Bu Blog içinde Ara

27 Haziran 2012 Çarşamba

Şirk Ve Kibir

Şirk Ve Kibir


Şirk, Allah'ın yaratıkları yaratmasındaki gayeye, emirleri­ni koymasmdaki hedefe en aykırı şey olduğundan, O'nun katın­da en büyük günahtır. Kibir ve kibirden doğan günahlar da -da­ha önce geçtiği gibi, böyledir.
 Çünkü Yüce Allah'ın insanları ya­ratması kitapları indirmesi itaatin sırf kendisine olması- için­dir. Şirk ve kibir ise bunlara ters düşer.
Yine Yüce Allah şirk ve kibir ehline cenneti haram kılmış­tır. Dolayısıyla kalbinde zerre kadar kibir bulunan kişi cennete giremez.

Allah Hakkında Bilgisizce Konuşmak


Zarar ve çirkinlik yönünden bunlardan sonra Allah hakkın­da, O'nun isimleri, sıfatları ve filleri hususunda bilgisizce konuş­mak, O'nu (c.) kendisinin ve peygamberinin (s.) vasfettiğinin ak­siyle vasfetmektir. Bu, "yaratma" ve "emretme" (şeriat koyma)nın kemâline en ters düşen, en çelişen ve bizzat Rabbliğe, Rabb'e ait özelliklere gölge getiren şeydir. Şayet bilerek yapılırsa bu bir inat­tır ve şirkten daha çirkin, Allah katında daha büyük günahtır. Çünkü Rabb'in sıfatlarım kabul eden müşrik kemal sıfatlarını ip­tal ve inkar edenden daha iyidir. Nitekim dünyada, bir hükümda­rın hükümdarlığını kabul eden, sahip olduğu sıfatları inkar etme­yen, ancak kendisini ona yaklaştıran bir takım ortaklar edinen ki­şi, hükümdarlığını ve hükümdarlık sıfatlarını inkar edenden da­ha iyidir. Bu fıtratlarda ve akıllarda yerleşik, kesin bir şeydir.
Allah'ın sıfatlarını inkar (ta'tîl) hastalığı ilacı olmayan kronik bir hastalıktır. O yüzden Yüce Allah ta'tîlcilerin önderi Firavun'un, Musa'ya şöyle dediğini haber vermektedir: "Firavun dedi: Ey Haman, bana yüksek bir kule yap da o yollara erişeyim. (Yani) göklerin yollarına (erişeyim) de Musa'nın tanrısına çıkıp bakayım. Zira ben onu yalancı sanıyorum."[1] İmam Ebû Hasan Eş'arî kitaplarında ta'tîlcilere bu ayeti delil getirmiştir. Onun sözünü bir çok kitapta zikrettik,
Allah hakkında cahilce konuşmak (ve düşünmek) ile şirk birbirinden ayrılmaz şeylerdir. Saptırıcı bid'atler Allah'ın, O'nun ve Rasûlü'nün bildirdiği sıfatları bilmek ve onları yalan­lamak olduğunda, bunu inaden ve cehaleten yapmak en büyük günahlardandır. Küfre ulaşmasa bile bu, İblisin diğer büyük gü­nahlardan daha çok sevdiği bir şeydir.
Nitekim seleften bir zat "İblis bid'ati günahtan daha çok sever, çünkü günahtan tevbe edilir, ama bid'atten (kişi onu hak gördüğünden dolayı) tevbe edilmez" demiştir.
İblis şöyle demiştir: Ben Âdem oğullarını günahlarla helak ettim, onlarsa beni istiğfar ve "Lâilahe illallah" ile helak ettiler. Bunu görünce onlar arasında birtakım keyfî-asılsız fikirler yay­dım: Günah işlerler de tevbe etmezler; çünkü iyi bir şey yaptık­larını zannederler."
Bilindiği gibi günahkârın zararı sadece kendisine, bid'atinkinin zararı ise insanlaradır. Bid'atçinin belâsı dinin esasında (akidede), günahkarınki ise şehvettedir. Bid'atçi Al­lah'ın (c.) doğru yolu üzerinde bekleyip insanları ondan alıko-yar, günahkar öyle değildir. Bid'atçi Allah'ın (c.) Rabblik sıfatla­rına ve kemaline leke getirir, günahkâr öyle değildir. Bid'atçi in­sanların âhirete giden yollarını tamamen keser, âsî ise günahla­rından dolayı yavaş ilerler, o kadar.

Zulüm Ve Acımasızlık


Zulüm ve düşmanlık göklerin ve yerin onunla ayakta dur­duğu, Allah'ın (c.) peygamberlerini ve kitaplarını insanlar onu gerçekleştirsinler diye gönderdiği şey olan "adalef'e ters düştü­ğünden Allah nezdinde en büyük günahlardandır. Büyüklüğü­nün derecesi de yol açtığı zarar-kötülük miktarına göredir. Kişi­nin yemesinde, içmesinde ve malında ortak olacak korkusuyla
cuğunu öldürmesi- zulümlerin en çirkinlerinden ve en büyük-lerindendir. Kişinin, varlığının sebebi olan ebeveynini öldürme­si de, akrabasını öldürmesi de böyledir.
Öldürmeden öldürmeye fark vardır. Bir öldürme ne kadar çirkinse ve öldürülen kişi normalde, öldüren tarafından ne ka­dar korunulmaya, hayatta bırakılmaya layık biriyse, o öldürme o kadar büyüktür. O yüzden kıyamet günü en büyük azaba du­çar olacak kişi peygamber Öldüren kimsedir. Daha sonra insan­lara adaletle hükmeden, onları Allah'a çağıran ve dinlerinde na­sihatte bulunan âdil imamı (yöneticiyi) öldüren kimse gelir. Yü­ce Allah kasden bir mü'mini Öldüren kimsenin cezasını da ce­hennemde ebedi yanmak, Cebbar Allah'ın gadabı, laneti ve ona büyük azabına çarpılmak yapmıştır. Bir mü'mini öldürmenin cezası- onu engelleyici başka etmenler yoksa- budur.
Kasden ve isteyerek bir mü'mini öldürdükten sonra İs­lâm'a girmenin bu cezayı engelleyici bir etmen olduğundan ihti­laf yoktur. Ancak, acaba mü'min bunu yaptıktan sonra tevbe et­se, tevbesi onu bu cezadan kurtarır mı? Bu hususta Selef ve ha­lef âlimlerinin iki görüşü vardır. İmam Ahmed b. Hanbel'den de bu konuda iki rivayet bulunmaktadır.

Katilin Tevbe Etmesi


"Tevbe onu bu cezadan kurtarmaz" diyenler, onun dünya­da ödenmemiş bir kul hakkı olduğunu, katilin bu dünyadan onu ödemeksizin ayrıldığını, dolayısıyla bu hakkın "adalet günü"nde alınmasının kaçınılmaz olduğunu söylemişlerdir.
Bunlar derler ki: Maktulün (öldürülenin) varislerinin al­dıkları ise, Allah'ın (c.) almak ve affetmek arasında serbest bı­raktığı varise has bir haktır ve varisin kendi hakkını katilden alması maktule bir fayda sağlamaz. Varisinin aldığı şey maktu­lun hangi yarasına merhem olur, hangi zararını telafi eder ki!
Bu görüş İmam Ahmed'in görüşlerinden en sahih olanıdır. Yani maktulün hakkı, katilin varislere haklarını ödemesiyle or­tadan kalkmaz. Hanbelî ve Şafiî mezhebi âlimleri ve başka âlimlerin de bu konuda farklı görüşleri bulunmaktadır.
Bazıları ise öldürmenin sebep olduğu "kul hakkı"nm tevbe ve varislere ödemeyle ortadan kalkacağını söylemişlerdir. Çün­kü tevbe, öncesindeki günahları yok eder ve yapılan günahın ce­zası zaten dünyada görülmüştür.
Bunlar şöyle derler: Tevbe öldürmeden daha büyük gü­nahlar olan küfür ve sihrin dahi etkilerini ortadan kaldırırken, öldürmenin etkisini/izini yok etmeye nasıl yeterli olmayabilir? Yüce Allah dostlarını öldüren kâfirlerin dahi tevbesini kabul et­miş, onları en hayırlı kullarından eylemiş, dostlarını yakan ve onlara zulmedenleri dinlerini bırakıp tevbe etmeye davet et­miştir. Yüce Allah şöyle buyurur: "(Benim adıma onlara) De ki: Ey nefislerine karşı (zulümde) aşırı giden kullarım, Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir."[2] Bu âyet tevbe eden hakkındadır ve küfrü de daha küçüğünü de kaps am aktadır.
Derler ki: Kulun hem tevbe etmesi, hem de tevbesinden sonra azap görmesi nasıl mümkün olur? Bu, Allah'ın şeriatında ve cezalandırmasında imkansızlığı bilinen bir şeydir.
Yine derler ki: Bu günahkârın tevbesi, kendisini, öldürdü­ğü kimseye teslim etmesidir. Bu ise mümkün değildir. O yüzden yüce Allah öldürülenin yakınlarını öldüren yerine koymuş, kişi­nin kendisin onlara teslim etmesini öldürülene teslim etmesi gi­bi kabul etmiştir. Bu kişinin bir kimseye borcunu o öldükten sonra varisine vermesi gibidir. Zira bu, bizzat ölene teslim etme yerine geçer.
Meselenin aslı ve gerçeği bizce şöyledir: Öldürmekle üç ki­şinin hakkı çiğnenir, dolayısıyla onların hakkı kalır. Bunlar Al­lah hakkı, öldürülenin hakkı ve öldürülenin akrabalarının hak­kı. Katil yaptığına pişman olup Allah'tan korkarak O'na bir da­ha işlememek üzere tevbe eder ve kendini isteyerek ölünün ak­rabalarına teslim ederse, tevbe ile Allah'ın hakkı ve "dünyevî ce­zasını çekmek veya sulhetmek ya da ölünün akrabaları tarafın­dan affedilmek" suretiyle akrabaların hakkı düşer.
Geride ölünün hakkı kalır. Yüce Allah kıyamet günü onun hakkını, tevbekâr ve takva ehli mümin kulunun yerine kendisi gider, onları barıştırır. Böylece ölünün hakkı da öldürenin tev­besi de heba olmaz.

Mâli Haklar


Mal meselesine gelince; bu konuda farklı görüşler vardır. Bazıları: kişi malî borcunu ölünün varislerine teslim ettiğinde, hayatta iken kendisine teslim etmiş gibi ahiretteki sorumluluk­tan kurtulur, demişlerdir.
Bazıları ise şöyle demişlerdir: Bilakis alacaklının, kendisi­ne haksızlık ederek borcunu hayatında vermeyenden kıyamet günü "haH talebi" hakkı saklıdır. Varisinin parayı almasıyla onun mağduriyeti bitmemiştir. Çünkü borçlu onu malından fay­dalanmaktan hayatı boyunca mahrum bırakmış ve o hâl üzere ölmüştür. Bu, telafi edilmemiş bir haksızlıktır. Borcun telafi edilmesiyle yararlanan sadece varistir, asıl mal sahibi değil. Bu mesele üzerine şu meseleyi bina etmişlerdir: Miras malı kişiden kişiye intikal etse ve varisler çoğalsalar, bu borç hakkını hepsi­de talep eder. Çünkü bu, her biri varis olduğu vakit borçlu tara­fından kendine ödenmesi lazım olan bir haktır. Bu imam Malik ve İmam Ahmed b. Hanbel'in bîr grup talebelerinin görüşüdür.
Hocamız îbn Teymiye ikisinin ortasında bir görüş beyan edip şöyle demiştir:
Ölen kişi hayatta malını alabilecekken ve isteyebilecek­ken bunu yapmamış ve ölüm gelip çatmışsa kıyamet günü onun hesabını soracak olan -dünyada olduğu gibi- varisleridir. Fakat isteyememiş ve alamamışsa, bilakis borçlu kişi zulüm ve hak­sızlıkla vermeye engel olmuşsa ahirette onu talep edecek ölen kimsedir.
Bu, bu hususta söylenenlerin en iyisidir. Çünkü malını, zalim kişi ona hayatta vermemiş, malını ondan bir türlü alama-mışsa; bu mal, kişinin, birinin öldürdüğü kölesi, başkasının yak­tığı evi, başkasının yeyip içtiği yiyecek ve içeceği mesabesinde­dir. Bu ise varisin malı olarak değil ölenin malı olarak telef ol­muştur. Bir şeyi isteme hakkı da mülkiyeti altındayken telef olana aittir.
Belki şöyle denilebilir: Mal bir ev veya arsa ya da Ölümden sonraya kadar kalmış bir eşya ise o artık varisin malıdır ve gas-bedenin onu var ise teslim etmesi gerekir. Teslim etmediği tak­dirde, varis dünyada onu isteme hakkına sahip olduğu gibi ahi-rette de onu isteme hakkına sahiptir.
Bu önemli bir sorundur ve ancak şöyle denilerek çözümle­nir: İsteme hakkı her ikisine aittir. Örneğin bir kimse bir grup kimsenin ortak olduğu malı gasbederse her biri hakkını ondan talep edebilir. Yine nesiller boyu devam edecek bir vakıf malını gasbederse, ondan istifadesi mümkün iken istifade edemeyen her nesil kıyamet günü o haklarında davacı olurlar. Bu hakta biri diğerinden daha öncelikli olmaz, hepsi aynıdır. Doğrusunu Allah bilir.

Öldürme Cürümü


Öldürmenin zararı ve kötülüğü bu derece çok olduğundan Yüce Allah şöyle buyurmuştur. "Bu yüzden israil oğullarına söy­le; şu hükmü belirledik: Her kim bir can karşılığı (kısas) olmak­sızın veya yeryüzünde bozgunculuk olarak bir can öldürürse sanki bütün o insanları öldürmüş gibi olur. Her kim de bir can diriltirse (kurtarırsa vs.) sanki tüm insanları öldürmüş gibi olur."[3]
Bunu bazıları anlayamamış ve "Bilindiği gibi, yüz kişiyi öl­dürenin günahı Allah katında bir kişiyi öldürenin günahından daha çoktur" demişlerdir. Bunu, buradaki benzetmenin cezanın miktarı hakkında olduğunu sanmalarından dolayı söylemişler­dir. Oysa bir şeyi bir şeye benzetmek onun tüm özellik ve hü­kümlerini almasını gerektirmez.
Örneğin Yüce Allah "Onlar onu gördükleri zaman sanki (dünyada) bir akşam veya onun kuşluk vaktinden fazla kal­mamış gibi olurlar."[4] "Onları tehdid edildikleri azabı gördükleri gün, sanki gündüzün sadece bir saati kadar (dünyada kalmış gibi olurlar"[5] Bu, onların dünyada kaldıkları sürenin bizzat bu kadar zaman dilimi olduğunu ge­rektirmez.
Yine Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Her kim yatsı nama­zını cemaatle kılarsa gecenin yarısını ihya etmiş gibi olur. Her kim sabah namazını cemaatle kılarsa gecenin tamamını ihya et­miş gibi olur." -yani hem yatsıyı hem de sabahı kılarsa. Nitekim bir diğer rivayette böyle gelmiştir. Bundan daha açığı şu hadis-lerdeki benzetme: "Her kim Ramazan orucunu tutar, ardından sonra Şevvalden altı oruç eklerse hergün oruç tutmuş gibi olur." "Her kim "kul hüvallâhü ehad"ı (ihlas sûresini) okursa Kur'an'm üçte birini okumuş gibi olur." Bilindiği gibi bunları ya­panlar kendisine benzetilen amellerin sevabına erişip böylece sevapları aynı olmaz. Şayet sevapları aynı olsaydı yatsı ve sa­bah namazlarını cemaatle kılan kimsenin gece namazı kılma­sından kendisine yorgunluk ve bitkinlikten başka bir şey kal­mazdı. Hiç kimseye imandan sonra Allah'ı (c.) ve Rasûlünü (s.) anlamak kadar büyük bir nimet verilmemiştir! Bu, Allah'ın lüt-fudur, dilediğine verir.
Şayet: "Peki bir kimseyi öldürenler bütün insanları öldü­ren arasındaki benzetme hangi husustadır?" denilir:
Deriz ki: Bu birkaç yönden.
Bir: Her ikisi Allah ve Rasûlüne (s.) âsî olmuş, emrine ay­kırı hareket etmiş ve kendisini Allah'ın (c.) cezasına maruz bı­rakmıştır. Her ikisi de Allah'ın (c.) gadabım ve lanetini kazan­mış, cehennem ateşinde ebedî kalmayı hak etmiş, her ikisine de büyük azap hazırlanmıştır. Farklılık sadece azabın derecesinde­dir. Çünkü bir peygamberi veya âdil bir imamı ya da insanlara adaleti emreden bir âlimi öldürenin günahı, hiçbir özelliği olma­yan bir ferdi öldürenin günahıyla aynı değildir.
İki: Kısas yoluyla canının alınmasını hak etmeleri yönün­den ikisi de aynıdır.
Üç: Haram kanı dökme cüretkârlığında bulunma husu­sunda denktirler. Çünkü haksız yere, hatta sırf bozgunculuk olarak veya malını almak için bir cana kıyan, eline geçirdiği ve gücünün yettiği herkesi pervasızca öldürmeye kalkışır. O artık insan türünün bir düşmanıdır.
Dört: Bir kimseyi öldüren, tüm insanları öldüren gibi ka­til, fasık, zalim, âsî gibi adlarla anılır.
Beş: Yüce Allah mü'minlerin birbirlerine sevgi, şefkat gös­termelerini ve ilişkilerinde, bir yeri ağrısa her yeri ağrıyan ve seherleyen bir beden olduklarını söylemiştir. Katil de bu beden­den bir azayı yok edince bedenin diğer azalarını da telef etmiş, her yerine acı vermiş gibi olur. İşte her kim, tek bir mü'mine ezi­yet etse tüm mü'minlere eziyet etmiş gibi olur. Bütün mü'minle-re eziyetle de tüm insanlara eziyet vardır. Çünkü Yüce Allah in­sanları, aralarında bulunan mü'minler hatırına korur-kollar. Bekçiye eziyet, başını beklediği insanlara da eziyettir.
Rasûlullah "Bir can haksız yere öldürülürse, Adem'in ilk oğluna (Kabil'e) o kanın yükü vardır. Çünkü öldürmeyi ilk çı­kartan o oldu" buyurmuştur. Bu tehdit ilk zina eden, ilk hırsız­lık yapan, ilk içki içen hakkında gelmemiştir. Gerçi buna müş­riklerinin ilkinin de böyle olması muhtemeldir, hatta o buna da­ha layıktır. Çünkü o da şirk yolunu ilk açandır. O yüzden Rasû­lullah (s.) İbrahim'in (a.s.) dinini değiştiren (ve şirki o getiren) ilk kişi olan Amr b. Lühay Huzâî'ye cehennemde en büyük bir azapla azap edildiğini görmüştür. Yüce Allah'da "O'nu ilk inkar eden (ilk kâfir) olmayınız"[6] buyurmuştur. Yani son­ra, sizden sonrakiler sizi Örnek alıp size uyarlar da onların kü­fürlerinin günahı size de olur. Kötü bir yol açıp ardından devam etmesine ve insanlar tarafından izlenmesine neden olan kimse­nin durumu da böyledir.
Tirmizî İbn Abbas'tan şöyle rivayet etmiştir: Rasûlullah (s.) şöyle buyurdu: "Öldürülen kişi kıyamet günü başını ve alnı­nı ellerinin arasına almış, şahdamarından kan fışkırır halde ge­lir, 'Tâ Rabbi, sor şuna, beni niçin öldürmüş?" der. Sonra İbn Abbas'a, tevbe ettiğinde ne olacağından sordular. O (r.) ise "Her kim bir mü'mini kasten öldürürse onun cezası, içinde ebedî ka­lacağı cehennemdir"[7] ayetini okudu ve şöyle dedi: "Bu âyet neshediîmedi de, değiştirilmedi de. Ona tevbe ne fayda ve­rir?" Tirmizî: Bu hasen bir hadistir, demiştir.
Yine Tirmizî Nafı'den şöyle rivayet etmiştir: "Abdullah b. Ömer (r.) bir gün Kabe'ye baktı ve şöyle dedi: "Ne kadar büyük ve azametlisin. Dokunulmazlığın ne kadar büyük! Mü'minlerin Allah katındaki dokunulmazlığı ise seninkinden daha büyük!" Tirmizî: Bu hasen bir hadistir, demiştir.
Buhârî Semûre b. Cündüb'den (r,J şöyle rivayet etmiştir: "İnsanın ilk kirlenen yeri midesidir. Sizden her kim sadece he­lâl yemeye güç yetirirse yapsın. Her kim cennet ile kendi arası­na döktüğü bir avuç kanın girmesini engelleyebilirse, yapsın..."
Buhârî, İbn Ömer'den, Rasûlullah'm şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Mü'min haram bir kana bulaşmadığı sürece dininde bir genişlik içinde olmaya devam eder."
Buhârî, ibn Ömer'den şöyle rivayet etmiştir: "Kişinin ken­disini soktuğu çıkışı olmayan açmazlardan biri de dokunulmaz­lık hakkına sahip bir canı haksız yere öldürmesidir."
Buhârî ve Müslim'de Ebû Hureyre kanalıyla rivayet edilen bir hadiste Allah Rasûlü şöyle Duyurulmuştur: Müslümana söv­mek fasıklık, onu öldürmek ise küfürdür...
Her iki kaynakta Rasûlluh'tan rivayet edilen şu hadis yer almaktadır. "Ardımdan dönüp, birbirinizin boynunu uçuran kâ­firler olmayın.?
Buhârî, Rasûlluh'tan şöyle rivayet etmiştir: Her kim eman verilmiş bir kâfiri öldürürse cennetin kokusunu alamaz. Oysa onun kokusu (o kadar keskindir ki) kırk yıllık mesafeden almır."
Allah'ın, eman ve zimmet içindeki bir düşmanım öldüre­nin cezası bu ise, mü'min kulunu öldürenin cezası ne olur? Bir kadın açlıktan ve susuzluktan ölünceye kadar hapsettiği bir ke­diden dolayı cehenneme girmiş, Rasûlullah (s.) onu kedi yüzünü ve göğsünü tırmalarken görmüşse, suçsuz yere bir mü'min hap­se din ölene kadar orada tutanın cezası ne olur?
Sünen kitaplarının birinde Rasûlullah'm (s.) şu hadisi geç­mektedir: İCVallahi dünyanın yok olması Allah nezdinde, bir mü'mi-nin haksız yere öldürülmesinden daha küçük (bir hâdisejdir."

Zina Cürmü


Zina, en zararlı ve kötü cürümlerden olduğundan dolayı, öldürmeden sonraki en büyük günahtır. Zira zina insanlığın so­yunu koruma, namus ve şerefi muhafaza etme maslahatına ters düşer. İnsanlar arasında düşmanlık doğurur. Zira, onunla her bir kişinin hanımı kızı, bacısı, annesi kirletilir. Bu ise dünyanın yıkılması harap edilmesidir. Zina, bu kadar büyük günah oldu­ğundan dolayı Allah'ın (c.) kitabında ve Rasûlünün (s.) sözlerin­de daha önce geçtiği gibi- diğer büyük günahlarla birlikte zikre­dilmiştir.
İmam Ahmed: Adam öldürmekten sonra zinadan daha bü­yük bir günah bilmiyorum" demiştir.
Yüce Allah zinanın haramhğım şu buyruğuyla vurgula­mıştır: "Ve onlar (Rahman'm kulları) Allah ile beraber başka tanrıya yal varmazlar. Allah'ın haram ettiği canı haksız yere öl­dürmezler ve zina etmezler. Kim bunları yaparsa cezasını bulur. Kıyamet günü onun için azab kat kat yapılır ve azab'm içinde har ve hakir olarak kalır."[8]
Yüce Allah burada zinayı şirk ve adam öldürme ile birlik­te zikretmiş bunun cezasını, -kul olarak tevbe, iman ve salih amelle ortadan kaldırmadığı sürece- "katlandırılmış azapta ebe­dî olarak kalma" olarak beyan etmiştir.
Yine yüce Allah "Ve zinaya yaklaşmayın; zira o açık bir kö­tülüktür çok kötü bir yoldur."[9] buyurmuştur. Burada zinanın haddi zatında bir kötülük (fuhuş) olduğunu söylemiştir. "Fuhuş" son derece çirkin, bir çok hayvanın içinde çirkinliği yer­leşik bulunan bir kötülüktür.
Kişinin babasının hanımıyla evlenmesi daha çirkin oldu­ğundan onu daha çok yermiş, şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz bu, edepsizliktir, (Allah'ın) hışmıdır ve iğrenç bir yoldur."[10]
Yüce Allah kulun kurtuluşunu, namusunu zinadan koru­masına bağlı kılmıştır. Dolayısıyla onsuz kurtuluşun imkânı yoktur. Yüce Allah şöyle buyurur: "Felaha ulaştı (kurtuldu) o mü'minler. Ki onlar, namazlarında saygılıdırlar. Onlar boş şey­lerden yüz çevirirler. Onlar zekâtı verirler. Ve onlar ırzlarım ko­rurlar. Ancak eşleri, yahut sahip olduğu (cariyeler) hariç (bun­larla ilişkilerinden dolayı da) onlar kınanmazlar. Ama bunun ötesine gitmek isteyen olursa, işte onlar haddi aşanlardır."[11]
Bu, şu üç hususu içermektedir: Irzını korumayan felaha ulaşanlardan olamaz. O haddi aşanlardandır. Evet... O felah bulamaz, haddi aşma adım kazanır ve yerilmeyi hak eder. Halbu­ki şehvette karşı koymanın ve onunla mücadele etmenin acısı ve sıkıntısı bunların sadece bir kısmından daha basittir.
Bunun benzeri şudur: Yüce Allah Meâric sûresinde insanı yermiş, onun kaygılı ve telaşlı yaratıldığını, sevindirici veya üzücü hiçbir şeye sabredemez yapıda olduğunu anlatmıştır. Hatta ona bir hayır dokunsa cimrilik eder, vermez, bir kötülük dokunsa sabırsız, telaşlı davranır. Ancak Allah, bunlardan, kul­larından felaha erecek olanları müstesna tutmuş ve onlar ara­sında şunları zikretmiştir: "Irzlarını korurlar yalnız eşleri ya da ellerinin altında bulunan (cariyeleriyle beraber olurlar. Bundan ötürü de) onlar kınanmazlar."[12]
Yüce Allah peygamberine mü'minlere bakışlarından bazı­larını yummalarım (gözlerini dikip bakmamalarını), ırzlarını korumalarını emretmesini, kendisinin onları gördüğünü, her şeylerinden haberdar olduğunu haber vermesini emretmiştir.[13] Zira o "Gözlerifı'hâin (bakışlar)ım ve göğüslerin gizlediği düşün­celeri bilir".[14]
Zinanın başlangıcı bakış olduğundan dolayı ırzı koruma­dan önce bakışları yummak emredilmiştir. Çünkü bu olaylar ön­ce -çoğu yangınların küçücük bir kıvılcımdan başladığı gibi- ba­kıştan başlar. Önce bakış gerçekleşir, sonra akıldan geçirilir, sonra adım atılır, sonra günah gerçekleştirilir.
O yüzden şu dört şeyi koruyanın dinini koruyacağı söylen­miştir: Bakışlar, zihne uğrayan düşünceler, konuşmalar ve adımlar. Onun için kulun bu dört kapının bekçiliğini iyi yapma­sı, gediklerinden hiç ayrılmaması icap eder. Çünkü düşman onun yanma buralardan girer, diyar diyar gezip araştırır ve ele geçirdiğini mahveder.


[1] Mü'min, 36, 37
[2] Zumer, 53
[3] Maide, 32
[4] Nâziât, 46
[5] Ahkaf, 35
[6] Bakara, 41
[7] Nisa, 93
[8] Furkan, 68-70
[9] İsra, 32
[10] Nisa, 22
[11] Mü'minun, 1-7
[12] Mearic, 29-31
[13] Bkz. Nûr, 30, 31. (müt.)
[14] Mü'min, 19