Bu Blog içinde Ara

27 Haziran 2012 Çarşamba

Kur'an Şifadır

Kur'an Şifadır


Yüce Allah Kur'an'm şifa olduğunu haber vermiş ve şöyle buyurmuştur: "Şayet biz onu yabancı (dilde) bir Kur'an yapsay­dık derlerdi ki: Ayetleri (anlayacağımız) biçimde açıklanmalı de­ğil miydi? Acaba yabancı söz mü geliyor? De ki: O, inananlar için doğru yolu gösteren kılavuz ve şifâdır."
[1] "Biz Kur'an'dan mü'minlere şifa ve rahmet olan şeyler indiriyoruz!"[2] Mine'1-Kur'ân: "den, dan" edatı burada ''bazı, bir kıs­mı" değil "beyan" anlamındadır. Çünkü, ilk âyette belirtildiği gi­bi Kur'an'm tümü şifadır. O kalplerin cehalet, şek ve şüphe has­talıklarının şifasıdır. Yüce Allah gökten, Kur'andan da ha kap­samlı, daha faydalı, daha büyük ve hastalığı gidermede daha et­kili bir şifa indirmemiştir.
Buhârî ve Müslim, Sahih'lerinde Ebû Saîd-i Hudrî'den şöyle rivayet etmişlerdir: "Bir grup sahabi çıktıkları yolculukta bir bedevi köyünden geçerlerken onlardan kendilerini konuk et­melerini rica ettiler. Ancak onlar bunu kabul etmediler. Bir ara köyün reisini- bir yılan soktu. Köylüler onu tedavi etmek için her yola başvurdular ise de hiç bir şey fayda vermedi. Araların­dan birisi "Şu konaklayan insanlara gidip de sorsanız, belki on­larda fayda verecek bir şey vardır." dedi. Bunun üzerine yanla­rına gittiler ve "Ey topluluk! Efendimizi yılan soktu. Her türlü yola başvurduysak da ona hiç bir şey fayda vermedi. Herhangi birinizde faydalı bir şey var mı?" dediler. Bir sahabi "Vallahi ben rukye (Kur'an'la tedavi) yapabilirim. Ancak, biz sizden bizi misafir etmenizi istedik de kabili etmediniz. Bir karşılık belir­lemediğiniz sürece size rukye yapmayacağım." dedi. Sonunda bir koyun sürüsüne anlaştılar. Sahabi gitti; fatiha sûresini oku­yor ve adamın üzerine üflüyordu. Adam birden devenin bağdan çözülüşü gibi hızla ve zinde bir şekilde yürümeye başladı. Köy­lüler, üzerinde anlaşılan koyun sürüsünü onlara ödediler. Bazı­ları "aranızda" paylaşın, dediler, fakat rukye yapan "Hayır, Ne­bi (s.) gelene ve O'na bu olayı anlatana kadar bir şey yapmaya­lım. Bakalım size, ne buyuracak?" dedi. Bunun üzerine Rasû-lullah'ın (s.) yanma gittiler ve olanları anlattılar. Rasûlullah (s.) "Onun rukye olduğunu nereden biliyorsun?" buyurdu. Son­ra "Bu sizin hakkınız; Aranızda paylaşın, bana da bir pay ayı­rın." buyurdu.
İşte bu ilaç hastalığa etki etmiş, ondan hiçbir eser bırak­mamıştır. Bu, ilaçların en kolayıdır. Kul Fatiha süresiyle teda­viyi becerirse onun hayret verici şifa etkisini görür. Mekke'de kaldığım bir süre içerisinde çeşit çeşit hastalıklara yakalanıyor, ancak ilaç da bulamıyordum. Onun için kendimi Fatiha ile teda­vi.ediyor, bu sûrenin hayret verici tesirini görüyordum. Sonrala­rı bir acıdan şikâyetçi olanlara bunu tarif ediyordum ve bunla­rın çoğu hızla iyileşiyordu.
Fakat burada dikkat edilmesi gereken bir husus var. Zi­kirler, dualar veya rukye, şifa için okunan ayetler haddizatında faydalı ve şifalıdırlar. Ancak bunlar kabul edilme şartlarının bulunmasına ve yapanın himmetine (=manevi gücüne, konsatrasyonuna) ihtiyaç duyarlar. Eğer yapıldığı halde şifa bulunmamışsa; bu ya yapanın tesirinin zayıflığından, ya yapılanın, bunu kabule müsait biri olmamasından ya da ilacın onda etki etmesi­ni engelleyen bir engelin bulunmasındandır.
Bu, bedenî hastalıklarda ve maddî ilaçlarda da böyledir; zira ilacın etki etmemesi bazen bedenin ilacı kabul etmemesin­den, bazen onun etki etmesini engelleyen güçlü bir engelden kaynaklanır. Beden ilacı ne kadar çok kabul ederse ondan isti­fadesi o kadar çok olur. İşte kalp de böyledir: Şifa ve sığınma âyet ve dualarını tam bir kabulle alır, bunu yapanda güçlü bir nefes ve hastalığın gitmesine etki edecek derecede bir himmet bulunursa, bunlar onda etki ederler.[3]

Duâ Belâyı Def'eder


Duâ da böyledir: O belânın def edilmesinde ve istenilen şeyin yerine gelmesinde en güçlü vesilelerdendir. Ancak bazen etkisi olmaz. Bu ya -nefret içerdiğinden dolayı Allah'ın sevmedi­ği bir dua olduğu için- duanın kendisindendir. Veya kalbin za­yıflığından ve dua esnasında Allah'a tam yönelememesinden, kendini toplayamamasındandır; bu durumda da, çok yumuşak bir ok gibi;olur; zira böyle bir ok yaydan yavaş fırlar. Duanın ka­bul olmaması bazen de haram lokma yemek, günahların kalple­ri istilası etmiş olması ve gaflet, şehvet ve oyun-oynaşm onda galebe çalmış olması gibi engellerden dolayıdır. Nitekim. Hâ-kim'in Müstedrek'inde Ebû Hureyre'den nakledilen bir hadiste Rasûlullah (s.) "Allah'a duaların kabul olunacağına dair yakin bir inançla dua edin. İyi bilin ki Allah gafil ve ilgisiz kalbin du­asını kabul etmez." Dua hastalığı gideren faydalı bir ilaçtır. An­cak kalbin gafleti onun gücünü kırar.
Haram lokma yemek de duanın gücünü, zayıflatır. Nite­kim Sahîh-i Müslim'de geçen ve Ebû Hureyre'den (r.) rivayet edilen bir hadiste Allah Rasûlü (s.) şöyle buyurmuştur: "Ey in­sanlar! Allah güzeldir, ancak güzeli kabul eder. Allah mü'minle-re, peygamberlere verdiği emrin aynısı vermiştir. Allah (c.) "Ey peygamberler! Helâl şeylerden yeyin ve salih ameller işleyin, ben sizin ne yapmakta olduğunuzu bilirim."[4] bu­yurmuş, yine "Ey iman edenler! Sizi rızıklandırdıklanmızm he­lâl olanlarından yeyin"[5] buyurmuştur." Peygambe­rimiz daha sonra bir adamdan bahsetti: "Uzun (ve yorucu) bir yolculuk esnasında saçı ve üstü başı darmadağınık halde elleri­ni kaldırmış "yâ Rabb, yâ Rabb" (diye dua ediyor) Yiyeceği ha­ram, giyeceği haram ve haramla beslenmiş. Duası nasıl kabul olunacak? "Ahmed b. Hanbel'in oğlu, babasının "Kitabu'z-Zühd" ünde şunu zikretmiştir: "İsrailoğullarmın başına bir belâ geldi. Dua için bir yere çıktılar. Bunun üzerine Yüce Allah, peygamberlerine şöyle variyetti: Size tepeye pis bedenlerle çıkıyorsunuz. Bana, kan döktüğünüz ve evinizi haramla doldurduğunuz elle­rinizi açıyorsunuz. Şimdi size öfkem daha da arttı. Siz ancak, bana uzaklığınızı arttıracaksınız."
Ebû Zer der ki "Yemeğe ne kadar tuz yeterli oluyorsa du­aya da o kadar salih amel yeterli olur."[6]

Dua En Faydalı İlaçlardandır


Dua en faydalı ilaçlardandır. Dua belânın düşmanıdır, onu kovar, tedavi eder, inmesini engeller, inmişse ortadan kaldırır veya hafifletir. O mü'minin silahıdır. Nitekim Hâkim'in Sahih'in de Hz. Ali'den (r.) rivayet edilen bir hadiste Rasûlulîah (s.) "Dua mü'minin silahı, dinin direği, göklerin ve yerin nurudur." buyur­muştur.
Duanın belâya göre üç durumu vardır: Birincisi:  Belâdan  güçlü olmasıdır.  O  durumda  onu defeder.
İkincisi: Belâdan zayıf olmasıdır. O durumda belâ duaya galebe çalar ve kul belâya tamamen duçar olur. Fakat dua zayıf da olsa bazen belâyı hafifletir.
Üçüncüsü: Birbirleriyle mücadele etmeleri ve her birinin diğerini engellemesi.
Hâkim'in Sahih'inde, Aişe (r.) kanalıyla zikrettiği bir ha­diste Rasûlulîah (s.) şöyle buyurmuştur: "Şiddetle sakınmanın kadere bir faydası yoktur. Dua inen belâya da inmeyen belâya da, fayda verir. Belâ iner, sonra dua ona yetişir ve bunlar kıya­mete kadar kavga ederler." Hâkim'in İbn Ömer kanalıyla zik­rettiği hadiste Rasûlulîah (s.) "Dua, inen belâya ve inmemiş be­lâya fayda verir. Siz duaya tutunun ey Allah'ın kulları!" buyur­muştur. Yine Hâkim'in Sevbân kanalıyla rivayet ettiği başka bir hadiste Rasûlulîah (s.) "Kaderi ancak dua geri çevirir. Ame­li (n sevabını) ancak takva artırır. Vallahi adam işlediği günah­tan ötürü (kendisine belirlenen) rızıktan mahrum bırakılır." buyurmuştur.[7]

Duada Israr


İbn Mâce "Sünen"inde, Ebû Hüreyre'den, Rasûlullah'ın "Duadan aciz kalmayın, bıkmayın; zira duayla hiç kimse helak olmaz." buyurduğunu rivayet etmiştir.
Evzaî'nin Zührî'den, onun Urve'den, Onun Aişe'den (r.), onun da Rasûlulîah'tan rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyurdu­lar: "Allah (c.) duada ısrar edenleri sever."
İmam Ahmed b. Hanbel, Zühd kitabında Katâde'den şöyle rivayet etmiştir. Muvarnk şöyle dedi: "Mü'minin misali olarak ancak denizde bir tahta üzerinde bulunan ve 'Yâ Rabbi, Yâ Rabbi!" diye dua eden kimseyi buldum. Ümid edilir ki Allah (c.) onu kurtaracaktır."[8]

Duanın Kabulü Önündeki Engeller


Duanın etkisinin ortaya çıkmasını engelleyen afetlerden biri kulun acele etmesi, kabulünün geciktiğini düşünüp keder­lenmesi ve duaya devamı terketmesidir. Bu kişi bir tohum saçan veya ağaç diken, sonra onun bakımını yapan, sulayan, sonra da olgunlaşmasını ve toplanacak hâle gelmesini beklemeyip terkeden gibidir.
Sahîh-i Buhârî'de, Ebû Hureyre'nin (r.) rivayetiyle geçen bir hadiste Rasûlulîah (s.) "Sizden her birinizin duası, acele et­mediği ve "İşte ben Rabbime dua ettim ve kabul buyurmadı" de­mediği sürece kabul olunur."
Sahîh-i Müslim'de de, peygamberin (s.) şu hadisi geçmek­tedir: "Bir kul günahı veya akrabasıyla dargınlığı gerektirecek bir şey dilemedikçe ve acele etmedikçe duası daima kabul olu­nur." Peygamber'e (s.) 'Yâ Rasûlulîah, o acelecilik nedir?" diye soruldu. "İnsan, dua ettim dua ettim, de duamın kabul edildiği­ni hiç görmedim, der. Dileğinin gecikmesinden dolayı usanır da duayı terkeder." diye cevap verdi.
Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde Enes kanalıyla zikretti­ği rivayet şöyledir: Rasûlulîah (s.) "Kul acele etmediği müddet­çe afiyette olur" buyurdu. Sahabiler 'Yâ Rasûlulîah, nasıl acele eder?" diye sorunca Rasûlullah (s.): "Rabbıma dua ettim de ka­bul etmedi, der" buyurdu.[9]

Duanın Adabı


Kişi eğer dua esnasında kalbini hazır bulundurur; onu tü­müyle istediği şeyde yoğunlaştırır, duanın kabul olunacağı altı vakitten -ki bunlar gecenin son üçte biri, ezan vakti, ezanla ka­met arası, farz namazların hemen ardı, cuma günü imamın min­bere çıkmasından namaz bitinceye kadar ki vakit ve ikindinin son vaktidir- birine denk getirir...
Samimi bir kalple Rabbımn önünde boynunu eğer, zelil olur, yalvarır yakarır...
Kıbleye döner...
Abdestli olur...
Ellerini Allah'a kaldırır...
Önce Allah'a hamd ü senalar edip sonra kulu ve elçisi Muhammed'e salât ve selâm getirir...
İsteğini arzetmeden önce tevbe ve istiğfarda bulunur...
Sonra Allah'tan ister, ısrar eder, ümit ve korku arasında dua eder...
Allah'ın (c.) isimlerini, sıfatlarını ve tevhidini duasına ve­sile eder...
Dua öncesinde bir sadaka-iyilik sunarsa...
İşte böylesi dua hemen hemen hiç redd olunmaz! Özellik­le, Rasûlullah'ın (s.) büyük ihtimalle kabul olunacağını veya Al­lah'ın en büyük ismini (=ism-i âzam) içerdiğini haber verdiği du­alar olursa.[10]

Rasûlullah'ın Dilinden Bazı Dualar


Sünen kitaplarında ve Sahih-i İbn Hibbân'da geçen, Ab­dullah b. Büreyde'nin babasından yaptığı rivayete göre; Rasû­lullah (s.) bir adamı "Allahım, senin asıl Yaratıcı olup senden başka ilâh bulunmadığına, tek, samed (=hiçbir şeye muhtaç olmayan, herkesin ona muhtaç olduğu zat) olduğuna; doğurmadı­ğına, doğurulmadığına, hiçbir denk ve benzerinin bulunmadığı­na şahitliğimin hürmetine senden istiyorum ki..." diye dua eder­ken işitti, ve "Vallahi Allah'a, onunla istenildiğinde verdiği, dua edildiğinde kabul ettiği ismiyle dua etti." buyurdu. Bir rivayete göre "Vallahi sen Allah'a ism-i âzâmı ile dua ettin!" buyurdu
Yine Sünen kitaplarında ve Sahih-i ibn Hibbân'da geçen ri­vayette Enes b. Mâlik şöyle demiştir: Rasûlullah (s.), bir gün otu­rurken yanında namaz kılan adam namazdan sonra şöyle dua et­ti: "Allahım senden şunu vesile ederek istiyorum: Hamd ancak sana mahsustur. Senden başka ilâh yoktur. Sen ihsankârsın, göklerin ve yerin yaratıcısın. Ey celâl ve ikram sahibi, Ey Hayy ey Kayyûm!;! Peygamber (s.) "Vallahi Allah'a onunla istenildiğin­de verdiği, dua edildiğinde kabul ettiği ismiyle dua etti." buyur­du. Her iki hadisi Ahmed b. Hanbel de Müsned'de zikretmiştir.
Tirmizî'nin,.Yezid kızı Esmâ'dan rivayet ettiği hadiste de Rasûlullah (s.) şöyle buyurmuştur: "Allah'ın en büyük ismi şu iki âyettedir:
"İlahınız tek bir ilâhtır. Ondan başka ilâh yoktur. Rah­mandır, Rahimdir"[11] âyeti ile Âl-i İmran sûresinin ilk âyeti olan:
"Elif lâm mîm. Allah, ondan başka hiç bir ilâh yoktur. Hayy'dır, Kayyûmdur" âyetidir.
Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde ve Hâkim'in Sahîh'inde geçen ve Ebû Hureyre, Enes b. Mâlik ve Rabîa b. Âmir'den riva­yet edilen bir hadiste Rasûlullah (s.) şöyle buyurmuştur: tfYa ze'1-Celâli ve'1-ikram (=Ey celâl ve ikram sahibi) nidasına tutu­nun!" Yani ona tutunun, sarılın ve çokça söyleyin.
Tirmizî, Camî kitabında Ebû Hureyre'den şöyle rivayet et­miştir: Peygamber (s.) bir şeyi önemseyip kederlendiğinde başı­nı yukarı kaldırır ve ısrarla dua eder, "Ya Hayy Ya Kayyûm" derdi Tirmizî Enes b. Mâlik'ten de şöyle rivayet etmiştir: Nebî (s.) bir şeyi önemseyip üzüldüğünde 'Tâ Hayy Ya Kayyûm an­cak Senin rahmetine sığınırım!" derdi.
Hâkim'in Sahih'inde Ebû Ümame'den (r.) yapılan rivayet­te Rasûlullah (s.) şöyle buyurmuştur. "Allah'ın en büyük ismi Kur'an'ın şu üç sûresindedir: Bakara, Âl-i İmran ve Tâhâ. Ka­sım der ki: "Araştırdım, bunların "el-Hayy" "el-Kayyûm" isimle­rini içeren âyetler olduğunu gördüm."
Tirmizî'nin Câmi'inde ve Hâkim'in Sahih'inde Sa'd b. Ebî Vakkas'dan yapılan rivayette Rasûlullah (s.) şöyle buyurmuş­tur: "Zünnûn (=Yunus) peygamberin balık karnındayken ettiği dua "Lâ ilahe illâ ente sübhâneke, innî küntü minezzâlimîn" (=Senden başka ilâh yoktur, seni tüm noksanlıklardan tenzih ederim. Şüphesiz ben zalimlerden oldum")[12] idi. Her kim herhangi bir hususta bununla dua ederse Allah onun duası­nı kabul eder!" Tirmizî, bu sahih bir hadistir." demiştir.
Hâkim'in Müstedrek'inde geçen ve Sa'd'den gelen hadiste Rasûlullah (s.) şöyle buyurmuştur: "Size, birinizin başına önem­li bir musibet geldiğinde, Allah'ın onu kurtaracağı duayı söyle­yeyim mi? Zünnûn'un duasıdır bu!" Aynı kitapta aynı sahâbiden yapılan rivayete göre Rasûlullah (s.) "Size Allah'ın en büyük is­mini haber vereyim mi? O Yûnus'un (a.s.) duasıdır." buyurdu. Bir adam "Yâ Rasûlullah (s.), o sadece Yûnus'a mı hâs idi?" diye sorunca Peygamber (s.) şöyle buyurdu; "Allah'ın şu sözünü işit­medin mi? 'Biz de ona duasını kabul edip onu kederden kurtar­dık. Biz mü'minleri öyle kurtarırız.'[13] Herhangi bir müslüman, hastalandığında kırk kez bununla dua ederse; eğer o hastalığında Ölürse kendisine bir şehid sevabı verilir, iyileşir-se günahları affolunmuş halde iyileşmiş olur."
Buhârî ve Müslim Sahihlerinde İbn Abbas'tan (r.) şöyle ri­vayet etmişlerdir: Rasûlullah (s.) kederli iken şöyle derdi: "Bü­yük ve Halîm Allah'tan başka ilâh yoktur. Büyük arşın rabbi Al­lah'tan başka ilâh yoktur. Yedi göğün sahibi, yerin sahibi ve ar­şın sahibi, kerim Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur."
Ahmed, Müsned'inde Hz. Ali'den (r.) şöyle rivayet etmiştir: Allah Rasûlü (s.) bana üzüldüğüm vakit şöyle söylememi öğret­ti: Halîm ve kerem sahibi Allah'tan başka ilâh yoktur. Büyük arşın sahibi Allah'ı tenzih ve takdis ederim. Hamd âlemlerin Rabb'ı Allah'a mahsustur."
Yine Ahmed'in Müsned'inde Abdullah b. Mesud'dan (r.) ri­vayet edilen bir hadiste Allah Rasûlü şöyle buyurmuştur:
Her kimin başına bir keder ve üzüntü gelir de o "Allahımî , Senin kulunum, kulun ve kulunun oğluyum. Alnım senin ündedir. Bendeki hükmün ve yargın kesindir, bendeki kaza ve kaderin âdilcedir. Allahım, senden kendini, isimlendirdiğin, ve-va kullarından birine öğrettiğin veya Kitab'mda belirttiğin il­minde ya da katındaki gayb ilminde olmasını tercih ettiğin her türlü ismini vesile ederek: Büyük Kur'an'ı kalbimin baharı, gön­lümün nuru, hüznümün cilâsı, kederimin gidericisi kılmanı isti­yorum!" derse, Allah (c.) mutlaka hüzün ve kederini giderip bun­ların yerine ona sevinç verir. Peygambere (s.) 'Tâ Rasûlallah! Bunu öğrenmeyelim mi? denilince, O "Bilakis, bunu işitenin öğ­renmesi (ezberlemesi) gerekir!" buyurdu.
İbn Mesud (r.) der ki: "Peygamberlerden hangisi bir derde duçar olmuşsa, Allah'tan, O'nu teşbih ederek yardım istemiştir."
İbn Ebîddünya "Kitabu'l-Mücabîn" (-Duaları kabul olu­nanlar) isimli kitabında şunları söylemiştir: Hasan-ı Basrî'den şöyle rivayet edilmiştir: Rasûlullah'm sahabilerinden ensar ara­sında Ebû Muallak künyeli birisi vardı. Bu tüccardı; kendisi ve başkaları için ticaret yapardı. İbadete düşkün ve muttaki biriy­di, dört bir yanda takvada örnek gösterilirdi. Bir gün yolda silah kuşanmış bir hırsızla karşılaştı. Hırsız ona "Elindekini at; seni öldüreceğim!" dedi. O "Benden ne istiyorsun? İşte mal senin ol­sun" dedi. Hırsız "Mal zaten benim. Ben kanım istiyorum" dedi. "Mutlaka yapacaksan... Beni bırak da dört rekat namaz kıla­yım" dedi. Hırsız "Dilediğin kadar namaz kıl!" dedi. Ebû Mual­lak abdest alıp dört rekat namaz kıldı. Son secdesinde şöyle dua etti: "Ey Vedûd ey Vedûd! Ey şerefli arşın Rabbi, ey dilediğini yapan! Senden, erişilmeyen izzetinle, zarar görmeyen mülkün­le, arşını dolduran nurunla beni bu hırsızın şerrinden koruma­nı istiyorum. Ey (herkesin) yardıma koşan! Yardımıma koş!" de­di ve bunu üç kez tekrar etti. Birden elinde atının iki kulağının arasına uzattığı bir mızrakla bir atlı gözüküverdi. Onu gören irsiz o tarafa yöneldi. Atlı ona, mızrak vurup öldürdü. Sonra kbû Muaîlak'm yanma gelerek "Kalk!" dedi. Ebû Muallak "Baam> anam sana feda olsun, kimsin sen? Allah bugün beni senin "Jle Artardı" dedi. O şöyle dedi: "Ben dördüncü semâdaki me­lerden biriyim. Sen ilk duam yaptığında gökyüzünün kapılarmdan bir gürültü duydum. Sonra ikinci kez dua edince gökyü-zündekilerin çığlığını duydum. Sonra üçüncü defa dua edince bana "Başı belâh birinin duası" denildi. Ben de Allah'tan beni, senin düşmanını öldürmeye tayin etmesini istedim." Hasan der ki; İşte her kim abdest alıp dört rekat namaz kılar ve bu duayı ederse, başı belâda olsun veya olmasın duası kabul olunur.[14]

Duanın Özel Koşulları Ve Ortamı


Çoğu zaman bazılarının bir dua ettiklerinde dualarının he­men kabul olunduğunu görürsün. Bu bazen dua edenin çok istekli olması ve Allah'a yönelmesinden kaynaklanır. Bazen kişi bir sevap işlemiştir, Allah da onun bu hareketinin ödülünü duasına icabet olarak vermiştir. Veya kişinin duası duaların kabul olunduğu vak­te denk gelmiştir... Böylece duası kabul olunmuştur. Bunu gören kişi sırrın bu duanın lafzında olduğunu sanır ve yapıldığı ortam ve koşullan göz önünde bulundurmaksızm duayı mücerred olarak alır. Bu, faydalı bir ilacı gerektiği vakitte ve gerektiği biçimde kul­lanan ve faydasını gören kimseyi görüp de o ilacı herhangi bir va­kitte kullanmanın yeterli olacağım sanan kimsenin durumuna benzer. Bu yanlıştır, bir çok insanın yanlış yaptığı bir husustur.
Bunun gibi... Bazen kişinin bir kabir taşında içten yaptığı dua kabul olunur. Cahil de duanın kabulündeki sırrı -kerame­ti kabirde sanır ve kerametin- içten duada ve Allah'a iltica etme­de olduğunu bilmez. Halbuki böylesi bir dua Allah'ın evlerinin birinde yapılsa daha iyi olur ve Allah bundan daha çok hoşlanır.[15]

Kabul Olunacak Duanın Şartları


Dualar ve istiazeler (=sığınma duaları) silah gibidir. Silah, vurana göredir, sadece kendisinin keskinliğine ve gücüne değil. Her ne vakit silah tam olur, bilek güçlü olur ve ortada bir engel bulunmazsa iste o durumda düşmanda zayiat olur. Bu üç şeyden biri bulunmadığında da bu duada etki bulunmaz. Şayet duanın kendisini kabul olunur bir dua değilse veya kişi duasında kalbiy­le dilini bir araya toplamamışsa veya ortada duanın kabulüne herhangi bir engel varsa o durumda duanın etkisi ortaya çıkmaz.[16]

Dua Ve Kader


Burada meşhur bir soru var. O da şu: Dua edilen husus ka­derde belirlenmişse, kul dua etse de etmese de o vuku bulacak­tır. Eğer kaderde yoksa kul dua etse de etmese de vuku bulma­yacaktır.
Bazıları bu sorunun doğru olduğunu sanarak duayı terket-miş ve "Duanın hiçbir yararı yok!" demişlerdir. Bunlar aşın ce­haletlerinin ve sapıklıklannm yanısıra çelişkilidirler. Çünkü bu düşünce genelleştirildiğinde hiçbir sebep ve vesileye tutunma-mayı zorunlu kılar ve o kişiye şöyle denir: "Tokluk ve suya kan-mışlık hali senin kaderinde yazılmış ise yesen de yemesen de o gerçekleşecek, kaderde yazılmamışsa, yesen de yemesen de vu­ku bulmayacaktır." "Eğer kaderinde çocuk varsa, sen hanımınla veya cariyenle cima yapsan da yapmasan da o olacaktır. Eğer bu kaderinde yoksa o olmayacaktır... Öyle olunca evlenmeye de ca­riye edinmeye de ihtiyaç yoktur" Örnekler çoğaltılabilir.
Böyle bir şeyi hiç akıllı biri veya herhangi bir insan söyle­yebilir mi? Hatta hayvanlar bile hayatlan ve ayakta kalmaları neye bağlıysa o sebeplere tutunma fıtratı üzere yaratılmışlardır. O halde hayvanlar, tuttukları yol itibariyle daha garip olan bu insanlardan daha akıllılar.
Bazıları güya kurnazca fikirler ileri sürerek şöyle demiş­lerdir: "Duayla iştigal sadece bir ibadettir. Allah dua edene se­vap ve ödül verir. Fakat duanın, dua edilen hususun gerçekleş­mesinde hiçbir etkisi olmaz." Bu akıllıya göre kalp ve dille dua etmek ile etmemek arasında istenilenin vuku bulması açısından hiçbir fark yoktur. Onlara göre dua sükût gibidir, ondan bir far­kı yoktur.
Bunlardan daha akıllı bir grup da şöyle demiştir: "Bilakis dua, Allah'ın, kişinin isteğinin kaderinde bulunduğuna ve dola­yısıyla gerçekleşeceğine alâmetten ibarettir. Bu, kışın soğuk bir günde siyah bir bulut görmen gibidir; bu yağmur (veya kar) ya­ğacağının delilidir. "Bunlar derler ki: ibadet ve itaatlerin ödülle, küfrün ve günahlann cezayla ilişkisi de böyledir. Bunlar ödül ve cezanın sebepleri değil, onların vuku bulacağına sadece işaret­tirler. Bunlara göre kırmak ile kırılmak, yakmak ile yanmak, öldürmek ile canın çıkması arasındaki bağlantıda böyledir. Bun­ların hiçbiri sebep değildir ve onlarla sonuçları arasında hiçbir bağ yoktur. Sadece alelade bir birliktelik sözkonusudur; sebep yoluyla gerçekleşen etki değildir bu. Bunlar bu görüşleriyle his­se, akla, fıtrata ve diğer akıllılara muhalefet etmişler, diğer akıllıların kendileriyle alay etmelerine yol açmışlardır.
İşin doğrusunu açıklamak için deriz ki: Durum soru sora­nın söylediği iki kısımdan (=kader, dua) ibaret değildir. Bilakis üçüncü bir kısım (=buniar arasında bir irtibat) vardır. Onu da şöyle açıklayalım: Kaderde belirlenen şeyler, sebepleriyle birlik­te belirlenirler. Bu sebeplerden biride duadır. Kaderdeki şey, se­bepten soyutlanmış şekilde değil, aynı zaman da sebebiyle bir­likte vardır. Sanki: şu sebebi yaparsa şu olacak, diye yazılmıştır kaderinde. Dolayısıyla kul sebebi (=vasıtayı) yerine getirdiğinde kaderdeki vuku bulur; getirmediğinde vuku bulmaz.
Bu, tokluk ve suya kanmakhğın yeme ve içmeyle birlikte takdir edilmesi (=kaderde belirlenmesi), olacak bebeğin cinsel ilişkiyle birlikte takdir edilmesi, tahılın tarlaya tohum atmakla takdir edilmesi, hayvanın canının çıkmasının boğazlanmayla takdir edilmesi, yine bunun gibi, cennete girmenin salih ameller işlemekle, cehenneme girmenin kötü ameller işlemekle birlikte takdir edilmesi gibidir. Asıl doğru olan tutum, bu kısımlandırmadır. Soru soranın anlayıştan mahrum kaldığı ve iyi bir meti-ceye ulaşamadığı nokta da budur.
Bu durumda; dua vesilelerin en güçlülerindendir. Şayet kaderde belirlenen şey duaya bağlanmışsa, duayla birlikte tak­dir edilmişse "Duada hiçbir fayda yoktur" demek doğru olmaz; yeme, içme ve her türlü hareket ve eylemde hiçbir fayda yoktur demenin doğru olmadığı gibi.
Sebepler arasında duadan daha faydalı ve arzulananın meydana gelmesinde ondan daha etkili başka bir şey yoktur. Sa-habiler de bu ümmet arasında Allah'ı (c.) ve Peygamberi (s.) en iyi bilen, dinini en iyi tanıyan kimseler olduklarından bu sebebe en çok tutunan, onun şartlarını ve âdabını en iyi yerine getiren kimselerdi. Hz. Ömer (r.) düşmanlarına karşı duadan destek alırdı. Dua onun en büyük askeriydi. Arkadaşlarına "Çokluktan dolayı zafere ulaşamazsınız. Ancak gökten gelen yardımla zafe­re erişirsiniz" derdi. Yine "Ben duanın kabul olunmayacağı ta­sasını değil, dua etme tasasını çekiyorum. Çünkü size dua etme ilham edildikten ve siz onu yaptıktan sonra, "kabul" zaten he­men onunla birliktedir." derdi. Şair de bu anlamı alıp şiire dök­müş ve şöyle demiştir. "Sen ellerinin cömertliğiyle umduğuma ulaşmamı dilem eşeydin, beni istemeye alıştırmazdm!"
Demek ki her kime dua ilham edilmişse, onunla, duaya icabet ve duanın gereğinin olması istenmiştir. Zira yüce Allah "Bana dua edin ki size icabet edeyim.[17] "Kullarım sana benden sorarlarsa (bilsinler ki); ben yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin duasını kabul ederim."[18] buyur­muştur.
Sünen-i İbn Mâce'de geçen ve Ebû Hureyre kanalıyla yapı­lan rivayette Rasûlullah (s.) şöyle buyurmuştur: "Allah'tan iste­meyene O gazab eder" Bu, Allah'ın hoşnutluğunun O'ndan iste­mede ve O'na itaatte olduğu göstermektedir. Yüce Allah da hoş­nut olmuşsa her türlü hayır O'nun hoşnutluğundadır, her türlü belâ ve musibetin O'nun gazabında- öfkesinde olduğu gibi.
Ahmed b. Hanbel'in "Zühd" kitabında zikrettiği bir eser (sahabiî sözü) şöyledir: "Allah şöyle der: Allah, benim! Benden başka ilâh yoktur. Hoşnut ve razı olursam bereket veririm ve bereketim sonsuzdur. Eğer kızarsam da lanet ederim."
Akıl, vahiy, fıtrat ve farklı ırk, din ve inançtaki milletlerin tecrübeleri; âlemlerin Rabbı Allah'a yakınlaşma ve hoşnutluğu­na çabalamanın, yaratıklarına iyilik ve ihsanda bulunmanın her türlü iyiliği getirici, en büyük sebeplerden olduğunu, bunla­rın zıddınm da her türlü şerri ve kötülüğü celbedici en büyük se­beplerden olduğunu gösterir. Allah'ın nimetlerini çekmede ve azabını defetmede, O'na itaat etmek ve yaklaşmak, onun yara­tıklarına iyilikte bulunmak gibisi yoktur.
Yüce Allah, Kur'an'ında dünya ve ahiretteki hayırların oluşmasını, amellere, hareket ve eylemlere bağlamıştır. Hayır ve şerrin amellerin sonucu oluşunu, cezanın şartın sonucu, ma'lû-lun illetin sonucu, müsebbebin sebebin sonucu oluşu gibi olduğu­nu beyan etmiştir. Bu, Kur'an'da binden fazla yerde seçmektedir.
Yüce Allah bazen kendisinin yaptığı bir şeyi veya kulları­na verdiği şer'î emri, ona uygun bir durum ve sebep Üzerine bi­na eder. Şu âyetlerde olduğu gibi:
"Kibirlerinden dolayı kendilerine yasak kılman şeyler­den vazgeçmeyince onlara "Aşağılık maymunlar olun" dedik."[19]
"Ne zaman ki bizi kızdırdılar; onlardan öc aldık, hepsini boğduk"[20]
"Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık Al­lah'tan bir ceza olarak ellerini kesin"[21]
"Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, tâate devam eden erkekler ve tâate devam eden kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, Allah'a saygılı erkekler ve Allah'a saygılı kadınlar, sadaka veren erkek­ler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve ırzlarım koruyan kadın­lar, Allah'ı çok zikreden erkekler ve Allah'ı çok zikreden kadın­lar; (işte) Allah bunlar için bağış ve büyük bir mükâfat hazırlan­mıştır."[22]
Bunun örneği pek çoktur. Yüce Allah bunu bazen "şart ve ceza" (=şöyle olursa böyle olur, veya şöyle olursa böyle yapılsın türünden ifadelerle) kipiyle zikreder. Şu âyetlerde olduğu gibi:
"Ey inananlar. Allah'tan korkarsanız O size iyi ile kötüyü ayırdedici bir anlayış verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağış­lar"[23]
"Eğer tevbe ederler, namazı kılarlar ve zekâtı verirlerse, dinde sizin kardeşlerinizdirler."[24]
"Şayet asıl yolda gitselerdi onlara bol su verirdik, rızıklarım bollaştmrdık."[25]
Şu âyetlerde olduğu gibi, bazen bunu ület-sebep bildiren lâm ile zikreder.
"Onu sana indirdik ki âyetlerini düşünsünler ve akl-ı se­lim sahipleri öğüt alsınlar"[26]
"Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, insanlara şahit ola­sınız, peygamber de size şahit olsun"[27]
Bazen bunu illet bildiren "Key" edatıyla zikreder: "... Ta ki (=ganimetler), içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir şey olmasın"[28]
Bazen sebebiyet bildiren Bâ edatıyla zikreder: "Bu sizin el­lerinizin yapıp öne sürdüğünün karşılığıdır"[29]
"Kazandıklarınızdan ötürü" "Bu onların Allah'ın âyetlerini inkâr etmelerinden ...dolayı idi"[30]
Allah (c.) bazen açık veya gizli bir "mef'ûl lieclih" (sebep bildiren mef'ûl) ile zikreder: "Eğer iki erkek yoksa razı olduğu­nuz şahitlerden bir erkek, iki kadın şahitlik etsin. Ta ki kadın­lardan biri unuttuğunuzda diğeri ona hatırlatsın[31]
"Kıyamet günü "biz bundan gafildik" deme meniz için"[32]. 'Sizin "Kitab yalnız bizden önce iki topluluğa indiril­di' dememeniz için"[33]
Son iki ayette, "en teqûlü =demeniz" den önceki gizli "ke­rahet" "mef 'ulun lieclihi"dir.
Bazen bunu sebebiyet bildiren "fe" edatıyla zikreder: "Onu (Salih'i) yalanladılar, deveyi kestiler. Rableri de gü­nahları yüzünden azabı başlarına geçirdi, orayı dümdüz etti."[34] "Rabblerinin elçisine karşı geldiler. O da onları şid­deti gittikçe artan bir yakalayışla yakaladı!"[35]
"Onları (=Musa ile Harun'u) yalanladılar da helak edilen­lerden oldular"[36]
Bazen, vurgu edatı olan, ama makama göre sebep de bildi­ren "inne"yle zikreder: "Hakikaten onlar hayırlarda yarışırlar­dı"[37] "Ve ayetlerimizi yalanlayan kavimden öcünü al­mıştık. Hakikaten onlar kötü bir kavim olmuşlardı, biz de onla­rın hepsini boğduk."[38]
Yüce Allah bazen bunu, öncesini sonrasıyla irtibatlandı-ran "levlâ: şayet olmasaydı" edatıyla zikreder: "Eğer teşbih edenlerden olmasaydı, insanların yeniden diriltilecekleri güne kadar onun karnında kalırdı"[39]
Bazen de şart edatı "lev" ile zikreder: "Şayet onlar nasihat edildikleri şeyi yapsalardı kendileri için daha hayırlı olurdu[40]
Özetle, Kur'an, başından sonuna cezanın (-sonucun) hayır ve şer üzerine, ilâhî kanunların ve şer'î hükümlerin sebepler üzerine bina edilmesi, hatta dünya ve ahiret hükümlerinin kısa­ca insanın leh ve aleyhine olanlar her şeyin sebeplere ve amel­lere bina edilip onlarla ilintilendirilmesi hususunda açıktır.
Bu meselede hakkıyle düşünen ve anlayan kimse çok isti­fade eder; cehaleti, acziyeti, ihmalkârlığı ve fırsatları zayi ede­rek, kadere yaslanmaz; böylece tevekkülünü acziyet acziyetini tevekkül yapmaz. Aksine meseleyi iyice anlayan kişi kaderi ka­derle geri çevirir, kaderi kaderle def 'eder, kadere kaderle karşı koyar. Hatta insan ancak bununla yaşayabilir; zira açlık, susuz­luk, üşümek, her türlü korkular ve sakınılan şey kaderdendir. Halk bu "kaderi kaderle def 'etmek"ten gafildirler.
Böyledir... Allah'ın anlamaya muvaffak kıldığı ve doğru yolu gösterdiği kimse uhrevî cezalarla ilgili kaderini tevbe, iman ve salih amelleri içeren kaderiyle defeder. Kaderin ölçüsü bu­dur; dünyada korkutucu şeyler de bunların zıtları da birdir. Çünkü dünya ve ahiretnı Rabbı birdir. O'nun (c.) hikmeti de bir­dir; bir biriyle çelişmez, biri diğerini iptal etmez.
Bu, değerini bilen ve ona hakkıyla riayet eden kişi için en şerefli meselelerdendir. Ancak Allah'tan yardım dileriz.
Fakat, kişinin mutluluk ve kurtuluşunun onunla tamam­lanacağı iki husus var.
Birincisi: Kişi hayır ve şerrin sebeplerini ve yollarını de­taylıca bilir. Dünyada gözlemlediği, kendinde ve başkalarında tecrübe ettiği, eski ve yeni milletler hakkında duyduğu şeyler­den Ötürü kendisinde bir basiret oluşur.
Bu hususta en faydalı çalışma, Kur'an'ı tefekkür etmek­tir. Zira o bu hususu en mükemmel şekilde sunmaya kefildir. Hayır ve şerrin tüm vesile ve yolları onda ayrıntılı ve açıkla­malı şekilde mevcuttur. Sonra Sünnet gelir. Bu da ikinci vahiy­dir. İhtimamını onlarda yoğunlaştıran kişi onlarla yetinir, baş­kasına gerek duymaz. Bunlar hayır, şer ve bunların yollarını onları gözünle görüyormuşçasına sana gösterir. Bundan sonra kişi, milletlerin tarihini ve Allah'ın (c), itaatkârlar ile âsîler hakkındaki sünnetini, onlara neler yaptığını düşündüğünde bu malûmatın Kur'an ve Sünnette öğrendiklerinle örtüşdüğü-nü görür. Tarihte, Allah'ın haber verdiği ve vaad ettiği şeyleri görürsün. Afâkta (-dış alemde) gördüğün ilâhî âyetler ve mu­cizeler sana Kur'an'ın ve Rasûl'ün hak olduğunu, Allah'ın va­adini mutlaka yerine getirdiğini gösterir. Şu halde tarih Allah ve Rasûl'ünün bize öğrettiği hayır ve şerrin genel-küllî yolları­nın ayrıntılarının teker teker açıklanmasıdır. Bu yüzden tarih Önemlidir.[41]


[1] Fussilet, 44.
[2] İsrâ, 82

[4] Mü'minûn; 51
[5] Bakara: 172
[11] Bakara, 163
[12] Enbiyâ, 87
[13] Enbiyâ, 88

[17] Gâfir, 60
[18] Bakara, 86
[19] Araf, 166
[20] Zuhruf, 55
[21] Mâide, 38
[22] Ahzab, 35
[23] Enfâl, 29
[24] Tevbe, 11
[25] Cin, 16
[26] Sâd, 29
[27] Bakara, 143
[28] Haşr, 7
[29] Al-i îmran, 182
[30] Âl-i İmran, 112
[31] Bakara, 282
[32] Araf, 172
[33] En'am, 156
[34] Şems, 14.
[35] Hakka, 10
[36] Mu'minûn, 48
[37] Enbiyâ, 90
[38] Enbiya, 77
[39] Sâffât, 143, 144
[40] Nisa, 66