Bu Blog içinde Ara

27 Haziran 2012 Çarşamba

Günahlar Kalbi Körleştirir

Günahlar Kalbi Körleştirir


Günahların bir cezası da kalbi körleştirmesidir. Köreltme-se bile mutlaka basiretini zayıflatır. Daha önce zayıflatmasını açıklamıştık... Kalp kirlenince ve zayıflayınca doğru yolu bul­maktan, onu kendinde ve başkalarında uygulamaktan -basireti­nin zayıflığı ve kuvveti oranında- aciz kalır.
İnsani mükemmelliğin esası şu iki şeydir: Hakkı batıldan ayırt etmek ve hakkı batıla tercih etmek. Kullarını dünya ve ahirette Allah nezdindeki değerleri, bu iki husustaki durumları­na göredir. Yüce Allah'ın şu âyette peygamberlerini övdüğü iki vasfı da budur: "kuvvetli ve basiretli kullarımız İbrahim, İshak ve Yâkub'u da an"[1]
İlk kelime "eydî" hakkı uygulama gücüdür. "Ebsâr" ise dindeki basirettir.
Böylece Yüce Allah onları hakkı mükemmel anlamak ve onu mükemmel biçimde uygulamakla nitelendirmiştir. İnsanlar bu makamda dört kısma ayrılırlar. Bu zikrettiğimiz birinci kı­sımdır ve bunlar Allah katında insanların en şerefli ve değerli­leridirler.
İkinci kısım: Bunlar bir öncekinin tam tersidirler. Bun­ların ne dinde basiretleri ne de hakkı uygulama güç ve irade­leri vardır. İnsanların çoğu da bu kısımdandırlar. Bunları görmek gözleri çöp batmış gibi yapar, ruhları incitir, kalpleri has­talandırır!
Diyarları daraltır, fiyatları yükseltirler. Bunlarla arkadaş­lık insana ar ve utançlıktan başka bir şey kazandırmaz.
Üçüncü kısım: Bunlar hakkı görme basireti bulunan ve onu tanıyan, ancak onu uygulamada ve ona çağrıda zayıf ve güç­süz kalan kimselerdir. Bu zayıf mü'minin halidir ve güçlü mü­min daha hayırlı ve Allah nezdinde daha sevimlidir.
Dördüncü Kısım: Bunların güç, gayret ve azimleri vardır, fakat dinde basiretleri zayıftırlar. Bunlar Rahmanın dostlarıyla şeytanın dostlarını neredeyse birbirinden ayırt edemezler. Aksi­ne bunlar her siyahı hurma, her beyazı iç yağı sanarlar. Şişi iç­yağı, faydalı ilacı zehir sanarlar.
Bunlar arasında din hususunda önderliğe ehil sade ve bi­rinci kısımdır. Yüce Allah "Sabrettikleri ve ayetlerimize kesin­likle inandıkları zaman, onların içinden, buyruğumuzla doğru yola ileten önderler yetiştirmiştik."[2] buyurur. Yüce Allah onların dinde önderlik makamına sabır ve yakinle ulaştık­larını haber vermiştir. Yüce Allah'ın ziyana uğrayanlardan is­tisna ettiği ve ikindi vaktine -ki o kazananların da kaybedenle­rin de çaba içerisinde olduğu bir vakittir- yeminle onların dışın­dakilerin zarara uğrayanlar olduklarını haber verdiği kimseler de bunlardır. Yüce Allah öyle buyurur "Asr'a andolsun ki haki­katen insan ziyan içindedir. Ancak iman edip salih amel işleyen­ler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tav­siye edenler başka."[3]
Onların hakkı bilip üzerinde sabır-sebat etmeleri yeterli görülmemiş, birbirlerine tavsiye, teşvik ve irşat etmedikçe zi­yandan kurtulamayacakları belirtilmiştir.
Bunların dışındakiler ziyana uğrayanlar olduklarına göre; bilindiği gibi günahlar ve masiyetler kalbi kor eder, basiretini giderir böylece kalp hakkı gereği/olduğu gibi göremez. Gücünü ve azmini zayıflatır, böylece hak üzere sebat edemez. Bu onun yaşantısına tekrar yansır ve onu Allah'a, ahiret yurduna doğru yolculuğundan alıp dünya hayatına razı ve onunla mutlu Al­lah'tan ve âyetlerinden gaflette olan, Allah'la buluşmaya hazırlığı bırakan kötü nefislerin yurduna doğru yolculuğa yönlendi­rir. Günahların tek cezası bu olsaydı, kişiyi onlardan uzaklaştır­maya ve terkettirmeye yeterdi. Yardım Allah'tandır.
Tâat kalbi mırlandırır, kuvvetlendirir, sabitleştirir ve so­nunda silinmiş temizlenmiş ayna gibi saf ve berrak hale gelir, nurla dolar. Şeytan yaklaştığında nuru ona, göklere haber sal­maya giden şeytanlara keskin ateşlerin çarpması gibi çarpar. Dolayısıyla şeytan bu kalpten kurdun arslandan korkmasından daha çok korkar. Hatta bu kalbin sahibi şeytana çarpar ve onu çarpılmış halde yere serer. Etrafına cinler toplanırlar ve birbir­lerine "ne olmuş?" diye sorarlar. "Ona bir insan çarptı ona bir in­san nazar etti" derler.
İşte! Hür ve nurlu bir kalbin bakışı Neredeyse nurundan şeytanı yakacak.
Bu kalp ile her taran karanlık, çeşit çeşit şehvet ve hevâsı bulunan, şeytanın vatan edindiği bir kalp aynı olur mu?
Her sabah sevinçle yeni hayata başlarken der ki şeytan:
Dünya ve ahiretinde iflah olmayan arkadaşa can kurban Dünyada, sonrasında haşirde arkadaşınım. Sen her mekânda benimle berabersin Bedbahtlık diyarında mesken tutulmuşsan eğer. Ben ve sen, birlikte zillet içindeyiz.
Yüce Allah şöyle buyurur: "Kim Rahman'ın zikrimi gör­mezlikten gelirse ona bir şeytan sardırırız; artık o onun arkada­şı olur. O (şeyta)nlar bunları yoldan çıkardıkları halde bunlar doğru yolda olduklarını sanırlar. Nihayet (zikrimize karşı kör­lük edip yoldan çıkan o adam) bize geldiği zaman (kötü arkada­şına) der ki: "Keşke benimle senin aranda iki doğu (doğu ile ba­tı) arası kadar uzaklık olsaydı (seni hiç görmeseydim), meğer.ne kötü arkadaş (mışsıri sen.)" (Böyle söylemeniz) bugün size bir fayda sağlamaz; çünkü zulmettiniz. Siz, azab (çekme)de ortaksı­nız"[4]
Yüce Allah zikri, yani peygamberine indirdiği Kur'an'ı her kim görmezlikten gelir, ondan yüz çevirirse basireti, anlayışı, Allah'ın kastettiğini anlama ve tefekkür etmesi körleşirse, Kur'an'dan yüz çevirmesinin bir cezası olarak Allah'ın ona bir şeytan göndereceğini; şeytanın artık onun oturmasında, kalk­masında, yürümesinde hiç yanından ayrılmayan bir arkadaşı, dostu ve ahbabı -ki o ne kötü dost, ne kötü ahbabtır- olacağım haber vermektedir.
Bir annenin memesini paylaşıp birlikte emdiler. Karanlı­ğın siyahlığını bölüşüp "hiç ayrılmayalım" dediler.
Yüce Allah sonra şunu haber verdi: Şeytan arkadaşını ve dostunu Allah'a ve cennetine ulaştıran yoldan çevirir. O doğru yoldan engellenmiş kişi ise kendisinin doğru bir yol üzere oldu­ğunu sanır. Nihayet kıyamet günü geldiğinde biri diğerine "Keş­ke seninle aramda iki doğu arası uzaklık kadar mesafe olsaydı. Bana dünyada ne kötü arkadaşlık yapmışsın. Bana hidayet gel­dikten sonra beni aldattın ve hak yoldan engelledin. Bugün de benim için ne kötü bir arkadaşsın." der.
Başı belâlı kişiye başka birisi aynı belâda ortak olduğun­da, bu; kişide bir teselli ve azabını hafifletici etki yapar. Ancak Yüce Allah cehennem azabında ortak olanlar hakkında böyle ol­mayacağını, azap gören kişinin, arkadaşının gördüğü azaptan az da olsa bir rahatlık ve sevinç hissetmeyeceğini haber vermek­tir. Halbuki dünyadaki musibetler genel olduğunda bu kişiye te­selli verir. Nitekim kadın şair Hansa, kardeşi Sahr hakkında şöyle der:
Etrafımda, kardeşlerine ağlayanların çokluğu olmasaydı, Kendimi öldürür, katlederdim Onlar kardeşime ağlamıyorlar ama, Onlara bakarak kendime teselli veriyorum
İşte Yüce Allah cehennemlikleri bu kadar rahatlamadan da mahrum etmiş ve şöyle buyurmuştur: "(Böyle söylemeniz) bugün size bir fayda sağlamaz; çünkü zulmettiniz. Siz, azab (çekme)de ortaksınız."[5]
Günahlar insanın düşmanına gönderdiği bir yardım, düş­manını kendiyle savaşında onunla güçlendirdiği bir ordudur...
Çünkü Yüce Allah insana bir düşman musallat etmiştir. Bu düşman ondan bir an olsun ayrılmaz, uyumaz, bir an ondan gaf­lette olmaz. O ve adamları onu görürler, insan ise onları görmez. Onunla her koşulda savaş hususunda büyük çaba sarfeder. Ona ulaştırabileceği her türlü tuzak ve hileye teşebbüs eder. Ona karşı hem kendi cinsinden, yani cinni şeytanlardan ve başkala­rından, hem de insi şeytanlardan yardım alır, onları kullanır. Bu düşman insanın olduğu bölgeye ağlar dikmiş, her türlü belâ­yı oraya getirmiş, etrafını duvarlarla çevirmiş ona tuzak ve ka­panlar kurmuştur. Adamlarına da şöyle demiştir: "Sizin ve ata­nızın düşmanı bu adamı gözünüzden hiç kaçırmayın. Sizin nasi­biniz cehennem iken onun nasibi cennet olmasın, sizin payınız lanet, iken onun payı rahmet olmasın. Onun sebebiyle ve ondan dolayı benim ve sizin başınıza gelen Allah'ın rahmetinden uzak­laştırılmamızı ve rezil-rüsvaylığımızı biliyorsunuz. Öyleyse on­ların da aynı belâda bize ortak olmaları için gayretinizi ortaya koyunuz. Nitekim onların salihlerini bunda bize ortak edemedik ve onlar cenneti hak ettiler. "Yüce Allah da düşmanlarımız hak­kında bunların tümünü haber vermiş ve ona karşı tedbirimizi almamızı, hazırlığımızı yapmamız emretmiştir.
Yüce Allah, Adem ve oğullarının başına bu düşmanın müptela olduğunu, onu onlara musallat ettiğini bildiğinden, in­sana hissesine düşen asker ve ordu yardımı yapmış, düşmanına da payına düşen asker ve ordu yardımında bulunmuştur. Bu yurtta, bu ömür süresinde -ki o ahirete oranla bir nefes gibidir-bir cihad pazarı kurmuştur. Mü'minlerden cennet karşılığında canlarını ve mallarını satın almıştır; Allah yolunda savaşır, ölür ve öldürülürler. Yüce Allah, bunun, en şerefli kitaplarında Tev­rat, İncil ve Kur'an'da bildirilmiş kesin bir vaad olduğunu haber vermiştir. Ayrıca vaadine kendisinden daha sadık kimsenin ol­madığını belirtmiştir. Sonra onlara bu anlaşmaya sevinmelerini emretmiştir. Onun değerini öğrenmek isteyen müşterinin kim olduğuna, bu mal karşılığında ortaya konan paranın miktarına, bu akdin kimin elinde gerçekleştiğine bir baksın. Bundan daha büyük bir kazanç, daha kârlı bir ticaret var mıdır?
Yüce Allah sonra bunu vurgulayarak şöyle buyurmuştur: "Ey inananlar, size, sizi acı azaptan kurtaracak bir ticaret göstereyim mi? Allah'a ve elçisine inanırsınız, mallarınızla ve can­larınızla Allah yolunda savaşırsınız. Eğer bilirseniz sizin için en iyisi budur (Böyle yapınız ki Allah) sizin günahlarınızı bağışla­sın ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetle­rinde güzel konutlara koysun. İşte büyük başarı budur. Sevece­ğiniz bir şey daha var; Allah'tan bir zafer ve yakın bir fetih... Mü'minleri müjdele"[6]
Yüce Allah bu düşmanı yaratıkları arasında en çok sevdi­ği kulu olan mü'min kuluna musallat etmesi, sadece, cihadın O'nun en çok sevdiği şey, cihad ehlinin katındaki en yüksek de­receli ve O'na en yakın kişiler olmasından dolayıdır. Yüce Allah bu savaş sancağını kullarını kurtarmak için kaldırtmıştır. He­defi, kendisini tanıma, sevme tevekkül edip yönelme mekânı olan kalbi (şirkten, günahtan vs.) kurtarmaktır.
Yüce Allah bu savaşı insana yüklemiş onu yanlarından hiç ayrılmayan melek askerleriyle desteklemiştir: "O (insa)nın önünde.ve arkasında birbirlerini takip eden (melek)ler vardır, onu korurlar."[7] Yani: birisi giderse yerine başkası, o gi­derse bir başkası gelir. Böylece birbirlerini takip ederler. Onun ayaklarını sabitleştirir, hayrı emredip ona teşvik ederler. Ona Allah'ın ihsan ve nimetlerini hatırlatarak sebat ettirirler ve: "Bu belli bir süre için sabırdır. Sonrasında ise ebedî bir istiraha-te çekileceksin" derler.
Yüce Allah insanı daha sonra vahyi ve kelamıyla destekle­di; ona peygamberini gönderdi, kitabını indirdi. Böylece gücüne güç, yardımına yardım, teçhizatına teçhizat kattı. Bununla bir­likte onu; veziri ve yönlendiricisi olarak akılla, nasihat edicisi ve irşad edicisi olarak Allah'ı tanımakla (marifet), sebat ettirici, destekleyici ve yardımcı olarak imanla, ona her şeyin hakikati­nin perdesini açıcı olarak yakinle destekledi. Öyle ki o Allah'ın, düşmanlarıyla cihad karşılığında dostlarına ve taraftarlarına vaad ettiği şeyleri gözleriyle görür müşahade eder gibi olur. Akıl, insanın ordusunu düzene koyar, marifet savaş işlerini, araçlarını ve bunların konulacakları uygun yerleri gelirler, iman ona sabır ve sebat verir, onu güçlendirir, yakın ise onu düşmana yöneltip ciddi saldırılar yapmasını sağlar. Yüce Allah daha sonra bu savaşı yapanları görülür ve görülmez gözlerle destekledi; gözü gözcüsü, kulağı haber alıcısı, dili tercümanı, el­leri ve ayakları yardımcıları yaptı. Melekleri ve Arş'ını taşıyan­ları ona mağfiret dilemeleri, onu kötülüklerden koruması ve cennetine koyması için dua etmeleri için dikti. Onu koruyup kol­lanmayı ve müdafaa etmeyi ise bizzat kendisi (c.c.) üstlendi ve "Bunlar benim taraftarlarım, asıl başarıya ulaşacaklar Allah ta­raftarlarıdır." dedi. "İşte onlar Allah'ın taraftarlarıdır. Muhak­kak ki başarıya ulaşacaklar onlardır"[8] buyurdu. "Onlar benim askerlerim" dedi ve "Şüphesiz bizim askerlerimiz, hakikaten asıl galipler onlardır."[9] buyurdu:
Yüce Allah bu savaşın ve cihadın nasıl olacağını kullarına öğretmiş ve bunu şu dört kelimede toplamış, şöyle buyurmuştur: "Ey inananlar, sabredin, direnin, ve Allah'tan korkun ki, başa­rıya eresiniz" (Âl-i İmran, 200) Cihad ancak bu dört şeyle ger­çekleşir. Sabır ancak düşmana karşı direnmeyle, yani ona karşı koyma, mukavemet göstermeyle gerçekleşir. Düşmana karşı di­rendikten sonra kişi başka bir şeye, nöbete ihtiyaç duyar. O da düşmanın oradan sızmaması için kalbin gediklerinin başında durup nöbet tutmak, göz, kulak, dil, mide, el ve ayak gibi düş­manın hücum edebileceği gediklerden bir an ayrılmamaktadır. Düşman bu gediklerden içeri sızar ve her tarafı gezip yapabildi­ği kadar yakıp-yıkma ve harap etme eylemi yapar. Öyleyse nö­bet bu gediklerden ayrılmamak düşmanın, fırsat bilerek içeri girmesine izin vermemek için orayı hiç boş bırakmamaktır.
İşte Rasûlullah'ın arkadaşları sahabiler, peygamberlerden ve Rasullerden sonra insanların en hayırlıları olan, şeytandan en korunmuş, muhafaza olunmuş bu kişiler Uhud savaşı günü emrolundukları halde bir yeri boş bırakmaları sonucu düşman oradan girmiş ve olan olmuştu.
Bu üç şeyin direği takvadır, Allah'dan sakınmadır. Sabır da, direnme de, nöbet tutma da ancak takvayla fayda verir. Tak­va ise ancak sabır ayağı üzerine kurulur.

İki Ordunun Karşılaşması


Şimdi sendeki iki ordunun karşılaşmasına, iki tarafın çar­pışmasına bak; nasıl durum, bazen onun aleyhine bazen senin aleyhine oluyor? Kâfirlerin kralı ordusuyla ve askerleriyle kalbe doğru yöneldi. Kalbi kalesinin içerisinde, memleketinin tahtına oturur vaziyette buldu. Adamlarına ne söylese hemen yapıyorlar. Askerleri etrafında, onun için savaşıyor, yanma kimsenin girmemesi için mücadele ediyorlar. Kral kalbin bazı valilerini ve adamlarını entrikalarla ele geçirmedikçe hücum etmesinin im­kansız olduğunu anladı. Kalbin en has askerim ve en yakın ada­mının kim olduğun sordu, "O nefistir...dediler. Adamlarına şu emri verir: "Ona istek ve arzusu kapısından yanaşın. Neleri çok sevdiğini, nelerden hoşlandığını tespit edin. Sonra onları ona te­ker teker sayın. Onlara iştahını kabarsm, uykusundan ve uya­nıklığında onu bunlarla mest edip kendinden geçsin. Onlarla ra­hatlayıp teskin olunca ve kendinden geçince üzerine şehvet kan­casını ve çengellerini atıp kendinize doğru çekin. Şayet kalbin aleyhine döner ve ona karşı sizinle olursa işte o zaman göz, ku­lak, dil, ağız, et ve ayak gediklerini ele geçirmiş olursunuz. Bu gedikleri tam bir uyanıklık içinde gözetleyiniz. Kalbe oralardan giriş yaparsanız onu ölü veya esir ya da ağır yaralı olarak ele ge­çirebilirsiniz. Bu gedikleri boş bırakmayın. Hiçbir birliğin kalbe girip sizi oradan çıkarmasına izin vermeyin. O birlikleri ele ge­çirirseniz, kalbe ulaşamamaları için onları iyice zayıflatmaya, güçsüz düşürmeye çalışın. Kalbe ulaşsa da zayıflamış ve kişiye fayda vermeyecek bir halde ulaşsın."

Göz Gediği


"Bu gedikleri ele geçirdikten sonra evvela göz gediğinin bakışlarının ibret almasını engelleyin, onun sadece zevklenme, dinlenme ve eğlence maksadıyla bakmasını sağlayın. Eğer siz farkında olmadan bir ibret bakışıyla bakarsa, onu gaflet, hayran kalma ve şehvet bakışlarıyla bozun. Zira bu onun kolayca yapa­cağı ve zoruna gitmeyecek bir şeydir. Göz gediğine çok dikkat edin; çünkü hedefinize onunla varırsınız. Ben insanı bakış gibi başka bir şeyle bozamadım. Onunla kalbe şehvet tohumunu eker, sonra ona temenni suyuyla sularım. Sonra ona vaadler ve­rir, temennilere daldırır, böylece iradesini güçlendirir, sonra da şehvet bağıyla tutup onu günahları işlemeye götürürüm. O yüzden bu gediği sakın ihmal etmeyin. Gücünüz yettiği oranda kal­bi bakışla bozmaya çalışın ve bakışın önemsiz bir şey olduğunu empoze edin ve şöyle deyin: "Bakmakla yaradanın müthiş sana­tını düşünürsün, bakanlar ibret alsm diye yaratılan bu görüntü­lerin güzelliğinden ibret alırsın. Allah sana bu gözleri boşuna vermemiş, bu güzellikleri de bakışları ondan engellemek için ya­ratmamıştır. Eğer ele geçirdiğinizin bilgisi az, aklı bozuk ise ona 'Bu Hakk'm görüntülerinden bir görüntü tecellilerinden bir te­cellidir.' deyin ve onu vahdet-i vücuda çağırın. Kabul etmezse genel veya özel hülûl (Allah'ın ruhunun mahluklara geçtiği) dü­şüncesini kabul ettirmeye çalışın. Bununla yetinmeyin; çünkü o durumda hristiyanlarm kardeşleri olur. Bilakis ona ayrıca dün­yada zühd, iffet ibadet ve takva gibi şeyleri de kabul ettirmeye çalışın ki, sonra cahilleri onlarla avlayabilesiniz. Bunlar benim en büyük müttefikim, en büyük askerimdirler. Hatta ben onla­rın askerlerinden ve adamlarındanım.

Kulak Gediği


Sonra kulak gediğini, oradan bu tuzağınızı bozacak bir şe­yin girmemesi için gözetleyin ve oradan ancak batılın girmesi için çabalayın. Zira batıl nefse kolay, hoş ve tatlı gelir. En tatlı kelimeleri ve zekiler için en büyüleyici sözleri seçin ve onları ne­fislerin hoşuna gidecek şeylerle katıştırıp sunun.
Önce bu tür sözlerden muhatabınıza bir şeyler atın. Kulak verirse benzerlerini ekleyin. Onun hoşlandığını gördükçe bu dü­şünceleri teker teker söyleyip empoze edin. Sakm bu gedikten Allah kelamından, Rasûlullah'm veya uyarıcıların sözlerinden bir şeyler girmesine izin vermeyin. Engel olamazsanız ve bu tür şeyler girerse onu anlamasına, tefekkür etmesine, nasihat alıp yanlışını düzeltmesine engel olun. Bunun için ya ona zıt düşün­celer empoze edin, ya da onları gözünde büyültün, bunları in­sanların anlayamayacaklarını idrak edemeyeceklerim, bunun ağır bir yük olup insanın tek başına taşıyamayacağını vs. söyle­yin. Ya da bunların değerim onun nezdinde küçültün, şöyle de­yin: "İnsanlar nezdinde daha yüce, daha değerli ve daha ender bulunan şeyle (aklî, felsefî şeylerle) iştigal etmek daha iyidir.
Boş şeylerin taliplisi çoktur. Hak ise gariptir, yalnızdır. Onu söyleyen kendisini tehlikeye atmış olur. O yüzden kişinin kendi­ni tehlikeye atmayıp insanlar arasında en revaç görecek şeyler­le iştigali daha iyidir." Böylece batılı onlara türlü türlü biçimler­de ve nefislerine kolay gelecek şekilde sunun. Hakkı da önüne, ondan nefret edeceği ve ağırına gidecek biçimde koyun.
Bunu öğrenmek istiyorsan onların insî şeytanlardan dost­larına bak; nasıl iyiliği emir ve kötülükten nehyi insanı ilgilen­dirmeyen şeylerle iştigal, insanların kafalarım karıştırma, ken­dini tahammül edemeyeceği belâya sokma ve insanlar arasında fitne çıkarma vs. şeklinde sunuyorlar? Nasıl sünnete tabi olan­ların söylediklerini, Allah; O'nun (c.) ve peygamberinin vasıfla-dığı şekilde vasıflandırmayı "tecsîm" (Allah'ı cisim kabul etme), "teşbih" (O'nu mahlukata benzetme), "Tekyîf" (O'na bir şekil, su­ret nisbet etme) şeklinde sunuyorlar? Nasıl da Allah'ın yaratık­larının üzerinde oluşunu, Arş'mın üzerine istiva edişini, yara­tıklarından ayrı oluşunu "tehayyüz" (bir yer kaplama) diye isim­lendiriyorlar? Bunlar Allah'ın dünya semasına inişini ve "Ben­den kim bir şey isterse ona veririm" deyişini "hareket etmez bir yerden bir yere intikal etme" olarak isimlendiriyorlar. Kendini vasıflandırdığı el, yüz vs.yi "organlar" ve "âzâlar" diye adlandı­rıyorlar. Yaptığı fiilleri "havadis" (ezeli olmayan, sonradan ol­ma), sıfatlarını "araz" (bir cisme arız olan haller) diye isimlendi­rirler. Sonra tüm bunların Allah hakkında imkansız olduğun­dan yola çıkarak, O'nun (c.) kendim vasıflandırdığı bu sıfatlan yok sayarlar. Bunlar bilgisiz ve basiretsiz insanlara Kur'an ve sünnetin ifade ettiği bu sıfatların bunlara yol açtığını söylerler ve "ta'tîli" (Allah'ın sıfatlarını inkarı), "tenzih" ve "yüceltme" adı altında empoze ederler. İnsanların çoğu ise zayıf akıllıdırlar; bir şeyi bir lafızla kabul ederler, sonra aynı şeyi, başka, bir lafızla söylendiğinde reddederler.
Yüce Allah "Böylece biz, her peygambere insan ve cin şey­tanlarını düşman yaptık. (Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar"[10] buyurmuştur. Allah bu­rada, batıl ve asılsız şeyden" yaldızlı söz" diye bahsetmiştir. Çünkü sahibi onu elinden geldiğince süsler ve aldanmaya müsa­it kişinin kulağına atar, o da buna kanar, inanır.
Özetle: Şeytan kulak gediğinde sürekli bekler ve oradan, kula fayda vermeyip zarar verecek şeylerin girmesini sağlar, fay­dalı bir şeyin girmesine engel olur. Elinde olmadan faydalı bir şey girince de onu bozar, değiştirir ve kişiye zararlı hale getirir.

Dil Gediği


Şeytanların komutanı daha sonra şöyle der: Dil gediği üze­rinde nöbet tutun. O en önemli gediktir. Diline faydasız ve zarar­lı sözleri söylettirin ve Allah'ı (c.) zikir, istiğfar, Kur'an'ını oku­ma, kullarına nasihat etme ve faydalı bilgi verme gibi ona (kal­be) fayda verecek sözleri söylemesine engel olun. Bu gedikte si­zin için iki büyük iş var; hangisini başarırsanız olur, farketmez:
Birincisi: Batıl konuşmak. Zira batıl konuşan kişi sizin kardeşiniz, en büyük askeriniz ve yardımcınızdır.
İkincisi: Hakkı konuşmamak. Hakkı haykırmayan kişi -bi­rincisi konuşan kardeşiniz olduğu gibi- sizin dilsiz kardeşinizdir. Hatta neredeyse bu size diğerinden daha faydalıdır. Birinin "Batıl konuşan dilli şeytan, hakkı söylemeyen ise dilsiz şeytan­dır" sözünü işitmediniz mi?
Bu gediğe çok dikkat edin. Sakın hak bir söz söylemesin, batıl konuşmaktan geri durmasın. Ona her yolla baktı süslü gösterin, her yola başvurarak hakkı söylemeden korkutun.
Yavrularım! Bilin ki, ben insan oğlunu bu yolla helak eder, onları burunları üzeri cehenneme bu yolla düşünürüm. Bu ge­dikten kazandığım nice öldürülmüş, yaralanmış, esir edilmiş kimseler vardır.
Size bir tavsiyem var, iyi belleyin: Biriniz insan kardeşinin diliyle bir şey söylesin. Diğeriniz onu dinlesin ve sözünü çok be­ğendiğini, hayran kaldığım söylesin ve onu tekrar etmesini iste­sin. İnsana karşı birbirinize her türlü desteği verin. Yanlarına her yoldan sokulmaya çalışın, onları her köşede gözetleyin. Be­nim Rabblerine yaptığım yemini duymadınız mı? Hani şöyle de­miştim: "Öyle ise, beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onlar (ı saptırmak) için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra (onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım ve çoklarını şükredenlerden bulmaya­caksın."[11]
Görmüyor musunuz beni; O ademoğlunun tüm yollarında otururum. Bir yolda başarılı olamazsam hemen başka yolda otu­rur, dilediğimi veya hiç olmazsa bir kısmını elde etmedikçe ora­dan ayrılmam. Peygamberleri de, onları bu hususta uyarmış ve şöyle demiştir: "Şeytan insanoğlunun tüm yollarında oturur. İs­lâm yolu üzerinde oturur ve insana "İslama girip de senin ve atalarının dinini bırakacak mısın?" der. İnsan onu dinlemeyip müslüman olursa, şeytan hicret yolunda oturur ve "Havanı ve karanı (memleketini) terkedip hicret mi edeceksin?" der. Kişi onu dinlemeyip hicret ederse şeytan bu defa cihad yolu üzerin­de durup ona "cihad edip de öldürülmeyi, ardından malının pay­laşılmasını, hanımınla evlenilmesini mi istiyorsun?" der."
İşte böyle... Her hayır yolu üzerinde onları bekleyin. Birisi sadaka vermek istese "sadaka yolu" üzerinde bekleyin ve ona "malını verip de şu dilenci gibi mi olacaksın" deyin.
Kendisinden sadaka istenen birisinin diline koyduğum şu sözü duymadınız mı? "Bunlar bizim malımız. Size verecek olur­sak sizin halinize döneriz/sizin gibi oluruz."
Hac yolunda bekleyin ve onlara "Korku dolu ve meşakkat­li bir yol. Kişi malının ve canının yok olması tehlikesiyle karşı karşıya oluyor" deyin. İşte bu şekilde tüm hayır yolları üzerinde durun ve insanları onlardan sakındırın zorlukların ve tehlikele­rini anlatın. Sonra günah yollarında durun ve onları insanoğlu­nun gözünde güzel, kalbine süslü yapın. Bu hususta en büyük yardımcı olarak kadınları kullanın, onların kapısından girin. Onlar sizin için ne iyi yardımcıdırlar.
Sonra el ve ayak gediklerinde durun. İnsanları size zarar verecek şeyleri tutmaktan ve size zararlı yerlere gitmekten men'edin."

Nefs-i Emmâre


... Şeytan devam eder.
"İyi bilin ki bu gediklerde bekçilik yaparken sizin en büyük yardımcınız nes-i emmaredir. Onu aciz bırakın ve ondan yardım alın, ona destek verin ve destek alın. Nefs-i mutmainne-ye karşı savaşta onunla beraber olun. Nefs-i mutmainneyi kır­mak ve gücünü yok etmek için çalışın. O da ancak beslendiği kaynakları kesmekle mümkün olur. Onun kaynağını kesip nefs-i emmârenin kaynaklarım güçlendirdiğinizde, onun adamları si­ze itaat edip kalbi kalesinden çıkardıklarında, onu yurdundan yönetimden azledip yerine nefs-i emmareyi geçirdiklerinde ba­şardınız demektir. Zira o sizin arzuladığınızı, istediğinizi emre­der, hoşlanmayacağınız şeyi de kesinlikle yapmaz. Nefs-i Em-mare tavsiye ettiğiniz hiç bir hususta size karşı gelmez. Bilakis bir şey söyleseniz hemen yapmaya koşar. Eğer kalbin memleke­tine ulaşmak için gayret sarfettiğini hisseder ve bundan güven­cede olmayı isterseniz onunla nefis arasında evlilik akdi yapın. Nefsi süsleyin, güzelleştirin ve kalbe en güzel gelin suretinde gösterin ve şöyle deyin: "Savaşı tattığın ve vurulma, yaralanma­nın acısını yaşadığın gibi bu nefisle nazlanmanın tadını al. Son­ra bunun tadıyla o savaşın acısını karşılaştır. Savaşı bırak, so­na ersin. Bu bir günlük geçici bir savaş değildir. Bilakis ölüme kadar sürecek kesintisiz bir savaştır. Şüphesiz sürekli bir sa­vaşta gücün tamamen zayıflayacaktır.
Ey oğullarım! Şu iki büyük silahı kullandığınız takdirde kesinlikle yenilgiye uğramazsınız.
Birincisi Gaflet silahı. Her türlü yola başvurarak ademo-ğullarmm kalplerini Allah'tan (s.) ve ahiret yurdundan gaflette bırakın. Hedefinizi gerçekleştirmede bundan etkin başka bir si­lahınız yoktur; zira kalp Allah'tan gafil olduğunda onu ele geçi­rebilir, baştan çıkarabilirsiniz.
İkincisi: Şehvetler, arzu ve hevesler silahı Bunları kalple­rinde süslü, gözlerinde güzel gösterin. İşte üzerlerine bu iki si­lahla saldırın. Onlar üzerinde bunlardan daha etkili silahınız yoktur. Gaflete şehvetin, şehvete de gafletin desteğini alın. İki gafili bir araya getirin, sonra bunları gafil olmayanın üzerine salıverin zira o gafil olmayan kişi beş kişiyle baş edemez. Çün­kü iki gafilin iki de şeytanı vardır. Gafil olmayanın (zâkirin) da bir şeytanı bulunmaktadır.
Eğer bir grup insanın bir araya gelerek Allah'ı zikrettikle­rini, O'nun dinini, emir ve yasaklarını müzakere ettiklerini gö­rür ve bunları dağıtamazsanız, onlara karşı hemcinslerinden iş­siz güçsüz, boş insanları kullanın. Yanlarına getirtin ve sohbet­lerini dağıtın.
Özetle her işe karşı onun eşini kullanın. Her bir insana kendi nevasından ve şehvetinden yaklaşın. Onları elde etmesi için ona yardımcı olun. Allah onlara size karşı sabretmelerini, direnmelerini ve gediklerde nöbet tutup uyanık olmalarını em-retmişse, siz de sabredin, direnin onlara karşı gediklerde bekçi­lik yapın, şehvetleri ve öfkeleri kabardığında da fırsatı değerlen­dirin. Zira insanoğlunu en iyi bu iki durumda avlayabilirsiniz.
Bilin ki bazılarında şehvetin gücü daha fazla, Öfkenin yap­tırım gücü ise zayıf ve cılızdır. O durumda ona şehvet yolundan yaklaşın, öfke yolunu bırakın. Bazılarında ise öfkenin gücü da­ha fazladır. O durumda şehvetinin kalbe giden yolunu boş bı­rakmayın, o gediği ihmal etmeyin. O öfkesi halinde kendine ha­kim olamazsa, şehveti kabardığında nefsine hakim olamaması daha büyük ihtimaldir. Öyleyse öfkesiyle şehvetini çiftleştirin ve birleştirin. Şehvete öfke kapısından çağırın, öfkeye şehvet kapısından çağırın.
Bilin ki Adem'in oğullarında bu ikisinden daha etkili bir silah yoktur, zaten ebeveynleri cennetten şehvetten dolayı çıka­rılmış, çocukları arasında düşmanlık ateş, öfke sebebiyle atıl­mıştır. Akraba ilişkilerini bu Öfkeyle koparmışlar, kanlarını bu­nunla dökmüşler, Adem'in iki oğlundan biri kardeşini bununla öldürmüştür.
Bilin ki öfke insanoğlunun kalbinde ki bir ateş koru, şeh­vet ise kalbindeki bir heyecandır. Ateş ancak su ile, namaz, zikir ve tekbir ile söndürülür. O yüzden Öfkesi ve şehveti kabardığın­da sakın insanı abdeste ve namaza yaklaştırma. Zira bunlar on­daki öfke ve şehveti söndürür. Nitekim peygamberleri de onlara bunu emretmiş ve şöyle demiştir: "Öfke Ademoğlunun kalbinde­ki bir ateştir. Gözlerin kızarmasını, şahdamarının kabarmasını gördüğünüzde, bunu (kendinde) hissederken kişi hemen abdest alsın." Onlara ayrıca "Ateş ancak su ile söndürülür" demiştir.
Allah onlara, size karşı sabır ve namazın yardımım alma­larını tavsiye etmiştir. Öyleyse siz de bunları yapmalarına engel olun, bunları unutturun. Onlara karşı şehvet ve öfkenin yardı­mını alın.
Sizin onlara karşı en etkin ve en tahrip edici silahlarınız gaflet ve hevâya uymaktır. Onların da size karşı en büyük silah­lan ve en sağlam kaleleri Allah'ı zikretmek ve hevâ hevese mu­halefet etmektir. Bir kimseyi nevasına uyar görmezseniz onun gölgesinden dahi kaçın, ona yaklaşmayın.
Şeytanın öğütlerinden de çıkarılacağı gibi; Anlatılmak is­tenen özetle şudur: Günahlar ve masiyetler kulun düşmanının eline verdiği, kendisine karşı kullandırdığı bir silahtır, teçhizat­tır. Onlar bu silahla ona karşı savaşırlar, bu da kendisine karşı onların yanında yer alır. Bu cehaletin zirvesidir:
Düşmanlar yapamazlar cahile zarar Onun kendine yaptığı ziyan kadar
İşin garibi; kul kendini zayıflatmakla meşguldür, ama kendini güçlendirdiğini sanır; en büyük haz ve zevklerinden mahrum eder, ama kendisinin zevki için çalıştığım sanır, onu hakir yapmak, alçaltmak ve kirletmekle meşgul olur, ama onu yücelttiğini, yükselttiğini ve büyülttüğünü zanneder.
Seleften bir zat hutbesinde bakın ne diyordu: Dikkat edin! Nefsini yücelttiğini sanıp onu alçaltan, onu aziz ettiğini sanıp zelil eden, nefsini büyüttüğünü sanıp onu küçülten, onu korudu­ğunu sandığı halde zayi eden nice kimseler vardır. Kişiye ceha­let olarak kendine karşı düşmamyla birlikte olması yeter! Böy­lece kendisine, düşmanın yapmadığı zarar-ziyanı verir. Yardım Allah'tandır.


[1] Sâd, 45
[2] Secde, 24
[3] Asr, 1-3
[4] Zuhruf, 36-39
[5] Zuhruf, 39
[6] Saf, 10-13
[7] Ra'd, 11
[8] Mücadele, 22
[9] Saffat, 173
[10] En'am, 112
[11] A'raf, 16,17