SÜNNET-İ SENİYYE HAKKINDA ARAŞTIRMALAR
Bismillâhirrahmânirrahîm
Hamd ve ta'zîm Yüce Allah'a aittir. Salât ve selâm müjdeleyici ve uyarıcı peygamberine, onun tertemiz olan ehl-i beytine, âline, ashabına ve onun nurlu yolundan gidenlere olsun.
Elinizdeki bu kitapçık, sünnet-i seniyye ile ilgili dört bahisten ibarettir:
A) Kitâb'a nisbetle sünnetin yeri.
B) Kitâb'da olan ve olmayan şeylere delâleti bakımından sünnetin türleri.
C) Sünnetin teşri' konusundaki müstakilliği.
D) Allah Teâlâ'nın Kitab'ın korunmasını garanti ettiği gibi sünnetin korunacağını da garanti etmiş olduğu.
Bu kitapçığın, bazı çağdaş yazarların kitapların okuyan veya yayınların ve halka açık konferansların izleyen her kesimden insanların büyük fayda sağlamasını, güzel bir sonuç vermesini samimi bir duygu ile ummakta ve beklemekteyiz. Biz bu kitapçıkta hem eski [1] hem de yeni bazı kimselerin sünnetin yerine gölge düşürecek bir tutum içerisinde olduklarına, bazı çağdaş muhaddislerin [2] (!) de sünneti tamamen inkâr gibi bir yola girdiklerine dikkat çekeceğiz. [3]
I.GİRİŞ
Konuya girmeden önce, mutlaka bilinmesi gereken hususların açıklanmasını uygun bulduk. Çünkü mesele bu giriş üzerine bina edilecektir. Şöyle ki: [4]
A) Şer'î Hükümlerin Türleri:
Allah Teâlâ'nın koymuş olduğu şer'î hükümler ki mükelleflerin bunlara yapışması, akıllı ve ergen olan her müslümanın onların gereği ile amel etmeleri gerekmektedir usûlcülerin ittifakı ile şu kısımlara ayrılmaktadır;
a) Teklîfî Hükümler: Bunlar îcâb (veya vücûb [5], nedb,
b) Vaz'î Hükümler: Bunlar da şunlardır:
I. Sahîh: Sâri' Teâlâ'nın işlenilen fiili geçerli kabul etmesidir.
Böyle bir fiilin üzerine şer'î sonuçları terrettüp eder.
II. Fâsid: Sahîh kabul edilmeyen fiillerdir. Bunlar bir öncekilerden farklıdır.
III.Yine vaz'î hükümlerden olmak üzere Sâri' Teâlâ, bir şeyi diğerine sebep kılar veya şart koşar ya da mani kabul eder.
Bunlar (yani şer'î hükümler), Allah Teâlâ'nın mükellefin fiillerine zikrettiğimiz şekilde müteallik bulunan ve açıkladığımız tarz üzere irtibatlı olan zatı ile kâim kadîm hitâb-ı nefsîden ibarettir. Eş'arîlere ve diğer Ehl-i sünnet ulemâsına göre hak mezhep bu şekildedir. [6]
Bu şer'î hükümler ve hitâb-ı nefsîler, kelâmın kadîm sıfatının bazı nev'ileri olması, bunların bizim nazarlarımızdan hariçte olması, idrakimizden uzak bulunması ve ne kadar yüksek olursa olsun akıllarca bilinmesine, onların hakikatlerinin keşfine belirleyici emareler, açıklayıcı belirtiler ve rehberlik edici deliller olmadıkça imkân bulunmaması [7] hasebiyle, Allah Teâlâ alâmetler koymuş, işaretler dikmiş, açık hüccetleri beyan etmiş, parlak delilleri ikame etmiştir. Ki bunlar sayesinde söz konusu hükümlere yol bulmak ve onlara ulaşmak mümkün olsun, bilmeyenler öğrensin, inkarcı da onlarla ilzam olunsun, onlara vâkıf olanlar eğer onlar üzerinde durabilecek bir yeteneği varsa ve onlardan hüküm çıkarmaya da kadir ise gereği ile amel etmeyi vâcib kılsın. Tabiîdir ki bu durum, müctehid imamlar ve ihlâs sahibi fukahâ hakkındadır. Bunlar öyle kimselerdir ki, kendilerinde ictihâd için gerekli şartlar tam olarak bulunmakta ve delillerin değerlendirilmesi ve hüküm istinbâtı için gerekli olan her türlü âlet ve edevata (âlet ve din ilimlerine) sahip bulunmaktadırlar. Bu durum, ehl-i taklidin yapabileceği bir şey değildir. Onların da başında, kendilerini aşırı bir cüretkârlık ve ender bulunacak bir kepazelikle, ictihâd ve tecdîd ehlinin önde gelen simalarından sayan haddizatında ise pespaye bir mukallid bulunan garazkâr dönme cemaatler bulunmaktadır. [8]
B) Şer'î Hükümlere Ulaştıran Deliller:
Söz konusu deliller, şer'î deliller ya da naklî (sem'î) hüccetler diye bilinen delillerdir. Bunlar çoktur: [9]
1- Kur'ân-ı Kerîm:
Tarifi: "Hz. Muhammed'e (s.a.) indirilmiş, tilaveti ile ibadet edilen, en kısa sûresi ile meydan okuyan, bize kadar her bir harfi tevatür yolu ile nakledilmiş bulunan, Mushaf-ı Şerifin iki kapağı arasında yazılmış bulunan lâfızdır."
Daha derli toplu bir tarifi şöyledir; "Allah'ın rasûlüne (s.a.), bir sûresi ile de olsa i'câz için indirilmiş kelâmdır." [10]
2- Sünnet-i Seniyye:
Usûlcülere göre sünnet: “Peygamber efendimiz Hz. Muhammed'den (s.a.) Kur'ân dışında sâdır olmuş her türlü söz, fiil ya da takrirlerdir.” İmam Adudu'd-dîn el-îcî'nin, usûlcü İbn Hâcib'in Muhtasarı üzerine yazdığı şerhteki tarifi böyle.
Daha özlü ve yeterli bir tarife göre de sünnet: “Rasûlullah'ın (s.a.) söz ve fiilleridir.” el-Kâdî el-Beydâvî'nin Minhac'ında yapmış olduğu tarif de böyledir. “Takrir”, olumsuz tepki göstermekten geri durmaktır; dolayısıyla o da bir tür fiildir. Nitekim büyük muhakkik âlimler bunu bu şekilde açıklamışlardır. Bu itibarla bu el-Beydâvî'nin tarifinin “takrir” türünü içine almadığını düşünmemelisin. Adudu'd-dîn el-İcî ve benzerlerinin, hususiyle takrîri zikretmelerinden maksat, tariflerde güdülen ziyadesiyle açıklığı sağlamaktır.
Şer'î delillerden biri olan sünnetin tarifinde “risâlet peygamberlik” kaydının zikri zorunlu olmaktadır. Bu husus unutulmamalıdır.
Buna göre, Rasûlullah'ın (s.a.) peygamberliğinin başlangıcından ölümüne kadar Kur'ân dışında söylemiş olduğu her söz veya kendisinden sâdır olmuş her fiil, onun sünnetinden olmaktadır. Bunlar, ister ümmetinin bütün fertleri için genel bir hüküm ortaya koysun ki asıl olan da budur ister kendisine ya da bazı sahâbîlerine has bir hüküm içersin farketmemektedir. Keza kendisinden sâdır olan fiil, ister cibillî olsun, ister öyle olmasın bunun da bir önemi bulunmamaktadır. Rasûlullah'tan (s.a.) sâdır olmuş her söz ya da fiil, mutlaka sübûtuna inanılması gereken şer'î bir hüküm isbat etmektedir. Tabiî ki bu hükmün vâcib, nedb, tahrîm, kerahet ya da ibâha olması ayrı bir şeydir. Keza getirilen hükmün ümmetin tümü için genel, ya da her kim olursa olsun belirli kimselere özel olması, yine sünnetin cibilî-tabî'î bir fiille ilgili olması, ya da ihtiyarî bulunan diğer fiillerden olması da ayrı bir konudur. Bütün bunlar dikkate alınmaksızın ondan sâdır olan her söz ya da fiile “sünnet” denilmektedir. [11]
3- İcmâ:
“İslâm müctehidierinin, herhangi bir asırda ve herhangi bir zamanda şer'î bir hüküm üzerinde görüş birliği etmeleridir.” [12] Üzerinde görüş birliği edilen hükmün, İslâm'ın şartlarının (namaz, oruç vb.) vâcibliği; zina etme, içki içme, kumar oynama ve ribâ muamelesinde bulunmanın haramlığı gibi dinden olduğu zorunlu olarak bilinen bir hüküm olması ile, böyle olmaması bazı miras ve muamelât hükümleri gibi arasında fark yoktur.
Şu halde icmâ, sadece zarurî bulunan hükümlere has bir delil değildir. Dolayısıyla durum, bazı araştırmacıların İmam Şafiî'nin (r.a.) sözünden anladıkları gibi değildir. [13]
İcmâ, Zahirîlerin görüşü aksine sadece sahabe asrına münhasır da değildir.
İcmânın gerçekleşebilmesi için “masum imâm”ın katılması şartı da yoktur. Râfızîler, icmânın oluşabilmesi için bunu şart koşmaktadırlar. Onlar, bizatihi belli olmasa bile, böyle bir imamdan hâlî bir zamanın olmayacağına inanmaktadırlar. Sonra kendi içlerinde çelişkiye düşerler ve: “Hüccet, sadece onun sözündedir; diğerleri ise ona tâbi durumdadır.”derler ve masum imamlarının büyük gaybeti (gizlenmesi) sırasında icmânın asla olamayacağını açıklarlar. İmamları ise söz konusu gaybetten sonra tâ kıyamet öncesine kadar gözükmeyecektir.
İcmâ için mutlaka şer'î bir mesnedin her ne kadar usûlcüler bunun nev'i hakkında ihtilâf etmişlerse de bulunması gerekmektedir.[14] Ancak icmâ edenlerin, üzerinde görüşbirliği edilen hükmü husûsî bir mesnedden almış olma gibi bir şey üzerinde ittifak etmiş olmaları gerekmemektedir Nitekim icmâlarının hüccet olabilmesi için, kendilerinden sonra gelen nesillerin, görüşbirliğine mesned olan şeyi bilmeleri de gerekmemektedir. [15]
4- Kıyâs:
“Şer'î bir hükmün illetinde, bir şeyi diğerine müsavi kılmaktır.” Veya: “Müctehidin, kendi nazarındaki illet benzerliğinden dolayı vakıda ve haddizatında öyle olsun olmasın bir bilineni başka bir bilinene hükümde katmasıdır.” Veya: “Bir bilinenin hükmünün benzerini, aralarındaki hükmün illetindeki müştereklik sebebiyle başka bir bilinen hakkında isbat etmektir.” Tarifi konusunda bilinen görüş ayrılıkları bulunmaktadır. Ancak bu farklılığın fazla bir önemi bulunmamaktadır, [16]
Hanefîler ve bazı Şâfiîler, “mefhûmu'I-muvâfakat”ın, kıyası değil lafzî bir delâlet olduğu görüşündedirler. Meselâ: “Onlar deme!” [17] âyetinin anne babayı dövmenin haramlığına delâleti gibi. Keza: “Haksızlıkla yetimlerin mallarını yiyenler şüphesiz karınlarına ateş tıkınmış olurlar; zaten onlar alevlenmiş at gireceklerdir.” [18] âyetinin, yetimin malını yakmanın haramlığına delâleti gibi. Bu görüşte olanlar, kıyasın tarifinde illeti “sırf lügatten anlaşılamayacak şekilde olmalı” şeklinde kayıtlamaktadırlar Bunlara göre illet, mutlaka üzerinde icmâ edilen veya nassla belirlenmiş (mansûs) ya da illetliğine delâlet eden bir yolla, başka bir ifade ile hükmün taalluk ettiği mahal ve fiilde bulunan özelliklerden birinin, o hükmün illeti olduğunu gösteren yollardan (mesâliku'1-ille) biri ile, illetin çıkarılmış olması gerekmektedir.
Mefhûmu'l-muvâfakatın delâletinin bir kıyas delâleti olduğu görüşünde olan çoğunluk Şâfiîler ve diğer usûlcüler ise, tarifte illeti mutlak zikretmekte ve diğerlerinin yaptığı gibi herhangi bir kayıtlama yoluna gitmemektedirler.[19]
İki grup arasındaki görüş ayrılığı, daha çok sözde kalmaktadır. Çünkü her iki grup da, hem vasfın hem de lâfzın, söz konusu mefhûma delâletin tahakkuku hakkında katkıda bulunduklarında hemfikirdirler. Bundan sonra bir kısmı, lâfız tarafını vasıf (illet) tarafına galebe çaldırmakta ve delâletin lâfzî olduğunu söylemektedir. Diğer taraf ise, vasıf tarafını lâfız tarafına galebe çaldırmakta ve delâletin kıyâsı olduğunu söylemektedir. Böyle bir ihtilâfın semeresi, ancak mefhûmu'l-muvâfakatın diğer delillerle tearuzu (çatışması) halinde ortaya çıkmaktadır. Nitekim usulcülerin mefhûmlar, teâdul (tearuz) ve tercih bahislerinde ettikleri sözlerden anlaşılan budur.
Bütün Müslümanlar Kitâb ve sünnetin delilliği hakkında icmâ etmişlerdir.
Büyük imamlar ki bunların başlarında da dört imam bulunmaktadır icmânın haddizatında mümkün olduğu yani vakuunun muhâl olmayıp caiz bulunduğuna, icmanın oluşması halinde onu bizzat müctehidlerin kendilerinden öğrenmenin mümkün bulunduğuna ve onları araştırmaya ve elde etmeye özen gösteren müctehidlerden işitme (semâ) ve rivayet yoluyla hiçbir kuşku uyandırmayacak sahih ve sağlam bir nakille bize yani onu delil olarak kullanacak ve gereği ile amel etmek zorunda olacak kimselere ulaşmasının (naklinin) imkân dahilinde olduğuna dair icmâ etmişlerdir. Bu konuda Nazzâm ve bazı Şiî ya da Rafizîler muhaliftirler. [20]
Yine Hz. Osman'ın (r.a.) öldürülmesi ile sonuçlanan ve ayrılıklara sebep olan fitneden önce de, sonra da delilliği konusunda ittifak etmişlerdir. Az önce sözü edilenlere ilaveten, fitne sonrası ile ilgili olarak Haricîler de bu konuda muhalif bulunmaktadır. Maamafih Haricîler, bizzat kendi icmâlarını hüccet kabul etmektedirler. Çünkü onların inançlarına göre, rnü'min sadece kendileridir. Bunlar genelde icmânın delilliğini kabul etmektedirler. Nitekim eş-Şihâb el-Karâfî, Şerhu't-Tenkîh'te bunun böyle olduğunu belirtmiş, eş-Şeyh el-Esnevî de el-Minhâc şerhinde ona tabi olmuştur. [21]
Sonra icmânın oluşmasının, ona vâkıf olmanın ve naklinin imkân dahilinde olup olmaması ve delilliği hakkındaki ihtilâf, sırf zarûriyyât-ı dinden olmayan konu ve hükümlere münhasır bulunmaktadır.[22] Yine onlar, kıyasın imkân dahilinde olduğu, delilliği ve onunla mutlak anlamda kullukta bulunmanın vukuu ister kıyâs-ı celî (yani kıyas-ı evlâ ve kıyâs-ı müsâvî) olsun ister olmasın üzerinde de görüşbirliği etmişlerdir.
İmâmiyye Şîası ile Nazzâm'a ve diğer Mutezilî imamlara, kıyasla kullukta bulunmanın aklen muhal olduğu görüşü nisbet edilmiştir.
İbn Hazm ez-Zâhirî'ye de, kıyasın şer'an muhal olduğu veya onunla mutlak surette kullukta bulunmanın men'i görüşü nisbet edilmiştir.
Zahirîlerin imamı bulunan Davûd b Ali el-Isbahânî'ye de, celî kıyasın dışında kalan türleriyle kullukta bulunulamayacağı görüşü nisbet edilmektedir. Nazzâm'ın kıyasın delilliğini kabul ettiği sabittir. Zira Sâri' Teâlâ, onun delilliğini nass ile ortaya koymuştur. Nitekim benzeri bir durum Dâvûd için de her ne kadar o buna “kıyâs” değil de “delîl” diyorsa da variddir. Bu durumda Nazzâm ve Zahirîlerin çoğunluğu, kıyasın delilliğini genelde kabullenmiş olmaktadırlar.
Eğer biz mefhûmu'l-muvâfakatın çoğunluk ulemânın “onun delâleti, kıyâsıdır”şeklindeki görüşüne binaen celî kıyastan ya da husûsiyle kıyâs-ı evlevîden ibaret olduğunu kabul edersek, keza İbn Hazm'ın da mutlaka onunla amel etme zorunda olduğunu düşünürsek, o zaman anlarız ki, onun konu ile ilgili karşı çıkışı tamamen lâfızda kalan bir ayrılıktır, ya da önemsiz şâz bir görüş olacak ve kale alınmayacaktır. Dolayısıyla ona itibar edilmeyecek ve karşı çıkmasına iltifat edilmeyecektir. [23]
5- Üzerinde İhtilâf Edilen Diğer Deliller:
Daha başka şeyler de vardır ki, bunların delillikleri hakkında dört imam [24] ve diğerleri arasında büyük görüş ayrılıkları bulunmaktadır. Bunları aşağıdaki şekilde sıralamak mümkündür: [25]
I. Ümmetin Belli Bir Kesiminin İcmâsı:
Ehl-i beytin ki bunlar Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'den ibarettir icmâsı, dört halifenin icmâsı, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in icmâsı, sahabe ve tabiîn asrında Medine ehlinin icmâsı, Haremeyn'in yani Mekke ve Medine halkının icmâsı, iki şehrin yani Basra ve Küfe halkının icmâsı, Küfe halkının icmâsı, Basra halkının icmâsı. [26]
II. Müctehid sahâbî görüşü: Bu kendisi gibi sahâbî olanlara değil de tabiînden ve daha sonra gelen nesillerden olanlara nisbetledir. Sahâbî görüşünün kıyasa muhalif olup olmaması, veya bir kıyas tarafından desteklenip desteklenmemesi, etrafa yayılıp bir muhalifinin olduğu bilinip bilinmemesi farketmemektedir.
III.Istıshâb: Yani, bir şeyin daha önceki bir zamanda bulunmasından hareketle (aksini ortaya koyan bir delil olmadıkça) şimdi de var olmasına hükmetmektir.
IV. Mürsel maslahatlar: Herhangi bir hükme uygun olan ve hakkında Sâri' Teâlâ'dan itibar edildiğine ya da ilga edildiğine dair bir nass bulunmayan maslahatlar (yararlar).
V. Yeterli araştırmaya rağmen delilin bulunamaması: Yani konu ile ilgili herhangi bir delilin olmadığına dair zann-ı galip doğuracak ölçüde araştırma yaptıktan sonra, o konuyla ilgili bir hükmün bulunmadığı sonucuna varılması.
VI. Daha az ile amel etmek: Yani müctehidin ihtilaflı bir konuda ileri sürülen görüşler arasından en az olanını alması. Bu diyet miktarı gibi konularda geçerlidir. Müctehidin, kendi nazarında bizzat en çok ya da en az miktara delâlet edecek sahih bir delil bulamadığı zaman, meselenin hükmüyle ilgili olarak muhalifinin en az miktar getiren görüşünü alması.
VII. Eksik istikra (tam istikra değil): Yani cüz'îler araştırılır, bunlardan bir sonuca ulaşılır ve küllî bir hükme varılır. Bu küllî, hem o cüz'îleri hem de daha başkalarını kapsar. Veya bu: “Bir mahiyet hakkında, o mahiyetin bazı cüz'îlerinde bulunan hükmü isbat etmektir.”
VIII. İstihsân: Bu:“Bir delile, hatta şüpheye bile dayanmaksızın mücerred arzu, heva ve heveslerden hareketle dînî bir konuda söz etmektir.”
Veya meşhur tarifine göre:“Delilin müctehidin gönlünde sakatlığının belirmesi, fakat onu bir türlü ifade edememesi, sakatlığın nerede olduğunu ortaya çıkaramaması (ve bu yüzden delilin gereğinden vazgeçmesidir).”
Veya denildiğine göre:“Sıhhati sabit olan delilden, örf ve âdete dönmektir.”
Hanefîlerden bir grup istihsânı: “Bir kıyastan, daha güçlü bir kıyasa dönmektir.” şeklinde açıklamışlardır.
Hanefîlerden eş-Şeyh Ebû'l-Hasen el-Kerhî'ye göre, “âmmın tahsisi” anlamına gelir.
Mutezilî imamlardan Ebu'l-Huseyn el-Basrî'ye göre de istihsân, “illetin tahsisi”demektir.
Bu üç yoruma göre, ortada bir görüş ayrılığı bulunmayacaktır.
Birinci görüşe göre ise, öyle bir şeyin hüccet olabileceğini samimi bir İslâm âliminin söylemesi mâkûl ve mümkün değildir. Bunu dese dese, Hicrî ikinci asır ve daha sonraki tarihlerde, dinlerini karalamak ve onları zayıf düşürmek için İslâm cemaatleri arasına sızmış Râfızîlerden, mülhidlerden ve zındıklardan bir grup yapmış olabilir.
Meşhur ikinci tarife göre istihsân, sahibi hakkında hüccettir ve diğer müctehidleri gereği ile amel konusunda bağlayacak değildir. Çünkü bağlayıcılık, onun hakikatinin beyanı ve mahiyetinin ortaya konmasına bağlıdır. Tarife göre ise, müctehid hissetmesine rağmen sakatlığı ortaya koyamamaktadır. Bu durumda başkaları hakkında nasıl bağlayıcı olabilir?!
Üçüncü tarife göre ise, böyle bir istihsânın hüccet olduğunu ve onunla amel edilmesi gerektiğini savunan mütekaddimînden şâz görüşlü kimselerin olabileceğini uzak saymıyoruz.Bunlar olabilir. Nitekim müteahhirînden olanlar arasında da bu tür şâz görüşlü olan kimseler bulunmaktadır ve biri bu konuda zayıf bir risale de telif etmiştir. Maalesef, bu risaleden etkilenen de olmuştur. Bunlar kıt düşünceli, düşünceden yoksun kimselerdir, ya da ihlâs sahibi mütekaddimînin, sakatlığına ve bâtıllığına dair görüşbirliği etmelerine rağmen nerede bir pespaye fikir görse ona sarılacak tıynette olan kimselerdir.
Birinci, üçüncü ve eğer başkalarını da bağlayıcılık kastediliyorsa ikinci tarife nisbetle istihsân ile amel etme konusunda muhalif tarafın bayraktarlığını imamların imamı, Kureyş'in hatta bütün ümmetin âlimi kadri yüce ve Muttalibî olan İmam yani Muhammed b. İdrîs eş-Şâfıî (Allah ondan razı olsun ve bütün âlemi onun ilmiyle faydalandırsın!) yapmış ve bu konuda değerli kitabı olan İbtâlu' l-İstihsân’ı yazmıştır. Kitap, el-Ümm'ün konulmuştur. [27] İmam bu kitabında, istihsânın butlanına dair kesin deliller ortaya koymuştur. [28]
Ix. Zikrettiklerimizin Dışında Kalan Diğer Şeyler:
Usûlcülerin bir çoğu meşhur kitaplarında Kıyâs bahsini bitirdikt sonra bir başlık açmakta ve dört imam gibi muteber fukah “arasında” hüccetliği ihtilaflı olan deliller’den söz etmektedirler Nitekim onlardan yine bir çoğu “Kitâb ve Sünnet” bahislerini işlerken “Şer'u men kablenâ” yani bizden önceki ümmetlerin şeriatlarının hüccetliği, “şâz kıraatlerdin hüccetliği gibi konuların açıklanmasına çalışmaktadırlar. Onlar bu açıklamalarında bu saydıklarımızdan “delil” diye söz etmektedirler.Kaldı ki bunların delillikleri üzerinde görüş ayrılığı bulunmaktadır.Çünkü bunlardan her birini bazı imamlar delil kabul ederken, diğer bazıları kabul etmemişlerdir.[29]
C) Kitâb ve Sünnet Arasındaki Fark:
Şer'î delillerin en önemlisi, temel direk mesabesinde olanı, pek çoğunun kaynak ve mercii durumunda bulunanı Kitâb ve sünnettir. Bu ikisi diğer delillere nisbetle asıl durumundadır. Diğerleri, delilliklerini bu ikisinden almaktadır. [30]
a) Birleştikleri Hususlar:
I. Her ikisi de Allah Teâlâ tarafından gelmiş vahiy olup, Allah'ın hükmünün bilinmesi için hüccettirler ve müctehidin gereği ile amel etmesi gereken delil olmaktadır.
II. Her ikisinin de şer'î hüccet oldukları, dinden zorunlu olarak bilinen hususlardandır; dolayısıyla bu hususu inkâr eden, ya da bunun böyle oluşunda tereddüt eden kâfir olur.
III. Her ikisi de hüküm ifade etme bakımından müstakil olup, biri diğerine bağlı değildir. Her ikisinin de korunmasını Allah Teâlâ kendi üzerine almış ve onların korunması ve nakli için gerekli imkânları hazırlamıştır.[31]
b) Ayrıldıkları Hususlar:
Kitâb, lâfız bakımından mu'cizdir, tamamıyla Allah katından indirilmiştir, tilâveti ile ibadet olunmaktadır, namazın sahih olması belli bir miktar ondan okunmasına bağlıdır, cünüp olan kimseye okuması haram olmakta, abdestsiz olan kimseye ise yazılı halde bulunan Kur'ân'a (bir âyet dahi olsa) dokunması veya taşıması haram olmaktadır. Nitekim kelimelerinin veya harflerinin değiştirilmesi, mana yoluyla rivayeti yoluna gidilmesi vb. durumlar da haram olmaktadır.
Sünnet ise böyle değildir. Bu saydığımız hükümlerden hiçbiri sünnet için sabit değildir.
Sünnetin bir türü olan kavlî (sözlü) sünnet iki kısma ayrılmaktadır:
l. Nebevî hadis.
2. Kudsî hadis.
Her iki çeşidinin de lâfzının mu'ciz olmadığında ve tilaveti yoluyla ibadet edilmiş olmayacağı konusunda bir görüş ayrılısı bulunmamaktadır
Keza her ikiside manasının Allah Teâlâ katından olduğunda herhangibi bir itilâf bulunmamaktadır. Nebevi hadisin lâfzının, Allah tarafından Rasûlullah'a (s.a.) indirilmediği, aksine Rasûlullah'ın (s.a.) kendisine vahyedilmiş olan manayı Allah'ın (c.c.) muradına uygun ve hataya düşmekten korunmuş [32] bir şekilde ifade ettiği tartışmasız kabul edilmektedir.
İhtilâf, sadece kudsî hadisin de nebevi hadis gibi olup olmadığını konusundadır. et-Tıybî, bazı Hanefîler ve mutasavvıfların görüşü kudsî hadislerin de nebevi hadis gibi olduğu doğrultusundadır Celâl el-Mahallî, Şâfiîlerin çoğunluğu ve muhaddislere göre ise onlar Allah (c.c.) katından indirilmiş olmaktadır ki, doğrusu da bu görüştür.
Birinciler iki tür arasını şöyle ayırmaktadırlar: Kudsî hadisin manası indirilmiştir, Hakk Teâlâ'dan kullarına sâdır oluyormuş gibi kendi ibaresi ile ifade edilmesi ise Rasûlullah'a (s.a.) bırakılmıştır Böylece Rasûlullah (s.a.) onları Allah Teâlâ'nın sözü imiş gibi ifade etmektedir. Nebevi hadiste ise durum böyle değildir. [33]
II. SÜNNETİN YERİ
A) Kitâb'a Nisbetle Sünnetin Yeri:
Bu girişten sonra, bu kitapçıkta ele almayı düşündüğümüz konulardan birincisi hakkında söz etmeye başlayabiliriz:
Sünnetin Kitab'a nisbetle yeri, her ikisini de dikkate alma ve onlarla istidlalde bulunma bakımından Kitab'ın yeri ile aynıdır. Bu hususun açıklığa kavuşmasını istiyoruz:
1. Kitab'ın sünnete göre ayrıcalığı olduğu ve ondan üstün bulunduğu konusunda herhangi bir tartışma bulunmamaktadır. Çünkü Kitab'ın lâfzı Allah Teâlâ katından indirilmiş olmakta, tilâvetiyle ibadet edilmekte ve bütün insanlık, en küçük bir sûresini dahi getirmekten aciz kalmaktadır. Sünnet ise böyle değildir. O, bu açılardan ele alındığı zaman üstünlük bakımından Kitâb'dan geride kalmaktadır.
Ancak bu üstünlük, delillik bakımından da aralarında bir
iarkhlıfc olmasını gerektirmemektedir. Sünnetin mertebesi, dikkatealma ve delü olarak kullanma bakımından Kitâb'dan geride değildir. malarında tearuzun bulunması halinde sadece Kitâb'a itibar edilip, onunIa amel edilip sünnet heder edilmemektedir.
Bu böyledir; çünkü Kitâb'ın hüccetliği, onun Allah Teâlâ katından gelmiş bir vahiy olması sebebiyledir ve bu manada yukarıda sayılan üstünlüklerin bir etkisi bulunmamaktadır. Kitâb, şayet mu'ciz olmasaydı, tilâvetiyle ibadet edilmeseydi ve Hz. Muhammed'in (s.a.) peygamberliği başka mucizelerle sabit olsaydı, yine de onun hüccetliğine hükmetmemiz gerekecekti. Nitekim daha önce inen diğer semavî kitaplar hakkında durum öyle idi.
Bu açıdan (yani delillik noktasından) ele alındığı zaman sünnet Kitâb'a eşdeğer bulunmaktadır. Çünkü sünnet de aynı şekilde vahiydir. Dolayısıyla mertebe itibarıyla Kitâb'dan geride kalmayacağını kabullenmek gerekecektir.
İtiraz:Rasûlullah'tan (s.a.) sâdır olan tasarruflardan bir kısmının, hataya ihtimali bulunan ictihâddan kaynaklanması, ya da zelle ve sehiv (yanılma) kabilinden olması muhtemeldir. Bu durumda sünnet Kitâb'a eşit olamaz. Çünkü Kitâb'ın tamamı vahiydir ve en ufak bir kuşku içermemektedir.
Cevap: İlk sâdır olması sırasında bu ihtimal bulunabilir. [34](Ancak Rasûlullah'ın (s.a.) sözlü ve fiilî bütün tasarrufları Allah Teâlâ'nın (vahyin) kontrolünden geçmekte, hatalı olan varsa anında uyarılmakta ve böylece bütün tasarrufları O'nun (c.c.) onayından geçmiş olmaktadır.)Bu onaylama (takrir), aynen açık vahyin delâletinde olduğu gibi ondan sâdır olan her türlü tasarrufun delil olacağına kesin hükmetmemizi gerektirmektedir.
Yine malûmdur ki, Kitâb'da sünnetin delilliğini gösteren âyetler bulunmaktadır. Bu manada sünnet, medlulün delâlet eden üzerine olan fer'îliği şeklinde Kitâb'ın bir fer'i olmaktadır.
Ancak bu, dikkate alma ve delil olarak kullanma bakımından sünnetin Kitâb'dan geride bulunması gibi bir sonucu gerektirmez; aksine aralarında eşitliği gerektirir.
Bu durumda (âyetin muarız gibi gözüken zahirini korumak bahanesiyle sünnetin dikkate alınmaması, onun hüccetliğini gösteren âyetlerin tümünün dikkate alınmaması sonucunu doğurur.
Bu durumda biz, bir âyetin ihmalinden, hatta onun zahirine ters düşmekten kaçarken, bütün olarak değerlendirildiği zaman Rasûlullah'tan (s.a.) sâdır olan şeylerin tümünün delilliğine kesin olarak delâlette bulunan pek çok başka âyetin gözardı edilmesi ve ihmali gibi bir duruma düşeriz.)
Haydi farzedelim ki, fer'îlik, asıldan sonra gelmeyi gerekli kılsın. Bununla birlikte biz, bunun herhâlükârda öyle olduğunu kabul etmeyiz. Bu durum, o fer'î.için sadece o aslın bulunması halinde olur. Fer'in delilliğini isbat eden başka bir aslın bulunması halinde ise, söz konusu edilen sonuç gerekmez.
Sünnetin delilliği, sadece Kitâb'la sabit değildir. Aksine Rasullah'tan (s.a.) sâdır olan söz ve fiillerin tümünün hüccetliğin asbati için, Kur'ân dışında sahabe tarafından şahit olunan ve bize kadar tevatür yoluyla ulaşan pek çok mucizeyle sabit olan ismeti ^ hata, yanılgı vb. şeylerden korunmuşluğu yeterlidir.
Sonra Kelâm ulemâsının da ortaya koyduğu gibi peygamberin peygamber olabilmesi için kendisine kitap inmiş olması şart değildir. Peygamberlik için gerekli olan şart, ümmeti tebliğ etmesi için kendisine bir şeriatın indirilmiş olması ve elinde mucize gösterilmesidir. Nitekim Şerhu' l-Akâid en-Nesefiyye ve haşiyelerinde bu şekilde açıklanmıştır. [35]
Buna şu da delâlet eder: Allah Teâlâ, Musa'yı (s.a.) Firavun'a gönderdi ki, kendisine iman etmesini emretsin ve rehberliğinde doğru yolu bulsun, İsrailoğullarını kendisi ile birlikte serbest salıversin. O sırada Musa'ya (s.a.) henüz Tevrat indirilmiş değildi. Çünkü Tevrat bilindiği gibi Firavun'un helakinden ve İsrailoğulları'nın Mısır'dan çıkışından sonra inmişti. Bununla birlikte bu emirle Firavun aleyhine hüccet ikame edilmiş oldu. Çünkü Musa'nın (s.a.) eline mucizeler verilmişti. Buna rağmen Firavun muhalefet edince Allah Teâlâ, onu kendisine âsî saydı ve bu yüzden lanet ve azabını hak etmiş kabul etti.
Vahy-i gayr-ı metlüvvün delilliği, vahy-i metlüvvün onunla vârid olmasına bağlı değildir. Çünkü her biri Allah (c.c.) katındandır. Her biri delillik bakımından müstakildir. Konu ile ilgili önemli olan, onlardan her birinin Allah (c.c.) katından olduğunun sabit olmasıdır. Bunun böyle olduğunu ise, peygamberin Rabb'inden tebliğ ettiği şey konusunda sâdık ve korunmuş olduğunu ortaya koyan mucize ister Kur'ân olsun ister daha başka bir şeyis isbat eder.
Biz fer’liğin mertebece mutlak anlamda geride kalmayı - -ini bir an için kabul etsek, o zaman şöyle dememiz de gerektıre sunnette de aynı şekilde Kitâb'ın hüccetliğini ifade eden deliller vafdır.Hiç şuphe yoktur ki, Rasûlullah'ın (s.a.) Kuran’a yapışmak ve ona,,mnk ve tabi olmak hakkındaki emri ve konu ile ilgili teşviki manevî tevatür mertebesindedir. Meselâ: “Ben size iki şey bıraktım; onlardan sonra asla sapıtmazsınız; Allah'ın Kitâb'ı ve sünetim. Bu ikisi Havuz'a gelinceye kadar birbirinden ayrılmayacaktır.” [36] hadisi bu kabildendir.
Hatta şunu dahi söyleyebiliriz: Nice “Gayru uli’d-darar “ [37] gibi bir âyetten daha az veya kısa bir âyet ya da kısa iki âyet vardır ki bunların Kur'ân'dan olduğu sadece Rasûlullah'ın (s.a.) “Bu Allah'ın kelâmıdır.” şeklindeki sözü sonucu sabit olmuştur. [38]
Buna göre bizim de kalkıp: “Kitâb, dikkate alma bakımından sünnetten sonra gelir.” dememiz mümkün olur.
Hayır, doğrusu şudur: Kitâb ve sünnetten her biri, diğerini desteklemekte ve teyit etmektedir, her ikisi de Allah (c.c.) katından bir vahiy olması ve delillik gücü bakımından birbirine eşittir. Bu konuda Kitâb'ın lâfzının ne inmiş ve mu'ciz olmasının, ne tilâvetiyle ibadet edilir bulunmasının, ne de sünnetin hüccetliğine dair delil içermiş olmasının bir etkisi yoktur.
3. Madem ki her ikisi de Allah (c.c.) katındandır; o halde bunların arasında gerçekte bir ihtilâfın bulunması mümkün değildir. Bir Kur'ân nassı ile bir sünnetin her ikisinin de delâlet ve sübût bakımından kat'î olması halinde aralarında gerçekte tearuzun bunabilmesi munâldir. Bu, tearuz için ileri sürülen zaman akımından bir olmak vb. gibi şartların bulunması halinde imkansızdır.
Zahirde birbiri ile çelişir görünmelerine gelince, bu caizdir ve birçok defa da vâkidir. Bu, her ikisinin delâletinin, ya da sadece birinin delâletinin zannî olması, veya delâletleri kat'î olmakla birlikte zamanlarının bir olmaması halinde söz konusu olur.
O takdirde müctehidin yapması gereken, nasıl ki her ikisi de âyet, ya da her ikisi de sünnet olması halinde ne yapıyorsa, bu durumda da aynı şeyi yapıp her ikisini de birden dikkate almasıdır.Madem ki delillik bakımından her ikiside eşittir; o halde onlardan hangisi önceki bir tarihe aitse, sonraki tarihli olan ile onun neshine hükmeder, aralarında tercihi gerektiren bir gerekçeye dayanarak birini diğerine tercihte bulunur) Mümkünse aralarını cemeder; her ikisiyle de amel etmeye çalışır. Bütün bunlar olmuyorsa, delil ortaya çıkıncaya kadar durur ve bekler.
İkisi arasını cemetme, birini diğerine tercihte bulunma, ya da neshe başvurma gibi konularda delillere dayanmaksızın, doğrudan birini (sünneti) bir tarafa atıp, mutlak surette diğeri (Kitâb) ile amel edilmesi gibi bir görüşe gelince, bu asla yapılması caiz olmayacak bir şeydir.
Bu yüzdendir ki, usûl ve fıkıh âlimleri, sünnetin Kitâb'ın âmmını tahsis, mutlakını takyîd edebileceğini, onu neshedebileceğini, onu tefsir edip mücmelini beyanda bulunabileceğini, ondan zahirinin hilâfına bir muradın olduğunu beyan edebileceğini belirtmişlerdir ki, bütün bunları sünnete nisbetle Kitâb zaten yapabilmektedir.
Evet! Bu meselelerin bir kısmında pek çok görüş ayrılıkları bulunmaktadır. Ancak bilinmesi gerekir ki, bu ihtilâfların kaynağı, başka noktalardır. Bunlar da meselâ haber-i vahidin tarikinin zannî oluşu, Kur'ân'ın ise kat'î oluşu gibi şeylerdir.
Bunların kaynağı, bizatihî sünnetin kendisi, onun hüccetliği ve mertebece Kitâb'dan geri bulunduğu noktası değildir. Bunun delili de şudur: Kur'ân'ın, haber-i vâhidle neshedilemeyeceği görüşünü savunanlar, onunla mütevatir sünnetin de neshedilemeyeceğini savunmaktadırlar.Keza bunlar Kur'ân'ın mütevatir haberle neshediiebileceğini, bunun aksinin de varid olduğunu kabul etmektedirler. Eğer men'in gerekçesi, sünnetin rütbece Kur'ân'dan geride oluşu olsaydı, o zaman bunlar Kur'ân'ın ancak Kur'ân'la neshediiebileceğini, mütevatir de olsa sünnetle neshedilemeyeceğini söylerlerdi.
4. Bütün bu açıklamalardan sonra Ebû İshâk eş-Şâtıbî'nin, el-Muvâfakât adlı kitabında [39] ileri sürdüğü “Sünnetin mertebesi, dikkate alma bakımından Kitâb'dan sonra gelir.” şeklindeki görüşünün isabetsiz olduğunu anlamış olacaksın. Bu konuda eser yazan muasır âlimlerimizden bir kısmı, bu konuda onu taklit etmişler ve taklit yüzünden böyle bir hataya düşmüşlerdir. [40] Allah Teâlâ bizleri ve onları affetsin! [41]
B) Kitâb'da Olan ve Olmayan Şeylere Delâleti Bakımından Sünnetin Türleri:
1. Bilindiği üzere, Allah Teâlâ katından gelmiş olan şeyler üzerinde ihtilâf olması mümkün değildir. Gerek Kur'ân ve gerek sünnet ise Allah (c.c.) katından olmaktadır.
Bu durumda Rasûlullah'tan (s.a.) geldiği sahih bir şekilde sabit olan bir sünnetin lâfzın zahirinde aralarında bir muhalefet olduğu gözükse bile gerçekte Kitâb'a muhalif olması mümkün değildir. Çünkü bunlardan birinden gözetilen murad, bizzat diğerinden gözetilen muradın aynıdır. Bütün mesele, bu muradın ilk bakışta müctehide gizli kalabilmesidir.
İbn Kayyım el-Cevziyye, et-Turuku'l-Hukmiyye [42]adlı eserinde şöyle demektedir:
“Allah ve Rasûlü şehâdet eder ki, Rasûlullah'tan (s.a.) Allah'ın kitabıyla çelişen, ona ters düşen hiçbir sahih sünnet asla gelmemiştir.”
Nasıl gelebilir ki?! Allah'ın kitabının açıklayıcısı bizzat Rasûlullah'ın (s.a.) kendisidir, o kendisine inmiştir, Allah Teâlâ, onu onunla hidayete erdirmiştir, kendisi de ona uymakla memurdur, bütün mahlukât içerisinde onun te'vîlini ve ondan amaçlanan murad-ı ilâhîyi en iyi bilen odur.
2. Buna göre sünnet, Kur'ân'la birlikte onda ve onun dışında bulunan şeylere delâlet açısından üç kısma ayrılmaktadır. Nitekim İmam Şafiî, er-Risale'sinde [43]böyle zikretmiş ve çoğunluk âlimler bu konuda ona tâbi olmuşlardır. Nitekim İbn Kayyım el-Cevziyye de, et-Turuku'l-Hukmiyye'de bunu söylemiş ve Kitâb'a nisbetle sünnetin bir dördüncü nev'i daha olmadığını tasrih etmiştir: [44]
I. Birinci Türden Olan Sünnet (Kitâb doğrultusunda hükümler getiren sünnet):
Hükme her yönden Kitâb'ın delâlet edişi gibi delâlet eden sünnet. Bu haliyle sünnet icmal, beyân, ihtisar ve şerh gibi yönlerden Kitâb'a muvafıktır ve onun getirdiklerini te'kit ve teyit makamında bulunmaktadır.
Meselâ, “Namazı kılın ve zekâtı verin ” [45]; “Ey iman edenler! Oruç sizin üzerinize yazıldı [46]; “Oraya gitmeye yol bulana haccetmek, Allah in insanlar üzerinde bir hakkıdır. [47] âyetleri ile birlikte Rasûlullah'ın (s.a.): “İslâm, beş temel üzerine kurulmuştur” [48]hadisi böyledir. Bu hadis aynen âyetlerde olduğu gibi keyfiyeti beyan etmeksizin namaz, zekât, oruç ve hacdan her birinin vücûbiyetini ifade etmektedir.
Yine Rasûlullah'ın (s.a.): “Hiçbir müslümanın malı, kendi gönül rızası olmaksızın helâl olmaz.” [49] hadisi de böyledir ve bu, Allah Teâlâ'nın:“Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Kendiniz bilip dururken, insanların mallarından bir kısmını, yalan yemin ve şehadet ile yemeniz için o malları hâkimlere (el altından rüşvet olarak) vermeyin.” [50] âyetiyle tam parelellik arzetmektedir.
Rasûlullah'ın (s.a.) bir hadisi de: “Kadınlar hakkında Allah'tan korkun! Çünkü onlar sizin yanınızda (bir tür) esirdirler; siz onları Allah'ın bir emaneti olarak aldınız ve kadınlıklarını kendinize Allah'ın adıyla (kıydığınız nikâh akdiyle) helâl kıldınız.” [51]şeklindedir ve bu Allah Teâlâ'nın:“ Onlarla güzel geçinin” [52] âyetiyle tam mutabakat arzetmektedir. [53]
II. İkinci Türden Olan Sünnet:
Kitâb'da bulunanı açıklayıcı mahiyette olan sünnet: Meselâ, onun mücmeline açıklık getirmesi, müşkilini açıklaması, mutlakını takyit etmesi, âmmını tahsis etmesi gibi.
Bunlar meselâ namazın, zekâtın mücmel yönlerine açıklık getiren hadisler, “Beyaz iplik siyah iplikten sizin için ayırtedilinceye kadar”[54] âyetindeki “beyaz iplik ve siyah iplikken maksadın gündüzün aydınlığı ile gecenin karanlığı olduğunu belirten hadisler,”Altını ve gümüşü biriktirip (kenz kılarak) yığanlar...” [55] âyetindeki “kenz”den maksadın zekâtı verilmeyen mallar olduğunu açıklayan hadisler; “Ellerini kesin!” [56] âyetindeki “el” tabirinden maksadın“sağ el”olduğu kaydını getiren hadisler;“Bunları bulamayan üç gün oruç tutmalıdır”[57]âyetindeki “üç gün oruç” ifadesininin “peşipeşine”olmakla kayıtlı olduğunu belirten hadisler; “İnanıp da imanlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar” [58] âyetindeki “zulüm”den maksadın özellikle şirk olduğunu ifade eden hadisler bu türdendir.
Sünnetin büyük çoğunluğu bu kabildendir. Bu galebe çalan özelliği sebebiyledir ki, genel olarak sünnet “Kitâb'ın açıklayıcısı”olmakla nitelendirilmiştir. [59]
III. Üçüncü Türden Olan Sünnet:
Kur'ân'ın hakkında sükût geçtiği, lehte ve aleyhte bir beyanda bulunmadığı bir hükme delâlet eden sünnet.
3. eş-Şeyh Abdulaziz el-Hucvî, el-Fikru's-Sâmî fî Târîhi'l-Fıkhı'l-İslâmî adlı eserinde, et-Turuku'l-Hukmiyye'den sünnetin sadece bu üç türden ibaret olduğunu naklettikten sonra, bu inhisara itiraz etmekte ve şöyle demektedir:[60]
“Bir dördüncü mertebe (tür) daha vardır ki o da: Kitâb'ı nesheden mütevâtir sünnet ya da bazılarına göre âhâd sünnettir.
Meselâ: “Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır (mal) bırakacaksa anaya, babaya, yakınlara uygun bir biçimde vasiyet etmek, Allah tan korkanlar üzerine bir borçtur.” [61]âyetini nesheden “Varise vasiyet yoktur.” [62] hadisi böyledir.
“Zina eden erkek ve kadından her birine yüz değnek vurun.” [63] âyetini nesheden “Bekarın bekarla zina etmesi halinde yüz değnek ve bir yıl sürgün vardır.” [64] hadisi de böyledir.
Bu konu Hanefî mezhebiyle diğer mezhepler arasında tartışmalıdır.
eş-Şeyh İbnu'l-Kayyım, İ'lâmu'l-Muvakkı'în adlı eserinde bu konuyu ele almış ve üzerinde uzun uzadıya durmuştur. [65]
Onun (el-Hucvî) bundan maksadı şunu söylemektir:“Bazı mezheplere göre sünnetin bir dördüncü türü daha vardır. O da, Kitâb'a muhalif bulunan sünnettir.”
4. Bilindiği üzere sünnetin Kitâb'a muhalefet etmesi mümkün değildi [66] ve müslümanlardan hiçbir kimsenin böyle bir görüşe sahip olması da mâkul değildir.
el-Fikru's-Sâmt adı eserin sahibinin, Îbnu'l-Kayyım'ın [67] Hanefîlerle tartışması esnasındaki sözlerinden, “Sünnet, bazı hallerde Hanefîlere göre Kitâb'a muhalif düşebilir.”şeklinde anladığı şey, hatalı bir anlayıştır. Çünkü Hanefîler böyle bir şey söylememektedirler, hatta onların görüşlerinden böyle bir sonucun çıkarılması imkânı da bulunmamaktadır. Şöyle ki: Nass üzerine getirilen ziyade, eğer âmmın bazı fertlerini kapsam dışı bırakıyorsa ve muttasıl da bulunuyorsa, bu ittifakla “tahsis”olmaktadır.
Eğer sonraki tarihli ve ondan ayrı ise, bu durumda Hanefîler ile diğerleri arasında ihtilâf bulunmaktadır: Acaba bu ziyade, delâlet ettiği ferdin hükmünü nesh mi etmektedir? Yoksa âmmın tahsisi mi olmaktadır?
Bu konuda Hanefîler, burada zikrine gerek duymadığımız tafsilat üzere birinci görüşü kabul etmektedirler. Diğerleri ise ikinci görüşe kaildirler.
İki gruptan her biri, nass üzerine getirilen ziyadeye, kail olduğu şeyin hükmünü vermektedir. Nesh ve tahsîs hükümleri farklı olabilmektedir.
Meselâ, sahih olan görüşe göre, vâhid haber, ne Kitâb'ı ne de mütevâtir haberi neshedemez; fakat onları tahsis edebilir.
Eğer bu ziyâde, vâhid haberle gelmişse, Hanefîlerin dışında kalanlar, o sünnetin o nassı tahsis edeceğini ve âmm ile olan bu tearuzun sünnetin sıhhatini zedelemeyeceğini; onun yine sahih bir sünnet olacağını söylemektedirler.
Hanefîler ise şöyle derler: O, nassı tahsis edemez; çünkü munfasıldır. Nesh de edemez; zira haber-i vâhiddir. Bu haliyle o, Kitâb'a herhangi bir şekilde etki edemez. Bu durum sünnetin gerçekte nassa muhalefeti olmaktadır ve bu durum sünnetin sıhhatini zedeler ve onun Rasûlullah (s.a.) adına uydurulmuş olduğu, ondan sâdır olmadığı sonucunu gerektirir Çünkü onun sünneti asla Kitâb'a muhalif olmaz.
Buradan da anlaşılıyor ki Hanefîler, sünnetin Kitâb'a muhalif olan bir dördüncü türünün daha bulunduğunu söylememektedirler.Hâşâ onların böyle bir şey demeleri mümkün değildir. [68]
Hanefî hâkim, âyetin nassı ile yetindiği zaman onlara göre, ona “sünnete muhalefet etti” denemez. Çünkü bu muhalefet ettiği şey onlara göre sünnet değildir. Onun hakkında bilakis: “O, Kitâb'a ve gerçekte Rasûlullah'tan (s.a.) sâdır olan sünnete uygun hareket etti.” denilir.
Diğerlerine göre ise onun hakkında: “Sünnete muhalefet etti.”denilir. Çünkü bu haber onların nazarında sahih ve sabittir. Çünkü onlar tahsis delilinin (muhassıs) muttasıl (bitişik) olması şartını aramamaktadırlar ve tahsisin haber-i vâhidle de olabileceğini kabul etmektedirler. Madem ki, onunla âmm arasındaki tearuz sadece lâfızdadır; şu halde onun sıhhatini zedeleyecek bir durum mevcut değildir.
el-Hucvî'nin sözlerinden anlaşılan: “Mütevâtir sünnet, Hanefîlere göre haber-i vâhid gibidir” şeklindeki bir sonuç ise, kesin olarak yanlıştır. Çünkü onlar: “Bu ziyade eğer mütevâtir isenassın ferdlerinden bir kısmının hükmünü neshetmektedir ve hâkimin ona muhalefet etmesi caiz değildir.” demektedirler.
5. Böylece anlaşılmaktadır ki, nass üzerine getirilen ziyade üç halde bulunabilir:
I. Rasûlullah'tan (s.a.) sabit olmamış olur. Vâhid haber olması halinde Hanefîlerin görüşü bu şekildedir.
II. Nâsih olabilir. Mütevâtir olması halinde bu, yine Hanefîlerin görüşü olmaktadır.
III. Mutlak surette yani ister vâhid haber olsun ister mütevâtir tahsis delili (muhassıs) olur. Bu da Hanefîlerin dışında kalan diğerlerinin görüşü olmaktadır.
Buna göre, söz konusu ziyade eğer sübûtu sahih iseya nâsih ya da muhassıs olmak durumundadır.
Nâsih ya da muhassıstan her biri de, ya Kitâb'ın beyanı olmak ya da müstakil olmak yani Kitâb'ın sükût geçtiği bir konuda hüküm isbat etmek özelliği arzeder ve bunların dışında bir başka ihtimal bulunmaz.
6. Nâsih ve muhassıs üzerinde düşündüğümüz zaman onlardan her birinin iki yönü olduğunu görürüz: i. Kitâb'ın beyanı yönü.
II. Kitâb'ın sükût geçtiği noktanın hükmünün müstakillen beyanı yönü.
Kısaca bu hususu açıklayalım: Muhassıs ister bitişik olsun ister ayrı âmmın hükmünü fertlerinden bir kısmına münhasır kılmaktadır. Böylece bize nassdan muradın, ilk etapta anlaşıldığı gibi kapsamına giren fertlerin tamamı olmayıp bir kısmı olduğunu beyan etmektedir. Dolayısıyla Kitâb'ın nassı, âmmdan murad olan söz konusu fertlerin hükmüne delâlet eder, hariçte kalan fertlerin hükmünden ise sükût geçer. Aynen nassın daha ilk başta âmm bir lâfızla gelmesi ve o âmmın da sadece tahsis görmüş âmmın tahsis sonrasında kalan fertlerini kapsaması halinde nasıl ki, kapsamı dışında kalanlar hakkında sükût geçiyor ve bir beyan içermiyorsa, burada da öyle olur.
Diğer taraftan muhassıs, aynı anda bir başka delâlet daha içermektedir. O da şudur: Nassın kapsamından çıkarılan fertlerin ki bunların hükmü hakkında tahsis edilmiş olan nass bir beyan içermemektedir hükmünü beyan etmesi. İşte bu beyan müstakil bir ifade şekli olmaktadır.
Meselâ: Biz “Câe'l-kavmu illâ'l-cuhhâi” (Kavim geldi, cahiller hariç), dediğimiz zaman, Mkavim“kelimesi, istisnadan önce âlimleri de cahilleri de kapsamaktaydı. Arkasından istisna zikredilince, dinleyici ondan muradın sadece âlimler olduğunu anladı. Bu durumda sözün sahibi, sanki daha baştan “Alimler geldi.” demiş gibi oldu. Elbette ki bu son ifadede cahillerle ilgili olarak müsbet ya da menfi bir hükmün anlaşılması mümkün değildir. Aynı şekilde “Kavim geldi.” denilip “kavim”den muradın da “âlimler” olduğunun açıklanması halinde de câhillerle ilgili bir hükmün beyanı bulunmamaktadır. Sonra istisna, hükümden çıkarma manası ifade etmesi yanında, çıkarılanın hükmünün, kendinden öncekinin (müstesna minh) hükmüne muhalif olduğunu bildirmesi hasebiyle bize müstakil olarak “Cahillerin gelmediğini” ifade etmiş olur. Bu durumda asla: “Kavim geldi.” sözünden murad, “cahillerin gelmemesi”dir denilemez. Dolayısıyla da tahsisin, sadece beyan olduğu, müstakil bir anlam ifade etmediği söylenemez.
Meselâ, “Bunların dışında kalanlar size helâl kılındı.” [69] âyetinden sonra Rasûlullah'ın (s.a.): “Kadının, halası ile aynı nikâh altında cemedilmesi haram olur. Nesep yoluyla haram olan süt emme yoluyla da haram olur.” [70] buyurması bize şunu açıklar: “Bunların dışında kalanlar” ibaresinden maksat, bazı fertleridir. Bu durumda âyet, bu bazı fertlerin helâlliğine delâlet etmiş, hüküm dışında tutulan kısmın hükmünden ise sükût geçmiştir. Aynen âyetin, sadece bu bazı fertleri içine alan âmm bir lâfızla gelmesi halinde olduğu gibi. Zira o takdirde “mefhûm”olmayacaktır. Mefhûm, sadece ve sadece muhassıstan bilinir. Buna göre Rasûlullah'ın (s.a.) sözü de, hüküm dışına çıkarılmış olan kısmın haramlığna delâlet etmiş olur.
Bu noktayı iyi anlamalısın ve aklında tutmalısın. Çünkü bu, birazdan gelecek olan “Sünnetin teşrî'deki müstakilliği” bahsi için de faydalı olacaktır.
Aynı şey “nâsih” hakkında da söylenebilir. Çünkü nâsih, birinci hükmün zamanının dolduğunu beyan eder. Bu durumda hükmü mensûh nass kendisinden gözetilen muradın açıklanmasından sonra bu hükmün nüzulünden başlayarak nâsih hükmün indiği zamana kadar yürürlükte olduğuna delâlet eder bir hal alır. Sonrası için ise sükût geçmiş olur ve menfi ya da müsbet bir beyan içermez. Menfi bir beyanı içerdiği kabul edilse bile, kendisinden sonra sabit olacak hükmün nev'ine delâlet etmez. Mensûh hüküm eğer vâcibse, nesih sadece vücûbun kalktığını gösterir, fakat onun yerini alacak olan hükmün ne olduğunu haramlık mıdır, mekruhluk mudur, mübahlık mıdır ya da mendupluk mudur? beyan etmez. Şayet, “Vâciblik hükmü neshedildiği zaman geriye cevaz hükmü kalır.” görüşü doğrultusunda hareket etsek bile, o zaman da cevazın hükmüne mendupluk mudur yoksa mübahlık mıdır? delâlet etmez. İşte bu durumda nâsih gelir ve müstakil olarak yeni hükmün meselâ haramlık vs. olduğunu beyan eder.
7. Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki, el-Fikru's-Sâmî müellifinin görüşü ve İbnu'I-Kayyım'ın İ'lâmu'l Muvakkı'în’deki “sünnetin bir dördüncü türü daha vardır ki” şeklindeki ifadesinin çağrıştırdığı mana sakattır, yanlıştır. Evet! “Onun zikrettiğinden başka, bir dördüncü nev'i daha vardır.” denilebilir. O da, Kur'ân'la beyan edilmiş sünnettir.
Şöyle ki: Âlimler “Kur'ân, bazen sünnetin âmmını tahsis eder, bazen mutlakını takyîd eder, bazen de onu neshedebilir.¨” demektedirler. Bütün bunlar, bir bakıma sünnetin açıklanması demektir.
Bu kısmı, açık olduğu üzere daha önceki türler içerisine sokmak mümkün değildir.
“Sünnet, Kur'ân'ı beyan makamındadır.” sözleri ise, çoğunluğun dikkate alınması sonucunda söylenmiştir. Nitekim çoğunluğun dışında kalan ve tekit edici ve hüküm belirlemede müstakil olan türleri bulunduğu gibi, beyan edilen kısmı da vardır.
8. Bil ki: Üçlü taksimde birinci ve ikinci tür üzerinde bütün müslümanların ittifakı bulunmaktadır. Üçüncü tür hakkında ise ihtilâf edilmiştir. Nitekim bunu İmam Şafiî, er-Risale'sinde [71] açıklamış bulunmaktadır. O şöyle der:
“İlim adamları arasında, Rasûlullah'ın (s.a.) sünnetinin üç kısım olduğu konusunda muhalif birinin olduğunu bilmiyorum:
Bu üç kısımdan ikisi üzerinde birleşmişlerdir. Bu iki kısım birleşirler, farklı olurlar:
Birincisi: Allah Teâlâ bir konuda nass indirir, Rasûlullah (s.a.) ise Kitâb'ın nassına benzer tarzda beyanda bulunur.
Diğeri: Allah Teâlâ Kitab'ında bir şeyi mücmel olarak indirir, Rasûlullah (s.a.) da ondan murad-ı ilâhîninnin olduğunu açıklar.
Bu iki kısım, âlimlerin üzerinde ihtilâf etmedikleri türler olmaktadır.
Üçüncü kısım: Rasûlullah'ın (s.a.) Kitâb'da olmayan bir şey hakkında hüküm koymasıdır.
Onlardan bir kısmı şöyle demiştir:Allah Teâlâ kendisine taati farz kılması ve ilm-i ezelîsinde onun kendi rızasına muvafık olacağını bilmesi hasebiyle Kitâb'da ele alınmayan konular hakkında peygamberimize hüküm koyma yetkisini tanımıştır. 3
Diğer bir kısmı ise şöyle demişlerdir: Hiçbir sünnet yoktur ki, onun mutlaka Kitâb'da bir aslı bulunmasın. Namazın adetlerini ve nasıl kılınacağını açıklamak için gelen sünnetlerin, aslî farziyeti getiren Kur'ân nasslarına dayanması gibi. Aynı şekilde alış veriş ve diğer konularla ilgili teşrî'î sünnetler, hep Kur'ân'dan bir asla dayanmaktadır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Mallarınızı aranızda haksız yollarla yemeyin;” [72] “Allah, alış verişi helâl, ribâyı haram kıldı.” [73] Haram ya da helâl kıldığı ne varsa, mutlaka onları aynen namazı açıklamasında olduğu gibi Allah'tan (c.c.) bir açıklama olmak üzere yapmıştır.
Bazıları da şöyle demiştir: Bilakis o hükmü, onunla Allah'ın risaleti getirmiş ve onun sünneti Allah'ın farz kılması yoluyla isbat edilmiştir.
Başka bir kısım da şöyle demiştir: Onun sünnet olarak koyduğu her şey, onun kalbine ilkâ edilmiştir. Onun sünneti, Allah Teâlâ'nın kendisinden onun kalbine ilkâ ettiği hikmettir. Bu durumda onun kalbine ilkâ edilen şey, onun sünneti olmaktadır.”
Görüldüğü üzere İmam Şafiî'nin üçüncü kısım hakkında naklettiği görüşlerden şu sonuç çıkmaktadır: Birinci, üçüncü ve dördüncü görüşler, sünnetin müstakillen teşrî'de bulunabileceği konusunda birleşmekte Rasûlullah'ın (s.a.) müstakillen teşri' kıldığı şeyi, Allah'ın doğruya tevfîkine dayanarak kendi katından mı koyduğu, yoksa kendisine vahiy mi edildiği, ya da kalbine ilham mı edildiği konusunda ayrılmaktadır. Bu farklılık burada bizi ilgilendirmemektedir. İkinci görüş ise sünnetin müstakilliği konusunda muhalif olmaktadır.
Bu durumda okuyucularımız için üçüncü bahsi açmak ve böylece sünnetin müstakillen teşrî' kaynağı olup olmadığı konusunda gerçeği aydınlatmak durumundayız: [74]
C) Sünnetin Teşrî' Konusunda Müstakilliği:
1. Sünnetin teşri' konusunda müstakilliğinden maksat, üçüncü türden olması, yani Kitâb'ın müsbet ya da menfi hakkında herhangi bir açıklamada bulunmadığı bir konuda bir hüküm getirmesi halinde hüccet olması ve kendisiyle amelin vâcib olmasıdır.
İmam Şafiî'den naklettiklerimizden de anlaşılacağı üzere, bu tür hakkında selef ulemâsı kendi aralarında ihtilâf etmişlerdir.
Bu konuda Ebû İshâk eş-Şâtıbî de muhaliflerden biri olmuş, asrımızda da bazı müellifler onu taklit etmişlerdir.
2. Önce şu nokta üzerinde durmak istiyoruz: Acaba bu ihtilâf, bu türün Rasûlullah'tan (s.a.) sudûru hakkındamıdır? Yoksa ondan sâdır olduğu üzerinde ittifak ediyorlar da, daha sonra bunun delil olup olmaması hakkında mı ihtilâf ediyorlar? Veyahut da ihtilâf, her iki konuda da geçerli midir? Yani, onlar hem sudûru konusunda muhalefet edip, hayır mı demişlerdir ve sudûrunun caiz olduğu takdirine göre de hüccetliği konusunda mı ihtilâf etmişlerdir? Derizki:
Değerli üstad Abdulvahhâb el-Hallâf ın "el-Kânûn ve'l-İktisâd” adlı dergide [75] yayınlanan makalesinden anlaşılan şudur: Onlar ilk önce bu tür sünnetin sudûru hakkında bizimle birlikte ittifak etmişler, fakat delilliği konusunda ihtilâf etmişlerdir. Ancak bunlar iki şey arasını yani hangisinin beyan edici, hangisinin müstakil olduğunu ayırma imkânları olmaması hasebiyle sonunda çaresiz kalmışlardır. Çünkü her biri, Allah (s.a.) katından vahiy olup, masum peygamber tarafından ulaştırılmıştır. İşte bu zor durumdan kurtulmak için, insanlar karşısındaki durumlarını düzeltmeye çalışmışlar ve görüşleri üzerine bir örtü koymuşlar ve böylece içermiş olduğu açık hatayı gizlemeye çalışmışlardır. Bunun için de, daha önceki ittifaklarından vazgeçerek böyle bir türün sudûrunu inkâra kalkışmışlar ve şöyle demişlerdir:“Rasûlullah'tan (s.a.) sâdır olan her şey, beyan sadedindedir. Müstakil olduğu zehabına kapılınan her sünnet aslında Kitâb'da bulunanın beyanı mahiyetindedir. Sonra onlar bu görüşlerini isbat etmek için zayıf ve sakat tekellüflere girmişlerdir. [76]
Ancak İmam Şafiî'nin muhaliflerin görüşü olarak yaptığı “Onlardan bir kısmı da şöyle demektedir: Hiçbir sünnet yoktur ki, onun mutlaka Kitâb'da. bir aslı bulunmasın.” şeklindeki nakilden anlaşıldığına göre, onlar işin başında bu tür sünnetin sudûru hakkında muhalefet etmişlerdir. Aynı manayı eş-Şâtıbî'nin dördüncü cildin üçüncü meselesinin başındaki şu sözleri de ifade etmektedir:
Sünnet, mana bakımından sonuçta Kitâb'a çıkar ve ona dayanır. Dolayısıyla sünnet: Kitâb'ın, ya mücmelinin tafsil edilmesi, ya müşkil olanının açıklanması ya da muhtasar olanının izah edilmesidir.
Çünkü sünnet, Kur'ân'ın beyanıdır. “İnsanlara indirileni açıklayasın diye sana Kur'ân'ı indirdik.” [77]âyetinin delalet ettiği mana da bu olmaktadır. Sünnette yer alıp da, Kur'ân'da genel ya da detaylı olarak temas edilmeyen hiçbir şey yoktur.
Evet, onlar İmam Şafiî'nin “Hiçbir sünnet yoktur ki, onun mutlaka Kitâb'da bir aslı bulunmasın.” şeklinde naklettiği sözlerinden şunu kastetmiş olmaları mümkündür: Rasûlullah (s.a.), Allah Teâlâ adına hiçbir teşri' ya da tebliğde bulunmamıştır ki, mutlaka onun Kitâb'da bir aslı bulunmasın. Bu durumda eğer Kitâb'da aslı bulunmayan bir şey sâdır olmuşsa, o ne sünnet, ne teşri', ne de hüccet olamaz. Dolayısıyla ondan sâdır olanın bir kısmı sünnet ve hüccettir, diğer bir kısmı ise ne sünnet, ne de hüccettir. Bunun benzeri bir söz, eş-Şâtıbî'nin kelâmı için de mümkündür.
Buna göre, er-Risâle ve el-Muvâfakât ta bulunanlar, Üstad eş-Şeyh Hallâf ın “Onlar ilk önce bu tür sünnetin sudûru hakkında bizimle birlikte ittifak etmişler fakat delilliği konusunda ihtilâf etmişlerdir.” şeklindeki sözüyle uyum arzetmektedir. Belki de üstad (r.a.) bizim görmediğimiz bir kitapta, onların bunu tasrih ettiklerine muttali olmuş olabilir.
3. Her halükârda muhaliflere şu sözümüz var: Rasûlullah'tan (s.a.) varsayalım yoluyla da olsa Kitâb'da aslı olmayan bir şey sâdır olsa, acaba bu şey hakkındaki görüşünüz ne olacaktır?- Bu bir hüccet olacak mı? Yoksa olmayacak mı? Onların, Rasûlullah'ın (s.a.) görevinin sadece beyan olduğunu, Kur'ân'ın bütün hükümlere değinmiş olduğunu isbata çalışmalarına ve hiçbir gerek yokken bin bir tekellüfe girerek, ondan sâdır her ne varsa hepsini Kur'ân'a irca etme çabalarına bakılırsa, hüccet olmayacaktır.
Şayet sâdır olacağı varsayımı üzerine onun hüccetliğini kabul edecek olurlar, ancak ondan sâdır olan her ne varsa mutlaka beyan sadedinde olmuştur derlerse, o zaman konu hakkındaki görüş ayrılığı faydasız, girdikleri tekellüfler de hatta kendi görüşlerine göre de boşu boşuna olmuş olur. Çünkü bu durumda onlar, Rasûlullah'tan (s.a.) sâdır olması sahih olan her şeyin isterse tartışma konusu yaptığımız beyan şeklinde ya da müstakil halde bulunduğu türden olmuş olsun istisnasız hüccetliği konusunda bizimle mutabakat halinde olmuş olurlar.
4. Durum ne olursa olsun, biz en kötü varsayımda bulunuyor, ihtiyatlı davranıyor ve aşağıdaki meselelerde hak ve hakikati açıklıyoruz:
Birinci Mesele: Sünnetin müstakillen teşri' kaynağı olması aklen ve şer'an caiz midir?
İkinci Mesele: Allah Teâlâ bizden müstakil sünnet ile kullukta bulunmamızı istemiş ve onu, kendisiyle amel edilmesi gerekli olan bir hüccet kılmış mıdır? Başka bir ifadeyle, sünnetin müstakillen teşrî' kaynağı olduğu sabit olmuş mudur?
Üçüncü Mesele: Müstakil sünnet, Rasûlullah'tan (s.a.) sâdır olmuş mudur? [78]
1- Sünnetin Müstakillen Teşrî' Kaynağı Olmasının Caizliği:
Sünnetin müstakil olarak teşrî' kaynağı olabilmesi aklen ve şer'an caizdir ve bunun böyle olmasını gerektiren üç durum vardır:
1. Eğer sünnetin müstakillen teşrî' kaynağı olması caiz olmasaydı, o zaman müstakil olarak sünnetle Allah'ın (s.a.) bizden kulluk istemesi vaki olmazdı; halbuki bu vakidir. Nitekim bizim şeriatımıza ve peygamberimizin sünnetine nisbetle bunun böyle olduğu ileride gelecektir.
Bu durum Musa'nın (s.a.) şeriatında, İbrahim'in (s.a.) şeriatında da vuku bulmuştur ve bunu Allah Teâlâ kitabında haber vermektedir.
I. Musa'nın (s.a.) şeriatında vuku buluşu şöyle: Kitâb'a nisbetle sünnetin yeri konusunu işlerken de gördüğümüz üzere Allah Teâlâ Musa'yı (s.a.) Firavun'a göndermiş, ona kendisine iman etmesini ve İsrailoğullarını onunla birlikte serbest salıvermesini emretmişti. Bu sırada Musa'ya (s.a.) henüz Tevrat inmiş değildi. Dolayısıyla bu emri Tevrat'a (Kitâb'a) irca etmenin imkânı yoktur. Buna rağmen bununla Firavun aleyhine hüccet ikame edilmiş oldu ve o, Musa'ya (s.a.) itaat etmeyince Rabbine âsî kabul edildi.
II. (İbrahim'in (s.a.) şeriatındaki vukuu ise şöyle olmuştu: Allah Teâlâ,, uykuda kendisine vahyetmek suretiyle oğlu İsmail'i boğazlamakla yükümlü tutmuştu. Bu aynı zamanda oğlunun babasına uymasını emir manasına da geliyordu. Her ikisi de, kendilerine yönelen emre itaat etmişlerdi ve bu yüzden Allah Teâlâ onları Kitâb'ında “ihlâs ve teslimiyet sahibi (muhsin)” olmakla nitelendirmişti. Böyle bir teklifi, İbrahim'in (s.a.) sahifelerinin genel kapsamı içerisine sokmaya çalışma tekellüfü imkânsızdır. Çünkü Yüce Allah, bununla gerçekte sırf onları denemek ve sınamak istemişti. Nitekim âyette de konuyla ilgili olarak “Her ikisi de teslim olup, onu alnı üzerine yatırınca, “Ey İbrahim! Rüyayı doğruladın. Biz muhsinleri böyle mükâfaatlandınrız. Çünkü bu gerçekten, çok açık bir imtihandır dedik Biz oğluna bedel, ona büyük bir kurban verdik” [79] buyurmaktadır. Bu iki şerefli peygamber ile, peygamberlerin en şereflisi bizim peygamberimiz arasında bu açıdan bir fark yoktur. Çünkü her birinin yazılmamış vahiy olan sünnetinden başka, kendisine indirilmiş bir kitabı bulunmaktadır.
2. İkinci durum şudur: Eğer müstakillik caiz olmasaydı, o zaman bu bir engelden dolayı olurdu. Ancak biz karşı tarafın zikretmiş oldukları şer'î delilleri araştırdık ve onlar içerisinde engelleyici bir şey göremedik. Bu konuda kim bir şey iddia ediyorsa, onun iddiasını ortaya koyması ve delillerini açıklaması gerekir.
Ortalıkta aklî bir engel de bulunmamaktadır.
Çünkü hiç kuşku olmayan şeylerdendir ki, Allah Teâlâ'nın peygamberine Kitâb'ında indirmemiş olduğu herhangi bir hükmün tebliğ edilmesini emretme yetkisi vardır. Hatta O (c.c), her hükmü daha başlangıçta lâfızsız indirebilir, sonra arkasından önceden indirmiş olduğu emirleri tekit ederek, ya da beyan ederek Kitâb'ı indirebilirdi veya Kitâb'ı hiç indirmeyebilirdi. Peygamber göndermiş olmanın şartları arasında, ona bir kitap indirmek kaydı bulunmamaktadır: “O yaptıklarından sorumlu değildir; sorumlu olan onlardır.” [80]Kelâm âlimlerinin tahkik sonucu ulaştıkları sonuç da böyledir. Nitekim daha önce birinci bahiste de geçmişti.
Hiç kuşkusuz Nebî (s.a.), mucizelerin delaletiyle bilinmektedir ki, herhangi bir hükmün tebliği konusunda hataya düşmekten korunmuştur. Bu hüküm ister vahy-i metluvv, ister gayr-ı metluvv ile insin; ister müstakil, ister beyan edici ve isterse teyit edici olsun farketmemektedir. Hatta o, şeriatın tamamı kendisine vahyi gayr-i metluvv ile inmiş olsaydı bile tebliğde hataya düşmekten masum bulunmaktaydı ve tebliği sonunda O bütün insanları bağlardı ve herkesin kendisine tabi olması gerekirdi. Sünnetin vahiy olduğunda kuşku yoktur; şu halde o haktır ve dolayısıyla müstakil olması caizdir.
Hiç kuşkusuz, sünnetle birlikte, ikinci ve Allah katından inmiş olmada ve delillikte ona eşit bir başka nev'in ki bu Kitâb'dır daha bulunması, sünnetin müstakil olabilirlik özelliğini giderebilecek bir durum değildir. Gerçi bu ikinci nev'i, sünnette bulunmayan bazı meziyetlere sahip ise de, bunların hüccetlik konusunda herhangi bir katkısı bulunmamakta ve sadece müstakillen Kitâb'ın delil olabileceği gibi bir sonucu gerekli kılmamaktadırlar.[81]
Bu durumda sünnetin müstakillen teşrî'de kaynak olabilmesine engel nerededir?!
3. Üçüncü durum: Eğer sünnetin müstakil olarak teşrf kaynağı olması caiz olmasaydı, o zaman sünnetin, Kitâb'da olan şeylerin ne tekidi, ne de beyanı caiz olmazdı. Şöyle ki: “Tekit”, te'sîse salâhiyettar olmanın bir uzantısıdır. “Beyan etme” halinde ise, beyan edilen hükmün ayrıntıları konusunda zaten bir tür müstakillik bulunmaktadır.
Ve yine müstakilliğe engel olarak farzedilen her şey, aynı şekilde beyan önüne de engel olur. Çünkü mâni', bir halelden (bozukluktan) dolayı engel olur. Bozukluk ise hangisinde olursa olsun, mükellefin Allah Teâlâ'nın hükmettiği şeyi öğrenememesine ve onu sahih bir şekil üzere ifa edememesine neden olur. [82]
2- Müstakil Sünnetin Hüccetliği veya Sünnetin Müstakillen Teşrî' Kaynağı Olup Olmadığının Sübutu:
Müstakil sünnet, bir hüccettir; Allah Teâlâ bizden onunla kullukta bulunmamızı istemiş ve müctehidlere onların gereği ile amel etmeyi, mûcebiyle hükmetmeyi vâcib kılmıştır.
Bunun delilleri şunlardır:
1. Birinci delil: Rasûlullah'ın (s.a.) mucize ile sabit olan masumiyeti ve Allah Teâlâ'dan tebliğ ettiği her konuda herhangi bir hataya düşmekten korunmuş olmasıdır. Kitâb'ın sükût geçip, sünnetin getirmiş olduğu şeyler de bunlardandır ve şu halde onlar da haktır ve Allah (c.c.) katında olan ve onun hükmetmiş olduğu şeye aynen mutabık olmaktadır. Böyle olan her bir şeyle amel etmek de vâcibdir.
2. İkinci delil:Sünnetin hüccetliğine delâlet eden âyetlerin umûmu (yani genel delâleti). Bu, sünnetin hüccetliğini gösterir; bu konuda sünnetin tekit edici veya beyan edici mahiyette olması, yahut da müstakil bulunması arasında fark yoktur.
Bu konudaki âyetler pek çoktur ve hepsi birden ele alınınca, sünnetin üç türü için de kat'iyyet ifade ederler ve bu âyetlerin müstakil sünnetin dışarıda bırakılması suretiyle tahsisi ihtimali de bulunmamaktadır.
Hatta, “Hayır; Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyle kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” [83] âyet' hususiyle müstakil olan sünnetin hüccetliğini ifade eder
İbnnu'l-Kayyım, İ'lâmu'l-Muvakkit [84]adlı eserinde şöyle der
“Allah Teâlâ, kendi zatına yemin ederek, kulların, aralarında çıkan büyük küçük her türlü anlaşmazlıklarda Rasülünü hakem tayın etmedikçe asla iman etmiş olamayacaklarını belirtmiştir İman için onu sırf hakem kılmaları ile yetinmeyerek, onun verdisi hükümden hiçbir türlü kalplerinde bir sıkıntı ve hoşnutsuzluk duymamaları şartını da getirmiş, bununla da yetinmeyerek tam bir teslimiyet ve eksiksiz ona uyma şartını ilave etmiştir.”
İmam Şafiî de er-Risâle'de şöyle demektedir;
“Bu âyet, bize ulaştığına göre Allahu a'lem! Zübeyr ile bir arazı hakkında davacı olan bir adam hakkında inmiştir. Bu davada Rasûlullah (s.a.) araziyi Zübeyir lehine hükmetmişti
Bu karar, Rasûlullah'ın bir sünneti olup, Allah Teâlâ tarafından Kur'ân'da belirlenmiş bir hüküm değildir.
Kur'ân, Allah'u a'lem!- (sünnetin) getirdiği şeye delâlet etmektedir.
Çünkü eğer (verilen bu hüküm) Kur'ân ile verilmiş bir hüküm olsaydı, o zaman o, Allah'ın kitabı ile belirlenmiş bir hüküm olurdu ve o takdirde de Allah'ın kitabında açıkça belirlenen hükme teslim olmamaları halinde onların mü'min olmamaları gerekirdi zira Kur'ân'ın hükmünü reddetmiş ve onu kabullenmemiş olurlardı”
İmam Şafiî (r.a.), bu hükmün, Allah'ın kitabında açıkça belirlenmiş bir halde (mansûs) olmadığına şu şekilde istidlalde bulunmak istiyor: Eğer öyle olsaydı, o zaman imansızlıkları Allah'ın hükmünü reddetmelerinden ve ona teslim olmamalarından kaynaklanmış olurdu; Rasûlullah'ı (s.a.) hakem tayin etmemelerinden, ona teslim olmamalarından ve verdiği hükümden sıkıntı duymalarından neşet etmiş olmazdı. O takdirde açıktır ki
Ayet: “Hayır; Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyle kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar. [85]şeklinde değil de “Hayır; Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda Kitâb'ın hükmünü kabul etmedikçe ve onu tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” şeklinde olmalıydı. Ey okuyucu! Dikkat et. Allah seni tevfîkine yâr etsin! Sakın ola ki çeşitli garaz sahiplerinin tevillerinden etkilenmeyesin ve bozguncuların tekellüflerine iltifat etmeyesin!
3. Üçüncü delil: Sünnetin ister tekit edici olsun, ister beyan edici, ister müstakil hüccetliğini ortaya koyan hadislerin umûmu.
Bunlar:”Sünnetime sarılın! ” [86] vb. gibi hadislerdir ki, bunların tümü birden ele alındığında konu ile ilgili kesin bir delâlet arzeder; her türlü ihtimal ve tahsisi reddeder.
Müstakil sünnetin hüccetliği ile ilgili husûsî tarzda varid olan hadisler de bulunmaktadır. Veya en azından müstakil sünnetin bunların kapsamına girmesi ilk akla gelen olmakta ve onlar diğer türlerden daha öncelikli bir hal arzetmektedir.
Bu meyanda şu hadisleri hatırlayabiliriz:
I. İmam Şâfıî, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve İbn Mâce, İbn Ebî Râfi’den rivayet etmişlerdir; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:“ Sizden birinizi koltuğuna yaslanmış bir vaziyette bulmayayım: Ona benim sünnetimden, emrettiğimden ya da yasakladığımdan bir şey gelir de o şöyle der: Bilmiyorum. Biz Allah'ın kitabında bulduğumuz şeye tabi oluruz.” [87]
II. Ebû Dâvûd, Tirmizî, el-Hâkim Ebû Abdillah, el-Mikdâm b. Ma'dîkerib'den rivayet etmişlerdir: Rasûlullah (s,a.) şöyle buyurmuştur: “Dikkat edin! Şüphesiz bana Kitâb ve beraberinde onun misli de verilmiştir. Dikkat edin! Çok sürmez tok olarak koltuğuna kurulu bir adam çıkar ve şöyle der: 'Siz Kur'ân'a sarılın! Onda helâlden ne bulursanız, onu helâl kılın; haramdan ne bulursanız onu da haram kılın! Dikkat edin! Allah'ın Rasûlünün haram kıldığı da aynen Allah'ın haram kıldığı gibidir. Dikkat edin! Size ne ehli eşek, ne yırtıcı hayvanlardan köpek dişli olanlar, ne de bir muâhidin yitik malı helâl değildir; sahibinin müstağni olacağı şey (bu sonuncudan bir) müstesna. Kim bir kavmin yurduna konarsa, onlara onu misafir etmeleri gerekir ve onun (normalde) kendisini ağırlayacakları şeyi isteme ve alma hakkı vardır.” [88]
Hiç şüphe yoktur ki, ehlî eşeklerin [89] ve onunla birlikte hadiste zikri geçen diğer şeylerin Kur'ân'da bahsi geçmemektedir. Dolayısıyla hadis konumuzla ilgilidir.
Yine hiç şüphe yoktur ki, hadiste geçen “Kitâb'ın misli ”nden maksat, elbette ki ondan müstakil olandır. Biz, bu ifadenin, sünnetin diğer türlerini de kapsadığını kabullensek bile, bu tezimize zarar vermez. Çünkü hepsinin Allah (c.c.) katından olduğunu ispat etmektedir.
Diğer hadis (yani birinci) bize, Rasûlullah'ın (s.a.) Allah'ın kitabında bulunmayan emir ya da yasaklarından her bir şeyin terkinin yergi konusu ve yasak olduğunu ifade etmektedir. Bu ise, onun hüccetliğini gerektirir.
“Kitâb'da bulunmamak”tan akla ilk gelen şey, onda mücmel ya da mufassal olarak zikredilmiş olmamasıdır.
Eğer birileri çıkar da, açıklayıcı sünneti de, Kur'ân'da bulunmayan detaylar getirmesi bakımından “Kitâb'da bulunmayan” kavraramı içine sokmaya çalışırsa, bunun da bizim tezimize bir zararı olmaz.
Ancak bu hadisleri sadece “açıklayıcı sünnet” üzerine hasretmeye çalışırlarsa, bu boşuna bir uğraşı ve doğru bir bakış açısından yoksun olur; çünkü delili yoktur.
4. Dördüncü delil: Bu tür sünnet ile amel etmenin vâcibliği ve onun hüccetliği hakkında ümmetin fukahâsı icmâ etmiştir.
Şöyle ki: Müslümanların, mesnedi sadece bu tür sünnet olan fer'î hükümler üzerinde icmâları vardır. Onun alınması ve ona dayanılması üzerinde icmâ etmiş olmaları, onun hüccetliği üzerinde de icmâ etmiş olmalarını gerektirir.
Hatta şu muhalifler bile, onun hüccetliğini kabul etmek ve onun hüccetliği üzerinde icmâ edenlere dahil olmakla ilzam olunurlar.
Şöyle ki: Biz bu tür üzerinde icmâ edilmiş bulunan fer'î bir mesele zikreder ve onlara konu hakkındaki görüşlerinin ne olduğunu sorarsak, onların karşı tavır almaları ve önceden gerçekleşmiş bulunan icmâya muhalefet etmeleri mümkün olmayacak, o mesele hakkında üzerinde icmâ edilen hükmü kendileri de söylemekten başka çare bulamayacaklardır.
Bu geçen icmânın mesnedini sorduğumuzda ise, onun bizim üzerinde durduğumuz türden olduğunu itiraf etmekten başka çareleri kalmayacaktır. Bütün olan, bu durumda onların tavır alması ve “onun beyan edici olma özelliğinden dışarı çıkmayacağı ve dolayısıyla müstakil olmayacağı” yollu tevile kalkışmalarıdır. Hüccetliğini itiraf ettikleri sürece, bizim de müstakilliğini beyan edeceğimiz üzere onların bu tutumunun tezimize bir zararı olmayacaktır.
Şimdi üzerinde icmâ edilen fer'î hükümlerden bazı örnekler verelim:.
I. Ninenin anne anne veya baba anne mirasçı olması ve altıda bir hisse alması. Bu, üzerinde icmâ-ı ümmetin gerçekleştiği bir hükümdür. [90] Bunun dayanağı, müstakil sünnettir ve bu Kitâb'da mevcut değildir.
Hz. Ebû Bekir ki o râşid halifelerin efendisi, müctehid fakihlerin imamı, Kur'ân'ın çeşitli delâlet yollarını, manalarını ve küllî esaslarını en iyi bilenlerindendir kendi lisanları ile inmiş olan Kur'ân'a vukufiyetleri son derece yüksek olan müctehid sahabelerden oluşan bir topluluk huzurunda, kendisine bir anne annenin gelip de mirastaki durumunun ne olduğunu sorduğunda itiraf etmiş ve:“Ben bu konuda Allah'ın kitabında bir şey olduğunu bilmiyorum. Rasûllünün sünnetinde de bir şey olduğunu bilmiyorum.” demiş ve sonra bu konuyla ilgili bir hadisin olup olmadığını sormaya başlamıştır. İki kişi, bu konuya has bir hadisin bulunduğunu bildirmiş ve bunun üzerine o (r.a.), onunla amel etmiştir. Bütün bunlar sahabenin gözü önünde olup bitmiş ve onlar bunu onaylamışlardır. Onların bu onaylaması, ninenin miras hükmünün Kur'ân'da olmadığına ve sünnetin bu türünün yani Kur'ân'da yer almayan bir hükmü getiren sünnetin hüccetliğine dair icmâ etmeleri demektir.
İşte Hz. Ömer (r.a.), kendisine baba annenin sorması üzerine o da Hz. Ebû Bekir'in (r.a.) yaptığı gibi yapmıştır.
Hz. Ömer'den (r.a.) bu türden pek çok hâdise nakledilmiştir.
Bütün bunlardan sonra, sünnetin bu türünün hüccetliği ya da mevcudiyeti konusunda tavır gösterenler, hala o inatçı tutumlarını sürdürebilirler mi?!
Gerek Hz. Ebû Bekir'in (r.a.) sözü ve gerekse sahabenin icmâsı ki onlar Kur'ân'ın dilini, hükümlerin gerekçelerini ve dinin genel kaidelerini en iyi bilenler idiler sünnetin bu türünü, beyan edici sünnet türü içerisine sokmaya çalışan şunların uğraşılarının dikkate değer olmayacağını ve üzerinde durulmaması gerektiğini göstermez mi?!
II. Bu tür hükümlerden bazıları da şunlardır: Şuf anın ve müsâkâtin [91]meşruluğu; kadının halası ile birlikte aynı nikâh altında medilmesinin [92], keza ehlî eşeklerin yenmesinin haram kılınması vb. Nitekim Mağrib hafızı Ebû Umer b. Abdilberr, müteahhirin ulemâsı arasında bu saydıklarımız üzerinde icmânın gerçekleştiğini belirtmiştir.[93] Benzeri örnekler daha çoktur.
Kaldı ki, bu türün hüccetliği üzerine icmânın bulunduğunu beyan için, onların bu tür sünnete müstenid fer'î hükümler üzerinde icmâ etmiş olmalarını ispat etmemize gerek de yoktur. Aksine müslümanların imamlarından hiçbirinin şöyle ya da böyle, bu türden hadislerle mutlaka amel etmiş olması da maksatı ispat için yeterlidir. Nitekim imamların mezheplerini, onların kitaplarını ve eserlerini araştıran kimseler bunun böyle olduğunu açıkça görmektedirler. Onların bu tutumu, amel edilen mesele üzerinde ihtilâfları olsa bile sünnetin bu türü ile amel etmenin gerekliliği üzerinde icmâ etmiş olduklarını gerektirir. [94]
3- Müstakil Sünnetin Rasûlullah'tan (s.a.) Sâdır Olması:
Daha önce, “Hayır; Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyle kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” [95] ayetinin, ilgili olayda Rasûlullah'ın (s.a.) Zübeyir (r.a.) lehine verdiği hükmün Kur'ân'da mevcut olmadığını gösterdiğini öğrenmiştik.
Hz. Ebû Bekir'e (r.a.) gelip mirastaki durumunu soran anne anne ile ilgili olayı öğrendikten sonra, Hz. Ebû Bekir'in (r.a.) alıp amel ettiği hadisin Kur'ân'ın içermediği bir hükmü ifade ettiği konusunda da şüphe edeceğini zannetmiyorum.
Benzeri bir durum baba anne ile ilgili olarak işaret ettiğimiz gibi Hz. Ömer'den (r.a.) de gelmiştir. Onunla ilgili olarak bu türden olaylar çok ve meşhurdur. [96] Bilindiği gibi o, karşı karşıya kaldığı herhangi bir meselenin hükmüne dair Kitâb'da bir nass bulamaması halinde bildikleri sünneti kendisine haber vermeleri için insanlara ilânda bulunurdu.
“Şüphesiz bana Kitâb ve beraberinde onun misli de verilmiştir”[97]hadisini gördükten, Rasûluüah'ın (s.a.) bu sözünün hemen ardından ehlî eşeklerin yenilmesinin haramlığı ve benzeri diğer hükümleri zikretmek suretiyle, Kur'ân'da bulunmayan şeyleri terkedenlere karşı olumsuz tepki gösterdiğini öğrendikten sonra, evet bütün bunlardan sonra bizzat Rasûlullah'ın (s.a.) da, bu hükümler hakkında istinbat edebileceği Kitâb'dan bir nass bulunmadığını kabullendiğini, aksi takdirde bunlardan önce söylediklerini söylememesi gerektiğini teslim edeceğinden kuşkumuz yoktur.
Evet! Varid olduğuna göre, ehlî eşeklerin hükmü sorulduğu zaman Rasûlullah (s.a.):“Allah Teâlâ, onun hakkında bana sadece şu tek cami (genel kapsamlı) âyeti indirmiştir.” demiş ve: "Kim zerre kadar bir hayır işlese, onu görür; kim de zerre kadar bir şer işlese onu görür.” [98]âyetini okumuştur.
Ancak bunun için şöyle denilemez: Bu eşeklerin hükmünü, 'ictihâd mertebesinin en üst derecesinde olsa bile peygamber Hısındaki müctehidler için ne icmâlî olarak ne de tafsîlî olarak ifade etmeyen bir nassdır. (Yani bu nass, o hükme delâlet etmektedir; ancak onu peygamber haricinde müctehidler kavrayamaz). Bunu anlamaya ancak, Allah Teâlâ'nın kendisine hüküm ve nübüvvet verdiği ve kendi katından ilim öğrettiği kimse güç yetirebilir.
Çünkü bizim konumuz bu değildir. Konumuz; hükmü, Kitâb'ın nassından lâfzın delâletlerine dayanarak ve insanlarca bilinen mevcut karinelere uygun olarak elde eden müctehid hakkındadır. Acaba müctehid, o hükmü bu âyettten anlayabilir mi? Acaba hüküm, kendisine nisbetle âyette mevcut sayılır mı? Hayır! Bin
kere hayır [99]Biz sadece, kaideleri bizim için (peygamber için değil) oturtmak istiyoruz.
Biz, hadiste vârid olan şeyi kendi aklımıza nisbetle Kitâb'da mevcut bulamadığımız ve hasmın “Kitâb'da bulunmayan şey, hüccet değildir, şeklindeki görüşü doğrultusunda hareket ettiğimiz zaman, onunla amel etmememiz gerekir. Kaldı ki Rasûlullah'ın (s.a.) anlayışına göre o şey gerçekte Kitâb'da mevcut da bulunabilir.
Bu durumda bak: Hasmın görüşü, hüccet olan bir şeyin ihmali ve zayıf akıllara itimatla hadislerle oynama gibi bir sonuca nasıl götürmektedir?! Keza sahih hadisleri zedelemek için nasıl ve ne yollar
icadına sebep olabilmektedir?! Allah Teâlâ'dan rahmetini mağfiretini, affını diler, bizlere afiyetler ihsan etmesini niyaz ederiz
Rasûlullah (s.a.), insanların kendisinin anladığı gibi onu (yani Kur'ân'da bulunanı) anlamasına imkân olmadığını bildiği için hadiste (yani sözü edilen el-Mikdâm b. Ma'dîkerib hadisinde [100]) onlara şunu ifade etmiş olmaktadır: “Kendi anlayış ve kuvvetinize nisbetle Kitâb'da mevcut olmayan bir şey, eğer benden sâdır olmuş ise, onunla amel etmeniz gerekir.”Kur'ân'la birlikte mislinin de verildiğini belirttiği sözünün akabinde zikrettiği hükümler de işte bu türdendir.
Kaldı ki biz şöyle diyoruz: Belki de Rasûlullah'ın (s.a.) eşeklerin hükmünü anladığı bu âyet, sözü edilen hadisi söyledikten sonra nazil olmuştur ve kendisi bu âyetin nüzulünden önce hükmü Kitâb'dan bilmiyordu; aksine gayrı metluvv olan vahiyden biliyordu.
Evet! Muhalif tarafın “Sünnette, Kitâb'ın temas etmediği hiçbir şey yoktur.” şeklindeki iddiasını iptal etmek için zikrettiklerimiz yeterlidir.
Keza Hz. Ali'nin (r.a.) meşhur sahifesi [101] ve herhangi bir mezhebe göre tedvin edilmiş bulunan fıkıh kitaplarının istikrası neticesinde elde edilecek sonuç da bu konuda yeterlidir. Çünkü sen bâbların pek çoğunun başında şu ibareyi göreceksin:Bu konunun meşruiyetinde asıl, sünnet ve icmâdır.” Ya da “Meşruiyetinde asıl olan sünnettir.” Ya da bu manada bir şey. Mest üzerine meshetmek, güneş ve ay tutulması namazları, yağmur namazı, şuf a, karz, lükata, içki içene ceza bu gibi konulardandır.
Daha fazla bilgi edinmek isterseniz, sünnetin üçüncü türü hakkında zikrettiğimiz kısımla, az önce icmânın beyanı sırasında zikrettiğimiz hususlara tekrar bakabilirsiniz.
İtiraz: Bu hadislerden bir kısmı, Kitâb'ı ya tahsis, ya nesh ya da takyîd etmekte, bu itibarla da müstakil değil, beyan edici mahiyette olmaktadır?
Cevap: İkinci bahiste (sünnetin türlerine has kısımda) el-Fikru's-Sâmî müellifine red sadedinde belirtmiş ve demiştik ki: Muhassıs ve nâsihin iki yönü vardır: Beyân yönü, müstakillik yönü. Biz bu ikisini, işte bu ikinci yönden ele almaktayız. Mukayyid de bu konuda aynen o ikisi gibidir. [102]
D) Allah'ın (c.c.) Şeriatın Korunmasını Tekeffül Etmesi; Kitap ve Sünnetin Korunması:
(Allah Teâlâ'nın Kitâb'ın korunmasını garanti ettiği gibi sünnetin korunacağını da garanti etmiş olduğu:)
1. Sabit ve kesin olup, hiçbir mü'minin hiç bir şekilde inkâr ve sübutunda tereddüt gösteremeyeceği bir gerçektirki, Kitâb ve sünnetten her biri Allah (c.c.) katından bir vahiydir ve onlar Allah'ın (c.c.) hükmüne birer delildir. Hatta, bilinen ya da bilinecek hiçbir Şer'î hüküm yoktur ki, bu ikisi yoluyla, ya da hüccetlikleri bu ikisi tarafından ortaya konulmuş olan deliller vasıtasıyla olmasın [103] Bu durumda bizim, Allah Teâlâ'nın şeriatının tümünü; hem Kitâb'ını hem de sünnetini korumayı bizzatt tekeffül etmiş olduğunu söylememiz normaldir. Nitekim, “Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler hoşlanmasalar da Allah nurunu tamamlamaktan asla vazgeçmez.” [104]âyeti de buna delâl etetmektedir. “Allah'ın nuru”, kulları için seçtiği, onunla onları yükümlü kıldığı, maslahatlarının teminini ona bağladığı Rasûlüne vahyettiği şeriatıdır ve bu hem Kur'ân'ı, hem de diğerlerini içine alır. Böylece Allah Teâlâ, kullarının onunla dünya hem de âhiret seâdetine ulaşmalarını istemiştir.
2. Eğer denirse ki: Allah Teâlâ, sünnetin değil sadece Kur'ân'ın korunmasını üstlenmiştir. Nitekim: “Muhakkak Kur'ân'ı biz indirdik; elbette onun koruyucusu da yine biziz.” [105] âyeti de bunu göstermektedir.
Buna şu şekilde cevap veririz: Böyle bir şey doğru değildir. Âyet-i kerîme buna delâlet etmemektedir. Âyetteki gâib zamiri (“İnnâ nahnu nezzelnâ'z-zikra ve innâ lehû lehâfızân”daki “hû”) hakkında âlimlerin iki görüşü bulunmaktadır:
I. Zamir Hz. Muhammed'e (s.a.) râci'dir ve bu durumda âyeti iddianıza delil olarak kullanmak sahih değildir.
II. Önce geçen “zikr” kelimesine râci'dir.
Eğer biz zikri, Kitâb ve sünnetin tümünden oluşan şeriat diye tefsir edersek, âyette o zaman da itiraza bir mesnet bulunmayacaktır.
Eğer Kur'ân ile tefsir edersek, o takdirde âyette gerçek bir hasr olduğunu kabul etmeyiz. Yani bu ifadeden, Kur'ân'ın maadâsındaki her şeye nisbetle, koruma hükmünü sadece Kur'ân'a münhasır kılma anlaşılamaz. Çünkü Allah Teâlâ, Kur'ân dışında başka şeyleride korumuştur; Rasûlullah'ı (s.a.) tuzağa düşmekten ve öldürülmekten koruması, arşı, gökleri, yeri kıyamete kadar yok olmaktan koruması gibi.
Şu halde hasır, tahsis edilen şeye nisbetle izafîdir ve o tahsis edilen şeyin ne olduğuna dair delil ve karineye ihtiyaç vardır. Buna da ne sünnetden ne de başka bir şeyden delil bulunmamaktadır.
Cârr ve mecrûrun (yani “lehû” kelimesinin) öne alınması, hasr için değildir; bilakis âyet sonlarının uyumu için öyle gelmiştir.
Hatta, eğer âyette tahsis edilen şeye nisbetle izâfl bir hasr olsaydı, o şeyin “ sünnet”olması caiz olmazdı.
Çünkü Kur'ân'ın korunması, sünnetin korunmasına bağlıdır. Zira sünnet, Kur'ân'ın koruyucu kalesi, sağlam zırhı, güvenilir bekçisi, apaçık açıklayıcısıdır; onun mücmelini beyan eder, müşkilini tefsir eder, müphemini vuzuha kavuşturur, mutlakını takyit eder, muhtasarını genişletir, onun eğelenceye alınmasını, heva ve heveslerden kaynaklanan, çeşitli garazlara dayanan, başlarının ve şeytanlarının kendilerine dikte ettirdikleri doğrultuda yapılan keyfî yorumlara âlet edilmesini önler. Şu halde sünnetin korunması, Kur'ân'ın korunması için gerekli önlemlerden biridir; onun muhafazası Kur'ân'ın muhafazası demektir.
3. Allah Teâlâ, Kur'ân'ı koruduğu gibi sünneti de fiilen korumuştur. Allah'a hamd olsun ki, onun tamamı ümmet tarafından korunmuştur; fertler açısından adem-i ihata olabilir; ancak ümmet olarak ele alındığında hiçbir kayıp olmamıştır.
İmam Şafiî, er-Risale''de [106], Arap dilinden söz ederken şöyle der:
“Arap dili, bütün dillerden üslup bakımından daha geniş, lafız bakmından daha zengindir. Bir nebiden başka, onu tam olarak ihata eden bir insan bilmiyoruz. Ancak, bütün Araplar dikkate alındığında onun bir kısmının kaybolacağını söylemek mümkün değildir; mutlaka onu bilen kimseler bulunacaktır.
Araplara nisbetle Arap dilini bilmek, ehl-i fıkha nisbetle sünneti bilmek gibidir. Bütün süneni kendi ilminde toplayan bir kimsenin olduğunu bilmiyoruz. Bu imkânsızdır. Ancak bütün ehl-i ilmin sünene dair bilgilerini bir araya getirdiğimizde sünenin tamamı ortaya çıkmış olur.
Her bir âlimin sünene dair bilgisi esas alındığında ise, onlardan bir kısmı kayıp olur; fakat o kişi hakkında kayıp olan, mutlaka başkalarının yanında mevcut bulunur.
Onlar ilimde tabakalar halindedir: Bir kısmı, kısmen vâkıf olamadıkları olsa da sünenin çoğunu kendinde toplamışlardır. Bir kısmı da vardır ki, başkalarının topladığından daha azını toplamıştır.
Çoğunu toplayan kimsenin bilgisi dışında kalan az miktardaki sünen, ehl-i ilimden olmayan tabakadan onun ilmini talep etmesini tecviz etmez. Aksine kendi bilgisi dışında kalanları, kendi emsalleri yanında talep eder ve böylece Anam-babam kendisine feda olsun! Rasûlullah'ın (s.a.) sünenin tamamı elde edilmiş olur. Bu şekilde ümmetin âlimlerinin tümü, onların tümünü cemetmiş olur. Onlar, sünenden ezberledikleri miktar konusunda farklı derecededirler.”
4. Allah Teâlâ, nasılki Kur'ân'ı eksiksiz olarak seleften halefe nakletmeleri için her nesilden onu ezberleyen, koruyan ve ona özen gösteren büyük kalabalıklar varedegelmişse, sünnetin korunması için de aynı sayıda belki daha da fazla güvenilir hadis hafızlarını halketmiş, onlar uzun ömürlerini Rasûlullah'ın (s.a.) hadislerine vakfetmişler ve onların içerisinden sahih olanını sahih olmayanından ayırtetmek, onları tasnif etmek, çürüğünü sağlamından ayıklamak için çalışmışlar; onları önceki kendileri gibi sika ve adalet sahibi nesillerden kendilerinden sonra gelecek olan yine kendileri gibi olan nesillere aktarmışlar ve bu silsile halinde Rasûlullah'tan (s.a.) zamanımıza kadar ulaşmıştır. Bütün bu çalışmalar sonucunda sahîh hadisleri içeren eserler vermişler ve onları her türlü şaibeden uzak, sek ve şüpheden ârî bir şekilde bize kadar ulaştırmışlardır. Bütün bunlar sonucunda durum rayına oturmuş ve gözleri olanlar için sabah bütün aydınlığı ile ortaya çıkmıştır.
5. Allah Teâlâ, Kur'ân'ı koruduğu gibi sünneti de koruduğu, onu Kur'ân'ın sağlam kalesi, zırhı, bekçisi ve şârihi kıldığı içindir ki, mülhidlerin boğazına kemik gibi durmuş, zındıkların gözüne mertek olmuş, münafıkların şüphelerini, İslâm düşmanlarının ortaya attıkları nifak tohumlarını kökünden kesip atan kılıç olmuştur.
Bu durumda onların, her vesile ile sünnetin hüccetliğini zedeleyici davranışlara girmeleri, onun öneme alınmaması için telkinde bulunmaları, ona sarılmaktan ve onu rehber edinmekten, onu hayata aktarmaktan soğutmaya çalışmaları normaldir. Çünkü onlar sünnet olmazsa Kur'ân'ı istedikleri gibi keyfî yorumlayabileceklerini ve bu yolla da dini yıkma amaçlarına ulaşabileceklerini sanmakta ve ummaktadırlar. “Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar.Halbuki kâfirler hoşlanmasalar da Allah nurunu tamamlamaktan asla vazgeçmez.” [107]
“Duamızın sonu âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdetmektir.” [108] Salât ve selâm peygamberlerin en şereflisi, onun değerli âl ve ashabı üzerine olsun! [109]
[1] Ebû İshâk eş-Şâtıbı gibi. Sünnetin, mertebece Kitâb'dan sonra geldiği konusundaki görüşü ileride ele alınacak ve eleştirilecektir.
[2] Dr. Muhammed Tevfîk Sıdkî gibi. Bu zat Kâhire'de çıkan el-Menâr dergisinde (dokuzuncu sene, yedinci sayı s. 913-94 0) el-îslâm Huve'i Kur'ân Vahdehû (İslâm, sadece Kur'ân'dan ibarettir) başlığı altında son derece tehlikeli makaleler yayınlamıştır. Yazısında sapık, inkarcı şüphelere yer vermiştir. O sırada gerek Mısır'dan ve gerekse Hindistan'dan bazı samimi âlimler kendisine cevap vermeye çalışmışlardır. Bunlar yazdıkları reddiyeleri bu derginin sahibine gönderiyorlar ve yayınlaması lütfunda bulunmasını bekliyorlardı. O da kâh kendisine ulaşmadı veya henüz okunmadı gibi sudan bahanelerle bunların yayınlanmasını savsaklıyordu. Neşrettiği zaman da, doğru dürüst neşretmiyor, ya bir şey anlaşılmayacak şekilde kısaca, ya tahrif ederek, ya da soğuk ve tekellüflü, zayıf ve kuşku uyandırıcı notlarla yayınlıyordu. Bu kendisinden hiç beklenmeyen bir şeydi ve durum gerçekten üzücü idi. İş, Allah'ın dediğine varır. Lâ havle velâ kuvvete illâ billah!
[3] Prof. Dr. Abdulganiy Abdulhâlık, Sünnet Ve Dindeki Yeri, Koba Yayınları: 9-10.
[4] Prof. Dr. Abdulganiy Abdulhâlık, Sünnet Ve Dindeki Yeri, Koba Yayınları: 11.
[5] Parantez içerisindeki tabirleri Eş'arîlerin görüşünü dikkate alarak koyduk. Çünkü onlar, Mâturîdîlerle Sâri' Teâlâ'nın bir şeyin işlenmesini (yani terkini yasaklamakla birlikte) kesin bir tarzda istemesinin “îcâb” diye; Sâri' Teâlâ'nın bir fiilin terkini (işlenmesini yasaklamakla birlikte) kesin bir tarzda istemesinin de “tanrım” diye isimlendirileceği konusunda görüş birliği halindedirler. Bununla birlikte birinci talebin “îcâb” diye isimlendirildiği gibi “vücûb” diye de isimlendirilip isimlendirilemeyeceği, keza ikinci talebin de “tahrîm”diye isimlendirildiği gibi “hürmet” diye de isimlendirilip isimlendirilemeyeceği konusunda ihtilafa düşmüşlerdir. tahrîm (veya hürmet), kerahet ve ibâhadan ibarettir.
Eş'arîLer ki başlarında Şâfiîler bulunmaktadır birinci türden talebin hem “îcâb” hem de “vücûb” diye isimlendirilebileceği görüşündedirler. Onlara göre bu ikisi zat (mahiyet) bakımından aynı, itibar açısından ise farklıdır; her ikisinin de hakikati birdir ve maksat fiilin işlenmesinin kesin bir tarzda istenmesidir. Şu kadar var ki bu talep Allah Teâlâ'dan sudur etmesi itibarıyla “îcâb” diye isimlendirilirken, mükellefin fiiline taalluku açısından da “vücûb” diye isimlendirilir. Keza ikinci talep hem “tahrîm” hem de “hürmet”diye isimlendirilir. Her ikisi de aynı şekilde zat bakımından aynı, itibar açısından ise farklıdır; hakkikatleri ise birdir ve bu, fiilin terkinin kesin bir tarzda istenmesidir. Şu kadar var ki bu talep, Allah Teâlâ'dan sadır olması hasebiyle “tahrîm” diye isimlendirilirken, kulun fiiline taalluku açısından da “hürmet” diye isimlendirilmektedir.
Onlar isimlendirme açısından bu iki kısım hakkında geçişli olan dört harfli (if âl tef îl) babı ile geçişsiz olan sülâsî fiilin masdarlarını aynı kabul etmişler ve geçişli olup olmama bakımından aralarında bir ayırıma gitmemişlerdir. Geçişsiz olan sülâsî fiilin masdarını da aynen geçişli olan dört harfli fiilin masdarı gibi kullanmışlardır.
Mâturîdiler ki başlarında Hanefîler bulunmaktadır ise şöyle demektedirler: Birinci talep “îcâb”diye isimlendirilir; “vücûb” diye isimlendirilemez. “Vücûb” dîye isimlendirilecek olan şey, ancak ve ancak “Hac vacibtir” sözünde olduğu gibi fıkhı nisbettir. Yani ancak haccm vacib olmasına “vücûb”denilebilir. İkinci talebe ise “tahrîm” denilir, “hürmet” denilemez. Hürmet diye isimlendirîlebilecek olan şey, ancak ve ancak “Zina haramdır.” sözünde olduğu gibi fıkhı nisbettir; yani zinanın haram oluşuna ancak “hürmet” denilebilir.
Onlar isimlendirme açısından bu iki kısım hakkında bu iki masdarı farklı ele almışlar ve talep hakkında geçişli olan dört harfli fiilin masdarının kullanılmasını sahih görürken, geçişsiz olan üç harfli fülin masdarının kullanılmasının sahih olmayacağını söylemişlerdir. Çünkü lügat açısından bakıldığı zaman üç harfli olan, dört harfli olan fiilin eseri olmakta ve ondan neş'et etmektedir.
Konu, sırf ıstılah farklılığı meselesidir; ortada gerçek bir görüş ayrılığı bulunmamaktadır. Istılahlar (isimlendirme) konusunda ise tartışmaya girmenin bir anlamı yoktur ve sırf bu yüzden bazı mutaassıp taraftarların ya da Şâfiîlerin hatalı ve lügate muhalif oldukları zehabına kapılan cahillerin yaptığı gibi, tarafları hatalı diye itham etmenin bir manası yoktur. Bunun yanlışlığı Ezher Üniversitesi'ne bağlı Külliyetu'ş Şerî'a'daki öğrenciler için yazdığımız el-Hukmu'ş-Şer'i ve Aksâmuhü'z-Zâtiyye adlı eserimizde açık seçik bir şekilde ortaya konmuştur. Bu itibarla burada konuyu uzatmak istemiyoruz. İsteyen oraya baksın, s. 19-21.
[6] Bu durum, mütekellimîn'in: “Allah Teâlâ'nın kelâmı, zatı ile kâim kadîm bir mana (vasıfjdır...” şeklindeki görüşleri üzerine bina edilmiş olmaktadır. Ancak bu nokta üzerinde durmak gerekir. Çünkü Ehl-i sünnetten muhakkik âlimlerin zikrettikleri şudur: Allah Teâlâ mütekellimdir ve dilediği zaman konuşur. Allah Teâlâ'nın kelâmı nev'i itibarıyla kadîm, cüz'ler itibarıyla ise yenilenmektedir (müteceddid), Kur'ân, harfleri ve manaları itibarıyla Allah'ın kelâmıdır. Kur'ân, O'ndan naklonulan ibare ya da hikaye değildir. Zat ile kâim olan (vasıf), kelâm diye isimlendirilmez ve sâkite (susana) söz isnad edilmez.
[7] Hükmün kıdemini inkâr edip, onun hadis (sonradan olma) olduğunu iddia eden, o, mükellefin fiilinin hadis sıfatıdır, diyen Mutezile mezhebine göre dahi bu böyledir. Çünkü onlar, her ne kadar hüsün ve kubhun aklî olduğu genel ilkelerinden hareketle akıl, şeriat gelmeden de Allah'ın hükmünü kavrayabilir görüşünü benimsemekte iseler de, aklın pek çok hükmü kavramaktan âciz olduğunu, onlara ancak şer'î deliller yoluyla ulaşmanın mümkün olacağını açıkça itiraf etmektedirler.
[8] Prof. Dr. Abdulganiy Abdulhâlık, Sünnet Ve Dindeki Yeri, Koba Yayınları: 11-14.
[9] Prof. Dr. Abdulganiy Abdulhâlık, Sünnet Ve Dindeki Yeri, Koba Yayınları: 14.
[10] Prof. Dr. Abdulganiy Abdulhâlık, Sünnet Ve Dindeki Yeri, Koba Yayınları: 14.
[11] Prof. Dr. Abdulganiy Abdulhâlık, Sünnet Ve Dindeki Yeri, Koba Yayınları: 14-15.
[12] Müctehidlerin bu ittifakı, topluca sözlü beyanlarıyla olabileceği gibi fiilleri ile de olabilir, veya bir kısmı sözlü beyanda bulunurken, diğer bir kısmı fiilî beyanda bulunur ve böylece ittifak sağlanır. Bu, “sarih icmâ”
olmaktadır.
Bir başka yol da şudur: Müctehidlerden bir kısmı sözlü ya da fiilî beyanda bulunurken, diğer bir kısmı sükût eder. Bu şekilde meydana gelen icmâya “sükuti icmâ” denir. Bazı âlimlere göre bu tür icmâ da delil kabul edilmektedir. Bu türden olan icmâ yani sükûtî icmâ da tarife dahildir. Çünkü bunu delil sayanlar, beyan edilen görüşe karşı sükût eden ulemânın sükûtunu ileri sürülen şartların bulunması halinde söz konusu görüşe katılma olarak kabul etmektedirler.
[13] İbn Ebî Hatim er-Râzî'nin Âdâbu'ş-Şâfıî ve Menâkıbuhû adlı eserinin hamişine (kenarnot) bkz. Biz bu kitabı yirmi seneden fazla oldu tahkik etmiştik. Orada icmânın tarifi, mahiyetinin açıklanması ve delilliğine dair özel bir bölümde konuyu açıklamıştık.
[14] Yukarıda sözünü ettiğimiz çalışmamızın “İcmâ”bahsinde s. 97-106 belirttiğimiz gibi, İmam Şâfİî (r.a.) hakkında yazı yazan çağdaşlarımızdan biri, İmam Şafiî'nin ileri sürmüş olduğu icmânın mesnedini açıklama sırasında fahiş hata yapmıştır. Biz bu hatayı tartışma kabul etmez şekilde ortaya koyduk. Sonra (s. 106-114) usûlcülerin konu hakkındaki iki tutumu hakkında söz ettik: 1) İcmânın mutlaka bir dayanağı olmalıdır. 2) Bu dayanak kıyas da olabilir. Ve orada muhakkik imamların, “şer'î bir dayanak olmaksızın da müctehidlerin bir hüküm üzerinde icmâ etmeleri caizdir” şeklinde düşünenleri reddettiklerini açıkladık. Konuya ilgi duyanlar bu çalışmamıza bakabilirler.
[15] Prof. Dr. Abdulganiy Abdulhâlık, Sünnet Ve Dindeki Yeri, Koba Yayınları: 16-17.
[16] Kıyasın tarifi ve delilliğine dair yaptığımız bir araştırmada biz bunu belirttik. Orada yapılan tariflerin hemen hepsinin “kıyasın, vakıada ve haddizatında asıl ile fer'in eşit oluşları” ya da “aralarındaki eşitliğin bulunması esası üzerine kurulan müctehidin ilhakı ya da işlemi” ekseni etrafında dönmekte olduğunu ve bunlann hepsinin de sahih, yerinde, mâkul ve makbul bakış açıları üzerine oturtulmuş tarifler olduğunu, dolayısıyla bunlardan birine yapışıp diğerlerinin yanlış olduğunu söylemenin doğru olmayacağım açıkladık.
[17] İsrâ 17/23.
[18] Nisa 4/10.
bulunması esası üzerine kurulan müctehidin ilhakı ya da işlemi” ekseni etrafında dönmekte olduğunu ve bunların hepsinin de sahih, yerinde, mâkul ve makbul bakış açıları üzerine oturtulmuş tarifler olduğunu, dolayısıyla bunlardan birine yapışıp diğerlerinin yanlış olduğunu söylemenin doğru olmayacağını açıkladık.
[18] İsrâ 17/23.
[19] bkz. İbn Ebî Hatim er-Râzî, Âdâbu'ş-Şâfiî ve Menâkıbuhû, hâmış (kenarnot) s. 159.
[20] bkz. İcmâ hk. araştırmamız, s. 12-15.
[21] bkz. adı geçenen araştırmamız s- 15-
[22] bkz. adı geçen araştırmamız, s. 16. Sonra bkz. s. 22-24. İmam Ahmed'den:
“ Kim icmâ iddiasında bulunursa yalancıdır.” dediğini ve bizim yukarıda
“ Dört imam, icmânın delilliği hakkında görüşbirliği etmiştir. ”sözümüzün ogruluğunu teyid etmek için atıfta bulunduğumuz yere bkz.
[23] Prof. Dr. Abdulganiy Abdulhâlık, Sünnet Ve Dindeki Yeri, Koba Yayınları: 17-20.
[24] O imamlar ki Allah Teâlâ onlardan razı olmuş ve ilim ve fıkıhlarını bereketli kılmış, onların mezhepleriyle geçmiş asırlarda insanları faydalandırmış, fazlı ve meşîeti ile gelecek asırları da aynı şekilde faydalandıracağında kuşku yoktur. “Köpük atılıp gider; İnsanlara fayda veren şeye gelince, o yeryüzünde baki kalır. “Ra'd 13/17
[25] Prof. Dr. Abdulganiy Abdulhâlık, Sünnet Ve Dindeki Yeri, Koba Yayınları: 20.
[26] İcmâ bahsinde s. 62-96 bu özel mahiyetli icmâların hükmünü beyan etmeye çalıştık. Orada Medine halkının icmâsına nisbetle s. 72-80 şu açıklamayı yaptık: İmam Şafiî ki bu zat konuyu ele alan en önemli simaların başında gelir, el-Ümm adlı eserinin yedinci cildine ek olarak alınan el-Hilâf beyne Mâlik ve'ş-Şâfiî adlı eserinde ve daha başka yerlerde konuyu işler şu açıklamayı yapar:”İmam Mâlik ya da başka birinin 'İslâm fetihlerinin gerçekleşmesinden ve sahâbîlerin çeşitli ülkelere, uzak beldelere dağılmasından sonra, Medine ehlinin icmâsı hüccettir.’ demesi mâkûl değildir. Medine halkının icmâsı ancak Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer devirlerinde yani sahâbîlerin dağılmasından ve çeşitli ülkele yayılmasından önce hüccet olabilir. Bu durumda Medine ehlinin İcmâsı, aslında genel icmâdan bir tür olur. Yapılması gereken izah ve alınması taayyün edecek görüş budur. Başka türlü bir izaha iltifat etmemek gerekir.”
[27] Yedinci cüz'de. Bu cüz'e İmam Şafiî'nin diğer kitapları de eklenmiştir: el-Hilaf beyne Mâlik ve'ş-Şâfıt gibi. Bu kitap tahkik edilerek ayrıca basılmalıdır. Cimâu'l-İlm gibi. Bu kitabı genel olarak haberlerin delilliğını isbat için yazmış olup, bazı Teşrî Tarihi yazarlarının sandığı gibi husûsiyle sünnetin delilliğini ortaya koymak için yazılmamıştır. Usta Ahmed Şâkir (r.a.) bu kitabı ayrıca basmıştır. er-Reddu ala Siyer u-Evzâ'î ve İhtilâfu Ebî Hanîfe ve İbn Ebî Leylâ da bunlardandır. Bu_iki kitabı Hindistanlı bir grup Kâhire'de basmışlar ve İmam Şafiî'nin bizzat kendisine ait nefis tenkitleri çıkartmışlar ve hiçbir değeri olmayan izahlar düşmüşlerdir. Böylece değerli olan şeyleri, bayağı şeyler değiştirmişlerdir.
[28] Prof. Dr. Abdulganiy Abdulhâlık, Sünnet Ve Dindeki Yeri, Koba Yayınları: 21-24.
[29] Prof. Dr. Abdulganiy Abdulhâlık, Sünnet Ve Dindeki Yeri, Koba Yayınları: 24.
[30] Prof. Dr. Abdulganiy Abdulhâlık, Sünnet Ve Dindeki Yeri, Koba Yayınları: 25.
[31] Prof. Dr. Abdulganiy Abdulhâlık, Sünnet Ve Dindeki Yeri, Koba Yayınları: 25.
[32] Çünkü bu iş hükümlerin tebliğiyle ilgilidir. Bu gibi konularda Rasûlullah'ın (s.a.) hata ve yalana düşme gibi durumlardan korunmuş olduğuna dair icmâ bulunmaktadır. Nitekim biz bu konuyu Hucciyyetu's-Sünnet iş-Şerife adlı kitabımızda (s. 60-70) ele almıştık. Dileyen oraya baksın.
[33] Prof. Dr. Abdulganiy Abdulhâlık, Sünnet Ve Dindeki Yeri, Koba Yayınları: 25-26.
[34] Rasûlullah (s.a.) hakkında zelle, sehiv (yanılma) gibi şeylerin olabileceğini kabul edenler, Allah Teâlâ tarafından anında müdahale edilerek onun uyarılacağını ve böylece Rasûlullah'ın (s.a.) o hata ya da zellesinden vazgeçeceğini şart olarak kabul etmişlerdir. İçtihadı konusunda hata edebileceğini kabul edenler de aynı şartı aramaktadırlar ve Allah Teâlâ'nın, daha hiçbir kimse o ictihâd ile amel etmeden mutlaka o hatayı tashih edeceğini belirtmişlerdir. Peygamberlerin vahyin kontrolünde olmasının manası da budur. Bu ihtimaller İlk anda mümkün olsa bile, amele imkân bırakmaksızın eğer varsa hata tashihi gerekli olacağından ve böyle bir tashih yoksa o tasarruf onaylanmış demek olacağından, gerek Rasûlullah'ın (s.a.) ictihâdî tasarruflarında ve gerekse diğer tasarruflarında zaman içerisinde (ve özellikle de vefatından sonra) herhangi bir hata ihtimali kalmamaktadır. Bu itibarla ictihâdî de olsa, onun tasarrufları delillik bakımından hiçbir tereddüde mahal bırakmaksızın kat'îlik ifade edecek, zannîlik ifade etmeyecektir. Eskilerden hiçbir kimsenin kail olmadığı ve yenilerde çıkan bu tür tereddütler yerinde değildir ve bu yanlış görüş, sünnetin delilliğini zannî kılar ve bunun tabiî sonucu olarak da herhangi bir müctehid kendi reyi ile hareket ederek sünnete muhalefet edebilir. Halbuki sünnetin delilliği kat'î ve zarurîdir. Bütün müslümanlar ona tâbi olmanın gerekliliği ve muhalefetin haramlığı üzerinde icmâ etmişlerdir. Bu konuları biz Hucciyyetu's-Sünne eş-Şerîfe adlı eserimizde etraflıca ele aldık. Oraya bkz. s. 97-108, 207-208, 222-223, 224-272.
[35] bkz. c. 1/54 (Kahire baskısı).
[36] Muvatta, Kader, 3; Tirmizî, Menâkıb, 31; Ahmed, 1/51, 3/59..
[37] Nisa 4/ 95
[38] Bkz .hücci yyetu's-Sünne eş-Şerîfe, s. 339.
[39] bkz. el-Muvâfakât, 4/7.
[40] Meselâ bkz. Abdulaziz el-Havlî, Miftâhu's-Sünne, s. 6. Keza Teşri Tarihi yazan olan büyük üstadlarımızdan Abdullatîf es-Sübkî, Muhammed el-Berberî, Muhammed Ali es-Sâyis de bunlardandır. Allah hepsini rahmetine garkeylesin ve Firdevs cennetini onlara mekân kılsın!
Biz kitabımız Hucciyyetu's-Sünne eş-Şerîfe, s. 513-519'de eş-Şâtıbi’ nin görüşünü desteklemek üzere ileri sürdüğü şüpheler başta olmak üzere bu konudaki bütün yanlışlıkları düzelttik.
[41] Prof. Dr. Abdulganiy Abdulhâlık, Sünnet Ve Dindeki Yeri, Koba Yayınları: 27-33.
[42] s. 91 Tahkik: Ahmed Şâkir, Mustafa el-Halebî 1. baskısı
[43] er-Risâle, gerçekten ve en ufak bir tartışmaya meydan vermeksizin ilk temel kitaptır ve en önemli ilmî bir eserdir. Sahibi (İmam Şâfıî) (r.a.), ümmetin saygı değer, görüşleri dikkate alınır, hükümlerine itimad edilir âlimlerinin icmâsı İle Fıkıh Usûlü ilmini ilk vaz'eden kimsedir, er-Risâle'yi kendi asrında büyük imamlar okumuş ve İmam Şafiî'nin ilmini itiraf etmişler, onun ışığından faydalanmışlardır.
el-Muhtasar min Akvâli'ş-Şâfıî eserinin sahibi olan İmam Ebû İbrahim el-Müzenî ki kendisi İmam Şafiî'nin mezhebini teyit edenlerden ve onun büyük tâbilerinden biridir şöyle demiştir: “İmam Şafiî'nin er-Risâle's\ni elli beş defa (ya da elliden fazla) okudum ve her defasında, bir öncekisinde bulamadığım faydalar elde ettim.”
[44] Prof. Dr. Abdulganiy Abdulhâlık, Sünnet Ve Dindeki Yeri, Koba Yayınları: 33-34.
[45] Bakara 2/43.
[46] Bakara 2/183.
[47] Âl-i İmrân 3/97.
[48] Buhârî, İmân, 1,2; Müslim, îİmân, 19-22.
[49] Ahmed,5/72.
[50] Bakara 2/188.
[51] Ebû Dâvûd, Menâsik, 56; İbn Mâce, Menâsik,84.
[52] Nisa 4/19.
[53] Prof. Dr. Abdulganiy Abdulhâlık, Sünnet Ve Dindeki Yeri, Koba Yayınları: 34-35.
[54] Bakara 2/187.
[55] Tevbe 9/34.
[56] Mâide 5/38.
[57] Mâide 5/89.
[58] En'âm 6/82.
[59] Prof. Dr. Abdulganiy Abdulhâlık, Sünnet Ve Dindeki Yeri, Koba Yayınları: 35-36.
[60] Birinci cüz'de Birinci baskı s. 33-34. Maalesef, Tesit Tarihi yazarları da onun bu görüşüne katılmışlardır.
[61] Bakara 2/180.
[62] Buhârî, Vasâyâ, 6; Ebû Dâvûd, Vasâyâ, 6.
[63] Nûr 24/2.
[64] İbn Mâce, Hudûd, 7.
[65] bkz. c. 2/309 vd.
[66] Bu konuda “Arz”hadîslerini ileri sürerek itiraz etmek yerinde olamaz. Çünkü sünnetin Kur'ân'a arzedilmesini; ona uyanların alınıp, uymayanların atılmasını isteyen hadisler düzme, bâtıl sözler olup Haricîler ve zındıklar tarafından uydurulmuşturjBunun böyle olduğunu güvenilir büyük imamlar söylemiştir. Nitekim biz de Hucciyyetu's-Sünne eş-Şerîfe adlı kitabımızda konuyu tahkik ettik, araştırdık ve onların asılsızlıklarını, sakatlıklarını açıkça ortaya koyduk. Onların burada uzun uzadıya anlatılmasına imkân yoktur. Maalesef, sünnetin yeri hakkında eser yazan çağdaş müelliflerimizden biri, bu hadislerin Haricîler tarafında uydurulmuş olduğunu reddetmeye çalışmıştır. Güya onun nazarında Haricîler ümmet içerisinde adalet sahibi olanlardanmış!
[67] bkz. İ'lâmu'l-Muvakkı'în, 2/380,396; el-Kâsımî, Kavâidu't-Tahdîs, 132-139.
[68] Buna, namazını ta'dil-i erkâna riayet ederek kılmayan kişiyle ilgili hadis gibi örneklerle itiraz edilemez. Çünkü bu hadis eğer Hanefîlere göre sahih ise, açıklayıcıdır ve namaz hakkında Kitâb'ın kâmil olup olmamasından sarfınazarla yeterli olacak surete delâlet ettiğini ve bu suretin kâmil ve noksan şeklindeki türleri olduğunun açıklanmasını ise sünnete terketmiş olduğunu gösterir. Diğerlerine göre ise hadis yine açıklayıcıdır ve Kitâb'ın zahirinden muradın, ta'dil-i erkâna riayetle kılınan namaz şekli ve yeterli olan namazın da sadece bu olduğunu gösterir. Bu durumda bu hadis bunların görüşüne göre Kitâb'ın zahirini kayıtlamış olur. Hanefîlere göre ise kayıtlama söz konusu değildir.
[69] Nisâ4/24._
[70] Buharı, Nikâh, 27; Müslim, Nikâh, 33.
[71] s. 91.
[72] Nisa 4/29.
[73] Bakara 2/275.
[74] Prof. Dr. Abdulganiy Abdulhâlık, Sünnet Ve Dindeki Yeri, Koba Yayınları: 36-44.
[75] 7/4/610.
[76] bkz. eş-Şâtıbî, el-Muvafakat, 4/12-15, 24-27, 32, 39-40, 47, 49, 52. Bunlardan bir kısmını Miftâhu's-Sünne müellifi özetlemiştir, bkz. s, 9-10.
Biz, bunları reddettik ve yanlışlıklarını ortaya koyduk. Keza eş-Şâtıbî'nin karşı çıkmasının lâfzî olduğunu, diğerlerinin ise gerçek bir görüş ayrılığı olduğunu açıkladık, bkz. Hucciyyetu's-Sünne eş-Şerîfe, 536-540, 548-567.
[77] Nahl 16/44.
[78] Prof. Dr. Abdulganiy Abdulhâlık, Sünnet Ve Dindeki Yeri, Koba Yayınları: 44-47.
[79] Sâffât 37/104-108.
[80] Enbiyâ 21/3.
İmam Şâfıî (r.a.) ki o Bağdat'ta muhaddislerin kendisini isimlendirdikleri gibi bihakkın “Nâsıru's-Sünne (sünnet müdafii) idi çoğu zaman, heva ve bid'at ehlinden, ashâb-ı cedelden bulunan hasımları cinine yolu tıkar ve aralarındaki münazarayı bu âyet-i kerimeyi zikretmek suretiyle bitirirdi.
[81] Giriş'in son kısımları ve birinci bahsin baş tarafları ile dipnotuna tekrar bakabilirsiniz.
[82] Prof. Dr. Abdulganiy Abdulhâlık, Sünnet Ve Dindeki Yeri, Koba Yayınları: 48-51.
[83] Nisa 4/65.
[84] bkz. 1/57.
[85] Nisa 4/65.
[86] Ebû Dâvûd, Sünnet 5; Tirmizî, İlim, 16; İbn Mâce, Mukaddime, 6; Dârimî, Mukaddime, 16; Ahmed, 4/126,127.
Bu konuda pek çok hadis vardır ve bizim buradaki maksadımız onların tümünün ya da bir kısmının tahrici değildir. Bazılarının yaptığı gibi böyle bir şeye başvurmak hoşumuza da gitmez.
Biz bu tür hadislerden bir çoğunu Hucciyetu's-Sünne es-Şerîfe adlı kitabımızda s. 309-325. zikrettik. Orada da aynı şekilde üç türe ayırdık ve hepsini de açık bir şekilde izah ettik. Sünnetin hüccet oluşuna, sünnetle nasıl istidlalde bulunulabilir? Bunun sıhhatini isbat ettik, konu etrafında ileri sürülen “bu bir devri gerektirir” şeklindeki şüpheleri giderdik. Onları burada uzun uzadıya açıklayamayız. İlgi duyanlar oraya baksın.
[87] Ebû Dâvûd, Sünne, 5 /4/200; Tirmizî, İlim, 10; İbn Mâce, Mukaddime, 2.
[88] Ebû Dâvûd, Sünne, 5 /4/200.
[89] bkz. birazdan gelecek olan “Müstakil Sünnetin Sudûru” meselesine. Orada ehlî eşeklerin hükmünden tekrar söz edilecektir.
[90] bkz. eş-Şevkânî, Neylu'l-Evtâr, 6/51; İbn Kudâme, el-Muğnî, 7/52. İbn Abbâs'tan rivayet edilen “O, anne durumundadır.”şeklindeki sözün bir önemi yoktur. Çünkü bu, İbn Kudâme ve diğerlerinin de ifade ettiği gibi şâz bir rivayettir.
[91] bkz. İbn Kudâme, el-Muğnî, 5/454, 459.
[92] bkz. Şerhu Umdetu'l-Ahkâm, 4/32 (Münîriye baskısı); Tarhu't-Tesrîb, 7/31-32; Neylu'l-Evtâr, 6/126; el-Muğnî, 7/478. Birçok imamın da belirttiği üzere bu husustaki Şîa'mn ihtilâfının bir değeri yoktur.
[93] bkz. İbn Kudâme, el-Muğnî, 11/260. Usûl kitaplarında da belirtildiği üzere, bu gibi meselelerin üzerinde her ne kadar mütekaddimîn arasında görüş ayrılıkları varsa da, daha sonraları üzerinde görüşbirliği sağlanması sebebiyle icmâ in'ikâd etmiş olmaktadır. Sahih olan budur.
[94] Prof. Dr. Abdulganiy Abdulhâlık, Sünnet Ve Dindeki Yeri, Koba Yayınları: 51-57.
[95] Nisa 4/65.
[96] Biz onlardan bir kısmını Hucciyyetu's-Sünne eş-Şerîfe'de s.355-356.
İmam Şafiî'nin Risâle'sinden ve daha başka kaynaklardan naklederek zikrettik.
[97] Ebû Dâvûd, Sünne, 5 (4/200).
[98] Zelzele 99/7-8.
[99] Bu bize bazı mütekaddimînin sandığı ve bazı müteahhirîn tarafından da teyit olunan şu hususu hatırlatmaktadır: Güya onlar, Alâ sûresinin “Elbette arınan, Rabbinin ismini anıp namaz kılan kurtuluşa ermiştir” 87/14-15 âyetinden fıtır sadakasının hükmünü çıkarmışlardır. Halbuki bunu sünnet ortaya koymuş ve açıklamış, üzerinde sahabe icmâ etmiş ve durumu bütün beldelere yayılmış, avam havas herkes ona vakıf olmuştur. Herhangi bir hükmü ortaya koyan sahih ve sarih nassın vürudundan sonra, sarih olan nassın dışında sarih olmayan başka nassların da bulunduğunu ortaya koymaya çalışmak ve bu uğurda bir sürü tekellüfe girmek, manasız bir şeydir ve böyle bir şeyin işlenmesi uygun değildir. Nittekim tefsir ve fıkıh ile meşgul olan büyük araştırmacı âlimlerden birçoğu bu hususu açıkça belirtmişlerdir. Onlardan biri de el-Kavâsım Mine'l-Avâsım adlı çok değerli eserinde Ebû Bekir İbnu'l-Arabî'dir (r.a.). Eser, Cezayir'de ve Kâhire'de birçok defa basılmıştır.
[100] Daha önce geçmişti.
[101] Şîa, bu sahifenin Hz. Ali'ye (r.a.) ve Ehl-i beyt'ine has şeyler içerdiğini iddia etmektedir. Biz ondan, Kilâbetu's-Sünne ve Tedvînuhâ adlı araştırmamızda ve Hucciyyetu's-Sünne eş-Şerîfe adlı kitabımızda bahsettik. Bu çok önemli bir bahistir. Çünkü din düşmanları bu konuda, “Ebû Sa'îd el-Hudrî hadisindeki, Rasûlullah'ın (s.a.) hadis yazımını yasaklaması, onun hüccet olmadığını gösterir” şeklinde şüpheler terviç etmektedirler.
[102] Prof. Dr. Abdulganiy Abdulhâlık, Sünnet Ve Dindeki Yeri, Koba Yayınları: 57-61.
[103] Giriş kısmının sonlarına doğru tekrar bkz.
[104] Tevbe 9/32.
[105] Hicr 15/9.
[106] bkz. s. 42-43.
[107] Tevbe 9/32
[108] Yûnus 10/10
[109] Prof. Dr. Abdulganiy Abdulhâlık, Sünnet Ve Dindeki Yeri, Koba Yayınları: 61-65.