İSLÂM, İMÂN, İHSAN
Ömer -r.a- den dedi ki: Bir gün Rasûlullah (s,a)'ın huzurunda oturmakta iken elbiseleri alabildiğine beyaz, saçları oldukça siyah, üzerinde yolculuğun etkileri görülmeyen ve aramızdan kimsenin tanımadığı bir adam yanımıza çıkageldi. Rasûlullah (s.a)'ın yanına oturdu. İki dizini onun (Resuul-lah'ın) dizlerine dayadı, ellerini dizleri üzerine koyarak şöyle dedi: Ey Mu-hammed, bana İslâm hakkında haber ver. Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu: "İslâm, Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın rasûlü olduğuna, şahidlik etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, ramazan orucunu tutman, Beyt'i -oraya yol bulabildiğin taktirde- haccetmendir." (Adam): Doğru söyledin, dedi. (Ömer) dedi ki: Adama hayret ettik. Hem O'na soru soruyor, hem de söylediğini doğruluyordu. (Yine) sordu: O halde bana imandan haber ver. (Resulullah) şöyle buyurdu: "(İman) Allah'a, meleklerine, kitaplarına, Peygamberlerine ve âhiret gününe iman edip hayrıy-la, şerriyle kadere de inanmandır." (Adam): Doğru söyledin, dedi. Bu sefer: O halde bana ihsana dair haber ver, dedi. (Peygamber) şöyle buyurdu: (İhsan) Allah'a O'nu görüyormuşsun gibi ibâdet etmendir. Sen onu görmüyorsan dahi o seni görür." (Adam): O halde bana Kıyametten haber ver, dedi. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Bu konuda kendisine soru sorulan sorandan daha bilgili değildir." (Adam): O halde bana onun alâmetleri hakkında haber ver, dedi. (Resulullah) şöyle buyurdu: "Cariyenin efendisini doğurması, çıplak ayaklı, giyimsiz, fakir koyun çobanlarının yüksek bine yapmakta birbirleriyle yarıştıklarını görmen." (Hz. Ömer) dedi ki: Sonra o adam geçip gitti. Bu durumun üzerinden bir süre geçtikten sonra (Resulullah) bana şöyle dedi: "Ey Ömer, o soru soran kişinin kim olduğunu biliyor musun?" Ben: Allah ve Rasûlü daha iyi bilir, deyince şöyle buyurdu: "O Cibril (Cebrail) idi. Size dininizi öğretmek üzere geldi
.[1]
Bu Hadisin Önemi:
İbn Dakiki'1-İd -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- şöyle demektedir: "Bu, çok büyük bir hadistir. Yerine getirilmesi gereken zahir ve bâtın bütün amelleri kapsamaktadır. Şeriat'ın bütün ilimleri buna râcidir ve bundan dallanıp budaklanmaktadır. Çünkü bu hadis, bütün Sünnet bilgisini toplamış ve ihtiva etmektedir. O adetâ Sünnet'in anası gibidir. Tıpkı Fatiha sûresinin Kur'ân'ın manalarını topluca ihtiva ettiğinden dolayı "Kur'ân'ın anası" adını alması gibi.[2]
İbn Receb de der ki: "Bu hadisin mevkii gerçekten çok büyüktür. Dinin tümünün açıklanmasını ihtiva etmektedir. Bundan dolayı Peygamber (s.a) hadisinin sonunda: "Bu, Cebrail idi. Size dininizi Öğretmek üzere geldi" diye buyurmuştur.[3]
Nevevî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- de şöyle demektedir: 'Şunu bil ki bu hadis, çeşitli ilim, ma'rifet, âdâb ve incelikleri bir arada ihtiva etmektedir. Hatta bu hadis İslâm'ın bir aslını teşkil etmektedir.[4] İşte Nevevî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- bundan dolayı bu hadisi derlediği kırk hadis arasında zikretmiştir. [5]
İslâm:
Sözlükte "el-îslâm ve el-îstislâm" itaat etmek, bağlanmak demektir.
Şer'î bir terim olarak, açıktan açığa boyun eğmek ve Şeriat'ı açıkça yerine getirmek, Peygamber (s.a)'ın getirdiklerine bağlanmak demektir. Böylelikle kanını hamiye altına almak (suretiyle öldürülmekten) kurtulmak mümkün olur ve hoşlanılmayan şeyler de önlenmiş olur.[6]
Üzerinde durduğumuz bu hadis-i şerifte ise âlemlerin Rabbinin habîbi -Allah'ın salât ve selâmı üzerine olsun- İslâm'ı söz ve amel türünden, azaların görünen amelleri ile tanıtmıştır. İki şehadet kelimesini dil ile söylemek dilin ameli, namaz ve oruç bedenin ameli, zekât malî, hac da bedenî ve malî bir ameldir.
Yine bu hadiste, zahiren görülen bütün farzların İslâm'ın kapsamına girdiği görülmektedir. Namaz ve diğer rükünlerin söz konusu ediliş sebebi ise, İslâm'ın üzerlerinde yükseldiği esaslar oluşlarından dolayıdır.
Bütün farzların İslâm adının kapsamına girdiğinin tanıklarından birisi de Peygamber (s.a)'in: "Müslüman; sair müslümanların elinden ve dilinden yana kurtuldukları kimsedir.[7] hadisidir.
Aynı şekilde haramları terketmek de İslâm adının kapsamına girmektedir. Nitekim Resulullah: "Kişinin kendisini ilgilendirmeyen şeyleri terketmesi onun müslümanlığınm güzelliklerindendir.[8]diye buyurmuştur. [9]
Îman:
İman ile ilgili yapılacak açıklamalar oldukça uzundur. Ancak biz burada aşağıdaki noktaları ele alacağız:
1- îman asıl anlamı itibariyle tasdik etmektir. Peygamber (s.a) de bu hadis-i şerifte, kalpte inanılan şeylere iman etmek diye tanıtmaktadır. Nitekim Şanı Yüce Allah da çeşitli yerlerde bu esaslara imanı Kitab-ı Kerim'in- "'" de sözkonusu etmiş bulunmaktadır ki, ben de bunlardan Yüce Allah'ın şu buyruğunu hatırlatmak istiyorum: "Peygamber kendisine Rabb'inden indirilenlere iman etti. Müminler de. Onların her birisi Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman etti..." (ei-Bakam, 2/285) Ehl-i Sünnet ve'I-Cemaat'in kabul ettiğine göre" iman, söz, amel ve niyyettir. Bütün ameller de iman adının kapsamına girmektedir. Şafiî ashabın, tabiînin ve ondan sonra gelip kendisinin yetiştiklerinin icmâ' ile bunu kabul ettiklerini nakletmektedir. Yüce Allah'ın izniyle ileride buna dair açıklamalar gelecektir.
2- İslâm ve İman-. İbn Receb der ki: Peygamber (s.a)'in tarifinden iman ile İslâm'ın arasını ayırdedip de amelleri imanın kapsamına değil de, İslâm denilen şeylerin kapsamına sokması, aslî bir kaidenin izah edilmesiyle açıklığa kavuşur. O da şudur: Birtakım isimler tek başına ve mutlak olarak kullanıldığı taktirde birçok müsemmâyı (ad olduğu şeyleri) kapsamına alır. Aynı isim bir başkası ile birlikte kullanılacak olursa, bu sefer ad olduğu o şeylerin bir kısmına delâlet eder. Onunla birlikte kullanılan diğer isim de geri kalanlarına delâlet eder. Fakir ve miskin isimleri buna örnektir. Onlardan herhangi birisi tek başına kullanılacak olur ise, muhtaç.olan herkes onun kapsamına girer; ancak biri diğeri ile birlikte kullanılacak olursa, iki isimden birisi ihtiyaç sahiplerinin bazı türlerine, diğeri ise geri kalanlarına delâlet eder. İşte, İslâm ve iman adı da böyledir. Onlardan herhangi birisi tek başına kullanılacak olursa, diğeri de onun kapsamına girer ve tek başına kullanılan bu isim yine diğer ismin tek başına kullanılması halinde delâlet ettiği şeylere delâlet eder. Her ikisi birlikte kullanılacak olursa, bu iki isimden biri diğerinin tek başına delâlet ettiği şeylere delâlet ettiği gibi, diğeri de geri kalanlarına delâlet eder.[10]
O halde herhangi bir nassta iman ile İslâm birlikte kullanılacak olursa, aralarında fark olur. Bu durumda iman kalbin tasdiki, ikrarı ve bilip tanıması anlamına gelir, İslâm da Yüce Allah'a amel ile teslimiyet göstermek, boyun eğmek ve O'na itaatle bağlanmak anlamına gelir.
Buna binâen ilim adamları şöyle demişlerdir: Her mü'min müslüman-dır; fakat her müslüman mü'min değildir. Çünkü kul bazen namaz, hac, zekât ve buna benzer zahiri amellere -gösteriş olsun diye ve münafıklık olmak üzere- bağlı görünebilir.
Diğer taraftan bu itaatiyle beraber iman ve tasdiki zayıf bulunabilir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bedevi Araplar; "iman ettik" dediler. De ki: İman etmediniz, ama "teslim olduk" deyiniz. Henüz iman kalplerinize girmiş değildir. Şayet Allah'a ve Rasûlüne itaat edecek olursanız, amellerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Şüphesiz Allah Gafjâr'dur, Rahîjm'dİr." (el-Hucurât, 49/U)
İbn Abbâs (r.a.) bunların bütünüyle münafık olmadıklarını, imanları zayıf kimseler olduklarını açıklamıştır.
3- Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaat'in akidesine göre amel imandandır. Bunun böyle kabul edilmesi konu ile ilgili oldukça fazla delillerin varlığından dolayıdır. Bunlar arasındaın Yüce Allah'ın şu buyruğunu hatırlatalım: "Müminler ancak Allah anıldığı zaman kalpleri .titreyenlerdir. Âyetleri karşılarında okunduğu zaman da bu onların imanını arttırır. Onlar ancak Rab'lerine güvenip dayanırlar. Onlar ki, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden infâk ederler. İşte onlar gerçek müminlerin ta kendileridir." (ei-Enfâi, 8/2 4) Şanı Yüce Allah, müminin bu niteliklere sahip olan, kalbiyle iman edip farzları ameliyle yerine getiren kimse olduğunu beyan etmektedir.
Resulullah (S.A.S.)'ın şu buyruğu da bu delillerdendir: "İman yetmiş küsur şubedir. Bunların en faziletlisi la ilahe illallah demektir. En aşağı derecesi ise yolda rahatsızlık verecek şeyleri kaldırmaktır. Haya da imanın bir koludur.[11]
Yolda rahatsızlık veren şeyleri kaldırmak bir amel olduğu halde, Resulullah bunu imandan saymaktadır.
İbn Batta?[12] der ki: İşte Buhârî'nin -Allah'ın rahmeti üzerine olsun-iman bölümünde tesbit etmek istediği mana budur. O bölümün bütün bab-lannı da bu esasa göre açmıştır. Meselâ, Umûr-u İman (İmandan olan işler) ile namaz imandandır, zekât imandandır, cihâd imandandır adı altındaki başlıklar ile açtığı diğer başlıklar ile O; Mürcie'nin: "îman amelsiz sözden ibarettir" şeklindeki sözlerini reddetmek istemiş; onların yanlışlıklarını, kötü inanışlarını Kitab ve Sünnet'e ve önder imamların mezheplerine muhalefet ettiklerini beyân etmek istemiştir.[13]
4- Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaat akidesine'göre iman artar ve eksilir. Bu husustaki delilleri de Yüce Allah'ın şu buyruklarıdır: "Ta ki imanlarına iman katarak artırsınlar." (ei-Feth, 48/4); "Biz de onların hidayetlerini artırmıştık." (ei-Kehf, ı$n3); "Allah hidayete erenlerin hidayetini artırır." (Meryem, 19/76); ve buna benzer daha başka deliller. İbn Battal der ki: "Buna göre imanı artış göstermeyen bir kimsenin imanı eksiktir. Eğer; "iman sözlük anlamı itibariyle tasdikten ibarettir" denilecek olursa, buna cevabımız şudur: Tasdik bütün itaatleri yerine getirmekle kemâl bulur. Mü'min hayırlı amellerini çoğalttıkça imanı daha bir kâmildir. Bunların hepsiyle iman artar. Eksilmesiyle de eksilir. Hayırlı ameller eksildi mi imanın kemalinde de eksiklik olur. Bunlarda artış oldu mu, imanın kemalinde de artış olur. İşte iman hakkında mutedil olan görüş budur.[14]
İbn Abdürrezzak der ki: "Ben, hocalarımızdan ve ilim arkadaşlarımızdan Süfyân es-Sevrî, Mâlik b. Enes, Ubeydullah b. Ömer, el-Evzâî, Ma'mer b. Râşid, İbn Cüreyc, Süfyân b. Uyeyne'nin şöyle dediklerini dinledim: İman, söz ve ameldir; artar ve eksilir. Aynı zamanda bu İbn Mes'ud'un, Huzeyfe'nin, en-Nehaî'nin, Hasan-ı Basrfnin, Atâ'nın, Tâvûs'un, Müca-hid'in ve Abdullah b. el-Mübarek'in de görüşüdür.[15]
5- İman bakımından müminler arasında fazilet farkı vardır. Buna göre gayb âlemine tıpkı görünen âlem gibi iman eden sıddıkların imanı, bu dereceye ulaşmamış diğerleri gibi olamaz. Bundan dolayı bazıları şöyle demiştir: Ebu Bekr (r.a) fazla oruç tutmak, fazla namaz kılmakla sizi geride bırakmış değildir. O kalbinde yer eden şeylerle önünüze geçmiştir.
İbn Ömer (r.a)'e şöyle soruldu: Rasûlullah {s.a)'ın Ashabı gülerler miydi? Şöyle cevap verdi: Evet, iman kalplerinde dağdan da büyük olduğu halde gülerlerdi.[16] İbn Receb der ki: Böyle birisi nerde, Tevhid ehli olup Cehen-nem'den son olarak çıkartılacak kimseler gibi, kalbindeki iman bir zerre yahut bir arpa ağırlığı kadar olan kimsenin imanı nerde! İşte böyle kimseler hakkında şöyle denilebilir: İmanlarının zayıflığı dolayısıyla iman kalplerine henüz girmemiştir.[17]
Kaza Ve Kadere İman:
Kaza, şanı Yüce Allah'ın birşeyin varlığı veya yokluğuna dair ezelî hükmüdür.
Kader ise, şanı Yüce Allah'ın birşeyi özel bir zamanda keyfiyeti üzre var etmesidir. Kaza ve kaderin biri diğerinin yerine kullanıldığı da olur.[18]
Buna göre kadere iman, imanın rükünlerinden bir rükündür.. Nitekim Rasûlullah (s.a) da bu hadis-i şerifte: "Ve hayrıyla şerriyle kadere iman etmendir" diye açıklamıştır. İbn Ömer (r.a.)'in bu hadisi irâd ediş sebebine gelince[19] bu, kaderi inkâr edenlerin ve işin sonradan tesbit edildiğini iddia ederek ezelden beri Allah'ın o hususta herhangi bir kaderinin bulunmadığını ileri sürenlerin kanaatlerini reddetmek maksadı ile olmuştur. İbn Ömer, böyle diyenlerin sözlerine oldukça kızmış, onlara ağır sözler söylemiş, onlardan uzak olduğunu ifade etmiş, amellerinin yüzlerine geri çarpılacağını, kadere iman etmedikleri sürece onlardan asla kabul olunmayacağını açıkça ifade etmişti.
İlim adamlarının açıkladığı şekliyle kadere iman iki şekilde olur:
1- Şanı Yüce Allah'ın ezelden beri ilminde kullarının hayır, şer, itaat ve masiyet kabilinden neler yapacaklarını, onları var etmeden önce bildiğini; kimin mutlulardan olacağını, kimin bedbahtlardan olacağını bildiğini; bunu Levh-i Mahfûz'da tesbit ettiğini tasdik etmek. Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Allah gökleri ve yeri yaratmadan elli bin sene önce bütün mahlukâtın mukadderatını yazmıştır." Bir rivayette de: "Ve Arş'ı su üzerinde idi[20] ifadesini de eklemektedir. Yaratıkların amellerinin Yüce Allah'ın yazdığına mutabık olması ve onun ezeli ilminde tesbit edilen şekle göre cereyan etmesi kaçınılmaz birşeydir. Mabed el-Cühenî, Amr b. Ubeyd ve onlara benzer Kaderiyyenin aşırı giden mensupları bunu kabul etmemişler, ümmetin selefinin kabul ettiği bu görüşlere muhalefet ettiklerinden dolayı da doğru yoldan sapmışlardır.
Ahmed, Şafiî ve İslâm âlimlerinin diğer önder imamları, Allah'ın ezelî ilmini inkâr edenlerin tekfir edileceği kanaatindedirler.
2- Şanı Yüce Allah, küfür, iman, itaat ve masiyet gibi kullarının bütün fiillerini yaratır ve meşîetiyle onlar bu işleri yaparlar. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah sizi de, amellerinizi de yaratandır." (es-s&mt, &/39)
İşte Ehl-i Sünnet'in itikadı budur. Ancak Ashâb-ı Kiramın son dönemlerinde bid'atîeri ortaya çıkan Kaderiyye, bu hususta onlara muhalefet etmişlerdir. İşte bundan dolayı İbn Ömer'e onların haberi ulaşınca, kendisine bu haberi getirenlere şöyle demiştir: "Bu gibi kimselerle karşılaştığın vakit, onlara şunu bildir ki: Ben onlardan uzağım, onlar da benden uzaktırlar. Abdullah b. Ömer'in adına yemin ettiği zat (Allah) hakkı için, eğer onlardan herhangi birisi Uhud dağı kadar altını Allah yolunda infak edecek olursa, yine de Allah bunu ondan kadere iman etmedikçe kabul etmeyecektir.[21]
Bilindiği gibi, insanların bir çoğu kadere imanı anlamak hususunda ümmetin selefinin izlediği yoldan sapmıştır. Bunun birtakım sebepleri vardır. Bazılarını şöylece sıralayabiliriz:
1- İslâm'a kin duyan İslâm düşmanları, insanları saptırmak hususunda kaderi kullanma yoluna gitmişlerdir. Çünkü onlar konu ile ilgili naslarda müslümanları saptırmak, onları şüphelere düşürmek, kader hakkındaki nasları birbirine çarpıştırmak için bir gedik bulmuşlardı. Müslümanların bir çoğu da bu gibi kimselerden etkilenmişler ve bu temel esası doğru bir şekilde anlamaktan sapıp uzaklaşmışlardır. Kimisi Allah'ı -hâşa- zulüm ve boş iş yapmakla nitelendirirken, kimisi de konu ile ilgili olarak vârid olmuş nasları anlamayı -sûre başlarında yer alan Mukatta Harfleri anlamayı Allah'a havale ettiği gibi- havale etmişlerdir. Bilindiği gibi Allah bize (kaza ve kadere dair) bu naslar üzerinde düşünmemizi emretmiş, bu konuda kapıyı önümüze kapatmamıştır. Dileseydi bunu yapardı. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bir de sana ruh hakkında sorarlar. De ki: Ruh Rabb'imin emrin-dendir. Size ilimden ancak az birşey verilmiştir." (et-tsm, u/85)
2- Kader ile ilgili nasları kısır anlayış. Onlardan kimisi konunun cüz'î bir yanından söz eden bir nastan umumi bir anlam çıkartır. Bazılarının Yüce Allah'ın şu buyruğunu anladıkları gibi: "Muhakkak Allah dilediğini saptırır, dilediğine de hidâyet verir." (Fâtır, 35/8) Bu nassı yanlış olarak, rneşîetin tümüyle Allah'a ait olduğu, kulun hiç bir meşîetinin olmadığı, aksine kulun fiilini mecburen işlediği şeklinde anlamışlardır. Böyle bir anlayış ise kader ile ilgili nasları cüz'i olarak anlamanın ve naslara kapsamlı bir şekilde bakmayısın bir sonucudur.
3- Bu mesele İle ilgili naslar pek çok hususla da iç içedir. Tıpkı sebep ile netice arasındaki, ilişki gibi. Şanı Yüce Allah'ın irâdesi ile kulun irâdesi arasındaki, ilişki de buna örnektir. İşte bu iç~<içe oluş, pek çok kimseyi karışıklığa ve şaşkınlığa düşürmüştür.
4- İslâm'a kin duyan kimselerin desiselerinden etkilenen birtakım kimselerin kısır anlayışlarının Şanı Yüce Allah'ın Kitab-ı Kerîmi'nde, Resulul-iah'ın da onların menkıbelerini açıklamaya dair oldukça yaygın bilinen ha-dis-i şeriflerinde tezkiye ettiği ümmetin selefinin anlayışının önüne geçirmek. Bize düşen, iKitab ve Sünnet'in naslarını anlamak hususunda onların anlayışlarına öğrencilik etmektir. Çünkü hayır bundadır. Şu beyiti söyleyen şair gerçekten doğruyu dile getirmiştir:
"Her türlü hayır selefe tabi olmaktadır.
Her türlü şer ise sonradan gelenlerin çıkardıkları bidatlerdedir."
Bundan dolayı kaza ve kader ile ilgili naslar hususunda araştırma yapacak olan kimsenin, Aziz ve Celil olan Allah'ın bu esasa dair inanmamızı istediği sağlıklı kavrayıştan sapmaktan korunabilmesi için, aşağıdaki hususları iyice bellemesi gerekmektedir: [22]
1- Yüce Allah'ın Sıfatı Ve Yarattıkları Arasındaki Fark:
Yüce Allah'ın ilmi ile insanların ilmi arasında ayırım gözetmek, kaçınılmaz birşeydir. Bu sıfatın, en mükemmel şekliyle Allah hakkında kabul edilmesi zorunludur. Çünkü en gizli bir şey bile Şanı Yüce Allah'a gizli kalmaz. O'nun ilminden önce bilgisizliğin varlığı söz konusu değildir. O, mülkünde meydana gelecek olan her bir şeyi, olayları yaratmadan önce dahi bütün incelikleriyle en mükemmel şekilde ve hiçbir eksiklik olmaksızın bilir. Bundan dolayı Levh-i Mahfûz'da meydana gelecek her şeyi mülkünde vuku' bulacak hayır, şer, mutluluk ve bedbahtlık kabilinden her türlü şeyi yazmıştır. Olan olayların da yazdıklarına uygun meydana gelmesi kaçınılmazdır. Aksi taktirde O'nun ilim sıfatında eksiklik sözkonusu olur. Şanı Yüce Allah ise eksikliklerden münezzehtir.
İlim sıfatı ile ilgili olarak bu söylenenler Yüce Allah'ın bütün sıfatları hakkında söz konusudur. O'nun kudret ve meşîeti de eksiksizdir. Acizliğin şaibesi, eksiklik ve başkasının kahretmesi gibi, insanların kudret ve meşîetinin karşı karşıya kaldığı durumlar O'nun için söz konusu değildir. Çünkü insanların meşîeti sınırlıdır ve eksiklik ve kahr gibi şeylerle karşı karşıya kalır. Şanı Yüce Rabb'imizin hükmü ile meydana gelen her bir şey, O'nun meşîetiyle vücuda gelmiştir. Küfür veya iman olsun, farketmez. Ancak O, kullarının iman etmelerinden razı olur, kâfir olmalarına razı olmaz. Kâfirin Allah'a rağmen kâfir olduğunu ve Allah'ın O'nu küfründen alıkoya-mayacağını zanneden kimseler, âciz mahlukâtı tarafından kahredilen bir rabbe ibadet eden kimselerdir. Şanı Yüce Allah, zalimlerin söylediklerinden alabildiğine münezzehtir, yücedir. [23]
Kulların; Yüce Rab'lerini abes iş yapmaktan, cahillikten, zulümden ve benzeri işlerden tenzih etmeleri gerekir. Şanı Yüce Allah yüce Zâtını zulümden tenzih ederek şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak Allah zerre ağırlığı kadar dahi zulmetmez." (en-Nisû, 4/40)\ "Rabb'in kullara asla zulmedici değildir." (Fussllet, 41/46)
Zulüm ise, "herhangi bir şeyi konulması gereken yerden başka bir yere koymak" demektir. Buna göre insan hidayet bulmayı hak ettiği halde, Allah'ın onu hidayetten mahrum bırakması imkânsız birşeydir. Yine insan saptırılmayı hak ettiği halde, saptınlmaması da imkânsız birşeydir. Şu kadar var ki, işlerin akıbetleri bizim için bir gaybdır. Zira bizim anlayışımızda kısırlık söz konusudur ve biz zaaf sahibiyiz. O halde Allah'ın kuluna düşen
şey, istikametten sonra sapan bir insanın durumundan dolayı hayrete düşecek olursa, kendisini ve aklını itham etmek, Rabb'ini zulmünden tenzih etmektir. Bununla kurtulmak mümkündür. [24]
3-Kitap Ve Sünnetin Naslarına Kapsamlı Bakış:
Kitap ve Sünnet'in naslarına kapsamlı bir bakıştan sonra hükme varmak gerekir. Aynı tutumun din ile ilgili bütün meselelerde izlenmesi gerekmektedir." Herhangi bir mesele hakkında bütün naslar bir araya getirilir. Bunların anlaşılması ve aralarının telif edilmesi için bütün çaba ve gayret ortaya konulur ve bundan sonra hükme varılır.[25]
4-Allah Yaptığından Sorumlu Tutulmaz:
Aziz ve Celil olan Allah, yaptıklarından sorumlu tutulmaz. Nitekim: "O, yaptıklarından sorumlu tutulmaz, fakat onlar sorumlu tutulurlar" fei-Enbtyâ, 21/23) diye buyurmaktadır. Kul cereyan eden her şeyi, Yüce Allah'ın hükmettiği her şeyi bilmek isteyecek olursa bu, kendisini bir başka ilâh yapmak istemesi anlamına gelir. Sıfatlarında Rabb'ine ortak olmak istiyor demektir. O bakımdan meselâ, şeytan bir kimseye; "Cehennemlik olduğunu bildiği halde Allah ne diye filân insanı yarattı?" gibi bir soruyu telkin edecek ve benzeri soruları fısıldayacak olursa, şu; "O, yaptığından sorumlu olmaz, onlar sorumlu tutulurlar." âyeti hatırlanmalıdır. O'nu zulümden, abes iş yapmaktan tenzih etmek gerekir. Hikmetle, adaletle ve bütün kemal sıfatlarıyla vasfetmek ve kişinin kendi anlayışını ve kısır aklını itham etmek gerekir. İblis'in vesveselerinden sakınmalıdır. Çünkü o, kulların sırat-ı müstakimden saptırılması için hangi gediklerden gireceğini bilir. [26]
5-Kulun Mükellefiyeti Ve Sonuçlar:
Kul bilmeli ki, sebepleri yerine getirmekle mükelleftir, neticeler de Allah'ın elindedir. Belli bir sebebi yerine getiren bir kimse ile, onun benzerini yerine getiren bir diğer kimsenin aynı neticelere ulaşması söz konusu değildir. İnsan bazan çalışır, çabalar; bununla birlikte ancak az bir rızik elde edebilir. Bir diğeri ise az bir gayret ile üzerine mal ve servet yağdırılır. Aynı şekilde kimi kul itaat için gayret eder, yorulur, didinir; fakat bu hususta gereken muvaffakiyeti elde edemeyebilir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O gün yüzler vardır ki zelildir. Amel etmiştir, zahmet çekmiştir. Kızgın bir ateşe gireceklerdir." (ei-ĞâSiVe, 88/2-4) İşte bunlar çalışmakla, yorulmakla birlikte akıbetleri kötü olacaktır. Sonuçlan Allah'ın elindedir. O adaletine ve hikmetine binaen amellere bağlı olarak sonuçları ortaya koyar.
Rasûlullah (s.a)'dan şöyle dediği sabit olmuştur: "Adem ile Mûsâ -ikisine de selâm olsun- Rab'leri nezdinde birbirleriyle tartıştılar ve Âdem (getirdiği delil ile) Musa'ya galip geldi. Mûsâ dedi ki: "Sen Allah'ın eliyle yarattığı Âdem'sin. Sana ruhundan üfledi, meleklerini sana secde ettirdi, seni Cen-net'inde yerleştirdi. Sonra da sen işlediğin günahın sebebiyle insanları yeryüzüne indirdin?..." Âdem dedi ki: "Sen de Allah'ın risâleti için ve kelâmı için seçtiği Musa'sın. Sana içinde her şeye dair açıklamanın bulunduğu (Tevrat) levhalarını verdi ve seninle özel bir şekilde konuşmak için seni yaklaştırdı. Sence ben yaratılmadan ne kadar süre önce Allah Tevrat'ı yazmış?" Mûsâ dedi ki: "Kırk yıl önce." Âdem dedi ki: "Peki, sen orada "Ve Âdem Rabbine isyan edip azdı" yazdığını da gördün mü?" Mûsâ: "Evet" deyince, Âdem şöyle dedi: "Yüce Allah'ın benim hakkımda beni yaratmadan kırk sene önce işleyeceğimi yazmış olduğu bir amelim dolayısıyla mı beni kınıyorsun?" Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: "Böylelikle Âdem getirdiği delil ile Musa'yı susturmuş oldu.[27] Bu delille O'nu susturdu; çünkü Cen-net'ten çıkarılması işlediği günahın bir sonucu idi. Sonucu tesbit etmek ise Yüce Allah'tandır. Masiyet ise Âdem'in irâdesi ile meydana gelmişti.
İşte bunlar bu mesele ile alâkalı, onun etrafında dönüp dolaşan, nâsla-rın anlaşılması hususunda yardımcı olacağını gördüğüm ve önemli kabul ettiğim bazı hususlardır. [28]
Kıyametin Alâmetleri:
Peygamber (s.a) bu hadiste Kıyamet Alâmetlerinden iki tanesini söz konusu etmektedir:
1- "Cariyenin efendisini doğurması": Cariyenin kadın efendisini doğurmasından kasıt, kendisine hanımefendilik edecek ve ona sahiplik edecek kadın demektir. Bu hususta ilim adamlarının çeşitli görüşleri vardır. Bazıları şöyledir:
a) Denildiğine göre, çocukların anne-babalarına karşı kötü davranmaları çokça görülecek bir iş olacaktır. O bakımdan çocuk annesine sövmek, dövmek, işlerde kullanmak ve tahkir etmek bakımından efendinin cariyesine davrandığı gibi davranacaktır. Bu, Hafız İbn Hacer'in uygun gördüğü açıklamadır.[29]
b) İbn Receb der ki: "Bu birçok ülkelerin fethedileceğine ve odalık cariyelerin çoğalarak çokça köle olacağına, bu cariyelerin çocuklarının artacağına, sonunda cariye efendisinin kölesi olmakla birlikte, onun çocukları ise kendisine göre efendisi gibi olacağına işarettir. Çünkü efendinin çocuğu efendi konumundadır. Böylelikle cariyeden doğan çocuk, tıpkı onun efendisi ve sahibi konumuna gelecektir.[30]
c) Kimi ilim adamı da şu kanaate meyletmektedir: Um veled (efendisinden çocuk doğurmuş cariye) efendisinin ölümü ile azad olur. Adeta onun çocuğu onu azad eden gibidir. O bakımdan o um veledin azad edilişi, çocuğuna nisbet edilmiştir. Böylelikle o çocuk, annesinin efendisi ve mevlâsı gibi olur.
2- "Çıplak ayaklı, çıplak fakir ve koyun çobanlarının yüksek bina yapmakta birbirleriyle yarışmaları": Çıplak ayaklı ve bedeni üzerinde elbisesi olmayan çıplak ile muhtaç fakirler ile ilgili açıklamalardan kasıt şudur: İnsanların aşağılık ayak takımı, başkan ve lider olacaklar, malları çoğalacak ve Allah'ın kullarına karşı övünmek ve böbürlenmek üzere de yüksek yüksek binalar yapacaklardır.
Kurtubî[31] der ki: "Bundan maksat, çölde yaşayan göçebelerin ortalığı istilâ etmeleri ve zorla ülkeye sahip olmaları sonucu durumun değişeceğine dair haber vermektir. Böylelikle bunların mallan çoğalacak ve bunların bütün gayretleri yüksek binalar yapmaya ve bunlarla övünmeye doğru yönelecektir. Biz bu dönemlerde bunlara tanık olduk.[32]
Cebrail (A.S)'İn Nitelikleri:
O, er-Ruhu'1-Emin'dir (en güvenilir ruh). Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onu (Kur'ân'ı) Rûhu'1-Emîn indirmiştir." (e$-$uara, 26/193) Cebrail (A.S.)'in güvenilir olmakla nitelendirilmesi, Yüce Allah'ın Ona büyük bir tezkiyesidir. Nitekim Yüce Allah O'nun sıfatlarının bazısını şöylece açıklamaktadır: "Şüphe yok ki O, çok şerefli bir elçinin (getirdiği) sözüdür. Büyük bir güç sahibidir. Arş'ın sahibinin yanında büyük bir mevkisi vardır. Hem orada kendisine itaat edilendir, oldukça emindir."(et-Tekvîr, 8i/î9-2i)
Yüce Allah, Cebrail (A.S.)'i güzel yaratılış, gözkamaştırıcı görünüş, kuvvet, şiddetli yakalama ve şiddetli olarak işini yapmakla, Allah nezdinde üstün bir mevkisi bulunmakla nitelendirmiştir. O meleklerin başı, semâvatta emrine itaat edilendir.
Rasûlullah (s.a), kendisini gerçek suretinde iki defa görmüştür. Bir seferinde Peygamber olarak gönderilişinden üç yıl sonra görmüştü. Peygamber (S.A.S.) şöyle buyurmaktadır: "Ben yürümekte iken semâdan bir ses işittim. Bakmak için başımı kaldırdım, Hira'da bana gelen meleğin semâ ile arz arasında bir kürsi üzerinde oturmakta olduğunu gördüm. Bundan dehşete kapılıp geri döndüm ve: "Beni iyice örtünüz, dedim.[33]
Buna Şanı Yüce Rabb'imizin şu buyruğu da tanıklık etmektedir: "Ona çetin kuvvetler sahibi öğretti. O özellikleriyle kâmildir. Hemen doğnıluverdi ve o, en yüksek ufukta idi. Sonra yaklaşıp sarktı. İki yay kadar veya daha da yaklaştı."fen-Necm 53/5-9)
İkinci bir defa ise O'nu İsrâ ve Mi'râc gecesinde görmüştü. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki onu bir diğer inişte görmüştü, Sidretü'l-Müntehâ yanında."(en-Necm, 53/13-14) Resulullah (S.A.S.), onu hilkatinin azameti ile nitelendirmektedir. Abdullah b. Mes'ud'dan, şöyle dediği nakledilmektedir: Rasûlullah (s.a), Cebrail'i gerçek suretinde altıyüz kanadı olduğu halde görmüştür. Bu kanatların her birisi ufuğu kapatmıştı. Kanadından çeşitli renklerde inci ve yakut dökülüyordu.[34]
Yine Resulullah (S.A.S.) şöyle buyurmaktadır: "Ben O'nu semadan inerken, hilkatinin azâmetiyle gök ile yer arasını kapatmış gördüm.[35]
Hadis-İ Şeriften Çıkartılan Bazı Hükümler:
1- İlim adamına bilmediği birşey hakkında soru sorulacak olursa, "bunu bilmiyorum" demesi gerekir. Bu onun mevkiini küçültmez. Aksine, onun dininin sağlamlığına delâlet eder. Âlim bir kişinin yeterli bilgi olmaksızın bütün ilimlerin her bir tarafına dalışlarda bulunması dinine bağlılığının gevşekliğine delâlet eder. Nitekim Said b. Ebi Meryem yoluyla Rasûlullah (s.a)'ın: "Şüphesiz Allah'ın Peygamberi Eyyûb -salât ve selâm O'na- kendisi için bela teşkil eden hastalığı ile onsekiz yıl geçirdi. Sabahlan kendisine uğrayan kardeşlerinden iki adam müstesna, yakın da, uzak da O'ndan uzaklaştı.[36] şeklindeki hadis hakkında muasır ilim adamlarından birisi bu sahih hadis hakkında şöyle demektedir: Hadisin senedini iyice tetkik etme-den (söylenen sözler) Davud'a yalan ve iftiradır. İşte bu gibi şeyleri tetkiksiz söylemek bilmediği hususlara dalmak kabilindendir. Yüce Allah'tan esenlik dileriz.
2- Aynı şekilde hadis-i şerifte öğrenim yollarından birisine de delâlet ^edilmektedir. Bu da soru ve cevap yoludur. O bakımdan davetçi bir kimsenin sahip olduğu bilgileri sunmakta değişik teknik ve usûlleri bilmesi, tek bir üslûp üzere donup kalmaması gerekir. Çünkü aynı üslûbu devam ettirmek onu dinleyenlerin usanması sonucunu verir. Aksine davetçinin ümmet için hayır ihtiva eden yeni her şeyden yararlanması» gerekir. Bu sözleri söyleyişimin sebebi şudur: Bazı kimselerin yeni olan her şeye karşı olumsuz bir tavrı vardır. Halbuki bu yol (soru cevap) en yeni usûllerden ve eğitimciler nezdinde öğretimde pratikte kullanılan en güzel yollardan birisidir,
3- Yine hadiste meleklerin insan suretinde şekillendiklerine dair delil vardır. Kur'ân-ı Kerim'den birtakım naslar da buna tanıklık etmektedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kitapta Meryem'i de an. Hani o kendi ailesinden doğudaki bir yere çekilmişti. Sonra onlarla kendisi arasına bir perde germişti. Derken biz ona ruhumuzu gönderdik de, ona tam bir ademoğlu suretinde görünmüştü."(Meryem, ıwi6-i7) Burada "Ruhumuz" dan kasıt, Cebrail'dir.
Yine Şanı Yüce Allah, meleklerin İbrahim (A.S.)'e insan suretinde geldiklerini ve kendisine durumu bildirinceye kadar onları tanımadığını haber vermektedir. Aynı şekilde melekler Lût (A.S.)'a güzel yüzlü genç delikanlılar suretinde gelmişti. Buna dair deliller pek çoktur.
4- Yine hadis-i şerifte, ihtiyaç duyulmayan şekilde bina yapmanın ve gereksiz yere binaları yükseltmenin mekruh olduğuna delâlet vardır. Birisi kalkıp şöyle diyebilir: "Hadis-i şerifte yüksek bina yapmanın yerildiğine dair açık ve net bir delil yoktur. Sadece bunun Kıyametin yaklaştığının alâmetlerinden birisi olduğu haber verilmektedir." Ancak böyle bir itiraz şu şekilde red olunur: Söylediğimize delil teşkil edecek başka hadisler de vardır. Resu-lullah (S.A.S) şöyle buyurmuştur: "Kulun yaptığı her bir harcama dolayısıyla ecir alması söz konusudur. Bina bundan müstesnadır.[37]
Rasûlullah (s.a)'ın hoşlanmadığı bu durum -Rabb'inin korudukları müstesna- ümmetin içine düştüğü bir hal olmuştur. Müslümanlar bina inşaatında aşırıya gitmeye başladılar. Pek çok malları bu uğurda harcamaya koyuldular. Halbuki evlâ olan, bu malların insanların Allah'a davet edilmesi yolunda harcanması, içinde bulundukları azgınlık ve sapıklıklardan kurtarılması için harcanmasıdir.
5- Yine hadis-i şerifte ilim adamlarının huzuruna fazilet sahibi kimselerle âdil yöneticilerin huzuruna girileceği vakit güzel elbise giyip güzel bir görünüşe ve temizliğe özen göstermenin müstehap oluşuna delil vardır.
6- Hadis-i Şerifte ilim halkalarında oturuşun âdabı da açıklanmaktadır. Cebrail (A.S.) Rashulullah (s.a)'m yakınında oturmuştur. İşte ilim talep eden bir kimsenin ilmi dikkatle belleyebilmesi ve âlimlerin ağzından sağlam bir şekilde ilim öğrenebilmesi için böyle davranması gerekir.
Diğer taraftan, hadis-i şerifte ilim halkalarında oturuşun keyfiyeti de açıklanmaktadır. Cebrail (A.S.) teşehhüdde oturur gibi oturmuş, ellerini bal-' dırları üzerine koymuştu. O bakımdan ilim talep edene ilim talep ettiği sırada zihin ve duygularını bu işe yöneltmesi gerekir ki, ilim adamları ile birlikte oturup kalkmaktan gereği gibi yararlanabilsin.
7- Hadis-i Şerifte gaybı Yüce Allah'tan başka kimsenin bilmediğine delâlet vardır. Bu hakikate Kur'an-ı Kerim'den pek çok naslar da tanıklık etmektedir ki, Yüce Allah'ın şu buyrukları bunlar arasındadır: "De ki: Ben size yanımda Allah'ın hazineleri vardır, demiyorum. Ben gaybı da bilmiyorum. Ben hiç şüphesiz bir meleğim de demiyorum. Ben ancak bana vah-yolunana uyarım. "(ei-En•âm, &50) Resulullah (S.A.S.) Yüce Rabbinin kendisine öğrettiğinden başka gayba dair birşey bilmezdi. Nitekim Yüce Rabb'imiz şöyle buyurmaktadır: "Gaybın anahtarları O'nun yanındadır. Kendisinden başkası bunları bilmez."(ei-En'üm, 6/59) Bir başka yerde de şöyle buyurulmakta-dır: "De ki: Ben kendim için Allah'ın dilediğinden başka ne bir fayda sağlayabilirim, ne de bir zararı önleyebilirim. Eğer ben gaybı bilseydim, elbette daha çok hayır işlerdim ve bana hiçbir fenalık da dokunmazdı. Ben ancak azabın habercisi ve iman edecek bir topluluğu müjdeleyenim."fd-AVâ/, 7/188} İşte bu ve diğer naslardan, kendi imamlarının gaybı bildiğini iddia eden Şia'nın görüşünün tutarsızlığı ortaya çıkmaktadır. Nitekim el-Kâfî'de şöyle denilmektedir:
"İmamlar -onlara selâm olsun- ne zaman öleceklerini bilirler. Onlar ancak kendilerinin tercihleri ile ölürler.[38]
"İmamlar -onlara selâm olsun- bilmek istedikleri vakit bilirler."
Yine el-Kâfî 260'ıncı sahifede şöyle denilmektedir: "İmamlar olmuş ve olacağı bilirler, onlara hiçbir şey de gizli kalmaz.[39]
İslam Dini:
Resulullah -Allah'ın salât ve selâmlan üzerine olsun- Cebrail (A.S.)'in kendisine sorduğu bu sorular ile onlara verdiği cevaplarla, bunların dinin asıl ve kaidelerini teşkil ettiğini açıklamaktadır. Akaid, ibadet, âdâb ve dinin bunların dışında kalan diğer hususları, bunların alt bölümlerini teşkil ederler. İşte bu da bu büyük hadisin önemini açıkça ortaya koyduğu gibi, Nevevî'nin de -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- bu hadisi kırk hadisi arasına almakla Allah'tan büyük bir başarıya mazhar olduğunu göstermektedir. Çünkü O, bu derlemeden din ile ilgili çeşitli hususları kapsamlı bir şekilde ifade eden hadisleri bir araya getirmeyi hedeflemişti. [40]
[1] Müslim, \, 133
Nazım Muhammed Sultan, Ana Çizgileriyle İslam (Nevevi Kırk Hadis Şerhi), Guraba Yayınları: 47-49.
[2] İbn DakîkiVÎd, Şerhu'l-Erbatn en-Neueuiyye, S
[3] el-Vafîfî Şerhi'!-Erbam, 13
[4] Nevevî, Müslim Şerhi, I, 135
[5] Nazım Muhammed Sultan, Ana Çizgileriyle İslam (Nevevi Kırk Hadis Şerhi), Guraba Yayınları: 49.
[6] Lisanu’l-Arab, /II, 293
[7] Müslim
[8] Tirmizî. Muhaddis el-Elbânî bunun sahih olduğunu belirtmiştir. Mişkâtü'l-Mesâbîh, 4839. İleride Yüce Allah'ın izniyle bu hadise dair geniş açıklamalar gelecektir.
[9] Nazım Muhammed Sultan, Ana Çizgileriyle İslam (Nevevi Kırk Hadis Şerhi), Guraba Yayınları: 49-50.
[10] Câmiu'l-Ulûtn, 26
[11] Müslim, i 209
[12] İbn Battal {?-449 h.): Adı Ali b. Halef b. Abdülmelik'tir. el-Leccâm diye bilinir, Endülüs'ün bir şehri olan Kurtuba'dandır. Battal oğulları ise aslen Yemenlidir. Hadis ilminde oldukça yetkilidir. Mâlikî Mezhebindendi. İbn Hacer, Fethu'l-Bârî'de ondan çokça nakillerde bulunur.
[13] Nevevî, Müslim $erki, I, 125
[14] Müslim Şerhi, I, 124
[15] Müs/fm$erhU, 125
[16] Mişkatü'i-Mesâbih, el-Elbânfnin tahkiki ile-, 4749
[17] Cûmiu'l-Viûm, 39
Nazım Muhammed Sultan, Ana Çizgileriyle İslam (Nevevi Kırk Hadis Şerhi), Guraba Yayınları: 50-53.
[18] Ebu Bekr el-Cezâirî, Minhâcu'l-MüsUm
[19] Müellifin işaret ettiği hadisin Abdullah b. Ömer tarafından İrad ediliş sebebi şudur: Yahya b. Ya'mer'den dedi ki: Basra'da kaderden ilk söz eden (yani kaderi reddeden ilk) kişi Ma'bed el-Cühenî idi. Ben, Humeyd b. Abdurrahman el-Himyerî ile birlikte hacca veya umreye gitmek üzere yola koyulduk. Aramızda şöyle dedik: Keşke Rasûlullah (s.a)'ın Ashabından birisi ile karşılaşsak da bu kimselerin kader hakkında söylediklerine dair ona soru sorsak. Derken Abdullah b. Ömer b. el-Hattab ile mescide girerken karşılaştık. Ben ve arkadaşım Onun sağına, soluna geçtik. Birimiz sağ tarafında diğerimiz sol tarafında idî. Arkadaşımın sözü bana bırakacağını zannettiğimden şöyle dedim: Ey Abdurrahman'ın babası, bizim bulunduğumuz yerde Kur'ân-i Kerîm'i okuyan, iyiden İyiye ilim taleb etmeye çalışan insanlar ortaya çıktı... Bunlar kader olmadığını ve (işlerin) ezelden Aliah'ın takdiri söz konusu olmaksızın sonradan ortaya çıktığını ileri sürüyorlar? Abdullah b. Ömer dedi ki: Böy-leleriyle karşılaştığın vakit onlara bildir ki: "Şüphesiz ben onlardan uzağım, onlar da benden uzaktırlar. Abdullah b. Ömer'in, adına yemin ettiği zat (Allah) hakkı için, eğer onlardan birisinin Uhud dağı kadar altını bulunup da onu hak yolda infak edecek olursa, kadere iman edinceye kadar Allah bunu ondan kabul etmez." Sonra dedi ki: "Babam Ömer b. el-Hattab bana anlattı, dedi ki: B"ir gün biz Rasûluliah {s.aj'ın huzurunda bulunuyor iken..." Müslim, İman 1. (Çeviren)
[20] Müslim; Abdullah b. Amr'dan -Allah ikisinden de razı olsun- rivayet etmiştir, V, 509.
[21] Müslim rivayet etmiştir: I, 132, K. el-İman, İsbatu'l-Kader.
Nazım Muhammed Sultan, Ana Çizgileriyle İslam (Nevevi Kırk Hadis Şerhi), Guraba Yayınları: 53-55.
[22] Nazım Muhammed Sultan, Ana Çizgileriyle İslam (Nevevi Kırk Hadis Şerhi), Guraba Yayınları: 55-56.
[23] Nazım Muhammed Sultan, Ana Çizgileriyle İslam (Nevevi Kırk Hadis Şerhi), Guraba Yayınları: 56-57.
[24] Nazım Muhammed Sultan, Ana Çizgileriyle İslam (Nevevi Kırk Hadis Şerhi), Guraba Yayınları: 57-58.
[25] Nazım Muhammed Sultan, Ana Çizgileriyle İslam (Nevevi Kırk Hadis Şerhi), Guraba Yayınları: 58.
[26] Nazım Muhammed Sultan, Ana Çizgileriyle İslam (Nevevi Kırk Hadis Şerhi), Guraba Yayınları: 58.
[27] el-Elbânî, Muhtasaru Sahih-i Müslim, 1842
[28] Nazım Muhammed Sultan, Ana Çizgileriyle İslam (Nevevi Kırk Hadis Şerhi), Guraba Yayınları: 58-59.
[29] Bk. Fethu'l-Bârt, I, 130
[30] Câmiu'l-Ulûmi ue'l-Hikem
[31] Kurtubî (?-671): Adı Muhammed b. Ahmed b. Ebi Bekr b. Ferh'tir. Endülüs'ün ünlü şehri Kurtuba'lıdır. Büyük bir tefsir âlimidir. Mısır'a göç etmiş, Asyût'un kuzeyi İbnü'l-Hasib Minyesi'nde yerleşmiş, orada vefat etmiştir. İlmi eserlerinden bazıları: 1- el-Câmi' H Ahkâmi'i-Kur'ân-. Bu, ilim talebesi olan hiçbir kimsenin onsuz edemeyeceği bir tefsir kitabıdır. 2- et-Tezkire bi Umuri'l-Âhire, 3- ei-Esnâ ft Şerhi Esmâillâhi'l-Hüsnâ.
[32] Fethu'i-Bârî, I, 131
Nazım Muhammed Sultan, Ana Çizgileriyle İslam (Nevevi Kırk Hadis Şerhi), Guraba Yayınları: 59-60.
[33] Buhârî, Bed'ü'i-Vahy, I, 27
[34] İmam Ahmed, Müsned'inde rivayet etmiştir. İbn Kesir bu hadis hakkında, isnadı ceyyiddir, demiştir. et-Bidâye, I, 47
[35] Tirmizî rivayet etmiştir
Nazım Muhammed Sultan, Ana Çizgileriyle İslam (Nevevi Kırk Hadis Şerhi), Guraba Yayınları: 61.
[36] Hadis sahihtir. Bk: ei-EIbânî, es-SUsile, 17
[37] el-Elbânî, el-Camm's-Sahih, 4442
[38] el-Kâfî, 285. Ehi-i Sünnet'e görfe Sahih-i Buhârî ne ise, Şia'ya göre de el-Kâfî odur.
[39] el-Kâfî, 260.
Nazım Muhammed Sultan, Ana Çizgileriyle İslam (Nevevi Kırk Hadis Şerhi), Guraba Yayınları: 62-64.
[40] Nazım Muhammed Sultan, Ana Çizgileriyle İslam (Nevevi Kırk Hadis Şerhi), Guraba Yayınları: 64.