Bu Blog içinde Ara

27 Haziran 2012 Çarşamba

Kelime-i Tevhid

Kelime-i Tevhid


Yer ve gökler kelime-i tevhidle ayakta dururlar. Yüce Al­lah tüm varlıkları bu esas üzere yaratmıştır. Dinin kurulması, kıblenin belirlenmesi, cihad kılıçlarının çekilmesi, hep bu esasa göre olmuştur.
Tevhid yüce Allah'ın tüm kulları üzerindeki ka­tıksız hakkıdır. Bu dünyada kan, mal ve nesli koruyan ilke; Öte dünyada da kabir ve cehennem azabından kurtaran bu sözdür. Bu cennete ancak kendisiyle girilen ferman, Allah'a (c.) ancak ona tutunmakla ulaşılacak bağdır. İslâm'ın bu sözü, selam yur­du cennetin anahtarıdır, İnsanlar buna göre mutlu ve bedbaht, kabul edilen ve kovulan diye kısımlara ayrılırlar. Küfür diyarıy-la iman diyarını, nimetler diyarı cennetle bedbahtlık ve zillet yurdunu birbirinden ayıran bu sözdür. Farz ve sünnete götüren esas bu sözdür. "Her kimin (hayattaki) son sözü "Lâilâhe illal­lah" olursa cennete girer."

Kelime-i Tevhid'in Ruhu


Bu sözün ruhu ve sırrı, şanı yüce isimleri mübarek ve ken­dinden başka ilâh bulunmayan Rabbi; sevgide, tevekkül, saygı duyma gibi hususlarda birlemek, bunları yalnız O'na has kıl­maktır. O'ndan gayri sevilen her şey O'nun (c.) sevgisine bağlı olarak ve O'na (c.) olan sevgiyi artırmaya bir vesile olarak sevi­lir. O'ndan başkasından korkulmaz, O'ndan başkasından umul­maz, O'ndan gayrisine tevekkül edilmez. Ancak O'na yönelinir, ancak O'ndan sakınılır, yalnız O'nun adıyla yemin edilir, ancak O'na bakılır. Yalnız O'na tevbe edilir, yalnız O'nun emrine itaat edilir, ancak O'ndan (c.) sevap umulur, sıkıntıh anlarda ancak O'ndan yardım istenip yalnız O'na sığınılır. Ancak O'na secde edilir, hayvan ancak O'nun İçin ve O'nun adıyla kesilir. Tüm bunlar bir kelimede bir araya gelirler. O da "Her türlü kulluğun yalnız O'na yapılması"dır. "Lâilâhe illallah" şehadeti işte böyle tezahür eder. O yüzden Allah'dan başka ilâh bulunmadığına ha­kikî şahitlikte bulunan kimseye cehennem ateşi haram kılın­mıştır ve bu şehâdetin hakikatini yerine getirenin ve uygulaya­nın cehenneme girmesi imkansızdır. Yüce Allah'ın (kurtuluşa ermiş müminler hakkında) buyurduğu gibi: "Onlar ki şahitlikle­rini yerine getirirler."[1] Bu, şahitliğini açıkta ve giz­lide, kalbinde ve kalıbında (bedeninde) gerçekleştirmiş kişidir. Çünkü bazı insanların şahitlikleri (kelime-i şehadet sözleri) ölü­dür.. Bazılarınınki uykudadır, uyartıldığında uyanır. Bazıları­nınki yatmış vaziyette, bazılarınınki ayakta haldedir. Bunun kalpteki yeri ruhun bedendeki yeri gibidir.
Bazı ruhlar ölü, bazı ruhlar hasta ve ölüm yatağında, ba­zıları hasta ve yaşama daha yakın, bazıları ise bedenin gereksi­nimlerini yerine getirmeye devam eden sağlıklı ruhlardır.
Sahih bir hadiste Allah Rasûlü şöyle buyurur: "Hakikaten ben öyle bir söz biliyorum ki ölüm anında onu her söyleyen ku­lun ruhuna ruh katar." Bedenin hayatı ondaki ruhla olduğu gibi ruhun hayatı da içinde bu sözün bulunmasıyla olur. Bu söz üzere Ölen kişi cennettedir, orada dilediği gibi gezer. Bu sözü gerçek­leştirmek ve uygulamak üzere yaşayan kimsenin ruhu ebedî cen­nette keyif sürer, orada en hoş ve en mutlu yaşamı sürer. Yüce Allah "Her kim Rabbinin makamından korkar ve nefsi heva-he-vesinden men'ederse onun yurdu cennet olur."[2] Evet, Rabbiyle buluştuğu günde de yeri-yurdu cennettir.
Allah'ı tanıma, sevme, O'nunla (c.) yalnızlığını giderme, O'nunla buluşmak için can atma, O'nunla huzur bulma, O'ndan ve O'nunla beraber olmaktan hoşnut olma cenneti de; kişinin ruhunun bu dünyadaki sığınağı ve yurdudur. Bu dünyada yur­du bu cennet olan kişinin Rabbiyle buluştuğu gündeki yurdu da o ebedî cennetler olur. Bu dünyada bu cennetten yaşamlarında zorluklarla'karşilaşsalar dünyada sıkıntılı yaşasalar da cennet­lerdedirler. Fasıklar ise, dünyevî geçimleri çok rahat olsa da as­lında cehennemdedirler.
Yüce Allah "Erkek veya kadın, her kim mü'min halinde salih amel işlerse, andolsun ki ona hoş bir hayat yaşatacağız"[3] buyurur. "Hoş hayaftan maksat "dünya cenneti"dir. Yüce Allah yine "Allah her kimi doğru yola iletmeyi dilerse onun göğsünü Islama açıverir. Her kimi saptırmak isterse onun da göğsünü, (o kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık ya­par"[4], buyurur. Göğsün açık ve geniş olmasından daha hoş bir nimet, göğsün dar olmasından daha acı bir azap var mıdır?
Yüce Allah şöyle buyurur: "İyi bil ki Allah dostlarına kor­ku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. Onlar ki inandılar ve sa­kınmaktadırlar. Dünya hayatında da, ahirette de müjde onlara! Allah'ın kelimeleri değişmez. (Onun verdiği söz, mutlaka yerine getirilir.) İşte büyük kurtuluş budur."[5]
Demek ki kendisini Allah'a adamış mü'min, insanlar ara­sında yaşamı en hoş, aklı en rahat, göğsü en açık, kalbi en mut­lu kimsedir. Bu, ahiretteki cennetten önce girdiği dünya cenne­tidir onun.
Allah Rasûlü: "Cennet bahçelerinin yanından geçerseniz orada otlanın" buyurmuş, Sahabiler "Cennet bahçeleri nedir?" diye sorunca "Zikir halkaları" buyurmuştur. Başka bir hadisinde Rasûlullah (s.) "Evim ile (camideki) minberim arası cennet bahçelerinden bir bahçedir" buyurmuştur. İftarsız ve sahursuz ard arda oruç tutmayı yasakladığında sahabüer peygambere kendisinin bunu yaptığını hatırlatmışlar, O ise, şöyle buyur­muştur: "Ben sizin gibi değilim. Ben hep Rabbimin yanındayım. O beni yediriyor, içiriyor." Allah Rasûlü (s.) burada Rabbi katın­daki (manevî) gıdanın en güzel yiyecekler ve içecekler yerine geçtiğini, bunun sadece kendisine Özgü bir şey olup başkasının buna sahip olmadığını, yeme-içmesini terkettiğinde onun yerine geçecek, ona gerek bırakmayacak bir alternatife sahip olduğunu haber vermektedir. Şairin dediği gibi:
O kadar hoş sözlü ki onu hatırlayınca
Yeme-içme ihtiyacını unutursun.
Yüzünde seni aydınlatan bir nûr vardır.
Ondan bahsetmen sana şarkı söyleme zevki verir.
Yolculuğunun bıkkınlığından şikâyetçi olsan,
Buluşma ümidi seni teselli eder, buluşunca da dirilirsin.
Bir şey kula ne kadar lazım ve faydalı ise, onu kaybetmek­ten o derece çok ızdırap ve acı duyar. Bir şeyin de yokluğu ona ne kadar faydalı ise onun varlığından o kadar çok ızdırap duyar. Kul için kesinlikle Allah'a (e.) yönelmek, O'nu (c.) zikretmekle meşgul olmak, sevgisiyle hazlanmak ve rızasını istemek kadar faydalı hiçbir şey yoktur. Hatta bu olmaksızın onun ne yaşamı, ne sevinci, ne de mutluluğu vardır. Dolayısıyla bunun yokluğu onun için en acı verici ve en zor bir şeydir. Ruhun bu azap ve iş­kenceyi hissetmemesinin, nedeni ise başka şeylerle uğraşmasıdır. Böylece, kendisi için en iyiden mahrum olmanın elem ve ız-dırabmı hissetmez. Bu kimse evi, malları, ailesi ve çocukları yanmış, ama sarhoşluğundan ötürü kendinden geçmiş kimseye benzer, kendine gelinceye, sarhoşluk perdesi kalkıncaya ve sar­hoşluk uykusundan uyanıncaya kadar bu musibetlerin elem ve acısını hiçbir şekilde hissetmez. Ama kendine geldiğinde tüm bunların farkına varır.
Perdenin kaldırılıp ahiret penceresinin açıldığı dünya­dan ayrılıp Allah'a gittiğinin farkına vardığı vakit de kulun durumu aynen böyledir. Hatta buradaki elem, ızdırap ve pişman­lık kat kat fazladır. Çünkü dünyada başına bir musibet gelmiş kimse bunun başka yollarla telafi edilmesini umar ve başına gelen belânın geçici olduğunu, daimî olmadığını bilir. Ama, kurtulma imkânının olmadığı, telafisinin imkansız olduğu, ar­tık dünyayla ilişkisinin kalmayacağı bir musibete duçar olmuş kimsenin hali nicedir. Yüce Allah hayatını sona erdirmek sure­tiyle onu bu azap ve pişmanlıktan kurtarsaydı çoktan razı olurdu. Çünkü Ölüm, onun en büyük istek ve arzusu haline gel­miştir. Tüm bu acı ve ızdıraplar sadece, kaçırılan bir fırsattan dolayı duyulan pişmanlığın acısıdır. Bir de bedene yapılacak ölçülmesi imkansız azap ve işkence vardır; bu kulun hali nice olur o zaman? -.
Şimdi, onsuz hayatı düşünemediğin dünyada en çok sevdi­ğin şeyi düşün. Farzet ki o etinden alındı veya en çok ihtiyaç duyduğun şeyden engellendin. O durumda halin nice olur? Bu, alternatifi olan benzerini elde edebileceğin bir şey. Peki, alter­natifi bulunmayan kimseyi kaybedip ondan mahrum olduğunda halin nice olur? Şairin dediği gibi:
Kaybedecek olsan her şeyin bir alternatifi benzeri var. Allah'ı kaybedecek olursan yok O'nun alternatifi
Bir kudsî hadiste Yüce Allah şöyle buyurur: "Ey Adem oğ­lu! Seni bana kulluk edesin diye yarattım; öyleyse oynama, oya­lanma; senin rızkına kefil oldum; öyleyse kendini yorma, parça­lama. Ey Adem oğlu! Beni iste, hemen yanında bulacaksın. Be­ni bulunca her şeyi bulacak, beni kaybettiğinde her şeyi kaybe­deceksin. Ben, senin en çok seveceğin varlığım!"

İyi Sevgi, Kötü Sevgi


Sevgi mutlak olarak düşünüldüğünde, netlik ve miktar iti­bariyle farklılık arzeden bir çok sevgiyi içinde barındıran bir pistir. Bunun Allah hakkında en çok bahsedileni sadece O'na has olan, O'nun layık olduğu, başkasına yakışmayan kulluk, tevbe gibi sevgilerdir. Çünkü kulluk O'ndan başkasına olmaz.
Tevbe de Öyle. Yüce Allah sevgiyi kendisinin mutlak ismiyle (Al­lah ismi) birlikte anmış ve şöyle buyurmuştur: "... Yüce Allah öyle bir topluluk getirir ki, onları sever, onlar da onu severler."[6] "İnsanların bir kısmı Allah dışında ortaklar edinir ve onları Allah gibi severler. İman edenler ise Allah'a daha çok sevgi beslerler."[7]
En kötü ve çirkin sevgi ise Allah'la birlikte başkasını sevip Allah'a ortak ettiği o şeyi Allah kadar sevmektir.
İyi sevgilerin en büyüğü sadece Allah'ı ve O'nun sevdikle­rini sevmektir. Bu sevgi mutluluğun başı ve temelidir, hiç kim­se bu olmaksızın azaptan kurtulamaz. Kötü yani "şirk bulaşmış sevgi" ise bedbahtlığın başı ve temelidir, azapta da daimî olarak sadece bunlar kalacaklardır. Şu halde Allah'ı sevip yalnız O'na kulluk edenler cehenneme girmeyecekler, günahları sebebiyle girenlerin hepsi de eninde sonunda oradan çıkacaklardır.
Kur'an âyetleri hep bu sevgi ve bunu gerektiren şeyleri emir, diğer sevgi ve onu gerektiren şeylerden de nehiy etrafında döner. İki çeşit sevgiye örnekler verir. İkisinin kıssalarını anla­tır. Bu iki kesimin ve dostlarının hareket ve tarzlarını detaylıca anlatır. Her birinin ilâhını tanıtır, neler yaptıklarından haber verir. Bu iki kesimin üç dönemde, dünya yurdu, berzah yurdu ve ahiret yurdundaki hallerinden bahseder. Kur'an bu iki kesimin hallerini açıklamak için gelmiştir.
Baştan sona tüm peygamberlerin davalarının temeli de eşi olmayan tek Allah'a kulluk etmekten ibarettir ki bu da Allah'a tam bir sevgiyi, O'na boyun eğmeyi, önünde eğilmeyi, O'nu yü­celtip büyültmeyi ve bunların kesin sonucu olan itaat ve takva­yı içerir.
Nitekim Buhârî ve Müslim'in Enes kanalıyla rivayet ettik­leri hadiste Allah Rasûlü şöyle buyurmuştur: "Hayatım elinde bulunan zata yemin ederim ki her hangi biriniz beni babasın­dan, çocuğundan ve tüm insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olmaz."
Buharî'de geçtiğine göre Hz. Ömer Allah Rasûlüne "Ey Al­lah Rasûlü! Vallahi seni kendim hariç her şeyden çok seviyo­rum." demiş, O (s.) "Hayır ey Ömer, beni kendinden daha çok sevmedikçe iman etmiş olamazsın!" buyurmuş, Hz. Ömer (r.) "Seni hakla gönderen Allah'a andolsun ki seni kendimden de çok seviyorum" deyince, Allah Rasûlü "İşte şimdi ey Ömer!" bu­yurmuştur.
Allah'ın (c.) bir kulunun ve elçisinin sevgisi böyle olur ve bu sevginin kişinin kendisine, babasına, çocuğuna ve tüm insan­lara sevgisinin önüne geçmesi böyle vacip olursa, O'nu gönderen Yüce Allah'ın kendisinin sevgisi ve bu sevginin başka sevilerden fazla olmasının zorunluluğu ne derece olur?
Allah sevgisi özellik açısından, benzersiz olma yönünden diğer sevgilerden ayrılır. Zira kulun yüce Allah'ı babasından ço­cuğundan, hatta gözünden, kulağından ve ruhundan çok sevme­si, hakîki ilâhının ve.mabudunun ona tüm bunlardan daha se­vimli olması gerekir. Zira bir şey bazen bir yönüyle sevilip diğer yönüyle sevilmez, bazen başka bir şeyin hatırına sevilir. Ancak zâtından dolayı ve tüm yönlerden sevilecek tek şey Allah'tır, İlâhlığa O'ndari(c) başkası lâyık değildir: "Şayet yerde, gökte Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de bozulup gitmişti."[8] Zaten "ilâh edinmek" sevgi beslemek, itaat etmek ve bo­yun eğmek demektir.

Her Hareketin Aslı Sevgidir


Yüceler ve alçaklar (ulvî ve suflî) alemindeki her hareke­tin aslı ve kaynağı sevgidir. Her olayın ve her gayenin temelin­de sevgi vardır.
Çünkü hareketler üç kısımdır: İsteyerek ve dileyerek yapı­lan hareketler, tabiî olarak tezahür eden hareketler ve zorlama sonucu ortaya çıkan hareketler.
Tabiî hareketin aslı hareketsizliktir. Bir madde tabii yer ve merkezinden ayrıldığında oraya tekrar dönmek için hareket eder. Onun merkezinden ve aslî yerinden ayrılması ise "onu zor­la hareket ettiren bir etki" nedeniyle olmuştur. Dolayısıyla onun hem, kendisini zorla hareket ettiren bir şeyin etkisi sonucu olu-Şan "mecburî hareketleri", hem de merkezine ve eski yerine dön­meyi gerçekleştirdiği kendine ait "tabiî hareketleri" vardır. Bu her iki hareketi de "zorla hareket ettirici"nin sonucudur; bu ha­reketlerin aslı odur.
İsteyerek ve dileyerek yapılan hareketler de bu iki tür hareketin aslıdır. Bunlar istemeye ve sevgiye bağlı olarak ger­çekleşir.
Hareketlerin bu üç çeşitle sınırlı olduğunun delili şudur: Hareket eden bir şeyin "hareket şuuru" var ise o "dileyerek ya­pılan bir harekettir." Bu şuuru yoksa, hareketi ya tabiatına (do­ğasına) uygundur, ya da değildir. Uygun ise o "tabiî hareket", değilse "zorla yapılan harekef'tir.
Bu gerçekler ışığında düşündüğümüzde görürüz ki gökler­de, yerde ve bu ikisi arasında gerçekleşen Güneş'in, Ay'ın, yıl­dızların, gezegenlerin, rüzgarların, bulutların, yağmurun, bitki­lerin ve annelerinin karnındaki ceninlerin hareketleri ancak meleklerin vasıtasıyla, Kur'an ve sünnette pek çok yerde geçtiği gibi "işi düzenleyenlerin" "işleri (rızıklan vs.) taksim edenlerin" yapmasıyla gerçekleşir. Bunlara iman "meleklere iman"m ta­mamlayıcı unsurlarındandır. Zira Yüce Allah yağmura, bitkile­re, rüzgarlara, gezegenlere, Güneş, Ay ve yıldızlara, bunların her birine bir takım melekler görevlendirmiştir. Her kula (dün­yada) dört melek görevlendirmiştir: Sağında ve solundakiler "yazıcı", önünde ve arkasındakiler "koruyucu" meleklerdir. Ru­hunu teslim alıp cennet ve cehennemdeki yerine hazırlaması için bir takım melekler, kabirde onu sorguya çekip sınav yapma­ları için bir takım melekler, cehennemde azap etmeleri veya cennette ihsan ve iyilik yapmaları için bir takım melekler vazi-felendirmiştir. Yüce Allah dağlar için bir takım melekler görev­lendirmiştir. Bulutlar için bazı melekler görevlendirmiştir; bun­lar bulutları emrolundukları yöne götürürler. Yağmur için de bir takım melekler görevlendirmiştir; bunlar Allah'ın emriyle, O'nun dilediği- şeklide ve miktarda yağmur yağdırırlar. Cenne­tin ağaçlarını dikmek, eşyalarım yapmak, sergisini gerçekleştir­mek ve bakımım yapmak için melekler, cehennem içinde aynı şekil de bir takım melekler göndermiştir.
İşte Yüce Allah'ın en büyük askerleri meleklerdir. "Melek" kelimesi başkasının emrini uygulayan elçi anlamını çağrıştırır.
Onların elinde hiçbir şey yoktur. Bilakis her şey Yüce Allah'ın elindedir. Onlar işlerin taksimim ve düzenlemesini O'nun emir ve izniyle yaparlar. Yüce Allah onlardan şöyle bahsetmiştir: "(Melekler derler ki:) Biz ancak Rabb'inin emriyle ineriz. Önü­müzde, arkamızda ve bunlar arasında olan her şey O'na aittir. Rabb'in asla unutkan değildir."[9]
Yüce Allah buyurur ki: "Göklerde nice melek var ki onla­rın şefaati hiç işe yaramaz. Meğer Allah'ın dileği ve razı olduğu kimseye izin verdikten sonra olsun."[10]
Yüce Allah yaratıklarmdaki emirlerini uygulayan melek­lere yeminle şöyle buyurmuştur: "Andolsun o sıra sıra dizilenle­re. Bağırıp sürenlere (bulutları sevkedenlere); zikir okuyanlara"[11]
Yüce Allah şöyle buyurur: "Andolsun; birbiri ardınca gön­derilenlere, rüzgâr gibi esip savuranlara, yaydıkça yayanlara, ayırdıkça ayıranlara, öğüt bırakanlara; özür yahut uyarmak için..."[12]
Yüce Allah yine şöyle buyurur: "Andolsun (ruhu) söküp ça­lanlara, (onu) hemen çıkarıp alanlara, yüzüp gidenlere, yarışıp geçenlere, işi düzenleyenlere"[13]
Bunun anlamım ve bunlara yemin etmenin hikmet ve sır­rım "Et-Tibyân fi Aksam el-Kur'an" kitabımızda açıkladık.
Bunları öğrendikten sonra anlarsın ki: Sevgiler, saikler,
(dileme, kasıt ve fiiller, tüm bunlar onların, yer ve göklerin Rabb'ine ibadetleridir. Tüm tabiî ve mecburî hareketler de bu-ıa tâbidir. Sevgi olmasaydı gezegenler dönmez, ışık saçan yıl-lızlar hareket etmez, rüzgarlar esmez, yağmur taşıyan bulut­lar geçmez annelerinin karnındaki ceninler hareket etmez, çe-Şİt çeşit bitkiler tohumlarından bitmez, deniz dalgaları coş­maz, "işleri düzenleyip taksim edenler" hareket etmez, gökler, yerler ve bunlardaki çeşit çeşit yaratıklar yüce yaratıklarını tenzih etmez, O'nu övmezlerdi. Tenzih ederiz o Allah'ı ki: "Ye-uı gök, arz ve bunların içinde bulunanlar, O'nu teşbih ederler. O'nu övgü ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur,ama siz onların teşbihlerini anlamazsınız. O, halimdir, çok bağışlayandır"

Hakiki Sevgi Ancak Allah'a Beslenir


Bunlar bilindikten sonra anlaşılır ki her canlının kendine göre bir iradesi, sevgisi ve eylemi vardır. Hareket eden her şeyin hareketinin aslı sevgi ve iradedir. Varlıkların iflahı ancak hare­ketlerinin ve sevgilerinin sadece yaratıcılarına ve yoktan var edi­cilerine ait kılınmasıyla mümkündür. Nitekim onların hayatta olmaları da sadece, O'nun (c.) yoktan var etmesiyle olmuştur.
O yüzden yüce Allah "Şayet onlarda (yer ve gökte) Allah dışında bir takım ilâhlar bulunsaydı onlar (yer ve gökler) bozu­lur, ifsad olurdu."[14] buyurmuştur. Yüce Allah 'Ter ve gökler varlık aleminde olmaz yok olurlardı" dememiş, "Onlar yok olup giderlerdi" de dememiştir. Çünkü yüce Allah onları bo­zuk halleri üzere hayatta tutmaya kadirdir. Ancak, onların iyi hâl üzere olmaları sadece, ilâhın sadece Allah olmasıyla müm­kündür. Kainatta iki ilâh bulunsaydı nizamı tamamen bozulur­du. Çünkü her bir ilâh diğerine galebe çalmaya, üstün gelmeye, tek ilâh olmaya çalışırdı. Bu, şu değil sadece üstün gelen ilâh sa­yılırdı. Hiçbiri diğerine üstün gelmezse her birinin acizliği orta­ya çıkar, tam üâhlığı olmazdı. Bu durumda da bunların üstün­de, bunlar üzerinde hakim ve galip başka hakiki bir ilâh bulun­ması icap ederdi. Aksi taktirde her biri yarattığı mahlûkât üze­rinde hâkimiyet kurar, diğer ilâha karşı üstünlük sağlamaya ça­lışırdı. Bu durumda ise yer, gök ve bunlardakiler mahvolur, alt­üst olurlardı. Nitekim iki kralın hükmettiği bir ülkenin, harap olduğu iki kocanın sahip olduğu bir kadının, iki erkeği bulunan bir dişi hayvanın mahvolduğu ezildiği görülür.
Yeryüzündeki fesadın aslı da kralların ve halifelerin ihti­laf etmelerinden kaynaklanmaktadır. O yüzden İslâm düşman­ları müslümanlara hiçbir zaman göz dikememiş, ancak müslü-manlann hükümdarlarının birden çok olduğu, bunların ihtilal ettikleri, her birini bir ülkeye hükmetme diğerinden güçlü ve üstün olup ona galebe çalma çabasında olduğu vakitlerde onlar1 yenme ümidine kapılmışlardır.
İşte o yüzden göklerin ve yerin iyi ve düzgün olması, yara­tıkların her işlerinin son derece mükemmel ve düzenli oluşu Allah'dan başka bir ilâh bulunmadığının, ortağının bulunmadığı-tüm varlıkların tek sahibi olduğunun, övgü ve senayı ancak n'nun hak ettiğinin, yaratıp Öldürdüğünün, her şeye kadir oldu-s nun ve arşından yeryüzünün dibine kadar olan bölgede ken-Üsine kulluk edilen tanrıların hepsinin asılsız olduğunun tek kulluk edilecek zatın kendisi olduğunun apaçık göstergelerin-dendir. Yüce Allah şöyle buyurur:
"Allah çocuk edinmemiştir. O'nunla beraber hiçbir tanrı yoktur. Öyle olsaydı her tanrı, kendi yarattığını (alıp) götürür­dü (her tanrı kendi yarattığına sahip çıkar, kendi mülkünü öte­kinin mülkünden ayırmaya kalkardı) ve onlardan biri diğerine üstün gelmeğe çalışırdı. Allah, onların koştukları vasıflardan uzaktır. O, görünmeyeni ve görüneni bilir; onların ortak koştuk­ları şeylerden münezzehtir."[15]
"Yoksa (o müşrikler), birtakım tanrılar edindiler de (ölüle­ri) onlar mı diriltecek? Eğer yerde, gökte Allah'tan başka tanrı­lar olsaydı, ikisi de (yer de, gök de) bozulup gitmişti. Arş'ın sa­hibi Allah, onların nitelendirmelerinden yücedir. O, yaptığından sorulmaz, ama onlar sorulurlar."[16]
"De ki: Eğer dedikleri gibi O'nunla beraber (başka) tanrı­lar olsaydı o zaman onlar Arşın sahibine gitmenin yolunu arar­lardı."[17]
Bu âyetin tefsirinde şöyle denmiştir: Hükümdarların bir­birlerine yaptıkları gibi kendi aralarında ve aynı zamanda Al­lah'a karşı üstün gelmeye, üzerinde hakim olmaya çalışırlardı. Şu ayette de bu manaya delalet edilir: "Her biri diğerinden güç­lü ve üzerinde hakim olmaya çalışırdı."
Hocamız İbn Teymiye şöyle demiştir: En doğrusu anlamın şöyle olmasıdır: "Şayet öyle olsaydı diğer ilâhlar da Yüce Allah'a itaat ve kulluk etmek suretiyle O'na yakınlaşmaya çalışırlardı. Hal böyleyken siz nasıl olur da Allah'ı bırakıp onlara kulluk ediyorsunuz. Halbuki onlar müşriklerin dediği gibi ilâh olsalardı bile yüce Allah'ın kulu olurlardı. Hocamız devamla söyle demiştir. Bu tefsiri destekleyen delillerden bazıları şunlardır:
1. Yüce Allah başka bir âyette "O yalvardıkları varlıklar öbe yaklaşmak için vesile ararlar; O'nun merhametini umarlar, azabından korkarlar"[18] yani benden başka kul­luk ettikleriniz, sizin kullarım olduğunuz gibi kullanırıdırlar. Rahmetimi umar, azabımdan korkarlar. Hâl böyleyken niçin be­nî bırakıp onlara kulluk ediyorsunuz?
2. Yüce Allah burada "alâ" (üzerinde, O'na karşı) edatını değil "ilâ" (ona doğru, ona) edatını kullanmıştır, "ilâ" edatı ise sadece yaklaşmada kullanılır. Nitekim yüce Allah mü'minlere hitaben "Allah'tan sakının ve O'na yaklaşma vesilelerine başvu­run."[19] buyurmuştur: "Alâ" ise şu ayetlerde olduğu gi­bi karşı tarafa hakim olma, ona kötü elini uzatma anlamı ifade edilirken kullanılır: "Şayet (dik başlılık yapan hanımlarınız) si­ze itaat ederlerse onlara karşı bir yol aramayın."[20]
3. Müşrikler kendi ilâhlarının yüce Allah'a galip ve O'nun üzerinde olacaklarını söylememişlerdir. Yüce Allah da "De ki: Şayet -onların söyledikleri gibi- O'nunla birlikte ilâhlar bulun­saydı..." buyurmuştur. Onların söyledikleri ise ilâhlarının Al­lah'a yaklaşmaya çalıştıklarını, kendilerini de O'na yakınlaştır­dıklarını söylüyordu. Bunun üzerine onlara şöyle dendi: Durum sizin dediğiniz gibi olsaydı o ilâhlar Allah'ın kulları olurlardı. Öyle olunca da ne diye O'nu bırakıp kullarına kulluk ediyor, on­lara tapıyorsunuz?

Sevginin Etkileri; Meyvaları


İyi veya kötü, yararlı veya zararlı, her türlü sevginin bir­takım etkileri, meyvalan, sonuçları ve hükümleri vardır: Vecd, zevk, haz alma, iştiyak duyma, ünsiyet duyma, sevgiliyle irtibat kurup ona yaklaşma, ondan ayrılma, uzaklaşma, onu terketme, sevinme, coşma, ağlama ve üzülme...gibi.
İyi sevgi sahibine dünya ve ahiretinde yarar getiren "fay­dalı sevgi"dir. Mutluluğun adresi bu sevgidir. Kötü sevgi ise dünya ve ahiretinde sahibine zarar getiren sevgidir, bedbahtlı­ğın adresi de bu sevgidir.
Bilindiği gibi akıllı kimse kendisine zarar verecek, mut­suzluk getirecek sevgiyi tercih etmez; bu ondan ancak cehalet ve zulümden neş'et eder. Çünkü nefis bazen kendisine fayda vermeyen, zarar getiren şeye yaklaşır. Bu, insanın kendisine zulmünden kaynaklanır; bazen sevgisinin ona getireceği zarar­dan habersiz olarak ona meyledip sever. Bu, bilgisizce hevâsına uyan kimsenin halidir. Bazen de ona beslediği sevginin kendi­sine getireceği zarardan haberdardır, ama hevâ ve arzusunu bilgisine tercih eder. Bazen de sevgisi başka bir şeyi içerir: Bo­zuk inanç. Bu zanlarına tabi olan ve hevasma uyan kimsenin halidir. Özetle "kötü sevgi" ancak cehaletten veya bozuk inanç­tan, ya da insana galebe çalan hevâdan veyahut bunların hep­sinden doğar. Bunlar insanda şüphe ve şehvet doğurur. Hak ile batılı birbirine karıştırmaya sebep olan ve sevileni sevimli gös­teren şüphe ile sevgiliyi elde etmeye çağıran şehvet. Şüphe or­dusu ile şehvet ordusu akıl ve iman ordularına karşı birbiriyle yardımlaşır.
Bunlar bilindikten sonra şunu ifade edelim ki: Her türlü sevginin sonucu onun hükmünü alır. O yüzden kulun mutlulu­ğunun adresi olan iyi ve faydalı sevginin ve bunun yol açtıkları­nın hepsi kul için yararlıdır, dolayısıyla yol açtıkları şeyler o sevginin hükmündedir.
Ağlasa ona fayda verir, üzülse fayda verir, sevinse fayda verir, sıkılsa fayda verir, coşsa fayda verir. Kişi sevgi basamak­larında sürekli bir artış, kazanç ve güç kazanarak dönüp dolaşır.
Bunun gibi zararlı ve yerilen sevgi ve bu sevginin doğur­dukları, neticeleri... Tüm bunlar da sahibi için zararlı, onu Rab-binden uzaklaştırıcı şeylerdir. Kul onun basamaklarında yürü­düğü, sonuçlarında dönüp dolaştığı sürece zarardadır, Rabbin-den uzaklaşma halindedir. Bu husus itaatten ve isyandan doğan her fiil için de geçerlidir. İtaatten doğan her şey sahibi için bir kazanç ve Rabben yakınlık iken isyandan neş'et eden her şey sa­hibi için bir zarar, Rabbinden uzaklaşmadır. Yüce Allah şöyle buyurur. "Böyledir, çünkü Allah yolunda uğrayacakları hiçbir susuzluk, yorgunluk, açlık; kâfirleri öfkelendirecek bir yeri çiğ-ne(yip zaptet)meleri ve düşmana karşı bir başarı kazanmaları yoktur ki mutlaka bunlarla kendilerine iyi bir amel yazılmış ol­masın. Allah güzel davrananların ecrini zayi etmez. Küçük-bü-yük bir masraf yapmaları, bir vadiyi geçmeleri, mutlaka onların lehine yazılır ki Allah onları, yaptıklarının en güzeliyle müka­fatlandırsın"[21]
İşte yüce Allah ilk ayette itaatlerinden ve eylemlerinden neş'et eden şeylerden dolayı onlara salih amel sevabı yazılacağı­nı, ikinci âyette yaptıkları salih amelden dolayı onlara en güzel sevabın verileceğini haber buyurmuştur. İkisi arasındaki fark şudur: Birincisi kendi eylemlerinden değildir, bilakis eylemle­rinden doğmuş şeylerdir, bu yüzden onlara salih amel sevabı ya­zılmıştır. İkincisi ise kendi eylemleridir, dolayısıyla sevabı onla­rın defterlerine kaydedilmiştir.
Öyleyse sevgi kurbanı bunu hakkiyle düşünsün de sevgisi­nin kendisine yarar ve zararlarını Öğrensin.
Ameller sunulduğunda bilecek neleri kaybettiğini, Tartılırken de anlayacak; neler elde ettiğini.

Sevgi Her Dinin Temelidir


Daha Önce geçtiği üzere sevgi ve niyet her fiilin temeli oldu­ğu gibi, bunlar hak olsun batıl olsun her dinin de esasını teşkil eder. Çünkü din bir takım batınî (içsel) ve zahirî (dışsal) eylem­lerden ibarettir. Sevgi ve kasıt ise bunların tümünün temelidir. Din; itaat, ibadet ve ahlak anlamlarına gelir. Dolayısıyla o, artık bir ahlak ve alışkanlık haline gelmiş sürekli bir itaattir. O yüz­den Yüce Allah'ın "Hakîkaten sen büyük bir ahlâk üzeresin"[22] buyruğundaki "ahlak" kelimesi "din" İle tefsir edilmiştir. İmam Ahmed, İbn Uyeyne'den, İbn Abbas'ın bunu "büyük bir din (yaşantı) üzeresin" diye tefsir ettiğini rivayet etmiştir.
Aişe'ye Rasûlullah'm ahlâkı sorulduğunda "Onun ahlakı Kur'an idi" demiştir.
"Din" kelimesinde zelil ve hakir etme, aynı zamanda bo­yun eğme, itaat etme anlamı vardır. O yüzden "din" bazen yük-sektekinden alçaktakine olur. Örneğin "din tühü fedâne", yani: onu zelil ettim, boyun eğdi, denilir.
Din bazen de düşükten yüksektekine yapılır. "Dintü'llâhe" (Allah'a itaat ettim), "dintü lillahi" (Allah'a itaat ettim), "Fülânûn lâ yedînu lillâhi dînen" (Filan Allah'a hiçbir hususta itaat etmez), "Fülânun lâ yedînüllahe bidîn" (aynı anlam) denilir. Bu cümlelerin tümü "dîn" kökünden gelme fiillerden kurulmuştur. Şu halde "Dânellahe" (Allah'a din-diyanet etti)nin anlamı "Al­lah'a itaat etti, O'nu sevdi ve O'ndan korktu" demektir, "Al­lah'tan korktu, O'na boyun eğdi, önünde eğildi, emrine girdi, ita­at etti" anlamındadır.
"Dini, (itaati) içten kabullenmek" "kulluk"ta olduğu gibi sevgi ve boyun eğmekliği zorunlu kılar. Ama "Dini zahiren ka-bullenme"de zahiri olarak bir "boyun eğme ve önünde eğilme" ol­sa da sevgiyi gerektirmez.
Yüce Allah (Fatiha sûresinde) kıyamet gününü "Din günü" diye isimlendirmiştir. Çünkü o, insanların amellerinin karşılığı­nı aldıkları yani iyiliklerinin karşılığında iyi, kötülüklerinin karşılığında kötü muamele gördükleri gündür. Din kökünden gelen deyn borç, anlamına gelir. Sanki insanlar o gün dünyada verdikleri borçlarım geri alacaklardır. Bu da onların hesaba çe­kilmelerini ve amellerinin karşılığını görmelerini gerektirir. O yüzden buradaki "din günü" âlimlerce "Ödül günü, sorgu günü" diye tefsir edilmiştir.
Yüce Allah "Eğer cezalandırılmayacak iseniz o cam geri döndürsenize"[23] buyurur. Yani: Şayet siz zelil ve hakir konumdaki kullar değilseniz, yaptıklarınızın karşılığını görmeyecekseniz ruhu eski yerine döndürsenize. Bu âyet geniş açıklamaya gereksinim duymaktadır. Çünkü âyet kâfirlerin tekrar dirilmeyi ve sorguya çekilmeyi inkârlarına cevap olarak getirilmiştir. Delil delalet ettiği şeyi zorunlu kılar; yani arala­rındaki birbirini gerektirme (telâzüm) ilişkisinden dolayı zihin delilden medlule (delilin delâlet ettiği anlama) intikal eder. Çünkü her melzûm (lâzımın gerektirdiği) Lâzımına delalet eder, ama her lâzım melzumuna delalet olmaz.
Ayetin söz konusu mes'eleye delil getirişi şöyledir: Onlar tekrar dirilmeyi ve amellerinin karşılığını görmeyi inkâr ettik­lerine göre Rabblerini de inkâr ediyorlar, O'nun kudretini, rabbliğini ve hikmet sahibi olduğunu da inkâr ediyorlar demektir. Bunlar ya kendileri üzerinde hakim, haklarında tasarruf eden, onları dilediğinde öldürecek dilediğinde diriltecek olan, onlara emreden, yasaklar koyan, iyilerini mükâfatlandıracak, kötüleri­ni cezalandıracak bir Rabblerinin olduğunu kabul edecekler, ya da böylesi bir Rabbi kabul etmeyecekler. Eğer o Rabbi kabul ederlerse tekrar diriltilip hesaba çekilmeye (din), emir-nehiy (hayattaki kuralları) dinine ve hesaba çekilme dinine inanmış, onu inkar ederlerse bunları inkar etmiş olurlar. Bunlar birileri tarafından yaratılıp gözetim altında olduklarını, haklarında is­tediği gibi tasarruf eden bir Rabblerinin bulunduğunu inkar et­mişlerdir. Öyleyse onlar ölüm geldiği vakit onu defetmeye ça­lışsalar ya; can boğaza dayandığında onu yerine geri döndürse-ler ya. Bu, ölünün başında toplanmış onun Ölümünü izleyen kimselere hitaptır. Yani şayet sizin gücünüzün ve tasarruf im­kanınız varsa, hükümlerini uygulayan, emirlerini gerçekleşti­ren bir "güçlünün" ve "hâkimin" kölesi ve mahkumu değilseniz ruhu yerine geri döndürsenize. Bu, bir meydan okumadır. Çün­kü tüm insanlar ve cinler bir araya gelseler de bir canı yerine döndürmeye güçlerinin yetmeyeceği açıktır. Aman Allah'ım! Bu, yücenin rabbliğine, tekliğine, kullarında dilediği tasarrufta bu­lunduğuna, kararlarını onlarda dilediği gibi uyguladığına ne bü­yük delil ne işaret!


[1] Meâric, 33
[2] Nâziat, 40-41
[3] Nahl, 97
[4] En'am, 222
[5] Yûnus, 62-64
[6] Maide, 54
[7] Bakara, 165
[8] Enbi­yâ, 22
[9] Meryem, 64
[10] Necm, 26
[11] Sâffât, 1-3
[12] Mürselâ£, l-6
[13] Nâziât, 1-5
[14] Enbiya, 21
[15] Müminin, 91-92
[16] Enbiya, 21-23
[17] îsra, 42
[18] İsra, 5
[19] Mâide, 35
[20] Nisa, 34
[21] Tevbe, 120 ve 121
[22] Ka­lem, 4
[23] Vakıa, 86, 87