Bu Blog içinde Ara

27 Haziran 2012 Çarşamba

Faydalı Sevgi

Faydalı Sevgi


Şunu iyi bil ki sevgilerin mutlak anlamda en faydalı, en gerekli ve en yücesi, kalplerin sevgisi üzere yaratıldığı, yaratık­ların onu ilâh edinme fıtratıyla var edildiği, yerlerin ve göklerin kendisiyle ayakta durduğu, nıahlûkâtın üzerine yaratıldığı sev­gidir.
Lâilahe illallah, kelime-i tevhidinin sırrı bu sevgidir. Çün­kü ilâh; kalplerin sevgi, saygı, yüceltme ve kendisine boyun eğ­me suretiyle yücelttiği zâta verilen isimdir. İbadet ancak ona yapılır. İbadet de mükemmel bir sevgi ile tamamen boyun eğme, Önünde eğilip zelil olmaktan ibarettir. Bu ibadete başkalarını ortak etmek Allah'ın affetmediği en büyük zulümdür. Yüce Al­lah zatı için ve tüm yönleriyle sevilen tek zattır. Onun dışında­kiler ise ancak ona bağlı olarak sevilirler.
AJlahı sevmenin vacip ve zorunluğu olduğuna indirilen tüm kutsal kitaplar, peygamberlerin davetleri fıtratlar ve ken­dilerine yapılan, ihsan ve iyilikler delâlet eder. Çünkü kalpler kendisine iyilik ve ihsanda bulunana sevgi besleme yapısında yaratılmışlardır, öyleyken, varlığını dahi ona ihsan etmiş ve ya­rattığı her şeyi ona bir iyilik ve ihsan olan yüce zatın sevgisi na­sıl olur?! Yüce Allah'ın buyurduğu gibi: "Sahip olduğunuz her ne nimet varsa hepsi Allah'tandır. Sonra size bir zarar dokunsa he­men ona sığınırsınız."[1] Evet... Kendisini en güzel isim­leriyle ve yüce sıfatlarıyla kullarına tanıtan, eserlerinin ve sanatmın mükemmelliğine, büyüklüğüne ve son derece yüceliğine delâlet ettiği yüceye sevgi nice olmalıdır?
Sevgiye iten iki etmen vardır: Güzellik ve yücelik. Yüce Rabb da bu ikisinin mutlak anlamda en mükemmeline sahiptir. Zira o güzeldir, güzeli sever. Hatta her ne güzellik varsa ondan­dır. Büyüklük-yücelik ona aittir. Dolayısıyla tüm yönleriyle ve z^tı için sevilmeyi sadece o hak eder. Yüce Allah "De ki: Şayet Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki o da sizi sevsin."[2] buyurmuştur.
Başka bir âyette de Allah şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler, sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, yakında öyle bir toplum getirecek ki onları sever, onlar da onu severler. Mü'minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve şiddet­lidirler. Allah yolunda cihat ederler, hiçbir kınayıcmın kınama­sından korkmazlar. Bu, Allah'ın bir lütfudur, onu dilediğine ve­rir. Allah(ın lütfü) geniştir, (O), bilendir. Sizin dostunuz, ancak Allah, O'nun elçisi ve namazlarını kılan, zekâtlarını veren, rü-kûa varan mü'minlerdir. Kim Allah'ı, O'nun Elçisini ve mü'min-leri dost tutarsa (bilsin ki) galip gelecek olanlar, yalnız Allah'ın taraftarlarıdır."[3].
Şu halde dostluğun temeli sevgidir, dostluk ancak sevgiy­le mümkündür. Bunun gibi düşmanlığın temelini de nefret oluş­turur. Allah mü'minlerin, mü'minler de Allah'ın dostlarıdır. On­lar Allah'la onu sevmekle dostluk yaparlar, o da onlarla onları sevmek suretiyle dostluk yapar. Dolayısıyla Allah (c.) kuluyla, onun kendisini sevdiği kadar dost olur.
O yüzden yüce Allah kendinden başka dostlar edinenleri eleştirmiştir. Ancak onun dostlarım dost edinenleri eleştirme-miştir. Çünkü aslında bunlara dost olmak, Allah'a dostluğu ta­mamlayan şeylerdendir.
Yüce Allah sevgide kendisiyle başkalarını bir tutanları da eleştirmiş, öyle yapan kimselerin Allah'tan başka, onun kadar sevdikleri eşler edindiklerini açıklamış, şöyle buyurmuştur: "İn­sanlardan bazıları Allah'tan başka ortaklar edinir, onları Allah'ı sevdikleri gibi severler. İman edenler ise Allah'ı daha çok sever­ler."[4] Sevgide Allah ile başkalarını denk tutanların cehennemde o taptıklarına şöyle diyeceklerini haber vermiştir: "Vallahi sizle­ri âlemlerin Rabbi'ne denk tutarken apaçık bir sapıklık içerisin-deymişiz"[5]
Yüce Allah tüm peygamberlerini bu sevgiyle göndermiş, tüm kitaplarını onunla indirmiş, baştan sona tüm peygamberle­rin davası onda ittifak etmiş, gökler, yer, cennet ve cehennem cehennem ehline o sevgiyle tahsis edilmiştir.
Peygamber yemin ederek "Kendisini çocuklarından, ana-babasından ve tüm insanlardan daha çok sevmedikçe hiç bir ku­lun iman etmiş olamayacağını" haber vermişken, Yüce Rabb'i ne kadar sevmemiz gerektiğini sen düşün!
Peygamber, "Kendim hariç seni herşeyden çok seviyorum" diyen Ömer'e "Hayır, beni kendinden daha çok sevmedikçe as­la", yani "sevgin bu dereceye ulaşmadıkça asla iman etmiş ola­mazsın!" demiştir.
Sevgi ve gerektirdikleri hususunda Peygamberi kendimiz­den Önde tutmamız gerekirse, mukaddes ve mübarek isimlerin sahibi Yüce Allah'ı sevgi ve ibadet hususunda kendimizden ön­de tutmamız elbette gerekir. O'ndan mü'min kuluna ulaşan her türlü ihsan ve iyilik O'nu sevmesini gerekli kılar. Evet. Allah'ın vermesi, vermemesi afiyeti, belâsı, bollaştırması, daraltması, adaleti, Öldürmesi, diriltmesi, lütfü, ihsanı, rahmeti, iyiliği, ayıpları gizlemesi, affetmesi kuluna yumuşaklığı ve sabırlıhğı, duasına icadet etmesi, üzüntüsünü gidermesi, imdadına yetiş­mesi, dert ve tasasından kurtarması, bunları da ona ihtiyacı ol-madiğı halde, hatta tüm yönlerden ondan müstağni olduğu hal­de yapması... Tüm bunlar, kalpleri O'nu ilâh edinmeye, sevme­ye itici etmenlerdir. Hatta kulunu günah işlemeye serbest bı­rakması, yardım etmesi, işini görene kadar gizlemesi, onu koru­ması, bekçiliğini yapması, kulun arzularını O'na isyan yollarla yerine getirmesine izin vermesi, kulun günah işlerken O'ndan (c.) yardım olması, nimetlerini o yolda kullanması... Bunlar O'nu (c.) sevmeye iten en güçlü ve saiklerdir. Herhangi bir yara­tık bir başka yaratığa bu derece hoşgörülü ve iyi davransa, ya­pılan onu sevmekten kendini alamaz. Peki, sürekli biçimde ona karşı kötülük yapmakta ik a sürekli olarak ve nefesleri sayısın­ca iyilik ve ihsanda bulunan zatı nasıl sevmez kul? O'ndan kula hep hayır inerken, kuldan O'na hep şer yükselir. İhtiyacı olma­dığı halde nimetleriyle kendini kula sevdirecek işler yaparken, kul ona muhtaç olduğu halde günahlarıyla kendini ona sevimsizleştirir. Ne Rabb'în (c.) iyilik ihsan ve fazlı kulunu günahtan akkor, ne de kulun günah işlemesi, âdice hareketlerde bulun­ması Rabb'in iyiliklerini keser, sona erdirir.
Öyleyse adiliğin en adiliği kalplerin böylesi bir zatı sevme­yi bırakıp, başkasının sevgisine tutulmasıdır.
Sevdiğin ve seni seven her şahıs seni ancak kendisi ve menfati için sever. Yüce Allah ise senin için, sever, ister. Nite­kim bir hadis-i kudsîde şöyle buyurur "Ey kulum! Herkes senî kendisi için ister, ben ise kendin için isterim." Peki Rabbi ken­disi için böyle düşündüğü halde kul nasıl olur da O'ndan yüz çe­virip gayrisinin sevgisiyle meşgul olur, kalbini başkasının sevgi­sinde boğdurur? '
Yine... İlişki içerisinde olduğun bir insanın senden bir ka­zana yok ise seninle ilişki içerisinde olmaz. O'nun senden bir kazancı vardır. Rabh ise seninle ancak, sen en büyük ve en üs­tün kazancı elde edesin diye muamele eder. Onda iyilik on, hat­ta yedi yüz, hatta daha fazlası katıyla karşılık bulurken, kötü­lük aynı miktarda cezayla karşılık bulur, üstelik kötülük en kü­çük vesilelerle, en basit iyiliklerle siliniverir.
Yine... Yüce Allah seni kendi için, dünya ve âhiretteki her şeyi de senin için yaratmıştır. Öyleyken sevme ve sevgisini ka­zanma yolunda her şeyimizi vermemize ve rızasına ulaşmada her türlü çaba sarfetmemize O'ndan daha lâyık kimdir?
Yine... Senin isteklerin ve tüm yaratıkların istek ve talep­lerin hep O'nun kalındadır. O cömertlerin en cömerdi, en büyük kerem sahibidir. Kuluna daha istemeden, umduğundan kat kat fazlasını verir. Yapılan az bir iyiliğin karşılığını verir, onu ve­rimli ve bereketli kılarken, çok büyük de olsa günahları (diler­se) affeder, siler. Göktekiler ve yerdekilerin tümü ondan ister. O hergün bir haldedir. Bir şeyi dinlemesi başkasını dinlemekten alıkoymaz, karmaşık meseleler ve olaylar O'nu yanıltmaz ısrarla isteyenlere kızmaz. Bilakis ısrarla duâ edenleri sever, kendin­den istenildiğinde hoşlanır istenilmediğinde kızar. Kul O'ndan haya etmediğinde dahi O haya eder, kul yaptığı kötülüğü gizle-mese dahi O onu örter. Kulun kendisine merhamet etmediği du­rumlarda dahi O merhamet eder. Verdiği nimet, ihsan ve iyilik-leriyle rızasını kazanmaya çağırmış, başka başka nimetlerini el­de etmeye davet etmiş, ancak o bunu reddetmiştir. Bu istekler­le elçilerini yollamış, onlarla birlikte ahit ve misakını gönder­miş, sonra da bizzat kendisi inerek ona "Benden kim (ne) istiyor, vereyim. Benden kim bağışlanma diliyor, bağışlayayım!" diye seslenmiştir. O yine şöyle der: "Seni çağırıyorum, ama birleşme­yi reddediyorsun. Peygamberler gönderiyorum. Bizzat yanına varıyor, ama seni uykuda buluyorum."
Nasıl olur da kalpler iyilikleri getiren tek, günahları silen, duaları kabul eden, hatalara göz yuman, günahları bağışlayan, kusurları örten, dertlerden kurtaran, imdatlara koşan, talepleri sahiplerine ulaştıran tek zat, sevmez.
O; zikredilmeye ve şükredilmeye, kulluk edilmeye, ve hamdedilmeye en lâyık zattır. İsteyene en çok yardımcı, padi­şahların en şefkatlisi, kendisinden istenenlerin en cömerdi ve­renlerin en eli bolu, merhamet istenenlerin en merhametlisi, yö­nelenlerin en cömerdi, sığınanların en azizi, kulun dayanıp te­vekkül ettiklerinin en yeterli kuluna annenin çocuğuna şefka­tinde daha şefkatli, kulunun tevbesine acımasız çöl ortasında yi­yecek ve içecekleriyle dolu yüküyle yüklü devesini kaybedip ha­yattan artık ümidini kesmişken birden onu buluveren kimseden daha çok sevinen zattır.
O ortağı bulunmayan padişah, eşi olmayan tektir. Sonun­da herşey yok olacak, sadece o kalacaktır. İzni olmaksızın ibadet edilmez, bilgisi dışında isyan vuku bulmaz. İtaat edilince karşı­lığını verir. Oysa kendi yardımı ve nimetiyle itaat edilmiştir. İs­yan edilir, ama O affeder, bağışlar. Oysa hakkı en çok çiğnenen­dir. O şahitlerin en yakını, kaybedenlerin en yücesi, ahdine en sâdıktır, en âdilidir. Canların bağı onun elinde, alınlar onun avucundadır. Olacakları yazmış, ecelleri kaydetmiştir. Gizli O'nun yanında açık, sır alenî olur. Herkes O'na sığınır. Yüzler O'nun nuru Önünde eğilir, akıllar O'nu idrakten aciz kalır. Fıt­rat ve deliller O'nun yüzünün nuruyla yok olup, gök ve yerler O'nunla aydınlanır. Tüm yaratıklar O'nunla ıslah olur. Uyu­maz, uyumak O'na yakışmaz. Hak terazisini bastırır ve kaldırır. Gündüz olmadan gece yapılan ameller, gece olmadan gündüz yapılan ameller O'na ulaştırılır. Örtüsü nurdur; açılacak olsa tüm yaratıklar yanıp kül olur.
Sevgisini O'ndan (c.) gayrisine sunan kimse kesinlikle.
Tüm varlığa sahip de olsa, O'nun yerini tutacak bir şey bu­lamaz.

Zevkî,N Zirvesini Yaşamak Sevilenin Ve Sevginin Mükemmel Olmasına Bağlıdır


Akıllı kimsenin önem vermesi gereken çok büyük ve önem­li bir husus vardır. O da şudur: Lezzet, zevk, sevinç,mutluluk, kalbin huzuru, ruhun sevinci şu iki şeye bağlıdır:
Birisi: Sevgilinin mükemmel, güzel ve sevgide başkasına tercih edilmeğe değer olması.
İkincisi: Onu çok sevmesi, sevmek yaklaşmak ve ulaşmak için tüm gayretini ortaya koyması.
Her akıl sahibi bilir ki sevilen şeye ulaşıldığında alınan zevk ona duyulan sevgi oranında olur. Sevgi ne kadar güçlüyse onun lezzeti de o kadar çok olur. Örneğin kişi ne kadar susanıış-sa soğuk suya ulaştığında ondan o kadar, ne kadar acıkmışsa lezzetli yemeğe kavuştuğunda o kadar çok zevk alır. Bunlar gi­bi başka şeyler de kişinin onlara aşk, iştiyak, sevgi ve arzusuna bağlıdır.
Bu nokta anlaşıldıysa şu iyi bilinsin ki zevk sevinç ve mut­luluk haddi zatında arzulanan şeylerdir. Hatta bunlar akıl sahi­bi her canlının hedef ve maksadıdır- Zevk haddi zatında isteni­len bir şey olduğuna göre, ancak daha büyük bir acıya yol açtı­ğında veya daha hayırlı bir zevki engellediğinde yerilmeyi hak eder. Öyleyken en büyük pişmanlığa yol açacak, en büyük zevk ve sevinç fırsatlarını kaçıracak zevke ne demeli? Yine zevk; dâimi, sabit, hiç bir şekilde azalmayan büyük zevke yardımcı oldu­ğunda övülür. O zevk ahire t lezzet ve nimeti, ondaki hoş yaşam­dır. Nitekim Yüce Allah "Hayır... Siz dünya hayatını tercih edi­yorsunuz. Oysa âhıret daha hayırlı, daha bakîdir."[6] buyurmuştur. Sihirbazlar da İman ettikleri vakit Firavun'a şöy­le söylemişlerdir: "Yapacağını yap; sen ancak bu dünya hayatı­na hükmedebilirsin. Biz, hatâlarımız ve bizi yapmaya zorladığın sihri bağışlaması için Rabbimize inandık. Allah daha hayırlı, daha bakîdir”[7]
Yüce Allah yaratıkları, onlara ebedi yurt cennette bu zevk­ler, yaşatmak için yaratmıştır.
Dünya ise geçîp-biter zevkleri hiçbir zaman katıksız ve da­imî değildir. Ancak âhiret yurdu farklıdır. Çünkü lezzetleri da­imî, nimetleri her türlü acı ve kederden ârîdir. Onda canların can attığı gözlere haz veren her şey vardır. Allah'ın orada kulla­rına hazırladığı göz aydınlığı şeyler, her kulun bilgisi dışında­dır- Hatta orada hiçbir kulağın duymadığı, hiçbir gözün görme­diği ve hiçbir kalbe doğmayan nice nimetler vardır. Kavmine şu nasihatte bulunan kimsenin maksadı da bu idi. "Ey kavmim! Bana uyun ki sizi doğru yola ileteyim. Ey kavmim bu dünya sa­dece geçici metadır. Asıl yerleşim yurdu ise âhirettir."[8] Onlara dünyanın, başkasına (âhirete) geçit olarak kulla­nılan yer olup, asıl yerleşim yurdunun âhiret yurdu olduğunu söylemiştir.
Dünya lezzetlerinin ve nimetlerinin birer geçici meta ve âhiret lezzetlerine basamak olduğu, dünya ve lezzetlerinin sade­ce onun için yaratıldığı öğrenildikten sonra anlaşılır ki: Âhiret lezzetine ulaştıran ve ona ulaşmada yardımcı olan her lezzeti el­de etmeye çalışmak yerilmez, bilakis âhiret lezzetine ulaştırma etkileri oranında övülür, iyi gözle bakılır.

Allah'ı Görmek


Bunu öğrendikten sonra bil ki en büyük âhiret nimet ve lezzeti Yüce Allah'ın yüzünü seyretmek, sözünü kendinden din­lemek ve yakınında olmaktır. Nitekim sahih bir hadiste "Vallahi Allah cennetliklere, O'na bakmaktan daha büyük bir ihsanda bulunmamıştır", başka bir hadiste "Yüce Allah onlara göründü­ğünde ve O'nu gördüklerinde içinde bulundukları nimet ve lez­zetleri unutuverirler." buyurulmuştur.
Neseî ve Müsned-i Ahmed'de geçen ve Ammar b. Yasir’in (r.) rivayet ettiği hadise göre Rasûlulîah duasında "Senden, ba­na o yüce yüzüne bakma zevkini yaşatmanı ve sana ulaşma iş­tiyakında olma şuurunu vermeni istiyorum" derdi.
Ahmed b. HanbeFin oğlu Abdullah'ın Müsned'inde Rasû-lullah'ın (s.) şu hadisi geçer: "İnsanlar, kıyamet günü Kur’an'ı Rahman olan Allah'tan işittiklerinde, sanki onu daha önce hiç işitmemiş gibi olurlar."
Bunu da öğrendikten sonra bil ki: Bu lezzeti elde etmeye vesile olacak en büyük sebepler dünyaya da mutlak anlamda en büyük lezzetlerdir. O da Yüce Allah'ı tanıma ve O'nu sevme lezzetidir. Çünkü dünyanın cenneti ve yüce nimeti budur. Dünyanın fânî lezzetleri onun yanında denizdeki bir damla gi­bidir. Zira ruh, kalp ve beden asıl bunun için yaratılmıştır, öy­le olunca dünyadaki en hoş ve tatlı şey O'nu sevmek ve tanı­mak, cenneteki en lezzetli nimet de O'na bakmak, seyretmek­tir. Onu sevmek ve tanımak gözlerin aydınlığı, ruhların hazzı kalplerin sevinci dünyanın nimeti ve sevincidir. Hatta bunlar­dan kopuk dünya lezzetleri acı ve işkenceye dönüşür, sahibini sıkıntılı bir yaşam içinde bırakır... Hoş ve mutlu yaşam ancak Allah iledir.
Allah âşıklarından biri zaman zaman "Cennet ehli böyle bir nimet içerisinde olsalar dahi ne hoş bir yaşam içindedirler demektir" derdi. Bu daha Önce geçti. Bir bakası da şöyle derdi: "Krallar ve prensler bizim içinde bulunduğumuz hali (mutlulu­ğu) bilselerdi, onu almak için bizimle kılıçlarıyla savaşırlardı."
Sahibinin kalbine işkence olan batıl aşk sahipleri şöyle söylerlerse kalplerin hayatı ve ruhların gıdası olan sevgi nice olur? Nitekim onlardan biri şöyle der:
İnsanlar ancak sevdâlı âşık kimselerdir.
Sevmeyen, aşık olmayanda hayır yoktur.
Başkası şöyle der.
Kahrolsun bu dünya kahrolsun kahrolsun
Sen hiç sevmemiş, sevilmemişsen.
Bir şair de şöyle der:
Dünyada da nimetlerinde de hiçbir hayır yoktur.
Eğer sen tek ve yalnızsan, aşık olmamışsan
Başka bir şair şöyle der:
Sevgisiyle hazlanacağım bir teselli gerek
Geçti yıllar, sen ise hâlâ yalnızsın.
Şairin biri de şöyle der:
Meçhul aşklardan yakındı ve dedi ki,
Keşke karşılaştıkları zorlukları, kendim tek başıma göğüslenseydim.
Tüm aşkların lezzetini ben tadsaydım da Önce de sonra onu benden gayrisi yaşamasaydı.
Evet... Onlar dünyevî aşk için bunları söylüyorlarsa, acaba kalplerin hayatı ve ruhların gıdası olan sevgiye ne demeli?
Kalbin lezzeti, zevki kurtuluşu ve hayatı ancak o sevgiyle­dir. Kalp onu kaybettiğinde, görme yetisini kaybettiğindeki gö­zün duyduğu, işitme yetisini kaybettiğindeki kulağın hissettiği, koklama yetisini kaybettiğindeki burnun duyduğu, konuşma ye­tisini kaybettiğindeki dilin çektiği acıdan daha çok acı çeker. Hatta kendisini yaratan, yoktan var eden ve hak ilâh olan yüce zatın sevgisinden boş kaldığında kalbin uğradığı bozukluk ve fe­sat ruhdan yoksun kaldığında bedenin uğradığı bozulmadan da­ha büyüktür. Buna ancak kendisinde hayat bulunan kimse ina­nır. Zira "ölünün yarası ona acı vermez."
Anlatmak istediğimiz Özetle şudur: En büyük dünyevî lez­zetler, en büyük uhrevî lezzetlere ulaştıran lezzetlerdir. Dünye­vî lezzetler de üç çeşittir:
En büyüğü ve mükemmeli âhiret lezzetine ulaştıran lez­zettir. İnsan bu lezzetten dolayı en büyük ödüllerle mükâfatlan­dırılır. O yüzden mü'mine Allah rızasını niyetlenerek yaptığı ye­me, içme, giyme, cinsel ilişkiye girme, Allah'ın ve kendisinin düşmanlarını mağlup etmek suretiyle kinin yatıştırmasında se­vap verilir. Bunlara dahi sevap varken Allah'a olan iman ve sev­gi lezzetinin, onu bilme, buluşma iştiyakı içinde olma ve O'nu cennette görme ümidinin lezzeti ve zevkine nasıl sevap verilir, sen düşün.
İkinci tür lezzet: Bu da âhiret lezzetini engelleyen, ken­dinden daha büyük acılar bırakan lezzettir. Buna örnek Al­lah'tan başka ilah edinip Allah'ı severcesine onları sevenlerin ve birbirlerinden menfaaletleri sevgisidir. Nitekim bunlar ahi-rette Rabbleriyle buluştuklarında şöyle diyecekler: "Rabbimiz, birbirimizden yararlandık ve bize verdiğin sürenin sonuna ulaştık." (Allah da) buyurur ki: "Durağınız ateştir. Allah'ın, di-le(yip affet)mesj hariç, orada ebedi kalacaksınız. "Şüphesiz Rabbin hüküm ve hikmet sahibidir, bilendir. İşte kazandıkları (günahları)ndan ötürü zalimleri birbirin peşine nasıl takarız."[9].
Bu lezzet fuhuş, zulüm, yeryüzünde taşkınlık ve zorba, haksız yere büyüklük yapanların lezzetidir.
Bu lezzetler hakikatte Allah'tan birer tuzaktır. Böylece onlara en büyük acıları yaşatır, en mükemmel lezzetlerden mahrum bırakır. Bu içinde öldürücü zehir bulunan nefis bir ye­meği birine sunmaya benzer. Yüce Allah "Onları hiç bilmeye­cekleri yerden yavaş yavaş helake yaklaştıracağız. Onlara müh­let veriyorum; şüphesiz benim tuzağım sağlamdır."[10] buyurur.
Seleften bir zat "Kendilerine, yapılan uyarıları unutunca, üzerlerine her şeyin kapılarını açıverdik" âyetini "Her yeni gü­nah türettiklerinde yeni bir nimet bahşettik" şeklinde tefsir et­miştir. Âyetin gerisi şöyledir: "Kendilerine verilenle sevince dal­dıkları sırada da ansızın onları yakaladık, birdenbire bütün umutlarını yitirdiler. Böylece zulmeden milletin ardı kesildi. Âlemlerin Rabb'i Allah'a hamdolsun"[11]
Yüce Allah bu lezzet bağımlıları hakkında şöyle buyur­muştur: "Onlar sanıyorlar mı ki kendilerine verdiğimiz mal ve oğullar ile, onların iyiliklerine koşuyoruz. Hayır, onlar (bunun bir imtihan olduğunun) farkında değiller."[12] Yine onların hakkında şöyle buyurmuştur: "onların ne mallan ne de evlatları seni imrendirmesin. Allah bunlarla onlara dünya hayatında azab etmeyi ve kâfir olarak canlarının çakmasını is­tiyor."[13]
Bu lezzet sonunda en büyük acı ve ızdıraba dönüşür. Şa­irin söylediği gibi:
Dünyada sahipleri için bir azap olan arzular şehvetler öte dünyada onlar için yine azap oldu.
Üçüncü çeşit lezzet ise ahirette kişiye lezzet ve acı bırak­maz. Ahiret yurdunun lezzetlerini elde etmeye engel olmasa da onun tam olmasını engeller. Bu âhiret lezzetine ulaşma yolunda yardımına başvurulmayan lezzettir. Bu geçici bir zevktir ve mutlaka daha faydalı ve hayırlıdan meşgul eder.
Rasülullah'ın şu hadisinde buyurduğu bu tür lezzettendir: "Kişinin oynaş edindiği her oyun batıldır, boştur. Ancak ok at­ması, atını eğitmesi ve hanımıyla oynaşması müstesna; bunlar haktır."
Öyleyse kazanılması gereken hakiki lezzete yardımcı olan lezzetler hak, yardımcı olmayan lezzetler batıldır.

Yerilemeyecek Sevgi


İşte bu yerilemeyecek, eleştirilemeyecek sevgidir. Hatta bu en güzel sevgi çeşididir. Peygamber sevgisi de böyledir. Bu­nunla, sevenin kalbi ve aklını sürekli meşgul eden, sevdiğini ak­lından çıkarmamasına sebep olan Özel sevgiyi kastediyoruz. Yoksa her müslümamn kalbinde Allah ve peygamber sevgisi vardır ve İslâm'a da ancak o sevgi sebebiyle girerler. İnsanlar bu sevgi hususunda çok farklıdırlar ve bu o kadar fazladır ki haki­katini ancak Allah bilir. İki halilin (samimi dostun) aralarındaki sevgi ile başkaların arasındaki sevgi farkı ne kadar çoktur. Allah'ın yüklediği mükelleftik yükünü hafifleten, cimriyi cömert ve korkağı yiğit yapan, zihni cilalayan, nefsi terbiye eden, haya­tı hoş yapan işte bu sevgidir, diğer dünyevî haram aşk değil! Al­lah'la bulaşma gününde gizliler açığa vurulduğunda bu kimse­lerin ortaya çıkarılan gizlilikleri kulların açığa vurulan en güzel gizlilikleri ve sırlarıdır. Şairin dediği gibi:
Size sadece sırların açığa vurulacağı o günde çıkarılacak
Kalbinizde gizlenmiş sevgi
Yüzü nurlandıran, göğsü açan, kalbi dirilten bu sevgidir işte.
Allah kelâmını sevmek de bu türdendir. Bu Allah sevgisi­nin alâmetlerindendir. Sendeki veya başkasındaki Allah sevgi­sinin miktarını Öğrenmek istersen kalbindeki Kur'an sevgisine ve ondan dinledikleri şarkı ve oyunlarla coşan oyun-oynaş ehli kimselerin bunları dinlediklerinde duydukları hazdan daha bü­yük haz alıp almadığına bak. Bilindiği gibi bir kimseyi seven onun sözünden ve konuşmasından herşeyden çok hoşlanır. Şair derki:
Beni sevdiğini iddia ediyorsun neden mektubumu attın. Ondaki hoş ve tatlı hitabı hiç düşünmedin mi?
Osman b. Affan der ki: "Kalbimiz temizlense Allah'ın kelâ­mına (KurWa) doymaz". Seven, nihaî gayesi ve maksadı olan sevgilisinin sözüne nasıl doyar? Peygamber (s.) bir gün Abdullah b. Mesud'a "Bana Kur'an oku" dedi. Abdullah "O sana indirildi, ben mi okuyayım sana?09 dedi. Peygamber "Ben onu başkasından dinlemekten hoşlanırım" buyurdu. Abdullah Nisa sûresinden okumaya başladı. ''Her ümmetten bir şahid, seni de bunlara sa­hici getirdiğimiz zaman (halleri) nice olur?"[14] âyetine geldiğinde Rasûîullah Tamam, yeter buyurdu. Abdullah basını kaldırdı, Rasûlullah'a baktı: gözlerinden yaşlar akıyordu.
Sahabeler bir araya geldiklerinde aralarında Ebû Musa varsa ona "Ey Ebû Musa, bîze Rabbimizi hatırlat11 derler, o Kur'an okur, onlar da dinlerlerdi.
Vallahi Kur'an aşığının ondan duyduğu zevk, lezzet haz ve vecd şeytanî semâyı (şarkı vs.)dinleyenlerin duyduklarından kat kat fazladır. Bir adamın zevk, vecd, coşku ve hazzımn âyet­leri dinleme yerine şiir dinleme Kur'an dinleme yerine şarkı dinleme yönünde olduğunu görürsen -ki şair böylesini şöyle tas­vir eder:
Yanında Kur'an hatmediliyor; taş gibi katısın Bir beyit şiir okunuyor; sarhoş gibi sallanıyorsun.
İşte böyle birisini görürsen bil ki bunlar o kimsenin kalbi­nin Allah sevgisinden Kur'an sevgisinden tamamen boş olup, kalbinin şeytanî musikilerle meşgul olduğunun alametidir. Bu mağrur ise iyi bir hal üzere olduğunu sanar.

Eş Sevgisi


Eşleri sevmeye gelince; bunda eleştirilecek hiçbirşey yoktur. Bilakis bu, kişinin kemâl vasıflarındandır. Yüce Allah da kullarına bu nimeti hatırlatarak minnet etmiş ve şöyle bu­yurmuştur: "Onun âyetlerinden biri de, size kendi nefisleriniz­den, kendileriyle sükûn bulacağınız eşler yaratması ve aranı­za sevgi ve merhamet koymasıdır. Şüphesiz bunda, düşünen bir toplum için ibretler vardır."[15] Kadını, erkeğin kal­bini onda sükûnet bulduracağı bir sükûn yeri yapmış, arala­rında katıksız bir sevgi, merhametle karışık bir muhabbet ya­ratmıştır.
Yüce Allah bize helâl kılman ve haram kılman kadınları zikrettikten hemen sonra şöyle buyurmuştur: "Allah size (helâl ve haram olanı) açıklamak ve sizi, sizden öncekilerin yasalarına iletmek ve sizin günahlarınızı bağışlamak istiyor. Allah bilen­dir, hikmet sahibidir. Allah, sizin tevbenizi kabul etmek istiyor; şehvetine uyanlar ise sizin büyük bir sapıklığa düşmenizi isti­yorlar."[16]
Sünen-i İbn Mâce'de geçen başka bir hadiste Rasûlullah "Sevgililer için evlenmek gibi (iyi)si görülmemiştir." buyur­muştur.
Maşukla evlenmek aşkın en iyi tedavisidir ve Allah onu bu hastalığın şer'î tedavisi kılmıştır. Davud (a.s.) da bununla tedavi olmuştur. Allah Peygamberi Davud hiçbir haram işleme­miş, sadece sevdiği kadını hanımları arasına katmıştır. Onun tevbesi Allah (c.) katındaki makamından ve yüksek mertebe­sinden düşme korkusundandı. Konuyu daha fazla uzatmamız uygun olmaz.
Cahş'm kızı Zeyneb'e gelince; Zeyd onu boşamaya niyet­lenmiş, o ise buna razı olmamıştı. Zeyd ondan ayrılma hususun­da peygambere danışıyor, O ise bırakmamasını emrediyordu. Rasûlullah onun onu boşamakta kararlı olduğunu anladı. Zeyd boşarsa, Zeyneble evlerinim diye düşündü. Ancak insanların "Rasûlullah oğlunun (oğulluğunun) hanımıyla evlendi" demele­rinden korkuyordu. Zira Rasûlullah (c.) onu peygamberlikten önce oğul edinmişti. Rabbimiz de kulların yararına olacak genel bir kanun koymak istiyordu.
Sonunda Zeyd Zeyneb'i boşadı. İddeti bitince Rasûlullah (c.) kendisine istemesi için Zeyd'i Zeyneb'e gönderdi. Zeyd gitti, sırtım kapıya döndü ve kapının ardından "Ey Zeyneb, Rasûlul­lah sana talip oluyor" diye seslendi. Zeyneb "Rabbime danışma­dıkça hiçbir şey yapmayacağım" dedi. Namazgahına gitti ve na­maz kıldı. Yüce Allah veliliğini üstlenerek onu peygamberle ev­lendirdi. Arşının üstünden, yücelerden onun nikâhını kıydı. Ge­len vahiyde şöyle deniyordu: "Zeyd ondaki maksadını (onunla evliliğini) sona erdirince seni onunla evlendirdik"[17] Rasûlullah vahiy gelir gelmez Zeyneb'in yanma gitti ve birlikte oldu. Zeyneb peygamberin diğer hanımlarına karşı övünür ve "Sizi aileleriniz evlendirdi. Beni ise yedi gök üstünden Allah ev­lendirdi." derdi. Rasûlullah'm f.c.) Zeyneb ile hikâyesi işte bun­dan ibarettir.
Peygambere kadınların Allah tarafından sevdirildiğinde şüphe yoktur. Zira Enes'in rivayet ettiği sahih bir hadiste Rasû-luilah "Bana dünyanızdan kadınlar ve hoş koku sevdirildi. Mut­luluğum ve göz aydınlığım da namazda kılındı." buyurmuştur. Hadisin lafzı aynen böyle, bazılarının dediği gibi "Bana dünya­nızdan üç şey sevdirildi..." değil. Ahmed b. Hanbel'in Müsned'indeki rivayette şu ziyâde var: "Yemeden içmeden durabilir, ama onlarsız duramam "Allah düşmanları yahudiler onu çekemedi­ler ve "Evlenmekten başka derdi yok" dediler. Yüce Allah ise peygamberini şöyle savundu: "Yoksa onlar Allah'ın fazlından verdiği nimetlerden dolayı insanları mı kıskanıyorlar. Oysa biz İbrahim ailesine de kitap ve hikmet vermiş ve onlara büyük bir mülk bağışlamıştık."[18]
Rasûlullah (c.)'a en çok sevdiği insanın kim olduğu sorul­du, "Aişe" buyurdu. Hatice hakkında sorulduğunda "Bana onun sevgisi tamamen verildi" dedi.
Kadınları (eşleri) sevmek insanın kemalindendir. Ahmed b. Hanbel'in zikrettiğine göre Celûla savaşında Abdullah b. Ömer'in payına boynu gümüş tabak gibi parlayan bir cariye düş­tü. Abdullah der ki: Sabredemedim ve insanların gözleri önün­de onu öptüm." Ahmed b. Hanbel bunu delil alarak yeni esir alınmış cariyeyle, hamileliği kesinleşmeden cima dışında ilişki­ye girilebileceğini söylemiştir. Satın alman cariye ise böyle de­ğildir. Aralarındaki fark şudur: Esir alınan kadın birinin mülki­yetinden çıkmış değildir (çünkü önceden hür idi), ancak satın alman cariyede bir öncekinin mülkiyetinden çıkıp bunun mülki­yetine geçme sözkonusudur.
Rasûlullah bir aşığı maşukuyla birleştirme yolunda aracı olmuş, ancak kız evlenmeyi kabul etmemiştir. Bu Muğis ile Be-rire kıssasıdır. Rasûlullah Muğis'i gözlerinden yanaklarına göz­yaşları boşanır halde Berire'nin ardından gider görünce kıza "Onu kabul etseydin"
Kız 'Yâ Rasûlallah, emir mi veriyorsun?" Rasûlullah "Ha­yır, sadece arabuluculuk yapıyorum" kız "Öyleyse onu istemiyo­rum" dedi. Rasûlullah Muğis'in amcasına "Ey Abbas, Muğis'in Berire'ye olan sevgisine Berire'nin de ona olan nefretine hayret etmiyor musun?" buyurmuş, bu sevgisinden dolayı Muğis'i hiç tenkit etmemişti.
Allah Rasûlu tüm hanımlarıyla eşit oranda buluşuyor ve "Allahım bu elimde olan husustaki paylaştırmam/denkleştir­mem. Elimde olmayan hususta da bana kızma" diyordu. "Elim­de olmayan"dan kastı sevgi idi. Nitekim Yüce Allah da "Çok çaba sarfetseniz de kadınlar arasında âdil olamazsınız"[19] buyurmuştur. Bu sevgi ve cinsel ilişki hususundaki adalettir.
Râşid halifeler ve şefkatli insanlar helâl aşklarda âşık­larla maşukları buluşturmada aracı olmuşlardır. Ebû Bekir ve Osman'ın kıssası daha önce geçti. Hz. Aliye de bir gün bir evin önünde yakalanmış Arap bir genç getirildi. Hz. Ali "Hikâyen nedir?" dedi. Genç: Ben hırsız değilim. Sana doğruyu söyleye­ceğim:
Riyahîlerin evindeki Havde'ye vuruldum.
Öyle güzel ki Bedir önünde eğilir.
Rumlu kızlar arasında ayrı bir güzellik ve asaleti var.
Güzelliğiyle övündüğü vakit övünç ondan korkar.
Aşk ateşimin şiddetinden dayanamayıp kapılarını çaldım.
Zira orada ateş korunu dahi yakan biri vardı.
Ev halkı hemen yürüdüler üzerime ve haykırdılar:
Bu hırsız', katli vacip, tutuklayın diye.
Gencin bu şiirini dinleyen Hz. Ali'nin kalbi yumuşadı. Mü-helleb b. Rebâh'a "Kız için ona izin ver" dedi. Mühelleb Ey mü'minlerin emiri, sor, ismi neymiş? dedi Genç: Uveyne oğlu Nühâs, dedi. Adam: "Allah onu, senin olsun" dedi.
Muaviye bir cariye aldı. Ondan çok hoşlanıyordu. Bir gün şu beyiti söylerken işitti:
Ayrı kaldım ondan çölde sallanan ve
Meyvaları koparıldıktan sonra çıplak kalan bir dal gibi oldum.
Cariyeye derdini sordu. O da, eski efendisini sevdiğini söy­ledi. Muaviye de onu sevdiği halde efendisini iade etti,
Zemahşerî Rabîu'l-Ebrâr kitabında şöyle anlatır: Zübeyde, Mekke yolundayken bir duvarın üzerinde şu şiiri gördü:
Allah'ın kulları arasında yok mudur hiç Aklını kaybetmişin kederini giderecek.
Sahibini bulduğunda onu sevdiğiyle buluşturacağına Al­lah'a söz verdi. Müzdelife'deyken bir ara bu şiiri okuyan bir ses işitti. Sahibini getirtti. Genç amcasının kızım sevdiğini, ancak kızın ailesinin kızı onunla evlendirmemeye yemin ettiklerini söyledi. Gencin kabilesine gitti ve büyük miktarda mal teklif ederek sonunda kızı vermelerini sağladı. Bir de ne görsünler: kız gence daha da aşıkmış. Zübeyde bu amelini yaptığı en büyük iyilik ve sevaplardan sayar ve "Beni, o gençleri buluşturmam­dan daha çok mutlu eden bir şey yok" derdi.
Harâiti anlatıyor: Halife Süleyman b. Abdulmelik'in bir­birlerini seven bir kölesiyie bir cariyesi vardı. Köle cariyeye bir gün şu şiiri yazdı:
Seni rüyamda gördüm sanki bana
Ağzının soğuk tükrüğünden veriyordun.
Ellerin elimdeydi ve biz
Bir yatakta birlikte yatıyorduk.
Gün boyunca, seni tekrar görebilmek için
Uyumaya çalıştım, ama uyuyamadım.
Cariye ona şu cevabı gönderdi:
Hayır görmüşsün, gördüklerinin hepsine
Çekemeyenlere rağmen ulaşacaksın.
Ben umuyorum ki sarılırsın bir gün bana
Yanımda göğsümün üzerinde yatar sabahlarsın.
Seni halhallarımın ve bizeliklerimin arasında görürüm.
Göğsümün, bedenimin üstünde görürüm.
Bu Süleyman'a ulaşınca aşırı kıskanç biri olmasına rağ­men köleyi cariyeyle evlendirdi ve onlara hediyeler verdi:
Cami b. Burhiye der ki: Medinenin en yetkili fetva maka­mının sahibi tabiinden Saîd b. Müseyyeb'e: "Bizi saran sevgiden dolayı günaha girmiş olur muyuz?" diye sordum "Sen ancak elinde olandan dolayı yenilebilirsin" diye cevap verdi. Sonra "vallahi böyle bir şeyi daha önce bana soran olmadı. Sorsalarda aynı şeyi söylerdim" dedi.

Cinsî Sevginin Çeşitleri


Cinsî aşk üç çeşittir:
Birincisi neredeyse ibâdet ve itaat gibidir. Bu kişinin hanı­mına ve cariyesine olan aşkıdır. Bu faydalı bir aşktır. Zira Yüce Allah'ın evlenme nizamını koymadaki hedef ve maksadların gerçekleşmesine, gözün ve kalbin başkalarına meyletmesine en­gel olmasına büyük katkı sağlar. O yüzden bu âşık Allah katın­da da insanlar katında da övülür.
İkinci tür aşk: Bu Allah'ın gazap ve kızgınlığını celbede-cek, rahmetinden uzaklaştıracak, kulun din ve dünyasına en za­rarlı aşktır; erkeğin genç tüysüz oğlanlara aşkı. Buna tutulan kişi Allah'm (c.) gözünden düşer. Kapısından kovulur, kalbi O'ndan (c.) uzaklaşır. Bu Allah'tan ayıran ve O'nunla ilişkiyi ko­paran en büyük perdelerdendir. Nitekim Seleften bir zat şöyle der: "Bir kul Allah'ın (c.) gözünden düştüğü vakit Allah (c.) onu oğlanların aşkına duçar eder," Lût kavminin başına türlü türle belâları ve helaki getiren bu sevgidir. Başlarına gelenler hep bu aşktan dolayıdır. Yüce Allah buyuruyor "Senin ömrüne andol-sun ki, onlar sarhoşluklar içinde bocalıyorlar."[20]
Bu hastalığın devası kalpleri evirip çeviren Yüce'den yar­dım istemek, samimi biçimde O'na sığınmak, O'nu (c.) zikret­mekle meşgul olmak, kalbini diğeri yerine Allah sevgisiyle ve O'na (c.) yakınlığın huzuruyla doldurmak, bu aşkın yol açtığı acı ile kaybettirdiği zevki düşünmek, en büyük sevgiliden mah­rum edip en kötü şeylere sebep olduğunu idrak etmektir. Ama nefsini hâlâ o belâya doğru sürükler; o belâyı tercih ederse, kendisinin cenaze namazını kılsın ve bilsin ki belâ onu iyice kuşatmıştır.
Üçüncü tür aşk da iriübah aşktır. Bu kasıtsız olarak düşü­len aşktır. Örneğin adama güzel bir kadından bahsedilir veya o aniden güzel birini görür ve kalbi vurulur. Bu aşk günah kazan­dırmaz, kişiye ondan dolayı ceza verilmez. Ama en iyisi onu de­fetmeye çalışması, daha faydalı şeylerle uğraşarak onu unutma­ya çalışmasıdır. Aşkını gizlemesi, namusunu koruması ve bu be­lâya sabretmesi gerekir. Bunu yaptığı takdirde Allah ona yar­dım edecek, kendi rızası için sabretmesinin ve iffetini korumasının, hevâ-hevesine itaati bırakıp Rabbinin rızasını ve mükafa-atını tercih etmesinin karşılığını verecektir.

İnsanlar Aşkta Üç Çeşittirler


İnsanlar aşkta üç çeşittirler:
Bazısı her türlü güzelliğe aşıktır. Kalbi her türlü vadide dolaşır, her türlü güzelde gözü ve gönlü vardır.
Bazısı ulaşmayı arzulasm veya arzulamasın belli güzelliğe aşıktır.
Bazısı da sadece ulaşmayı arzuladığı kimseye aşık olur.
Bu üç sevgi çeşidinden de kuvvet ve zayıflık yönünden farklılıklar bulunur. Kimisi aşırı sever, kimisi normal, kimisi daha az.
Evet... Her güzele meyledenin kalbi her türlü vadide gezer, her güzelden muradı almayı azrular.
Bir gün Cezva'da, birgün Akîfde
Bir gün Azib'te, bir gün Hüleysa'da
Bazen Necd'e doğru yönelir, bazı zamanlar da.
Akıt vadisine veya Teymâ sarayına.
Bunun aşk alanı çok geniştir. Ama sabit değildir, sürekli aşktan aşka geçer:
Şuna vurulur, sonra başkasına aşık olur. Sabahlar olur, bir başkasıyla eğler kendini
Güzelde seçici olan kimse ise maşukunda daha istikrarlı, sevgisi birincisinden daha uzun ömürle ve daha güçlüdür. An­cak sevgiliye ulaşma arzusunun bulunmaması bunun sevgisini azaltır.
O yüzden ulaşmayı isteyen ve ümit eden âşık en akıllı ve bilinçli aşıktır, sevgisi hepsinden güçlüdür. Zira istek ve tamah­kârlık sevgisini güçlendirir, destekler.
"Her kim aşık olur ve iffetini korursa..." hadisine gelince; bunu Süveyd b. Saîd rivayet etmiş, ancak hadis âlimleri kabul etmemişlerdir.
İbn Adiy "Kamil" kitabında: Bu hadis Süveyd'den dolayı tenkid edilen hadislerden biridir. Beyhakî İbn Tahir -Zahire ile Tezkire kitaplarında- ve İbn Cevzî de böyle söylemiş, İbn Cevzî bunu uydurma hadisler arasında zikretmiştir. Ebû Abdullah Hâkim de Süveyd'in bu hadisini rivayet etmedeki gevşekliğini tenkit etmiş ve "Ona hayret ediyorum" demiştir.
Hakikat şu ki bu söz aslında İbn Abbas'ın sözüdür, fakat Süveyd yanılıp, onu İbn Abbas'ın Rasûhıllah'a (s.) nisbet ettiği bir hadis zannetmiştir.
Muhammed b. Halef der ki: Bize bunu Ebû Bekir el-Azrak, Süveyd'den rivayet etti ve bundan dolayı onu eleştirdi ve "Rasû-lullah dedi ki" kısmını sildi. Daha sonra bu söz hakkında sorul­duğunda Rasûlullah'm sözü olarak nakletmez (sahabî sözü ola­rak nakleder.) di. Zaten bu Peygamberin konuşma tarzına da uymamaktadır.
Hatîb-i Bağdâdî'nin bunu Zührî'den rivayetine gelince -ki o şöyledir: Bize Muafı b. Zekeriyyâ, Ona Süveyd b. Misher, Ona Hişam b. Utve, ona babası, ona da Aişe Rasûlullahtan şöyle ri­vayet etti- bu, yanlışlığı tamamen ortada bir rivayettir. Çünkü Hişam'ın hiç babasından, onun Âişe'den yaptığı rivayeti naklet­tiği vâki değildir. Bunu, Hadis ilminde birazcık mürekkep yala­mış herkes bilir. Biz Allah'ı şâhid tutuyoruz ki: böylesi bir sözü Âişe Rasûlullah'tan, Urve Âişe'den, Hişam da Urve'den rivayet etmiştir.
Ebu'l-Ferec İbnü'l-Cevzî bunu peygamber sözü olarak şu rivayet zincirleriyle rivayet etmiştir: Muhammed b. Cafer b. Sehl, Yakup b. İsa'dan, o Abdurrahman b. Avf'm oğlundan, o İbn ebi Nüceyh'den o da Mücahid'den... Bu çirkin bir yanlıştır. Çünkü Muhammed b. Cafer adlı kişi Harâitî ismiyle meşhur ki­şidir ve vefat tarihi Hicrî 327'dir.
Dolayısıyla çok daha önce yaşamış Yâkup b. Ebî Nüceyh'le buluşmuş olması imkânsızdır. Kaldı ki Haraitî bunu "İtidal" ki­tabında şu senedle rivayet etmiştir: Yakup b. İsa'dan o Zübeyir'den, o Ab dul melik'ten, o Abdulaziz'den, o da İbn Ebî Nüceyh'den... Bu Harâitî rivayette zayıflığıyla ünlü biridir. Bunu İbnü'l-Cevzî ed-Duafâ kitabında kaydetmiştir.
İslâm'ın hadis âlimleri görüldüğü gibi bu hadisi reddet­mişlerdir. Asıl ölçü budur, bu sahada onlara başvurulur. Hadis ilminde görüşüne itimad edilen ve sahih-zayıfı belirtmede baş­vurulan hiç bir hadis âlimi, hatta gevşek davranıp zayıfları da sahih olarak belirten hiç bir hadisçi bu hadis için ne hasen ne de sahih yargısında bulunmamıştır. Tasavvuf hadislerinde gevşek davranan ve onda sağlam-çürük her türlü rivayeti kabul eden İbn Tahir'in bu hadisi reddetmesi ve asılsız olduğuna şahitlik etmesi, tek başına bunun asılsızlığına delil olarak yeter. Evet, şu var ki İbn Abbas'ın böyle bir sözünün olduğu inkar edilemez.
Nitekim İbn Hazm, îbn Abbas'a aşktan dolayı ölen sorul­duğunda "Aşktan ölenin aklı yoktur, Öldürene kısas da yapıl­maz" dediğini nakletmiştir.
İbn Abbas'a Arafat günü tavuk gibi küçülmüş biri getirtil­di. "Derdi nedir?" diye sordu. "Aşk;" dediler. O gün boyunca aşk­tan Allah'a sığındı.
Ayrıca Rasûlullah sahih rivayetle gelen hadisinde şehitle­ri sayarken cihadda öldürüleni, karın hastalığından öleni, yan­gında öleni, çocuğunu doğururken Ölen kadım, boğularak öleni, zatülcenp hastalığından öleni zikretmiş, bunlar arasında aşktan dolayı öleni saymamıştır.
Maşukuna haram yoldan ulaşabileceği halde sabreden, namusunu koruyan ve gizleyen, Allah'ın sevgisini ve rızasını tercih edip korkan kimse şu âyetlerin kapsamına girmeyi en çok hak eden kimsedir: "Her kim de Rabbinin (yüksek) makamın­dan korkar, nefsini hevâ-hevesinden men'ederse cennet onun mekânı olur"[21] "Rabbinin makamından korkana iki cennet vardır."[22]
Arşın sahibi, Allah'tan bizi sevgisini, kendi hevâ ve arzu­larına tercih eden, bununla rızasını ve yakınlığım kazanmayı amaçlayan kimselerden eylemesini dileriz.



[1] Nahl, 53
[2] Al-i İmran, 31
[3] Mâid, 54-56
[4] Bakara, 165
[5] Şuarâ, 97, 98
[6] A'lâ, 16,17
[7] Tâhâ, 72-73
[8] Gâfir, 38 ve 39
[9] En'âm, 128, 129
[10] A'râf, 182, 183
[11] En'âm, 44, 45
[12] Mü'minûn, 55, 56.
[13] Tevbe, 55
[14] Nisa, 41
[15] Rûm, 21
[16] Nisa, 26-27
[17] Ahzâb, 37
[18] Nisa, 54
[19] Nisa, 129
[20] Hicr, 72
[21] Nâziât, 40, 41
[22] Rahman, 46