AĞLAMAK-GÖZYAŞI
TAŞTAN DAHA KASVETLİ/KATI KALPLER: TAŞTAN SU ÇAĞLAR/TAŞ AĞLAR;
O KALP SAHİBİNİN GÖZÜNDEN AKMAZ DAMLALAR
“Bunlardan sonra yine kalpleriniz katılaştı, Artık kalpleriniz taş gibi yahut daha da kasvetli/katıdır. Çünkü taşlardan öylesi var ki, içinden ırmaklar kaynar. Öylesi de var ki, çatlar da ondan su fışkırır. Taşlardan bir kısmı da Allah korkusuyla yukarıdan aşağı yuvarlanır. Allah yapmakta olduklarınızdan gâfil değildir.” (2/Bakara, 74)
Ağlamak; Anlam ve Mâhiyeti
Ağlamak, mahzun olup Allah korkusundan yahut herhangi bir dert, tasa acı, ümitsizlik ve bazen sevinçten dolayı gözyaşı dökmek demektir.
Ağlamak kelimesi, Türkçe’de “ağmak”tan türemiştir. “Ağmak”, yükselmek, yukarı doğru çıkmak anlamına gelir. Dolayısıyla ağlamak, Türk dilinde, yükselmek demektir. “Ağı”, gözyaşı; ağılamak/ağlamak: Gözyaşı dökmek, ağlamak; gerçek anlamda yükselmek, içten dışa çıkmak, yukarı doğru gelmek demektir. (1)
Kur’ân-ı Kerim’de Ağlama ve Gözyaşı
Ağlamakla ilgili “bükâ” (ağlamak) kelimesi, Kur’an’da 7 yerde geçer (19/Meryem, 58; 17/İsrâ, 109; 54/Kamer, 7; 68/Kalem, 43; 70/Meâric, 44; 79/Nâziât, 9; 44/Duhan, 29; 53/Necm, 60; 9/Tevbe, 82; 53/Necm, 43). Gözyaşı anlamına gelen “dem’ ” Kur’an’da 2 yerde kullanılır (5/Mâide, 83; 9/Tevbe, 92). Çok ağlayan anlamında “evvâh” kelimesi de Kur’ân-ı Kerim’de 2 yerde geçer (9/Tevbe, 114; 11/Hûd, 75). Evvâh, keder ve acıma gösteren sesleri çok çıkaran, başkalarının acılarını benliğinde duyan, onlara duyduğu merhametten dolayı “ah!” edip ağlayan anlamlarına gelir. Kur’an’da Hz. İbrahim’in sıfatı olarak kullanılır.
Kur’ân-ı Kerim’de kâfirlerin katı kalpliliğine işaret edilmiş, Allah korkusundan ağlayan yumuşak kalpli, merhametli mü’minler cennetle müjdelenirken; katı yürekli kâfirlerin cehenneme gideceği haber verilmiştir. Yüce Allah, Kur’an’ın müslümanlara okunduğu zaman, onların ağlayarak secde ettiklerini ve Kur’an dinlemenin onların huşûunu/derin saygısını arttırdığını, kalplerinin titrediğini ifade eder (17/İsrâ, 107-109; 22/Hacc, 35; 19/Meryem, 58). Kâfir ve münâfıklar için de şöyle denilir: “Artık kazandıkları/yaptıkları işlere karşılık ceza olarak az gülsünler, çok ağlasınlar.” (9/Tevbe, 82) Güldürenin de ağlatanın da Allah olduğu vurgulanır (53/Necm, 43). Kur’an’ın îcâzı karşısında onu dinleyenlerin derileri ürpermektedir. Müslümanlar, Allah korkusundan ağlayarak secde ederler. “Eğer Kur’an bir dağa indirilseydi dağ Allah’ın korkusundan baş eğmiş parça parça olmuş olacaktı.” (59/Haşr, 21) Bu âyetlerden çıkan sonuç, Allah korkusu sebebiyle ağlamanın takdîre şâyan bir meziyet olduğudur.
Bakara sûresi, 74. âyetinde Benî İsrâil’in kalplerinin kasveti/katılığı anlatılır ve mü’minlerin aynı duruma düşmeleri işaret yoluyla yasaklanır. İsrâiloğullarının bunca nimete rağmen, kalplerinin taş gibi, hatta taştan daha katı olduğu, çünkü nice taşın içinden su fışkırdığı, Allah korkusundan parçalandığı halde onların gözlerinden bir damla olsun su çıkmadığı dolaylı yolla ifade edilir. O yüzden mü’minler, yahûdileşmekten ve taş yürekli olmaktan kurtulmak için yumuşak kalpli olmalı, bunun belirtisi olarak da Allah için gözyaşı dökebilmelidir. “Bunlardan sonra yine kalpleriniz katılaştı, Artık kalpleriniz taş gibi yahut daha da kasvetli/katıdır. Çünkü taşlardan öylesi var ki, içinden ırmaklar kaynar. Öylesi de var ki, çatlar da ondan su fışkırır. Taşlardan bir kısmı da Allah korkusuyla yukarıdan aşağı yuvarlanır. Allah yapmakta olduklarınızdan gâfil değildir.” (2/Bakara, 74)
Kurtubî diyor ki, âyette geçen “kasvet”; katılık, sertlik, kuruluk demektir. Kalplerin Allah’a yönelmekten, Allah’ın âyetlerine boyun eğip itaat etmekten uzak kalması, bundan bir eser taşımaması demektir. (2)
İbn Kayyim, katı kalbi, çok sert olan madene benzetiyor. Öyle bir maden ki, bunu nasihat, vaat ve ibret gibi dünyadaki hiçbir şey ve hiçbir sıcaklık yumuşatamıyor, o maden ancak cehennem ateşinde eriyor. İbn Kayyim şöyle diyor: Hiçbir kul için kalp katılığı ve Allah’tan uzak olmak kadar büyük ceza olamaz. Cehennem katı kalpleri eritmek için yaratılmıştır. Allah’a en uzak olan kalpler, katı kalplerdir. Katılaştığı zaman kaynaklar kurur. (3)
İbn Kesîr, bu âyetin tefsiri olarak şu nakilleri aktarır: Ebû Necih, Mücâhid’den naklediyor: “Su fışkırtan veya su yüzünden yarılan ya da dağın tepesinden yuvarlanan her taş, Allah’ın haşyetinden, Allah korkusundan dolayı bu durumlar olmuştur.” İbn Abbas, bu âyeti şöyle tefsir etmiştir: “Taşlar, sizin kendisine çağrıldığınız hakikat karşısında bazen sizin kalplerinizden daha yumuşaktır.” Yahyâ İbn Ebû Tâlib, “taşlardan öylesi var ki, içinden ırmaklar kaynar.” âyetin bu ifadesi, çok ağlamak demektir. “Öylesi de var ki, çatlar da ondan su fışkırır”: Bu da az ağlamaktır. “Taşlardan bir kısmı da Allah korkusuyla yukarıdan aşağı yuvarlanır”: Bu da, gözden yaş dökmeden kalp ile ağlamaktır, der. (4)
“İman edenlerin Allah’ı zikredip anma ve O’ndan inen Kur’an sebebiyle kalplerinin ürpermesi zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine Kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onlardan birçoğu fâsık/ yoldan çıkmış kimselerdir.” (57/Hadîd, 16)
“İşte bunlar, Allah’ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerden, Âdem’in soyundan, Nûh ile birlikte (gemide) taşıdıklarımızdan, İbrâhim ve İsrâil (Ya’kub)’in soyundan, doğruya ulaştırdığımız ve seçkin kıldığımız kimselerdendir. Onlara, çok merhametli olan Allah’ın âyetleri okunduğunda ağlayarak secdeye kapanırlardı. Nihayet onların peşinden öyle bir nesil geldi ki, bunlar namazı bıraktılar; nefislerinin arzularına uydular. Bu yüzden ileride sapıklıklarının cezasını çekecekler. Ancak tevbe eden, iman eden ve iyi davranışta bulunan kimseler hâriçtir. Bunlar, Hiçbir haksızlığa uğratılmaksızın cennete, çok merhametli olan Allah’ın, kullarına gıyâben vâdettiği Adn cennetlerine girecekler. Şüphesiz O’nun vaadi yerini bulacaktır.” (19/Meryem, 58-61)
“Siz bu söze mi hayret ediyor, gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz! Ve siz gaflet içinde oyalanmaktasınız! Haydi Allah’a secde edip O’na ibâdet/kulluk edin!” (53/Necm, 59-62)
“Şüphesiz günahkârlar, (dünyada) iman edenlere gülerlerdi. Onlarla karşılaştıklarında kaş göz hareketiyle alay ederlerdi. Ailelerine döndüklerinde, (alaylarından dolayı) keyiflenerek dönerlerdi. Mü’minleri gördüklerinde: ‘Şüphesiz bunlar sapıtmış’ derlerdi. Halbuki onlar, mü’minleri denetleyici olarak gönderilmediler. İşte o gün (âhirette) de iman edenler kâfirlere gülerler. Koltuklar üzerinde etrafa bakarlar. Kâfirler, yaptıklarının cezasını buldular mı? (Elbette buldular)” (83/Mutaffifîn, 29-36)
“O gün, herkesin kendine yetip artacak bir derdi vardır. O gün birtakım yüzler parlak, güleç ve sevinçlidir. Yine o gün birtakım yüzleri de keder bürümüş, hüzünden kapkara kesilmiştir. İşte bunlar kâfirlerdir, günahkârlardır.” (80/Abese, 37-42)
“De ki: ‘Siz ona (Kur’an’a) ister inanın, ister inanmayın; şu bir gerçek ki, bundan önce kendilerine ilim verilen kimselere o (Kur’an) okununca, derhal yüz üstü secdeye kapanırlar. Ve derlerdi ki: Rabbimizi tesbih ederiz. Rabbimizin vaadi mutlaka yerine getirilir. Ağlayarak yüz üstü yere kapanırlar. (Kur’an okumak) onların huşûunu/saygı ve korkularını artırır.” (17/İsrâ, 107-109)
“Rasûl’e indirileni duydukları zaman, farkına vardıkları geçekten dolayı gözlerinden yaşlar boşandığını görürsün. Derler ki: ‘Rabbımız! İman ettik, bizi (hakka) şâhit olanlarla beraber yaz.” (5/Mâide, 83)
“Eğer Biz bu Kur’an’ı bir dağa indirmiş olsaydık, muhakkak ki onu Allah korkusundan başını eğmiş, dağılıp parça parça olmuş görürdün.” (59/Haşr, 21)
Allah Rasûlünün Dilinde ve Gözünde Gözyaşı
“Eğer benim bildiğimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız.” (Buhârî, Küsûf 2; Müslim, Küsûf 1)
“İki göze ateş dokunmaz. Allah korkusundan dolayı ağlayan göz ve Allah yolunda nöbet bekleyen göz.” (Dârimî, Cihad 15; Nesâî, Cihad 11)
“Yedi sınıf insan vardır ki, Allah Teâlâ onları, Arş’ının gölgesinden başka hiçbir gölgenin olmadığı kıyâmet gününde kendi ilâhî gölgesi altında barındıracaktır. Bunlar: 1. Âdil devlet başkanı, 2. Allah’a ibâdet ederek gelişip büyüyen genç, 3. Kalbi mescidlere bağlı adam, 4. Allah için seven, Allah yolunda birleşen ve Allah yolunda ayrılan iki kişi, 5. Asil-saygın ve güzel bir kadının fuhuş için dâvetine karşı ‘ben Allah’tan korkarım’ diyerek bu dâveti reddeden adam, 6. Sadaka veren ve fakat sağ elinin verdiği sadakayı sol eli bilmeyecek şekilde gizleyen kimse, 7. Yalnız olarak Allah’ı zikredip de gözyaşı döken kimse.” (Buhârî, Zekât 17; Müslim, Zekât 30)
"Sinek başı kadar bile olsa, gözünden Allah korkusuyla yaş çıkan ve bu yaşı yanağına değecek kadar akan hiçbir mü'min kul yoktur ki, Allah onu (ebedî) ateşe haram etmesin!" (Kütüb-i Sitte, hadis no: 7283, c. 17 s. 585).
“Kalbimizde acı, gözümüzde yaş var; ama dilimiz Allah’ın rızâsına aykırı bir söz söylemez.” (Buhârî, Cenâiz 43; Müslim, Fezâil, 62)
“Kur’an hüzünle nâzil oldu; onu okurken veya dinlerken de hüzünlenip ağlayın veya ağlamaklı olun.” (İbn Mâce, İkame 176)
“Allah korkusundan ağlayan kişi, cehennemden âzâd edilecekitr.” (Tirmizî, Fezâilu’l Cihâd 8, 12; Nesâî, Cihad 8)
“Allah’ı zikretmeksizin çok fazla söz söylemeyin. Çünkü Allah’ı zikretmeksizin çokça konuşmak kalp için katılıktır. İnsanlar arasında Allah’tan en uzak olan kişi, katı kalp sahibidir.” (Tirmizî, Zühd 62)
"Çok gülmeyin, çünkü çok gülmek kalbi öldürür." (Kütüb-i Sitte, hadis no: 7281, c. 17, s. 584)
“Allah saygısıyla ağlayan bir göz, memeden çıkan bir süt nasıl memeye gerisin geriye dönmezse onun cehenneme girmesi de öyle uzaktır.”
“Dört şey vardır ki bedbahtlıktandır. Gözün donması (yaş akıtmaması), kalbin katılaşması, uzun emel ve dünyaya karşı hırs.”
Allah korkusundan ağlayan, harama bakmayan ve Allah yolunda cihadda nöbet tutan kimselere cehennem ateşinin haram olduğu hadislerde belirtilmiştir. Hz. Peygamber, İbn Mes’ûd, Nisâ sûresi 41. âyetini okurken dolu dolu gözyaşı dökmüştür (Buhârî, Fezâilu’l Kur’an 35; Müslim, Salâtu’l Müsâfirîn 247-248). Hz. Peygamber, kendisine kurtuluşun yolunu soran Ukbe bin Âmir’e, işlediği günahlardan dolayı ağlamasını tavsiye etmişti (Tirmizî, Zühd 60). İçinden gelerek ağlayamayanlara ağlar bir tavır takınmalarını öğütlemiştir (İbn Mâce, Zühd 6; Müslim, Cihad 58).
Rasûlullah (s.a.s.) hiçbir zaman kahkaha atmamış, ama yüzünden de gülümsemeyi eksik etmemiştir. O, Kur’an okurken, Kur’an dinlerken ağlamıştır. Rasûlullah, müslümanları çok acıklı durumlarda, cenaze arkasında yaka bağır yırtarak, çığlık atarak, söylenerek ağlamaktan alıkoymuştur. O, sessizce ağlar, yanaklarından yaşlar süzülürdü. Kızı Zeyneb’in çocuğu hastayken kucağına almış, ağlamış ve şöyle demiştir: “...Bu Allah’ın merhametli kullarının gönüllerine koyduğu rahmettir. Cenâb-ı Hak bu rahmeti, kullarından şefkatli olanlara ihsan eder.” (Buhârî, Cenâiz 23; Müslim, Cenâiz, 11; Ebû Dâvud, Cenâiz 24). Rasûlullah, acı ve ıstırap karşısında müslümanlara sabırlı olmayı tavsiye etmiş; bununla birlikte, insanların katı, taş yürekli olamayacaklarını, merhamet ve şefkat gözyaşlarının rahmet olduğunu, ağlamanın fıtrattan olduğunu söylemişlerdir.
Hicretin ikinci senesinde ölen Osman bin Maz’ûn’un cenazesi üzerine eğilen Rasûlullah, onu öpmüş, sürekli ağlamıştır. Sadece İbn Maz’ûn için değil; bunun yanında, ölen veya şehid edilen bütün sahâbelerin cenâzelerinde, onlardan bahsederken de Hz. Peygamber, duygulanır ve zaman zaman da ağlardı. Ancak O, yukarıda belirtildiği gibi, sessiz sedâsız ağlar, gözyaşları yanaklarından süzülürdü. Rasûlullah, sesli ağlamayı yasaklamış; böyle bir hali, şeytan anırması olarak nitelemiştir.
Burada düşen bir damla, orada dalgalar halinde gelen cehennem alevlerini nötr edecektir. Nitekim, nüsûk derecesini, sıhhatini tam bilemediğimiz bir hadis rivâyetine göre, cehennem kıvılcımları ümmetin üzerine akın akın geldiği anda, elinde bir şişe –şişe bir semboldür, şişe, misal âlemine göre bir ifadedir- her yerde O’nun imdadına koşan Cibril beliriverir. Ve sorar Allah Rasûlü, “Nedir ya Cibrîl?” Cebrâil: “Ümmetinin gözyaşları” buyurur. Ve onlar bu kıvılcımlara doğru saçılınca her şey toz duman olur gider. Allah Rasûlü (s.a.s.), başlıbaşına bir çığlıktı. O’nun gözyaşları önemlidir. Ve Allah Rasûlü, bütün hayatını, değişik tecellîler altında hep ümitle, yerine göre sevinçle, yerine göre ümmeti hakkında Cenâb-ı Hakk’ın atâyâ vaadinde bulunmasıyla hep ağlamakla geçirmiştir.
Âişe vâlidemiz diyor ki: “Yanımda yatıyordu. Bana o kibarlık timsâli insan dedi ki: “Yâ Âişe, müsaade ediyor musun kalkıp Rabbime ibâdet edeyim?” “Yanımda bulunmanı her şeye tercih ederim, ama Rabbinle arana girmek istemem” dedim. Ve derken izin aldı, kalktı. Bir efendi insan düşünün ki, Efendimiz, hanımının yanında yatarken gece Rabbine ibâdet etmeyi düşünüyor ve hanımından izin alıyor. Bunlar feministlerin kör gözlerine, sağır kulaklarına sokulsun. Ve kadına bakarken de bunun ötesinde değişik bakan insanların da kör hissiyatlarına çarpsın. Hz. Âişe anlatmaya devam ediyor: Kalktı, sabaha kadar ağladı, inledi. Öyle ağlıyordu ki sakalından şakır şakır yaşlar akıyordu. Neye ağlıyordu Allah Rasûlü? Allah, geçmiş ve gelecek günahlarını affetmedi mi? “Efelâ ekûnü abden şekûrâ ‘şükreden bir kul olmayayım mı?” Allah onun günaha giden yollarını tıkamıştı. O diyordu ki: Benim hakkımda böyle bir güzel bağışta bulunan Allah’a çok kulluk yapmayayım mı? Şükreden bir kul olmayayım mı? Bu defa da ondan dolayı ağlayarak gözyaşlarını ceyhun edecektir.
“Şu söze mi hayret ediyorsunuz, Kur’an’a mı şaşıyorsunuz? Ve gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz?” (53/Necm, 59-60) Ağlamanız lâzım, oysa gülüyorsunuz. Bu âyet nâzil olunca deniliyor ki, ashâb-ı kiram ağlamaya başladılar. Öyle bir çığlık ki Allah Rasûlü hücre-i saâdetlerinde duramadı. Dışarıya çıktı. Onların o ağlamalı halini görünce yanlarına çöktü. Kederde, tasada, ağlamada, gülmede bütün sahâbiler ve peygamber aynı hayatı paylaşıyorlardı. Oturdu ve O da ağlamaya başladı. Öyle ağlıyordu ki ağlaması ashâbınkini bastırdı. İşte Hayâtu’s-Sahâbe kitabında bunu görüyoruz. (5) Ve sahâbî diyor ki: “Bu defa da ağlayanlar kendi ağlamalarını unuttu, O’nun ağlamasına ağlamaya başladılar! Ve Onun ağlaması ne kadar sürdü bilen ya da söyleyen yok. Allah Rasûlü ağlıyordu; gece hiç kimsenin olmadığı bir yerde, başını seccâdesine koyup gözyaşlarıyla onu ıslattığı gibi, insanların içinde de ağlıyor ve yüreklere yumuşaklık serpiyordu. Kasvet bağlamış gönülleri yumuşatmaya çalışıyordu. Ve Allah’a ancak yumuşak gönüllerle varılabilme hakikatini gösteriyordu.
Niye ağlıyordu insanlığın iftihar tablosu? Allah’ın lütfuna ağlıyordu. Arkasında dalga dalga halkalar halinde, helezon halinde genişleyen ümmeti vardı. Ümmeti yönüyle tam kevsere/ çokluğa mazhardı. Buna ağlıyordu. Ve ümmetinin inhirafları olacaktı, bunu da tahmin ediyor, biliyordu. Bir gün, havuzun başına suya gelen develerin suyun başından kovulduğu gibi, Nebî’nin mahşerdeki havuzunun başından bazılarının kovulacaklarını haber almıştı. Belki buna ağlıyordu. Kim bilir ne haltlar karıştırdıkları için kovulacaklar için bile “Ümmetî, ümmetî!” diye çığlık atıyordu.
O, Allah’ın azametine ağlıyordu. Cenâb-ı Hakk’ın cemâline ağlıyordu. Rahmetine ağlıyordu. Allah Rasûlü, “Her bir ümmetten bir şâhit getirdiğimiz ve seni de onlara şâhit olarak gösterdiğimiz zaman halleri nasıl olacak?” (4/Nisâ, 41) bu âyetteki ifadeyle doluyor taşıyordu. İbn Mes’ud, diyor ki, Nisâ sûresini Rasûlullah’a okuyordum. 41. âyete (bu âyete) gelince Rasûlullah, “şimdilik yeter” dedi, bir de baktım gözlerinden yaşlar boşanıyor. (Buhârî, Fezâilu’l Kur’an 35; Müslim, Salâtu’l Müsâfirîn 247-248).
Peygamberlerin Ağlaması
Bütün peygamberlerin yolu da buydu. Kur’ân-ı Kerim, Hz. Zekeriyyâ, Hz. Meryem, Hz. İbrahim, Hz. Mûsâ, Hz. İsmâil, Hz. İdris’i isim isim sayıyor, bunları ve hallerini hatırla diyor (19/Meryem, 2, 16, 41, 51, 54, 56). Ve onların hatırlanması gereken hallerini anlatıyor:“İşte bunlar, Allah’ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerden, Âdem’in soyundan, Nûh ile birlikte (gemide) taşıdıklarımızdan, İbrâhim ve İsrâil (Ya’kub)’in soyundan, sıdka/doğruya ulaştırdığımız ve seçkin kıldığımız kimselerdendir. Onlara, çok merhametli olan Allah’ın âyetleri okunduğunda ağlayarak secdeye kapanırlardı.” (19/Meryem, 58). İşte bütün bu peygamberler, çok şefkatli, merhametli Rahmân’ın âyetleri okununca çenelerini büker, secdeye kapanır ve hıçkıra hıçkıra ağlarlar. “Onlar secde eden ve ağlayanlardır” diyor Kur’an. Toplumun, insanlığın dertlerini tanıyıp çözüm için mukaddes yüke hamallık yapanların, peygamberlerin hali bu; başka türlü de olamazdı. (6)
Rivâyete göre Hz. Âdem, cennetten çıkarılıp yeryüzüne indirilince, işlediği hataya o kadar çok ağlamıştı ki, bütün melekler ona acımışlardı. Sonunda bu kadar çok ağlaması affedilmesini sağlamıştı (Ahmed bin Hanbel, Kitabu’z Zühd, s. 61). Kur’ân-ı Kerim, Hz. Ya’kub’un sevgili oğlu Yûsuf’un hasretiyle çok ağlamasından dolayı gözlerine perde indiğini haber vermektedir (12/Yûsuf, 84). Hz. Dâvud’un da Allah korkusundan günlerce ağladığı nakledilir (Ahmed bin Hanbel, Kitabu’z Zühd, s. 61). Diğer peygamberlerin de ağladıklarına dair âyetler (19/Meryem, 58 ve öncesi) ve hadisler vardır.
Saâdet Asrında Gözyaşı
Ebû Bekir (r.a.)... Hayatı ağlamayla geçer. Vefat ederken de öyle. Müşrikler neden onu Mekke’de istemezler? Muhrik bir sesi vardır. Namaza durunca hıçkıra hıçkıra ağlar. Çoluk çocuk, genç yaşlı etrafını sararlar, etrafında halkalar teşekkül eder. Ebû Bekir öyle bir insandır ki hayatında karıncayı bile incitmemiştir. Mekke’de onu istememek demek, insanlığı ve merhameti istememek demektir. Hz. Ebû Bekir’i Mekke’den dışarıya niçin çıkarmak isterler, bilir misiniz? “Bunun huşû ile namaz kılması ve ağlaması, bizim çoluk çocuğumuzu, gençlerimizi baştan çıkarıyor” diyorlardı. Sürülmesine, hicrete zorlanmasına sebep buydu. “Sen Mekke’de yaşayamazsın.” Niçin? “Okuduğun Kur’an, kıldığın namaz gönülleri çekiyor. Ağlamakla gönüllere giriyorsun!” O, çok ince bir insandır. Vefatına yakın hastalığında Allah Rasûlü, “Ebû Bekir’e söyleyin, yerime namaz kıldırsın.” demişti. Bunun üzerine Âişe vâlidemiz der ki, “O ince kalplidir. Kur’an okurken ağlar o. Namaza durur ve ağlar!” Hz. Ömer, bunca şecaat ve sert yapısına rağmen, çok yufka yürekliydi. Bir kalbi kırığın yanında oturur, onunla hıçkıra hıçkıra ağlardı. Sahâbi diyor ki, çok defa namaz kıldırırken Kur’an okur, ağlar ve bayılırdı. Eve baygın insan gibi götürürdük, sonra da hasta ziyaret eder gibi ziyaretine gider gelirdik. (7)
Hz. Ömer, kızkardeşi Fâtıma’nın evinde dinlediği âyetlerin tesirinde kalarak ağlamış ve müslüman olmuştu (İbn Hişâm, 1/230). Hz. Ebû Bekir’in de yufka yürekli olduğu, Sevr mağarasında ağladığı, Hz. Peygamber’in vefat edeceğini sezince gözyaşı döktüğü bilinmektedir (Buhârî, Fezâilu’ Ashâbi’n-Nebî, 2; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 2). Tebük seferine katılamayan Kâ’b bin Mâlik, Mürâre bin Rebî’ ve Hilâl bin Ümeyye kusurlarını affettirmek için hüngür hüngür ağlamışlardı (İbn Hişâm, 4/945).
Hz. Fâtıma, ablası Rukiyye’nin kabri başında sessizce ağlar, Rasûlullah (s.a.s.) da mübârek elbisesinin ucuyla onun gözyaşlarını silerdi. Kâfirler Hz. Câbir ibn Abdullah’ın babasını Uhud’da işkenceyle şehid etmişler, Câbir ile bacısı, şehid babalarına sarılıp ağlamışlar ve Rasûlullah onları bundan alıkoymamıştır.
İslâm’a göre sadece insanlar ağlamaz; yer, gök, mü’minin gökyüzünde bulunan rızık ve amel kapıları, melekler, hayvanlar, diğer canlılar dahi ağlamaktadır. Firavun ve âl-i Firavun’un (denizde boğulup helâk olmasına) gök ve yer ağlamamış ve onların azapları ihmal edilmemiştir (44/Duhan, 29). Rasûlullah bir gün hutbe okurken, üzerinde bulunduğu hurma kütüğü inlemiş, o, mübârek elini kütüğün üzerine koyduğunda susmuş; Rasûlullah, o kütüğün, işittiği zikrullah için ağladığını söylemiştir (Buhârî, Menâkıb 25; Tirmizî, Cum’a 10, Menâkıb 6; Nesâî, Cum’a 17).
Bekkâûn:
İslâm tarihinde bekkâûn, yani ağlayanlar denilen yedi zat vardır. Bunlar, Tebük seferi öncesinde Rasûlullah’a gelerek gazâya katılmak istediklerini, fakat yiyecekleri ve binecek develeri olmadığını söylediklerinde Rasûlullah onlara binecek hayvan kalmadığını bildirmişti. Bu cevap üzerine onlar ağlayarak geri dönmüşlerdi. Bu mücâhidler hakkında şu âyet nâzil olmuştur: “Kendilerine binek sağlaman için sana geldiklerinde: ‘Sizi bindirecek bir binek bulamıyorum’ deyince, harcayıp infak edecek bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözleri yaş dökerek dönen kimselere de (sorumluluk yoktur).” (9/Tevbe, 92) Bu zatların, Sâlim bin Umeyr, Uleyye bin Zeyd, Ebû Leylâ el Mâzinî, Seleme bin Sahr, Irbad bin Sâriye, bazı rivayette Abdullah bin Mufaddal, Ma’kıl bin Yesâr veya Amr bin Gunme oldukları kaydedilmektedir. (Buhârî, Tecrid-i Sarih Tercümesi, 10/413).
Münâfıklar hakkında da Allah Teâlâ şu âyeti indirmiştir: “Allah’ın rasûlüne muhâlefet etmek için (sefere çıkmayıp) geri kalanlar, oturmaları ile sevindiler; mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad etmeyi çirkin gördüler; ‘bu sıcakta sefere çıkmayın’ dediler. De ki: ‘Cehennem ateşi daha sıcaktır!’ Keşke anlasalardı! Artık kazanmakta/işlemekte olduklarının karşılığı cezâ olarak çok ağlasınlar, az gülsünler!” (9/Tevbe, 81-82) (8)
Ashâbın Allah Korkusundan Dolayı Ağlaması
“Siz bu söze mi hayret ediyor, gülüyor da ağlamıyorsunuz!” (53/Necm, 59-60) âyetleri nâzil olduğu zaman Suffe ashâbı, yanakları ıslanıncaya kadar gözyaşı döktüler. Onların iniltilerine Rasûlullah’ın da ağlaması üzerine diğer ashâb da ağlamaya başladı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.): “Allah korkusundan dolayı ağlayan, cehenneme girmez. Tevbe etmeksizin günahta ısrar eden kimse de cennete girmez. Eğer siz, günah işlemeseydiniz, Allah Teâlâ mutlaka günah işleyen bir kavim yaratır, onları affederdi.” buyurdu. (Beyhakî, Terğîb 5/190).
“Bunu yapamazsanız, ki elbette yapamayacaksınız, kâfirler için hazırlanan ve yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten korkun!” (2/Bakara, 24) âyetini Rasûlullah okudu ve şöyle dedi: “Cehennem kızarıncaya kadar bin sene yakıldı. Beyazlanıncaya kadar bin sene daha yakıldı. Simsiyah oluncaya kadar bin yıl daha yakıldı. O, alevi asla sönmeyen simsiyah bir ateş oldu.” Bunun üzerine, Rasûlullah (s.a.s.)’ın önünde bulunan bir zenci, yüksek sesle ağlamaya başladı. Cebrâil (a.s.) inerek: “Önündeki bu ağlayan kimdir?” diye sordu. Rasûlullah: “Habeşli bir adamdır” dedi ve onu övdü. Cebrâil (a.s.) de, Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu bildirdi: “İzzetim, celâlim ve arşımın üstündeki makamım hakkı için, dünyada Benim korkumdan dolayı ağlayan kulumu, cennette çok güldüreceğim.” (Beyhakî, Terğîb 5/194).
Ali bin Ebû Tâlib’in torunu Hasan bin Muhammed’den: Ömer bin Hattab, cuma günü hutbede: Güneş yuvarlanıp devrildiği, yıldızlar döküldüğü, dağlar yerinden oynayıp yürüdüğü, develer salıverildiği, vahşi hayvanlar toplandığı, denizler kabardığı, Ruhlar (bedenlerle) birleştiği, diri diri gömülen kıza ‘hangi suç yüzünden öldürüldün?’ diye sorulduğu, defterler açıldığı, gökyüzünün perdesi kalktığı, cehennem alevlendiği ve cennet yaklaştırıldığı zaman, herkes ne hazırlamışsa onu bilecek.” (81/Tekvîr, 1-14) âyetine kadar okudu, hüngür hüngür ağlamaktan ilerisine devam edemedi.
Yine Hz. Ömer, “Rabbinin azabı mutlaka gerçekleşecek, ona mâni olacak hiçbir şey yoktur.” (52/Tûr, 7-8) âyetlerini okuyunca onların tesirinden rahatsızlandı ve yirmi gün yatakta yattı. Hz. Ömer, Kur’an okuduğunda, bazen boğazı tıkanır, yere düşünceye kadar ağlardı. Sonra da evine kapanırdı. (Hılye, 1/51)
Osman bin Affan (r.a.), bir kabrin başında durduğu zaman gözyaşları sakallarını ıslatıncaya kadar ağlardı. (Tirmizî, Terğîb 5/322; Hılye, 1/61)
Abdullah bin Ömer, Mutaffifîn sûresini okudu: “İnsanlar, hesaba çekilmeleri için, âlemlerin Rabbinin huzurunda durdukları zaman...” (83/Mutaffifîn, 6) âyetine gelince düştü, ağlamaktan gerisini okuyamadı (Müsned, Ahmed bin Hanbel, Sıfatu’s-Safve, 1/254)
İbn Ömer (r.a.), Bakara sûresinin şu iki âyetini her okuduğunda ağlardı: “İçinizdekini açıklasanız da, gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker ve dilediğini bağışlar, dilediğine azab eder, Allah her şeye kaadirdir.” (2/Bakara, 284)
Hz. Ömer bin Hattab’a, Kadisiye Savaşında alınan ganimetler getirildi. Hz. Ömer, ağlayarak ganimetleri elleriyle karıştırıyordu. Yanında bulunan Abdurrahman bin Avf: “Yâ emîra’l-Mü’minîn, bugün sevinilecek ve neşeli olunacak bir gün, sen niçin ağlıyorsun?” diye sordu. Hz. Ömer: “Evet haklısın, fakat böyle büyük servete kavuşan toplumların arasına kin ve düşmanlık girer” diye cevap verdi. Sonra şöyle duâ etti: “Allah’ım, bu malın, Ömer’i denemek için bir fitne ve tuzak olmasından Sana sığınırım.” Daha sonra şu âyeti okudu: Onlar, verdiğimiz mallarla, evlâtlarla, kendilerine yardım edip iyiliklerine koştuğumuzu mu sanıyorlar? (Hayır) onlar farkında değiller.” (23/Mü’minûn, 55-56) (Beyhakî, 6/358; Kenzu’l-Ummâl, 2/146)
Abdurrahman bin Avf oruçluydu. Yemek getirdiler. Yemeği görünce şöyle dedi: “Benden daha hayırlı olan Mus’ab bin Umeyr şehid olduğunda kefen olarak bir küçük aba/örtüye sarıldı. Başı örtülünce ayakları, ayakları örtülünce de başı açıkta kalıyordu. Benden daha hayırlı olan Hamza da şehid olduğunda böyle olmuştu. Daha sonra servetimiz alabildiğine çoğaldı. İyiliklerimizin karşılığını bu dünyada almaktan ve âhirete bir şey kalmamasından korkarım” dedi ve ağlamaktan yemek yiyemedi. (Buhârî; Hılye, 1/110)
İnsanlığın Derdiyle Dertlenip Hüzünlenmenin Göstergesi: Gözyaşı
İnsana ağlama ve gülme özelliğini veren Allah’tır. Gülmek ve ağlamak, insan varlığının sırlarından birisidir. Yapısı ve rûhî giriftliği bakımından insanın organik yapısından aşağı kalır yanı yoktur. Her iki olayın meydana gelmesinde hem organik faktörler, hem de psikolojik faktörler iç içe, yan yana faâliyet gösterir. İnsanı ağlatan ve güldüren, gülme ve ağlama sebeplerini yaratan Allah’tır. “Güldüren de O’dur, ağlatan da O’dur.” (53/Necm, 75) Gizli sırlar gereği, insanı bir olaya güldürürken, bir olaya ağlatır. Bu gün ağlattığı olaya, belki yarın güldürebilir. Ağlamak ve gülmek, değişen psikolojik hallerin, eşya ve ortamların, insan ruhunda hiçbir zaman aynı kalmayan değer ve arzuların bir sonucudur. Herkes, başına gelen şeylere bağlı olarak ağlar ve güler. Bazılarının ağladığı şeye bazıları gülebilir. Ağlamak ve gülmek, bazı kere aynı sebeple de olur. Önceleri bir şeye gülen insan, daha sonra güldüğü şeyin neticesini görerek ağlayabilir. Keşke yapmasaydım, gülmeseydim diyebilir. (9)
Allah iki zıddı bir şahısta yaratmıştır. Bir kimseyi hem ağlatır, hem güldürür. Bu iki olay birbirine zıttır. Müfessirler, âyette geçen güldürme ve ağlatma olaylarını, mutlu etme ve hüzünlendirme olarak da değerlendirmişlerdir. (10)
Hayatın her döneminde insanların tepkilerini göstermede özel yeri olan ağlamanın dinî hayatta da önemi vardır. Bütün semâvî dinlerde (ki asılları İslâm’dır) bugünkü şekilleri itibariyle bile aşırı derecede gülmek hoş karşılanmaz; buna karşılık ağlamak tavsiye edilir. Kur’an da az gülmeyi, çok ağlamayı tavsiye eder (9/Tevbe, 82). Kur’an, ağlayarak yere kapanıp secde edenleri över ve bu hareketin huşûyu/saygı duygusunu arttırdığını ifade eder. Bu suretle ince ve hassas kalbi över (17/İsrâ, 109); kaba ve duygusuz kalbi taşa benzeterek yerer (2/Bakara, 74; 3/Âl-i İmrân, 159; 22/Hacc, 35; 57/Hadîd, 16).
Zâhidler üzüntüden, ârifler sevinçten ağlar. Ağlamanın sebebi, Allah korkusu ve sevgisi, cehennem, kıyâmet ve ölüm olabildiği gibi; dünya ile ilgili üzüntü ve acılar da olabilir. İslâm’da bedenî, âilevî, dünyevî felâket ve acılara ağlamayıp sabır ve tahammül göstermek tavsiye edilmekle birlikte, bu durumlarda taşkınlık yapmadan ağlamak yasaklanmamıştır. Buna karşılık “nevha” , yani isyânı andıracak şekilde bağırıp çağırarak, saçını başını yolarak ölü arkasından ağlamak kesin olarak haram kılınmıştır. Kalben üzülmek ve gözyaşı dökmekte ise dinen mahzur yoktur. Nitekim, Hz. Peygamber, oğlu İbrâhim’in ölümüne ağladığı için kendisine hayretini ifade eden bir sahâbiye, “Kalbimizde acı, gözümüzde yaş var; ama dilimiz Allah’ın rızâsına aykırı bir söz söylemez” (Buhârî, Cenâiz 43; Müslim, Fezâil, 62) buyurmuşlardı.
İslâm’da dinî his ve heyecanla ağlamak tavsiye edilmiş ve bu tür ağlamalar karşılığında büyük sevap vaad edilmiştir. Meselâ, kimsenin bulunmadığı bir yerde Allah’ı zikredip ağlayan mü’minin âhirette Allah’ın özel lutfuna nâil olacağı (Buhârî, Rekaik 24; Müslim, Zekât 91), Allah korkusundan ağlayan kişinin cehennemden âzâd edileceği (Tirmizî, Fezâilu’l Cihâd 8, 12; Nesâî, Cihad 8), Allah korkusundan ağlayan, harama bakmayan ve Allah yolunda cihadda nöbet tutan kimselere cehennem ateşinin haram olduğu (Dârimî, Cihad 15; Nesâî, Cihad 11) hadislerde belirtilmiştir.
Hz. Peygamber, “Kur’an hüzünle nâzil oldu; onu okurken veya dinlerken de hüzünlenip ağlayın veya ağlamaklı olun.” (İbn Mâce, İkame 176) Nitekim kendisi de İbn Mes’ûd, Nisâ sûresi 41. âyetini okurken dolu dolu gözyaşı dökmüştür (Buhârî, Fezâilu’l Kur’an 35; Müslim, Salâtu’l Müsâfirîn 247-248).
Hz. Ömer, kızkardeşi Fâtıma’nın evinde dinlediği âyetlerin tesirinde kalarak ağlamış ve müslüman olmuştu (İbn Hişâm, 1/230). Hz. Ebû Bekir’in de yufka yürekli olduğu, Sevr mağarasında ağladığı, Hz. Peygamber’in vefat edeceğini sezince gözyaşı döktüğü bilinmektedir (Buhârî, Fezâilu’ Ashâbi’n-Nebî, 2; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 2). Hz. Peygamber, kendisine kurtuluşun yolunu soran Ukbe bin Âmir’e, işlediği günahlardan dolayı ağlamasını tavsiye etmişti (Tirmizî, Zühd 60). Tebük seferine katılamayan Kâ’b bin Mâlik, Mürâre bin Rebî’ ve Hilâl bin Ümeyye kusurlarını affettirmek için hüngür hüngür ağlamışlardı (İbn Hişâm, 4/945). İçinden gelerek ağlayamayanlara ağlar bir tavır takınmaları tavsiye edilmiştir (İbn Mâce, Zühd 6; Müslim, Cihad 58). (11)
“(Cennete girmeyi hak eden mü’minler şöyle) derler: ‘Bizden hüznü, tasayı gideren Allah’a hamd olsun. Doğrusu Rabbimiz çok bağışlayan, çok nimet verendir.” (35/Fâtır, 34) Allah’ı râzı etmeye koyulmuş mü’minin hüznü cennette bitecek. Bu gerçeği güçlendiren bir sözü de Allah Rasûlü vefatı sırasında başucunda ağlamakta olan Fâtıma’sına söylüyordu: “Ağlama kızım, baban bir daha acı çekmeyecek!” Evet, o güne dek hep acı çekmişti. Çünkü o çok şey biliyordu. Onun bildiğini bilen her kim olsa öyle yapardı. O da öyle demiyor muydu: “Benim bildiğimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız!”
Onun bildikleri bir yana, ya onun yaşadıkları? Hem yetim, hem öksüz. Ardından bir bir kaybedilen dayanaklar: Abdulmuttalib, Ebû Tâlib, Hz. Hatice ve peş peşe gelen evlât acıları, ölümleri. Tabii bütün bunları bastıran da nübüvvetin ağır yüküydü. Bu nedenle o çok ağlamış, az gülmüştü.
Kan, ter, gözyaşı... Bu üç damla azizdir; bu üç damlanın karıştığı şey de azizdir. Neyin uğrunda olursa olsun, samimi olarak bir dâvâ uğruna dökülen kanların bile karşılıksız kaldığı görülmemiş. Ter de öyle; kim çalışarak ter dökmüş de karşılığını almamış? Bu ister mü’min ister kâfir olsun, yasa herkes için geçerli, “insan için” diyor Kur’an; “İnsan için yalnız çalıştığının karşılığı vardır.” (53/Necm, 39) Gözyaşı da öyle, zulme uğramış birinden dökülüyorsa o damla, düştüğü yeri yakacaktır. Bu üç damla bedeldir, bu bedel ödendiği zaman elde edilen şey meşrûlaşır. Kan, toprağın; ter, ekmeğin; gözyaşı, yüreğin bereketidir.
“Ve gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz.” (53/Necm, 60) Sahi, nasıl beceriyorsunuz bunu, diyor Kur’an; imanınızın, Kur’an’ınızın, coğrafyanızın esir edildiği, insanınızın mânevî bir soykırıma uğradığı, tüm değerlerinizin yağmalandığı, sayısız civanın yüreğinden vurulduğu bir ortamda hâlâ nasıl gülebiliyorsunuz, diye soruyor. Gerçekten, nasıl beceriyorsunuz bunu? Tabii ki, buna becermek demezler; gaflet derler, vurdum duymazlık derler, hamâkat derler...
Eğer bilseydik Önderimiz Efendimiz’in bildiğini, çok ağlayıp az gülerdik. O yakîn derecesinde biliyordu gazabı, kahrı, cehennemi. Bu gerçeklerin ârifiydi O. Biz de bunları “irfan” derecesinde bilseydik Onun gibi yapacak, çok ağlayacak, az gülecektik. Evet, bilseydik göğsümüzde nükleer bir güç merkezi taşıdığımızı ve bunun her gün üzerine yağan günahlarla paslandığını, bu pası çözecek tek kimya olan gözyaşını bir umman gibi salacaktık gecelerin koynuna.
Eğer bilseydik günah hedeflerini on ikiden vuran istiğfâr silâhının mermileri gözyaşıdır, gönlümüze gözümüzden bir ırmak bağlayacaktık. Eğer bilseydik duâlarımızı yüce makama tez ulaştırmanın en emin yolu, onlara gözyaşından kanatlar takmaktır, Yunus gibi “ağla gözlerim ağla, gülmezem ayruk” diyecektik. Eğer erseydik sırrına “Yevme lâ yenfau mâlun ve lâ benûn (O günde malın da evlâtların da faydası olmaz)” ifadesinin, bir “kalb-i selîm’e sahip olmak için, değil birkaç damla yaşı, bir çift gözü bile fedâ edecektik.
Eğer bilseydik her gün en çok kullandığımız organların başında elimiz, zihnimiz ve kalbimiz gelir; bu üçü içerisinden de en çok kullandığımız ve kirlettiğimiz kalbimizdir. Onu pislik içerisinde koyduğumuz için, Allah korkusundan dökülen yaşlarla yıkamadığımız için hayıflanacaktık. Eğer imanın neler çektiğini onun yerinde olup anlayabilseydik, ağlayabilirdik. İhsan düzeyinde inansaydık Allah'a, azaba, ikaaba, mîzana, hesâba, gözümüzden yaş değil; kan akıtırdık. Öyle buyurmuştu ya Yesrib’li delikanlı için Rasûlullah (s.a.s.) Efendimiz: “Allah korkusu, kardeşinizin yüreğini dağladı.”
Ağlanılacak Asıl Sebep:
Gözümüzün, vücudumuzun ve ruh dünyamızın sağlığı gösteriyor ki, insan duygusal bir varlıktır. O, zaman zaman duygulanmaya, rikkate gelmeye ve sonuçta ağlamaya muhtaçtır. Taş kalplilik, merhametsizlik, bencillik, insanlığın derdi ve bunalımı karşısında ıstırapsızlık, insan fıtratına aykırıdır. İşte bunun için Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “Ürpermeyen kalpten, yaşarmayan gözden Sana sığınırım Allah’ım!” diye yalvarmıştır.
Ağlamak, mahcup olunacak ayıp bir şey değildir. Bilakis insan olmamızın gereğidir. Bu dünya gülme, zevk alma yeri olmadığından, insan Rabbine karşı ağlayarak yalvarmak için yaratılmıştır. Cenâb-ı Hak çok büyüktür. İnsan ne kadar tekâmül ederse etsin, ne kadar çok yakîn kazanırsa kazansın, o nisbette kusurunu ve zayıflığını anlar. Bu da onu hüzünlenmeye, gözyaşı
dökmeye sevkeder. Tabiî böyle bir hüzün ve gözyaşı da Cenâb-ı Hakk’ın rahmetini ve inâyetini daha çok çeker. Kalp mutmain olur, ruh huzura erer.
İnsan bu dünyaya imtihan kasdıyla, sınavın sonucuna göre ya sonsuz bir saâdeti kazanmak veya sonsuz bir azaba dûçar olmak için gönderilmiştir. Kabirden geçecek, mahşerde de öyle çetin durumla karşılaşacak ki, bu dünyada evlâdı için canını bile fedâ eden anneler, çocuklarından kaçacaklardır (80/Abese, 34-36). Ebedî cennet hayatı imtihanını kaybeden kimse, “keşke toprak olsaydım” (78/Nebe’, 40) diyerek pişmanlıktan yanıp tutuşacaktır.
İşte bu dehşetli sınavı kaybetme ve Cehennem ateşine düşme korkusuyla ağlamalıyız. Allah Rasûlü, bu konuda şöyle buyuruyorlar: “Mahşerde, Cehennem kıvılcımları insanları kovaladığı zaman, Cebrâil (a.s.), elinde bir bardak sıvı ile görünür. Ona, ‘bu ne?’ diye sorarım ve bana şöyle cevap verir: ‘Bu mü’min kulların Allah korkusuyla ağlayıp gözlerinden döktükleri gözyaşlarıdır ve şu korkunç kıvılcımları söndürecek tek şeydir.”
İnsanın kalp burukluğundan veya kaybettiği dünyevî şeyler için ağlaması sağlığına faydalıdır. Ama asıl makbul olan ağlama, Allah korkusundan veya Allah sevgisinden ağlamadır. Eğer bir insan, İslâm’ı yaşamada gösterdiği kusurları karşısında göreceği azap ihtimaliyle ağlayamıyorsa, bu onun için bir musîbettir. Bunun için Peygamber Efendimiz: “Kur’an okurken ağlayın; eğer ağlayamıyorsanız ağlar gibi yapın” buyurmuşlardır. Bir başka hadiste de: “Kur’an okurken kusurlarınıza ve ilerideki tehlikelere karşı üzüntünüzü gösteriniz” buyurulmuştur.
Evet, insan özellikle Kur’an okurken ağlamaya çalışmalıdır. Ağlayamıyorsa ağlıyor gibi yaparak ağlama alıştırmaları yapmalıdır. Muvaffak olamıyorsa, bilmelidir ki bu özellik kalp katılığı ile ilgilidir; bu musîbete üzüntü duymalı, içi ağlamalıdır. (15)
Ağlamanın Zıddı; Gülme
Klâsik kaynaklarda genellikle, “sevincin veya psikolojik açıdan rahatlamanın bir ifadesi olarak dişler görünecek biçimde yüzün gerilmesi” şeklinde tarif edilen gülmenin hafif derecede olanına tebessüm, yüksek sesle olanına kahkaha denildiği belirtilir.
Kur’ân-ı Kerim’deki bazı örneklerden, insanın sevindirici bir haber, ilginç bir gelişme karşısında gülmesinin tabiî olduğu anlaşılmaktadır (bkz. 11/Hûd, 71; 27/Neml, 18-19). Güldürenin de ağlatanın da Allah olduğunu ifade eden âyet (53/Necm, 43) hem gülme ve ağlamanın tabiîliğini, hem de aynı varlıkta zıt tabiatları yaratan kudretin büyüklüğünü belirtmektedir. Bazı gülme çeşidinin, bir alay ve aşağılama ifadesi olduğuna işaret eden âyetler de vardır (23/Mü’min, 109-110; 43/Zuhruf, 47; 53/Necm, 59-60).
Dünyada müşrikler alaycı tavırlarla mü’minlere gülmüşlerdi; âhirette ise gülme sırası mü’minlere gelecek (83/Mutaffifîn, 29-36) ve o gün bazı yüzler gülerken bazı yüzleri keder kaplayacaktır (80/Abese, 38-41).
Gülme, insana has bir davranış olarak aynı zamanda insan karakterini belirleyici bir nitelik ve beşerî ilişkilerde sıkça görülen bir tavır olmasından dolayı, İslâm ahlâkıyla ilgili kaynaklar bu kavramı inceleme konusu yapmıştır. Hz. Peygamber’in nükteli sözler, ilginç çelişkiler, sürpriz gelişmeler ve diğer bazı hareketler karşısında tebessüm ettiğine ve güldüğüne dair hadisler vardır. Bu hadisler, onun yumuşak tabiatının yanı sıra hoşgörüsünü de yansıtmaktadır. Ancak, söz konusu hadislerde Rasûl-i Ekrem’in gülmesinin tebessüm şeklinde olduğu, ayrıca güler yüzlü oluşuyla yanındakilere sevinç ve huzur verdiği belirtilir. Peygamberimiz çok gülmediği gibi, çok gülmeyi kerih görürdü. O şöyle buyurmuştur: “Çok gülmek kalbi öldürür.” (Tirmizî, Zühd 2; İbn Mâce, Zühd 19). Bu ve benzeri ikaz mâhiyetindeki hadisler esas alınarak gülme fiili, daima ihtiyat kaydıyla mütâlaa edilmiştir.
Konuyla ilgili hadisleri de dikkate alan İslâm ahlâkçıları, yerinde, aşırıya kaçmayan ve tebsessüm ederek gülmenin (gülümsemenin) hem insan tabiatına hem de ahlâka ve edebe uygun olduğunu belirtirler. Gülmenin zihnin düşünme faaliyetinin ortaya çıkardığı bir tepki olduğu, düşünme gibi gülmenin de yalnız insanda görüldüğü, fakat mizah gibi gülmede de dengeyi korumanın güç olduğu kaynaklarda vurgulanır.
Bundan dolayı ahlâkçılar, normal şartlarda gülmemenin veya gülme eğilimini bastırmanın insanı sevimsizleştirdiğine, ancak çok gülmenin de kişinin şahsiyet ve vakarını zedelemek, önemli meseleleri ciddiye almamak, gaflete yol açmak gibi sonuçlar doğurduğuna, özellikle ağır şakalar yaparak, alay ve gıybet ederek gülmenin insanlar arasında düşmanlığa yol açtığına dikkat çekmişlerdir.