CERH VE TA’DİL SONUCU RAVİLER
Cerh ve ta’dil işlemleri sonucunda raviler genelde iki gruba ayrılmış olurlar:
1) Muaddel: Ta’dil ve tezkiye edilmiş raviler demektir. Bunlar sikat grubunu oluştururlar.
2) Mecruh: Cerhedilmiş ravidir. Bu gruba girenlere zuafa denir.
Yine cerh ve ta’dil sonucu olarak durumları iyice belirginleşmiş olup olmamak bakımından da raviler ik gruba ayrılırlar:
1) Ma’ruf: Şahsı ve hali olumlu veya olumsuz olarak belirmiş olanlardır.
2) Mechul: İki kısma ayrılır.
a) Mechulu’l-ayn: Sadece bir ravinin kendisinden hadis rivayet ettiği kişi. Böylesi ravinin rivayeti kabul edilmez.
b) Mechulu’l-hal (mestur): Zahiri ve batıni nitelikleri bilinmeyen iki veya daha çok kişinin kendisinden hadis rivayet ettiği ve fakat güvenilir olduğu belirtilmeyen ravidir. Böylesi ravilerin rivayeti araştırmaya bağlı olarak kabul veya reddedilir.[1]
Gerek cerhte ve gerekse ta'dilde alimler aynı mizaçla hareket etmemişlerdir. Bir kısmı mütesâhil (fazla gevşek), bir kısmı da müteşeddid (çok sıkı) davranmıştır. Râvilerin tevsîki hususundaki ihtilafın bir kısmı buradan gelir. Zira mütesâhil olanın, cerhi mucib görmediği veya hafif bir cerh sebebi kabul ettiği kusuru, müteşeddid olan, ciddî bir kusur kabul edip râviye yüklenebilir.
Bu ikisinin dışında mutavassıt denen ifrat ve tefrîtten kaçınan bir üçüncü grup daha vardır.
Bilhassa muhtelefun fih raviler hakkında verilecek hükmün tesbîtinde bu hususun iyi bilinmesi, cârihlerin mizaçlarının da nazar-ı dikkate alınması gerekir. Müteşeddidlerin sika addettiği ravinin sikalığına kesin gözüyle bakılabilirse de zayıf addeddikleri hakkında, hemen onlara kapılmayıp, öbürleri ne demiş araştırmak gerekir. Eğer, öyle bir râviyi cerh ve ta'dîl üstadlarından hiç kimse sika kabul etmemişse zayıf demektir. Tevsîk edeni de varsa müteşeddid'in hükmüyle acele etmeyip, araştırmaya devam etmek gerekir. Bu noktada cerh sebeplerinin bilinmesi çok işe yarar. İşte bunun için olacak ki âlimlerimiz cerh sebebinin açıklanması üzerinde ısrar etmişler, mübhem cerh'in kabul edilmeyeceği prensibini ittifakla benimsemişlerdir. Nesaî, Ebu Davud, Ahmed İbnu Hanbel gibi ehl-i hadîs'in, terkinde ittifak edilmeyen râvilerin hadîsini kabul etmeyi prensip edinmeleri bu noktada mânidardır.
Bu hususta Suyûti şu açıklamayı sunar: "Raviler hakkında cerh ve ta'dilde bulunanların her tabakasında müteşeddid de eksik değildir, mutavassıt da.
Birinci tabaka'da Şu'be ve Süfyân-ı Sevrî var. Şu'be, Süfyân'dan eşed'dir; (daha şiddetlidir).
İkinci tabaka'da Yahya'l-Kattân ve Abdurrahman İbnu'l-Mehdî var. Yahya, Abdurrahman'dan eşeddir.
Üçüncü tabaka'da Yahya İbnu Ma'în ve Ahmed İbnu Hanbel var. Yahya, Ahmed'den eşed'dir.
Dördüncü tabaka'da Ebu Hâtim ve Buhârî var. Ebu Hâtim, Buhârî'den eşeddir.
Bu hususla ilgili olarak Nesâî şöyle demiştir: "Bana göre, bir râvi, terkedilmesi için hepsi icma etmedikçe, terkedilmemelidir. Sözgelimi bir râviyi İbnu Mehdî tevsîk ettiği halde Yahya'l-Kattân taz'îf etmişse, Yahya'nın bilinen teşeddüdü sebebiyle râvi terkedilmemelidir"[2].
Cerh ve ta'dîl meselesinde Tirmizi ile Hâkim en-Neysâburî mütesâhil, Dârakutnî ile İbn-i Adiyy de mutavassıt olanlardan sayılır.
Müteşeddidler meyanında yukarıda Suyûtî'nin saydıkları dışında Nesâî, İbnu'l-Kattân, İbnu Hibbân, İbnu Hazm, vs. başkaları da var. Böyle birçokları cerhte aşırılıkları ve taannütleriyle meşhurdurlar. Bunların bilhassa teferrüd ettikleri cerhleri iyi düşünmek gerekir. Zehebî, Mizan'da bir çok râvinin haksız yere cerhedildiğini ifade ederken her seferinde İbnu Hibbân'a çatar ve "Ölçüyü bu zat hakkında da kaçırdı", "...âdeti üzere burda da haddini aşarak... demek cüretini gösterdi" vs. der. İbnu Hacer de bazıları hakkında ölçüyü kaçırdığını belirtmek için: "İbnu Hibban bazan sika'yı da cerheder, öyle ki ağzından çıkanın ne olduğunu bilmez" der.
Zehebî, İbnu'l-Kattân'ın ölçüsüzlüğüne de zaman zaman parmak basar. Hişâm İbnu Urve'yi anlatırken Mîzan'da, Hişâm'ın sika olduğunu belirttikten sonra şunları söyler: "Ebu'l-Hasan İbnu'l-Kattân'ın: "Hişâm ve Süheyl İbnu Ebî Sâlih, hayatlarının sonunda muhtalıt oldular" şeklindeki sözünün hiçbir değeri yoktur. Evet imam biraz değişmiş, hafızası gençliğindeki keskinliği muhafaza edememiş ve ezberlediklerinden bazısını unutmuş ise ne olmuş? İnsan unutmaktan mâsum mu sanki? Hişam ömrünün sonunda Irak'a gelince bildiklerinden büyük bir kısmını rivâyet etti. Bu esnada az miktarda hadisi tam olarak takdis edemedi. Bu kadarcık yanılma, İmam Mâlik, Şu'be, Vekî' gibi büyük sika'ların başına da gelmiştir. Körlüğü bırak da sika imamları, zayıf ve acizlerle karıştırmaktan vazgeç. Hişam Şeyhülislâmdır. Ey İbnu'l-Kattân, Allah, sana karşı bize sabr-ı cemîl versin!"
Mevzumuzun bütünlüğü için Sehâvî'nin Fethu'l-Muğis'te Zehebî'den nakli esas alarak sunduğu bir açıklamayı kaydedeceğiz."
Zehebî, ricali cerh ve ta'dil eden ulemayı üç kısma ayırmıştır:
1- İbnu Mâin ve Ebu Hâtim er-Razi gibi râvilerin hepsini ele alanlar,
2- İmam Mâlik ve Şube b. El-Haccac gibi râvilerin çoğunu ele alanlar,
3- İbnu Uyeyne ve İmam Şâfiî gibi bazı ravileri ele alanlar.
Bunların hepsi üç kısımdır:
Birinci Kısım: Cerhte aşırı, ta'dîlde titiz olanlar. Bunlar raviyi iki üç hatası sebebiyle bile cerhederler. Bu gruba girenlerden biri, bir şahsı tevsîk etti mi onun sözüne dört elle sarıl, tevsîkine itimat et, uy. Amma birini taz'îf edince, bu taz'îfde başkası ona muvafakat ediyor mu araştır, eğer uyuyorsa ve bunu bu meselenin ehillerinden hiç biri tevsîk etmiyorsa, o şahıs zayıf demektir. Biri tevsîk etmiş ise, işte bu, "cerh müfesser olmadıkça kabul edilmez" sözü kendisi için söylenmiş bir kimsedir. Yani, bir kimse farzedelim ki mesela İbnu Maîn, ona, sebebini beyan etmeden "zayıftır" demiş olsun sonra da Buhârî veya bir başkası bu şahsı tevsîk etmiş bulunsun. İşte bu durumda İbnu Maîn'in sözü geçersizdir". Böyle bir râvinin rivâyetinin sahîh veya zayıf addedilmesinde ihtilâf edilir. Bu noktada, cerh ve ta'dîl ilminin büyük otoritesi olan Zehebî şunu söyler: "Bu ilmin ulemasından iki tanesi zayıf bir raviyi "sîka" addetmede veya sika bir râviyi "zayıf" saymada birleşmemişlerdir..."
İkinci Kısım: Müsâmahakâr olanlar Tirmizî ve Hâkim gibi"..Sehâvî, İbnu Hazm'ı da buraya ilave eder ve der ki: "Çünkü o, Tirmizî, Ebu'l-Kâsım el-Bagavî, İsmail İbnu Muhammed es-Saffâr, Ebu'l-Abbâs el-Esamm vs. meşhurlara "meçhul" demiştir". (İbnu Hazm, İbnu Mâce'ye de "meçhul" demiştir).
Üçüncü Kısım: Mu'tedil olanlar. Ahmed İbnu Hanbel, Darakutnî, İbnu Adiy gibi."[3]
Dikkat 1: Cerh'de aşırılık bazılarında bütün râvilere karşı olmayıp, belli mezhep, belli bölge mensuplarına karşıdır. Bu çeşit cerhi daha kolay değerlendirmek mümkündür.
Mesela İbnu Hacer: "Cûzecânî'nin, Kûfîler hakkındaki cerhi muteber değildir" der.
Keza Zehebî'nin de te'liflerinde Sûfilere ve velîlere karşı cerhte aşırı gittiği, böyleleri hakkındaki onun cerhlerine mutavassıt büyüklerin cerhi refâkat etmedikçe kabul edilmeyeceği, başta Tâcüddin Sübkî olmak üzere bir kısım alimlerce ifâde edilmiştir. İbnu Teymiyye'nin de Sûfilere karşı amansızlığı mâlumdur.
Dikkat 2: Bir kısım muhaddis de, bâzı râvileri cerhederken onların rivâyet ettiği hadîslere karşı teşeddüt ve taannüt'e düşmüşlerdir. Bunlar râvide gördükleri basit bir iki kusur veya bir başka hadîse karşı muhâlefeti sebebiyle hadîs hakkında "mevzu" hükmünü vermekte çok acele davranmışlardır. Mühimlerini bilmekte fayda var:
1- İbnu'l-Cevzi, el-Mevzû'âtu'l-Kübra ile el-İlelü'l-Mütenâhiye fi'l-Ehâdîsi'l-Vâhiye de bu davranışıyla meşhurdur.
2- Ömer İbnu Bedr el-Mevsılî, Risâletün fi'l-Mevzû'ât'ıyla meşhurdur.
3- er-Radıyyu's-Sağânî el-Lüğavî, el-Mevduât'ında.
4- el-Cûzecânî, Kitabu'l-Ebâtîl'de.
5- İbnu Teymiyye el-Harrânî "Minhâcu's-Sünne'de.
6- Mecdüddîn Fîruzâbâdî el-Lügavî el-Kâmus ve Sifrü's-Se'âde vs. eserlerinde.[4]
İhtar: Her müslüman şunu bilmeli ki, eserleriyle şöhret yapmış, ismi duyulmuş bir çok kimseler bile bir kısım meselelerde ifrat ve tefrîtten kendilerini koruyamamışlardır. Bu sebeple Ashab hakkında, Selef büyükleri hakkında hadîs ve sünnete ittiba konularında İslâmî vicdanımıza uymayan şeyler işitince tahkîk etmeden kabullenmemeli, ilmiyle âmil, diyâneti tam âlimlerin fikrini almadan kesin hükme gitmemek en selâmetli yoldur. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), mü'minin ferâset sahibi olduğunu belirtir. Şu halde karşısına getirilen bir mesele, işittiği bir söz ferasetine çarpmış, içinde bir burukluk, bir tuhaflık doğurmuş, itirâza sevketmişse behemahal tevakkuf edip araştırmalı, güvenilir kişilere ve kitaplara başvurmalıdır.
Bilinmelidir ki, neticede şu noktalara getirici her fikir batıldır; ne kadar aklî (!) ve dinî(!) bir çerçeve ile sunulsa da bunda bir bit yeniği vardır, kuşku ile karşılanmalıdır:
1- Kur'an ve sünnet arasında ayırım yapıp sünneti hafife almak.
2- Sünnet'e ittibayı hafife almak, küçümsemek,
3- Ashab-ı Kirâm'a, selef büyüklerine, mezhep imamlarına hürmeti kırmak, onlara saygısızlık ifade etmek.
4- Müslümanlar arasına husumet sokmak, ırkî, coğrafî, târihî farklılıkları, mezhep farklılıklarını büyütüp arayı açmak, düşmanca hisler, duygular uyandırmak.
5- Din hizmeti veren ekiplere, gruplara karşı istihza, alay, küçümseme, düşmanlık hisleri telkin etmek.
6- Müslümanların geleceği hakkında ümidsizlik ve yeis vermek.
7- Gayr-ı İslâmi değerlere kıymet vermek, tebcil etmek, bunların ehemmiyeti, İslâmîliği hususunda dinden delil getirmek. Sözgelimi Batı'nın din yerine dikmeye çalıştığı hümanizm, laisizm, demokrasi, hürriyet gibi, kullanana göre farklı mânâ ve tatbikata mazhar mefhumlar ve bunlara bağlı değerler gibi. Bunların din adına tebcîli dine ihanettir.[5]
Sened ve Metin Tenkidi:
Hz. Peygamber’in sözleri, filleri, takrirleri ve ona ait sıfatlardan ibaret olan hadislerin sağlam bir şekilde tesbit ve nakledilebilmesi için müslüman alimler bir takım kaideler ortaya koymuşlardır. Bu kaidelerin başında sened ve isnad gelir. Ayrıca mevzu hadisler bölümünde söz konusu edildiği üzere bilhassa hicri birinci asırdan itibaren birçok hadisler uydurulmuş, aslı ve gerçek hadislerle ilgisi olmayan sayısız söz hadis diye rivayet edilir olmuştur. Bunları asıl hadislerden ayırmak zamanla bir mesele haline gelmiştir. Bu durum karşısında İslam alimleri cerh ve ta’dil kaidelerini kullanarak sened tenkidi yaptıkları gibi hadis metinlerini de ayrıca tenkide tabi tutmuşlardır. Böylece gerçekten Hz. Peygamber’e ait olan hadislerle sonradan uydurulanları ayıracak temel ölçüler elde edilmiştir. Bu temel ölçülerden burada kısaca bahsetmek yerinde olacaktır. [6]
a) Sahih Hadislerin Özellikleri:
Gerçekten Hz. Peygamber’e ait olan bir sahih hadis, sahih hadisin tarifinde görülen özelliklerden başka şu özelliklere sahiptir.
1) Kur’an-ı Kerim’e uygundur.
2) Genel İslami prensip ve esaslara uygundur.
3) Akıl prensiplerine uygundur.
4) Müsbet ilmin verilerine ters düşmez.
5) İlmi gerçeklere, tarihi olaylara ters düşmez.
6) Metin ve ifadesi gün ışığı gibi parlaktır. Öyleki, insanın aklına “Bunu Hz. Peygamber söylemiş olabilir mi?” gibi bir şüphe ve tereddüt gelmeyecek şekilde açık ve seçiktir.
7) Toplumun ahlak kurallarına uyar.
8) Muteber ve sağlam kaynaklarda yer alır.
Bu özellikleri taşıyan hadisler başka bir kusuru yoksa ilk bakışta sahih ve Hz. Peygamber’e ait kabul edilirler. [7]
b) Hadiste Zayıflık Alametleri:
Sahih veya hasen olmayan hadisler zayıf sayılırlar. Zayıf hadislerde sahih hadislerdeki özelliklere rastlanmaz. Bununla birlikte bir hadisin zayıf olduğunu ortaya çıkaran belli başlı ölçüler şunlardır:
1) Zayıf hadislerin çoğu senedinde veya ravilerinde bulunan bir kusur yüzünden zayıf olandır. Öyle ise zayıf hadisin senedini teşkil eden ravilerde adalet veya zabt kusuru vardır.
2) Senedi kopuktur. Bir veya iki yerinde atlama vardır.
3) Ravisi meçhuldür veya müphem bir şekilde söylenmiştir.
4) Sahih ve sağlam rivayetlere aykırıdır.
5) Ravisi tektir. Yani birçok kimsenin bilmesi lazım gelen bir konuyu bir ravi haber vermiştir.
6) Sözlerinde Hz. Peygamber’in sözlerindeki ahenk ve açıklık yoktur.
c) Mevzu Hadislerin Özellikleri:
Uydurma hadisleri belli eden temel ölçüler metin tenkidinde büyük önem taşırlar. Bir hadis metni söz gelişi akla aykırı ise veya tarihi olaylarla uyuşmuyorsa uydurma olabilir. Bu bakımdan sahih sayılmasına engel teşkil eder. Böylece mevzu hadisleri tanımaya yol açan özellikler metin tenkidinde yardımcı bir rol oynamış olurlar. [9]
Cerh Ve Ta'dîl
Tarîf:
Cerh: Sözlükte yaralamak ve sövmek mânasında kullanılır.
Hadîs usûlünde bir terim olarak mânası: “Hafız ve mütahassis bir hadîs bilgininin; günahkârlık, tedlîs, yalancılık... gibi bazı sebeplerle, bir ravînin rivayetini reddetmesidir.”
Ta'dîl: Sözlükte yaralamak ve sözmek mânasında kullanılır. mânalarından alınarak bu ilimde; “Bir râvîyi, rivayeti kabul olunacak şekilde vasıflandırmak, böyle olduğunu açıklamak” mânasını ifade eder.[10]
Hüküm Ve Târihçe:
Tirmizî, “Kitâbu'1-ilel” inde der ki: “Hadisle meşgul olanların birbirini cerhetmesi, müslümanların iyiliğini istediklerinden ileri gelir. Yoksa, bunların müslümanlara sövmeyi veya onların gıybetlerini yapmayı kastettikleri düşünülemez. Bunlar, dokunulmaya lâyık gördükleri kimselerin zayıf (itimada lâyık değil) olduklarını bildirmek ve tanıtmak için böyle yapmışlardır. Çünkü böyle olan râvîler ya bid'atçı, ya yalancı veya dikkatsiz ve çok hatalıdırlar. Cerh ve ta'dîl imamları (mütehassısları), dinlerini sevdikleri ve onu korumak istedikleri için bunların durumlarını açıklamak istemişlerdir. Çünkü din konusunda şâhidlerin ve nâkillerin durumlarını incelemek ve ihtiyatlı hareket etmek, hukuk ve mal konusundaki şehadeti incelemekten daha önemlidir.”
Rasûl-i Ekrem (s.a.) den sonra bazı sahâbîler arasında meydana gelen siyasî anlaşmazlıklar, bunların çevresinde taraftarların toplanmasına ve bu taraftarların bazı zamanlarda hissi hareket etmelerine sebep olmuştur. Daha sonra bir çok itikaadî sapık mezhepler de doğmuş, bazı kimseler bu olayların tesiri altında hadîs uydurmaya kalkışmışlardır.
İslâm dinini, Rasûl-i-Ekrem (s.a.) in tebliğ edip öğrettiği gibi korumak, onun asıl mahiyet ve çehresini değiştirme çabalarını önlemek vazifesini üzerine almış olan İslâm bilginleri, bu sebeple gözlerini dört açmışlar ve zarurî olarak, bütün haberleri inceden inceye tetkik etmiş, sahih olmayanları olanlardan ayırmış, bu arada bazı râvîlerin kötü hallerini de müslümanları sakındırmak için ortaya koymuşlardır.
Zamanlarında az çok hadîs rivayetiyle meşhur olup, rivayetleri kitaplara geçmiş bütün insanlar, teker teker incelenmiş, güvenilir olanlar olmayanlardan ayırd edilmiştir.
Bu gaye ile yazılmış eserlerde, yakın olarak yirmi bin kadar insanın isim ve kıymet ölçüleri tesbit edilmiştir.
Dördüncü hicret asrından sonra, bu konuda söylenecek söylenmiş ve hadîsler tamamen kitaplara geçmiş, nüshaları yayılmış, ağızdan ağıza ve ezberleme yoluyla da koruma tedbirleri alınmış olduğundan, artık uydurma ihtimali ortadan kalkmış gibiydi. Bu sebeple bu tarihlerden sonra cerh ve ta'dîl konusuna o kadar önem verilmemiştir.[11]
Dinimizi ancak güvendiğimiz kimselerden öğrenmemiz gerektiğini bildiren ve her duyduğumuza körü körüne inanmayıp incelememizi emreden âyet ve hadîslere uyarak, daha sahabe devrinde bu inceleme ve tenkîd (nakdu'r-ricâl = ) işine girişilmiş, ikinci asır sonlarına doğru; cerh ve ta'dîl, râviler tarihi konularında kitaplar yazılmaya başlanmıştır. (Hadîs'in tarihçesi bahsine bakınız.)[12]
Tenkitçilerin Dereceleri:
Râvîlerin güvenilir, sözlerine ve nakillerine inanılır olup olmadığını, belli metodlarla inceleyen kimseler, aynı seviye ve tutumda değillerdir. Zehebî titizlik bakımından bunları üç kısma ayırmıştır:
1- Bir kimseyi ta'dîl (mevsuk ve güvenilir olduğunu ifade) hususunda son derece titizlik gösteren, iki üç hatadan dolayı derhal râviyi cerhedenler.
Zehebî der ki: “Bunlar bir kimseyi mevsuk gösterirlerse onu derhal kabul ediniz. Fakat zayıf dediklerini öyle kabul etmeden önce, başkalarının da bu görüşe katılıp katılmadıklarını inceleyiniz. Eğer hiçbir kimse aksini iddia etmemişse zayıf (güvenilemez, rivayeti alınamaz) kabul ediniz. Eğer başkaları, bahis konusu râvîyi iyi göstermişlerse, birincinin sebep göstermeden yalnız cerhetmesi kabul edilemez...”
Ebû Hâtim, onun oğlu (İbn Ebî Hâtim), Nesâî, Şu'be, Îbnu'l-Kâttân, İbn Maîn bu kısma girerler.
2- Bilhassa cerh konusunda müsamaha gösterip, başkalarının cerhe sebep olarak kabul ettikleri bazı vasıfları böyle kabul etmeyenler: Durumu örtük (mestur) olanı... ta'dîl gibi.
Tirmizî, Hâkim, Bezzâr, Tabarânî, Tahâvî, İbn Hazm...bu kısma girerler. Bazan bu müsamaha, tam araştırmanın eksikliği yüzünden olur. Nitekim İbn Hazm'ın böyle davranışlarını onun bilgisizliğine vermişlerdir.[13]
3- Tam mânasıyle inceleyen, fakat aşırı derecede titizlik göstermeyen mu'tedil eleştiriciler, Ahmed b. Hanbel, Dârakutniyy ve İbn Adiyy bunlar arasında yer alır.[14]
Tenkitçilerin Vasıfları:
Râvileri eleştirmek kolay bir iş değildir. Çünkü bu işi yapacak olanların:
a) Rivayet edilen haberleri, geçmiş râvîleri ve rivayet yollarını, râvîlerin gayelerini; onları, yalanı küçümsemek, yanılmak gibi sonuçlara sevkeden sebepleri...
b) Râvînin ne zaman, hangi yerde doğduğunu; dindarlık, emanet duygusu, akıl, yüksek ahlâk ve dikkat bakımlarından durumunu...
c) Tahsile ne zaman başladığını, ne zaman, nasıl ve kimlerle beraber hadîsi duyup aldığını ve nasıl yazdığını...
d) Râvînin şeyhlerinin (hocalarının) durumlarını, yerlerini, vefat tarihlerini, hadîs naklettikleri zamanı ve âdetlerini (metodlarını)...
e) Bu üstadlardan, başka kimlerin hadîs aldıklarını... bilmesi ve incelediği râvinin hadîsleriyle bunlarınkini karşılaştırması...
f) Bütün bunlarla beraber; uyanık, anlayışlı, zeki, nefsine ve hislerine hâkim bulunması; müsbet veya menfî duygularının tesiri altında kalmaması, incelemeyi son haddine vardırıncaya kadar zayıf kanâat ve peşin hükümden uzak kalması gereklidir.[15]
Cerh Ve Tadil Kaideleri
1- Cerh ve ta'dîl, yukarda geçen bilgilen edinmiş, ehliyetli kişiler tarafından yapılır. Tam bir araştırma sonucu hüküm verilir. Yarım yamalak araştırmalarla, delilsiz hükümler kabul olunmaz.
2- Çoğunluğun kabulüne göre, ehliyetli kişinin yaptığı ta'dil, sebepleri açıklanmamış da olsa kabul edilir. Ancak, cerh, sebebi açıklanmadan kabul edilemez. Fakat cârih ehliyetli ise sözü dikkate alınmalıdır.
Çünkü, bir insanın müsbet vasıflarını saymak uzun sürer ve güçtür. Halbuki, bu bahisten sonra göreceğimiz ta'n (cerh, itibardan düşürme) noktaları mahduttur. Bunlardan birini söylemek bile yeterli olabilir.[16]
3- Cerh olsun ta'dîl olsun bir nevi hükümdür. Bunu yapan hâkim durumundadır. Nasıl hâkim tek olursa, bunları yapanın da bir kişi olması yeterlidir.
Bazı kimseler, cerh ve ta'dîli şahitliğe benzeterek, en az iki kişi olması gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Halbuki bununla şahitlik arasında yirmi kadar fark vardır.[17]
4- Bir râvî hakkında, müsbet ve menfî iki görüş varsa bakılır: Ta'dîl edenler, karşı tarafın cerh sebebini ele alır ve makûl bir şekilde çürütürlerse (meselâ sonradan tevbe ettiğini ve iyi olduğunu isbat gibi) bunların sözleri kabul edilir. Bu durumda cerh sebebi “yalancılık” olmamalıdır.
Aksi halde, cerhedenlerin görüşü alınır.
5- Mu'temed (kendisine güvenilir) bir râvînin, isim söylemeden “Bana mutemed birisi haber verdi...” demesi, bu üstadını ta'dîl için yeterli değildir. İsim söylemesi gerekir. Çünkü onun bilmediği bir cerh noktasını başkası bilebilir.
6- Makbul (adl ve sika) bir kimsenin, isim vererek birinden rivayette bulunması, onu ta'dîl ettiğini ifade etmez. Çünkü adl olan bir kimse, böyle olmayandan -çeşitli sebeplerle- rivayette bulunabilir. Nitekim, Süfyânü's-Sevrî, Kelbî'den rivayeti menetmesi üzerine:
“Sen de ondan rivayet ediyorsun ya!” diye itiraza uğrayınca,
“Ben onun, doğru ve yalan rivayetlerini bilirim!” demiştir.
7- Bilgin bir muhaddisin, rivayet ettiği hadîsle amel edip, ona göre fetva vermesi, o hadîsin sahîh ve râvîlerinin âdil olduklarını göstermez.
Zira, ona yakın başka hadîsler de bulunduğu için veya başka delillerle kuvvet bulduğundan mezkûr hadîsle amel etmiş olabileceği gibi, sahih olduğu halde bazı engellerden dolayı bir hadîsle amel etmedikleri de olabilir.
Meselâ İmam Malik: “Ayrılmadıkları müddetçe alıcı ve satıcı –caymakta- serbestirler.” hadîsini rivayet ettiği halde, Medînelilerin tatbikatına bakarak böyle bir serbestliği kabul etmemiştir.
8- Şahsı veya durumu bilinmeyen [18] kimselerin rivayetleri kabul edilmez.
9- Bilgili köle ve kadının ta'dîlleri makbuldür. Aksini iddia edenlere karşı; Rasûl-i Ekrem (s.a.) in, “ifk = iftira” olayında, Hz. Âişe'nin durumunu, Berîre'den sormuş ve tezkiyesini almış, olduğu ileri sürülmüştür.
10- Şahsı (aynı) ve adaleti belli olup, yalnız ismi veya soyu bilinmeyen râvînin söz ve nakli delil olarak kabul edilir.
11- Bir sika, başka bir sikadan bir hadis rivayet ettikten sonra üstad (buna asıl da denir) kesin olarak: “Ben bunu ona nakletmedim.” veya: “Yalan söylüyor.” gibi bir ifade ile hadisi kabul etmezse, bu rivayet reddedilir.
Ancak:
a) Rivayet edenin (buna fer' de denir) bundan dolayı cerhedilmiş olması gerekmez. Zira, o da üstadını yalanlıyor demektir. Böyle iki dâva karşılaşır ve çelişirse ikisi de düşer.
b) Bu durum fer'in aynı asıldan yaptığı diğer rivayetlere zarar vermez ve dokunmaz. Çünkü fer' sikadır ve asıl, yalnız bu rivayeti kabul etmemektedir.
c) Asıl, kesin olarak değil de zanna dayanarak “söylemedim sanıyorum” gibi bir sözle rivayeti kabul etmezse, bu rivayet -ittifakla- reddedilmez.
12- Adl olan bir râvî, yine böyle olan iki isim vererek: “Filân yahut falan bana haber verdi” dediğinde bu haber makbuldür. Çünkü, hangisinden rivayet etmiş bulunsa -her ikisi de güvenilir olduğu için- muteberdir.
13- Bid'at sahibinin rivayeti.[19]
14- Fıskından (Allah emirlerine aykırı davranışından) tevbe ettiği anlaşılan kimsenin rivayeti -eğer bu fısk hadiste yalancılık değilse- kabul edilir.
15- Bir kimse, bir hadîsi, rivayet ettikten sonra unutursa, bu hadîs bize sika bir râvî tarafından nakledilmişse kabul edilir. Ancak hanefîler:
“Madem ki üstad unutmuş, ikincide de bazı yerlerini unutma durumu olabilir diyerek böyle hadîsi kabul etmezler.
Kabul edenler ise, bir çok büyük muhaddislerin, bazan böyle rivayet ettiklerini unutmuş olduklarını ileri sürüyorlar. Nitekim İmam Şafiî'nin unuttuğu bir kıssayı, talebesi Muhammed b. el-Hakem kendisinden rivayet etmiş, o da önce inkâr etmiş fakat sonra hatırlamıştır.[20]
16- Hadîs öğretimi ve naklinden dolayı ücret alan kimsenin rivayetinin kabulü konusunda ihtilâf vardır. Bazılarına göre kabul edilmez; Ahmed b. Hanbel bu görüş taraftarlarındandır.
Bir kısım muhaddislere göre ise -bilhassa bu yüzden başka işle meşgul olamıyan râvî için- ücret almak zaruri olarak caiz bulunduğundan, rivayeti de makbuldür. Buhârî'nin üstadlarından Ebû Nuaym Fadl b. Dükeyn de bu görüşü savunanlardandır.
17- Hadîs dinlerken (öğrenirken) veya dinletirken (öğretirken) işi mühimsemeyen ve dikkatsizlik gösteren kimsenin de rivayeti alınmaz. Bu duruma bazı örnekler:
a) Hadîsi dinlerken veya kendi rivayeti olan bir hadîs, talebesi tarafından okunurken uyuklamak.
b) Kendisinin veya üstadının (şeyhinin) asıl nüshasıyla karşılaştırılmamış bir kitaptan rivayette bulunmak.
c) “Şu hadîs seninmiş” diye telkin yapıldığında, incelemden “evet” demek.
d) Çok yanılmak ve güvenilir üstadlarınkine aykırı rivayetlerde bulunmak...
18- a) Ergenlik çağma gelmiş bir müslümanın, çocukluğunda duyup öğrendiği şeyleri rivayeti kabul edilebilir. Hasan, Hüseyin, İbn-Abbâs... (r.a.) gibi zatların kabul edilmiş böyle rivayetleri vardır.
b) Bir müslüman, İslâmı kabul etmeden önce öğrendiği şeyi, rivayet ederse kabul edilir. Çünkü, o halinde duyup öğrenmesine bir engel olmadığı gibi, rivayet halindeki imanı da ona gereken ihtiyatı temin eder.[21]
Ta'n Noktaları
Bundan önceki kısımda “cerh” i anlatırken, bunun; “belli sebeplerden dolayı râvînin rivayetini kabul etmemekten ibaret” olduğunu öğrenmiştik. Hem râvînin manevî değerini düşüren hem de rivayetini zayıflatan bu sebepler metâin adını alır ve beşi adalet, beşi de zabt vasıflarıyla ilgili olmak üzre on adet olarak tesbit edilmiştir.
Adaletle ilgili olanlar:
1- Râvînin hadîs konusunda yalancılığı,
2- Râvînin yalancılıkla ittiham edilmesi,
3- Râvînin, din emirlerine uymaması,
4- Râvînin meçhul olması,
5- Râvînin bid'atçı olması.
Zabt'la ilgili olanlar:
1- Çok dikkatsizlik,
2- Çok yanılma,
3- Sika (mutemed) râvîlere muhalefet,
4- Vehim,
5- Hafıza bozukluğu.
Bu cerh sebepleri (metâi'n) nin hepsi aynı derecede değildir. Hadîs usûlündeki mânâlarını genişçe açıklarken, önem sırasına göre yürünecek, aynı zamanda bu kusurları taşıyan rivayetlerin (hadîslerin) çeşitleri de gösterilecektir.
Açıklama:
1- Yalan (Kizbu’r-Ravi):
Burada “yalan” dan kastedilen; bir kimsenin, Peygamberimiz (s.a.)in söylemediği bir sözü “o dedi” diye rivayet etmesidir.
Bu hareketin yalnız haram değil, aynı zamanda yapanı dininden edecek kadar ağır olduğunu ileri sürenler vardır.
Böyle rivayetlere “mevzu”ve “muhtalak”[22] denir.
2- Râvînin yalancılıkla töhmetli bulunması (İttihamu’r-Ravi Bi’l-Kizb):
Râvînin, hadîs diye uydurduğu sözleri rivayet ettiği belli olmamakla beraber, başka konularda yalancılık ettiği ortaya çıkarsa buna yakardaki isim verilir.
Böyle bir kimse, alışkanlığı dolayısıyle, hadîs konusunda da yalancılık edebileceği için, rivayet ettiği hadîsler kabul edilmez ve bu hadîslere “metruk” veya “matrûh” denir.
3- Çok yanılmak (Kesretü’l-Ğalat):
Her insan yanılabilir. Ancak, bir râvînin yanılması isabetinden çok veya ikisi eşit ise, bu râvînin rivayeti kabul edilmez.
4- Dikkatsizlik (Fartu’l-Ğafle):
Dikkat isteyen noktalarda sık sık dikkatsizlik gösteren râvînin rivayeti de makbul değildir.
5- Günahkârlık (Fısku’r-Ravi):
İslâmın, yapmak veya bırakmakla ilgili bir emrini yerine getirmeyen mümine “fâsık” denir.
Bir hadîsin râvîlerinde, bu üç kusurdan birisi bulunursa bu hadîs “münker” adını alır.[23]
6- Vehim:
İsnadda, metinde veya cerh-ta'dîl konusunda doğru zannıyle bazı hatalarda bulunmaktır. Bu hatayı taşıyan hadîslere “muallel” denir.
“Allah sizden, cahiliyyedeki kibir huyunuzu giderdi.” hadîsini, İbn Mürdeveyh rivayet ederken, senedde “Mûsâ b. Ukbe” diyecek yerde “Mûsâ b. Ubeyde” diyor. İkinci zât sika olmadığı için hadîs -aslında ve başka yollardan sahîh olduğu halde- bu yoldan muallel oluyor.
7- Sika râvîlerinkinden farklı rivayet etmek (Muhalefetüs-Sikat):
Zayıf bir râvînin sikaya, yahut, sika râvînin kendisinden daha sika olana muhalif (farklı) rivayet etmesidir. Böyle hadîsler de “münker”, “müdrec”, “maklûb”, “muztarib, “musahhaf”, “muharraf” hadîslerden birisi olabilir.
8- Râvîyi bilmemek (Cehaletü’r-Ravi):
Râvînin ya kendisinin (zâtının) veya cerh ve ta'dîl bakımından hâlinin bilinmemesidir.
Bunun iki sebebi vardır:
a- Râvînin; ismi, künyesi, lâkabı, sıfatı, soy ve mesleği birden fazla olabilir de, bunlardan biri veya ikisi ile meşhur olduğu halde, meşhur olmayan başka biri ile anılır. Bunu duyan da, o râvîyi tanıdığı halde meşhur olmayan adı, künyesi... söylendiği için başka birisi sanar.
Meselâ “Muhammed b. Sâibi'l-Kelbî” yi bazıları dedesine göre “Muhammed b. Bişr” diye, bazıları da “Hammâd b. es-Sâib” diye anarlar. Bu gibi hataları düzeltmek için kitaplar yazılmıştır.
b- Râvînin bir tek râvîsi olması; böylesine: “Mukil” denir. Bu da onun meçhul kalmasına sebep olur.
Mukill râvînin ismi, kendisinden rivayette bulunan tek râvî tarafından açıklansa bile, eğer açıklayan cerh ve ta'dîl bilginlerinden değilse, meçhul olmaktan kurtulamaz. Buna terim olarak “mechûlü'1-ayn” denir.
Mukill'den iki âdil râvî rivayette bulunur da, ismi belli olduğu halde hiçbir kimse tarafından sika olduğu bildirilmemiş olursa bu -mukille- “mechûlü'1-hâl” veya “mestur” denir.
Çoğunluk buraya kadar anlatılan meçhullerin rivayetlerini kabul etmez. İmam Ebû Hanîfe yalnız “mestur” un rivayetini kabul eder.[24]
İsmi belli olmayan râvînin rivayet ettiği hadîs “mübhem” adını alır.
9- Bid'at (Bid’atu’r-Ravi):
Dinden olmayan bir şeyi, ondanmış gibi kabul etmek ve yapmaktır.
İnançla ilgili olanları içinde, kişinin dininden çıkmasına sebep olanlarına “mükeffir”, böyle olmayanlara da “müfessık = fâsık yapan” denir.
Bid'atçılardan bazıları, propaganda ile başkalarını da kendi bid'atlarına çağırırlar. Bunlara da'vet eden anlamında “dâiye” denir. Bid'atlarını aşılamak için yalan söylemenin caiz olduğunu kabul edenleri de vardır. Şîa'dan “Hattâbiyye” kolu mensupları böyledir.
a) Küfre götüren bid'at sahiplerinin rivayeti cumhura göre kabul edilmez. Bazıları -İbn-Hacer bunlardandır- bunların da aşağıdaki kaidelere tâbi olmasını savunurlar.
b) Kâfir olmayanın rivayeti mutlak olarak -yani ister da'vetçi olsun ister olmasın, yalanı tecviz etsin, etmesin- kabul edilmez. İmâm Mâlik ve taraftarlarının görüşü.
c) Yalan söylemeyi caiz görmüyorsa kabul edilir. İmâm Şafiî'nin görüşü.
d) Dâiye'den değilse kabul edilir. Bu en sağlam görüş olarak kabul edilmiştir.
Şu halde müslüman, diğer vasıfları hâiz ve bid'atma başkalarını da'vet etmez bir kimsenin rivayeti kabul ediliyor. Ancak, bu rivayetin, kendi bağlandığı bid'at konusunda olmaması gereklidir kaydı buraya eklenirse, daha ihtiyatlı hareket edilmiş olur. Nitekim Nesâî'de bu görüş vardır.
10- Hafıza bozukluğu (Suu’l-Hıfz):
3. ve 4. maddelerde olduğu gibi çok hata ve dikkatsizlik değil de, unutmak ve bundan dolayı sık sık yanılmak (sehiv) kusuru taşıyan râvîye “seyyiu'1-hıfz” denir.
Bu durum bazı râvîlerde devamlı olur. Böyleleri ne zaman rivayete kalkışsa yanılmaları ihtimali vardır. Bunların rivayet ettikleri hadîslere bir nevi “şâzz” denir.
Bazı râvîlerde ise bu hal sonradan olmadır. Şöyle ki, râvî yaşlanınca hafıza kuvveti zayıflar ve unutmaya başlar. Yahut, kitaptan rivayette bulunan kimsenin kitabı, herhangi bir sebeple zayi olur. Bu râvî yine rivayete devam eder ve yanılır. Böyle sonradan olan hafıza kusuru sahiplerine “muhtalıt” denir.
Muhtalıt olan râvîler, özel kitaplarda toplanmış ve durumları açıklanmıştır.
Devamlı hafıza kusuru bulunan râvîlerin rivayeti kabul edilmez.
Sonradan bu hâl başlarına gelen râvîlerin ise, bu halden önceki rivayetleri makbuldür.[25]
[1] İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 101-102.
[2] İbnu Hacer der ki: "Nesaî'nin bu sözü. zihne, onun çok geniş hareket ettiği düşüncesini getirmektedir. Ama mesele öyle değildir. Ebu Davud ve Tirmizî'nin hadis aldığı nice şahıstan Nesaî kaçınmıştır. Keza Sahiheyn'de rivâyeti olan birçoklarından bile hadis almamıştır..." Nesaî'nin ricâl hususundaki titizliğini ilgili bahiste anlattık. (İbrahim Canan)
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/46-48.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/49.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/49-50.
[6] Talat Koçyiğit, Mücteba Uğur, İ. Hakkı Ünal, İmam-Hatib Liseleri İçin Hadis Usulü, 12. sınıf: 65.
[7] Talat Koçyiğit, Mücteba Uğur, İ. Hakkı Ünal, İmam-Hatib Liseleri İçin Hadis Usulü, 12. sınıf: 65-66.
[8] Talat Koçyiğit, Mücteba Uğur, İ. Hakkı Ünal, İmam-Hatib Liseleri İçin Hadis Usulü, 12. sınıf: 66.
[9] Talat Koçyiğit, Mücteba Uğur, İ. Hakkı Ünal, İmam-Hatib Liseleri İçin Hadis Usulü, 12. sınıf: 66.
[10] Hayreddin Karaman, Hadise Dair İlimler Ve Hadis Usulü, İrfan Yayınevi: 57
[11] Tecrîd Mukaddimesi, s. 343.
[12] Hayreddin Karaman, Hadise Dair İlimler Ve Hadis Usulü, İrfan Yayınevi: 57-58
[13] el-Muhtasar, s. 62.
[14] Hayreddin Karaman, Hadise Dair İlimler Ve Hadis Usulü, İrfan Yayınevi: 58-59
[15] el-Cerhu ve't-ta'dil mukaddimesi, b. Hayreddin Karaman, Hadise Dair İlimler Ve Hadis Usulü, İrfan Yayınevi: 59
[16] Ancak bu hükümde acele etmemek gereklidir. Nesâî, bir kimsenin rivayetini terk konusunda ittifak olmadıkça onu terketmemeyi mezhep edinmiştir.
[17] Tecrîd mukaddimesi, s. 363; Tedrîb, s. 222.
[18] Aynı veya hâli meçhul yahut da mestur râvîler demektir, s. 64 e bak.
[19] İleride açıklanacak.
[20] Tecrîd mukaddimesi, s. 378.
[21] Hayreddin Karaman, Hadise Dair İlimler Ve Hadis Usulü, İrfan Yayınevi: 60-62
[22] Bu bahiste geçen hadis terimleri, hadislerin çeşitli yönlerden bölümlere ayrılması ve teker teker açıklanması sırasında anlatılacaktır
[23] Bundan başka, yedinci maddede gelecek bir münker. çeşidi daha vardır.
[24] Tecrid mukaddimesi, s. 316.
[25] Hayreddin Karaman, Hadise Dair İlimler Ve Hadis Usulü, İrfan Yayınevi: 63-66