasına göre, "Ateşten ya­ratılan, topraktan yaratılandan daha hayırlı idi! Daha hayırlı olanın, kendisinden aşağı olana secde etmesi ise, yanlıştı! Bir haksızlık idi. Bu haksızlığı ise (haşa) Allah irtikab ediyordu. Allah, kendisine, aslında yerinde olmayan, haksız bir emir vermiş oluyordu. Bunun için Allah'ın bu emrine karşı gelmesi gerekiyormuş o da işte karşı geliyordu." işte onun mantığı bu idi. Ayrıca Adem'e karşı müthiş bir kıskançlığa tutul­muştu. Çünkü Yüce Allahr Adem'e çeşitli keramet ve üstünlükler lütfetmişti. Onu, müstesna bir hilkatte yaratmış, ona ruhundan üflemiş, ona her şeyin esmasını öğretmiş ve onun için meleklerin secdeye varma­larını emretmişti. Bütün bunlar, Adem'e verilen İlahi kerametler idi. Şeytan ise bunlara hased ediyor, Adem'i kıskanıyordu. Adem henüz ateşte pişirilmiş kuru çamur halindeyken, Allah'ın düşmanı onun etrafını dolaşıyor, büyük bir hayrete düşüp: "Bu, elbette büyük bir iş için yaratılmış olmalı!" diyor, hükmünü şöyle veriyordu: "Fakat bana üstün kılınacak olursa, kesinlikle ona başkaldırının, eğer ben kendisine musallat kılınacak olursam, onu helak ederim!"

Vaktaki Adem'in yaratılışı en güzel bir kıvamda, en olgun ve en güzel bir surette tamamlandı; ilim, hılim, vekar ve tevazu gibi manevi güzelliklerle donatılıp şereflendirildi, kendisine cemal ve husn hil'atları giydirildi; melekler, o zamana kadar hiç görmedikleri bir güzellik ve mahabbetle karşılaşıp ona hürmet secdesi yaptılar. Yüce Allah'ın "Adem'e secde ediniz!" emrine, derhal itaat gösterip secdeye vardılar. İbîis'in ise hasedinden gömleği arkasından yırtıldı! İçinde müthiş bir. hased ateşi yandı. Kendi aklını ve mantığını (!) kullanarak, yüceler yücesi Allah'ın, hikmet ve iyiliklerle dolu bulunan emrine karşı gelib de, tarih boyunca kendi dostlarının yaptıkları gibi yaptı! Allah emrine kur­ban olup, şerefli bir kul olacağı yerde; akıl ile ilahî emre muhalefet edip, isyan bayarağım kaldırdı ve: "Ben ondan hayırlıyım! Sen beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın" A'raf, 12 karşılığını ver­di. Böylece kendisinin fasid ve çirkin rey ve kıyasına uyarak, Allah'ın apaçık ilahî emrini terketti. Daha sonra da, ilmi ve hikmeti sonsuz olan Allah'a O'nun hiç bir aklın itiraz için yol bulamadığı hikmetine itirazda bulundu ve dedi ki: "Şu benden üstün kıldığın varlığı gördün mü? (Onun nesi varmış ki, benden üstün kıldın?) Andolsun, beni kıyamet gününe kadar ertelersen, onun zürriyetini, pek azı hariç, kökünden koparıp sürükleyeceğim!" isra,62

Şeytanın, Yüce Allah'a olan bu itirazı, şu anlama geliyordu: "Bana söyle bakalım, niçin onu bana üstün kıldın?" Şeytan, adeta Allah'ı si-gaya çekiyordu ve onun bu itirazının derin manası, şu oluyordu: "Senin bu yaptığın, hikmetli bir iş değildir, doğru değildir! Çünkü hikmet, be­nim ona değil, onun bana secde etmesini gerektirir. Çünkü aslında, asa­let ve fazilette ileri olan, kendisinden aşağı olana değil, aşağı olan, ileri olana secde eder, O halde, niçin böyle hikmete muhalefet ettin, ya Allah?!" Onun, yani şeytanın, kendisinin Adem'e karşı üstün oluşunda hiçbir şüphesi yoktu! O, bunun için böyle cür'et ve itirazlarda bulunuyor ve: "Ene hayran minhu!" ben ondan hayırlıyım, diyordu!

İşte böylece o, birtakım deliller ileri sürerek kendisinin Adem'e üstünlüğü üzerinde İsrar ediyor, kendi maddesinin ve aslının çok fazi­letli olduğunu iddia edip Hakk'm emrine inadla karşı geliyordu. Bu ken­dince ileri sürdüğü deliller, öngördüğü sebeb ve mukaddimeler; onun secde etmesini engelliyor, yegane hakk mabud olan Allah'a karşı asi ol­masına sebeb teşkil ediyordu. Böylece o;

Cehaletle zulmün, Hasedle kibirin, Masiyetle inadın, Kendi re'y kıyası ile Allah'ın açık emrini reddetmenin kendisi üzerinde toplandığı bir varlık olup çıkıyordu! Kendi kendisine Öylece ihanet ediyor, kendi kendisini o derece alçaltıyordu ki, kendisinin en büyük.bir düşmanı dahi bu derece onu alçaltamazdı! O, kendisini büyüklemek isterken küçülüyor, yükseltmek dilerken alçaltıyor, izzetini ararken zilletten zillete düşüyordu. Şeytan denilen bir varlık ki, bizzat kendisine bu derece kötülükler edip kendisini aldatıyor! Aklı başında bir insan, nasıl olur da onu dinler, onun vesvese ve fısıltılarına aldanır, onu kendisine dost edinir? Onun ne derece bir şaşkın ve şaşırtıcı bir varlık olduğunu iyice kavrayabilin emiz için, şu ayete de kulak verme­miz gerekir:

"Meleklere: "Adem'e secde edin" demiştik, secde ettiler, yalnız İblis etmedi. O, cinlerden idi, Rabbi'nin emrinden dışarı çıktı. Şimdi siz, Beni bırakıp da onu ve onun zürriyetini dostlar mı ediniyorsunuz? Oysa onlar, sizin düşmanlarınız dır. Zalimler için ne kötü bir değiştirmedir bu!" Kehf, 50

Şeytanın Adem İle Havva'ya Tuzak Kurması:

Yüce Allah, Şeytanın Adem ile Havva hakkındaki hikayesini bize bildirmiştir. Şeytan onları aldatmak için sürekli hile ve tuzaklar kur­muş, onlara vaadde bulunmuş, onları ebedî cennette kalma arzusuna kaptırmış, Allah'ın adım anarak onlara, onların iyiliği için nasihatta bu­lunduğuna dair yeminler etmiş, sonunda onları kandırmıştır. Onlar da kendisinin istediğini yapmışlar da bu yüzden başlarına gelenler gel­miştir. Cennetten çıkmışlar, büyük sıkıntı ve kederlere duçar olmuşlardır. Tabii bu, aynı zamanda Yüce Allah'ın bir takdiri idi. Fakat Yüce Allah'ın takdiri kadar, rahmeti ve mağfireti de hak idi. işte îlahi rahmet ve mağfiret Adem ile Havva'nın imdadına yetişti de onları tek­rar cennete kavuşturdu, ahvalin en güzeline nail eyledi ve şeytanın on­lar için kurduğu tuzaklar kendisine iade edilip reddedilmiş oldu. Yüce Allah'ın: "...Kurulan kötü tuzak, ancak sahibine ve ehline do­lanır!" Fatır, 43 hikmetli fermanı, yerini ve ehlini buldu.

Allah'ın düşmanı îblis, zannetti ki bu savaşta zafer kendisinin ola­cak! Fakat gizlide kendisini mağlub edecek olan: "Rabbena zalemna enfüsena" ordusunun bulunduğunu hiç hesaba katmadı. Evet, kendisi­nin birtakım tuzaklar kurarak mağlub etmeye çalıştığı Adem ve Havva, işte böyle diyerek galebe ve zaferi elde ettiler! Dediler ki her ikisi de: "Ey Rabbimiz, biz kendimize zulmettik! Eğer Sen bizi bağış­lamaz ve bize acımazsan, muhakkak biz ziyana uğrayanlardan oluruz!" Araf.25 İblis'in, işte bu mana ordusundan haberi yoktu. Sonra kendisini mağlub etmek için ayrıca Adem'e yönelen: "sümme'ctebahü" devletinden de onun bilgisi yoktu. Evet, böylece îçtiba devleti de Adem'e ikbal ediyor, Yüce Allah kendisi hakkında: "Sonra Rabb'ı onu seçti, tevbesini kabul buyurdu, onu doğru yola iletti!" buyuruyordu. Taha, 122

Lanete uğrayan Şeytan, zannediyordu ki, Allah; kendi eliyle, ya­rattığı, ruhundan kendisine üflediği, meleklere kendisine secde etmeleri için emir verdiği, bütün eşyanın isimlerini kendisine öğrettiği Adem'i; Kendi Zat-ı İlahiyesi için seçip sevgili kılmış olmasına rağmen, o yasak­lanmış ağaçtan bir defacık yeyivermekle kendisinden uzaklaştıracak. İşte kendisini hayli asaletli ve marifetli zanneden İblis, bunu da böyle zannediyordu amma, onun bu zannı da batıl idi ve boşa çıkmıştı.

Yine cahil ve zalim îblis'in, tabib'in hastaya hasta olmazdan önce devasını öğretmiş olduğundan haberi bile yoktu. Bunun için Adem, o hastalığa mübtela olur olmaz, hemen daha önceden kendisine öğretilmiş bulunan ilacı kullanıp şifa buluyordu. Evet, İblis, öldürücü oklarını öldürmek için atıyordu. Fakat onun oku, öldürmüyor, sadece yar­alıyordu. Fakat yaranın merhemi hazır idi ve derhal kullanılıyordu. Bu­nun için Adem, hiç yara almamış gibi ayağa kalkıverdi.

İblis imtihan olundu, inadında ve isyanında İsrar etti, İlahi emri ve hikmeti kötülemeye kalkıştı, kabahatinin affını dilemedi, hatasına pişman bile olmadı. Safîyyullah ve habibüllah olan Adem ise, hatasını itiraf etti, tevbe ve nedamet eyledi. Tevazu ve samimiyetle yalvardı, bütün insanların tutunacağı esasa tutundu. Tevhid ve istiğfara sarıldı. Bu sebeble aff ve mağfirete nail oldu. İlahi hidayet ve rahmetin bütün kapıları kendisine açıldı. İşte bizler de, böyle bir atanın evladlarıyız! Hal ve gidişte atasına benzeyenler, cahillik ve zalimlik etmemiş olurlar. Kimin huyu ve hasleti, Adem'inki gibi, tevazu ve samimiyet, tevbe ve istiğfar olursa, şüphesiz Yüce Allah'ın hidayet ve yardımına mazhar olur, hal ve gidişin en güzeline sahip kılınır.

Şeytanın, Ademin İki Oğlundan Birini Tuzağa Düşürüp Kardeş Katili Yapması

Şeytan, sonra Adem'in iki oğlundan birine tuzak kurdu. Ona o ka­dar yüklendi, o kadar yüklendi ki, onu, kardeş katili yapıncaya kadar peşini bırakmadı. SonuncLa onu tuzağına düşürdü, babasının öfkesine, Rabbı'nın isyanına ve gadabma saldı. Böylece" Adem'in iki oğlundan biri olan Kabil, kardeşi Habil'i öldürerek, Hz. Adem'in zürriyetine katil­liği sünnet eyledi. Böyle bir yol açtı. Sahih olarak sabit bulunan bir hadis-i şeriflerinde Peygamber Cs.a.v.), şöyle buyurmuştur:

"Her ne zaman haksız yere bir kimse Öldürülmüş olsa, Adem'in ilk oğluna bu haksız katilliğin günahı kadar günah his­sesi yazılır! Çünkü Adem oğulları için bunu adet eyleyen ve ilk kan akıtan odur!" Buhari, 4/104 İşte o, böylece şeytanın tuzağına düşüp kardeş katili olmakla, hem yakım ile bağını kesmiş, hem ana-babasma karşı gelmiş, hem de kendi­sini yaratıp büyüten Rabb'mm öfke ve gadabına layık olmuştur. Aynı zamanda kendisine büyük zulüm etmiştir. Yine Şeytanın tuzağı ile azabın en büyüğüne kendisini atmış, en büyük sevaptan ebedi saadet­ten mahrum olmuştur.

Sonra İşin Doğruluk Ve Dürüstlük Üzerine Cereyanı.

Sonra iş, doğruluk.ve dürüstlük üzerine cereyan etti. Ümmet bir, din bir, ibadet edilip sığınılan ma'bud bir idi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: 'İnsanlar bir tek milletten başka bir şey değildi, sonra­dan ayrılığa düştüler. Eğer Rabbı'ndan bir söz geçmemiş ol­saydı, ayrılığa düştükleri konuda hemen aralarında hüküm ver­ilir, işleri bitirilirdi." Yunus, 19 Yine Yüce Allah bu konuda şöyle buyurur: "insanlar bir tek ümmet idi. Allah peygamberleri, müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi; anlaşmazlığa düştükleri konularda insanlar arasında hükmetsinler diye." Bakara, 213

Abdullah İbni Abbas da, yine bu konuda şöyle demiştir: "insanlar, önceleri bir tek ümmet idi. Hepsi islam üzerinde bulunuyor, hepsi bir tek mabud'a tapıyorlardır."

Bizim burada belirtmek istediğimiz husus: Allah'ın düşmanı Şeytan, bütün gücü ve hıncıyla çalışıp insanları ihtilafa düşürdü de son­radan insanlar iki kısma ayrıldılar. Bir kısmı, hak yolda devam ederk­en, diğer bir kısmı ise küfür ve şirk yoluna saptılar. Taşlara ve putlara tapınır oldular, ahireti de inkar ettiler.

Şeytanın puta tapanları ilk aldattığı şey, onları kabirlere ve ka­birde yatanların suretlerinde yapılan heykellere aşırı hürmet ve düşkünlük göstermeye teşvik etmesi olmuştur. Onlar önce bununla, sırf kabirdekilerin hatıralarını canlandırmak istemişlerdi. Onları sevip sayıyor, hürmetle anıyorlardı. Fakat daha sonra onlara tapınmaya, on­ları birer "ilah" saymaya başladılar. Nitekim Yüce Allah, onların bu ha­lini şöyle bildirmektedir: "Dediler ki: 'İlahlarınızı bırakmayın, ne Vedd'i, ne Suva'ı, ne Yeğus'u, Yeuk'u, ne de Nesr'i bırakmayın!" Nuh, 23

"Mekke içindeki evlerin hepsinde, mutlaka tapındıkları bir put bu­lunurdu. Sefere çıkacakları zaman, en son olarak kişinin evindeki işi, evdeki putuna elleriyle meshedip teberrükte bulunması idi. Seferden döndüğü zaman da, ilk işi bu olurdu."

"Araplar, bu sayılan putlardan başka, aynen Kabe gibi hürmet ve tavaf ettikleri, ziyarette bulunup kurbanlar kestikleri bir takım ma­kamlarda edinmişti.    Bu makamlar, bu derece hürmet edilen evlerden ibaretti. Bu makamların da tıpkı Kabe'deki gibi, hizmetçi ve bakıcıları vardı. Ziyaretçiler, buraları aynen Kabe gibi tavaf eder, oralarda kur­banlar keserlerdi."

"Yanında bir putu olmaksızın sefere çıkmış bulunan bir yolcu, etraftan dört aded taş bulup getirir, bunların hangisinin daha güzel olduğuna bakar, bu güzel olanını put edinip tapar, diğer üçünü de tence­resinin altında saç ayağı olarak kullanırdı. Taptığı o taşı rab ve ilâh edi­nir, oradan göç ettiği sırada onu bırakıp giderdi. Bir başka yerde konak­ladığı sırada yine böyle yapardı.

"Rasûlüllah (s.a.v.), Mekke'yi fethettiği zaman, Kabe'nin avlusun­da üçyüzaltmış aded put vardı. Rasûlüllah Efendimiz, elindeki silahının ucuyla bunlara dokunuyor, onlarda yüzüstü yere düşüyordu. Rasûlüllah Efendimiz, hem böyle putların yüzüne, gözüne silahıyla dokunup onları yere seriyor, hem de bu sırada Yüce Allah'ın: "Hakk geldi, batıl yıkıldı, zaten batıl daima yıkılmaya mahkûmdur! mealindeki âyetini okuyordu. Sonra Rasûlüllah, bunların Mescidin dışına çıkarılmasını emretti. Hepsi dışarı çıkarıldı ye ateşe verilerek yakıldı, kırıldı."

Şeytanın Müşrikleri Oyuncak Hâline Getirmesinin Sebepleri

Şeytanın müşrikleri, böyle oyuncak haline getirip kendilerini itaat ve tesiri sahasına almasının, şüphesiz birtakım sebebleri bulunmak­tadır. Çünkü şeytan onları, ancak kendilerinin akılları ve akıllarında taşıdıkları zihniyetleri nisbetinde te'sir sahası içine alıp, kendisinin oy­uncağı haline getirmiştir.

Sabiîlik, Dünyada Çok Eski Bir Mezhebtir.

Sabiîîik Mezhebi, dünyada çok eski bir mezheptir. Ve bu mezhep, bir takım taife ve zümrelere ayrılmaktadır. Her zümrenin, kendilerine göre tapındıkları ve tapmış sekileri bulunmaktadır.

Güneşe Tapınan Sabiîler

Sabiîlerden bir kısmı güneşe tapınmaktadır. Ve bunlar, Güneş'in, meleklerden bir melek olduğu inancındadırlar. Bunun için Güneş'in, aklı ve ruhu olduğunu kabul ederler. İnançlarına göre Güneş, hem ay ve diğer yıldızlardaki nurun aslıdır hemde aşağıdaki (Güneş altındaki) bütün varlıkların aslıdır. Onlara göre Güneş bu varlıkların malikidir, bunun için tazime secde ve ibadet edilmeğe, dua edip sığınılmağa layık olan bir varlıktır.

Onların, kendi şeriatlerine göre, Güneşe tapınmaları şöyledir: On­lar önce Güneşi temsil eden bir sanem (put) yapmışlar, bu putun eline ateş renginde bir cevher vermişler.. Ve bu put için, özel bir tapmak yapmışlar ve buna da Güneş adını vermişler. Tapmaklarına ait pek çok köyler, araziler vakfetmişler, bakıcılar ve hizmetçiler tayin eyle­mişlerdir. Hergün bu tapmağa gelirler, burada güneş için üç defa namaz kılarlar, yani ona tapınırlar. Hastalığı olanlar, başında bir sıkıntısı, bir dilek ve haceti bulunanlar, Güneş için oruç tutarlar, bu güneş mabedine gelip orada onun için namazlar kılarlar. Dua ve niyazda bulunurlar. Kıtlık ve kuraklık zamanlarında da buraya gelip, ondan yağmur isterl­er. Güneş doğduğu zaman, bu Sabitlerin hepsi, mutlaka secdeye ka­panıp, Güneş'e secde ederler. Zeval vaktinde ve güneşin batımı sırasındada, mutlaka ona secde ederler. Şeytan, işte bu üç vakitte, mut­laka Güneş'le beraber demektir. Çünkü bu Güneş'e secde ve tapınma dininin esas mucidi odur. Yapılan, secdeler de kendisine olması için onun bu üç vakitte Güneş'le özel bir beraberliği vardır. Bunun için İslam şeriatinde bu üç vakitte namaz kılmak yasaklanmış bulunmak­tadır. Bu yasağın ilahi hikmeti ve esas sebebi ise, hiç şüphesiz, şirkin ve putatapıcılıgm bütün yollarını iyice kapatmak, ortada kafirlere küçük bir benzerlik bile bırakmamaktır. Bunu açık ve kesin bir şekilde yasak­layan peygamber efendimizin, bu husustaki İslami tebliğleri (hadisi şerifi) aynen şöyledir;

"Güneş'in ucu doğuda göründüğü zaman, o iyice meydana çıkıncaya (yükselinceye) kadar namazı bırakınız! Batıda bir ucu battığı zaman da, o iyice batıncaya kadar namazı terkediniz! Güneşin doğduğu ve battığı zamanlarda namaz kılmayınız! Çünkü o, ancak şeytanın iki boynuzu arasında doğar."

Diğer bir Teblîğ-i Nebevî'de: "...Zeval vakti çıkıncaya kadar da namaza durma!" emri bulunmaktadır.

Sâbiîlerin Ata Tapanları

Bu Sâbiîlerin bir kısmı da Ay'a tapınmaktadırlar. Bunlar da put­larını,' Ay adına yapmışlar, onu ta'zîm ve ibâdete layık kabul etmişler­dir. Bunların inancına göre, dünyamız "Kamer feleğinin altındadır ve onun te'sîr ve terbiyesine bağlıdır. Dünyâmızı idare eden, Ay'dır." Bu­nun için bunlar da Ay'a tapar, Ay'a sığınırlar.

Bu Ay'a tapanların şerîati de şöyledir: Bunlar, Felek-i Kamer'i temsil etmek üzere yaptıkları putlarına ibâdet ederler. Ona secde eder, onun için oruç tutar, ona yiyecek ve içecekler sunarlar. Büyük bir sevinç ve ferahlık için putun etrafında toplanır, çalgı ve şarkılar eşliğinde saat­lerce raks ederler.

Sâbiîlerin Yıldızlara Ve Yıldızların Rûhâniyetlerine Tapınanları

Sâbiîlerin bâzıları da yıldızlara ve yıldızlarda bulunduğuna in­andıkları rûhâniyetlere taparlar. Bunlar; her bir yıldız için bir put ve tapınak yapıp onlara taparlar. Ve her bir yıldızın tapmağı ayrı olduğu gibi, tapınma şekli dahî ayrıdır. Böylece onlar, pek çok tapınma şekilleri icad etmiş bulunmaktadırlar.

Tabî, şeytanın insanları aldatması; onun insanların kalblerine ver­diği bir takım vesveseler, gizli fısıltılar, ile olmaktadır. Şeytanların, esas faaliyet alanları burasıdır. Fakat onlar, hariçte de faaliyet yapmak­ta, at oynatmaktadırlar. Gaipten duyulan seslerde, birtakım hâtifî nidalarda da, onların hisseleri bulunmaktadır. Bazen onlar bir putun veya put edinilen bir yerin ve makamın içine yerleşerek oradan ses ve­rirler. Hatta gaybî bazı işleri ve olayları, buralardan kendi dostlarına fısıldarlar. Fakat onların dostları, kendilerine bunu fısıldayanları gözleriyle göremezler. Bunun için kendilerine bizzat o makamın veya putun seslendiği zan ve vehmine kapılırlar. Bilhassa onların câhil-cühelâ sınıfı, bunun kesinlikle böyle olduğunu sanırlar. Ukelâ sınıfı ise; "Cansız bir varlık, bir taş parçası, elbette konuşamaz, bize seslenemez. Bu bize konuşup nida eden, ses veren varlık, putlardaki ruhaniyettir!" derler. Bâzıları ise, bunun bir melek olduğunu iddia eder, böyle inanır.

İnsanların putlara tapınma belâsına ne kadar şiddetli bir şekilde yakalandıklarını, bu puta tapıcılık fitnesinin ne kadar büyük bir belâ olduğunu şuradan da anlamış olalım ki, bu putların âbid ve âşıkları bu­lunan kimseler; bu uğurda canlarını, mallarım ve evladlarım vermekten geri durmadılar, putları uğrunda hiçbir fedâkârlıktan sakınmadılar. İçlerinden nicelerinin bu uğurda yok olup gittiklerini gözleriyle gördükleri halde, kendilerini aynı âkibete atmaktan çekinmediler. Bu uğurdaki bütün bu musibetler, üstelik onların putlarına karşı duyduk­ları aşk ve mahabbeti artırdı. Birbirlerine, putları üzerinde sabretmele­rini tavsiye etmeyi de ihmâl etmediler.

Putatapıcılığın En Mühim Sebeplerinden Biri, Hiç Şüphesiz Mahlûk Hakkında Aşırı Gitmektir!

Putlara tapınmanın en mühim sebeblerinin başında, herhangi bir mahlûk hakkında aşırı gitmek, o mahlûku kendi makam ve derecesinin üstüne çıkarmaktır. Yaradılmışiardan herhangi biri, kendi derecesinin üstüne çıkarılınca, hemen onda Allah'ın Ulûhiyeti'nden bir nasîb olduğu inancı başlıyor,'Artık o varlık İlâhlaştırılıyor, Allah yerine konuluyor veya Allah'a benzetilmiş oluyor. Nitekim önceki bütün ümmetlerde görülen İlâhlaştırma, Allah'a benzetme de budur ve böyle olmuştur. Yâni sonu, putperestliğe varan aşırılıklar, benzetmeler; Allah'ın mah­luklardan birine benzetilmesi suretiyle vukua gelmektedir. Allah'ın, af­fedilmez bir günâh ve suç sayarak ibtâl ettiği teşbîh işte budur. Yüce Allah, bu teşbîh yoluyla düşülen şirkleri ortadan kaldırmak için, bunca peygamberler göndermiş, ilâhî kitaplar inzal buyurmuştur.

Şaşılacak bir haldir ki, dinde, peygamberlerin getirip tebliğ ettik­leri kesin ve zarurî olarak sübût bulmuş olan keza selîm akılların temiz fıtratların ve burhanların da delâlet ettiği bazı kemâl sıfatları, ki pey­gamberlerde Yüce Allah'ı bu sıfatlar ile vasfettiği halde o bazı kelâmcılar bu sıfatları nefyettiler! Ve dediler ki: "Bu sıfatları Allah için sabit kabul etmek Allah'ı, başkalarına benzetmeye ve cisim kabul et­meye sebeb olur." işte onlar böyle nefyettikleri sıfatlar konusunda da, ispat ettikleri sıfatlar konusunda da sabit-kadem olamadılar, dosdoğru yol üzerinde sebat ve metanet .gösteremediler. Dinin kesin olarak isbat ettiğini, "bundan teşbih lazım gelir!" diyerek reddettiler.

Biz, bundan daha büyük bir hızla Allah'ın hidâyet ve inayetinden daha büyük bir mahrumiyet düşünemiyoruz! Bizatihi batıl olan, bir­takım noksan ve ayıplardan Yüce Allah'ı tenzih etmek için, teşbih ille­tine ihtiyaç ve bağımlılığı ileri sürmek nasıl doğru olabilir? Elbette Yüce Allah hiçbir kayıt ve sebebe bağlı kalmaksızın, haddi zatında ve bizatihi bütün eksiklik ve ayıplardan uzak ve münezzehtir! O, ezelden ebede hep kemâl sıfatlar ile vasıflanmış, noksan sıfatlardan da münezzehtir! O'nun zatının kemâli, her nevi noksanlığın bulunmasına zıddır. Bütün selim akıllar, temiz fıtratlar teşbihi red ettiğinden daha kuvvetli ve daha açık bir şekilde ve asla teşbihe bağımlılığı düşünmeden bütün ayıp ve eksiklerden Yüce Allah'ı tenzih eder!

Maksadımız şudur: Gelip geçmiş ümmetlerin hiçbirinde, teşbihte Allah'ı esas kılıp da, "Allah işte şu varılığm bir benzeri, bunun mislidir, bunun gibi bir cisimdir." diye söyleyen ve inanan bir ümmet yoktur!

PEYGAMBER SEVGİSİNİ KALPTE NASIL ARTIRABİLİRİZ?

 

 

 

Rasulullah sallallahu aleyhi vessellem sevgisinin kuvveti imana bağlıdır, iman arttıkça ona duyulan sevgide artar, çünkü peygambere sallallahu aleyhi vessellem gösterilen sevgi, Allah’a itaat ve yakınlıktır. Şeriat koyucu Allah,  Peygamber sevgisini vacip kılmıştır.

 

 

Enes(r.a.) rivayet eder, Peygamber sallallahu aleyhi vessellem şöyle buyurmuştur :“Sizden biriniz, ben kendisine babasından, çocuğundan, insanların tümünden daha sevgili olmadıkça tam bir şekilde iman etmiş olmaz.” (Buhari 15, Müslim 44)

 

Peygamber sevgisini elde etmemiz şu aşağıdakileri bilirsek mümkün olabilir.

 

1-Peygamber sallallahu aleyhi vessellem Allah tarafından gönderilen bir elçidir, Allah insanlara dini tebliğ etmesi için onu seçmiş, tüm insanlara seçkin kılmıştır. Allah, onu sevmek ve kendinden razı olmak amacıyla seçmiştir. Allah ondan razı olmasaydı; ne seçer ne de seçkin kılardı. Bu yüzden Allah’ın sevdiğini sevmeli, razı olduğundan razı olmalıdır. Bilelim ki; O, Allah’ın dostudur. Dostluk, sevgide en büyük mertebedir.

 

 

Cundub (r.a.) rivayet eder, vefatından beş gün önce Peygamberden sallallahu aleyhi vessellem işittim şöyle buyurdu: “Sizlerden bir dost edinmekten Allah’a iltica ederim. Muhakkak ki Allah, İbrahim’i dost edindiği gibi beni de dost edinmiştir. Eğer ümmetimden dost edinseydim Ebubekir’i dost edinirdim.”(Müslim 532)

 

 

2-Allah’ın kendisi için seçtiği konumu bilmeliyiz, Peygamber sallallahu aleyhi vessellem insanların en faziletlisidir.

 

 

Ebu Hureyre (r.a.) rivayet eder, Peygamber sallallahu aleyhi vessellem şöyle buyurur : “Kıyamet gününde ben insanların efendisiyim, Ben kabri ilk yarılan, ilk şefaatçi, ilk şefaat hakkı verilenim.”(Müslim 2278)

 

3-Bilelim ki, O dini bize ulaştırmak için sıkıntı ve eziyetlere uğradı, acılar çekti, dövüldü, hakaret edildi, sövüldü, en yakınları kendinden uzak durdu, deli, yalancı, sihirbaz ithamına maruz kaldı, dini korumak için düşmanlara karşı Allah yolunda cihad etti, kâfirlerde ona karşı mücadele etti, onu ailesinden, malından, diyarından hicret ettirdiler, ona karşı ordular sevk ettiler.

 

4-Ashab-ı Kiramın, Peygamberi rehber edinmesi ve beraber sıkıntıya katlanması, ona duydukları sevginin gücünü gösterir. Ashab-ı Kiram, peygamberi mallarından, çocuklarından kendi nefislerinden daha çok severdi. Bu sözümüze örnek verirsek:

 

Enes (r.a.) rivayet eder, O şöyle der : “Peygamberi gördüm, berber onu tıraş ediyordu, ashabı etrafını sarmıştı, hiç kimse kılın bir adamında elinden başkasına düşmesini istemiyordu.”(Müslim 2325)

 

 

Enes rivayet eder, O şöyle der “Uhud günü insanlardan bazıları Peygamberin yanından dağıldılar, Ebu Talha ise Peygamberin önünde onun üzerine deriden bir kalkan tu­tuyordu. Ebu Talha şiddetle ok atan atıcı bir adamdı. O gün iki veya üç yay kırdı. Beraberinde ok torbası bulunan bir adam geçerken hemen Pey­gamber “O okları Ebu Talha'ya saç!” buyururdu. Peygamber uzanıp düşmana bakıyor; Ebu Talha: Ya Allah’ın Peygamberi! Annem babam sana feda olsun, uzanıp bakma! Düşmanın oklarından sana bir ok isabet etmesin! Göğsüm onlara senin göğsünden daha yakın olsun! diyordu.” Hacefe: Zırhtır, Ona ayrıca Cubbe denir. Manası şöyledir; Ebu Talha yanında deriden kalkanla Peygamberi koruyordu. Şedidu’l Gid: Okun telidir, manası şöyledir; O, güçlü ok atıcısıdır.

 

5-Söz ve fiilden oluşan sünnetine uymak, onun sünneti hayatın her alanında sana yöntem olsun. Sözünü ve emrini her sözün ve emrin önüne almalısın, sonra ashabı kiramın akidesine uymalısın, sonra Tabiinin akidesine sarılmalısın, sonra da günümüze kadar bidatten uzak Ehl-i Sünnet akidesinden onları izleyenlere uymalısın, özellikle Rafızîlerden sakınmalısın, zira onların kalplerinde peygambere karşı sertlik bulunur, onlar imamlarının sevgisini peygamber sevgisinin önüne alır, imamlarını peygamberden daha çok severler.

 

Allah’tan, peygamber sevgisiyle bizi rızıklandırmasını ve onu evladımızdan, babamızdan, ailemizden, nefsimizden daha sevgili kılmasını dileriz. Allah en iyi bilendir.

 

Şeytanın Kalbe Giriş Kapıları

 

Bazen ibadetlerimizi yapabilmek için çok büyük gayret göstermek zorunda hissederiz. Namaza kalkacakken, infak edecekken, iyiliği emredip kötülükten alıkoyacakken ya da herhangi bir salih amel işlerken zorlandığımızı hissederiz. Ya da Allah yolunda bir adım atmak isteriz, ama bir türlü yapamıyoruzdur. Bununla birlikte bazen de her şeyi düzgün yaparız, ama yaptığımız ibadetlerden zevk alamıyoruzdur. İşte bu gibi durumlara sebep olan şey çoğu zaman kalbimizin durumudur.

Kalbimiz vücudumuz için ne kadar hayati bir öneme sahipse, imanımız için de bir o kadar öneme sahip konumdadır. Kalbimizin rahatsızlandığında vücudumuzun birçok organını etkileyip farklı şekillerde belirti vermesi gibi, manevi olarak da kalbimiz rahatsızlandığında yukarıda saydığımız farklı manevi rahatsızlıklara sebep olabilir.

Rasulullah sallallahu aleyhi vessellem buyurmuştur ki, “…Bilin ki! Vücutta öyle bir et parçası vardır ki o, iyi (doğru ve düzgün) olursa bütün vücut iyi (doğru ve düzgün) olur; o bozulursa bütün vücut bozulur. Bilin ki! O, kalptir.” (Buhârî, Îmân, 39)

Aynı zamanda kalp, dini geleneğimizde her zaman üzerinde çalışmaların yapıldığı, nasıl korunması gerektiği üzerine birçok tavsiyelerin ve kitapların bulunduğu bir konudur. İbnu’l Cevzi rahimehullah Minhacu’l Kasıdin ve Müfidü’s Sadıkin adlı eserinde şöyle der, “Kalplerin çoğunu şeytan fethetmiş ve onlara sahip olmuştur. Böylece bu kalpler dünyayı tercih edip ahireti bir kenara bırakmaya davet eden vesveselerle dolar.”

İmanımızı korumamız, kalbimizi korumakla başlar. Ebedi düşmanımız olan şeytanın da bize en çok yaklaştığı yerlerden biri de kalbimizdir.

Yine Minhacu’l Kasıdin ve Müfidü’s Sadıkin adlı eserde, şöyle bir benzetme yapılır. “Bilmelisin ki kalp bir kaleye benzer. Şeytan ise kaleye girip onu ele geçirmek isteyen bir düşmandır. Kaleyi korumak ancak kapılarını ve gediklerini korumakla mümkün olur. Kalenin kapılarının nerede olduğunu bilmeyen ise o kapıları koruyamaz.”

Peki şeytan kalbimize hangi kapılardan yaklaşır?

1. Haset ve Hırs

“Kul bir şeye karşı haris olduğu zaman hırsı onu kör ve sağır eder, şeytanın giriş kapılarını bilen basiretinin nurunu örter. Kişi hasetçi ise durum yine aynıdır ve şeytan o zaman fırsat bularak kalbine girer. Şeytan, hırslı olan kişiye onu arzusuna ulaştıracak her şeyi münker ve çirkin olsa bile güzel gösterir.”

Haset, bir nimetin başkasında değil sadece kendisinde olmasını istemektir. Bugün sosyal medya sebebiyle haset edebileceğimiz durumların hepsi daha fazla gözümüzün önünde bulunmaktadır. Bu sebeple her zaman kalbimizi yoklayıp başka birinin sahip olduğu nimete karşı haset edip etmediğimiz üzerinde tefekkür etmeliyiz. Unutmayalım ki haset, rabbimize “bu nimeti yanlış, hak etmeyen birine verdin.” demektir. Çünkü o nimetleri haset edilen kişiye veren Allah’tır.

Ayrıca hasetin ayrı bir kötülüğü de bir hadiste Rasulullah sallallahu aleyhi vessellem’in buyurduğu gibi, şudur: “Haset etmekten sakının. Zira, ateşin odunu (veya otları) yiyip bitirdiği gibi haset de iyilikleri yer bitirir.” (Ebû Dâvûd, Edeb 44; İbni Mâce, Zühd 22)

Farkında olmadan yaptığımız iyiliklerin her birini kaybediyor olabiliriz. Peki bu duyguyla nasıl başa çıkabiliriz? İlk olarak her zaman kendimize odaklanmalıyız. Rabbimiz İnşirah Suresi’nde bir işi bitirdiğimizde hemen başka bir işe koyulmamızı bizlere buyurmaktadır. Her zaman planları, hedefleri olan ve sadece kendiyle yarışan insanın başkalarının nimetleri ile ilgilenmeye veyahut onlara haset etmeye vakti kalmaz. Haset etmek, başkasının hayatları ile hayırlı konular haricinde yakından ilgilenmek, çoğu zaman vaktini boşa harcayan insanların özelliğidir.

İkinci olarak ise, rabbimizin bize verdiği nimetler üzerinde daha fazla düşünmeliyiz. Rabbimiz yine bir ayetinde buyuruyor ki: “Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız, sayamazsınız.” (Nahl, 18) Yani her birimizin üzerinde sayamayacağı nimetler var ve biz her nimetten sorguya çekileceğiz.

Durum böyle iken, başka birinin nimetleri üzerinde düşünüp, o nimetlerin o insanlarda değil de kendisinde olmasını istemek ne kadar mantıklıdır? Tekrar bir düşünelim. Son olarak da haset, aslında haset edilen kişinin de kötülüğünü istemektir. Birinin sahip olduğu güzel bir nimetten yoksun olmasını arzu etmek, bunun üzerine onda değil kendisinde olmasını arzulamaktır. Bu duyguların içine kibir, aşırı dünya sevgisi gibi duygular da girer. Peki bu duygular bir müslümana ne kadar yakışır?

2. Gazap ve Arzu

“Gazap aklın afetidir. Aklın ordusu zayıf düştüğü zaman şeytanın ordusu hücum edip insanla oynar.”

Kolayca öfkelenmek, çoğu zaman düşünmeden yaptığımız hareketlerden biridir. İbn’ul Cevzi rahimehullah’ın da dediği gibi “akıl” zayıf düştüğünde insan daha çok öfkelenir. Rasulullah sallallahu aleyhi vessellem buyurmuştur ki: “Gerçek babayiğit, güreşte rakibini yenen değil, öfkelendiği zaman nefsine hâkim olabilen kimsedir.” (Buhârî, Edeb, 102; Müslim, Birr, 106-108)

Hayatta binlerce olay yaşıyoruz ve elbette bunlar arasında öfkelenmeden, düşünmeden hareket etmemize sebep olacak olaylar olabilir. Bu durumu birden de değiştiremeyiz. Önemli olan kendimizde böyle bir huy var ise bunu kabullenmek ve üzerinde çalışmaktır. Öfkesini yutan, öfkelendiğinde aşırı tepkiler vermeyene, affedene hem hadis hem de ayetlerle çok büyük ecir vadedilmektedir.

“Gereğini yerine getirmeye gücü yettiği hâlde, öfkesini yenen kimsenin kalbini Allah, emniyet ve îmanla doldurur.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 3; Tirmizî, Birr, 74)

Bir hayrı açıklar ya da gizli tutarsanız veya bir kötülüğü bağışlarsanız, şüphesiz Allah, affedicidir, güç yetirendir. (Nisa, 149)

“Sen af (veya kolaylık) yolunu benimse, örf ile emret ve cahillerden yüz çevir.” (Araf, 199)

“Bir kötülüğün karşılığı ona denk bir kötülüktür; ama kim bağışlar, düzeltme yolunu tutarsa onun mükâfatını Allah verir. Hiç şüphe yok ki O haksızlık edenleri sevmez.” (Şura, 40)

3. Ev, elbise ve ev eşyası konusunda süsü sevmek

“Şeytan sürekli olarak insanı evini mamur etmeye, tavanını ve duvarlarını süslemeye, süslü elbiseler giymeye ve lüks ev eşyaları edinmeye davet eder. Böylece insanı ömrü boyunca kullanıp durur.”

İslam dinini din olarak kabul ettiğimizde Allah’ın bir olduğunu, Rasulullah sallallahu aleyhi vessellem’in onun kulu ve elçisi olduğunu kabul etmenin yanı sıra, kabul ettiğimiz en büyük gerçeklerden biri de insanın bu dünyada amaçsız olmadığıdır. Müslüman bilir ki bu dünya geçicidir ve dünya onun için bir amaç değil, ahiret yurduna giderken kullanacağı bir araçtır. Bu araç, amaç haline geldiğinde insan artık amacını ikinci, üçüncü, dördüncü plana atar. Sadece bu dünyadaki hayatını düşünür.

Hayatı evinden, ev eşyasından, giydiklerinden ya da diğer sahip olduklarından ibaret olan kişi, ahiret hayatına vakit ayırmakta zorlanır. Ayrıca sadece bunlara vakit ayırmak, hasete, kıskançlığa da sebep olabilecek bir durumdur. Çünkü bu dünyada sahip olabileceklerimizin sonu yoktur. Her zaman daha iyisi, daha güzeli olacaktır. Bu sebeple bu gibi şeylere aşırı düşkünlüğümüz olup olmadığını düşünmek, vaktimizi daha verimli geçirmemize, kalbimizi manevi olarak daha sağlıklı hale getirmemize yardımcı olacaktır.

4. Yemek

“Doyuncaya kadar yemek başka kapıdır. Çünkü doymak arzuları güçlendirir ve kişiyi ibadetten alıkoyar.”

Burada bahsedilen ilk başta kulağa garip gelebilir. Fakat burada doyuncaya kadar yemekten kasıt aç kalmak değil, tıka basa yemek, acıkmadan sofraya oturmaktır. Fazla yemek yemenin zararı tibbi olarak da ortadadır. Birçok rahatsızlık çok yemekten ve faydasız şeyleri çokça tüketmekten dolayı meydana gelir. Çok yemek yemek insanın hareketlerini kısıtlar, daha fazla gaflete sebep olur. Düzenli, verimli bir hayata sahip olmak için en önemli unsurlardan biri de düzenli ve sağlıklı bir beslenmedir.

5. İnsanlardan bir şeyler beklemek

“Bir şahıstan beklentisi olan kişi, kendisinde bulunmayan vasıflarla onu çok fazla över, ona yağcılık yapar, iyiliği emretmez ve kötülük yaptığında ona engel olmaz.”

Rasulullah sallallahu aleyhi vessellem’in hayatı her ince detayına kadar bize örnektir. Bizim onun hayatından öğrendiklerimizden biri de her zaman kendi işini kendi görmeye çalışmasıdır.

Vefatından sonra eşi ve bütün inananların annesi Ayşe (r.anha)’ye sorarlar: “Allah’ın Elçisinin evdeki hali nasıldı?” Ayşe (r.anha) cevaplar: “O kendi işini kendi görmekten hoşlanırdı. Arkadaşları bütün işini yapmaya hazır olmalarına rağmen bunu istemezdi. Evdeyken, elbiselerini yamar, evi süpürür, keçileri sağar, develeri bağlar ve yemlerini verirdi. Ayrıca, ayakkabılarını ve delik su kırbalarını tamir eder, hizmetçilere de yardım ederek onlarla birlikte hamur yoğururdu. Çarşıdan yiyeceğini kendi taşır, birisi “Ey Allah’ın Elçisi! İzin ver ben taşıyayım.” dediğinde, “Her mümin, taşıyabiliyorsa kendi yükünü kendi taşısın.” derdi.” (Kadı İyaz, Şifa-ı Şerif, s.132.)

Kendi yükümüzü ne kadar kendimiz yüklenebilirsek, insanlara bağımlılığımız o kadar azalır. Kararlarımızı daha bağımsız verebiliriz, insanlar sebebiyle başımıza gelebilecek olanlardan korkma gibi bir şeyimiz söz konusu olmaz.

6. Aceleci Olmak

Peygamber sallallahu aleyhi vessellem şöyle buyurmuştur: “Acele şeytandan ve teenni Allah’tan’dır.”

“Aceleci olmanın kınanmasının sebebi, yapılan bir eylemin basiretli ve sağduyulu olarak yapılması gerektiğidir. Basiretli olmak ise ancak işin sonunu iyice düşünüp araştırmakla olur.”

Mümin bir birey olarak attığımız her adımı planlı atmaya çalışmak, adım atmadan önce durumu düzgünce analiz etmek bizi işin sonunda karşılaşacağımız birçok sorundan kurtarır. Yukarıda bahsettiğimiz öfke bile bir bakıma da aceleciliğin bir sonucudur. İnsan durumu analiz edemediğinde iyi anlayamaz ve bu durumda öfkelenmesi de daha kolaylaşabilir. Yani aceleci olmak, sadece attığımız adımları değil, insanlarla olan ilişkimizi de kötü etkileyebilir.

7. Mal Sevgisi

“Bir kalpte yer alan mal sevgisi onu ifsad eder ve kişiyi gayrimeşru yollardan mal edinmeye yöneltir. Mal sevgisi kişiyi cimri yapar, fakir düşmekten korkutur ve malı üzerindeki hakları yerine getirmesine engel olur.”

İnfak edememenin, birçok insan zekat vermemesinin en büyük sebebi mal sevgisidir. Mal sevgisi sebebiyle elimizdekini paylaşamayız. Bu problemin çözümlerinden biri rabbimizi hakkıyla tanımaya gayret etmektir. Rabbimiz ayetlerinde veren kişinin verdiğinin karşılığının kat be kat ona ecir olarak verileceğini söylüyor, vadediyor. O zaman biz rabbimizin verdiği söze mi inanmıyoruz? Yoksa vaadini yerine getireceğine dair mi inancımız yok?

Mal sevgisinin, cimriliğin başka bir sebebi insanın sahip olduğu şeylerin nihai sahibi olarak kendisini görmesidir. Halbuki bedenimizden, sahip olduğumuz diğer dünyevi nimetlere kadar hepsi rabbimizdendir. Her bir nimetin sahibi rabbimizdir. Buna rağmen verdiklerinden çok çok azını infak etmemizi bizden ister.

8.  Müslümanlar Hakkında Kötü Zan Beslemek

“Kim bir Müslüman hakkında kötü zannına uyarak hüküm verirse onu küçümser, gıybetini yapmaya başlar ve kendini ondan daha hayırlı görür. Kötü zan ancak sahibinin pis biri olduğunu gösterir. Çünkü mümin, din kardeşi için mazeretler arar. Oysa münafık, müminin kusurlarını araştırır.”

Rasulullah sallallahu aleyhi vessellem müminler bir vücut gibidir, der. Bir mümin kardeşimize karşı kötü zan beslemek en başta aslında kendimize zarar vermektir. Süfyan es-Sevri de şöyle demiştir: “İşlediğim bir günahtan ötürü beş ay gece ibadetinden mahrum oldum’. Kendisine: ‘O işlediğin günah neydi?’ diye sorulduğu zaman: “Bir kişiyi ağlarken gördüm. İçimden: ‘Bu adam samimi değil, riyakârdır’ demiştim.” Belki de güç yetiremediğimiz salih amellerin önündeki engel, bir müslüman kardeşimize karşı beslediğimiz kötü zandır.

Her birimiz insanız ve kusurluyuz…

Her birimiz insanız ve kusurluyuz. Ayetle sabit ki, zayıf yaratılmışız. Yukarıdaki hastalıklara ya da sayılmayan diğer manevi hastalıklara sahip olmamız bizi hemen çok kötü bir insan ya da çok kötü bir müslüman yapmaz. Eğer bu hastalıklara sahip olduğumuzu fark edip, bunu meşrulaştırıyorsak sorun burada başlar. Şeytan bu hastalıklara sahip olduğumuzu kabullendiğimizde bize gelip işimizin bitmiş olduğunu, kötü bir insan ya da müslüman olduğumuzu bize vesvese verebilir. Ama biz bilmeliyiz ki hayat bir yolculuk ve bu yolculukta rabbimiz bizim çabamıza göre bize ecir verecek. Allah için öfkemizi yuttuğumuz her an, Allah için sevdiğimiz bir şeyden infak ettiğimiz her an, tam müslüman kardeşimize kötü zan edecekken vazgeçip hüsnü zanla devam ettiğimiz an ve daha nice dönüm noktalarında rabbimizin ecrini hatırlamalıyız.

Rabbimizin ahirette hayal bile edemeyeceğimiz ecrinin yanında, bu kalbi hastalıklardan kurtulmanın dünyada da çok büyük bir faydası olacaktır bize. Bunlardan biri sağlıklı bir zihindir, huzurlu bir hayat ve itminan bulmuş bir kalptir. Çünkü bu hastalıklara sahip olduğumuzda hayatımızın çoğu başkalarının hayatlarını düşünmekle, vakti faydasız işlerle geçirmekle, gafletle ya da kötü hislerle geçer. Ne nimetlerimizin farkına varabiliriz ne de o nimetlerle güzel işler yapabiliriz. Bu da insana psikolojik bir yük olarak yetecek ağırlıktadır. Rabbinin nimetlerini tanıyan ve her zaman sadece onun rızasını önceleyen biri, farklı nimetlere sahip olsa da olmasa her daim rabbinin onunla olduğunu, o anki hareketinden razı olduğunu bilir. Dışarıdan çok kötü durumda gözükse bile psikolojik olarak huzurlu olması kolaylaşır. Psikolojik olarak kendisini zor durumda hissetse bile sabrı kolaylaşır. O zaman Allah’ı zikretmek, bizim için hayati bir öneme sahip olan bir amel.

“Kalbin istila edilmesi hevaya uymakla başlar…”

“Kalbin istila edilmesi hevaya uymakla başlar. Kişi şeytanın ordusunu kalbinden ancak Allah’ı zikrederek kovabilir. Çünkü şeytanın ordusu zikrin olduğu yerde duramaz.” diyor İbnu’l Cevzi rahimehullah. En büyük zikir ise namazdır, devamında ise Kuran. Ne denmişti hadiste “Biriniz Rabbiyle konuşmak istiyorsa Kur’ân okusun.” (Camiüssağir, 360) Ne olursa olsun namazlardan ve Kuran’dan vazgeçmemeli, en kötü amelleri işlediğimizde bile onun huzuruna gitmekten kaçınmamalıyız. O’nun kapısı nefes aldığımız ve vazgeçmediğimiz sürece her zaman bizlere açık.

Kaynak: İbnu’l Cevzi, Minhacu’l Kasıdin ve Müfidü’s Sadıkin, Tahlil Yayınları, I. Cilt, syf: 668-670

 

KUR’AN’DA “AKLEDEN BİR KALP” KAVRAMI (Ulu’l-elbâb, ulu’l-ebsâr, ulu’n-nuhâ ile birlikte akıl-kalp ilişkisi)

Kur’an’da iki âyette kalbin ilginç iki fonksiyonundan söz ediliyor. Birisi akleden kalb, diğeri fıkheden kalb. Her iki âyette de kalbin akletme, derinlemesine düşünme, anlama, idrak etme, işin künhüne varma, bir sonuca ulaşma gibi işlevine dikkat çekiliyor.

Kalbin akletme ile yanyana yer alması şüphesiz ki akıl ile yürek arasındaki sıkı ilişkiyi ele veriyor. Aklı kalb ile eş anlamlı sayan bilginleri de haklı çıkarıyor.[1] Bu yazıda bu bağlamda akıl-kalb ilişkisini, ilgili kavramlar çerçevesinde söz konusu etmek istiyoruz.

-Akleden bir kalb

 “Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, akledecek kalpleri, işitecek kulakları olsun? (Dolaştılar, ama ibret almadılar). Çünkü gerçekte gözler değil, göğüslerdeki kalpler (kalp gözleri-sağduyuları) kör olur.” (Hacc 22/46)

Görüldüğü gibi bu âyette, kalbin akledici oluşundan bahsediliyor. Gerçek körlüğün göz körlüğü değil; gönül körlüğü, basiret körlüğü, kalb körlüğü, vicdan körlüğü olduğu açıklanıyor. Ama bir kimse de Allah’tan gelen Hakikati idrak edebilir. Ama kalbi ve vicdanı kör olan birisi ne ibret alır, ne de ayetler üzerinde düşünür. Kur’an kalpleri olduğu halde bununla düşünüp gerçeği anlamayanların hayvanlardan daha aşağı seviyede olduklarını söylüyor. Çünkü hayvanlar, kendisine zarar verecek şeylerden kaçınırlar, faydasına olan şeylere yönelirler, hangi amaç için yaratılmışlarsa o görevi yerine getirirler.[2]

Âyette akıl kelimesinin fiilinin şimdiki/geniş zaman hali (ya’kılûne) kullanılıyor. “Kalpler kör olur...” sözleri lafzî değil, mecazî anlamda gelmiş. Zira bilinen bir gerçek ki kalbin biyolojik olarak göz gibi kör olması söz konusu değildir.

İnsanlardan bazıları, kendilerin bahşedilen kalb nimetiyle, peygamberlerin misyonunda hazır bulunan ve sağduyu ile kavranabilen hakikatleri idrak etmezler. Allah’ın âyetlerini görmek için gözlerini açmazlar. Onları dinlemek için kulak vermezler. Kendilerine hibe edilen bu imkanları gereği gibi kullanmazlar.[3]

Şu âyette de benzer bir ifade ile karşılaşıyoruz:

“Biz onlardan önce, kendilerinden daha zorlu nice nesilleri helâk ettik de ülke ülke dolaşıp kaçacak delik aradılar. Kaçacak bir yer mi var?

Bunda şüphesiz kalpleri açık olanlar, (yani) uyanık bir zihinle kulak verenler için bir uyarı (ya da bir öğüt) vardır.” (Kâf 50/36-37)

Âyette lafzen “kalbi olanlar için” deniliyor. Söylemeya gerek yok ki, herkeste onun yaşamasını sağlayan kalb vardır. Ama herkes âyette verilen örneği bu kalb ile anlamaz. Ya da âyette kasdedilen kalb bu değil. Demek ki kalbin başka bir fonksiyonu var. Düşünen, anlayan, idrak eden, ibret ve öğüt alan, yapılan uyarılara kulak veren bir kalb. Bu âyette söz konusu edilen kalb ile Hacc 46. âyette geçen akleden kalb aynı olsa gerektir.

Bu âyetteki kalb bir çok müfessir tarafından lübb (derin anlayış sahibi yürek) veya canlı, aktif akıl diye anlaşılmış.[4]

Nitekim pek çok meal de bunu Türkçe’ye akıl olarak aktardılar. Aklını işletenler verilen örnekler üzerinde düşünürler ve öğüt alırlar, yapılan uyarılara kulak verirler. Ama kalbleri katılaşanlar ve hakikate kapalı olanlar ise, bu örnekler ve âyetler karşısında duyarsız kalırlar. Bir anlamda akıllarını işletmezler, derinlemesine düşünmezler.

Müslüman bilginlere göre akıl kalbin fonksiyonudur ve elde edilen/mevcut bilgilerle çalışır. O mücerret zihinden, bilinçten ve anlama gücünden ibaret değildir. Bu açıdan bu âyet, akletmenin hem kalble , hem de mevcut bilgilerle olabileceğini gösterir.[5]

 

 -Fıkheden bir kalb

“Andolsun biz, cinler ve insanlardan, kalpleri olup da bunlarla anlamayan (fıkhetmeyen), gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen birçoklarını cehennem için var ettik. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da aşağıdadırlar. İşte bunlar gafillerin ta kendileridir.” (A’raf 7/179)

Bu âyette kalb fıkıh kelimesinin şimdi zaman kalıbıyle (yefkahûne şeklinde) geliyor. Kalb kelimesi de insanın algı ve bilinç merkezi manasında kullanılıyor. Buradaki kalb; akıl, damîr veya vicdan denilen şeydir. Yani kalb, idrak olunan şeyler hakkında hüküm verme yeri ve hidâyet araçlarından biridir.[6]

Kur’an burada düşünme faaliyetini kalbe isnat etmiştir. “Allah (cc) insanlara gerçekleri, iyilik ve güzellikleri görme, işitme, anlayıp kavrama yeteneklerini vermiş olmasına rağmen öyleleri vardır ki onlar bu yeteneklerini yaratılış amacına uygun bir şekilde ve doğru olarak kullanmazlar; bu sebeple de cehenneme atılmaları sonucunu doğuracak olan yanlış inançlara sapar, kötü işler yaparlar.”[7]

İnkârcıların kalpleri vardır, ancak onunla kötülükleri (münkerleri) bırakmanın, sâlih ameller işlemenin, faziletlere sarılmanın dünya mutluluğunun kaynağı olduğunu kavramazlar. İmanla birklikte Âhiret mutluluğunun da bunlarla kazanılacağını idrak edemezler. Bu gibi güzellikleri Allah’ın dinine sarılmakla elde edileceğini anlamazlar. Çünkü böylelerinin  manevî lezzetlerin, Âhiret mutluluğunun manasını kavrayacak kalbleri yoktur.[8]

“Onlar, dünya hayatının görünen yüzünü bilirler. Onlar, Âhiretten temane gafildirler.” (Rûm 30/7)

Bazıları fıtrat üzere yaratılmalarına ve anlayacak kalbe sahip olmalarına rağmen, bu kalb  ile fıkhetmezler, yani işi derinden derine anlamazlar. Vicdanda duyulması ve farkına varılması gerken şeye dikkat etmezler.[9]

Onunla elde edecekleri hayrı, ulaşacakları hidâyeti bilmiyorlar, bu yüzden haktan yüz çeviriyorlar.[10]

İman etmek veya inkârcı olmak, itaat eden olmak veya âsi olmak bir kader (alınyazısı) değildir. Yani Allah kullarını iman etmeye de, inkâr etmeye de mecbur etmiyor. Herkese akıl, irade ve –âyette geçtiği gibi- düşünebilecek kalbler verdi. Herkes kendi özgür iradesiyle -sonucuna katlanmak şartıyla- dilediği yolu seçebilir. Nitekim yukarıdaki âyet bunu açıkça ortaya koyuyor ve kalb gibi bir imkana sahip olduğu halde bunu hayır yolunda kullanmayanları kınıyor.

Cehennemi hak edecek olanlar, akılları varken düşünmeyenler, gözleri varken görmeyenler, kulakları varken bir türlü Hakikatin sesini işitmeyen gafillerdir. Kur’an, insanların Allah’ın verdiği yetenekler ile âyetler üzerinde kafa yormalarını, anlamalarını, gereğini yapmalarını tavsiye ediyor.

“Akıl isim olarak Kur’an’da hiç geçmemekte, onun yerini kalb almaktadır. Akletme ise kalbin bir faalyeti olarak dile getirilmektdir. Kur’an tefekküründe, kalb aklın arşıdır. Vahiy kalbe iner, akıl kalbten neş’et eder. Bu kalbin kan pompası olmayıp iman ve inkârın makarrı olan manevî merkez olduğu açıktır. (Kâf 50/37) Kur’an sistematiğinde “taakkulun-akletmenin” kalbe nisbeti, düşünme faaliyetinin entellektüel faaliyetle sınırlandırmayıp sezgiyi de içine alacak şekilde geniş tuttuğunu ifade eder.”[11]

“Onların kalbleri vardır, onlarla kavramazlar...” şeklindeki ifade, “Onların kavramaya yarayacak kalbleri yoktur...” cümlesinden daha vurguludur. Çünkü onlar için yaratıldığı söylenen kalb, -yerinde kullanmadıkları için- onların aleyhine delil olur. Âyette “kalbleri kavramaz” yerine “onlarla (kalbleriyle) kavramazlar” denilmesi, konuları kavramak ve gerçeklerin özüne varmak için iradelerini yönlendirmemeleri sebebiyle, sonuçta kendilerinin sorumlu olacaklarını beyan içindir.[12]

Allah (cc) akıllı, dolayısıyla yükümlü yaratıklar olup gözle görülmedikleri için “cin” adı verilen (En‘âm 6/100) bazı varlıklarla birlikte insanların –bir kısmını cennet için yarattığı gibi– bir kısmını da cehennem için yarattığını ifade buyurduktan sonra bunun sebebi olarak, onların yükümlülük ve sorumluluğa temel teşkil eden akıl ve diğer bilgi yeteneklerini doğru ve yerinde kullanmamalarını göstermektedir.[13]

Bu iki âyette geçen “kalb”, “akıl” ve “fıkıh” kavramı üzerinde durmakta fayda var.

 -Kalb,

Burada kanı pompalayan göğüs kafesindeki kozalakımsı organdan bahsetmiyoruz.

‘Kalb’, Kur’an’da tekil ve çoğul (kulub) olarak sıkça kullanılan, insanın manevi hayatında çok önemli bir yeri olan ‘kalb’ten bahsediyurz. Kalb; imanın ve küfrün, sevginin ve nefretin, cesaretin ve korkaklığın, iyiliğin ve kötülüğün, kısaca; bütün duyguların merkezidir. Bütün sezgi ve duygularımızın, düşünme gücümüzün kaynağı, iç dünyamızın merkezi olan, ama yeri belli olmayan şeydir.

Eski Arapça’da kalb kelimesi genellikle “insanın kavrama, bilme ve algılama, sağlıklı hüküm verme yeteneği”, kısaca “akıl” anlamına gelir.

Birçok âyette olduğu gibi (Meselâ; Âl-i İmrân 3/151. Enfâl 8/12. Hac 22/46. Zümer 39/45. Nâziât 79/8) konumuz olan âyette de kelime bu anlamda kullanılmıştır.

Buradaki kalb, göz ve kulak kelimeleri, aslında duyma (his), algılama, düşünme, kavrama, bilme gibi insanı bilgiye, tefekküre ve imana götüren temel insanî yetenekleri ifade etmektedir.[14]

İnsanın asıl gerçeği de bu kalb’tir. Bir çok hayvanın yüreği vardır. Hepsinin görevi de kanı toplayıp vücuda pompalamaktır. Ama buna asla kasdettiğimiz kalb denmez. Kalbin günlük dildeki bir adı da gönüldür. Gönüllü insan deriz ama gönüllü hayvan demeyiz.

İnsanın bilgin, anlayışlı, inançlı olmasını ifade eden, hakkında konuşulan, sorumlu tutulan özü bu kalbidir. İnsanın içindeki ‘ben’dir. Ruha, akla iradeye, bedene buradan geçilebilir. Kalb, bir anlamda ruhumuzun gözüdür. Sezgi kalbimizin bakışı, akıl onun ruhu, irade de onun kuvvetidir.

Kur’an’da, kalbin akletme, anlam, tedebbür, tefekkür, tezekkür, korkma, sevinme, üzülme, varlık ve olaylardan etkilenme, katılaşma, duyarlı olma, şüphelenme, inanma, inkâr etme, sanma, haşyet duyma gibi daha bir çok nitelikleri zikredilir. Bir başka ifadeyle kalb, bütün vicdani duygu, şuur, sezgi ve hislerimizn, zihni ve ruhî eylemlerimizin merkezi konumundadır. (bkz: Bekara 2/171. A’raf 7/179. Yûnus 10/31. Nahl 16/78, 108. İsrâ 17/36. Hacc 22/46. Secde 32/9. Câsiye 45/23)[15]

Kalb (çoğulu: kulûb)’ bazen akıl yerine de kullanılır. ‘Gönlümden geçti’, ‘aklımdan geçti’ aynı anlamda kullanılmaktadır. Bir arabın “Senin kalbin yok, kalbin yanında değil”, yani “aklın başında değil”, ya da “Kalbin nereye gitti, yani aklın nereye kayboldu?” demesi doğrudur.  “Bir kimsenin kalbi var” demekle, onun anlayış sahibi, arkasını düşünecek kadar tedbirli davrandığı anlatılmış olur.[16] Kur’an da Peygamberin kalbine inzal edildi. (Bekara 2/97) Buradaki kalbin de göğüs kafesindeki yürek olmadığı açıktır.

“Kalb” sözlükte; bir halden bir hale, bir durumdan diğerine geçiş, bir şeyin içini dışına çevirmek demektir.[17] Nitekim, insan yüreğine de bir kararda durmadığı, şekilden şekile geçtiği, hızlı bir şekilde değiştiği için bu ad verilmiştir. Kalb ayrıca, akıl, bir şeyin özü, mecazi anlamda ilim anlayış (fehme) anlamlarında da gelir.[18]

Kalb ile kastedilen ‘ruh, ilim, cesaret gibi kavramların söylendiği bir anlamdır’. Demek ki kalb, insana özgü ruhanî hayata ait sırların merkezidir ve insanın özü de burasıdır.,

İnsanlar, gözleriyle veya duyularıyla şeklini gördükleri, duydukları şeyleri anlarlar. Ama kalb, geomatrik şekillerin ötesindeki sonsuz duyguları anlayan bir yeteneğin merkezidir. İnsan hayatında her açıdan kalbin yeri bellidir. İslâmda imanın ve küfrün, kabul etmenin ve reddetmenin, sevgi ve nefretin, idrak etmenin, anlamanın yeri, itaat ve isyan duygularının mekanı orasıdır. İnsan, inanç esaslarını diliyle sayar, tekrar eder, anlar ama kalbiyle doğru olduğuna karar verir (tasdik eder).

Bilgi elde araçlarından biri de kalbdir. Kur’an kalbi biyolojk bir organ olarak değil, daha çok akletme, ilim sahibi olma, ve anlama manasında kullanıyor.[19]

Kur’an’da kalb-i selîm ifadesi de geçmektedir.

-Kalb-i selîm (selîm kalb, hastalıklı kalb)

Kur’an’da sık sık söz konusu edilen kalbi alimler hakikat açısından üç katagoriye ayırıp incelerler.

Birincisi: Hastalıklı kalpler. Bunlar da başta münafıklar olmak üzere şüphe, cehâlet, ihtiras ve ahlâksızlık ile dolu kalpleridir. Kur’an böyleleri hakkında şöyle buyuruyor:

“…Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah onların hastalıklarını arttırmıştır.” (Bekara 2/10)

İkincisi: Mühürlü ve nasipsiz kalpler. Bunlar imandan ve İslâm’dan nasibi olmayan bahtsızların, kâfirlerin kalpleridir. Bunlar hakkında Kur’an’da şöyle buyrulur:

“Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinde de perde vardır.” (Bekara 2/7)

Bunlar küfürde inat ettikleri için hidâyeti kabul etme yeteneklerini kaybederler. Halbuki Allah (c.c.) her insanın fıtratına hakkı veya hidâyeti alıp kabul edecek bir yetenek yerleştirmiştir.

Üçüncüsü: Selîm kalpler. Bunlar Hak’tan gelenlere iman edip teslim olan, şüphe, inkâr, şirk, vesvese, hırs, dünyaya tutkunluk, başka şeyleri Allah’tan daha fazla sevme ve başkalarına hasetten temizlenen kalplerdir. Bunlar münîb/Allah’a yönelen ve iman ile, imana karşılık verilenlerle mutmain olmuş/doygunluğa ermiş kalpler.

Kur’an’da iki âyette “kalb-i selîm-selîm bir kalp” ifadesi geçiyor. (Şuarâ 26/89. Saffat 37/84) Her ikisi de hz. İbrahim’den (a.s.) bahseden bir pasaj içinde yer alıyor.

Buna göre –Kur’an’da hangi bağlamda gelirse gelsin- bir kalbin selîm olması hem onun kimliğidir, hem de sahibinin kurtulma sebebidir.

“Şüphesiz İbrahim de onun (Nuh'un) milletinden (onun tarafını tutanlardan) idi. Hani o Rabbine kalb-i selîm (arı-duru bir yürek) ile yönelmişti.” (Saffât 37/83-84)

Hz. İbrahim aldğı peygamberlik görevi gereği babasının ve kavminin taptıkları putlardan, atalarından aldıkları inançtan kalbini temizleyerek onları bir Allah’a (cc) kulluk yapmaya davet etti. Öyleki kalbinde ne onların sahip olduklarına karşı bir tamah, ne de onlardan bir korku vardı. Zira selîm bir kalp Allah’tan başkasına iltifat etmez.

Tertemiz, arınmış, sâlim kalp olarak çevirebileceğimiz ‘kalb-i selîm’ deyimi, inkâr ve şirkten, kibir, gurur, haset, kin, öfke, riya, cimrilik, şüphe, tereddüt, fesat, nifak gibi ahlâkî zaaflardan, nefsânî tutkulardan arınmış, insana olgunluk kazandıran ve faziletli davranışlara yönelten, sapasağlam, isabetli ve geniş düşünen Allah’a bağlı ve imanla dolu tertemiz yürektir. Selîm kalp her ne ise, bu sıfat öncelikle hz. İbrahim’in bir sıfatı idi. Bu arınmış yürek nitelemesi onun mükemmel samimiyetini anlatıyor. O böyle bir kişiliğe sahip olduğundan, o ve kendisine uyanlar Kur’an’da bütün insanlığa ‘güzel bir örnek’ olarak sunuyor. (Mümtahıne 60/4)[20]

 “Selîm kalp’ ifadesi ikinci olarak hz. İbrahim (as) duasının arasında arınmış yüreğin ne işe yaracağını hem kendine, hem de Kur’an’ın muhataplarına haber vermek üzere geliyor.

“O gün, ne mal fayda verir ne de evlat. Ancak Allah'a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur)” (Şuarâ 26/83-89)

‘Arınmış veya sağduyulu yürek’ diye çevirebileceğimiz “kalb-i selîm”, şirk ve şüpheden arınmış, iman esaslarına samimiyetle inanmış, manen sağlıklı kalbtir.[21]

Kimilerine göre selîm kalb selâmette olan kalptir. Böyle bir kalp Allah’ı birleme ve öldükten sonra dirilme konusunda şüphesi olmayan kalbtir.  İlk dönem tefsircilerinden Mücâhid’e göre o kalbin hakikat konusunda zerre kadar şüphesi yoktur. Yine ilk dönem tefsicilerinden Katâde’ye göre selîm kalb şükreden, Dahhâk’a göre ise o sâlim (sağlam,  sağlıklı) kalptir.[22]

Tefsirci Kurtubî’ye göre “selîm kalb hâlis, tertemiz, arınmış kalptir” şeklindeki açıklama  en isabetli açıklamadır. Zira selîm kalb yerilen bütün özelliklerden arınmış, buna karşılık en güzel ve övülen sıfatlarla bezenmiş yürektir.[23]

Gerçek ‘ma’rifet’ ehli kimseler, neyin çirkin neyin güzel olduğunu o şeylere ait özelliklere bakarak tanıyabilirler. Çünkü onlar ‘selîm akıl’ sahibidirler.  Akl-ı selîm, sağlam, yerinde işlev gören, maksada uygun çalışan akıl demektir. Şimdilerde sağduyu denilen şey selîm kalb olsa gerek.

Mü’minin kalbi, münafıkların kalbi gibi bir o yana bir bu yana yalpa yapmaz. Şüphe içerisinde değildir. İman o kalbde kökleşmiştir. Selîm kalb sahipleri Allah’a teslim olmuş kimselerdir. Onlar kalplerini Allah’ı zikirle doyururlar, takva ile beslerler ve sâlih amelle temizlerler (tezkiye ederler).

Bazı kalplerde maraz (hastalık) vardır. Çünkü o kalpler Allah karşısında görevlerini yapmazlar. Bu maraz daha çok münafıkların kalblerindedir. (Bekara 2/10) Bu marazın en önemli sebebi, samimiyetsiz ve iki yüzlü olmaktır. Bazı kalbler ise son derece katıdır. Onlar Allah’a verdikleri sözü tutmamış ve kendi hevâlarına (isteklerine) uymuşlardır. Aşırı hırs, dünyaya tutkunluk kalb katılığını (kasvetini) artırır. (Hadid 57/16) İnsan yanlış işleri yapmaya devam ederse kalbi yavaş yavaş paslanır (Mutaffifîn 83/14) ve sonunda körleşir. İnkâra ve inada devam edenleri de Allah mühürler. (Bekara 2/7. Nisâ 4/155) Mühür vurulan bir kalb imandan mahrum kaldığı gibi iyi duygulardan da, sağlıklı karar vermekten de, akletmekten de  uzaklaşır. 

Kalb hastalığını en önemli belirtisi, dil ile kalbin farklı oluşudur. Bu da münafıklıktır. Bazıları dilleriyle müslüman olduklarını iddia ederler, ancak onlar şeytanları ile başbaşa kalınca Allah’a ve müslümanlara gizli düşmanlık yaparlar. Bunların kalbi baştan ayağa fesatla doludur. (Bekara 2/206) Fesatla dolu kalbin gereği gibi akletmesi, hakikati kavraması çok zordur.

Akleden bir kalbe sahip olmak aynı zamanda kalb gözünü açar. Haktan gelen daveti anlamasını sağlar. Yukarıdaki âyette geçtiği gibi gerçekte kafadaki gözler değil, göğüslerdeki kalbler kör olur.

“Kimi yürekler Hakikate karşı aykırı konumdadırlar. Bu da onun ya iç, ya da dış kaynaklı bir engelle kapanmasıdır. Kur’an, kalbin hakikate karşı bir daha açılmamacasına kapanmasına ‘mühürlenme’, hakikati göremeyecek denli ışıksız kalmasına ‘körlük’, hakikati yansıtamayacak kadar cilasının dökülmesine ‘kararma’, hakikati yanlış anlamasına ‘hastalık’, hassasiyetini yitirmesine ‘taşlaşma’,[24] günaha pervsızca dalmasına ‘paslanma’ diyor.”

Kalb-i selîm sahibi, aklını ve kalbini doğruluk ve olgunluk yolunda kullanan insandır. O, Selim kalb, isyan ve günahtan arınmış, imanlı, sâlih ameller işleyene ve her türlü kötülükten uzak kalamya çalışan kalbtir.  İnsanların çoğunun iman etmemeleri, kötülükten uzak durmamaları aklı selîm ve vicdanlarının doğruya çalışmaması veya doğruluk değerlerini yitirmiş olmalarındandır.[25]

-Fıkıh/fıkhetmek

 

Âyette geçen “fe-ka-ha” fiili (masdarı: fıkıh); anlayış, yapıcı akıl, kıvrak zekâlılık, bir şeyi bilmek, konuşanın sözünden maksadını iyice anlamak, kendisine hükmün iliştiği gizli manaya vâkıf olmak, iyi ve tam anlamak, bir şeyi derinlemesine bilmek  gibi manalara gelir.[26] Şeyi idrak etmeye ve bilmeye delalet eder.[27] Fıkıh sahiplerine, fıkhedenlere fâkih veya fakîh denir. Ya da bir şeyin iç yüzünü bilmektir. Bu açıdan işlerin içyüzünü bilmeyip sadece yüzeyde kalanlara fakîh-fâkih denmez.[28]

 

“Fıkıh”, bilmek, anlamak gibi anlamlara gelen ‘ilm ve ‘fehm’ gibi kelimelerden biraz daha özel bir anlam taşır. Fıkıh, elde olan bir bilgi aracılığyla hazırda olmayan bir bilgiye ulaşma demektir.[29]

 

‘Fıkıh’ kelimesi Kur'an'da fiil halinde bir şeyi tam ve iyi anlamak, kavramak, bir şeyin hakikatini bilmek ve akletmek manasında kullanılmaktadır.

 

O halde fıkıh, söz ve fiillerin amaçlarını kavrayacak şekilde derin ve keskin anlayış ve zekâ demektir. Aklın bir işleyiş türü olan fıkıh’ın görevi, sözlü ve sözsüz mesajın ne demek istediğini kavramak, muhatabın maksadını hitabından anlamaktır.  Mesela, “fıkıhtü kelâme” denildiği zaman, “sözünü anladım”, “şu hitabından ne kasdedildiğine vakıf oldum” denilmek istenir.  Mekke müşrikleri Allah tekliflerine vakıf olmaya çalışmadıkları için fıkıhsızlıkla nitelendirildiler. (Nisâ 4/78) Yani onlar ilâhi iradenin söz şeklinde insana ulaşan vahyin asıl maksadına içlerindeki önyargılardan dolayı vâkıf olmak için bir çaba göstermediler.[30]

 

Bir âyette ise "fıkh fi’d dîn’-dinde anlayış sahibi" şeklinde geçmektedir. (Tevbe 9/122) Din’de derin kavrayış sahibi olmak biraz özel bir anlamdır. Din’in hükümlerini, hedeflerini, hükümlerin inceliklerini, fayda ve hikmetlerini, hükümlerin dayandığı temelleri elbette derin anlayışı ve geniş kavrayışı olanlar daha iyi bilirler.

 

Hadislerde de ‘fıkıh’ kelimesinin sözlük anlamıyla ve ‘fi’d din’ şeklinde biraz daha özel anlamda, İslâmî konularda derin anlayış sahibi olma anlamında kullanıldığını görüyoruz. “Allah (cc), kimin için hayr dilerse, onu dinde fıkh sahibi (dînî hükümlerin inceliğini kavrayan) kılar.” Darimî, Mukaddime/24 no: 231. Buharî, İlim/10

 

Kur’an, kalpleri var olduğu halde Allah’ın âyetlerini anlamayanların (fıkh etmeyenlerin) Cehennemlik olduklarını söylüyor. Bu sıfat inkârcıların sıfatıdır. Onlar, Allah’ın insanlara gönderdiklerini anlayıp iman etmezler. (A’raf 7/179)  Bir âyette ise inkârcılara ve münafıklara hitaben: “…Fakat, ne oluyor ki, bu topluluğa, hiç bir sözü anlamaya (fıkhetmeye) yanaşmıyorlar?” deniyor. (Nisâ 4/78) ,

 

Yine Kur’an, Allah’ı tesbih eden (O’nu noksan sıfatlardan uzak tutarak zikreden) yerlerin ve göklerin ve içlerinde yer alan her şeyin tesbihini insanların anlayamayacaklarını (fıkh edemeyeceklerini) söylüyor. (İsrâ 17/44)

 

Kavram olarak ‘fıkıh’ kelimesi, sözlük anlamından çok farklı değildir. ‘Fıkıh’; şer’î (veya amelle ilgili) hükümleri ayrı ayrı delillere dayanarak bilmektir. Ebu Hanife (ra) fıkh’ı şöyle tanımlıyor: “Kişinin lehinde ve aleyhinde olan hükümleri bilmesidir.”

 

Fıkhetmenin gerçekleştiği yer kalbtir. Kur’an da fıkhetmenin  odak noktası olarak kalbi zikreder. Bir çok âyette kendi özgür iradeleriyle kalblerini hakikate örten ve kulaklarını duymaktan alıkoymak suretiyle kendilerini vahiyden mahrum edenler hakkında “fıkıh/fıkkhetme” kelimesi kullanılır. Hidâyetten mahrum kalma sebebi, kalblerin anlama/fıkhetme kabiliyetini yitirmesidir. İdrak; akleden kuvvettir, akledilen şeyin mahiyetine ulaşıp, o şeyi kavrama olgusudur. Burada kasdedilen algılamak asıl, gönül gözü dediğimiz manevi cevherdir. Kur’an’da “kalb-fıkıh” ilişkisinin fonksiyonel anlamda birlikte kullanılması oldukça anlamlıdır.  Zira kalb var ama, fıkhetme yoksa işte o zman insan asıl varolma değerini kaybeder. (A’raf 7/179) Bu sebeple Allah (cc) ilim, fehm, idrak, ince ve derin anlayış anlamına gelen fıkhetmeyi, inkâr edenlerin kalblerinden çıkarmıştır. Onların kalbleri vardır ama bununla hakikati idrak edemezler.[32]

 

Fıkıh, hakikate doğru işlevsel aklın anlam alanıyla ilişkilidir.

 

 

 

-Akıl

 

“Akıl”, masdar olarak sözlükte; engellemek, alıkoymak, bağlamak gibi anlamlara gelmektedir. ‘Akl’ isim olarak; akıl, idrak, diyet, muhakeme yeteneği, kavrayış, zekâ, gerçeği idrake götüren manevi kuvvet, anlamak demektir.[33] Akıl kelimesinin aslı tutmak ve tutmaya gayret etmektir. Akıl, varlıkların güzellik, çirkinlik, kemâl ve noksanlıklarını bilmek, iki iyilikten hangisinin daha hayırlı, iki kötülükten hangisinin daha zararlı olduğunu bilme yeteneğidir. Bu anlamda aklın yeri kalptir.[34] 

 

“Akl kelimesi “aklu’l-ba’ir/devenin bağı tabirinden türemiştir. Devenin bağlandığı ipe “akl” denilmesi, yürümesine engel olmasından dolayıdır.”[35] 

 

“İkal” veya ikal (bağ ve engel) kökünden gelen akılda hem bir bağ kurma, yani eşya arasındaki ilişkiyi/bağı tesbit etme, hem de bilginin bir pratik sonucu ortaya koymak demek olan engel olma anlamı vardır. Yani akıl sadece eşya arasındaki ilişkiyi tesbit eden değil, aynı zamanda bunun gereğini de yaptıran güçtür.  Hatta akıldaki bu pratik yön daha ağırlıklı olarak kendini gösterdiğindendir ki, Kur’an’da akıl anlamında kullanılan “hıcr” ve “nühâ” (nehiy ve menetme) kelimelerinde de bu anlam ağırlıklı olarak vardır.[36]

 

Sözlük anlamından hareketle akla; “ilimle insanı himaye eden, kale içerisine alan, onu mahveden yollara sürüklenmekten koruyan, tehlikeye düşmesine engel olan ruhí bir kuvvettir” demek yanlış olmaz

 

“Akıl, insanın nefsi, idraki, ilmi, şuuru ve bunların eylemlerine olan etkisi söz konusu olduğunda, nefsî bir nitelik ve ruhî bir latife manasında kullanılır. Kalb, akıl manasında kullanıldığı gibi zamanımızda adına vicdan denilen ruhî duygu manasına da kullanılır. Bu da doğru bir terimdir.”[37]

 

Akıl, düşünme, kavrama ve bilgi elde etme gücüdür. Akıl, insanda bulunan manevi bir kuvvettir. İnsan bu kuvvet sayesinde eşyayı kavrar, gerekli bilgileri elde eder. Akıl; insanın  düşünme,  bilme,  davranışını belirleme, denetleme ve yargılaması ile ilgili kabiliyetidir.[38]

 

Ama maalesef insanların çoğu bu akıl gücünü ve yeteneğini iyi yolda kullanmazlar.

 

‘Akıl’, çevremizdeki her şeyin (eşyanın) özelliklerini tanıyan, idrak eden bir kabiliyettir. O insana verilmiş bir manevi kuvvettir. Bir başka deyişle o insana verilmiş bir nur’dur, yani ışıktır. Bu ışık sayesinde insan, çevresinde bulunan şeylerden haberli olur, faydalı şeyleri anlar, zararlı olanı idrak eder, bilgileri kalpte korur. İnsan bu manevi güçle gerekli teorik bilgileri elde eder.

 

 ‘Akıl’ kalbin bir faaliyetidir. Kişi kalbinin bu faaliyeti sayesinde bir şey hakkında bilgiye ulaşır, o şeyle ilgili özellikleri korur, elde ettiği bilgileri inceler, yerine göre hatırlar, o şeyle ilgili şâhitlik yapacak kadar kesin bir bilgiye kavuşur.

 

Akletmek, etkilenenden etkileyene (eserden müessire), görülebilen veya hissedilebilen bir etkilenenden, görünmeyen, duyu organlarıyla henüz hissedilmeyen etkileyici şeye ulaşmaktır. Söz gelimi, balın tadı arının varlığını, arının bir çiçeğin üzerinde uçuşu balı akla getirir. Birinden diğerine geçerek onu düşünmek, aklın işidir.

 

İslâm kelâmcıları tarafından bilgi kaynağı olarak düşünülen gerek “doğru haber”in, gerekse “duyular”ın verdiği bilgileri anlama ve yorumlama aracı da akıldır. Böylece aklın yeni bi bilgi ortaya koymadığı, emâre, karine ve delillerden hareketle var olanı tesbit ve ortaya koyduğu anlaşılmış olur.[39]

 

Kur’an’da aklın açık bir tanımı yapılmamışsa da aklın söz konusu edildiği âyetler incelenirse, onun işlevselliği anlaşılabilir. Buna göre akıl duyu organları aracılığı ile kendisine ulaşan bilgileri değerlendirerek hakla batılı birbirinden ayıran (Nahl 16/78), her türlü kavramlar ve fikirler arasında mukayese yapabilen (A’raf 191-195. 16/76. 27/59-64. 30/28. Naziât 79/27), varlıkları (Tevbe 9/116. Yûnus 10/5-6. İbrahim 14/10. Nahl 16/10-17, 80-81) gaye (Âli İmran 3/137. Hacc 22/85. Fâtır 35/12. Yâsîn 36/33), imkan ve ihtimal (En’am 6/40-41. Yûnus 10/50. Hûd 11/28. Kasas 28/71-72) noktasında inceleyip onlar hakkında doğru bilgiler ortaya koyabilen, ancak bütün varlık ve oluşları kuşatamadığı için sınırlı bilgi verebilen (Âli İmran 3/7), insanın bünyesinde var olan ve bilginin oluşumuna etki eden kuruntular ve çeşitli arzular sebebiyle yanılabilen, bundan dolayı da kendisine ışık tutacak sağlam –bir kaynağa muhtaç olan zihni bir kuvvettir.[40]

 

Hadislerde geçen akıl kelimesi “deveyi veya başka bir şeyi bağlamak, zaptetmek; diyet vermek” gibi kelime mânaları yanında “hatırda tutmak, anlamak ve bilmek” gibi terim anlamlarını da ifade eder.”[41]

 

İslâm kelâmcıları aklı şöyle tarif ediyorlar: “Akıl, insanların kendisi vasıtasıyla iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırdıkları, birleşmesi gerekeni birleştirip, ayrılması gerekenleri ayırdıkları bir araçtır.”[42] 

 

Felsefe ve mantık terimi olarak akıl; “varlığın hakikatini idrak eden, maddî olmayan, fakat maddeye tesir eden basit bir cevher; maddeden şekilleri soyutlayarak kavram haline getiren ve kavramlar arasında ilişki kurarak önermelerde bulunan, kıyas yapabilen güç” demektir.  Bu anlamıyla akıl sadece meleke değil özdeşlik, çelişmezlik ve üçüncü şıkkın imkânsızlığı gibi akıl ilkelerinin bütün fonksiyonlarını belirleyen bir terimdir. İnsanın her çeşit faaliyetinde ahlâkî, siyasî ve estetik değerleri belirlemede en önemli fonksiyonu haizdir.[43]

-Kur’an’da akıl

 

Kur’an’da akıl kelimesi isim olarak geçmez. Ancak bunun fiil hali“akletme, aklını kullanma, düşünüp taşınma” anlamında bir kaç fiil kalıbıyla kırkdokuz âyette yer alıyor.

 

Aklı fiil halinde kullanan Kur'an, akletmenin ve doğru düşünmenin önemine dikkat çekiyor. Akıl ve bunun eş anlamlısı akletmek, anlamak, ibret almak, bakmak gibi kavramların bulunduğu âyetleri göz önüne alacak olursak yaklaşık beşyüz kadar âyette akıl ve tefekkürden bahsedildiğini söyleyebiliriz.

 

Bu âyetlerde genellikle “akletme”nin yani aklı kullanarak doğru düşünmenin önemi üzerinde durulmuştur. Düşünmek, ibret ve öğüt almak, hidâyete ermek, cehâletten kurtulmak, evrendeki ve kendi bünyesindeki gerçekleri anlamak, gönülden kör ve, sağır, dilsiz olmamak için Kur’an akla sık sık vurgu yapıyor.

 

Kur’an’a göre insanı insan yapan, onun her türlü fiillerine anlam kazandıran, Allah’ın emirleri karşısında yükümlülük (mükellefiyet) altına sokan ve ona sorumluluk yükleyen akıldır.[44] İnsan ile hayvanlar arasında biyolojik açıdan fazla bir fark yoktur. İnsanı onlardan farklı kılan şey öncelikle insanın akıllı ve iradeli bir varlık oluşudur.

 

“İnsanın akıl sahibi, düşünen ve bilen bir varlık olmasına büyük önem verilmiş, her vesile ile insanın bu yönü harekete geçirilmeye, yararlı ve verimli kılınmaya çalışılmıştır.”[45]

 

Akla bu kadar vurgu yapmanın bir amacı da insanların Kur’an’ın manasını ve işlevini, İslâmi hükümlerin hikmetini anlamaları içindir. Düşünmek, doğruyu bulup onun gereğini yapmak içindir.

 

Kur’an’a göre ‘akıl’, bilgi edinmeye yarayan güç, bu güç ile elde edilen bilgidir.[46] Bu bir anlamda düşünme, kavrama, anlama ve bilgiye ulaşma yeteneğidir. “Çünkü akıl, farklı fikirleri belirli katagorilere ayırma yetisine sahip olan, analiz edici, bütünleyici ve birleştirici özellik taşır. Kur’an’a göre aklın en önemli yanı burasıdır. İnsana var olanla Var Eden arasında bağ kurdurmaktır. Bu sebeple Kur’an’da aklını doğru bir şekilde kullanmayanlar kınanır, inkârcılar “akılını işletmeyenler” olarak nitelenir.[47]

 

Bağ ve ilişki kurma, engel olma anlamı itibariyle akıl, sanki Allah’ın (cc) insanın içine koyduğu ve kendisiyle irtibatını kesmemesini sağlayacak olan muharrik güçtür. Yani akıl bir yönüyle  insan ile Allah arasında ilişki kuran, onun ilâhi arafıdır. Aklın bağ ve ilişki anlamına gelmesi, onun sadece Allah ile değil, ayrıca oluş ve varoluş arasında da ilişki kurmasıyladır. Ama sonuçta bu ilişkiyle o Allah’a ulaşacaktır. Bu itibarla akıl, Allah’ın insandaki temsilcisidir denilebilir”[48]

 

İnkârcılar, akıl ni’metine rağmen Allah’ı ve O’nun gönderdiklerini gereği gibi anlamıyorlarsa, akletmiyorlarsa; onlar sağır ve dilsizdirler (Bakara 2/171) Aklını kullanmayıp da inkâr, isyan ve sapıklık üzere devam edenlere azaptan başka bir şey yoktur. (Yûnus 10/100)  Kur’an bununla bütün insanlığı uyarmaktadır. Cehennem azabından kurtuluş yolu da akletmek, aklı kullanmak ve Vahy ile gelen gerçeğe teslim olup Allah’a kulluk yapmaktır. (Mülk 67/10)

 

Aklını gereği gibi kullanmayanlar, sağır, dilsiz ve kör gibidirler. Gerçeği duymazlar, dilleriyle ikrar etmezler (dile getirmezler), gözleriyle görüp anlamazlar. Onların akılları bu noktada hiç bir işe yaramamaktadır.

 

“Gerçek şu ki, Allah katında, yerde hareket edenlerin en şerlisi (kötüsü) akıl erdirmez sağırlar ve dilsizlerdir.” (Enfal 8/22)

 

Kur’an, aklın sürekli geliştirilmesini istemektedir. Aklen yetersiz olmaları sbebiyle diğer canlılara ve zekâ sahibi olmayan varlıklara, insana yüklenen sorumluluklar yüklenmemiştir. Kur’an’ın akla değer vermesi aklın varlık ve olayları anlamlı kılma kabiliyetinden dolayıdır.[49]

 

Kur’an, “Bu örnekleri biz insanlar için vermekteyiz. Ancak alimlerden başkası akletmez” (Ankebût 29/43) demektedir. Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün peşpeşe gelişinde, gemilerin denizde yüzmesinde, yağmurun yağmasında, canlıların üreyip çoğalmasında, bulutların hareketlerinde aklını kullananlar için âyetler vardır. (Bekara 2/104. Âli İmran 3/191) Bu âyetlere bakan akıllı insanlar onları yaratan Yüce Kuvvet’i idrak ederler.

 

Şunu hatırlamak gerekir: Kur’an akılla birlikte, ona yakın anlamda pek çok kavram kullanılıyor. “Kur’an’da akla yakın anlamda birden çok kelime kullanıldığına göre bu kadar farklı akletmeler bulunmalıdır, ya da aklın bu kadar farklı fonsiyonları olmalıdır. Akıl, fuad, lübb, basar, hıcr, nühâ gibi.”[50]

 

-Akıl potansiyel bir güçtür

 

Allah (cc) hayatın devamını sağlamak, yaratılış sebebi olan denemeyi kazanmak ve hayatı güzelleştirmek için insana pek çok imkanlar verdiği gibi, üç önemli güç kaynağı veya kabiliyet vermiştir. Bunlara eskilerin deyimi ile ‘kuvve-i aklıyla, kuvve-i şeheviyye, kuvve-i gadabiyye’ dir. Yani akıl gücü, isteme gücü, çaba ve savunma gücü.

 

-Şehvet (iştah) kuvveti

 

Kuvve-i şeheviyye, insanın içindeki isteme gücüdür. Nefsin arzuları, insanın içindeki her şeye karşı duyulan meyil, istek ve emellerdir. Buna ‘şehvet’ de diyebiriz.  İnsana fayda veren şeyleri elde etmeye yarar.

 

Kişinin acıkınca yemek istemesi şehvet (iştah) olduğu gibi, mal, mesken, güzel elbise, lezzetler, oyun ve eğlence, nefse hoş gelen başka şeyler istemesi de şehvettir.

 

Şehvet kuvveti esasen olumsuz bir şey olmadığı gibi, insan için bir felaket de değildir. Tam tersine hem hayatın devamı, hem ihtiyaçları gidermek, hem de üretken olmak için gereklidir. İnsanda arzu, istek, hırs olmazsa, hem üretemez, hem de en zaruri ihtiyaçlarını karşılayamaz.

 

Ancak her şeyde olduğu gibi bunda da asıl mesele bu gücü, bu kabiliyeti dengeli kullanmaktır. İfrata veya tefrite düşmemek, aşırıya kaçmamaktır. Kişinin acıkınca karnını doyurma isteği iştahdır, yeme isteğidir. Ancak bunu hırsızlık yoluyla, ya da dinen haram veya pis sayılan bir şeyle karşılaması ifrattır.  Bir kimsenin cinsi ihtiyacını karşılamak istemesi iştah/şehvettir. Ancak bunu Din’in izin vermediği gayr-i meşru bir yolla gidermeye çalışması ifrattır.   

-Gadap (öfke) kuvveti

 

Kuvvet-i gadabiyye, öfkedir, savunma iç güdüsüdür.  Bir başka deyişle hamiyyet duygusudur. Korkak, pısırık, cesaretsiz olmamaktır. Ya da bir şeyi yapmak üzere ortaya konan çabadır. Kişi bu savunma gücü sayesinde kendini tehlikelere karşı korur, kızılacak yerde kızar, iffet ve şerefine sahip olur, zalimlere ve kötülere karşı mücadele verir. Düşmana karşı dinini, malını ve toprağını savunur.

 

Öfke gücü savunma rekleksi, değerli şeyleri korumdaki manevi donanım, kötülük odaklarına karşı mücadele imkanıdır. Yalnız bunun da dengeli kullanılması esastır. Hiç kızmayan/öfkelenmeyen birisi bir işe yaramadığı gibi, yerli yersiz her şeye kızan da bir işe yaramaz. Gadap gücünü yerinde kullanmayan, namusuna, iffetine, değerlerine, yapılan saldırılara, sövmelere, hakaretlere aldırmazlar. Zalimlerin eziyetlerine katla­nır, her türlü rezalet ve kepazeliklere boyun bükerler.

 

Bunun tersi gereksiz yerde kızmak, ya da öfkeye hakim olamamaktır. Akılla, düşünceyle, adalet ve tenni ile hareket etmek yerine nefsin esiri olup zararlı işler yapmaktır.  “Öfke ile kalkan zararla oturur” öfkesine sahip olamayanlar için söylenmiştir. Haksız yere kızan veya öfkesine mağlup olan nicelerinin kendilerine ve çevrelerine aşırı zarar verdikleri bilinen bir gerçektir.

 

Bu da gadap kuvvetinin yerinde kullanılmadığının göstergesidir. Halbuki gadap kuvveti de tıpkı iştah gibi insana bahşedilmiş hayati bir imkandır.

 

-Akıl kuvveti

 

Akıl gücü insana doğuştan verilen bir yetenektir. Kişi ergenlik çağına ulaşınca bu güç olgunlaşır. Şüphesiz ki akıl gücü insanlarda eşit değildir, farklı farklıdır.

 

Kimileri bu akıl gücünü ve yeteneğini iyi yolda kullanmazlar. Özellikle, evrendeki yaratıklara bakıp, Yaratıcıyı idrak etmezler. Ya da O’nun huzurundaki konumlarını, insan olarak durumlarını düşünmezler, akıllarını kullanıp kendilerine faydalı olacak ve onları kurtaracak işleri yapmazlar. Kur’an böylelerini şu örnekle anlatıyor:

 

“Küfre sapanların durumu, çobanın haykırışını işiten ama onu yalnız bir ses ve çağırma olarak algılayan sürünün durumuna benzer. Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler: zira akıllarını kullanmazlar.” (Bekara 2/171)

 

Kur’an bütün insanları akletmeye, aklı gereği gibi ve yerinde kullanmaya davet ediyor. Türkçe’deki deyimle ‘aklını başına alanlar’ hayatın anlam ve maksadını, varlığın ve ölümün arkasındaki gerçeği idrak ederler. Kendilerine faydalı olan şeyleri tercih ederler, zararlı olanlardan kaçınırlar. Bu da akıl kuvvetini yerinde, maksada uygun kullanmayı anlatır.  İnsana düşen akıl kuvvetini de dengeli kullanmaktır.

 

Eğer bir insan, aklını ve diğer vehbi imkanları kullanarak dinî hayatını ve değerler dünyasını Yaratıcnın uygun gördüğü gibi düzenlemiyorsa, o kişi güdülerinin (hevâsını) emrine girmiş demektir.  Böylece diğer canlılardan aşağı bir seviyeye,  gerçek mutluluk ve kurtuluş sebeplerinden uzaklaşarak gaflet ve dalâlete düşmüş demektir. Oysa ki Allah (cc) böyle bir durumdan kurtulmak, inanç ve değerler dünyasını inşa etmek için iki önemli imkan verdi: Akıl ve vahiy. Allah’ın kullarına gönderdiği iki elçi vardır. Biri içimizdeki elçidir ki, bu akıldır. Diğeri de dışımızdaki elçidir ki, bu da peygamberdir.  Hiç kimse, içindeki elçiden faydalanma işini öne almadıkça dışındaki elçiden yararlanamz. Akıl iman edene, peygamberin tebliğinin doğruluğunu öğretir. Sonuç olarak aklı yönetici, din yol göstericidir. Akıl olmazsa din varlığını koruyamaz, din olmayınca da akıl yolunu şaşırır.[51]

 

Aklını kullanan bir kimse, tabii olarak fayda ve zararın eşit olmadığını anlar ve bir çelişkiye düşmez. Ama insanda diğer iki kuvvetinde olduğu unutulmamalı. Gazap ve şehvet kuvvetine akıl hakim olursa, böyle bir akıl sahibinden reziletler değil, faziletler doğar.  Faziletin dört temeli olan hikmet, şecaat, iffet ve adaletin teşekkül etmesi için de akıl kuvvetinin geliştirilmesi, gazap ve şehvet kuvvetinin vahiyle terbiye edilmesi gerekir. Böyle bir akıl kontrol altına alınmış demektir. (bkz: Bekara 2/44. Mâide 5/100) İnsanı, nefsinin (hevâsının) istediği yere gitmeye bırakmaz.[52]

 

Kur’an aklın işlevselliğini taakkul, tefekkür, tezekkür ve tefakkuh fiilleri ile de anlatıyor. “Tezekkür, istikameti geçmişi gösteren düşüncedir ve hafızaya tekabül eder. Tedebbür, istikameti gelecek olana ve tedbir üretmeyi hedefleyen düşüncedir. Taakkul ise bu ikis arasında bağ kurmak, tefekkuh  bu üçünden elde edileni şimdi ve buraya taşımaktır. Tefekkür ise bu süreçlerin tümünü kapsar. Bunların hepsi de olumlu düşünmeyi içerir ve (çabayı, gayreti, emek sarfetmeyi ifade eden) tefe’ul  kalıbından gelir.”[53]

 

İnsana emanet edilen her üç dinamiğin en önemlisi akıldır. Zira diğerleri selîm akla tabi olurlarsa yerinde ve dengeli kullanılabilir. Bu üç dinamiği insana veren Allah (cc) onları nasıl kullanacağını da Vahiy ve kerim elçileri ile öğretmiştir. Vahye uyan akıl selîm akıldır, yada akleden/fıkheden kalbtir.

 

-Hakikate doğru işlevsel akıl

 

Duyularımzla mahsusûtı (duyumsanan şeyleri) gözleyip algılarken aklımızla da ma’kulâtı (akla uygun şeyleri) idrak ederiz. Aklın işlevselliği daha çok soyut kavramlar sahasında gerçekleşir.[54]

 

Akıl (veya akletmek) düşünmek, doğruyu bulup ona teslim olmak içindir. Kur’an birçok âyetinde insanları düşünmeye (tefekkür), anlamaya (tefekkuh), zikretmeye (tezekkür), tedbirli olmaya (tedebbür) davet etmektedir. Tüm bu faaliyetler aklın birer fonksiyonudur.

 

Kulluk görevini hakkıyla yapabilmek için kişinin öncelikle Kur’an’ın ne dediğini anlaması, neleri yapmak, nelerden kaçınmak gerektiğini bilmesi lazımdır. Bu da ancak akıl sayesinde olabilecek bir şeydir. Kişi ancak aklını yerinde kullanarak taklittten kurtulur. Neye inandığının, neye karşı olduğunu kavrar.[55]

 

Akletmek, etkilenenden etkileyene (eserden müessire), görülebilen veya hissedilebilen bir etkilenenden, görünmeyen, duyu organlarıyla henüz hissedilmeyen etkileyici şeye ulaşmaktır. (Bekara 2/104) Söz gelimi, balın tadı arının varlığını, arının bir çiçeğin üzerinde uçuşu balı akla getirir. Birinden diğerine geçerek diğerini düşünmek, aklın işidir.

 

Bir gerçeğe varabilmek için âyetler, işaretler, deneyler ve eserler (izler) aklın üzerinde yürüdüğü yoldur. Akıl bunlardan geçerek, bunların ifade ettiği gerçeğe ulaşır. Örneğin, çevresindeki olağanüstü biçimde yaratılan varlıklardan ve onlara ait özelliklerden hareketle bir Yaratıcının varlığına ulaşmak, aklın işidir.

 

Kur’an’ın birçok âyetinde, akıl sayesinde kazanılan bilginin gene bu gücün kontrolünde kullanılması gerektiği, bunu yapmayanların sorumlu tutulacağı sık sık ifade edilmektedir. Kur’an’da, eşyadaki nizamı anlama gücüne sahip olan akla, aynı zamanda ilâhî hakikatleri sezme, anlama ve onların üzerinde düşünüp yorum yapma görev ve yetkisi de verilmiştir. Belki aklın öncelikli görevi de budur. Nitekim, Kur’an, bazı hükümleri sıraladıktan sonra; “Allah âyetlerini akledesiniz diye açıklamaktadır” (Bakara 2/242) âyetiyle aklın bu fonksiyonuna işaret edilmiştir.[56]

 

Aklın elbette bir çok görevi vardır. Bunlardan biri de doğru düşünme ve dış dünyayı tasavvur ederek algılama anlamına gelen “ta’akkul”dur. Buna temyiz edebilen akıl denilir. Araştırmayan, düşünmeyen akıl, görevini yerine getirmemiş  akıldır ki, neye yarar? Eğer akıl sadece maddi ihtiyaçları karşılamayı beceriyorsa, bunu diğer varlıklar da yapıyor. İnsanın farklılığı âyetleri düşünmesi, onlardaki hikmeti sezebilmesi, onları kavrayıp yeniden yorumlaması, yeniden bir şeyler üretebilmesi. Yaratılışı, insanın görevini anlamasıdır.

 

Akıl çalışmayınca  görevini yerine getiremez ve sahibini taklid bataklığına düşürür. Taklid ise, araştırma ve düşünmenin baş düşmanıdır. Allah, kitabında taklidi, donukluğu kınarken; araştırıcı aklı (akleden kalbi) övmektedir. İslâm taklidçiliği hoş görmez. Çünkü taklidçilik, Allah’ın insana en büyük nimetlerinden olan aklı kullanmamak, başkalarına körü körüne uymaktır.[57]

 

İslâm akla bu kadar önem verirken, onu hiç bir zaman son karar yeri, bilginin, fayda-zararın son hakemi yapmamıştır. “Akıl çoğu İslâm düşünürüne göre tek başına hakkı bulamaz, hidâyete eremez. Eğer bilgiden yoksun olursa zanna tabi olur. (bkz: Yûnus 10/35, 36, 66)[58]

 

Akıl İslâmî hükümlerin hikmetini ve faydalarını akıl anlar ama, onların sebebini, niçin emredildiklerini tam bilemez. Bir şeyin iyi mi kötü mü olduğuna akıl bir noktaya kadar cevap verebilir. Mutlak doğruyu, mutlak faydayı ve eşyadaki nihâi amacı akıl bilemez. Yani akıl her konuda son hakem değildir. İslâm, aklı son hakem sayan bütün rasyonalist, pozitivist düşünceleri ve felsefeleri reddeder.

 

“Kur’anî düşünceye göre her şey çift olarak yaratılmıştır ve her şey zıddı ile bilinir. Öyleyse aklın da bir çifti, ya da bir zıddı bulunmalıdır ki, bu “hevâ” olabilir. Dolaysıyla akıl, hevâyı önleyen, onunla yarışan bir güçtür de diyebiliriz. Yani akıl aynı zamanda pratik ve ahlâki bir değerdir.[59] (Beşer, F. Bilgi Fıkıh İctihat, s: 35)

 

“Allah kalblerini mühürlemiştir de onlar heva ve heveslerinin ardına düşmüşlerdir.” (47/16) âyetinde anlatılmak istenmen de bu olsa gerektir.

 

Akıl insan için artı değerdir. Ancak sahibini şirkten ve inkârdan; ölümden sonra da ateşten kurtaramayan akıl, iyi çalışan bir akıl değildir. Eğer aklın beslendiği kaynak vahiy, vahyin uygulaması Sünnet, hikmet ve âyetler ise, yani akleden bir kalb olursa isabetli karar verir, yanlıştan o kadar uzak olur.

 

Ancak aklın kılavuzu, dayanağı, çıkış noktası nefsin hevâsı, hisler ve bencillik ise yanlış sonuçlara varır, yanlış kararlar verir, hikmete ve hidâyete ulaşamaz.

 

İnsanlara elçiler aracılığı ile vahiy gönderilmesinin bir amacı da akla rehberlik etmektir.

 

Nitekim Firavunun aklı da akıldı, Hz. Musa’nınki de. Tarihten beri kitleleri felâkete ve acıya sürükleyen nicelerinin akılsız oldukları söylenemez.

 

Tenha yerlerde bile Allah korkusundan kimsenin hakkına el uzatmayan dürüst adamınki de akıl, çıkarı için kitleleri imha etmekten çekinmeyeninki da akıl.

 

Zayıf birine attığı tokattan dolayı bir ömür pişman olan da akıl, atom bombasını icat eden de akıl.

 

Başkasının hakkını çalmak için cin gibi çalışan da akıl, devletin mumunu kendi şahsi işinde kullanmaktan korkan da akıl.

 

Aklını devre dışına çıkarıp çekinmeden cinayet işleyen de var, bütün bir ömrünü insanların saadeti için harcayanlar da var.

 

Zulmedenlerde de akıl var, kendini taşlayıp ayaklarını kan revan içinde bırakanlar için ellerini açıp “Yarabbi onları bağışla, bilmiyorlar” diyende de.

 

“Akıl hem kaynağı vahiy olan hem de dünya olan bilgiler arasında bir köprü ve bir muhakeme aracıdır. Onun çalışmasını ve isabetli sonuçlara varabilmesini sağlayan ise, hafızadki bilgilerdir. Akıl her ne kadar çok doğru bilgi/hikmet ile ve hevâ engelinden uzak olarak çalışırsa çalışsın o kadar çok doğru sonuçlara ulaşır.

 

Vahyin işaret ettiği ve bizzat gösterdiği bilgiler sonsuzdur. Akıl ise sonlu argümanlarla çalışır. Öyleyse aklın, vahyin bütün işaretlerini bir anda anlaması mümkün olamaz.

 

Dolaysıyla vahiy akıl çatışmasından ve bu durumda aklın tercih edilmesinden bahsetmek abes olur. Çünkü vahiy ile akıl çatışmaz. Olsa olsa aklın vahyi idrak edememesi olabilir. Bu ise bilgi ve yönetem eksikliğinden kaynaklanır.”[60] Kur’an nazarında vahiy ve akıl, birbiyle rekabet eden iki ayrı güç değil, birbirini tamamlayan bir ilişki içindedirler.[61]

 

“Kur’an, aklı tüm faaliyetlerinde serbest  bırakmakla kalmayıp teşvik etmiş. Onu analoji vs. gibi formlarla sınırlamamış, düşünme faaliyetini kalbe izafe ederek, sezgi gibi altarnatif bilgi kaynaklarını da düşünme süreçlerine dahil etmiştir. Adeta Kur’an bu üslûbuyla, insanın bilgiyi nerden ve nasıl aldığından çok bilginin mahiyetiyle, yani hakikatte tekabül edip etmediğiyle ilgilenmiştir.[62]

 

Bilgiyi elde eden güç İslâmda insanı mükellef kılan akıl gücüdür. Kendisinde bu özel akıl kuvvet olduğu için insan mükelleftir. Bilindiği gibi İslâma göre, ancak akıllı insanlar Din’in tekliflerinden sorumludurlar. Bir çocuğun mükellef (yükümlü) olma yaşı da akıllı olma ve ergenlik çağına ulaşma zamanıdır.

 

Bir hadiste buna şöyle işaret ediliyor:“Üç kişiden sorumluluk kaldırılmıştır: Aklı olmayan deliden, uyanıncaya kadar uyuyan kimseden ve ergenlik çağına ulaşıncaya kadar çocuktan.” Ebû Dâvud, Hudûd/16 no: 4398. Tirmizî, Hudûd/1 no: 1423

 

Allah’ın teklifleri (dinin emir ve yasakları) ancak akılla idrak edilir. Akıl, bu tekliflerin sebebini, hikmetini, yerine getirildiği zaman faydasını, yerine getirilmediği zaman zararını anlayabilir. İslâm akıllı insanlara hitap ediyor ve insanlara akıllarını kullanmalarını emrediyor.

 

İslâm, insan bünyesinde ve toplumsal hayatta beş şeyin korunması amaçlar. Zira bu beş şey (din, akıl, mal, nefis ve nesil) insan için hayati öneme sahip, olmazsa olmaz şeylerdir. Bunlar da ancak akılla  anlaşılabilen, idrak edilebilen ve hayata aktarılabilecek ilâhi tekliflerle, yani hayatı vahiy ile inşa etmekle mümkündür.

-Akleden kalbi anlatan diğer kavramlar

 

-Ulu’l-elbâb

 

‘Elbâb’, ‘lübb’in çoğuludur. Lübb, sözlükte her şeyin katışıksız özü, cevheri ve hakikatidir.  O bakımdan kirlerden, lekelerden uzak akla da ‘lübb’ denilir. İnsanda bulunan kuvvetlerin en hâlisi olmasından dolayı böyle adlandırıldı. Bir görüşe göre ise “lübb”, günah kirlerinden arınmış akıl demektir.

 

Bundan dolayı Allah (cc) ancak günah kirlerinden arınmış akılların idrak edebileceği hükümleri “ulu’l-elbab” ile ilişkilendirmiştir. (Mesala; Bekara 2/269)  “Lebbe fülânün”; yani falanca kişi kirlerden, lekelerden uzak bir akıl sahib haline geldi denilir.[64]

 

Buna aklın zekâsı da denilmiştir. Her “lübb”ün aklı vardır ama her aklın “lübb”ü olmayabilir. Yani her derin kavrayış ancak akılla mümkündür. Ama bazı akıllılar derin kavrayış sahibi olmayabilirler. Bu nedenle Allah (cc) indirdiği hükümleri ancak lübb sahibi kimselerin hakkıyla anlayabileceklerini söylüyor.

 

“Sezme, anlama ve bir şeyin mahiyetini kavrama gücü” anlamına gelen bu kelime, daha çok insanın derunî, vicdanî âlemine ve gönül dünyasına hitap etmek maksadıyla kullanılır.

 

“Ulu’l-elbâb” bir anlamda çok akıllı olanlara denir. O sadece akıllı olmayı, derin kavrayış sahibi olmayı ifade etmez. ‘Lebbe’ fiili hem ‘gerekli ve sabit olana’, hem de ‘bir şeyin en kaliteli haline ve en değerli yanına’ delâlet eder. Akla bu yüzden ‘lübb’ denilir. Kur’an’da bunun çoğul olarak gelmesi sadece akla değil, başta akletme yeteneğinin çıkış noktası olan tasavvur olmak üzere akletme sürecinin tamamını ve bu sürece dahil olan yetileri (melekeleri) ifade etse gerektir.”[65]

 

“Lübb kelimesi akıl anlamında olmakla birlikte o sıradan bir akıl değil, akletmeyi bozacak etkenlerden/şaibelerden arınan öz ve salt akıldır. (el-Isfehânî, R. el-Müfredat,  Lübb mad.)

 

Lübb Kur’an’da onaltı yerde çoğul olarak (ulu’l-elbâb şeklinde) geliyor. Bunun tekil  gelmemesinin sebebi, istişareler ve toplu müzakerelerle ortak akıl haline gelen akılla “lübb” özelliği taşıyabilirler demek olmalı.

 

Lübb sahiplerinin (ulu’l-elbâb’ın), dini emirleri yerine getiren insanları olarak vasıflanmış olmaları da (Ra’d 13/19-24) lübb’ün ne tür bir akıl olduğu konusunda bize işaretler verir. Akıl ise öncelikle bir ilişki kurma eylemidir ve akletme, bu sürecin sonucunda sanki lübb noktasına ulaşmaktadır.”[66]

 

Vahye göre ancak düşünenler iz’an sahibidir ve yalnız akıl iz’an sahipleri ders alır.[67] Bu demektir ki âyetler üzerinde düşünüp, onların ötesindeki gerçeği ancak ilim, ya da basiret  (ulu’l-elbâb) olanlar anlayabilir.

 

“Bu örnekleri biz insanlar için vermekteyiz. Ancak alimlerden başkası akletmez.” (Ankebût 29/43) 

 

Kur’an bazen hitabı sadece akıl sahiplerine (ulu’l-elbâb’a) yöneltir. Zira ancak onlar hak ile batıl arasını hakkıyla ayırdedebilirler. Onlar akıl ile ile eşyanın hakikati hakkında marifet sahibi olurlar, konuyu anlarlar. Ulu’l-elbâb olmak düşünen ve hakikate şâhit olan bir vicdan sahibi olmayı da anlatır. Hakka teslim olanlar işte bu düşünen vicdanın sesini dinleyenlerdir.

 

Ulu’l-elbâb kalıbı; derin kavrayış, basiret, iz’an sahibi olmak, akleden kalbe sahip olmak anlamında kullanılıyor.  Mesela; kısasta hayat olduğunu ancak ulu’l-elbâb (akleden bir kalbe) sahip olanlar anlarlar. (Bekara 2/179)

 

Allah (cc) ulu’l-elbab sahiplerine seslenerek, Âhiret için azık edinmelerini ve Allah’a karşı gelmekten sakınmalarını emrediyor. (Bekara 2/197) Kurtuluşun yolu aklı kullanmnaktır. Kur’an bunu şöyle ifade ediyor:

 

“... Allah’tan hakkıyla korklup çekinin (ya da sorumluluk bilinciyle davranın)  ey akıl sahipleri (ey ulu’l-elbab), belki felaha erersiniz.” (Mâide 5/100)

 

Bundan önce geçmiş toplumların ve peygamberlerin kıssalarında akıl sahipleri (ulu’l-elbab) için ciddi ibretler vardır. (Yûsuf 12/111)

 

Kur’an, ulu’l-elbâb sahipleri öğüt alsınlar, üzerinde düşünsünler diye gönderildi. (İbrahim 14/52)

 

“Bu Kur’an, âyetlerini düşünsünler ve akıl sahipleri (ulu’l-elbab) öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.” (Sâd 38/29)

 

Eyyûb’a (as) şifa ve çok nimet verilmesinin bir sebebi de akıl sahiplerinin ibret alması, ders çıkarması içindir. (Sâd 38/43) Tevrat da akıl sahipleri (ulu’l-elbâb) için bir öğüt ve doğruluk rehberidir. (Mü’min 40/53-54) Allah (cc) ulu’l-elbâb’a kendisinden hakkıyla korkup çekinmelerini emrediyor: (Talak 65/10)

 

Dört âyette ulu’l-elbâb, tezekkür (derinlemesine düşünmek) fiili ile birlikte kullanılıyor:  Kur’an’da verilen örnekler üzerinde ancak ulu’l-elbâb sahiplerinin tezekkür edeceği söyleniyor. Bu demektir ki tezekkür (derinlemesine düşünme veya hatırlama), vicdan sahibi, derin kavrayışa ve akla sahip olan, basiretli kimselerin işidir.

 

Hakikati ancak ulu’l-elbâb anlayabilir. Akleden bir kalbi olanlar hayırlı insanlardır ve hikmet ehlidir. Hikmetle düşünürler, hikmetle iş tutarlar, varlıktaki hikmeti tezekkür ederek anlamaya çalışırlar.

 

“Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri (ulu’l-elbâb) düşünüp ibret alırlar (tezekkür ederler).” (Bekara 2/269)

 

Ancak ulu’l-elbâb öğüt alır. (Ra’d 13/19) Bilenlerle bilmeyenlerin aynı olmadığını da ancak hakkıyla gerçek akıl sahipleri, ya da akleden bir kalbe sahip olanlar anlar. (Zümer 39/9)

 

Kur’an’da muhkem ve müteşabih âyetlerin yer almasının hikmetini veya Allah’ın ayetleri üzerinde ancak ulu’lelbab sahipleri tezekkür ederler. (Âli İmran 3/7)

 

Bir âyette de ulu’l-elbab, tezekkür ve tedebbür fiilleri birlikte geliyor:

 

“Bu mübarek bir kitaptır. Onu sana indirmeyiz ki ayetleri üzerinde düşünsünler ve vicdan sahipleri düşünüp ders çıkarsınlar (tezekkür etsinler)” (Sâd 38/29)

 

Bu demektir ki ulu’l-elbab, tezekkür ve tedebbür arasında bağ vardır. Tezekkür ve tedebbür ulu’l-elbâb’ın, bir anlamda akleden bir kalbin faaliyedir.

 

Ulu’l-elbâb Kur’an’da övülen ve müjdelenen kimselerdir. “Tâğut'a kulluk etmekten kaçınıp, Allah'a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah'ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri (ulu’l-elbab) de onlardır.” (Zümer 39/17-18.  Ayrıca bkz: Ra’d 13/20-22)

 

Ulu’l-elbâb sahipleri varlıktaki Yaratıcı Gücü anlarlar ve gereğini yaparlar. “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde derin kavrayış (akl-ı selim) sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır.” (Ali İmran 3/190-191. Ayrıca bkz: Zümer 39/21)

 

Onlar, her pozisyonda, her an, sürekli Allah’ı anarlar. Ya da kâinattaki her bir varlığa baktıkları zaman Yaratıcı’yı hatırlarlar. Kur’an ayetlerini okudukları gibi, kainat ayetlerini de okurlar. Onlar üzerinde derin tefekkür ederler. Varlığın anlamını, hikmetini, sebebini ve bunun karşısında insanın konumunu anlamaya çalışırlar. Sonra varlığın boşuna yaratılmadığını anlayıp Var Eden’e teslim olurlar.

 

-Ulu’l-ebsâr (basar)

 

“Ba-sa-ra-görmek” fiilinin masdarı olan “basîret (çoğulu ‘besâir)”; sözlükte, idrak etme, görme, doğru ve ölçülü bakış, uzağı görebilme, kavrayış, bir şeyin iç yüzünü anlayabilme, feraset, kalb ile görme gibi manalara gelir. ‘Basar’ (çoğulu ebsâr) ise göz, yani görme organı veya görme kabiliyetidir.[68]

 

Aynı kökten gelen “mubsır”; aydınlatıcı (ziyâdâr), görünür kılan, aydınlık, göz açıcı demektir. Üç âyette geçiyor. (Yûnus 10/67. Neml 27/86. Mü’min 40/61)

 

Bunun çoğulu olan “mübsirûn’; gerçeği görenler, olup biteni kavrayanlar, gözlerini açanlar, kısaca basîretle davrananlar demektir Bir âyette geçiyor:

 

“Takvaya erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda (Allah'ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği görürler (mübsırûn).” (A’raf 7/201)

 

“Basîr/basîret”; kuvvetli idrak, derin anlayış aklın üstünlüğü, işlerdeki kapalılıklara nüfuz edebilmedir. Bu da eşyanın hakikatini ve iç yüzünü  tıpkı baş gözünün dış görünüşlerine bakarak eşyanın görüntülerini görmesi gibidir.[69]

 

Kavram olarak basîret; duyular üstü bir görmedir. Bu bir anlamda kalbin görmesi ya da kalbin bir şeyi idrak edip anlamasıdır. Baştaki göz, fizik şartları hazır olduğu zaman (ışık, görme duyusu, boyut ve mesafe) cisimleri ve eşyayı görür. Kalp ise bu fizik şartlara bağlı görmenin ötesinde, Allah’tan kaynaklanan bir kabiliyetle eşyanın ötesini anlayabilme, sonsuza uzanabilme yeteneğine sahiptir. “O, aklın eşyanın hakikatini kavrama halini ifade eder.”[70]

 

Basîret, kalp gözüyle görebilme, işin iç yüzünü anlayabilme, bir şeyin aslını ve gerçeğini idrak edebilmedir. Manevi körlük ve sapıklıkta olmak bunun karşıtıdır. Manevi körler, sadece kafa gözüyle görürler, ötesini göremezler, gördükleri maddi cismin ötesindeki anlam üzerinde düşünmezler.

 

O kuvvetli idraktır, derin anlayıştır. Aklın rüchaniyetidir. İşlerdeki kapalılıklara nüfuz edebilmedir. Eşyanın hakikatini ve iç yüzünü  tıpkı baş gözünün dışarıdan bakarak  görmesi gibi.[71]

 

Kafa gözü maddî âlemdeki varlıkları, olayları, renkleri ve şekilleri gördüğü gibi gönül gözü de eşya ve olayların iç yüzünü ve mânevî âlemdeki hakikatleri anlar. Bedendeki göz insanlarla hayvanlar arasında biyoljik olarak ortaktır. 

 

Basîret; kalbin akidesi, dinden bir şeye itikat etmesi ve o işi derinlemesine anlamasıdır. Şu âyetin verdiği örnek oldukça dikkat çekicidir:

 

“Eğer onları doğru yola çağırsan işitmezler. Görürsün, sana bakıyorlar (nazar ediyorlar), oysa onlar görmüyorlar (basarları yok).” (A’raf 7/198). Kendilerine davette bulunan Peygamberi cisim olarak görüyorlar, O’na bakıyorlar ama O’nu, O’nun davetini, O’nun görevini anlamıyorlar.

 

Basîret, hakkı görebilme, onu anlayabilme ve onu doğru olarak tanıma kabiliyetidir. Basîreti bağlanmış kimse kalbi kör kimsedir. O, Hakk’tan gâfildir (habersizdir), Hakk’tan gelen daveti görme, anlama ve idrak etme yeteneğini yitirmiştir. Kalbinin bu özelliği ve gücü kaybolmuştur.

 

Kur’an’da baş gözüyle (basar) ve kalp gözüyle görme (basîret) birbirinin yerine kullanıldığını görmekteyiz. Çünkü her ikisinin anlamı birbirine yakındır. Her ‘basar-görme’ sahibi ‘basîret’ sahibi değildir.

 

Bilindiği gibi ‘basar’ daha çok kafa gözüyle görmektir. Kafa gözüyle bakan, baktığı şeyi dış görünüşü ile tanır, onu kendine göre algılar, ancak o gördüğü şeyin gerçeğine ulaşamaz. Basîret sahibi ise, gördüğü şeyin gerçeğine ulaşır, duyuların ve hayallerin ötesini idrak eder. Bu da ancak kalp gözüyle (basîretle) olur.

 

Basîret, iman etmiş veya akleden bir kalbin ulaştığı yüce bir idrak ve kavrama yeteneğidir. Bu, mü’minlere imanın bir hediyesi olarak verilmiştir. Kalp gözünün açıklığı, iman nuruyla bakabilme, Allah’ın âyetlerini, Hakikati anlayabilme ve gereğini yapabilme anlayışıdır.

 

Basîret sahibi olanlar, Hakikati anladıkları gibi, baktıkları zaman da Allah’ın nuruyla bakarlar.

Bu bakımdan kendi hatalarını anlarlar, kusurlarını ve eksikliklerini görürler ve düzeltme yoluna giderler.

 

Basîret aynı zamanda Allah’ın hükümlerine uygun yaşama şuurudur. Basîretsiz olanlar ise, Allah’ın hükümlerine sırtlarını dönerler ve başkalarının hükümleriyle hayatlarına yön verirler.

 

Basîret aslında ilâhî bir nur’dur. Allah’ın ‘el-Basîr’ isminin iman eden kullarda bir yansımasıdır. Bu tecelliden nasibi olmayanların gözlerinde perde vardır (Bakara 2/7) ve bu sebeple gerçekleri göremezler. (Yâsîn 36/9)

 

İnsanların gerçekleri görmelerine ışık tuttuğu için Kur’an âyetlerine de besâir (basîretler) denilmiştir. (A‘râf 7/203. Kasas 28/43) Mü’min bu nûr (ışık) sayesinde Hakk’ı anlar, idrak eder ve gereğini yapar. Allah’ın âyetleriyle karşılaştığı zaman, ne anlama geldiklerini kavrar, yani bütün âyetler onun için bir anlam ifade ederler.

 

Sürekli sâlih amel işleyen mü’minlerin kalpleri tertemiz olduğu için basîretleri etkin haldedir. Günahlarla ve isyanla kirletilmemiş bir kalp, nûr (aydınlık) içerisindedir. Mü’min bu nur ile eşyanın, yani insana sunulan her türlü âyetin ötesini idrak eder, bu idrak ve kavrama sonrasında da teslimiyetini artırır. İnkârcıların ve inatçı müşriklerin kalpleri bu görevini yapamaz. (A’raf 7/179)

 

Akıl görme ve işitme anlamına gelen “basar” ve “sem’” ile hasıl olan bir keyfiyet olarak zikredilir. Ama “basar” ve “sem’”, sadece kafadaki gözle ve kulakla görmek ve işitmek değildir. Görüp işittiklerini önyargısız düşünmek ve anlamak demektir. Bu gerçeğe işaret eden pek çok ayet vardır. (Mesela bkz; Bekara 2/7, 171. A’raf 7/179. Mülk 67/10)

 

Basîret sahibi olmayan bakar-körler, kalp gözü kapalı olanlar; Allah’ın âyetleri karşısında sağır ve kör kesilirler. Ne o âyetleri anlarlar, ne de o âyetlerin arkasındaki gerçekleri idrak ederler. Sürekli günah ve isyanda oldukları için kapleri bu basiret nûrunu kaybetmiştir. 

 

Basîret sahipleri (ulu’l-ebsâr) gören kimseler; basîreti olmayanlar ise kör (âmâ) kimselerdir.

 

“Ve onlardan sana bakacak olanlar vardır. Ama kör olanları –üstelik hiç görmüyorlarsa- sen mi doğru yola getireceksin?” (Yûnus 10/43) Onların bu körlüğü karanlık gibidir, tıpkı görmenin, yani basîret sahibi olmanın nûr (aydınlık) olduğu gibi. (Fâtır 35/19)

 

Her türlü manevi faaliyetin merkezi kalptir. Kalbin de dışarıya açılan iki penceresi vardır. Bu pencerenin biri, duymak (semi’) diğeri ise, görmek’tir (basar/basîrettir). Duymak kulağın, görmek ise gözün gücüdür.

 

Ancak her iki fiil de kalbin bir faaliyeti olarak kullanılır. Kalbin duyması, kulağın duyduğu şeyi anlaması, kavraması ve niteliğini tesbit etmesidir. Herhangi bir sesi duyan kimseye sağır denmez. Fakat Kur’an, Hakk’ı duydukları halde anlamayanlara, idrak etmeyenlere ve İslâma teslim olmayanlara ‘sağır’ demektedir.

 

“De ki: Ben sizi yalnızca vahy ile uyarıp-korkutmaktayım. Ancak sağır olanlar, uyarıldıkları çağrıyı işitmezler.” (Enbiyâ 21/145)

 

Bunun gibi ‘basar-görme’ faaliyeti hem gözün bir fiili, hem de kalbin bir işi olarak geçmektedir. İdrak, bir şeyi anlamadır. Basîret idrakin bu yüceliğe ulaşmasıdır. İnsan, evrendeki duyular ötesi özellikleri, insanın derinliklerindeki sırları, eşyadaki ilâhî yönleri bu ‘basîret’ duygusuyla idrak eder, anlar.

 

Kur’an’da üç âyette geçen “ulu’l-ebsâr” da basîret gibidir.

 

“Karşı karşıya gelen şu iki gurubun halinde sizin için büyük bir ibret vardır. Biri Allah yolunda çarpışan bir gurup, diğeri ise bunları apaçık kendilerinin iki misli gören kâfir bir gurup. Allah dilediğini yardımı ile destekler. Elbette bunda basîret sahipleri (ulu’l-ebsâr)  için büyük bir ibret vardır.” (Âli İmran 3/13)

 

Âyette geçen iki grubun Bedir Savasşında karşı karşıya gelen sahabelerle Mekkli müşrikler olduğu belirtilir.

 

Şüphesiz bu olayda apaçık deliller vardır. Basiret sahipleri bunlardan ibret almalı, dersler çıkarmalıdır. Bedir’de Peygamberin etrafında kenetlenen ve Allah’ın va’dine güvenen, ancak savaş tecrübesi olmayan ve psikolojik olarak savaşa hazır olamayn az sayıdaki müslüman, kendilerinden sayıca çok ve daha techizatlı, kendilerini ortadan kaldırmak üzere gelen müşrikleri bozguna uğratmışlardı.

 

Şüphesiz ki hak-bâtıl mücadelesinde sayı, malzeme, maddi imkan, silah gibi şeyler aldatıcı olmamalı. (Bekara 2/249) Zira Allah (cc) dilediği kullarına dilediği gibi yardım eder, onların bilemeyeceği şekilde destek verir, ayaklarını sabit tutar. Vahyin ölçülerine uyan ve Allah yolunda samimiyetle çalışan müslümanlara bu yardım her zaman gelir.

 

Âyet, müslümanlara mutlak zafer vadetmiyor, ama Peygamber ve sahabeler gibi görevlerini yapmalarını, hayır için yoğun çaba sarfetmelerini hatırlatıyor. Mü’min bir topluluğun görevi Allah’tan gelen hakikati gönül rızası ile kabul etmek, ilâhi va’de güvenmek, üzerine düşeni yapmak ve sonucu sabırla beklemektir.

 

Göklerin ve yerin yaratılığında, gece ile gündüzün peşpeşe gelişinde ulu’l elbab için ibretler vardır. (bkz: Ali İmran 3/191) Bunun bir benzeri âyette ise şöyle buyuruyor:

 

“Allah, geceyi ve gündüzü döndürüp duruyor. Şüphesiz bunda basîret sahibi (ulu’l-ebsâr, yani görecek gözü) olanlar için bir ibret vardır.” (Nûr 24/44)

 

Çünkü, gece ve gündüzün şaşmaz bir düzen içerisinde deveranı, evrendeki ilahi yasanın işleyişi ve Allah’ın kudretini düşünmek kalbin duyarlılığını artırır. Kur’an düşünen, ibret alan ve akleden kableri bu sahnelere yönlendiriyor. Evrendeki bu mükemmellik ve güzellik, yani ondaki olağanüstülükler yaratıldığı zamandan beri hiç kaybolmamıştır.

 

Ancak uyuşan, katılaşan, duyarsız hale  gelen, hatta paslanan insan kalbidir. Görmesini, idrak etmesini, akletmesini bilen kalpler (ulu’l-ebsar) kainattaki kevni (oluş) ayetlere bakar, ibret alır, bunun hikmetini ve boşu boşuna yaratılmadığını düşünür. Kur’an bu örneklerle insanın gönlüne hitap ederek uyuşan duyarlılığı ve duyguları uyandırmak istiyor. Vicdanları harekete geçirmek istiyor.

 

Kur’an, yerde ve gökteki her şeyin mutlak güç ve hikmet sahibi Allah’ı tesbîh ettiklerini söyledikten, İslâm’a ve Peygamber’e düşmanlık yapanları sağlam kalelerinin bile  koruyamadığını, Allah’ın vereceği cezanın ummadıkları yerden geldiğini ve içlerine korku düştüğünü haber verdikten sonra; “...Ey basîret (derin kavrayış) sahipleri (ulu’l-ebsâr), ibret alın” (Haşr 59/1-2) deniyor.

 

Kur’an, İslâmi davete karşı amansız düşmanlık yapanların bir kısmının başına gelen felaketi kısa ve etkili bir tablo halinde sunuyor ve arkasından da basiret sahiplerine sesleniyor: “Ey akıl sahipleri, ibret alın” Burada kalblerin öğüt ve ibret almaya açık tutulması tavsiye edilmekte, insanların ulu’-ebsâr olmaları vurgulanmaktadır.

 

-Ulu’n-nuhâ,

 

İki âyette yer alan ‘Uli’n-nüha’ da derin kavrayış, anlayış, iz’an sahibi demektir.  “Nühiyetün”ün çoğuludur. Bu da engelleyen akıl demektir. Çünkü o sahibini çirkin işleri yapmaktan alıkoyar.

 

 ‘Nuhâ’, Kur’an’da insanın akletme yeteneği ile ilgili kullanılan kelimelerden biridir. Bu da ‘iyiyi kötüden ayırdıktan sonra kötü olandan yasaklayan akıl’ demektir. “Uli’n-nühâ” da derin kavrayış sahibi demek olur.

 

 “O, yeri size beşik yapan ve onda size yollar açan, gökten de su indirendir. Onunla biz çeşitli bitkilerden çiftler çıkardık. Yiyin, hayvanlarınızı yayın. Şüphesiz bunda akıl sahipleri (ulu’n-nuhâ) için (Allah’ın varlığını ve birliğini gösteren) deliller vardır.” (Tâhâ 20/53-54)

 

Görüldüğü gibi Kur’an burada akıl sahiplerini, ya da akleden kalbe sahip olanları “ulu’n-nühâ” olarak nitelendiriyor. Yönünü şaşırmayan akıllar Allah’ın yarattığı bu muazzam kâinat düzenine hayret ederler. Bundaki sayısız deliller, belgeler (âyetler) üzerinde düşünürler. Bunu tasarlayan ve yaratan bir Yaratıcı olduğunu anlarlar. Kâinattaki yerlerinin farkına varıp hadlerini bilirler.

 

Aklını hakkı ve hakikati bulmak için kullananlar bu âyetlerin işaretiyle Hakka giden bir yol bulurlar. Bu ‘nuhâ akıl” sayesinde kendilerini sapıklığa, hataya, günaha, kötülüklere sürükleyen inançlardan, fikir ve davranışlardan uzaklaşırlar.

 

“Yurtlarında dolaşıp durdukları, kendilerinden önceki nice nesilleri helâk etmiş olmamız, onları doğru yola iletmedi mi? Şüphesiz bunda akıl sahipleri (ulu’n-nuhâ) için ibretler vardır.” (Tâhâ 20/128)

 

Zalimlik ve azgınlık yaptıkları için cezalandırılan toplumları hikâyesini duyduğu veya bildiği halde bundan ibret almayanların kafası çalışmıyor demektir.

 

Kendilerinden önce ölenlerin akıbetinden, ölümden ve hayatın faniliğinden ibret almayanların basireti bağlı demektir.

 

Ancak ulu’n-nuhâ, ulu’l-ebsâr, ulu’l-elbâb olanlar, akleden ve sağduyulu bir kalbe sahip olanlar bunlardan ders çıkarırlar.

 

-Sonuç yerine

 

Kur’an akıllı insanlara hitap ediyor ve onları sorumlu olduklarını hatırlatıyor. Akıl ve ona benzer kelimeleri kullanarak onun işlevini, nasıl kullanılması gerektiğini öğretiyor. Aklın nihai bir hakem, son sözü söyleyen, en doğruya ulaştıran olmadığını; ancak kalb ile, kalbteki iman ile asıl işlevini yerine getirebileceğini söylüyor.

 

Akleden, fıkheden, derinlemesine düşünen, kavrayan, tefekkür eden, hatırlanması gerekenleri hatırlayan ama –özellikle Rabbini- unutmayan kalbler, gerçeği anlarlar, teslim olurlar, gereğini yaparlar. Allah’ın kavli ve kevnî ayetleri üzerinde düşünürler ve arkasındaki hakikati ve hikmeti anlarlar. Onlar dini, Allah’ın öğrettiği gibi anlarlar, yaşarlar ve anlatırlar. Peygamber döneminden beri insanlar tarafından  ileri sürülen vahye uygun olmayan görüş, fikir, yorum, fetva ve uygulamaları ayırdeci bir bakışla, basîretle, akleden bir kalble anlarlar ve reddederler.

 

Türkçe’deki deyimle ‘aklını başına alanlar’ hayatın sırlarını çözerler, varlığın ve onun ardından gelen ölümün arkasındaki gerçeği görürler. Kendilerine faydalı olan şeyleri tercih ederler, zararlı olanlardan kaçınırlar.

 

Hemen her insanda akıl vardır ama bu akıllar neye yarar, ne yaparlar ?

 

Hangi akıl kavrıyor, hangisi maksada uygun çalışıyor ?

 

Nefsinin keyfinden başka bir çıkar, yol, anlayış, hedef bilmeyen mi, yoksa yaptığı her şeyin hesabını günün birinde vereceğini idrak eden mi?

 

Isırıldığı deliğe bir daha girmeyen mi, her an ısırılmak üzere deliklere giren mi daha akıllı?

 

Bir kaç günlük dünya hayatı için deli divâne olan mı, yoksa ölümden sonrasını hesaba katan mı?

 

Kısa zamanda haram-helâl, başkasını hakkı-hukuku demeden köşeyi dönen mi, zengin olan mı akıllı, yoksa kimsenin ahını almamak, kazancının hakkını vermek hususunda titiz olan mı?

 

Hayatını zevkleri ve hevâsı uğruna harcayan mı, iki dünya huzurunu ilâhi ölçülerde arayan mı?

 

Akıl odur ki selîmdir. Yürek odur ki akleder, fıkheder. Akıl, ışık gibi olsun ve sahibinin yolunu hidâyete, hayra, ihsana, ma’rufa, iyiliklere, Cennete doğru aydınlatsın.

Akıl odur ki insana rehber olsun ve iki dünya saadeti kazanmaya yardım etsin.

Bir filim kahramanının dediği gibi; “Sahibini ateşten kurtaramayan aklı ben ne yapayım?”.

 [31] Darimî, Mukaddime/24 no: 231. Buharî, İlim/10

 

"Zira Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir ve onlar için (dünya ve âhirette) büyük bir azap vardır." (2/Bakara, 7)

 Kalp; Anlam ve Mâhiyeti

Arap dilcilerine göre, bir mastar olan kalb”in insanın gönlüne ad olması, gönlün çok sür’atle değişmesinden ve halden hale geçmeye yatkın bir yapıya sahip bulunmasındandır. Nitekim, Hz. Peygamberimiz de, Allah’ı “Mukallib el-Kulûb” (kalpleri halden hale sokan) diye anarak (Tirmizî, Kader 7; İbn Mâce, Mukaddime 13), kalbin hem varlık yapısındaki temel özelliğine, hem de filolojik yapısına dikkat çekmiştir. Kur’an, kalbin bu değişkenliğini bir olumsuzluk olarak gösterir ve insanı bundan kurtulmaya ve kararlı bir benlik kazanmaya teşvik eder. İman, kalbe bu kararlılığı kazandırmaya yönelik bir olgunluktur. Bu yüzden insana yaraşan; “Allah’ın, bir göğüste iki kalp yaratmadığı”nı bilmek ve gönlünü ilahî hedefe yöneltip tevhidi gerçekleştirmektir. (Bkz. 33/Ahzâb, 4) Gönül ülkesinin tek sultanı vardır; bu sultan, Allah'tır; şeytan, ya da onun içimizdeki temsilcisi nefis veya yönetimdeki temsilcisi tâğut olmamalıdır. Unutulmamalıdır ki, atasözüdür: "Bir ülkede iki padişah olmaz."

Kalp, dinî ve edebî literatürde daha çok gönül anlamında kullanılır. Bunun yanında, ruh, öz, her şeyin ortası, özü, ilim ve şecaat anlamlarında da kullanılmaktadır. İnsan ruhunun sevgi ve nefret gibi duyularının merkezi olan yere kalp denilmesi, teşbih/benzetme iledir. Bedendeki kalbin beden için önemi ne ise, ruhun kalbinin de insan için önemi o derecede önemlidir. İslam terminolojisi ve edebiyat dilinde geçen “kalp”ten maksat, vücudun sol kesimindeki, kanı damarlara pompalayan bir parça etin olmadığını hemen hepimiz biliriz. “Kalbi olan(lar) için onda anlayış ve ibret (dersi) vardır.” (50/Kaf, 37) Açıktır ki, burada geçen kalp, vücudun kalp denilen organıyla tamamen farklı ve esasen onunla ilgisi olmayan yüce ve mümtaz hakikattır. “Kalplerinde hastalık vardır.” (2/Bakara, 10) Bu kalp hastalıkları, elbette tıp doktorunun tedavi edebileceği bir hastalık değildir.

Ma'rifet, yani Allah'ı bilmek ve tanımak kalbin işidir. (bkz. Buhâri, İman 13) Haset, gazap, buğz ve nefret gibi kötü duyular kalpte bulunduğu gibi; iman, Allah korkusu, hilm ve takva da kalbe ait fiillerdir. (Müslim, İman 230; Tirmizî, Fiten 26; Nesai, Cihad 8; Ahmed b. Hanbel, V/71) Mü'mine yakışan, kalbe Allah sevgisini yerleştirmek için onu Allah sevgisinin dışında mal, mülk, para gibi dünyalık şeylerin muhabbetinden uzaklaştırmaktır. Fâni olan her şeyin sevgisi geçici, yalnızca Allah sevgisi bâkidir.

 

Kalp, yürek ve gönül manalarına gelir; yani kalp iki anlamda kullanılır. Et parçasından ibaret olan kalbe, Türkçe'de yürek adı verilirken; İkincisi, iman, aşk, sevgi, nefret, merhamet gibi bütün duygularımızın, şuur, vicdan ve sezgilerimizin, düşünme kuvvetimizin kaynağı, yani manevî âlemimizin merkezi olan ve yeri belli olmayan kalptir. İnsanın asıl gerçeği bu kalptir. İnsanın, anlayışlı bilgin ve ârif olan bölünmez kısmı, talepte bulunulan ve sorumlu olan özü budur. Bütün benliğimiz öncelikle bundadır. Sezgi, bunun bakışı, akıl bunun ruhu, irade bunun kuvvetidir. Bunu, ruhumuzun kendisi şeklinde anlayanlar da çoktur. Dilimizde buna yine kalp veya “gönül” denir. Kur’an terimi olarak kalp, Türkçe’de gönül dediğimiz içimizdeki ruhî, manevî duyguların merkezi olan bu özdür.

Kur'an ilimlerinde, din ilminde, ahlak ilminde, edebiyatta kalp denilince bu ikinci anlam, yani gönül kastedilir. Temiz kalpli adam, kalbi bozuk, kalpsiz, taş kalpli gibi ifadelerde kalpten ne anlıyorsak, burada kalpten de onu anlayacağız ki, gaybe imanda, Allah'ı bilmede bu kalbi sezmenin, tanımanın büyük önemi vardır. İmanın ve küfrün merkezi kalptir. Kalp, iman nuru ile dolduğunda gönül; inkâra ve küfre yöneldiğinde ise nefistir. Gönül ulviyete/yüceliğe, nefis süfliyete/alçalmaya yönelir. İlahî aşk ve tevhid sırrı burada tecelli eder. Gönül, hem çok yüce, hem de çok hassastır. Kırılınca kolay kolay tamir edilemez. Gönül, enfüsteki ayetlerin yazıldığı kitaptır. Onun okunması da yine gönülle, kalp gözüyle olacaktır; çünkü kalpten kalbe yol vardır.

 Kur'an'da Kalp

Kur’an’a göre kalp, bir idrak vesilesi de sayılıyor. Aslında Kur’an’daki sözlerin büyük bir kısmına muhatap olan, insanın kalbidir. Zira, bu sözleri kalp kulağı duyabilir ancak, başka hiçbir kulağın duymasına imkân bile yoktur. O yüzden Kur’an, bu idrak aracını iyice arındırmak konusunda kalp temizliği, kalp aydınlığı gibi ifadelerle sık sık insanın bu yönüne hitap etmiştir.

Kur'an, kalbe duyu organlarını sağlıklı kullanmayı, bilmeyi, anlamayı, düşünmeyi, akletmeyi, öğüt almayı, inanmayı vb. fonksiyonları, olumsuzluklarıyla beraber isnâd etmektedir. Kalp, sağlıklı ise bunlar pozitif; sağlıksızsa negatif bir gelişme arzeder. Kur’an, kötü işlerin ruhu bozup insanı iyiliklerden ve doğru yoldan saptırdığından bahseder. “Öyle değildir, hayır! Kazandıkları, üstüste kalplerine yığılmıştır da kalpleri pas tutmuştur.” (83/Mutaffifin, 14). “Ey Rabbımız! Bizi doğru yola hidayet ettikten sonra kalplerimizi saptırma.” (3/Âl-i İmran, 8). “Onlar eğrilince, Allah da kalplerini gerçekten bâtıla meylettirdi.” (61/Saff, 5). “...Ve (yaptıklarından dolayı) kalplerini perdeledik, artık anlayamazlar onu.” (6/En’âm, 25). “İşte kâfirlerin kalplerini böyle mühürler.” (7/A’râf, 101). “...Onların (ehl-i kitabın, hak ile araları) uzayıp açıldıkça kalpleri katılaştı ve onların çoğu fâsık oldu.” (57/Hadîd, 16)

Bu ayetlerden de anlıyoruz ki, Kur’an, insan için, yüce bir ruhî ve manevî ortam oluşturmak istiyor. Bu ortamın sağlam ve temiz tutulmasını üsteliyor. Öte yandan fertlerin, temiz ve iffetli kalmaları için sarfettikleri gayretlerin, başarısızlıkla sonuçlanmaması için, Kur’an insanlara, her şeyden önce kendi toplumsal çevrelerini arındırıp temiz bir ortam meydana getirmelerini tavsiye ediyor. Kur’an, açıkça belirtiyor ki, nefsimizde hakiki bir imanı elde etmek ve yüce eğilimler meydana getirmeyi istiyorsak, bunlar ancak toplumun hevâ ve heves, şehvet perestlik gibi her türlü rezaletten uzaklaşmasıyla olabilir. İnsanlık tarihi gösteriyor ki, müstekbir güçler, toplumu sultaları altına almak ve sömürmek istedikleri zaman, önce toplumu manevî, ruhî, kalbî yönden fesada uğratırlardı ve bu iş için fıskı fücuru ve cinsel sapıklık ve ahlaksızlıkları halk içinde yaymaya çalışıyorlardı.

Zamanımızda da emperyalist ve zalim güçler girdikleri ve hâkim oldukları her yerde aynı şeyi yapmaktalar. Onlar, her şeyden önce kalpleri bozmaya çalışıyorlar. Biliyorlar ki kalpler bozuldu mu, artık akıl da bilgi de hiçbir işe yaramaz. Üstelik, bunlar birer zincir olup takılır insanın eline, beynine. Bu yüzden görüyoruz ki onlar, ne okulların açılmasından korkuyorlar ne de üniversitelerin faaliyetlerinden endişe ediyorlar. Hatta kendileri bile okul kuruyorlar. Fakat bir taraftan bütün imkânlarını kullanarak öğrencinin ruh ve kalbini ifsat ediyorlar. Evet, onlar ne yapacaklarını çok iyi biliyorlar; zira, ruhu-kalbi hasta olan birisi hiçbir şey yapamaz, her türlü rezalet ve sömürüye boyun eğer.

Bizim vicdan azabı dediğimiz şey, ruhun-kalbin kötülük ve rezaletlerle uyuşmadığının belirtisidir. Bir zaman Rasulullah’a iman hakkında sorulduğunda, şöyle cevap vermişti: “Bir insan, kötü bir iş yaptığında üzülüp, pişman olur ve iyi bir iş yaptığında sevinirse, bu, onun imanına delâlet eder.” İmam Cafer Sâdık da şöyle der: “Mü’min birisi, dünyaya bağlanmak derdinden kurtuldu mu, işte o zaman Allah sevgisinin tadını anlar ve artık yeryüzü kendisine dar geliyormuş gibi bütün varlığıyla bu maddî dünyanın ötesine çıkıp gitmek ister.”

Kur’an; hem ilim, hem akıl ve hem de kalp silahlarından yararlanan insan tipi oluşturmak istemektedir. Tüm bu silahları, içindeki ve dışındaki düşmanlarına karşı gereği gibi kullanabilsin. (1)

“Vücutta bir et parçası vardır. O sağlamsa, bütün vücut sağlam olur; o bozulursa bütün vücut bozulur. İyi bilin ki, işte o et parçası kalptir.” (Buhârî, İman, 39; Müslim, Müsâkât, 107; İbn Mâce, Fiten 14)

Bu hadis-i şeriften de anlaşılacağı gibi yaratılmış bakımından kalp temizdir. Ancak vücut ülkesinin başkenti olduğundan dolayı iman, ruh gibi dostlar da; şeytan, nefis gibi düşmanlar da orada örgütlenmeye çalışır. Devrimler, ihtilaller orada olur. Bu uçsuz bucaksız ülkenin en çarpıcı özelliği adında gizlidir: Kalb; yani değişken olan; halden hale giren; özetle "dönek". Bir kararda durmaması, gördüğüne akması, bir su gibi içine girdiği ortamın rengini yansıtması ona bu ismin verilmesine neden olmuştur. Devrim, eskimez tanımıyla "inkılab" da "kalb"le aynı kökten gelmiyor mu zaten?

Bu dünyanın en büyük devletine sahip olabilmek için, önce böylesine müthiş bir imkânın farkında olmak gerek; içimizdeki sınırsız ve sınıfsız coğrafyanın varlığından haberdar olmak gerek. Kur'an'ın iniş biçimi ve yeri konusundaki tartışmalarda kimi âlimler, "arş"ı kalp olarak kabul ederler. Bu görüşü, kalp konusundaki kimi ayetler de desteklemiyor değil. Mekânsız'a mekân olabilen kalp, insana şahdamarından daha yakın olan Allah'ı konuk edecek kapasitede yaratılmıştır. "Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız." (50/Kaf, 16). "Biliniz ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Siz gerçekten O'na götürülüp toplanacaksınız." (8/Enfâl, 16)

Evet, bu müthiş mekân, Allah'a tahsis edilip beytullah ve arşullah kılınmamışsa, imkân zâyi edilmiş demektir. Allah, bir göğüste iki kalp yaratmadığına (33/Ahzâb, 4) göre, bir kalp, ya Allah'a tahsis edilmiştir; ya da gayrıya. Eğer Allah’tan başkasına tahsis edilmişse bu durumda beytullah değil; beytülmakam, beytülmal, beytüşşehvet, beytünnefis ve hatta beytüşşeytan olur.

“Değil, başkası değil, onların işlediği günahlar karartmıştır kalplerini.” (83/Mutaffifin, 14). Bu karayı, bu pası temizlemek elbet kolay olmayacaktır. Nasıl temizlensin ki? En çok kullandığımız organlar el, kafa ve kalp. Bunlar içerisinden de en çok kullanılan kalptir. Elimizi birkaç ay yıkamadığımızı düşünelim, tiksinilecek bir durum olur. Ya ondan çok daha fazla kullandığımız kalp? Onun ne kadar kirleneceğini hesaplamak zor değildir. Bu kirlilik, kalbi sonunda öyle bir noktaya getiriyor ki, kalp duyarsızlaşıyor, katılaşıyor, taşlaşıyor. “Sonra kalpleriniz yine katılaştı, taş gibi; hatta daha katı. Çünkü taşlardan öyleleri vardır ki, onlardan ırmaklar fışkırır, öyleleri vardır ki yarılır, ortasından sular çağlar, öyleleri de vardır ki Allah korkusuyla yuvarlanır. Allah yapmakta olduklarınızdan gâfil değildir.” (2/Bakara, 74)

Kalp katılığı, rahmet kıtlığıyla doğrudan ilgilidir: “Sözlerini bozdukları için onları lanetledik ve kalplerini kaskatı yaptık.” (5/Mâide, 13). Âyette kalp katılığının illeti olarak lanetlenmenin gösterilmesi oldukça ürperticidir.

Kalpler aynı zamanda sınanıyor. Küçük kâinat olan insanın bu müthiş dünyası her an sınanmakta ve fitnelerle karşı karşıya kalmakta. Kur’an, “Allah’ın takvâ için kalplerini sınadığı kimseler”den söz etmekte. Hele “kasvet” (kalbin katılaşması), sonunda hidayetin; kalbin yakıtı olan hidayetin tümden kesilmesine neden oluyor: “Hatemallahu alâ kulûbihim (Allah kalplerini mühürledi)” (2/Bakara, 7). Artık dosya kapanmıştır, mühürlenmiş ve imzalanmıştır. Vurandan başkası çözemeyecektir o mührü. Katılık kalbin felâketi; mühürlenmekse kıyametidir. Kalp gibi mükemmel bir coğrafyayı elden kaçıran, devlet kuşunu elden uçurmuş demektir. Bu duruma düşmemenin en garantili yolu iç savaştır.

İnsan hayatında her savaş fâni, iç savaş bâkîdir. Çünkü her düşmanın bir gün dost olma ihtimali vardır da şeytanın dost olmasının imkân ve ihtimali yoktur. Şeytan, savaşı önce yüreğinde kaybetti, ardından cennetini kaybetti. Cenneti kaybetmenin faturasını kendisine değil; Allah'a ve insana çıkarttı: “Madem öyle, senin beni azdırdığın gibi, ben de onları (azdırmak için) senin dosdoğru yoluna oturacağım. Sonra da muhakkak onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın.” (7/A’râf, 16-17)

Savaşın boyutları, düşmanın kini ve gücü oranında büyüyecektir. Şeytanınki bir kuyruk acısıdır, bu acı yeniden diriliş gününe kadar dinecek değildir. Bu azılı düşman (aduvvun mübin) insana öylesine çok cepheden saldırıya geçmiştir ki, insanın bu hiç uyumayan ve tatil yapmayan düşmana karşı çok uyanık olması ve ömürlük bir iç savaş başlatması gerekmekte.

Şeytanın önlerden gelmesi, insana dengeyi dünya aleyhine bozdurmak için, insanı kendisine verilmiş emanet olan dünyadan soyutlamak için. Klasik yorumlar da bunu güçlendiriyor. Arkalardan gelmesi, kalleşçe gelmesi; insanın dengesini ahiret aleyhine ve dünya lehine bozmak için; malı, kadını, evladı, makamı ve diğer dünyalıkları süslemesi. Soldan değil, sollardan yaklaşması, yasaklara, haramlara meylettirmesi; ezelî ve ebedî düşmanı olan insana Allah’ın koyduğu sınırları çiğnetmesi, bunu yaparken de çok cici bahaneler bulup insandan yanaymış gibi görünmesi: “Rabbinizin size bu iki ağacı yasaklaması, yalnızca sizin iki melek olmamanız ya da (cennette) ebedi yaşayanlardan olmamanız içindir. Ve, ‘gerçekten ben size öğüt verenlerdenim’ diye de yemin etti.” (20/Tâhâ, 20-21)

Sağlardan gelmesi... En tehlikelisi de bu galiba. İnsanın güzel eylemlerini, hasenâtını, “salih amel”e dönüştürmemek için kibir, gurur, riya gibi virüslerle bozması. Çalışıp çabaladığı halde insanın eline bir şey geçmemesi, yani tam anlamıyla iflasa sürüklenmesi. En yararlı eylemlerin içine attığı mikroplarla onları sahibi için en zararlı bir hale getirmesi. Bütün bunları yaparken “sürekli kötülüğü emreden” (12/Yusuf, 53) nefsi yardımcı olarak kullanması, kötü işlerine, pis işlerine onu koşturması... Dahası, yeryüzündeki dostlarını (evliyâu’ş-şeytan), evliyâsını (7/A’râf, 27), “Allah’ı bırakıp şeytanları velî edinenler”i (7/A’râf, 30) kendi aralarında örgütleyerek bir şeytan partisi (hizbu’ş-şeytan) kurması ve o parti aracılığıyla mü’minler üzerinde şeytanî bir siyaset yürütmesi, onları gütmesi, onları sürüleştirmesi...

Evet, içten ve dıştan çok yönlü bir düşmanın ilk ve son hedefi kişinin imanı; dolayısıyla imanın merkezi olan kalbidir. Bu düşmanlar, kalbi imanın başına yıkmaya, orayı insanın ebedi mutluluğuna yardımcı olmayan mal, makam gibi şeylerle doldurmaya çalışırlar. Bu durumda, vakit geçirmeden bir iç savaş başlatmalı. Bu savaşın ömrü; birkaç ay, ya da birkaç yıl değil; bir ömür olmalı. Sürekli saldırı altında ezilen imanı ve onun mekânını bu saldırılardan kurtarmalı ve korumalı, orayı “kurtarılmış bölge” haline getirmeli ve imanın hakimiyetini ilan etmeli o bölgede. Salih amelden muhafızlar, nöbetçiler dikmeli; içimizin ahalisini ayaklandırmalı ve önce içimizin dünyasında fitne kalmayıncaya, din yalnız Allah’ın oluncaya kadar sürmeli bu savaş. Ondan sonra da orada kurulan “yürek devleti”ni bileklere, topraklara, coğrafyalara taşımalı.

Esaret içimizde. Bizi önce yüreklerimizde tutsak ettiler. İşgal altındaki bir yürekle, işgal altındaki bir kafayla, hangi toprak parçasını kurtarmaya gidebiliriz? İmanları yüreklere mahkûm etmişler. Yeryüzünün müstekbirleri, bizi önce yüreklerimizden vurmuşlar. Öyle olunca elimiz, imanın iktidarından çıkmış, gözümüz, kulağımız, zihnimiz, şuurumuz imanın iktidarından çıkmış. Bu organlarımız, imanın egemenliği altındaki hürriyetleri kaybetmişler. İmanımızın iktidarını elinden almışlar, hadımlaştırmışlar onu. İmana site olma istidadında yaratılan kalbimiz imana mahbes, imana makber olmuş. “Din, bir vicdan işidir” sloganıyla yola çıkan iman düşmanları, kültürleriyle, eğitimleriyle, medyalarıyla, şeytanca oyunlarıyla koca bir devi Alaaddin’in lambasına geri sokmayı başarabilmişler.

Onlar bilmekteler imanın gücünü. Bilirler; o zorla tıkıldığı yerden çıktı mı bir, kimse zaptedemez onu. Bu nedenle, onu mahkûm etmek için ne lazımsa onu yaparlar, hiçbir şeytanî fedakârlıktan kaçınmazlar. İmana sıradan zincirler vurmazlar. O zincirler, altındandır, gösterişlidir, sanat eseridir, hatta bazan teknolojinin en son harikasıdır, şeffaftır. Onu farkedecek kadar basiretiniz varsa, bu kez de onun tutsaklık zinciri değil; yüce efendilerin hediye ettiği bir kolye olduğuna inandırmaya çalışırlar. Kendilerine hevâ ve heves adına hizmet etmeyeni “dâvâ” adına, “hizmet” aşkına ve hatta “din” adına hizmet ettirirler. Sağmayı, binmeyi ve yük vurmayı iyi bilirler onlar.

Eğer görünen ve görünmeyeniyle, değerli ve değersiziyle imanımıza vurulan tüm zincirleri kırabiliyorsak; o zaman iman, gözümüze fer, gönlümüze nur, dizimize derman, dilimize ferman olacaktır. Yani, özetle iman, “iman” olacaktır.

Zorla kurdukları; ezerek, yakıp-yıkarak, asıp-keserek kurdukları düzenlerden korkmayınız. Korkmayınız, çünkü “Zulmetmekte olanlar, nasıl bir inkılâba uğrayıp devrileceklerini pek yakında bileceklerdir.” (26/Şuarâ, 227) Asıl korkulacak şey, bu düzenlerini kalbimize kadar sokmalarıdır, vücudun başkentini işgal edip ele, ayağa, göze, kulağa, başa, bileğe hükmetmeleri, bütün bunları kendilerine hizmet ettirmeleridir. Örneğin kapitalizm adı verilen zulmün ekonomiyi yönlendirmesinden ziyade, asıl korkumuz bu mikrobun yüreklerimize kadar yayılıp ahlakımıza, düşüncemize, eylemlerimize, tavırlarımıza yansıması.

İslam’ın erdemlerine ulaştığımız vakit, “devrim” içimizde gerçekleşecek, gönül ülkemize iman hâkim olacak, yani dâru’l-İslam olacak kalbimiz. Sınırsız ve sınıfsız yürek devletimizde, bir ferdi dışarıda kalmamacasına konuk edeceğiz İslam ümmetini. Böylece, önce içimizde oluşturacağız vahdeti. Vahdet tâciri değil; gerçek muvahhid olacağız ve Allah'a layık bir hale gelecek gönlümüz. “Kuluna şah damarından daha yakın olan”ı buyur edeceğiz. “Ey mekândan münezzeh olan! Senin için istiğfarımla temizleyip, gözyaşlarımla yıkayıp, zikir ve tesbihle süsleyip, ilim, irfan ve hikmetle döşeyip, takva ve ihsanla aydınlattığım kalbime buyur.” diyeceğiz. Elbette Allah o zaman rahmetiyle buyuracak, mağfiretiyle buyuracak, sekînetiyle buyuracak, tecellisiyle doyuracaktır. Asıl o zaman gerçekleşecek selîm kalp, eğer taşa dönüşmemişse kalbimiz, içimizdeki fırtına dinecek, gönül okyanusu sükûnet bulacak, böylece içimizdeki dünyanın keşfi, yeniden gerçekleşecektir: “Bunlar, iman edenler ve kalpleri Allah’ın zikriyle tatmin olanlardır. Haberiniz olsun; kalpler yalnızca Allah’ın zikriyle tatmin olur.” (13/Ra’d, 28)

İşte bu, iç savaşın zaferidir. Artık kalp devleti kurulmuştur. Onu kurmak bir savaşı gerektiriyorsa, korumak ve dışarı taşımak bin savaş ister. Durmak isteseniz de duramazsınız artık. İçinizdeki saadetin öbür adı olan yürek devletini, yaşadığınız dünyaya hâkim kılmak için gerekli olan eylemleri, kalbiniz size danışmayacaktır bile. Organlarınız ona muhalefet etse de, aklınız onu onaylamasa da, o kendine özgü yöntemlerle ve imkânlarla gerçekleştirecektir görevini. Biliyorsunuz; “gönül ferman dinlemez.”

Kalbe özgü imkânların başında dünyanın en hassas ve gelişmiş radarı diyebileceğimiz basiret ve ferâset gelir. Herkesin bildiği gözler dışında bir gözden daha söz eden Kitab’ın diline kulak verelim: “Gerçek şu ki, gözler kör olmaz; ancak göğüslerdeki kalpler kör olur.” (22/Hacc, 46)

Bu vericimizle, uzaklığı ne olursa olsun bir dostumuza muhabbet sinyalleri gönderebili-riz. İrtidadın ve nifakın tabiat haline geldiği bir toplumda gerçek mü'mini bu radarlarımızla tanıyabibiliriz. Bununla okuyabiliriz Allah'ın evrendeki ayetlerini (51/Zâriyât, 20), nefislerimizdeki âyetlerini (51/Zâriyât, 21) ve bilgisine sahip olabiliriz. Bu bilgiyi "kitab-ı mestûr"un âyetleriyle çakıştırarak "hikmet"i bulabiliriz. Bilmeliyiz ki; "Kime hikmetten bir pay verilmişse ona çok hayır verilmiştir." (2/Bakara, 229)

İşte o zaman nicedir yayınını durduran kalbimiz başlayacak yayın yapmaya. İçimizdeki dünyanın en hassas radarları göğün ve yerin sevap görüntülerini yakalayarak kaydedecek kalp arşivimize. O zaman, yalnız bilmeyip, anlayacak (irfan); yalnız bakmayıp, göreceğiz (basiret). Her ayet, içimizde yeni bir ufuk açacak. "Allah'ın göğsüne bir inşirah verdiği, Rabbinden bir nur üzere olan" (39/Zümer, 22) biri olacağız. En gelişmiş telsizlere, telefonlara, telexlere taş çıkartan bu imkânı çalışır ve işler duruma getireceğiz. Rabbımızla aramızdaki ilişkiyi o hassas cihazla kontrol edeceğiz. O bizi sürekli uyaracak, otokontrol görevi yapacak.

Karıncanın ayak seslerinden daha usul gelen şirki duyacak, tüm maharetlerini kullanarak ve maskelerini takarak gelen nifakı bu radarla tanıyacağız. Kulağımıza Rabbımızın adı geldiği zaman onun ibresi oynayıverecek; Allah'ın ayetleri okunduğu zaman kalplerimiz ürperecek ve imanlarımızı artıracaktır. "Mü'minler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman, yürekleri ürperir, kendilerine Allah'ın ayetleri okunduğu zaman imanları artar ve Rablerine tevekkül ederler." (8/Enfâl, 2)

 "Ârif" olmadan "âlim" , "müttakî" olmadan "mücâhid" olunamayacağını bilmemiz gerekiyor. Kalbe hangi güç hakimse o bedene de tüm fonksiyonlarıyla birlikte "o güç" hakimdir. İşgal olunmuş bir kalbin sahibinin hürlük iddiası, beylik bir iddiadır. Kişi gönlünü neye kaptırmışsa gözü de onda olacaktır. Kişi gönlünü kime kaptırmışsa yüzü de ona dönük olacaktır, başka değil. (2)

 "Fitneler, kalplere peş peşe isabet ederler. Hangi kalp, o fitneleri kabul eder de sindirirse, o kalpte siyah bir nokta oluşur. Hangi kalp de o fitneleri kabul etmezse; o kalpte beyaz bir nokta oluşur. Bu şekilde kalpler iki çeşit olurlar. Beyaz olanı, beyaz ve sert sefa taşı gibidir. Yeryüzü ve gökler, yerinde kaldığı müddetçe ona fitneler zarar veremez. Siyah olan diğeri ise, içinde olanı dökülmüş bir kap gibi kupkurudur. Ne iyiliği bilir, ne de kötülüğü inkâr eder, ancak hevâ-i nefsiyle hareket eder." (Müslim, 144)

 Kur'an'da Kalbin Halleri

Kur'an; kalbin durumlarını, ibadet ve takvaya meyilli kalplerin değişik yapı ve özelliklerini belirtir. Bunları şöyle sıralamak mümkündür: Mutmain kalpler (Ra'd, 28), selim kalpler (26/Şuarâ, 89), Allah'a yönelmiş kalpler (50/Kaf, 31-32), Allah anıldığı zaman titreyen kalpler (8/Enfâl, 2-3), Allah'a bağlı kalpler (8/Enfâl, 11), Mütevazi kalpler (22/Hacc, 54), Huşû İçerisindeki Kalpler (57/Hadîd, 16).

Kur'an'da, kalplerin günah ve şirkle hastalıklı hale gelmiş değişik durum ve özellikleri de şöyle sıralanabilir: Galiz (kaba ve katı) Kalpler (3/Âl-i İmran, 159), Eğri Kalpler (3/Âl-i İmran, 7), Gafil ve Gaflete Düşürülmüş Kalpler (18/Kehf. 28), Taş Gibi Katı Kalpler (2/Bakara, 74), Kılıflı Kalpler (2/Bakara, 88), Hasta Kalpler (2/Bakara, 10; 33/Ahzâb, 32), Mühürlü Kalpler (45/Câsiye, 23), Bağlı Kalpler (7/A'râf, 100), Kapalı Kalpler (41/Fussılet, 5), Kör Kalpler (22/Hacc, 46), Kilitli Kalpler (47/Muhammed, 24)

Kalplerin hastalığı ve giderek mühürlenmesinin sebepleri: Kur'an'dan yola çıkılarak kalbin hastalıklarına ve mühürlenmesine sebep olan mikropları şöyle sıralayabiliriz: Dünya sevgisi, kötü çevre, kötü kimselerle arkadaşlık, çok yemek ve çok gülmek, başta büyük günahlar olmak üzere her çeşit haramlar, en sinsi hastalık: Nifak ve ölümcül hastalık: Şirk.

Kalp hastalıklarının ilacı ise; Kur'an-ı Kerim'i düşünerek, anlayarak okuyup kendi hayatına ve toplum hayatına geçirmeye çalışmak. Öğüt dinlemek. Zikir, tevbe ve istiğfar. Huşu ve anlayış. Kalbi arındırma yollarına müracaat edip güzel ahlak ve ihlaslı ibadet üzere olmak. Cesaret, ins ve cin şeytanlarına tavır almak.

 Kalbin Hastalığı ve Mühürlenmesi

Kur’an’ı gerektiği gibi anlamak için kalbin kilitli olmaması gerekir. (Muhammed, 22) Kalbin, görevini yapabilmesi için, selîm olması; hastalıklı ve ârızalı bulunmaması gerekir. Kalplerin selim olmayıp, marazlı (hastalıklı) olmasını Kur’an, hemen daima nifak illetiyle irtibatlı gösterir (2/Bakara, 10; 5/Mâide, 52; 8/Enfâl, 49; 9/Tevbe, 125; 22/Hacc, 53; 24/Nur, 50; 33/Ahzâb, 12...) Bu ayetlerden yola çıkarak şu tespitleri yapabiliriz:

Kalbi perişan eden hastalıkların başında samimiyetsizlik ve riyakârlık gelmektedir. Münâfıklığın en tipik özelliği kalp hastalığıdır. (2/Bakara, 10) Kalp hastalığının diğer belirtileri arasında doymazlık, hırs (bkz. 33/Ahzâb, 32), rics (pislik, iğrençlik, sefihlik), şeytan fitnesine yataklık dikkat çeker. (bkz. 9/Tevbe, 125; 22/Hacc, 53) Kalp marazı; kalp katılığı, kalp kararması (kasvet) getirir.

Kur’an, bu kalp kasvetinden çokça bahseder ve onun insanın sonsuzluğa, güzele, iyiye, kısaca Allah'a giden yolunu tıkayan bir bela olarak gösterir. “Yazıklar olsun kalbi kasvetle dolmuş olanlara.” (39/Zümer, 22) Kalp kasvetini azdıran en önemli sebep, sonu gelmez arzu ve emeller, hırslar ve tutkulardır. (57/Hadîd, 16) Kalp kasvetinin en tipik temsilcileri yahudilerdir.

İnsanın kalbini tahrip eden tutum ve davranışları, giderek kalbi paslandırır. Kalbin paslanması, hak ve hakikata açılabilecek pencerelerin kapanma noktasına yaklaşması demektir. Bu duruma gelen kişi, Yaratıcı ile arasına tam bir perde çekmiş olur. (83/Mutaffifin, 13-15) Hastalanan ve paslanan kalp, nihayet körleşir. Ve insan için esas körlük budur. (22/Hacc, 46)

Kalbin körelmesi, kalp gözünün, yani basîretin kör olmasıdır ki, insanın kâinatı, varlıkları ve kendi nefsini okumasını (en azından doğru okumasını) engeller. Böyle olunca da, kalp körlüğü insan ve evrenin sırlarını çözmeye götüren bütün organ ve araçları dumura uğratır ve bütün girişimleri aksatır.

Nitekim Kur’an, kalple akıl arasında devamlı ilişki kurmuş, iş görmez hale gelen bir kalp gözünün akıl faaliyetini de fonksiyonunu icra edemez hale getireceğine işaret etmiştir. (bkz. 22/Hacc, 46) Kur’an, bu konuda “akıl işleten, akıl faaliyeti yürüten kalpler” deyimini kullanıyor. 7/A’râf, 179. ayeti ise, inceden inceye düşünüp sırları keşfedemeyen kalplerden söz eder ve bu kalplerin sahiplerini gözleri görmez, kulakları işitmez olarak nitelendirdikten sonra onların yerlerini hayvanlardan daha aşağılarda gösterir.

Kalp körlüğünü; kalbin damgalanması, kilitlenmesi, perdelenmesi ve mühürlenmesi izler. Bu son aşama, insanın evrensel hak ve hakikate, imana açılan tüm kapılarının kapanmasıdır. Bu aşamadan dönüş yoktur. Dünya planındaki imtihanın kesin kaybıdır bu.

Kur’an’da bu son aşamayı ifade için kalbin tab’ edilmesi (7/A’râf, 101; 9/Tevbe, 87, 93; 10/Yûnus, 74; 30/Rûm, 56); hatmedilmesi / mühürlenmesi (2/Bakara, 7; 45/Câsiye, 23; 6/En’am, 46) ve kalbe kilit vurulması (4/Nisâ, 155; 47/Muhammed, 24), kalbe perde çekilmesi (6/En’âm, 24; 18/Kehf, 57) deyimleri kullanılmaktadır.

Bu hale düşenlerin diğer duyu organlarının da ödevlerini insana yaraşır biçimde yapamayacağı dikkat çekilir.

Kalbi taşlaşmışların gözleri yaşsız olur. (bkz. 2/Bakara, 74) Bu hal, kalp mühürlenmesi açısından önemlidir. Kalbin sevgi ve merhametten aldığı öyle yüce bir zevk vardır ki; böyle zengin gönüllerde dokulara kan veren kalp, sanki bir başka zevkle çarpmaktadır.

Bir insan, Allah'a karşı sorumluluk ve şükran hissi duymaz, takva özelliklerine sahip olmazsa; kalp, kulak ve gözünde meydana gelen ceryan kesilmesi (mühür ve perde) onun idrak cevherini yok eder.

Ona gerçekleri en kesin bir dille anlatsanız da; o, bunu fark edemez.

Çünkü Allah'ın yaratış sırrında güzellikler ve ihtişam vardır. Gözü perdeli, kalbi ve kulağı mühürlü olan bunu fark edemez. Dolayısıyla onların uyarılması ve uyarılmaması eşittir; inanmazlar.

Bütün kâfirlerin değil; insanî değerlerden soyutlanmış küfürde inatçı kimselerin kalpleri mühürlenir. Cenab-ı Hak, küfre düşen bir kimseyi sonsuz rahmetiyle uzun süre gözetimde tutar; yani kalbini hemen mühürlemez. Ona dönüş şansı tanır.

Fakat gurur, cimrilik ve azgınlıkta direnirse, ilahî gazap mührünü vurur ve artık o iflah olmaz. Artık bu kimse Fatiha'daki "mağdûb-i aleyhim" grubuna girmiştir. Diğer kâfirler ise "dâllîn"dir; günün birinde, kendi tavırlarıyla liyakat kesbettiğinde Rabbimiz hidayet verebilir.

Müslüman açısından kalplerin mühürlenmesi gerçekleşmez; öyleyse bu konu sadece azgın kâfirleri ilgilendirir diyemeyiz. Günümüzde günahlar çok kolaylaşmış, bilerek veya bilmeyerek şirke, küfre düşmek olağan hale gelmiştir. Bir müslümanın, kalplerin mühürlenmesi, Allah'ın lanetine uğramasına giden yolları iyi bilmesi gerekir ki o tehlikeli istikamete meyl etmesin.

Günahtan küfre, küfürden kalp mühürlenmesine giden korkunç tehlikelerden uzak kalmak için çok hassas olmalıyız. Şeytanın ve nefsin günah işletmekten muradı; bizi sadece günahkâr kılmak değil; fırsatını bulup kalbi mühürletecek noktaya getirmektir. Her günah da, tevbe edilmediği ve ısrar edildiği müddetçe sonu ümitsizliğe, uydurma te'villerle haramı helalleştirmeye, kalp katılığına, dolayısıyla küfre açılan bir kapıdır.

Kur'an, bu nedenle günahlardan kaçmamızı ısrarla emretmektedir. Bir insan günah işleye işleye, adım adım küfre yaklaşır. Günah işleyen, daima günah çevresinde günahkârlarla dost olacağından, yavaş yavaş günahkârlığı karakter çizgisi haline getirir.

Günah işleyen, suçuna karşılık te'vil yolları arar. En tehlikeli oyun da budur. Bu te'vil hastalığı ilerleyerek Kur'an'a saygıyı azaltır. Sonunda küfre götürebilir.

Zaten tevbenin temel sırrı budur. Günah işleyen, hiçbir mazeret, bahane icat etmeden, te'vile kapılmadan suçunu idrak ve kendine itiraf etmelidir. Bu kabul, te'vilden ve küfürden kurtarır.

Bu konuda İblis ile Hz. Adem'in işledikleri hata konusundaki tavırları Kur'an'da ibret alacağımız şekilde vurgulanır.

Günah kompleksine düşerek de insan küfre doğru yönelebilir. Şeytanın bir oyunu da, günah işleyen insanı paniğe kaptırarak saflarına almaktır.

Yani "sen nasıl olsa büyük günahkârsın; sen artık iflah olmazsın, öyleyse günaha devam; battı balık yan gider" sloganıdır. Bu yorum, temelden yanlış bir yargıdır. "Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyiniz. Allah,(vazgeçilip tevbe edilince) bütün günahları mağfiret eder." (39/Zümer, 53)

Kalbin mühürlenmesi, boş arzuları ilah edinme (Câsiye, 23), Allah’ın nimetlerine nankörlük (7/A’râf, 101), azgınlık, zulüm (10/Yûnus, 74), bilgisizlik (Rum, 56; Tevbe, 87, 93) gibi sebeplerden olmaktadır.

Kalbi mühürlenenler artık insanca ne görebelir, ne duyabilir, ne anlayabilir, ne de yaşayabilirler. (2/Bakara, 7; 63/Münâfıkun, 3; 9/Tevbe, 87, 93; 6/En’âm, 46)

Küfre götüren günahlar açısından önemli bir konu, günahın cinsidir. Her günah çirkindir, kaçınılması gereken yasaklardır. Ama şeytan, bazan küçük günahları gözümüzde büyütürken; büyük günahları ve şirki basitleştirir. E

lfaz-ı küfür, şirk ihtimali olan konular, müslümanın gözünde cehenneme düşmekle eş görünümünde olmalıdır. Namazı terk etmeyi alışkanlık haline getirmek de küfür yoluna sapmaktır.

 Bunun yanında, insanın kendini, hevâ ve hevesini putlaştırmaya götüren gurur ve istiğnâ çok önemli bir günahtır. Bir günah, zulümle ilgiliyse, gönül incitiyorsa çok ciddi sonuçları olacak bir vebaldir.

Zulüm, Kur'an'ın üzerinde ısrarla durduğu kalbi mühürlü kâfirlere ait bir özelliktir. Zalimin kalbi mühürlenmeye baş adaydır. Ve şirk en büyük zulümdür. Yine küfre düşmemek açısından günah üreten günahlardan şiddetle sakınmamız gerekmektedir. Bazı günahlar, başka günahlara yataklık ederler. Bunların başında yalan ve içki gelir. Yalanın günah barajını aşarak, nifak ve küfrü temsil ettiği konusunda ciddi uyarılar vardır.

Hastalık ve bozukluklardan arınmış bir kalp, Kur’an dilinde selîm kalp adını almaktadır. (26/Şuarâ, 89; 37/Saffât, 84) Allah’ın, insandan son hesap gününde istediği tek şey, O’nun huzuruna selim bir kalple gelmiş olmasıdır. (bkz. 26/Şuarâ, 89)

Din hayatının, müslümanca yaşayışın amacı, insana selim kalbi kazandırmaktır. Selim kalbin olmadığı kişide, din sadece bir kuru iddia ve aldanıştır.

İlginçtir ki, gaye olan, kalbe sıfat yapılan “selim” kelimesi, tevhid yolunun genel adı olan İslam’la aynı köktendir.

Yani selam ve selamet kökünden.

O halde selim kalp barış, huzur, güven, aklık ve sükûnetle dolu olan kalp demektir ki, İslam da bu değerlerin elde ediliş yoludur. Bu değerlerin sembol ve ufuk adı Allah’tır. Bu yüzden İslam’ın teknik anlamı, Allah'a teslimiyet olarak verilmiştir. Buradan bakınca selim kalp, Allah'a gereğince teslim olmuş kalp demek olacaktır.

Kalbin imtihanını (49/Hucurât, 3) başarıyla verenlerin onu rahmet ve re'fet (sıcaklık, merhamet, kaynaşma) ile doldurduklarını görüyoruz. (57/Hadîd, 27)

Bu kalpler kasvete uzaktır. Hasta kalbin yolu kasvete; rahmetle dolu kalbin yolu lînete, yani yumuşaklığa çıkar.

Kalp yumuşaklığının yokluğu, kalp gılzatı, yani katılık ve kabalık getirir ki, bu, insanları nefretle kaçıran bir illettir. (3/Âl-i İmran, 159) Kur'an, kalplerin, Allah'ı zikirle yumuşadığını belirtir. (39/Zümer, 23)

Allah'ı zikir, yani şuurlu anma, kalbi titretir, yumuşatır ve daha sonra da onu itminan ile, yani sükûnet, ferah, huzur ve doygunluk ile doldurur.

Ve Kur'an'a göre kalplerin itminanı yalnız ve yalnız Allah'ı zikirle mümkündür. Allah yerine başka şeylerin sevgili seçildiği bir kalbin doyması, mutlu olması beklenemez. (bkz. 13/Ra'd, 28; 57/Hadîd, 16; 22/Hacc, 35; 23/Mü'minûn, 60; 8/Enfâl, 3)

Kur'an, mühürlenmiş kalplerin mütekebbir, müstekbir kalpler olduğunu beyan eder (16/Nahl, 22). "Allah, mütekebbir cebbar (büyüklük taslayan her zorbanın) kalbini mühürler." (40/Mü'min, 35) Burada mütekebbir sıfatına, cebbar vasfının eklendiğini görüyoruz. Cebbar; cebre, şiddete, zora, dehşet ve baskıya başvuran demektir. Anlaşılan o ki, Kur'an, mütekebbirlerde cebbarlık sıfatının da kaçınılmaz olduğunu vurguluyor.

Mühürlenmiş hastalıklı kalplerin bir dâvâ çevresinde birleşmeleri mümkün değildir. Çünkü onlar, birliğin en emin yolunu, tevhidi, yani Allah'ın birliğini kabullenmeyerek kaosa düşmüşlerdir; artık birleşemezler. Onların vücut verebilecekleri birlik ve beraberlik ancak dış planda bedensel ve maddesel olabilir. "Sen onları toplu, birlik ve beraberlik içinde sanırsın; oysa ki onların kalpleri parça parçadır." (59/Haşr, 14)

Kalp bozukluğunun insan hayatındaki en tehlikeli pratik görünümü, insanın kalbiyle dilinin farklılığıdır. Kur'an bunu imansızlığın, şahsiyetsizliğin, dejenerasyonun bir belirişi olarak tespit ediyor. Kalple dilin uyuşmazlığı, insanın kalbine karşı günah işlemesi, kalbine ihanetidir. (bkz. 2/Bakara, 283) (3)

Kur'an'ı, tedebbürle yani düşünerek, anlayarak okumamak, kalbin kilitli olmasının en önemli belirtisidir. "Peki bunlar, Kur'an'ın anlamını inceden inceye düşünmüyorlar mı: Yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var?" (47/Muhammed, 24).

Âyette geçen "tedebbür", okunan şeyin anlamı üzerinde iyiden iyiye düşünmek demektir. Bu ayetten anlaşılmaktadır ki, Kur'an'ın ne dediğini anlamadan okumanın insanı bir yere getirmesi mümkün değildir. Kur'an'ın manası üzerinde düşünmemek, veya "biz Kur'an'dan bir şey anlayamayız" diyerek Allah'ın kelamını rafa kaldırmak, kalbin mühürlenmiş olduğuna işarettir.

Nitekim, bu ayetin öncesinde (47/Muhammed suresi, 23. âyette) lanetlenmiş, kulakları tıkanmış, gözleri körelmiş insanlardan söz ederek dolaylı bir yoldan Kur'an'ı tedebbür etmeyenlerin kimler olduğuna dikkat çekilmiştir.

"Kalpleri üzerinde kilitler mi var?" sorusundan şu sonuçlar çıkmaktadır:

Ya bu insanlar Kur'an'ı dikkatle okuyup anlamamaktadırlar veya anlamaya çalışmalarına rağmen onun emirleri, anlamları ve amaçları kalplerine yerleşmemiştir.

"İman edenlerin, Allah'ı zikir ve O'ndan inen Kur'an sebebiyle kalplerinin ürperip saygı dolu bir korku ile yumuşaması zamanı daha gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı.

Onlardan birçoğu yoldan çıkmış fasık kimselerdi." (57/Hadîd, 16). Ayet, iman ettikten sonra ayağı sürçen ve Allah'ın kitabına farkında olmadan sırt dönen insanları uyarmakta mucize bir beyandır. Aynı hatalı yoldan giderek perişan olan kitap ehli örnek gösterilmiştir. Hitap, son derece açık ve ürperticidir.

İman sahipleri Allah'ın zikrine, yani Kur'an'a sırt dönmemek konusunda uyarılmaktadır. İkinci olarak, ehli kitabın zamanla bozulduklarına, kalplerinin karardığına ve saptıklarına dikkat çekilerek Allah'ın kitabına uzak kalmanın sonucu örneklendirilmiştir.

Bu ayet, zaman içinde Kur'an'a uzak düşüp vahyin kabulleri yerine, geleneğin kabullerini koyan İslam dünyasına mucize bir Kur'an ihtarıdır.

Kalpler katılaşmış, şekil ruhu örtmüş, iç dünyalar kararmıştır. Bu çoraklık ancak Kur'an'ın nefesiyle canlılık ve berekete döndürülebilir.

Kalplerin katılaşmasından sonra fasıklıktan başka ne gelir? Doğrusu şu insan kalbi çabucak değişiverir, çabucak unutuverir. Kur'an nuruyla aydınlandıktan sonra uzun bir süre Allah'ı zikretmekten uzak kalınca katılaşır, aydınlığını yitirir, körelir ve kararıp söner.

Gönüllerin huşu ve huzur ile Allah'ı anmaları gerekir. Aydınlanıp arınmalar için sürekli uyanık tutulması icap eder.

Fakat donmuş, katılaşmış, hareketsiz hale gelmiş bir kalpten hemen ümit kesilmemelidir.

Çünkü onda yeniden hayat emaresinin görülmesi, aydınlıkların parlaması ve böylece Allah'ın zikrine koşması mümkündür. Çünkü Allah, öldükten sonra yeryüzünü de diriltir, hayat doldurur, bitkilerle süsler, yiyecek meyveler bitirir. Kalpler de tıpkı böyle Allah dilediği zaman dirilir. Allah, ölüden diri çıkarır. Yeryüzünün dirilişi gibi bu Kur'an da kalpleri diriltir. Ona gıda verir, sular, yumuşatır ve ısındırır.

Allah, kâfirlere sevgi göstermeyip buğz eden, onları dost kabul etmeyen mü'minlerin kalplerine imanı yazar ve onlara yardım eder. (bkz. 58/Mücadele, 22)

İnsanın kalbi, iki farklı ânında aynı durumda olmaz; her şeyden daha çok kendi amellerinden etkilenir.

İyi ve nurlu bir kalbe nur verir; kötü ve karanlık bir amel ise kalbin nurunu alır, onu karartır. Sâlih amel, insanın kalbini yumuşatır, öğütleri, hakkı ve hakikati kabul etmesini sağlar.

İnsanın fıtratıyla bağdaşmayan ameller ise, insanın kalbini sertleştirir, katılık getirir. İnsanın kalbi, Kur'an'dan ışığını kesip, Allah'ın nuruyla bağını koparınca öylesine kararır ki, Kur'an tabiriyle artık onun işi bitmiş ve onun kalbi mühürlenmiş sayılır.

Takva sayesinde Kur'an'ın hidayetiyle, Allah'ın nuruyla bakıp, görünmezleri keşfeden, perdenin arkasındaki parıltıları görebilen insan; bu ışıkla irtibatı kendi iradesiyle kestiğinde körlüğü seçmiş olur. Artık, her şeye perdelenmiş gözlerle bakar.

Görülmesi gerekenleri göremez. Kendi gözleriyle bazı şeyleri görür, ama sanki hiç görmemiş gibidir; sanki gözlerinin önüne perde çekilmiş olur.

Kalbi de imandan, sevgiden ibadetten zevk almaz olur ve küfrü, ısyanı, fesadı güzel görmeye başlar. Bunlar küfrün etkileridir; küfrün nedenleri değildir.

"Onlar sapınca, Allah da kalplerini saptırmış, eğriltmiştir." (61/Saff, 5)

 Kalbin Mühürlenmesi Sebep Değil; Sonuçtur

Kalp nasıl mühürlenir? Bilindiği gibi, üzeri mühürlenmek, zarf, kap, örtü ve kapı gibi şeylerde olur. İnsanların kalpleri de, ilimlerin zarfları ve kapıları gibidir.

Ne kadar anlayışlarımız varsa orada saklıdır. Kulak da bir kapı gibidir, duyulan şeyler oradan girer. Bilhassa geçmişteki, gelecekteki ve şimdiki gayb haberleriyle ilgili haberler, kitaplardaki kavramlar duyma yoluyla bilinir.

Kalbin mühürlenmesi, zarfın mühürlenmesine; kulağın mühürlenmesi, kapının mühürlenmesine benzer. Hadis-i şerifteki her günahın, tevbe edilmediğinde kalpte kara bir leke oluşturması ve tekrarlandıkça bütün kalbi kaplaması, kalbin mühürlenmesidir.

O salgın leke (virüs, mikrop) kalbe basılıp tab edilir. Başlangıçta, silinmesi mümkün kâğıttaki hata ile yazılmış bir harf, küçük leke iken, silinmez ve hatada ısrar edilirse matbû ve silinmez bir hale gelir. Diğer bir deyişle, alışkanlıkla ikinci huy olur. Ne silinir, ne çıkar ve o zaman ne iman yolu kalır, ne de küfürden kurtulmaya çare.

Kâfirlerin kalbini Allah mühürlemişse, kâfirin müslüman olmamasında kabahati nedir? sorusu akla geliyor. Allah, Rum suresi ayet 30'da "Sen yüzünü hanif olarak dine çevir. Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa o fıtrata çevir" buyurur.

Bu ayete göre Allah bütün insanları İslam fıtratı üzerine yaratmıştır.

Peygamber Efendimiz "her doğan, İslam fıtratı üzerine doğar. Anne babası onu yahudi, hıristiyan veya mecusi yapar." buyurur. (Buhâri, K. Cenâiz 80; Müslim, K. Kader 25)

Tertemiz, pırıl pırıl yaratılan insan, zamanla çevrenin etkisiyle kirlenmeye başlıyor. Aynanın üzerindeki tozlar silinmeyince zamanla aynayı kapattığı gibi, günahlar da kalbi kapatıyor ve küfür de kalbin kilitlenip mühürlenmesine sebep oluyor. "İnsan, bir günah işlediğinde gönlünde siyah bir nokta belirir. Eğer kişi, günahına tevbe eder, pişman olursa, o siyahlık gider, yeri yeniden parlar." (İbn Mâce, Zühd 29; Tirmizî, Tefsiru Sure 83/1; Müsned-i Ahmed b. Hanbel, 2/297)

"Hayır! Bilakis onların işlemekte oldukları (kötülükler) kalplerini kirletmiştir. Hayır! Onlar şüphesiz o gün Rablerinden (O'nu görmekten) mahrum kalmışlardır. Sonra onlar cehenneme girerler." (83/Mutaffifin, 14-16)

Bu, ömrü deri dibağatıyla geçen kişinin gül kokusundan nefret etmesi gibi, zafiyet hastalığına uğrayan kişinin kendisine yararlı yağlı yiyeceklerden nefret etmesi ve istifra etmesi gibi, kâfirler de küfürle öylesine içli dışlı olurlar ki gül gibi İslam'dan kaçarlar.

Gözleri güzellikleri görmez. Görse de kedinin bülbülü bir yudumluk et görmesi gibi görür. Herşeyin değerini paraya göre ölçer. Kulağı para sözünden başka konuşmalara kapalıdır. O öyle isteyince Allah da onun kalbini mühürler ve gözünü perdeler.

Günahlar ardarda gelince kalbi kapatır. Günah onu kapatınca Allah tarafından mühürleme ve damgalama gelir. Bu durumda iman, kalbe girecek yol bulamadığı gibi küfürden kurtaracak bir kurtarıcı da bulamaz. İşte bu, kalbin mühürlenmesidir.

Müttakiler için kurtuluş rehberi olan Kitab'ın ve ondaki uyarıcı beyanların inatçı kâfirlerce hiçbir değeri yoktur. Mü'minlerin gönüllerine, ruhlarına açılan bütün pencereler, kâfirlere kapalıdır.

İnatçı kâfirlerin kalp ve kulaklarının mühürlenmesi, gözlerinde perde olması, onların Hakk'ı reddetme nedeninin, kendi hataları olmadığı ve sadece Allah'ın dilemesi ile olduğu anlamına gelmez.

Onlar, kabul etmezler, iman etmezler; çünkü, Allah onların kalplerini mühürlemiştir.

Bu mühürleme ve perdeler onların Hakk'ı kabul edememelerinin nedeni değil; bilakis reddetmekte inat etmelerinin bir sonucudur.

Kur'an, tabiattaki ilahî kanundan söz eder:

Eğer bir kimse, bir şey hakkında aleyhte önyargı sahibi olur ve sürekli bu önyargısını beslerse, o şeyde ne iyi bir taraf görebilir, ne iyi bir şey işitebilir, ne de tarafsızca değerlendirmek için ona kalbini açabilir.

Bu, Allah'ın tabiattaki kanunlarından biri olduğu için kalpleri, kulakları mühürlemek ve gözleri perdelemek özellikleri O'na atfedilmiştir.

Bu mühürleme ve tab edilmenin (baskı'nın) kazanılması kuldan, yaratılması Allah'tandır. Mühürlemenin Allah'a isnadı, mecaz değil; gerçektir ve cebir (zorlama) yoktur. Günahların kalbi paslandırıp leke ve mikroplandırmasıyla ilgili hadis ve kalbin pas tutmasıyla ilgili 83/Mutaffifin suresinin 14. ayeti, ahlakta alışkanlık meselesini ne güzel açıklar.

Ahlakın ve dinin kıymetinin, devam ve alışkanlıkta olduğunu ne veciz anlatır. Bir günahta ısrar etmekle etmemenin farkı da bundandır. Günahı helal saymanın, haramı helal kabul etmenin küfür olması da bununla ilgilidir.

İman meselesinde kâfirler için bu alışkanlığın sonucu, bu sonradan edinilen ikinci huy, bu kökleşmiş meleke ne ise; amel konusunda mü'minler için ibadetlerin durumu da böyledir.

İyiliklere, âdet edinmekle alışılır. Kötülükler de alışkanlık ile içinden çıkılmaz bir ikinci huy olur. Hayatın akışı bu alışkanlığın kazanılması demektir.

İlk yaratılışta beşer iradesinin ilgisi yoktur. Fakat alışkanlıkta ilk hissesi önemlidir.

Bununla beraber, bunun üzerine sonuç olarak yaratma yine Allah'ındır. Ama ilk yaratılış gibi cebr, yani zorlama yoktur. Aynı zamanda insanın yaratıcılığı da yoktur; yalnız eylemi, kesbi, yani kazancı vardır. İnsan bir taraftan yaratılmışı alır, diğer taraftan yaratılacağı kazanır. Onun kalbi, Allah'ın yarattığı ve yaratmasının güzergâhıdır.

Allah, insanlara başlangıçta kalp vermeseydi veya kendiliğinden mühürlü olarak kalbi yaratsaydı, o zaman cebr/zorlama olurdu. Allah mühürü, insan iradesi ve alışkanlığıyla sonradan oluşturduğu ikinci huyundan, kulun istemesinden sonra vurmuştur.

Kader, bir bilmedir, zorlama değildir. Bunlar, Allah'ın ilminden dolayı kâfir olmamış; kâfir olduklarından ve olacaklarından ötürü Allah öyle bilmiş, öyle takdir etmiştir.

"...Allah, münâfıkların kesinlikle yalancı olduklarını bilmektedir. Yeminlerini kalkan yapıp Allah yolundan yan çizdiler. Gerçekten onların yaptıkları ne kötüdür. Bunun sebebi, onların önce iman edip sonra küfretmeleridir. Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir. Artık onlar hiç anlamazlar." (63/Münâfıkun, 1-3)

Münâfıklar, küfürleri sebebiyle kalpleri mühürlenmiştir de artık hiç anlamazlar. Allah onlara sadık bir müslüman, şerefli bir insan olmayı nasip etmemiştir. Onlarda hakikatı kavrama yeteneği kalmayıp, ahlaki duyguları silinmiştir.

 Çünkü böyle bir yolda yürüdükleri, davranışları arasında çelişkilerle yaşadıkları için, bu değerlerden mahrum olmuşlar ve bu zilleti kendileri tercih etmişlerdir. Onlar, mü'min olduklarını söylemelerine rağmen, küfür yolunda ısrar etmiş ve bu yüzden de Allah'ın kalplerini mühürlemiş olduğu kimselerdir.

Çünkü onlar, kendileri için münâfıklığı tercih etmiş ve Allah da onlara bu ahlakî rezilliği nasip etmiştir. Allah'ın yarattığı psikolojik yasalar dolayısıyla küfür, kibir ve nifak, kalbin mühürlenmesine neden olur. İnsan inkâr ettikçe kalbi katılaşır, hiçbir şeye inanmaz olur.

Allah, hakikati kabul etmek istek ve niyeti gösterenin kalbini mühürlemez. Ancak kâfirlerin, zorbaların kalplerini mühürler. Anlamak istemeye istemeye anlayışsızlık onların huyu, doğal durumu haline gelir.

Gönül, alıştığı huylardan başkasına istek göstermez. O insan, vurdum duymaz olur. Allah o kimseleri kendi nefislerine, bâtıl arzularına terk eder. İşte Allah'ın kalpleri mühürlemesi, bu psikolojik durumu anlatmaktadır.

"Ve onlara büyük azap vardır." İnatçı küfrün sonucu budur. Allah'ın uyarıcı beyanlarını hiçe saymanın, azapla korkutulmakla korkutulmamayı eşit görmenin doğal sonucu elbette bu olacaktır.

Bu dünyada küfür devletinin yıkılması, zulme dayanan saltanatlarının yerle bir olması onlara büyük azap olduğu gibi; ahirette büyük azap vardır.

Bu ayetteki azabın yalnız ahirette olacağı manasına gelmez. Ayetlerin bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr edenlere dünyada rüsvaylık, ahirette de büyük azap vardır. (2/Bakara, 85)

Mescidlerde Allah'ın adının anılmasını engelleyenlere, o mescidlerin harap olmasına çalışanlara dünyada rezillik, ahirette büyük azap vardır. (2/Bakara, 114)

Allah ve Rasülü'ne karşı savaşanların yeryüzünde bozgunculuk yapanların cezası dünyada rezillik, ahirette de büyük azap vardır. (5/Mâide, 33)