Bu Blog içinde Ara

27 Haziran 2012 Çarşamba

Günahların Giriş Kapıları

Günahların Giriş Kapıları


Günahların çoğu kulun yurduna bu dört kapıdan girer. O yüzden bunların her birini ayrı bir fasılda uygun biçimde işleyelim.

Bakmak


Bakışlara gelince; o şehvetin elçisi ve öncüsüdür. Onu ko­rumak ırzı korumanın temelidir. Bakışlarını serbest bırakan ki­şi kendisini helak uçurumlarının kenarına götürmüştür.
Rasûlullah "Bakışını, başka bir bakış yaparak ikileme; sa­na sadece birincisi var, diğeri sana yok" buyurmuştur.
Müsned'de geçen bir hadiste Rasûlullah şöyle buyurmuş­tur: "Bakış iblisin oklarından zehirli bir oktur. Her kim bakışı­nı bir kadının güzelliklerinle bakmak) dan engellerse Allah onu kalbine, kendisiyle buluşana kadar devam edecek bir tatlılık-hoşluk bırakır."
Rasûlullah (s.) "Gözlerinizi engelleyin, ırzınızı koruyun" buyurmuştur. Yine "Yollarda oturmaktan kaçının" buyurmuş, oradakiler "Yâ Rasûlallah! oralar bizim oturduğumuz, sohbet et­tiğimiz yerler, ona mecburuz" deyince O "Mutlaka yapacaksanız yola hakkını verin" buyurmuş onlar "Yolun hakkı nedir?" diye sorunca "Bakışı engellemek, eziyet etmemek ve selama karşılık vermek" buyurmuştur.
Bakmak insanın başına gelen olayların ve belâların büyük çoğunluğunun kaynağıdır. Çünkü bakmak, zihinde hayali doğu­rur. Hayal düşünceyi, düşünce şehveti, şehvet iradeyi doğurur. Sonra irade güçlenir ve kesin karara dönüşür. Ardından -bir en­gel çıkmadıkça- hadise mutlaka vuku bulur. Bu hususta şöyle denmiştir: "Gözü bakıştan engelleme de sabretmek, bakış sonra­sındaki acıya sabretmekten daha kolaydır."
Şair der ki:
Tüm vukuatların başlangıcı bakıştır.
Yangınların çoğu küçük kıvılcımdandır.
Nice bakışlar sahibinin kalbine
Yay ile kiriş arasındaki okun yaptığını yapmıştır.
Kulun sürekli gözlere bakan bir gözü oldukça
Hayalinde durdurulur o bakışları ve düşüncesinde.
Bakışın zararlarından biri de kişide iştiyaklar, arzular, iç çekmeler, iç yanmalar bırakmasıdır. Kul, gücünün yetmediği, yapmamaya sabır ve tahammül edemediği şeyi görür. Bu en bü­yük azaplardandır. Yani bazısına sabır ve tahammül edemedi­ğin bazısına da gücünün yetmedii şeye bakıp durman. Şair der ki:
Bakışım bir gün öncü olarak kalbine gönderdiğinde Görüntüler seni yordu, bitirdi. Gördün o vakit hepsine kemdir olamadığın Bazısına karşı da kendini tutamadığın şeyleri.
Bu beyit biraz açıklamaya gereksinim duymaktadır. Şair diyor ki:
"Sen biç bir şeyine sabredemediğin hiç güç yetiremediğin şeyi görüyorsun." Çünkü "Hepsine kaadir olamadığın" ifadesi "toplamına güç yetirme"nin olamadığını güç yetirilemediğini an­latmaktadır ki, q da teker teker hepsine "güç yetirilemediğini" zorunlu kılar. Yani anlamı "hiç birine güç yetiremediğin"dir.
Nice bakışlar daha yaydan çıkmadan kişiyi ölü olarak ye­re düşürmüştür. Şair der ki:
Ah o bakan! Bakışları yola çıkar çıkmaz, Bakışlar arasında Ölü düşen
Benim de bir kaç dizem var buna yakın:
Selamette olmaktan bıkmışçasına gönderdi bakışlarını hızlıca
Durdu, güzel sandığı bir harabe üzerinde,
Ardından bakışlar gönderdi.
Sonunda bakışlar arasında cansız yere düştü.
İşin garibi; bakanın bakışı öyle bir oktur ki, bakanın kal­binde bir yer ayarlamadıkça bakılana ulaşmaz. Bir kasidemde şu dizeler yer alıyor:
Ey bakış oklarını atan, çaba sarfeden.
Attığın okla ölen sensin; vurma hedefi
Ey şifa arayan bakışlar gönderen
Elçini gönderme ki sana helak getirmesin.
Bundan daha garibi; bakış kalbi iyice yaralar, sonra yara üzerine yara açar. Sonra yaranın acısı onun tekrarlanmasını is­temesine engel olmaz. Yine bu anlamda şu dizelerim var:
Bakış üzerine bakışa devam ettin
Her güzelin her yakışıklının ardından.
Onu yaranın merhemi sanıyorsun.
Ama o gerçekte yara üzerine yaradır.
Gözlerini bakışlarla ve ağlamakla boğazladın.
Senin kalbin boğazlanmış, hem nasıl boğazlanmış.
Nitekim "Bakışları zaptetmek sürekli üzüntü yaşamaktan daha hafiftir" denmiştir.

Akla Gelen Fikirler


Akla gelip geçen fikirler (=haterât vesveseler) ise (bakış­tan) daha zordur. Bunlar hayır ve şerrin başlangıcıdırlar, ira­deler, kasıtlar, niyetler ve kararlar bundan doğar. Fikirlerine-vesveselerine hakim olan kişi nefsinin dizginini eline almış ve hevâ-hevesini dize getirmiştir. Her kime de fikirleri-vesvesele­ri galebe çalarsa, hevası ve nefsi üzerinde daha hakim olur. Her kim fikir ve vesveselerini kale almazsa bunlar onu helaka sürükler.
Fikirler kalbe sürekli gelip durur, sonunda boş temenniler haline dönüşürler: "(İnkar edenlerin amelleri) düz arazideki se­rap gibidir. Susayan, onu su sanır, fakat yanına gelince hiçbir şey olmadığını anlar ve yanında Allah'ı bulur; Allah onun hesa­bını tam görür. O, hesabı çabuk görendir."[1]
İnsanların en düşük gayretlileri ve en bayağı nefislileri gerçekler yerine asılsız temennilere razı olan, onlarla avunma­ya çalışan, bunları aklına getirmeye çalışandır. Vallahi bunlar iflas etmişlerin sermayeleri, işsizlerin ticaret mallarıdır. Bunlar vuslat yerine hayallerin zihnine uğramasıyla, hakikatler yerine yalancı ümitlerle avunun, boş nefislerin gıdasıdır. Şairin dediği gibi:
Su'dâdan susuzluğu gideren hayaller temenniler Su'da bunlarla bizi soğuk suya kandırdı. Temenniler Hayaller...gerçek olsa en güzel şeyler Yoksa da... Onlarla tasasız bir vakit yaşamış olduk.
Bu insana en zararlı şeydir. Acizlik ve tembellik bundan doğar, tefrit, pişmanlık ve keder bundan neş'et eder. Temennici kişi fiziksel olarak olayı gerçekleştiremeyince kadının görüntü­sünü kalbine koyar, onunla sarılır, onu okşar. Böylece fikrinin çizdiği hayali ve vehmî bir fotoğrafı sürekli izler durur.
Bu ona hiç bir fayda vermez. Onun hali, zihninde yiyecek ve içeceği, canlandıran ona yeyip içmeyen aç susuz kişinin hali­ne benzer.
Buna sığınmak ve bunu celp etmek nefsin bayalığına ve if­lasına delalet eder. Çünkü nefsin şerefi, zekâsı, paklığı ve yüce­liği gerçeği bulunmayan her hayali silmek ve onun aklına gel­mesine razı ohnamak, ondan iğrenmekledir.
Sonra hayaller şu dört esas etrafında döner: Dünyevi fay­dalar sağlayan hayaller. O zararları def eden hayaller, uhrevî maslahat sağlayan hayaller. Uhrevî zararları def eden hayaller.
Öyleyse kul hayallerini fikirlerini ve tasalarını bu dört kı­sımda sınıflandırsın. Bunlardan birini yapabilecekken başkası hatırına terketmesin. Şayet hayaller ilintili oldukları hususlar­la ilgili birden çok olursa elden kaçmasından korkulan en önem­lisi öne alınsın, önemli olmayan ve elden kaçmasından korkul­mayan ertelensin.
Geride iki kısım kaldı: Bir: Önemli ve elden kaçmayacak hayaller İki: Önemsiz (çok önemli değil) ancak elden kaçacak hayaller. Bunların her birinde öne alınmasını icap ettirecek noktalar var. İşte tereddüt ve şaşkınlık burada olur. Çok önemli öne nacak olsa daha az önemlisinin elden kaçırılmasından korkuhır, az önemli öne alınsa onunla iştigalden dolayı önemli olan el­den gider. Yine bazen, bir araya getirilemeyen, biri yapılırken diğeri elden kaçırılan iki şeyle birden karşılaşılabilir. İşte bura­sı akıl, fıkıh (anlayış) ve bilginin kullanılma yeridir. Yükselen buradan yükselir, başaran da kaybeden de buradan başarır ve kaybeder. Aklını ve bilgisini büyük gören nicelerinin elden kaç­mayacak az önemliyi elden kaçacak çok önemliye tercih ettiğini görürsün. Bundan selamette olanı göremezsin. Herkes az veya çok buna düşer.
Bu konuda hakem; şeriat ve aklın üzerine kurulduğu (Al­lah'ın) yaratmasında ve hüküm vermesinde temel olan şu büyük kaidedir: Daha büyük bir maslahat elde etmek için daha azı terke-dilir, daha büyük zarar ve belâyı defetmek için daha azı işlenir.

Akıllı Kişinin Hayalleri


İşte akıllı kişinin düşünce ve hayalleri bunlardan ötesine tenezzül etmez şeriat da bunlarla gelmiştir, dünya ve ahiretin maslahatları bundadır ve onların sağlıklı yürümesi de ancak bununla olur.
Fikir ve hayallerin en yücesi, en değerlisi ve faydalısı Al­lah ve ahiret günü için olanıdır. Allah için olanı beş çeşittir:
Bir: Yüce Allah'ın indirdiği Kur'an'm âyetlerini, bunlarla ilintili şeyleri tefekkür etmek, yüce Allah'ın muradını, ne demek istediğini anlamaya çalışmak. Zaten Yüce Allah onu asıl bunun için indirmiştir. Sadece okumak için değil. Hatta okumak buna bir vesiledir.
Seleften bir zat: "Kur'an kendisiyle amel edilmek için indi­rilmiştir. Öyleyse okumasını da bir amel edinin (terakki edin o babdan yapın)" demiştir.
İki: Kainatta müşahede edilen, görülen (varlığının ve yü­celiğinin) âyetlerini tefekkür edip onlardan ibret almak, onlarla isimlerine, sıfatlarına, hikmetine, ihsanına iyiliğine ve cömertli­ğine ulaşmak. Nitekim Yüce Allah da kullarım âyet ve nişane­lerini tefekkür ve tedebbür etmeye ve zihni ona takmaya teşvik etmiş, bunlardan gafil kalanı yermiştir.
Üç: Yüce Allah'ın yaratıklarına iyiliklerini, ihsanlarını yağdırdığı nimetleri ve rahmetinin, bağışlamasının ve sabrının genişliğini tefekkür etmek.
Bu üç kısım kalpte Allah'ı tanıma, Allah sevgisi korkusu ve ümidini doğurur.
Zikirle (dille anmayla) birlikte sürekli biçimde bu düşünce içerisinde olmak kalbi iyice Allah bilgisine ve sevgisine boyar.
Dört: Nefsin kusurlarını, felaketlerini ve yapılan amellerin kusurlarını tefekkür etmek. Bu düşünce çok faydalıdır, her hay­rın kapısıdır. Nefs-i emmareyi (kötülüğü emreden nefis) kırma­da etkilidir. O kırılınca mutmain (Allah'ın zikriyle tatmin olup durulmuş) nefis yaşama geçer, dirilir ve hakimiyet onun eline ge­çer. O da kalbi diriltir. Memleketinde artık onun sözü geçer, va­lilerini ve komutanlarını kendi yararına dört bir yana gönderir.
Beş: İçinde bulunduğu vaktin gerektirdiğini, anın vazifesi­ni düşünüp türri gayretini onda yoğunlaştırmak. Çünkü arif vaktinin adamıdır. Onu zavi ettiğinde bütün maslahatları zayi olur. Çünkü tüm maslahat ve yararlar ancak vakitten doğar. Ki­şi içinde bulunduğu vakti değerlendirmeyince onu ebediyyen te­lafi edemez.
Şafiî (r.) derki: Sofilerle arkadaşlık yaptım, onlardan sade­ce şu iki cümle kazandım/ istifa ettim. Birisi: "Vakit kılıçtır. Sen onu kesersen ne âlâ, kesmezsen o seni keser" idi. İkincisi: "Nef­sini hak ile meşgul etmezsen, o seni batıl ile oyalar" idi.
İnsanın zamanı hakikatte onun ömrüdür. Zaman insanın ebedî nimetler içinde cennetteki yaşamının da maddesi/kayna­ğıdır, elem verici azaptaki (cehennemdeki) sıkıntılı yaşamında o buluttan daha hızlı geçer. İnsanın hangi vakti Allah için ve Al­lah'la geçmiş ise, işte onun hayatı ve ömrü odur. Onun dışında­ki ömründen sayılmaz, onun dışındaki hayatı hayvanlar hayatı­dır. Kişi vaktini gaflet, eğlence ve ütopik hayaller de harcıyorsa, en hayırlı vakti uyku ve boş oturma/ hiçbir şey yapmama ile ge­çirdiği vakitse... Onun ölümü yaşamından hayırlıdır.
Kul namazda iken namazından kendisine sadece ondan aklettiği ve şuurunda olduğu kadarı kaldığına göre, kendisine ömründen sadece Allah için olanı ve Allah'la geçirileni vardır.
Saydığımız kısımların dışındaki fikir ve hayaller ya şeyta­nî vesveseler, ya ütopik hayaller, ya da yalancı aldatmacalardır. Bunlar sarhoşlar, uyuşturucu kullananlar ve psikolojik rahat­sızlığı bulunan şüpheciler gibi sağlıklı bir akla sahip olmayanla­rın hayal ve düşünceleri gibidir. Hakikatler ortaya çıktığında bunların lisan-ı hâlleri şöyle der:
Mahşerde benim makamım şu gördüğüm şey ise Hakikaten günlerimi boşa harcamışım. Nefsimin bir süre yaşadığı sadece hayal-temenni Şimdi onu "saçma sapan rüyalar" gibi sanıyorum.
İyi bil ki fikrin (hatır, akıldan gelip geçen düşünce) akla gelmesi zarar vermez. Asıl zararlı olan onu çağırmak, onunla sohbet etmektir. Zira hayal, yoldan geçen gibidir. Ona dokun­mazsan seni bırakıp gider. Ama onu çağırır, davet edersen seni konuşmaları ve aldatmalarıyla büyüler. Bu boş ve âdı bir nefis için en basit ve önemsiz bir şey, mutmain, yüce ve şerefli bir ne­fis için ise en ağır şeydir.
Yüce Allah insana iki nefis koymuştur: nefs-i emmâre ve nefs-i mutmainne. Bunlar birbirlerinin düşmanıdırlar. Birine ağır gelen diğerine hafif gelir, birine acı veren diğerine zevk verir. O yüzden nefs-i emmâreye Allah için çalışmak ve O'nun rızasını kendi arzu ve hevesine tercih etmekten -ki kendisi için bundan faydalısı yoktur- daha ağır gelen bir şey yoktur. Nefs-i Mutmainneye ise Allah'tan başkası için çalışmak, heva-hevesin istediği gibi yapmaktan daha ağır gelen bir şey yok­tur. Melek bu kişiyle birlikte, kalbinin sağında, şeytan da onunla birlikte ve kalbinin solundadır. Savaşlar kişinin dün­yadaki süresi bitene kadar devam eder. Batılın tümü şeytan ve nefs-i emmâreden taraf olur, hakkın tümü ise melek ve nefs-i mutmainne tarafım tutar. Harp sürekli bir çekişme için­de farklı zamanlarda farklı tarafların galibiyetiyle devam eder gider. Zafer ise sabırladır. Her kim sabreder, direnir, nöbet tu­tar uyanık olur ve Allah'tan sakınırsa dünya ve ahirette güzel son onun olur. Yüce Allah değişmez bir kural, hüküm koymuş­tur ki "Güzel son takvanın", "güzel akibet takva ehlinindir."
Kalp boş bir levhadır. Akla gelen hayal ve düşünceler ise ora­ya çizilen resim ve nakışlardır. Akıllı kişi levhasının yalan, al­datmaca, kandırmaca boş temenniler ve hakikati olmayan ha­yallerle nakşedilmesine nasıl razı olur? Bu süslemeleri ve na­kışları yaptıran kişide hikmet, ilim ve istikametten ne vardır? Kişi kalbine daha sonra faydalı nakışları yaptırmak istese, bu, faydasız bilgilerin yazılı olduğu bir kağıdın üzerine faydalı bil­giler yazmaya benzer. O yüzden düşük fikirler ve hayaller kalpten armdırılmadığı, boşaltılmadığı sürece onda faydalı fi­kirler yerleşmez. Çünkü onlar ancak boş yere yerleşirler. Ni­tekim şair şöyle der:
Ben hiçbir aşk tanımadan (o kadının) aşkı uğradı bana Boş kalbe denk geldi de iyice yerleşti onda.
Sülük ehli kimselerin pek çoğuda suluklarını '"düşünce ve hayallere karşı uyanık olup onları kalplere girdirmeme" üzerine bina etmişlerdir. Böylece kalpleri bomboş ve keşif için kalplerin­de yüce hakikatlerin tecelli etmesi ortaya çıkması için müsait hale gelir. Bunlar kalplerim bazı zararlı şeylerden korumuşlar ancak bazı şeylerin farkına varamamışlardır. Çünkü kalplerini her türlü düşünceden uzak tutmuşlar, kalpleri bomboş kalmış, şeytan geldiğinde kalbi boş bulup, ona sahibine uygun düşünce­ler atmıştır. Düşük-bayağı fikirlerle meşgul edemeyeceğinden kalbini onu "her kulun kurtuluşunun ve selametinin vesilesi olan her türlü istek ve irade"den de boşaltma isteğiyle doldur­muştur. (Yani tek çabası kalbi bomboş tutmak olmuştur.) Hal­buki Allah'ın bir takım irade ve istekleri vardır ki kulun selame­ti ancak bunların kalbini istila etmesiyle mümkündür. Bunlar Allah'ın dinî şer'î istekleri ve yapılmasına razı olduğu yararlı şeylerdir. Kalbi onlarla meşgul etmek, uygulamak için detayla-nyla öğrenmeye çalışmak, yapmak, insanlar arasında uygula­mak ve halkın arasına girerek gerçekleştirmeye çalışmak Al­lah'ın istediği ve razı olduğu şeylerdendir. Ancak şeytan onları dünyevî fikirlerden ve onlara sebep olan şeylerden uzak kalma babından bunu terke ve kalbi bomboş bırakmaya teşvik ederek, bu yararlı şeylerden saptırmış uzaklaştırmıştır. Onlara kemallerinin bu "soyutlanma" ve "boşalma"da olduğu vehmini vermiş­tir. Heyhat heyhat! Asıl kemâl kalbi, Rabb'in insanlardan ve kuldan istediği ve razı olduğu şeyleri elde etme düşünce, fikir ve niyetleriyle doldurmada, bu tür şeylere ulaştırıcı yolları düşün­mededir. İnsanların en erdemlileri bu tür düşünceler, fikirler ve hayaller taşıyan kimseler, en düşükleri ise düşünceleri fikirleri ve hayalleri haz ve zevkleri yönünde olan kimselerdir. Allah'tan yardım dileriz.
O yüzden Hz. Ömer Rabbinin rızası bulunan bir çok şeyi bir arada düşünür, bunu namazında yaptığı olurdu. Namazday­ken (zihninde) orduyu savaşa hazırlardı. Böylece hem cihad hem de namazı birlikte yapardı. Bu birçok ibadetin bir ibadette birbirine geçmesi babındandır. Bu değerli ve nadir bilinen bir husustur. Onu ancak (Allah rızasını) talepte usta ve samimi, ilimde derin, yüksek gayret sahibi kimseler bilir. Bu kişi yap­makta olduğu ibadete bir çok ibadeti girdirir. Bu Allah'ın (c.) lü­tuf ve keremidir, onu dilediğine verir.

Konuşmalar


Konuşmalara gelince; onların korunması ağızdan bir tane olsun boş söz çıkarmamakla, o da; sadece dinine bir kâr ve artı getirecek şey konuşmakla olur. Bir şey konuşmak istediğinde onda bir kâr ve fayda var mı yok mu diye bakar. Hiç bir kârı yoksa dilini tutar, konuşmaz. Bir kârı varsa, bu kez de bunu söylediğinizden daha kârlı bir sözü kaçırmış olur mu olmaz mı diye bakar, öyle olacaksa, onu yine konuşmaz.
Eğer kalptekini öğrenmek istiyorsan dilin hareketine bak; çünkü o seni -sahibi istese de istemese de- kalpte olana mutlaka götürür.
Yahya b. Muaz der ki: "Kalp kazan gibidir, içindeküerler kaynar durur. Onun kepçesi de dildir" Konuşurken adamın dili­ne (konuşmasına) bak; o sana -acı veya ekşi, tatlı veya acı- kalp­tekini kepçeleyip sunmaktadır. Kazandan kepçeyle çıkardığınla yemeğin tadına baktığın gibi, onun bir kepçe olan dilinin kalbin­den çıkardığıyla kalbindekinin tadını bilirsin. Böylece işin haki­katini öğrenirsin.
Enes'in rivayet ettiğine göre Rasûlullah (s.) şöyle buyur­muştur: Kulun kalbi düzgün olmadıkça imanı düzgün olmaz, di­li düzgün olmadıkça da kalbi düzgün olmaz."
Rasûlullah'a, insanları cehenneme en çok neyin soktuğu soruldu, "Ağız ve ferç (cinsel organ)!" buyurdu. Tirmizî sahih bir hadistir, demiştir.
Muaz (r.) Rasûlullah'a onu cennete sokacak, cehennemden uzaklaştıracak ameli sordu. O da onun başını ve zirvesini açıkla­dıktan sonra "Sana bunların hepsim kapsayan şeyi söyleyeyim mi?" dedi. O "Evet Ya Rasûlullah!" dedi. Rasûlullah kendi dilini tuttu ve "Bunu koru, engelle" dedi. O (r.): "Biz hakikaten konuş­tuklarımızdan sorumlu muyuz?" dedi. Rasûllullah: "Anan seni kaybetsin ey Muaz! İnsanları yüzleri üzeri -bir rivayete göre: çe­neleri üzeri- (cehenneme) atan dillerinin kazandıklarından başa nedir ki?" buyurdu. Tirmizî: Bu hasen-sahih hadistir, demiştir.
Hayret edilecek bir durum ki insana haram yemek, zulüm, zina, hırsızlık, içki içme, ,harama bakma vs.den korunmak ve kaçınmak kolay geliyor da dilinin hareketini kontrol altına al­mak zor geliyor. Zühd, dindarlık ve çok ibadette parmakla işa­ret edilen adamı görürsün; ne dediğini bilmeksizin ve önemse-meksizin Allah'ın gazabını celbedecek öyle sözler sarfederki, tek kelimesinden dolayı doğuyla batı arasındaki mesafeden daha derinlere düşer. Fuhşiyattan ve zulümden şiddetle sakınan nice insanların ne dediğine dikkat etmeksizin, sürekli hayatta olan­lara ve ölmüşlere iftira attığını görürsün.
Hadisenin dehşetini öğrenmek istiyorsan Müslim'in sa-hih'inde Cündüb b. Abdullah kanalıyla rivayet ettiği Rasûlul-lah'ın şu hadisine bak: "Adamın biri: Vallahi Allah filanı affet­meyecek," dedi. Bunun üzerine Allah, "Kimmiş o benim hakkım­da ahkam keserek filanı affetmeyeceğimi söyleyen. İşte... O fila­nı affettim, kendisinin amelini ise yok ettim, sildim." dedi. İşte Allah'ın dilediği kadar (yıllarca) O'na ibadet eden bu âbidin tek bir sözünden dolayı bütün amelleri silinmiştir.
Aynı hadisi Ebû Hureyre de rivayet etmiştir. Ebû Hureyre sonunda şöyle demiştir: "Dünyasını ve dinini helak eden bir cümle konuştu."
Buhârî ve Müslim'in Ebû Hureyre kanalıyla rivayet ettik­leri hadiste Allah Rasûlü şöyle buyurmuştur.: "Kul dikkatsizce Allah'ı razı edecek öylesi bir söz söyler ki Allah bununla onu yüksek derecelere yükseltir. Yine kul, farkında olmadan/dikkat­sizce Allah'ın gadabim celbedecek öylesi bir söz söyler ki Allah onu cehennemine sokar." Müslim'in rivayeti şöyledir: "Kul, ne kadar çirkin olduğunu bilmediği bir söz söyler. Ondan dolayı ce­henneme, doğuyla batı arası (derinliğine) atılır."
Tirmizî'nin Bilal b. Haris Müzenî'nin rivayetiyle zikrettiği hadisin lafzı da şöyledir: "Biriniz Allah'ı razı edecek öyle bir söz söyler ki, ulaştığı noktayı tahmin edemez; Allah buluşuncaya kadar ondan hoşnutluğunu yazar. Biriniz Allah'ı kızdıracak öy­le söz söyler ki, o kadar çirkin olduğunu tahmin edemediği bu söz Allah'ın onu, Allah'a varacağı güne kadar gadabim yazması­na sebep olur.
Tirmizî Enes'ten (r.) şöyle rivayet etmiştir: Sahabeden biri vefat etmişti. Bir adam "Cennetle sevin" dedi. Rasûlullah "Nereden biliyorsun? Belki de kendisini ilgilendirmeyen bir şey konuşmuş veya kendisinden bir şey eksiltmeyecek bir mal­da cimri davranmıştı?" dedi. Tirmizî: Bu hasen bir hadistir, demiştir.
Buharı ve Müslim'in Ebû Hureyre'den rivayet ettiklerim göre Rasûlullah: "Her kim Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsa hayır konuşsun veya susun." buyurmuştur.
Müslim'in rivayetinin lafzı şöyledir: "Her kim Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsa bir şeye tanık olunca hayır konuşsun veya sussun."
Tirmizî'nin sahih senedle rivayet ettiği bir hadiste Allah Rasulü "Kişinin İslâmmın iyiliğinden biri de kendisim ilgilen­dirmeyen şeyleri terketmesidir" buyurmuştur.
Tirmizî Süfyan b. Abdullah Sekafî'den şöyle rivayet etmiş­tir: Dedim ki: "Yâ Rasûlullah! bana İslâm'da öyle bir şey söyle ki, senden sonra kimseye ondan sormayayım." Rasûlullah: "Al­lah'a inandım, de sonra dosdoğru ol" buyurdu. Sonra "Ya Rasû­lullah, hakkımda en çok korktuğun şey nedir?" dedim. Kendi di­lin tuttu ve "Bu" buyurdu. Hadis sahihtir.
Peygamberin hanımı Ümmü Habîbe Rasûlullah'dan (s.) şöyle rivayet etmiştir: Âdem oğlunun sözlerinin hepsi de lehi­ne değil, aleyhinedir. Ancak bir iyiliği emir veya bir kötülükten nehiy ya da Allah'ı zikir müstesna." Timizi: Hadis hasendir, demiştir.
Başka bir hadiste şöyle buyurmuştur: "Kul sabahladığında tüm âzâlar bile hatırlatmada bulunarak şöyle derler: Bizim için Allah'tan kork. Çünkü biz sana bağlıyız. Düzgün olursan düz­gün olur. Eğrilirsen eğriliriz."
Seleften bir zât "sıcak bir gün" "Bu gün soğuk" gibi sözle­rinden dolayı kendisini hesaba çekerdi. Büyük bir âlim (vefatın­dan sonra) rüyada görüldü. Halini sordular. Dedi ki: söylediğim bir sözden 'dolayı hesaba çekiliyorum. "İnsanların yağmura ne kadar da ihtiyaçları var" demiştim. Bana: Nereden biliyorsun? Ben kullarımın yararına olanı daha iyi bilirim" denildi
En kolay hareket eden uzuv dildir ve dil, kula en zararlı uzuvdur.
Selef ve Halef âlimleri insanın tüm söylediklerinin mi yok­sa iyi ve kötü olanlarının mı kaydedildiği hususunda iki farklı görüşe sahiptirler ve en doğruya yakım birincisi, yani hepsinin kaydedildiğini söyleyen görüştür.
Seleften bir zât şöyle der: "Adem oğlunun sözlerinin hepsi de aleyhinedir. Ancak Allah rahmanı olan ve benzeri sözler müstesna," Ebû Bekir (r.) dilini tutar ve "İşte beni helaklara bu sürükledi" derdi. Söz senin esirindir. Ağzından çıkınca sen onun esiri olursun. Allah (c.) her konuşamn dilinin yanındadır: " (İn­san), hiç bir söz söyleyemez ki yanında (onu) gözetleyen dedikle­rini zapteden (bir melek) hazır bulunmasın"[2]
Dilin iki büyük âfeti-felaketi vardır. Kişi bunun birinden kurtulsa diğerinden kurtulamaz. Konuşma âfeti ve susma âfeti. Bazen her birinin, vaktinde, diğerinden büyük günahı olduğu olur. Örneğin hakkı söylemeyip susan dilsiz şeytandır, Allah'a (c.) âsîdir, başına bir şey gelmesinden korkmadığı halde yapmış­sa riyakâr ve yağcıdır. Batıl konuşan da, konuşan bir şeytan ve Allah'a âsî biridir. İnsanların çoğu konuşmasında ve susmasın­da bu iki türden birindendir, itidalden sapmıştır. İtidal ehli ise -ki doğru yolun sahipleri onlardır- dillerini batıl konuşmadan engeller ve ahirette kendilerine fayda getirecek durumlarda so­runa kadar serbest bırakırlar. Onların -bırak ahiretlerine zarar vereceği- boş ve yararsız bir kelime dahi konuşmadıklarım gö­rürsün. Kul kıyamet günü dağlar gibi sevaplarla gelir ve dilinin onu tamamiyle yıkıp mahvettiğini görür. Yine dağlar gibi gü­nahlarla gelir ve dilinin Allah'ı zikir ve benzeri şeylerle onları yıkıp yok ettiğini görür.
Adımlara gelince; onları korumak ayağı ancak, sevap um­duğu yere doğru hareket ettirmekle olur. Eğer attığı adımda ka­zanılacak bir sevap yoksa oturması onun için daha iyidir. Kul mubaha doğru attığı her adımı, onunla ibadeti ve Allah'a (c.) ya­kınlaşmayı niyetlemek suretiyle bir ibadete dönüştürebilir. Böy­lece adımı bir ibadet olur. Asıl tökezleme, ayağın tökezlemesi ve dilin tökezlemesi olmak üzere iki tane olduğundan yüce Allah'ın şu âyetin de bunlar birlikte zikredilmişlerdir: "Rahman'm kulla­rı ki yeryüzünde mütevazİ olarak yürürler, cahiller kendilerine lâf atarsa "selâm" der (geçer)ler."[3] Yüce Allah bura­da onları sözlerinde ve adımlarında düzgün ve doğru yol üzere olmakla vasıflandırmıştır. Yüce Allah şu âyette bakışlarla akla gelen hayal ve düşünceleri birlikte zikretmiştir. "(Allah) gözle­rin hain (bakışlar)ını ve göğüslerin gizlediği düşünceleri bilir."[4]
Bunların hepsini fuhşiyatın haramlüığı ve ırzı korumanın vacipliğinin girişinde zikretmiştik.
Rasûlullah (s.) "insanları cehenneme en çok sokan şeyler ağız (dil) ile ferçdir." buyurdu.
Buharı ve Müslim Rasûlullah'dan şunu rivayet etmişlerdir. Bir müslümamn kanı (nın dökülmesi) ancak şu üç şeyden biri se­bebiyle helâl olur: Zina etmiş evli, cana karşı can (kısas) ve dini­ni terkedip cemaati (müslümanları) bırakan". Bu hadiste zina­nın küfür ve öldürme ile birlikte zikredilmesi, Furkan süresinde­ki âyete ve ibn Mesud'un rivayet ettiği hadise benzemektedir.
Rasûlullah bunları en yaygınından en az yaygına doğru sı­ralamıştır. Çünkü zina, öldürmekten, öldürmek de irtidattan (dinden dönmeden) daha yaygındır. Yine O büyük günahtan daha büyüğüne göre sıralamıştı. Zira zinanın zararı dünyanın sağ­lık ve selametini tehdit eder. Çünkü kadın zina ettiğinde ailesi­ne, eşine ve akrabalarına leke getirir. Onları insanlar önünde boynu eğik yapar. Kadın zinadan hamile kaldığında; şayet bebe­ğini öldürürse zinaya öldürmek de eklemiş olur. Eğer kocasıyla evliyken doğurursa kendisinin ailesine ve eşinin ailesine onlar­dan olmayan bir yabancı sokmuş ve kendilerinden olmadığı hal­de çocuğu onlara vâris kılmış olur. Çocuk onları görür, onlarla başbaşa kalır ve onlardan olmadığı halde onlara nisbet edilir, onların soyundan ailesinden kabul edilir. Ve daha pek çok za­rarları. Erkeğin zinasına gelince; o da soyların birbirine karış­masına yol açar. Adam namuslu kadını bozmuş, kirletmiş, helâ-ka ve bozulmaya maruz bırakmış olur. Kısaca bu büyük günah dünya ve ahireti harap eder. Zina ile nice haramlar helâl kılın­mış, nice haklar çiğnenmiş, nice zulümler vuku bulmuştur.
Zinanın bir özelliği de fakirliğe, Ömrün kısalmasına yol aç­ması, insanlar arasında sevimsizlik ve nefret giysisi giydirme sidir.
Zina kalbi dağınık ve dalgın yapar, (öldürdüğü kalbi Öldü­rür), öldürmediğini en azından hasta eder, kişiye keder, hüzün ve korku verir, sahibini melekten uzaklaştırıp şeytana yaklaştı­rır. Öldürmeden sonra ondan daha zararlı ve kötü bir şey yok­tur. O yüzden cezası en çirkin en dehşetli ve en zor biçimde öl­dürülmek yapılmıştır. Kişiye, hanımının veya akrabasından bir kadının öldürüldüğünü duyması, onu zina ettiğini duymasından daha hafif gelir.
Sa'd b. Ubâde "Bir adamı bir kadınla zina eder halde gör­sem onu acımaksızm kılıçla öldürürüm" dedi. Bu Rasûlullah'a ulaşınca şöyle buyurdu: "Sa'd'm kıskançlığına hayret mi ediyor­sunuz? Vallahi ben ondan daha kıskancım, Allah da benden da­ha kıskançtır. Allah, kıskançlığından dolayı açık ve gizli tüm fuhşiyatı haram kılmıştır." Buhârî ve Müslim.
Yine Buhârî ve Müslim'de Rasûlullah'dan (s.) şu hadis ri­vayet edilmektedir: "Allah kıskanır, mü'min de kıskanır. Al­lah'ın kıskanması kulunun, haram kıldığı şeyi yapmasıdır."
Buhârî ve Müslim'de rivayet edilen hadiste Allah Rasûlü (a.s) şöyle buyurmuştur. "Allah'dan daha kıskanç kimse yoktur.
O yüzden açık ve gizli tüm fuhşiyatı haram kılmıştır. Kendin­den özür dilenmeyi (tevbe edilmeyi) Allah'dan daha çok seven yoktur. O sebeple müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak peygam­berler göndermiştir. Övülmeyi Allah'dan daha çok seven hiç kimse yoktur. O yüzden kendisini övmüştür."
Buhâri ve Müslim de Resûlullah'ın Güneş tutulmasmdaki hutbesinde şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Ey Muhammed ümmeti! Vallahi hiç kimse Allah'ın erkek veya kadın kulunun zina etmesini kıskanmasından daha çok kıskançlık duyamaz. Ey Muhammed ümmeti! Şayet benim bildiklerimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız. "Rasûlullah sonra ellerini kaldırdı ve "Allahım! tebliğ edip ulaştırdın mı?" dedi.
Güneş tutulması namazı sonrasında özelikle bu büyük gü­nahtan bahsedilmesinde, düşünen için büyük bir sır vardır. Çünkü zinanın aşikâre yapılması dünyanın harap oluşunun emârelerindendir. Bu aynı zamanda kıyametin alametlerinden-dir. Nitekim Buhârî ve Müslim Enes'ten şöyle rivayet etmişler­dir: Vallahi size öyle bir hadis söyleyeceğim ki onu size benim dı­şımda hiç kimse anlatmamıştır. Rasûlullah'ı şöyle derken işit­tim: Kıyametin alametlerinden bazıları ilmin kalkıp cehaletin yaygınlaşması, içki içilmesi, zinanın yaygınlaşması, erkeklerin azalıp kadınların çoğalmasıdır. Öyle ki elli kişinin başında (ge­çimlerini vs. sağlayan) bir erkek bulunur.
Yüce Allah'ın kullarıyla muamelesi tarih boyunca söyle sü­regelmiştir: Zina yaygınlaşıp aşikâre yapıldığında Allah gadap-lanır, gadab şiddetlenir ve bu yeryüzünde bir cezalandırma şek­linde tecelli eder. Abdullah b. Mesud (r.): "Bir kasabada faiz ve zina yaygınlaşırsa Yüce Allah mutlaka, oranın helak edilmesine izin verir." demiştir.
Israiloğullarmdan bir âlim, oğlunun göz ucuyla bir kadına baktığını gördü. Baba birden koltuğundan yere düştü ve "Yavaş oğlum" dedi. Omuriliği kırıldı, hanımı çocuk düşürdü. Âlime "Benim için öfkelenmen böyle mi? senin neslinde ebediyyen hiç­bir hayır olmayacak" denildi.
Yüce Allah zina cezasına diğer cezalara vermediği şu üç özellik vermiştir:
Bir: En dehşetli ve çirkin biçimde öldürülme. Bu cezanın (bekar için) hafifletilmişinde ise iki ceza birlikte vardır: Birisi sopalanmak suretiyle bedene, diğeri yurdundan bir yıl sürgün edilmek suretiyle kalbine ceza/azap.
İki: Allah kullarını, dini konusunda onlara acımaktan, ya­ni cezayı uygulamaktan men'etmiştir. Çünkü yüce Allah şefkat ve merhametiyle birlikte onlara bu cezayı koymuştur. O merha­metlilerin en merhametlisisi olduğu halde, rahmeti onu bu ceza­yı vermekten engellememişse, kalbinize doğan, şefkat duygusu da sizi bu cezayı uygulamaktan alıkoymasın.
Bu bütün cezalarda geçerlidir. Fakat zina cezasında özel­likle zikredilmesi, hatırlatılmaya büyük ihtiyaç duyulduğundandır. Çünkü' insanlar kalplerinde hırsız, iftiracı ve içkiciye duy­dukları katı kalplilik ve sertliği zina eden kimse için duymazlar. Kalpleri zinâkâra diğer günahları isteyenlerden daha çok acır. Vakıa bunun şahididir. İşte o yüzden insanlar bu duyguya kapı­lıp Allah'ın cezasını uygulamamaktan nehyedilmişlerdir.
Bu merhametin sebebi şudur: Zina üst, orta ve alt tabaka­nın işlediği bir günahtır. Nefislerde ona son derece güçlü bir eği­lim vardır. Bunu yapan çoktur. Sebebi çoğunlukla aşktır. Kalp­lerin fıtratında da aşıklara acıma vardır. Çoğu insanlar aşığa yardımı ibadet ve Allah'a yaklaşma vesilesi sayarlar. Aşık oldu­ğu kişi ona haram da olsa, insanlar böyle düşünürler. İnsanla­rın bu durumu garipsenecek bir durum değildir. Çünkü bu, di­ğer hayvanların benzerleri olan bizlerin fıtratına konmuştur, içimizde yerleşiktir. Bir de böylesi şeyleri kadınlar ve hizmetçi­ler gibi kısa akıllılar bize bol bol anlatırlar.
Ayrıca bu günah genelde iki tarafın rızasıyla olur ve onda tecavüz, zulüm ve gasp gibi nefislerin hoşlanmadığı şeyler vuku bulmaz.
Bir de nefislerde, onlara hükmeden bir şehvet vardır. O yüzden hadiseyi gözünde çok büyük ve çirkin görmez. Kalbini Şefkat kaplar ve bu onun cezayı uygulamasını engel olur. Bun­ların tümü iman zayıflığından kaynaklanmaktadır. İmanın ke­mali; kişideki, onunla Allah'ın emrini uygulayacağı "kuvvet" ile onunla ceza uygulanana acıyıp şefkat edeceği bir "merhamef'ledır. Böylece, emrinde ve merhametinde yüce Allah'la uyuşmuş olur.
Üç: Yüce Allah zinakârların cezalarının mü'minlerin gözü önünde uygulanmasını, hiç kimsenin göremeyeceği şekilde ıssız bir yerde yapılmamasını emretmiştir. Bu, cezanın faydasını ve vazgeçiricilik hikmetini gerçekleştirmede daha etkindir. Evlinin cezası yüce Allah'ın Lût kavmini taşlamasından gelmedir. Çün­kü zina ve lûtilik fuhuş olma hususunda ortaktırlar. Her ikisin­de Allah'ın yaratmasındaki ve emrindeki (şeriatmdaki) hikmete ters düşen fesad vardır. Çünkü lûtiliğin sayılamayacak kadar çok zararı vardır. Kendisine yapılan için öldürülmek bundan da­ha hayırlıdır. Çünkü o, ileride telafi edilmesi ve düzelmesi im­kansız bir çok zarar ve fesada yol açar, ondan her türlü iyiliği götürür (ruhunu çökertir) Yeryüzü haya suyunu yüzünden çe­ker. Artık o kişi Allah'tan da insanlardan da haya etmez. Ken­disine yapanın suyu onun kalbinde ve ruhunda, zehirin beden­deki etkisini yapar.
Âlimler lûtiliğin kendisine yapıldığı kimsenin cennete gi­rip girmeyeceği hususunda iki görüşe sahiptirler. Şeyhülis-lam'dan bu iki görüşü söylerken işittim.
Cennete girmeyeceğini söyleyenler bir takım deliller getir­mişlerdir.
Bunların biri Lûtilikte mef'ul kişi veled-i zinadan daha kö­tü, rezil ve iğrençtir. O hiçbir hayra muvaffak kılmmamaya, ha­yırla arasına engel konulmaya layıktır. Her ne hayır yapsa Al­lah ceza olarak ona, onu bozan bir şey musallat eder. Küçüklü­ğünde böyle gördüğün birini büyüdüğünde -genelde- daha kötü halde görürsün. O hiçbir faydalı ilme hiçbir salih amele ve sami­mi bir tevbeye muvaffak kılınmaz.
Meselenin doğrusu şudur: Bu belâya uğrayan kişi eğer tev-be eder, Allah'a döner, samimi tevbe ile salih amele muvaffak kılınırsa, büyüklüğünde küçüklüğünden daha iyi olur. Kötülük­lerini iyiliklere dönüştürür, ayıbını çeşit çeşit ibadet ve tâatler-le yıkar, gözünü ve fercini haramlardan korur, Allah'a (c.) mu­amelesinde dürüst olursa bu kimse affedilir, cennetliklerden olur. Çünkü Yüce Allah tüm günahları bağışlar. Tevbe her günahı yok ediyor, Allah'a eş koşmayı, peygamberlerini öldürmeyi, sihri ve küfrü vs. dahi siliyorsa, bu günahı da silmekten ge-rİ/aciz kalmaz. Yüce Allah'ın adaleti ve lütfuyla belirlediği "Gü­nahtan tevbe eden hiç günahı olmayan gibidir" şeklindeki hik­metli kaidesi, şirkten, adam öldürmeden ve zinadan tevbe ede­nin günahlarını sevaplara dönüştüreceğini garanti etmesi, bu­nunda affedilmesini gerektirir. Çünkü bunlar her türlü günah­tan tevbe eden hakkında geneldir. Yüce Allah da "(Benim adı­ma) kullarıma de ki: Ey kendilerine zulmeden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümid kesmeyin. Şüphesiz Allah bütün günahları bağışlar. O şüphesiz çok bağışlayıcı, çok merhametli O'dur."[5] buyurmuştur. Bu genellemeden bir günah dahi çıkmaz. Ancak bu, sadece tevbe edenler hakkındadır.
Ancak kendisine lûtilik yapan kişi eğer büyüklüğünde kü­çüklüğünden daha kötü olursa samimi bir tevbeye de, salih bir amele de, yaptıklarını telafi etmeye de, kötülükleri sevaplara dönüştürmeye de-muvaffak kılınmaz. Bu kişinin güzel bir sami­mi, ölüme muvaffak kılınıp cenneti hak etme ihtimali de uzak­tır. Bu onun amelinin cezasıdır. Çünkü Yüce Allah bir iyiliği başka bir iyilikle (ona muvaffak kılmakla) ödüllendirdiği gibi, bir günahı da, kişinin başka bir günahıyla cezalandırır. Günah­ların cezaları birbirlerini katlarlar. Ölüm anında bir çok kimse­ye baktığında, işledikleri kötü amellerinin cezası olarak, güzel ölümle aralarına girildiğini görürsün.
Hafız Ebû Muhammed Abdulhak b. Abdurrahman Eşbîli fr.) şunları söylemektedir: İyi bil ki kötü Ölümün. Allah bizi on­dan korusun- bir takım sebepleri, yolları ve kapıları vardır. Bunların en büyüğü dünyaya çöreklenmek, ahiretten yüz çevir­mek, Allah'ın haramlarına yönelmek ve onları pervasızca işle­mektir. İnsana bir hatası, bir çeşit günahı, "Allah'tan yüz çevir­mesinin bir yönü cüretkârlıktan bir nasibi galebe çalar ve kal­bini ele geçirir, aklını esir alır, nurunu söndürür, üzerine perde­lerini gönderir. Artık ona hiçbir hatırlatma fayda vermez, onda hiçbir nasihat etki etmez.
Söylenenleri -tekrar tekrar söylesen de- çok uzaktan gelen sesler gibi işitir ve ne kastedildiğini, ne denmek istendiğini bir türlü anlayamaz.
Devamla der ki: Anlatılır ki; Halife Nâsır'm adamlarından biri ölmek üzereydi. Oğlu "Lâilâhe illallah" de diyor, o "Nasır be­nim efendim" diyordu. Oğlu tekrar tekrar söylüyordu. Adam sonra bayıldı. Uyandığında yine "Nasır benim efendim" diyordu Ona bir "Lâilâhe illallah, de" denildiğinde, O "Nasır benim efendim" diyor­du. Sonra oğluna "Ey filan (kendisini kastediyor), Nasır seni sade­ce kılıcınla tanıyor, öldürmek, öldürmek!" dedi ve hemen öldü.
Devamle derki: Tanıdığım birine "Lâilâhe illallah, de" de­nildi. O ise "Filan evde şunları tamir edin, falan bohçede şunla­rı yapın" diyordu.
Devamla der ki Ebû Tâhir Silefî, kendisinin bana anlattı­ğı şu hadiseyi anlatmama izin verdi. Bir adam Ölmek üzereydi. Ona "Lâilâhe illallah de" denildi. O Farsça "Deh yazdeh deh yaz-deh" -yani on bire on- deyip duruyordu.
Bir başkasına da ölüm anında "Lâilâhe İllallah, de" denil­di. O ise sürekli "Müncab hamamına nereden gidilir?" diyordu. Hafız Ebû Muhammed derki: Bu şiirin hikâyesi şöyledir. Bir adamın evinin kapısı hamamın kapısına benziyordu. Bir gün evinin önünde dururken oradan güzel bir cariye geçti ve "Müncab hamamına nereden gidilir?" dedi. Adam "İşte burası Müncab hamamı" dedi. Cariye önden, adam da arkasından gir­di. Cariye orasının adamın evi olduğunu ve adamın onu aldattı­ğını anlayınca onunla birlikte olmaktan sevinç duyuyormuş gibi gözüktü ve "Yanımızda hayatımızı renklendirecek ve bize neşe katacak birşeylerin bulunması uygun değil mi?" dedi. Adam: Hemen şimdi istediğin ve canının çektiği herşeyi getireceğim" dedi ve kapıyı kilitlemeden çıkıp gitti. Alacaklarını alıp geri döndüğünde cariyeyi çıkıp gitmiş halde buldu. Bunun üzerine adam kara sevdaya tutuldu ve sürekli onu zikreder oldu. Yollar­da ve sokaklarda yürür ve şöyle derdi: Vaâh bir gün yorgun hal­de soran kadın: Müncab hamamına nasıl gidilir diye.
Yine bir gün böyle söylerken bir cariye pencereden şöyle cevap verdi:
Onu eline geçirir geçirmez hemen
Eve bir bekçi bulsan veya, kapıyı kitleseydin ya.
Adamın sevdası daha da arttı ve şiddetlendi. Bu hâl üzere devam etti ve dünyadaki son sözü de bu oldu1.
Süfyan-ı Sevrî bir gece sabaha kadar ağladı. Sabahleyin ona "Tüm bunlar günah korkusundan mı?" dediler. Yerden bir saman çöpü aldı ve "Günahlar bundan da basit. Ben sadece kö­tü ölümle ölme korkumdan ağlıyorum" dedi. Bu son derece müt­hiş bir anlayış... O kişinin, işlediği günahların onu ölüm esna­sında rezil ederek güzel ölümüne engel olmalarından korkması!
Ahmed b. Hanbel Ebû Derdâ'mn ölüm esnasında sürekli bayılıp ayıktığını, ve şu âyeti okuduğunu rivayet etmiştir: "Gö­nüllerini ve gözlerini ters çeviririz, ilkin ona inanmadıkları gibi. Ve bırakırız onları, azgınlıkları içinde bocalayıp dururlar."[6]
Bu yüzden selef günahlardan, güzel ölüme engel olacağı sebebiyle korkmuşlardır.
Hafız Ebû Muhammed devamla şöyle der: İyi bil ki kötü son (sûi hatime) -Allah bizi ondan korusun- dışı düzgün, içi te­miz kimseye olmaz. Allah'a şükür böyle bir şey duyulmadı da bi­linmiyor da! Bu ancak akitteki (iman) bozukluktan, günahlarda ısrardan ve büyük günahlar işlemekten dolayı olur. Çoğunlukla bu hâl kişinin üzerinde hakimiyet kurar ve kişi tevbe etmeden, içini ıslah etmeden, Allah'a yönelmeden ölüm gelip çalar. O ânî kazada şeytan onu ele geçirir, o dehşette onu kapıverir... Allah'a sığınırız.
Der ki: Anlatılır ki: Mısır'da ezan ve namaz için sürekli mescide gidip gelen itaat güzelliği üzerinde ve ibadet nuru bu­lunan birisi vardı. Bir gün -âdeti üzere- ezan için minareye çık­tı. Minarenin hemen altında bir hristiyanm evi vardı. Oraya baktı ve adamın kızını gördü. Hemen aşık oldu. Ezanı okuma­dan indi. Eve, kızın yanma girdi. Kız: Ne oldu, ne istiyorsun? dedi. Adam: seni istiyorum, dedi. Kız: Neden? dedi. Adam: Sen benim aklımı esir aldın, kalbimi çaldın, dedi. Kız: seninle zina etmeye kesinlikle razı olmam, dedi. Adam: Öyleyse seninle ev­lenirim, dedi. Kız: Sen müslümansın, ben ise hristiyanım. Ba­bam beni seninle evlendirmez, dedi. Adam: Ben de hristiyan olurum, dedi. Kız (Onu) yaparsan bende yaparım (seninle evlenirim), dedi. Adam onunla evlenmek için hristiyan oldu ve on­larla birlikte evlerinde kaldı. Aynı gün bir ara evin damına çık­tı. Oradan düştü ve öldü. Böylece hem kızı elde edemedi hem de dinini kaybetti.
Hafız Ebû Muhammed devamla şöyle der: Anlatıldığına göre adamın biri birine aşık oldu, ona vuruldu. Sevgisi kalbine öyle yerleşti ki, bu ona acı vermeye baladı. Sonunda yatağa düş­tü. Diğer adam ise ondan uzak durdu, daha da uzaklaştı. Aracı­lar aralarında gidip geldiler. Sonunda diğer onu ziyaret edeceği­ne söz verdi. İnsanlar gelip ona bunu haber verdiler. O buna son derece sevindi ve kederi, üzüntüsü ortadan kalktı. Bu belirlenen randevuyu beklerken arabulucuları gelerek ona söyle dedi: "Be­nimle birlikte yolun yarısına kadar geldi sonra geri döndü. Onunla konuşup gelmeye zorladıysam da, "Benimle sevinde, ne­şelendi. Şüphe uyandırıcı konuma düşmek, günahla itham olu­nacağım yerde bulunmak istemem" dedi. Israr ettimse de kabul etmedi ve geri döndü!" Bunu işiten ızdıraplı adam tekrar hasta­landı, öncekinden kötü bir hâle geldi. Hâli yüzünden okunuyor­du. Dedi ki:
Ey Selem, ey hastanın rahatlığı Ey bir deri bir kemik kalmışın şifası, Senin hoşnutluğun gönlüm için daha tatlı Yaradanın ve Celal sahibinin rahmetinden.
Ona: Ey adam, Allah'tan kork, dedim. "Evet öyle dediğim gibi!" dedi. Yanından kalktım, daha evinin kapısından çıkmadan onun ölüm çığlığını işittim. Uğursuz sondan Allah'a sığınırız.

Homoseksüelliğin Cezası


Homoseksüelliğin yol açtığı fesad en büyük zararlardan ol­duğundan dolayı dünya ve ahiretteki cezası da en büyük ceza­lardan olmuştur.
İlim ehli onun cezasının zinadan fazla mı, az mı, yoksa ikisinin cezasının da aynı mı olduğu hususunda üç görüşe sa­hiptirler.
1. Ebû Bekir, Ali, Halid b. Velîd, Abdullah b. Zübeyr, Ab­dullah b. Abbas, Câbir b. Zeyd, Abdullah b. Muammer, Zührî, Kebîa b. Kbî Abdirrahman, İmam Malik, ishak b. Râheveyh, iki rivayetten en doğrusuna göre -İmam Ahmed, -iki görüşünden birinde İmam Şafiî onun cezasının zinanın cezasından çok ol­duğu, evli olsun bekâr olsun her halükârda Öldürüleceği görü­şündedirler.
2. Atâ b. Ebî Rebâh, Hasan-ı Basrî, Saîd b. Müseyyeb, İb­rahim Nehaî, Katâde, Evzâî, Şafiî'nin iki görüşünden birine gö­re İmam Şafii- ki takipçileri bu görüşünü benimsemişlerdir ken­disinden yapılan ikinci rivayete göre İmam Ahmed, Ebû Yusuf ve Muhammed onun cezasıyla zinanın cezasının aynı olduğu gö­rüşündedirler.
3. Hâkim ve Ebû Hanîfe ise homoseksüelin cezasının zina edenin cezasından hafif olduğunu, cezasının ta'zir cezası olduğu görüşündedirler.'
Üçüncü Görüşü savunanlar şu delilleri getirmişlerdir:
1. Bu Allah ve Rasûîünün muayyen bir had cezası belirle­mediği bir günahtır. Dolayısıyla cezası leş, kan ve domuz eti ye­mek gibi tazîr olur.
2. Bu, fıtratın istek duymadığı eğilim göstermediği bir or­ganla yapılan ilişkidir. Hatta, Yüce Allah'ın hayvanların dahi fıtratına nefret koyduğu iğrenç bir harekettir. Dolayısıyla dişi merkeple ilişkiye giren kimseye olduğu gibi buna da had cezası verilmez.
3. Homoseksüel lugaten de, şer'an da, örfen de zinakâr di­ye isimlendirilmez ve dolayısıyla zinâkârların cezasını bildiren şer'î delillerin kapsamına girmez.
4. Şeriatın genel kaidesi olarak şu öne çıkar: Bir günah­tan zaten fıtrat nefret ediyorsa, fıtratın engellemesiyle yetinilir ve had cezası verilmez. Eğer fıtrat buna aykırı davranıp o iğrenç şeyi işlerse, kişinin fıtratının ona yaklaşımına uygun bir ceza verilir. O yüzden zina, hırsızlık ve içki içmeye had cezası belirlenmiş, leş, kan ve domuz eti yemeye belli bir ceza konma­mıştır. Bunun Örneği hayvanla ve ölüyle cinsel ilişkiye girene bir had cezasının bulunmayışıdır. Yüce Allah insanların fıtratı­na, erkeğin kendisi gibi bir erkekle cinsel ilişkiye fail veya mef'ul olarak girmekten iğrenme duygusunu yerleştirmiştir. Zina ise böyle değildir, onda her iki tarafı da yapmaya iten bir dürtü vardır.
Kısaca insanların hemcinslerin birbirlerinin bedenlerin­den haz almalarına had cezası yoktur. Nitekim iki kadının bir­biriyle nazlanmasına, sevicilik yapmasına bir had cezası yoktur. Birinci görüşün sahipleri -ki onlar ümmetin büyük ço­ğunluğunu teşkil etmekteler; hatta bir çok âlim, sahabilerin o görüşte ittifak ettiklerini söylemişlerdir- şunları delil getir­mişlerdir:
Günahlar arasında fesadı ve zararı bundan daha büyük bir günah yoktur. Bu küfürden sonra gelir, hatta neredeyse öl­dürmeden daha büyük bir cinayettir. İnşallah bunu ileride an­latacağız.
Yüce Allah Lût kavminden önce hiç kimseyi bu cür'üm ile sınamamış ve onları başka hiçbir kavme vermediği bir cezayla cezalandırmıştır. Onlara pek çok azabı birden vermiştir; helak etmiş, memleketlerini üzerlerine yıkmış, yerin dibine geçirmiş, gökten taş yağdırmış ve başka hiçbir ümmete vermediği bir çok ceza vermiştir. Bu o günahın fesad ve zararının büyüklüğünden-dir. Öyle ki, üzerinde bu cürüm işlendiğinde yerküre neredeyse sarsılır; melekler onu gördüklerinde azap onların üzerine iner, yeryüzü Rabtt'mden yardım ister, imdat diye bağırır; dağlar ne­redeyse yerlerinden sökülürler. Homoseksüel ilişkide yapılan kişi {mef'ul) için öldürülmek kendisine o günah yapılmaktan daha iyidir. Çünkü bunu yapan onu tamamiyle öldürmüş de­mektir. Oysa Öldürülseydi mazlum ve şehid olarak ölür, belki de ahirette onun faydasını görürdü.
Bunun delili şudur: Yüce Allah katilin cezasını ölünün ak­rabalarının insiyatiflerine bırakmıştır, öldürür veya affederler. Fakat homoseksüel için kesin bir had cezası koymuştur. Nite­kim Resûlullah'ın sahabileri bu hususta icma etmişlerdir. Sa-hîh, açık ifadeli hadisler -ki bunlarla çelişen başka hadisler bu­lunmamaktadır- buna delalet etmektedir.
Zira Halid Muhammed Velid'den rivayet edildiğine göre "Kendisi bir Arap kabilesinde erkeklerle cinsel ilişkiye giren bir adam gördü. Durumu Ebû Bekir'e yazdı. Ebû Bekir de sahabîlerle istişare etti. En şiddetlileri Hz. Ali idi. O şöyle dedi: "Bunu eski milletlerden sadece biri yaptı ve Allah'ın onlara ne yaptığı­nı siz biliyorsunuz. Bana göre o ateşte yakılmalı!" dedi. Hz. Ebû Bekir de Halid'e bu emri gönderdi ve adam yakıldı."
İbn Abbas (r.) "Kasabadaki en büyük binaya bırakılır ve homoseksüel oradan yüzüstü atılır. Sonra taşlanır." demiştir. İbn Abbas (r.) bu cezayı Allah'ın Lût kavmine verdiği cezadan çı­karmıştır. Rasûlullah'dan "Her kimin Lût kavminin yaptığını görürseniz faili (yapanı) da mef'ulü (yapılanı) da öldürünüz!" hadisini rivayet eden de İbn Abbastır.
Bunu sünen kitapları sahipleri (Ebû Davud, Tirmizî, İbn Mace) rivayet etmişler, İbn Hıbban ve başka muhaddisler sahîh olduğunu bizzat belirtmişlerdir. Ahmed b. Hanbel bu hadisle de­lil getirmiştir. Hadisenin senedi Buharî'nin senedleri gibidir.
Bunlar derler ki: Rasûlullah'ın şöyle buyurduğu sabittir: "Allah Lût kavminin yaptığını yapana lanet eder. Allah Lût kav­minin yaptığım yapana lanet eder. Allah Lût kavminin yaptığı­nı yapanlara lanet eder. Rasûlullah'dan (s.) gelen hiçbir hadiste zina eden için üç kez lanet yoktur. Rasûlullah (s.) bir takım bü­yük günahları işleyenlere lanet etmiş, ancak lanet, üç kez tek-rarlamamıştır. Homoseksüele ise lanetini tekrarlamış, üç defa vurgu yapmıştır. Rasûlullah'ın (s.) sahabileri onun öldürülece­ğinde ittifak etmişler, bu hususta hiçbiri farklı bir şey söyleme­miştir. Onların ihtilafları sadece nasıl öldürüleceğindedir. İn­sanları da onların bunun öldürülüp öldürülmeyeceği hususunda ihtilaf ettiklerini sanmışlar, bunu onlar arasında ihtilaflı konu olarak sunmuşlardır. Oysa bu icma edilen bir husustur, ihtilaf yoktur.
Bunlar derler ki: Her kim "Zinaya yaklaşmayın, Çünkü o aÇik bir kötülüktür çok kötü bir yoldur"[7] "Böyle bir ruhşu mu yapıyorsunuz? Onu sizden Önce dünyalarda hiç kim-Se yapmadı."[8] âyetlerini düşünürse zina ile homosek­süellik arasındaki farkı görür. Yüce Allah ikisinden fuhuş, fuhşiyat diye bahsetmiş ancak zinada nekire (fahişeten), homo­seksüellikte ise marife kipiyle (el-fahişe) zikretmiştir. Birinci­sinin anlamı "O fuhuşlardan bir fuhuştur." ikincisinin anlamı ise "her türlü fuhuşu içeren fuhuştur (yani fuhuşun ta kendisi, tam adresidir.)" örneğin "Zeydün er-racül Zeyd tam erkektir, yani tüm erkeklik vasıfları onda vardır" ve "nime'r-Raculü zeyd: Zeyd ne iyi tam erkektir" dersin, ikinci ayetin anlamı şöyledir: "Çirkinliği herkes tarafından bilinen o şeyi mi yapı­yorsunuz?" Bu, fuhuşluğumm açıklığı ve fuhuşlukta dorukta olduğundan dolayı, fuhuş denilir denilmez o anlaşılır, akla baş­ka bir şey gelmez.
Yüce Allah daha sonra, homoseksüelliği onlardan önce hiç bir milletin yapmadığını söyleyerek onun çirkinliğine vurgu yapmış, şöyle buyurmuştur: "Onu sizden önce dünyalarda hiç kimse yapmadı." Sonra kalplerin tiksindiği, kulakların iğrendi­ği, fıtratların son derece nefret ettiği şeyi, erkeğin kendisi gibi bir erkeğe yaklaşıp onunla bir kadın gibi cinsel ilişkiye girme­sini zikrederek vurguyu daha da artırdı: "Siz erkeklere şehvet­le yaklaşıyorsunuz..."[9]. Sonra onların aslında buna ih­tiyaçlarının olmadığını, onları buna itenin salt şehvet olup er­keğin kadına meyletmesine sebep olan temel meyil olmadığını belirtmiştir. Erkek kadınıyla şehvetini teskin eder, haz ve zev­kini alır, aralarında kadına anababasını unutturacak muhab­bet ve şefkat doğurur, yaratıkların en değerlisi olan insan türü­nün soyunun devam etmesine sebep olur, kadını korur, şehve­tini tatmin etmesini sağlar, "hısımlık" ilişkisini doğurur, erkek­lerin kadınları himaye edip geçimlerini temin etmelerini sağ­lar, aralarından peygamberler, veliler ve mü'minler gibi Al­lah'ın en çok sevdiği kimselerin çıkmasına sebep olur, peygam­berimizin diğer peygamberlere karşı ümmetinin çokluğuyla Övünmesini sağlar. İşte evlenmenin bunun dışında pek çok fay­dası, buna karşın bütün bunları yokeden homoseksüelliğin sa­yılamayacak kadar ve ayrıntısını ancak Allah'ın bildiği pek çok zarar vardır.
Yüce Allah daha sonra homoseksüellerin Yüce Allah'ın er­keklerde yarattığı fıtrata tamamen aykırı davrandıklarını bil­dirmiştir. Onlar, Allah'ın erkeklere yerleştirdiği temel meyli alt üst etmişler, fıtratın ve doğanın aksine hareket ederek kadınlar yerine erkeklere yaklaşmışlardır. O yüzden yüce Allah diyarla­rını üzerlerin geçirmiş, altım üstüne getirmiştir. Onları da alt üst etmiş, başları üzeri azaba sokmuştur.
Yüce Allah daha sonra onun çirkinliğini, onları haddi aş­mak anlamına gelen israfçılıkla niteleyerek vurgulamış, şöyle buyurmuştur: "Hayır siz müsrif bir toplumsunuz."[10] Bir düşün; acaba bunun gibisi veya buna yakın bir şey zina hakkın­da söylenmiş midir?
Yüce Allah onlardan şöyle bahsetmiştir: "Biz onu (Lût Pey­gamberi) çirkin işler yapan bir kentten kurtardık."[11]
Yüce Allah onları son derece çirkin olan şu iki vasıfla va-sıflandırmıştır: "Gerçekten onlar yoldan çıkan kötü bir kavim idiler."[12]
Onları peygamberinin diliyle bozguncular olarak isimlen­dirmiştir: "Rabb'im, şu bozguncu kavme karşı bana yardım et"[13]
Onları meleklerin diliyle zalimler olarak isimlendirmiştir. "(Melekler İbrahim'e şöyle dediler) Biz şu (Sodom) kenti(ni)n halkını helak edeceğiz. Çünkü oranın halkı zalim oldular"[14]
Bir düşün; böylesi cezalarla başka kimler cezalandırılmış­lar, böylesi vergilerle başka kimler yenilmişlerdir?
Allah'ın dostu İbrahim kendisine melekler Lût kavminin helak edileceğini haber verdiklerinde onlarla tartışmış, bunun üzerine O'na şöyle denmişti: "Ey İbrahim, bundan vazgeç (boşu­na uğraşma). Zira Rabb'inin emri gelmiştir. Mutlaka onlara, ge­ri çevrilmez azab gelecektir."[15]
Homoseksüellerin şu iğrençliklerini ve Allah'a karşı aşırı azgınlıklarını bir düşün. Lût'un kapısını son derece yakışıklı in­san görünümündeki (melek)lerin çaldığını gördüklerinde koşa­rak ona geldiler. Lût onları görünce "Ey kavmim, işte kızlarım, onlar sizin için daha temiz! Allah'tan korkun, misafirlerim için­de beni rezil etmeyin! İçinizde aklı başında bir adam yok mu si­zin?"[16] dedi.
Ona cevap verdiler, ancak inatçı ve zorba bir cevap: "Senin kızlarında bizim bir hakkımız olmadığım bilirsin. Ve sen bizim ne istediğimizi de pekâlâ bilirsin!"[17]
Bunun üzerine Allah'ın peygamberi kederli bir yürekle de­rin bir nefes çekti ve şöyle dedi: "Keşke sizi savacak gücüm ol­saydı, yahut da çok sarp bir kaleye sığınabilseydim."[18] Bunun üzerine Allah'ın elçileri melekler onu rahatlattılar, ger­çeği söylediler ve kendilerine dokunmayacaklarını söylediler. Onlardan korkmamasını, üzülmeyi bırakmasını söylediler ve "Ey Lût! biz Rabb'inin elçileriyiz. Onlar kesinlikle sana ulaşa­mayacaklar" dediler. Onu, kavminin başına gelecek bir belâyla müjdelediler ve şöyle dediler: "Gecenin bir kısmında aileni yü­rüt; içinizden karından başka hiç kimse geri kalmasın. Çünkü ötekilerine erişen (azab) ona da erişecektir. Onlara vaadedilen zaman sabah (vakti)dir. Sabah yakın değil mi?"[19]
Öyle olmalı ki Allah'ın peygamberi onların helak vaktini geç bulmuş ve "Bundan da erken olmasını arzuluyorum" demiş, melekler de ona "Sabah yakın değil mi?" diye cevap vermişler­dir. Vallahi Allah düşmanlarının helak edilmesi ile peygamberi­nin ve dostlarının kurtuluşu arasındaki süre sadece sahur vak­ti ile şafağın doğuş vakti arasındaki süreydi. Birden kasabaları kökünden sökülüp gökyüzüne yükseltildi. Öyle ki melekler kö­peklerinin havlamasını,  merkeplerinin  anırmasını işittiler. Rabb geri çevrilmesi imkansız emriyle kulu ve elçisi Cebrail'e "onu alt üst et, üzerlerine geçir" diye emretti. Nitekim Yüce Al­lah Kur'an'mda şöyle buyurur: "(Azab) emrimiz gelince oranın üstünü altına getirdik, üzerine de taş yağdırdı ki (bu taşlar) ça­murdan taşlaşmış, (onlara azab için) hazırlanmış, istif edilmiş."[20]
Yüce Allah onları âlemlere ibret, müttakîlere nasihat, ha­reketlerinde onlara ortak olan mücrimler için Örnek bir ceza ve yaşanmış bir misal kılmış, diyarlarını da yolcuların yolu üzerin­de kılmıştır.
"Şüphesiz bunda anlayanlara (nice) ibretler vardır. Ve o yol üzerinde durmaktadır. Elbette bunda inananlar için bir işa­ret vardır."[21]
Yüce Allah onları gaflet hallerinde uykudayken yakalayı-verdi. Azabı onlara sarhoşlukları içinde bocalarlarken geldi ve kazanmakta oldukları şey onlara hiçbir fayda sağlamadı. O zevk, azaba dönüştü.
Zevkler yok olup ardından hüzünler geldi ve hevâ-hevesler son buldu ve ardlarında mutsuzluk bıraktılar. Az bir süre zevk­lendiler, ama uzun süre azap ve işkence gördüler. Hazmi zor şeylerde otlandılar ve bunlar onlara elem verici bir azap bırak­tı. Bu şehvetlerin sarhoşluğu akıllarını başlarından aldı ve an­cak "azap olunanlar diyarı"nda kendilerine geldiler.
Bu gaflet onları yatırıp uyuttu ve ondan ancak "helak ol­muşlar yurdunda" uyandılar. Vallahi pişmanlığın fayda verme­diği vakitte son derece pişman oldular.
Yaptıkları için ağladılar ve gözlerinden gözyaşları yerine kanlar döküldü. Ateş bu taifenin en üstündeki ve en altındaki-lerinin yüzlerindeki ve be derilerindeki deliklerden çıkarken, cennet tabakaları arasında lezzetli içecekler yerine cehennemin sıcak suyundan içerlerken onları bir görsen!
"Bir zamanlar kazandığınızı tadın"
Girin ona ister dayanın, ister dayanmayın. Sizin için bir­dir. Ancak yaptıklarınıza göre cezalandırılacaksınız."[22]
Yüce Allah Lût kavmi gibi yapanlara bu azabın yakın ol­duğunu belirtmiş ve onları bu tehdid edilen şeyin vuku bulma­sıyla korkutmuştur: "Bu zalimlerden uzak değildir."[23]
Ey erkeklerle zina eden lûtiler! Müjdeler size. İnsanların toplanacağı günde size büyük Ödül var. Yeyin, için, zina edin, lûtilik yapın, sevinin. Zira sizin için inilti var kızıl cennetlerde. Kardeşleriniz size orasını önceden hazırladılar. Dediler: Çabuk gelin, size müjdeler var. İşte biz selefiniz sizleri beklemekteyiz. Cebbar bizi büyük ateşijıde toplayacak. Sanmayın ilişkiye girdiğiniz erkekler, Kaybolacaklar gözünüzden. Bilakis, hepsini göreceksiniz açıkça.
Her biriniz dostuna lanet okuyacak. Derdiyle ikinci kez mutsuz olacak. Her biri ortağıyla birlikte azab görecek Günah ve zevkte birlikte oldukları gibi
Homoseksüelliğin cezasının zinadan küçük olduğunu söy­leyenlerin delillerine cevaplara gelince; "Bu, Yüce Allah'ın hak­kında belli bir had cezası belirlemediği bir masiyettir", sözlerine birkaç yönden cevap verilir.
Evvelâ; Yüce Allah'tan bize dini tebliğ eden, ulaştıran Pey­gamberimiz bunu yapanın kesin olarak öldürüleceğini söylemiş­tir. Rasûlullah bir hüküm söylemişse onu ancak Allah'tan aldı­ğı vahiy ile kaybetmiştir. Şayet bunun cezasının şeriatta (Kur'an, sünnet vs. kaynaklarda) belli olmadığını söylüyorsanız, bu geçersizdir. Kur'an'dan geçmiyor diyorsanız bu da geçersiz­dir, çünkü bunun hükmü sünnette sabit olmuştur.
İki: Bu sözünüz, recm (zina eden evli kimsenin taşlanarak öldürülmesi meselesini) kabul etmemenizi gerektirir. Çünkü o da sünnetle sabit olmuştur.
Şayet; Bilakis recm lafzı neshedilirken hükmü kalmış ve âyetle sabit olmuştur, derseniz deriz ki: öyleyse en azından içki içenin azasını kabul etmemenizi gerektirir. (Çünkü bu da hiç şüp­he götürmez biçimde Kur'anla değil sünnetle sabit olmuştur.)
Üç: Belli bir delili yok saymak mutlak delili de o delilin de­lâlet ettiği ortamı da yok saymayı gerektirmez. Kaldı ki- daha önce geçtiği gibi- yok saydığınız delil geçersiz değildir.
Sizin "Bu, fıtratın eğilim göstermediği, bilakis yüce Al­lah'ın insana buna karşı bir nefret koyduğu bir cinsel ilişkidir. Bu leş ve hayvanla cinsel ilişkiye benzer." sözünüze gelince; bu­nun cevabı da şu birkaç yöndendir.
Bir: Bu, kıyas -daha Önce geçtiği gibi- Rasûlullah'ın sünne­ti ve sahabilerin icmasma ters düştüğünde reddolunur, itibara alınmaz.
tki: Her türlü fitmeden daha büyük olan yakışıklı tüysüz oğlanla ilişkiye girmek olan lûtiliği dişi merkeple veya Ötmüş bir kadınla cinsel ilişkiye kıyas etmek son derece geçersiz kıyasdır.
Bu, hiç kimse nezdinde bir dişi eşek veya inek ya da ölüy­le cinsel ilişki gibi değildir. Zira nice erkekler hemcinslerine aşık olmuş ve bu aşkları, akıllarını başlarından almış, kalpleri­ni esir etmiş veya düşüncelerini ve nefislerini istila etmiştir. Bundan daha bozuk bir kıyas olur mu?
Üç: Bu iddianın kişinin annesi, kızı ve kızkardeşiyle zina etmesi meselesiyle bozulur. Çünkü bu da fıtratın nefret ettiği bir şeydir, ama bazı âlimlere göre cezası en büyük cezalardan­dır. Zira bu görüşe göre kişi evli olsun, bekar olsun, böyle bir en-sest ilişkiye girdiğinde öldürülür. Bu, Ahmed b. Hanbel'den ya­pılan iki rivayetten biridir. İshak b. Râheveyh ve bir grup hadis âlimi de bu görüştedir.
Nitekim Ebû Dayud ve Tirmizî Berrâ b. Azib'den şöyle ri­vayet etmişlerdir. "Amcamla karşılaştım, elinde bir kılıç vardı. "Nereye, gidiyorsun?" dedim. "Rasûlullah beni babasının ardın­dan hanımıyla evlenen bir adamı öldürmem ve malını alması için gönderdi dedi. "Tirmizî: Bu sahih ve hadistir, demiştir. Cüz-cânî: Berrâ'mn amcasının ismi Haris b. Amr'dır, demiştir.
Ebû Dâvud ve İbn Mâce'nin "Sünen"lerinde ibn Abbas'tan şöyle rivayet etmişlerdir. Rasûlullah "Her kim mahremiyle cin­sel ilişkiye girerse onu öldürün" buyurdu.
Haccac'a, kızkardeşine tecavüz etmiş birisi getirildi.  O Onu hapsedin ve burada bulunan Sahabîlere sorun!" dedi. Ab­dullah b. Mutraf a sordular. Dedi ki: Rasûlullah'ı şöyle buyurur­ken işittim: "Her kim mü'minlerin mahremini çiğnerse siz de onu kılıçla çiğneyin."
Bu hadiste onun ortadan ikiye bölünerek öldürüleceğine delil vardır. Bu; meselede müstakil bir delildir.
Buradan yola çıkarak şöyle kıyas yapabiliriz: Hiçbir şekil­de cinsel ilişkiye girilmesi caiz olmayan (erkekle erkek ilişkisi gibi) ilişkiye girenin cezası öldürülmektir. Delili annesi veya kı-Ziyla ilişkiye girenin (hadislerde geçtiği gibi) Öldürülmesidir. Di-Ser mahremlerle ilişkiye girme ve ilişkiye girilmesi hiçbir şekil­ce helâl olmayan kimseler veya şeylerle ilişkiye girme hakkında ua böyle söylenir. Böylece lûtiliğin cezası öldürülmek olur. En doğrusu her iki meseleye de hadisle delil getirmektir. Kıyas ise her ikisinin doğruluğunu destekleyici bir delildir. Çünkü müslü-manlar mahremiyle cinsel ilişkiye girene had cezaları uygulana­cağında ittifak etmişlerdir. İhtilafları sadece cezanın keyfiyeti hususundadır.
Bunda iki görüş vardır.
Şafiî, Malik ve -iki rivayetten birine göre- Ahmed b. Han-bel onun cezasının zina cezası gibi olduğunu söylemişlerdir.
Ahmed iki rivayetten diğerine göre, İshak ve bir grup hadis-çi cezasının her halükârda öldürülmek olduğu görüşündedirler.
Yine âlimler haram olduğunu bile bile yalanıyla evlenip cinsel ilişkiye girene had cezası uygulanacağında ittifak etmiş­lerdir. Ancak Ebû Hanife bunu "had cezasını düşürmeye sebep olan şüpheler"den bir şüphe olarak saymış ve ona "had cezası uygulanmaz" demiştir.
Ancak muhalifleri şöyle diyorlar: Adamın bu cinayeti ni­kâh adı altında yapması cinayetinin çirkinliğini artırmıştır. Çünkü o iki yasağı, nikâh akdi yapma yasağı ile cinsel ilişkiye girme yasağını birden işlemiştir. Zira harama ikinci bir hara­mın eklenmesiyle ceza nasıl hafifler?
Ölüyle cinsel ilişkiye ve homoseksüelliği ona kıyas edişini­ze gelince; bunda fakihlerin iki görüşü vardır.
Her mezhepte bu görüşlerden birine sahip olan âlimler vardır. Bunlardan birine göre -ki bu Evzâinin de görüşüdür- ce­za had cezasıdır. Çünkü onun bu hareketi daha büyük cürüm, daha büyük günahtır. Zira fuhşuna bir de Ölünün saygınlığını -dokunulmazlığını çiğneme cürmü katmıştır.
Hayvanla cinsel temas yapan kimse hakkında ise fakihle­rin üç görüşü vardır:
Bir: Terbiye verici ve edeplendirici küçük ceza (te'dîb) ve­rilir, had cezası uygulanmaz.
İki: Bunun cezası zinanın cezası gibidir; yapan kişi bekâr-sa yüz değnek vurulur, evli ise taşlanarak öldürülür. Bu Hasan-ı Basrî'nin görüşüdür.
Üç: Cezası lûtînin cezasıyla aynıdır. Bunu Ahmed b. Han-bel bizzat belirtmiştir.
Lûtilik hakkında kendisinden gelen iki rivayete göre hay­vanla cinsel temas yapan kimse hakkında "kesinlikle öldürül­me" veya "Zina eden gibi cezalandırma" şeklinde iki görüş ola­rak belirlenir.
"Ölüyle cinsel ilişki"nin hükmüne had cezası diyenlere gö­re homoseksüelliği "ölüyle cinsel ilişki"ye kıyas etmek homosek­süelliğin cezasının -bizim dediğimiz gibi- had cezası olmasını ge­rektirir. Sizin yaptığınız kıyas ise sadece diğer görüşe göre ge­çerlidir. Böylece kıyasınız bir kesinlik ifade etmez.
Cezasının "öldürülmek" olduğunu söyleyenler Ebû Da­vud'un İbn Abbas (r.) kanalıyla rivayet ettiği Rasûlullah'ın "Her kim bir hayvana yaklaşırsa onu öldürün, hayvanı da onunla bir­likte öldürün." Hadisini zelil getirmişlerdir.
Cezasının "öldürülmek" olduğunu söyleyenler. Ebû da-vud'un İbn Abbas (r.) kanalıyla rivayet ettiği Rasûlullah'ın "Her kim bir hayvana yaklaşırsa onu Öldürün, hayvanı da onunla bir­likte öldürün" hadisini delil getirmişlerdir. Bunlar derler ki. Çünkü bu hiç bir şekilde helâl olmayan bir cinsel temastır, do­layısıyla cezası aynı tür cinsel temas olan lûtîliğin cezası gibi olur.
Had cezasının olmadığını söyleyenler bu hususta sahih bir hadisin bulunmadığını söylemişler ve "Hadis sahih olsaydı onu biz de alırdık, ona aykırı görüş beyan etmemiz helâl olmazdı." demişlerdir.
İsmail b. Saîd Şâlenci derki: Ahmed b. Hanbel'e hayvanla cinsel ilişkiye geçen kimsenin cezasını sordum, bir cevap ver­medi. Bu hususta Amr b. Ebi amr'ın rivayet ettiği hadis sahih değildir.
Tahâvî: Bu hadis zayıftır, demiştir. Ayrıca bunu rivayet eden İbn Abbas'tır ve O bu kimseye bir had cezasının uygulan­mayacağına dair fetva vermiştir.8 Ebû Davud da "işte bu hadisi zayıf kılmaktadır" demiştir.
Bazı fıkıhçılara göre bir râvî rivayet ettiği hadise aykırı bir fetva verirse, bu o hadisin zayıf olduğuna veya sanıldığı anlamı ifade etmediğine delil teşkil eder.
Ayrıca, şüphesiz insanın hayvanla cinsel ilişkiye karşı için­deki "fıtri engelleyici" (nefret, tiksinti,) lûtiliğe karşı "fıtrî engel­leyiciden daha kuvvetlidir. Dolayısıyla onda da insanları suç iş­lemekten men 'etmek için konulan cezalara ihtiyaç duyulmaz.
Bu kıyas en geçersiz kıyaslardandır.

Lûtilik Ve Sevicilik


Bazılarının lûtiliği iki kadın arasındaki sevişmeye kıyas­ları en geçersiz ve en yanlış kıyaslardandır. Çünkü orada bir or­ganın diğer organa girmesi yoktur. Seviciliğin benzeri iki erke­ğin, organlarını birbirine girdirmeksizin bir birlerine çıplak halde sarılmalarıdır. Kaldı ki bazı hadislerde "Kadın kadınla cinsel ilişkiye girdiğinde her ikisi de zinacıdır" ifadesi geçmek­tedir. Fakat organın girmesi hadisesi olmadığından orada had cezası uygulanmaz. Bunlara genel anlamda"zina" adı verilmiş olsa da, bu, "göz zinası", "el, ayak ve dudak zinaları'' türü bir adlandırmadır.
Buraya kadar anlattıklarımız anlaşüdıysa şunu da belir­telim ki: Âlimler kişinin kölesi bile olsa biriyle yaptığı lûtîliğin hür bir erkekle yaptığı lûtilik gibi olduğunda ittifak etmişler­dir. Her kim kişinin kölesiyle lûtilik yapmasının caiz olduğu­nu söyler ve buna "Onlar ki ırzlarını korurlar. Ancak eşlerine ve sahip olduklarına (yani cariyelerine) başka. Onlar (bundan dolayı) yerilmezler"[24]. âyetini delil getirir, bunu ki­şinin cariyesiyle cinsel ilişkiye girmesine kıyas ederse; o kişi kâfirdir. Dinden çıkmış mürted gibi tevbe etmesi istenir. Tev-be ederse ne âlâ, yoksa boynu vurulur. Kişinin kendi kölesiy­le lûtîliği günah ve hüküm itibariyle başkasının kölesiyle lûtîliği gibidir.
Soru: Peki tüm bunlarla birlikte bu zor hastalık için bir şi­fa, bu öldürücü hâl için bir çözücü var mıdır? Bu belâyı defet­menin yolu nedir? Hevâ içkisiyle sarhoşluktan ayıkma imkânı var mıdır? Aşk artık kara sevda derecesine ulaşmışsa o aşık kal­bine hakim olabilir mi? Bu halden sonra doktor onun kara sev­dasını tedavi edebilir mi? Kara sevdalıyı birisi yerse, sevgiliden bahsettiği için ondan zevk alır. Onu birisi azarlasa bu onu ken­dinden geçirir ve arzuladığı istikamette yol aldırtır.
Kitabın başında kaydedilen, fetvası istenen soru ve devası sorulan dert de bu idi.
Cevap: Evet. Orada kaydettiğimiz gibi Allah her ne hasta­lık -dert vermişse ona bir de şifa-deva vermiştir. Onu bilen bilir, bilmeyen bilmez.
Kalbin kara sevdaya tutulmasının devası şu iki yolladır:
Birincisi: Ortaya çıkmadan Önce ortaya çıkmasını Önleyici tedbirleri almalı.
İkincisi: Başa geldikten sonra onu defetmek. Bunların her ikisi deı Allah'ın yardım ettiğine kolay, yardım etmediğine de hemen hemen imkânsızdır. Zira her şey O'nun elindedir.
Bu hastalığın ortaya çıkmasını engelleyici iki yol vardır:
Birincisi: Daha önce zikrettiğimiz gibi gözü bakmaktan alıkoymaktır. Çünkü bakış İblis'in zehirli oklarından bir oktur. Bakışlarını serbest bırakan sürekli olarak bir pişmanlık içeri­sinde olur.
Gözleri harama bakmaktan alıkoymanın bir çok faydası vardır, bazıları şunlardır:
Bir: Bunu yapmakla insan Allah'ın emrini yerine getirmiş olur ki, bu insanın dünya ve ahiret mutluluğunun doruğudur. Kul için dünya ve ahiretinde O'nun emirlerine uymaktan daha yararlı bir şey yoktur. Dünya ve ahirette mutsuz olan her kişi de sadece O'nun emirlerim zayi edişinden dolayı mutsuz olmuştur.
İki: Bu kişinin helâkına sebep olacak o zehirli okun etkisi­nin kalbine ulaşmasını engeller.
Üç: Bu kalpte Allah'la ünsiyet peyda eder, kalbin derli top­lu olmasını sağlar. Bakışları serbest bırakmak ise kalbi dağıtır, darmadağın eder, Allah'tan uzaklaştırır. Kalp için bakışları ser­best bırakmaktan daha zararlı bir şey yoktur; çünkü o kul ile Rabb'i arasında soğukluk meydana getirir.
Dört: Bu kalbi güçlendirir, sevindirir. Bakışları serbest bı-rakmak ise onu zayıflatır, hüzünlendirir.
Beş: Bu kalbe nûr-aydmlık sardırır. Bakmak ise kalbi ka­ranlığa boğar. O yüzden Yüce Allah nûr âyetini gözü haramdan korumayı emrinin akabinde zikretmiştir. Nûr sûresinin 30. âye­tinde "Söyle erkek mü'minlere, gözlerini harama bakmaktan sa­kınsınlar" buyurmuş, 35. âyetinde de "Allah göklerin ve yerin nurudur; O'nun nuru, içinde kandil bulunan içe oyuk bir pence­re gibidir..." buyurmuştur.
Yani "Allah'ın emir ve yasaklarına riayet eden mümin kulunun kalbindeki nuru..." demektir. Kalp nurlanmca tüm hayırlar dört bir yandan ona gelir. Karanlıkl aşınca da her tür­lü belâ bulutları dört bir yandan üzerine gelir. Artık bu bulut­lar bid'at, sapıklık, hevâya uyma, doğru yoldan kaçma, mutlu­luk vesilelerinden yüz çevirip mutsuzluk vesileleriyle iştigal etme vs. şeklinde gelir. Bunları kalpten ancak içindeki nur defeder. Ama o nur kalmayınca kişi zifiri karanlıkta gezen kö­re dönüşür.
Altı: Gözleri haramdan alıkoymak kişide, onunla hak ile batılı, doğru ile yalanı birbirinden ayırt edeceği doğru bir fıraset meydana getirir. Şücâ Kirmânî şöyle derdi: Her kim zahirini sünnete uyma ve içini sürekli bir murakebe (Allah'ın kendisini görüp gözetlediği şuuru) ile ihya eder, gözünü haramlara bak­maktan korur, kendini şüphelerden uzak tutar ve helâl ile bes­lenirse hiçbir feraseti onu yanıltmaz." Hakikaten de Şüce hiçbir ferasetinde yani tahmininde, tespitinde yanılmazdı.
Yüce Allah kuluna, yaptığı iyiliğin ödülünü yaptığı iş tü­ründen verir. Her kim bir şeyi Allah (c.) için terkederse, Allah (c.) ona daha hayırlısını verir. O yüzden kim gözünü Allah'ın ha­ramlarından sakmdırırsa, Allah buna karşılık, onun basiretinin (kalp gözünün) nurunu artırır, ona ilim, iman, bilgi ve ancak ba-sîretiyle ulaşacağı hiç şaşmaz bir feraset kapısı açar.
Yüce Allah "Onlar sarhoşlukları içinde şaşkın şaşkın ge­zinmekteydiler"[25] buyurmuş, onları aklın bozulması de­mek olan "sarhoşluk" ve basiretin bozulması demek olan "şaş-kınlık-sersemlik"le nitelemiştir. Demek ki haramlara bakmak, takılmak aklın bozulmasına basiretin şaşkınlaşmasına ve kal­bin sarhoş olmasına yol açar. Şairin de söylediği gibi:
Sarhoşluk aşk sarhoşluğu bir de içki sarhoşluğudur. Sarhoş olan kişinin ayılması ne zamandır?
Diğeri şöyle der:
Dediler: Maşukunun delisi oldun. Dedim: Aşk delilikten daha büyük hâldir. Aşkta kişi ömrü boyunca ayılmaz. Deli ise zaman zaman aklını kaybeder.
Yedi: Gözleri haramdan korumak kalbe sebat, cesaret ve güç verir. Yüce Allah o kişiye hem bilgi ve hüccet gücü, (basiret) hem de kudret ve kuvyet vermiştir. Nitekim bir hadiste şöyle denmiştir: "Hevâ hevesine muhalefet edenin şeytan bile gölge­sinde kaçar."
Bunun tersini de hevâ ve hevesine uyanda; nefsin zilleti, şeklinde görürsün. Allah onları sağlam adamdan saymaz. Nite­kim Hasan-ı Basrî "Onları, katırlar uçarcasına, götürseler de masiyet zilleti boyunlarındadır; Allah kendisine âsî olanları mutlaka zelil kılar." demiştir."
Yüce Allah izzeti itaatin, zilleti de mâsiyetin ayrılmaz ar­kadaşı yapmış ve şöyle buyurmuştur: "İzzet sadece Allah'a, Ra-sûlüne ve mü'minlere aittir."[26] "Gevşemeyin, üzül­meyin. Eğer mü'minlersiniz en üstün ve galip sizlersiniz"[27] İman ise söz ve ameldir, dış (zahir) ve iç (bâtın)dır. Yine Yüce Allah "Her kim izzet istiyorsa (bilsin ki) bütün izzet ancak Allah'a aittir; güzel sözler O'na yükselir, onu da salih amel yükseltir."[28] Yani: Her kim izzet sahibi olmak is­tiyorsa, onu, "hoş sözler" (zikir, dua vs.) ve "salih amel" gibi Al­lah'a o itaatte ve O'nu anmada arasın.
Kunut dualarının bir cümlesi şöyledir: "Şüphesiz senin dost olduğun zelil olmaz, senin düşman olduğun izzet bulamaz." Allah'a herhangi bir hususta itaat eden o hususta O'na (c.) dost olur ve itaati oranında izzeti elde eder. Her kim de Allah'a hangi hususlarda âsî olursa o hususta Allah'a düşmanlık yapmış olur. Ve o günahı miktarınca zillete sahip olur. Kişi Allah'a hangi hususlarda itaat ederse, o hususlarda Allah'ın dostluğunu ka­zanır ve o miktarda izzet elde eder. Hangi hususlarda da âsi olursa o konuda Allah'ın dostluğunu kazanır ve o miktarda izzet elde eder. Hangi hususlarda da âsî olursa o hususlarda Allah'ı düşman olmuş olur ve o miktarda zilleti hak eder.
Sekiz: Harama bakmak şeytanın kalbe girişine kapı ara­lar. Çünkü şeytanın bakışla birlikte kalbe girip onu nüfuz etme­si havanın bir yere girmesinden daha hızlıdır. Şeytan o görün­tüyü süsler, sürekli gözünün önüne getirir. Onu kalbin sürekli meşgul olduğu bir put yapar. Sonra onu hayallere, hülyalara daldırır, temennilerde bulundurur, kalbinde şehvet ateşi yandı-rır, üzerine de ancak bu görüntüyle elde ulaşılacak "günahlar odununu" atar, sonunda kalp iyice tutuşur.
O alevler, iniltiler ve yanıklar hep bu ateşten dolayıdır; çünkü ateş kalbin dört bir yanını sarmıştır. Kalp tandıra atılmış koyun gibidir. O yüzden haramlara bakmakla nazlananların ce­zası da berzah aleminde ruhlarının bir ateşe konulup bedenleri diriltilene kadar orada bırakılmaları şeklinde olacaktır. Şahin­liğinde ittifak edilen bir hadise göre Yüce Allah bunu peygambe­rine rüyasında göstermişti.
Dokuz: Gözü haramlardan korumak kalbi, teskin eder. Bakmak ise ona sükûneti unutturur, bundan alıkoyar. Artık her işinde ihmalkâr olur, hevâsına uyar, gaflette olur, Rabb'ini pek aklına getirmez. Yüce Allah 'bizi anmayı kalbine unutturduğu­muz, heveslerine uymuş ve işinde haddini aşmış kimselere uy­ma'[29] buyurmuştur. Göz harama ne kadar çok bakarsa bu üç husus o kişide o kadar çok olur.
On: Göz ile kalp arasında, ikisi arasında geçişe izin veren, birinin bozukluğundan ve düzgünlüğünden diğerinin de aynen etkilenmesine yol açan bir geçit vardır. Kalp bozulduğunda göz, göz bozulduğunda kalp bozulur. Sağlamlık hâli de böyledir. Göz bozulduğunda kalp de harap olur, bozulur. Sonunda pisliklerin; çöplerin yeri olan çöplüğe dönüşür. Artık orası Allah'ı tanıma, O'nu sevme, O'na yönelme, O'nunla ünsiyet bulma, O'na yakın­lıkla mutluluk duymaya uygun, yer olmaktan çıkar. Zira içinde bunların zıddı olan şeyler vardır.
Bunlar gözü haramdan sakınmanın bazı faydalarıdır. Kı­saca işaret ettik, diğer anlamları sen çıkarabilirsin.
Kalbin tutulmasını engelleyici ikinci yol ise; kendisini bu işten alıkoyacak şeylerle meşgul olmasıdır. O da ya kişiyi tedir­gin edici bir korku veya kişiyi yerinde durdurmayan sevgidir. Kalp elde ettiği sevgiliye karşı kaybedeceği (Allah rızası)mn ve sonuçta elde edeceği zararın korku ve sıkıntısından azat olur, sevgisinin kendisi için daha iyi ve hayırlı, onu kaçırmanın ise Öbür (dünyevî) sevgiliyi elden kaçırmakdan daha zararlı olduğu bilincinden ve bu korkudan uzak olursa eninde sonunda görün­tülere âşık olur.
Bunu biraz açıklayalım: Kişi bir sevgiliyi ancak ondan daha çok sevdiği, kaybetmesinin kendisi için daha zararlı ola­cağı kimse hatırına terkeder. Kişi bunu yapmak için şu iki şe­ye birden ihtiyaç duyar; bunların sadece biri hiç bir fayda ver­mez:
Birincisi: Sevilenler ve sevilmeyenler arasındaki derece farklarını bilecek, en sevileni diğerine tercih edecek, en istenme­yenden kurtulmak için az istenmeyene tahammül etmesini bile­cek doğru bir basiret. Bu aklın özelliğidir.
İkincisi: Kararlılık ve sabır. Kişi çoğu zaman iyilerin ve kö­tülerin arasındaki derece farklarını bildiği halde nefsinin, gay­retinin ve azminin zaafı nedeniyle hep değersiz, düşük ve alçak şeylerle meşgul olur. Böyle kişi kendine de fayda vermez, başka kimseler de ondan faydalanamazlar. Yüce Allah dinde önderliği ancak sabır ve yakîn ehli kimselere vermiştir. O (c.) şöyle buyu­rur: "Biz onların arasından, sabrettikleri için, emrimizle doğru yolu gösteren rehberler çıkardık; onlar, bizim âyetlerimize ke­sinlikle inanıyorlardı"[30]
İlminden faydalanılan kişi, bu kişidir. Aksi vasıftaki kim­selerden ise başkaları istifade edemezler. Kimi insanlar ise bil­gilerinden kendileri faydalanırlar, ama başkaları onlardan is­tifade edemezler. İlk kişinin ışığında kendisi de başkaları da yürür. İkinci kişinin ışığı sönmüştür. O da takipçileri de ka-ranhklarda yürürler. Sonuncusu ise kendi ışığında tek başına yürür.


[1] Nûr, 39
[2] Kâf, 18
[3] Furkan, 63
[4] Mü'mın, 19
[5] Zümer, 53
[6] En'am, 110
[7] îsra, 32
[8] A'râf, 80
[9] A'raf, 81
[10] A'râf, 81
[11] Enbiya, 74
[12] Enbiya, 74
[13] Ankebut, 30
[14] Ankebût, 31
[15] Hûd, 76
[16] Hûd, 78
[17] Hûd, 79
[18] Hûd, 80
[19] Hûd, 81
[20] Hûd, 82
[21] Hicr, 75-77.
[22] Tür, 16
[23] Hûd, 83
[24] Mearic, 30
[25] Hicr, 72
[26] Münâfikûn, 8
[27] Âl-i Imrân, 139
[28] Fâtır, 10
[29] Kehf, 28
[30] Secde, 24