Kaynak: Batı Tefekkürü Ve İslam Tasavvufu - Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Yay., İst-1982
- Necip Fazıl Tasavvuf masallarına inanıyor. (S.139-140)
İbrahim Ethem Hazretleri ile Şakik Belhî'nin gayet güzel bir menkıbesi var... Bu, ahlâkın, fikrin ta kendisi olduğunun da ayrıca delili... Ve yine bu menkıbede, iktisadî nizamımızdan, ruhî nizamımıza kadar, her şeyi görebilirsiniz.
İbrahim Ethem'e sorar Belhî:
«— Şükür mevzuunda ne yaparsınız?»
«--- Bulunca şükrederiz, bulamayınca sabrederiz!»
Gayet tabiî olarak böyle cevap verir. Bu ahlâkın ta kendisidir,
«— Horasan'ın köpekleri de böyle yapar!»
Der Şakik...
«— Ya siz ne yaparsınız?..»
«— Bulunca dağıtırız, bulamayınca şükrederiz!..»
Bu ise cemiyet ahlâkından tutun fert ahlâkına kadar gider!..
Bunlar telkin çizgileridir. Uzun izahlardan çok daha faydalı... ibrahim Ethem velîler silsilesinin en büyüklerinden değildir. Bu işin çilesini çekenler bilir Hattâ şöhrete çıkmış velîlerden hiç ismi, nâm ve nişanı olmayanlara nazaran eksiktir. Şöhret bile veliler için bir felâket... İbrahim Ethem meşhurların -dandır. Ve büyük bir velîdir.
Mansur da bir veli... Ve O, daha meşhurlardan... Onun büyükler nazanndaki noksanlarını anlatacağım. Sırası gelecek meselenin içinde görülecek...
İbrahim Ethem Belh sultanı idi. Sarayında, (Plastik) hayatın ve saltanatın en güzel anlannda bir ses duydu:
«— Biz seni bunun için yaratmadık!»
Ve deliler gibi, kendisini kırlara attı, deliler gibi... Her şeyini, ne sultanlık, ne şu, ne bu, herşeyini ter-ketti ve kendini yalnız Allah'a verdi. Bu macerası içinde, nefsini küçültmek ve üzerindeki sultanlık kokusunu atabilmek için hamamlara gidip müminlerin ayaklarını yıkadı.
Bir gün bir ağaç altında bir topluluk görüyor, dervişlerden kurulu bir topluluk...
«— Beni de alır mısınız aranıza?»
Diyor.
İçlerinden biri cevap veriyor:
«— Biz seni kabul edemeyiz! Sende hâlâ sultanlık kokusu var!..»
- Abdullah Dehlevi ve Mevlana Halid’in şahsında İslam şahsiyetinin yok edilmesi (S.141-143)
Biz ahlâkı yine Abdullah Dehlevî Hazretleri ile Mevlâna Halid'in menkibesinde bulacağız. Çok büyük mâna halinde...
Mevlâna Halid yenilerdendir. Nakşi'nin Halidiye kolu başıdır. Zahir ilimlerinde çok ileri gidiyor. Fakat ötesine talip... Mürşidini anyor.
Kalkıp Şam'a gidiyor. Orada birçok büyükle te-masta... Fakat aradığını bir türlü bulamıyor. Nihayet biri... «Ehli hal»den bir adam: «— Senin mürşidin burada değil!» Diyor
Bu defa da Hicaz yollarında... Kabe'ye karşı bir sırtta oturuyor. Yüzü Kabe'ye dönük... Kabe'yi seyirle meşgul... Tabiî kendi âleminde... Bu sırada bir garip adam çıkıyor karşısına... Arkasını Kabe'yi verip onun yüzüne bakmakta... İtiraz edecek gibi oluyor; ama hayır!.. İtiraz kolay değil İslâmiyette... O Kabe'ye bakıyor; adam da suratına... «Be adam, benim yüzümde ne arıyorsun?.. Allah'ın Evine dön!» diyeceği geliyor ama mümkün değil... İyice sıkılıyor.
Fakat içinden bir his geçmekte... Sadece bir his:
«— Acaba benim aradığım mürşit bu olmasın?..»
Şöyle bir yaklaşıyor adam:
«— Hayır diyor; ben senin aradığın değilim! Se-nin aradığın mürşit tâ Türkistan taraflarında...»
Ve oralara kadar gidiyor.
Şimdi müridle mürşit arasındaki münasebete ba-:ın! Mevlâna Halid dergâha varır varmaz, Abdullah Dehlevî Hazretleri:
«— Derhal buyursun!»
Diyor Bekliyormuş gibi... Sanki (randevu) lu gibi...
Hemen kendisine şu iş veriliyor: Abdesthaneyi te-mizlemek... Tereddütsüz kabul... Ve öyle bir haz için-pe, zevk içinde suları götürüp getiriyor ki, ancak fırsat buldukça diz çöküyor. İrşat halkasında ancak bir iki dakikası var...
Daha önce nurdan bahsetmiştim. Nur... İşte Mevlâna Halid bu nurun altındadır. Ama nurun altında alduğuııu göstermeye delil istemez!
Ve bir gün Abdullah Dehlevî, — bu nokta büyük dâvadır! Bu nokta inananların dâvası - - pencereden baktığı zaman görüyor ki, Mevlâna Halid'in kovalarım melekler taşıyor, kendisi değil... Ve çağırıyor yanığa... Bir at ısmarlıyor. Atı eğerliyorlar. Atın özengisini tutuyor ve atlatıyor onu ata...
Mevlâna Halid:
«— Aman, Efendim!»
Diyor, Şeyhine...
Ve Abdullah Dehlevî Hazretleri cevap veriyor:
«— Bir zamanlar nasıl seni irşada memur idiy-sek, şimdi de atının özeııgisini tutmaya memuruz! Git ve iklimleri irşad et!..»
İşte, bir kibiri yenme işinde, bir bağlılık işindegösterilen teslimiyet...
Hatırıma biraz sonra göstereceğimiz İmam-ı Rab-bani Hazretlerinin bir sözü geldi:
«— Müridin mürşidine, mürşidin hak olması şar-tiyle teslimiyeti, ölünün gaslediciye teslimiyeti gibi ol-malıdır!»
Yani, o ne tarafa döndürürse ölü o tarafa döner. Müridin hakiki mürşide teslimiyeti de böyle...
- Necip Fazıl’ın ruhi buhran geçirmesi ve şeyhine ilahlık vasıfları vermesi (S.151-155)
Rabıta çok mühim bir dâva... Rabıta, fena fillah (Allah'ta fani olmak) makamına ulaşmış — ulaşmamışsa rabıta eden de yandı, ettiren de... Hele ettiren mürşide onun hayalini hiçbir an kaybetmeden kendini mürşit halinde görünceye kadar... İki türlüsü var... Biri kalbini geniş bir dehliz farzeder, mürit...Eğer zayıf bir müritse böyle başlar. Ve o dehlizden pîrini geliyor gibi görür. Namazında, zikrinde, niya zında, her ân kalbindeki dehlizden mürşit gelmektedir. Zor olanı «telebbüsî rabıta» dır. Telebbüs, giyinme, giyme demek... «Telebbüsi rabıta» da mürşidin kılığına girmek... Yani öyle olacaksınız ki, eliniz acaba onun eli mi, diye düşüneceksiniz. Tabiî bu iş sahtekarlıkla olmaz.
Râbıta onda erimek... Mürşitte.. Ve çok ince bir sır...
Şimdi rabıtanın hakikatini anlatayım size... As-hapta bütün rabıta Allah Resûlünedir. Rabıta o kadar yerleşmişti ki, Hazret-i Ebubekir, hususî hallerinde, yani en zarurî hacet hallerinde bile rabıtadan kurtulamadığından şikâyet ettiğinde, Allah'ın Resulünden aldığı cevap tebessümdü.
Tebessüm ve şu söz:
«— Ne güzel.»
Bu da işin hakikatinin tam tecellisi...
Rabıtaya itiraz felâkettir. Çünkü leblebi kafalılar zannederler ki, rabıta demek şeyhini mübalağa ile büyütmek, gaye zannetmek! Asla... O şeyhinin kılığında İlâhî huzura doğru çıkmak için bir bilet almaktan başka bir şey değil...
Sırası gelmişken kaydedelim. Günün ucuz, gayet ucuz, bayağı ve ahmak inkâr modası içinde bir de formül vardır:
«— Allah'la kul arasına girilir mi?»
Cevap vereyim; siz de söyleyenlere aynı karşılığı verin...
Bana, bunu söyleyen bir profesöre şöyle dedim:
«— Yahu, sen Üsküdar'a gitmek için bile vasıtaya muhtaçsın!.. Bütün beşerî vasıtaları elinden al-sam, sen, acaba potin mi giyebilirsin, sigara mı içebilirsin, yemek mi yiyebilirsin?., İlâhî huzura gitmek_ için vasıtasızlık ne demek? Elbette vasıtaya ihtiyaç var... Elbette Allah'la kul arasına girilemez! Fakat,. Allah'la kul arasında münasebet kademeleri mevcut... Yoksa ey ahmak, Allah'la kul arasına hiç kimse giremez!..»
Girmek mümkün mü ki girilsin!.. Bakın nasıl ucuz bir mantıkla işi ele alıp, nasıl hissettiriyorlar basitliklerini... Bunlar inkâr felsefesinin galiz taraflarıdır. İğrenç... Bu iğrençlikleri alt ederseniz, imanınız tam teşekkül eder.
Rabıta hâşâ, Allah'la kul arasına girmek değil.. Hâşâ... Eğer bütün olarak, tüm olarak vasıtaya ihtiyaç olmasaydı, bir tane nebi ve resul gelmezdi.
Üzerinde fazla duracak değiliz. Vecdimizi konuşturuyoruz. İnkâra cevap vermekle mükellef değiliz şu ân...
Ve rabıta, bu kirliyi temiz hale getire getire makamına tesliminin rejimidir. Baş rejimidir, ana rejimidir.
Veli demiş ki :
«— Siz işkembelerden yapılma çorbaları içiyorsunuz da, bizi, kirli nefsi temizlemek âciz mi görüyorsunuz?..»
Yani, onun temizlenmesini mümkün görüyorsunuz da, bir nefsin temizlenmesini neden kabul etmiyorsunuz?.. Ne güzel... Rabıta, o huzura uygun kisveyle çıkmaktır!
Rabıtanın tesirini anlatayım... Kendimi katiyyen misal olarak vermek istemiyorum. Fakat bu tesiri tam ifade için anlatmaya mecburum. Ve hiç de, kolay kolay tesir altında kalan bir insan olmadığımı bildiğim halde...
Bir namazda, Efendi Hazretleriyle beraber bulunduğumuz bir akşam, selâm vereceğim zaman dehşetler içinde ellerimin onun eli olduğunu gördüm. Sonra baktım ki, ellerim yine yerli yerinde... Buradaki sırra dikkat edin! Bu benim için bir makam bir, fazilet değil... Onun kuvveti, onun tesiri...
Şimdi son hüküm: Rabıtasız zikir erdirici değildir. Fakat zikirsız râbıta erdiricidir. O kadar kuvvetlidir rabıta... însanı alır, götürür, yerine...
Hep o daha önce bahsettiğim nur meselesi...
Belki çok mahrem bir nokta ama bunu da anlatmadan geçemiyeceğim:
Bir gün, yine Efendi Hazretleri'nin huzurundaydık. Eyüp'te... Akşam namazı kılındı. Yemeğe indik, çıktık. Oturuyoruz ve konuşuyoruz. Yanında müritleri... Ben onların en hakiriyim ama bana bir lütufkârlığı var...O susuyor, ben konuşuyorum. Mütemadiyen... Diğerleri memnun... Çünkü O'nu ben konuşturuyorum.
Lâf arasında daldım ve içimden aynen şöyle düşündüm, — keramet bahsiyle alâkalıdır bu dikkat edin — dedim ki, «biz ne sefil insanlarız! Geliyoruz buraya, iki-üç saat geçiriyoruz. Temizleniyoruz, deminki işkembe misalinde olduğu gibi pamuk haline geliyoruz. Bir kokuşmuş işkembe iken pamuk... Çıkıyoruz, yine atılıyoruz çirkefimizin havuzuna!.. Ne utanmaz adamlarız biz!..»
İçimden düşünüyorum bunları... O susuyor.
Evet; dedim ki, «böyle olmaz bu iş... Bizde bu hassasiyet ve hâlisiyet yok... Bize bir tasarruf lâzım... Bizi olduğumuz yerden alsın, oturtsun hakikate!.. Başka türlü olmaz bu iş!..»
Ve birdenbire müthiş bir his... Efendi Hazretlerin-de gördüğüm kerametlerin en büyüğü bu, anlıyana... Bir şey oluyorum, ama ne?.. Bir maddî ağrı duymaya başlıyorum. Ama neremde? Onu da bilmiyorum. Bu ağrıyle birlikte tatlı da bir his içindeyim. Fakat nasıl?.. Anlamıyorum. Ve herkes susuyor.
Şöyle bir bakındım kendime... Doğru, ağrı kalbimde... Kalbim bir lâstik olmuş, çekiyorlar sanki... Evet kalbim çekiliyor. Bu nasıl bir acı?.. Hayali bile imkansız... Ve nasıl bir lezzet?.. Onu da tarife imkân yok...
Derin bir sessizlik içinde oluyor bunların hepsi... Ve Efendi Hazretleri bana bakıyor. Tam bağıracağım anda birden hissediyorum meseleyi: «Sen mi tasarruf istiyorsun?.. Senin ona takatin var mı?..»
Ve derhal sığınıyorum ruhaniyetine... Kalbim yerine geliyor.
Bunları bir yerde söyleyecek olursak inanmıyanlar arasında, bütün bu anlattıklarımıza hokkabazlık gözüyle bakanlar bulunabilir. Bunlar, hayatımdan, yani bu işin çok çilesini çekmiş adamın hayatından, yapraklardır size...
Sonra, müridde, intisaptan ve doğru yola gitmek-ten başka, bir takım tecelliler başlar. Bunlara «makam diyoruz. Daha ileri dereceleri var... Biz basitleri-ni alalım...
Kabz (sıkıntı, daralma), ve bast (ferahlık)... Sahv (uyanıklık) ve sekr (manevî sarhoşluk)... Gıybet (kaybolma), ve huzur...
Makamlar hiçbiriyle teselli bulunulamayacak, sürekli olarak insanı renkten renge sokan İlâhî imtihanlar ve çitlerdir. Aşılır. Bu makamlardan kabz ve bast mühimce... Bazen, insanda, sebepsiz ve müthiş bir kabz hali... Sıkıntı, sıkışma ve daralma halinde bir tecelli... Bazen de sebepsiz bir açılma, ferahlık ve neşe... Tabiî tam tersi olarak delilerin neşesi gibi bir
hal...
hal...
- Necip Fazıl bir ucu küfür dediği vahdet-i vucud ve şuhuda iman ediyor . (S.166-173)
Bu vahdet-i vücut dâvasının bir ucu küfürdür, Öbür ucu ise, imanın ta kendisi... Böyle bir belâlı nes nedir bu vahdet-i vücut meselesi...
Vahdet-i vücudun, evvelâ, tam ilmî bir tasnif halinde üç merhalesi vardır. Kat'i...
Biri Muhiddin-i Arabi Hazretleri'ne gelinceye kadar, bütün evliyanın hali... Hatta enbiyanın hali... Fakat burada şuura dökülmemiş hal olarak, zevken idrak olarak bir vahdet-i vücut vardır. O haktır ve açıktır.
Sonra, Muhiddin-i Arabi tarafından şuura dökül-muş olarak, şuura dökülecek kadar ileri gidilmiş cesaret olarak, bir vahdet-i vücut ifadesi mevcuttur. Ve onun yanlış anlayışından münezzehtir Muhiddin-i Arabi...
Bir de «ikinci bin»in yenileyicisi, ümmetin en büyüğü îmam-ı Rabbani Hazretleri tarafından yerli yerine oturtulmuş, tashih edilmiş ve mühürlenmiş bir vahdet-i vücut...
Şimdi, birinci merhale: Birinci merhale bir zevken idrak merhalesidir. Zevken idrak... Anlamadan anlamak, hesaplamadan sezmek, sırlardan koku almak... Bu merhalede Allah'ın lizatihi - bizatihi tecellisi dâvası vardır. Zatı ile zatına tecelli etmesi da -vasi... Lizatihi - bizatihi... Hemen onun ilerisin -de, rabıtalardan, zikirlerden sonra zevken vanlan bir hakikat bulunmaktadır: «La mevcude illallah»
Şimdi, bu vahdet-i vücutta ne kadar derinleşsek o kadar gidebiliriz. Eşyaya var olma takatini vermemek... Bu apaçıktır. Kim var olabilir?.. Onun var ettiği ayrı... Varlığın özüne, iç yüzüne kim mâlik olabilir?.. Eşyanın her zerresinde her noktasında îlâhi nakşı görmek... Ve varlığın eşyaya ondan geldiğini sezmek... Eşyayı helakte görmek... Var olanı Allahta görmek... Benim cüz'i iradem ve her şeyim var, ama netice?.. Bu o kadar hassas bir nokta ki... Konferansa başlarken tasavvufa ait bir dağ misali vermiştim. Asfaltın çimenle beraber takibettiği dağ... Hayalin çıkamayacağı dağ... îşte odur bu nokta... «La mevcude illallah».,. Ve Allanın lizatihi-bizatihi tecellisi... Kendisi ile ken-dişine tecellisi...
Zaten Allah buyuruyor:
«Ben bir kenz-i mahfî (gizli hazine) idim. Görünmek için bu âlemleri yarattım.»
Şimdi eski anahtarları görüp onları daha iyi anlıyoruz. Bu hazla ve zevkle ele geçen bir vahdet-i vücut idrakidir. Bu idrak, Mutlak vücudu onda görür. Onun dışındaki her şeyi ise helakte... Fakat yine her nesneye Allahın yarattığı şey diye bakar. Bu şeriat-tir! Mutlaka bunun böyle olması lazımdır! O şeye, hâşâ, Allah diye bakmaz!
Eyvah, bakın bütün nispetler nasıl inceliyor, inceliyor, incecik bir yola giriyor ve o yoldan insan değil kıl geçemiyor!.. İşte, idrak için bu kadar sıkıntılı bir nokta...
Kur'ânda her şeyin Allah’ın veçhinde helak halinde olduğuna dair bir âyet var... Daha önce bahsettiğim o büyük manevî buhran günlerimde, Beyzâvî tefsirinde bu âyeti' gördüğüm zaman yerimden fırladım ve kendimi sokaklara attım. Her şeyde onu görür gibiydim, ilâhî çehreyi... Başka hiçbir şey yok... Ne bastığım yer, ne içtiğim su, ne şu, ne bu... Lâfla anlatılamaz... Bu âyetin büyüklüğünün altında ezildim!
Bütün bu duygu içinde bu hayat, her şeyin gittiği, kemmiyetler halinde kaldığı, dalgalarla deniz münasebeti gibi, dalgaların durulup kayboluverdiği fakat denizin daima kaldığı gibi, bir iplikteki halka gibi — çekince halka yok— bir nakış... Ve olan sadece O...
İşte hak olan vahdet-i vücut... Ve görülen de O'nun mahlûkları...
Şimdi, işi basite irca ederek daima söylüyorum ki, Muhiddin-i Arabî Hazretleri'nin «vahdet-i vücut»u şuura yüklediği yük bakımından çekilir gibi değildir!.. Bir büyük velî olduğu için ona en büyük hürmet içinde bunu ifade etmeliyim. Muhiddin-i Arabi'ye göre eşyanın gölgesi bile yoktur.
Yine biraz geriye gideyim... Vahdet-i vücudun ilk haline...
Mansur asılacağı zaman Cüneyt ona der ki:
«— Hak benim deme, sen gölgeye aldanıyorsun! Onu Hak zannediyorsun!.. Zatı gölge ile karıştırıyorsun!..»
işte, tasavvufun ilk devresindeki vahdet-i vücut anlayışı budur! Gölge ve zat...
Ve Muhiddin-i Arabi'ye gelince iş, bu büyük zat «eşyanın gölgesi bile yoktur!» der. Yani eşya o kadar yoktur. O halde böyle bir «yok» içinde insanın kendisim bulabilmesi imkânı da yoktur!..
Bir büyük boşluktayız. Evet; bakın bu velînin ince noktasına: Eşyanın gölgesi bile yoktur ve o gölgeden bizde kalan son mâna, son his «Allah» tır!
Evvah!., Bu geçitten geçmenin imkânı hemen hemen muhaldir. Yani eserle müessir birleşir gibidir.
Bunun Batı (panteizm) iyle hiçbir münasebeti yok yine.. Batı (panteizm)i tabiatta görür -hâşâ- Allah’ı... Ye tabiatı putlaştırır sadece... Burada böyle değil... Burada tabiat görülmüyor. Sakın küfre götürmeyin!.. Çünkü Muhiddin-i Arabî Hazretlerine küfür is nadı küfürdür! Bir müminin bir mümine küfür isnadı, o mümin gerçek müminse isnad edene döner. Zamanında, büyük zahir ehli İbn Teymîye böyle bir isnatta bulunmuştur Muhiddin-i Arabi'ye... Bunu asla kabul etmez bâtın ehli... Ve Muhiddin-i Arabîyi anla-mayanların hepsi maalesef dalâlettedir.
Bizde Fusus Şerhi vardır; Bosnavî Şerhi... Baştan aşağı anlayışsızlık... Maarif Bakanlığının klâsiklerinde de mevcut... Hapishanede okumuştum. Hayretler içinde kaldım. Çünkü ben Muhiddin-i Arabi'yi yakın-dan, takip ettim. Muhiddin-i Arabi'nin eşyayı yok görüşünde, gölgesini bile kabul etmeyişinde, o kabul etmeyişten sonra kalan bir hisse mevcuttur ki, ona da zat ile mahlûk denemez. Çünkü mahlûku görmez ve insanda, onlar bir araya gelir vehmi doğar. Bu hiçbir makasın kesemeyeceği bir hadisedir. Bunun dış şuur aynalarına yansımasındaki tehlikeyi, «ikin-ci bin»in yenileyicisi olan büyük zat İmam-ı Rabbanî halledecektir.
Evvelâ Muhiddin-i Arabi'nin şahsı üzerinde biraz duralım. Ona «Hâtem-ül Evliya» denir O hakikaten ilk kısmın «müteahhir - sonradan gelen»idir. Müteah-hirinden kabul olunur.
O bir tek lokmayı ağzına almazdı ondan tesbih sesi duvmadan... Evet; yediğimiz ekmekler de Allah'ı zikreder. Ve onu ancak duyan duyar, İşte, böyle bir velî idi Muhiddin-i Arabi Hazretleri... Riyaziye ceh-dini o hale getirmişti ki, — burası inanılmayacak bir şey gibidir, artık kafa almaz— bir formülü var: Onun buna çarpımı, bunun şuna bölünmesi, nispetler, nispetler... Ve eşit Hazret-i Adem'den son ferde kadar insan adedi...
Muhiddin-i Arabi'ye dönüyorlar, diyorlar ki:
«— Bu da olur mu?..»
Şöyle karşılık veriyor:
«— Kızdırmayın, geleceklerin yüzlerini de res-
mederim»'
Hemeh ilâve ideyim... Batılı, birçok meselede insaf sahibidir. Dinini kaybetmiş olanların sefaleti önünde Batılı çok insaflı kalır. Ve Muhiddin-i Arabi'yi defalarla, defalarla tercüme etmiştir. O nerede bir kıymet bulursa onu araştırmaktan çekinmez, îmam-ı Gazali'nin de birçok tercümesi vardır. Batılı deyip geçmeyin!.. Onu hem sıfır görelim, hem ders alalım, insaf edelim.
Şimdi, Muhiddin-i Arabi Hazretleri'nin kafa olarak gösterdiği tecrit cehdini dünyada gösterebilmiş bir başka adam hatırlamıyorum, îmam-ı Rabbani müstesna... Çünkü İmam-ı Rabbanî'nin beyninin her atomu bir güneştir gözümde...
İşte böyle bir cehd... Cebir Arabın keşfidir demiştim. En büyük kıymetini Muhiddin-i Arabi'yle ka-zanmıştır. Ve daha birçok keşif... Beşyüzü geçkin eser...
Ruhaniyet âleminde Muhiddin-i Arabi'ye sorarlar :
t
«— Keşif ehli ne diyorsun? Vahdet-i vücutta ıs-rar mı ediyorsun?..»
Cevap verir:
«— Ne dedimse odur!..»
Ve onun asla küfürle alâkası yoktur. O bir tecellidir ve anlaşılması muhale yakın bir müşküldür. Onu böyle alın ele!.. Muhiddin-i Arabi'nin izahçısı olmak ve vahdet-i vücutu akla anlatmak mümkün değildir!.. Akla beyan edilmez o...
Sizi en son noktaya getirdim...
«Eşya gölge olarak bile yoktur»un ve o «yok» içinde Allah'ı görüp «O vardır»ın hikmeti, «O vardır, baş kası yoktur» tarzında bir vehme dönüyor ki bu vehmi akü ile hal mümkün değildir ve eser üzerinde derinleşmeden ibaret bu bahsin inceliklerini akılla idrâk, ancak Muhiddin-i Arabi çapında büyük velîlerin işidir,
Muhiddin-i Arabi'nin tecritteki kıymetine bakın ki, buna Fransız tefekkürü bile hayrandır.
Bir hadîs:
«— Ez'zıddan La yeştemian...»
Yani, zıtlar bir araya gelmez, toplanamaz.
Muhiddin-i Arabi zıtlar nazariyesini alıyor ele ve diyor ki:
«— Ama zıtlar, bu bir araya gelemeyiş içinde öy-Ie bir beraberlik içindedirler ki, bir kere buluşsalar bir daha bırakmazlar birbirlerini...»
İşte Fransız tefekkürü buna hayrandır. Ve diz çöker bu tecrit önünde...
Hakikaten bu böyledir. Meselâ ters açı... Biri diğerinin tersi olduğu halde, katladınız mı aynı... Ve bu ayniyet içinde zıddiyet inkişaf ediyor. Müthiş hadise...
«Vahted-i vücut» dâvasında Muhiddin-i Arabi ile kendisinden bir hayli zaman sonra gelen ikinci Binin Yenileyicisi îmam-ı Rabbani arasında şu fark tespit edilebilir:
İlkinin, müessiri eserde, ikincinin ise hakikati doğrudan doğruya müessirde araması ve bu yollarda mesafe alması keyfiyeti...
Demek ki, Muhiddin-i Arabî Hazretleri müessirden ziyade eser üzerinde derinleşmiştir, îmam-ı Rabbani de doğrudan doğruya müessirde... Elbette ki, müessir eserin üstündedir. Cümleye dikkat ettiniz mi?..
Bu meselede Muhiddin-i Arabi'yi en küçük mikyasta yanlış anlamak ve anlatmaya kalkışmak küfre kadar gidebilirken aynı dâvanın dalâletten kurtarılması ve yenilenmesi yine velîler velîsi İmam-ı Rabbani Hazretleri'ne ait kalıyor. Yoksa «Şeyh-i Ekber» unvanlı Muhiddin-i Arabi Hazretleri'ne isnadı mümkün bir hata yoktur. Tek, muradı anlaşılabilsin...
İşte bu hikâye bu kadar... Muhiddin-i Arabi'ye ait yanlış anlayışların hepsine birden çatarken, Muhiddin-i Arabi'ye tek bir ok değdirmemeye çalışmak ne zahmetli bir iş?...
Kâinatın en ince ve esrarlı meselesi olan «Vah-det-i Vücut» dâvası üzerinde, değil Yatsıdan Sabah namazına kadar sürecek bir konuşma, millî kütüphaneler dolusu kitaplar karalamak bile kıymet belirt -mez.
Nihayet Hicrî 900 küsurda, yani 1000 senesine doğru, 1000 senesi de dahil, İmam-ı Rabbani Hazretleri dünyayı nurlandırıyor. İmam-ı Rabbani... Müced-did-i elf-i sânî... Ahmed-i Farukî-i Serhendi...
Bende bir huydur ve kimseye sirayeti şart değildir. Çok zordur bu noktada konuşmam... Çünkü ben İmam-ı Rabbanî'nin ismi çıkarken ağzımdan titrerim. Öyle bir büyüktür. Ve bu ikinci 1000'in yenileyicisi-dir. Yüzyılın, asrın değil... İkinci 1000'in... İkinci 1000, içinde bulunduğumuz 1000...
Ya birinci 1000'in yenüeyicisi kimdir?.. O bütün zaman ve mekânın yenileyicisidir. Bu ikinci 1000 tâbidir. Metbu, yani kendisine tâbi olunan ise O'dur.
Evet; İmam-ı Rabbani Hazretleri... «Müceddid-i elf-i sânî»... Yani «İkinci 1000'in Yenileyicisi»... Düşünün, taşının unvanının heybetini!.. Hayatını bir eserde ayrıca yazıyorum. Burada uzun uzun durmayacağım. Yalnız bu büyük zat, şeriati, noktası noktasına bir daire halinde çevirdikten sonra, onu, hik met, vecd, aşk ve keşif halkasına noktası noktasına mutabık, değişmez İlâhî kanun olarak anlayan ve ondan başka ölçü kabul etmemenin tam hakikatini getiren büyük insandır.
Muhiddin-i Arabi Hazretleri'nin dâvası iki kelime ile şudur: «Eşya yoktur!» Doğrudur. Hiçbir sey aslı ile mevcut değildir. Tamam... Fakat onun bir gölge - vücudu vardır. Yani Muhiddin-i Arabi'nin ifadesine mukabil bir gölge - vücut... Ve o gölge - vücut «zat»dan gayrıdır. O_ değildir, ona terstir. Evet; gayrdır ye o gayr «var»dır. Bu «var» noktasını tutamaz-sak işimiz, zaten çok zordur.
İmam-ı Rabbani Hazretleri bütün vahdet-i vücudu zevken tasdik ettikten sonra onu eşyada bir şuhud vahdeti, delâletler vahdeti olarak ele alır. Esa-sı «vahdet-i suhud»a bağlar. «Vahdet-i şuhud» da bu-dur ve. eşyanın gölge - vücudunu kabulden ibarettir. Yani gölge - vücut «var» dır.
Şimdi en büyük derinliğe geldik. Bakalım tahammül kabil mi?.. Bir adama sorsanız muhal farz dedikten sonra... Muhal farz... Bu dinde metottur. Muhal farz dedikten sonra insan her şeyi söyleyebilir korkmadan... Evet; deseniz ki, «muhal farz Allah olmasa ne olur?..» «Yokluk» der, değil mi?.. Peki yokluk olunca ne olur?.. Yokluk diye ayn bir «var»a ihtiyaç olur. Demek ki, yokluk da bir mahlûk...
«Var mıyız, yok muyuz?»... Filozof (Dekart)ın «mademki düşünüyorum, o halde varım» sözü çilesi çekilmemiş bir edadır.
Benim bir şiirim:
«Yok» bir «var»dır; Geçit vermez; Dar mı dardır! «Yok» bir «yok»tur;