Bu Blog içinde Ara

13 Haziran 2012 Çarşamba

ÂYET VE SÛRELER ARASINDAKİ MÜNASEBET

ÂYET VE SÛRELER ARASINDAKİ MÜNASEBET


Bu konuda, Ebu Hayyan'ın hocası Ebu Cafer b. Zübeyr, müstakil bir e-ser yazmış, «el-Burhan fî Münasebeti Tertibi Suveri'l-Kur’ân» adını vermiştir.
 Asrımız ulemasından Burhanuddin el-Bikai «Naz-mu'd-Durer fî Tenasubi'l-Âyi ve's-Suver» adında bir e-ser telif etmiştir. «Esraru't-TenziI» adlı eserim, icaz ve belagatı ihtiva etmekle beraber, sûre ve âyetler arasındaki münasebeti de işlediğinden, bu sahada yazılan bir eserdir. Bu eserimden, sûreler arasındaki münasebete ait olan bölümü ayrı bir kitap halinde özetleyip «Tenasuku'd-Durer fî Tenasubi's-Suver» adını verdim.
Münasebet ilmi, şerefli bir ilimdir. Zorluğundan dolayı müfessirler, bu mevzuya fazla girmemişlerdir. Tefsirinde buna en çok yer veren, Fahruddin Razi olmuş; âyetlerdeki letafetin büyük bir kısmı, tertib ve münasebette görülür, demiştir.
İbnu'l-Arabi, «Siracu'I-Muridin» adlı eserinde şöyle der: Âyet­lerin birbiriyle irtibatı, mânalarının birbirini tamamlaması, cümlelerin muntazamlı-ğı bakımından âyetlerin tek kelime halinde girdiği bu ilim, değerli bir ilimdir. Bu sahada bir tek âlim çıktı, sadece Bakara sûresinin münasebeti ile ilgili eser meydana getirdi. Sonra Allah, bizim bu konuya eğilmemizi nasib etti. Fakat ilgi göstereni bulamadık, halkın yanlış değerlendirmesi ile karşı karşıya kaldık. Bu­nun üzerine telifi bırakıp, neticeyi Allah'a havale ettik.
Bir kısım ulema da şöyle demiştir: Münasebet ilmini ilk defa ortaya ko­yan, dini ve edebi ilimlerde mahir, Şeyh Ebu Bekr en-Nisaburî'dir. Kendisine; bu âyet şu âyetle niçin geldi? Bu sûrenin şu sûre akabinde gelmesindeki hik­met nedir? diye sorulmuş, o da münasebet ilmini bilmediklerinden Bağdat ule­masını kınamıştır.
Şeyh İzzeddin b. Abdisselam şöyle demiştir: Münasebet ilmi, değerli bir ilimdir. Cümlelerin güzel bir şekilde birbirine bağlanması için, cümlenin başı ile sonu arasındaki bağın aynı şekilde olma şartı aranır. Şayet bu bağ, çeşitli se­beplerle kurulamıyorsa, o cümlede bir münasebet sağlanamaz. Bu münasebeti sağlamaya çalışan kimse gücünü aşarak kendini zorladığından, zayıf bir müna­sebet kurmuş olur. Bu durum, sözün en güzelinde şöyle dursun, güzelinde da­hi kurulması zayıf olan bir münasebet olur. Kur’ân-ı Kerim, yirmi küsur sene­de, muhtelif sebeblere dayanan, muhtelif hükümlerle nâzil olmuştur. Kur’ân'ın bu şekilde nâzil olması, âyetlerin birbirine irtibatını mümkün kılmamaktadır.
Şeyh Veliyyuddin el-Mellevi şöyle der: Âyetler farklı olaylara göre nâzil olduğundan, aralarında irtibat bulunmaz diyenin sözü, vehimden ibarettir. Bu konuda doğru olan; âyetlerin nüzul bakımından çeşitli olaylara, tertib bakımın­dan da bir hikmete bağlı olarak nâzil olmasıdır. Mushaf, Beytu'l-İzze'den indiği şekliyle, Levh-i Mahfuz'daki şekline uygun biçimde, sûre ve âyetleri, tevkifi o-larak tertip edilmiştir. Kur’ân'ın üslubu ve mükemmel nazmı, apaçık bir mucize­dir. Herşeyden önce; bir âyetin, önceki âyeti tamamlayıp tamamlamadığı veya müstakil olup olmadığı, şayet müstakilse, önceki âyetle olan münasebetinin ne olduğu araştırılmalıdır. Böyle bir araştırma değişik ilimler hakkında geniş bilgi ister. Sûreler arasındaki münasebeti bulmak, geniş bir bilgiye dayanır. Her sûre­nin, önceki sûre ile olan münasebet yönü ve hangi maksatla nâzil olduğu araş-tırılmalıdır.
Fahruddin Razi, Bakara sûresinin tefsiri sırasında, şu izahda bulunur: Bu sûrenin lafzındaki letafeti, tertibindeki güzelliği düşünen kimse, Kur’ân'ın lafzın-daki fesahat, mânasındaki mükemmelliği ile muciz olduğu gibi, âyetlerinin tan­zim ve tertibindeki mükemmelliği ile de muciz olduğunu anlar. Kur’ân'ın üslubu ile muciz olduğunu söyleyenler, belki bunu murad etmişlerdir. Ancak ben, Kur' an'daki bu esrarı anlayamayan çoğu müfessirlerin bu letafetten uzak kaldıkları­nı gördüm. Bu konudaki gerçek, şu beytte ifade edildiği gibidir:
Beytin mânası şudur: Göz, yıldızı sureten küçük görüyorsa suç, yıldızın küçüklüğünde değil, gözbebeğinin küçüklüğündedir.

1 - Âyetler Arasındaki Münasebetin Şartları

Lügatta münasebet; birbirine benzer ve yakın mânalar bulunmaktadır. Âyet ve sûrelerdeki münasebetin aslı; aralarında mâna irtibatı sağlayan umu-milik-hususilik, aklilik-hissilik, hayali olmayan çeşitli alakalar ile, sebeb veya müsebbeb, illet veya malul, benzerlik veya zıdlık gibi zihni bağların bulunması­dır.
Münasebetin faydası; cümleler arasında sıkı bir bağ kurmak, aralarındaki bu bağı kuvvetlendirmektir. Kurulan bu münasebetle cümlelerin durumu, kısım­ları arasında uygunluk bulunan sağlam bir binaya benzer.
Bu izahattan sonra diyebiliriz ki; ardarda gelen iki âyetteki münasebet ya kelimelerin birbirine bağlı oluşu, ya birinci âyetle mânanın tamamlanmayışı, ya ikinci âyetin birinci âyeti tekid veya tefsir edişi, itiraz veya bedel olması yö­nüyle irtibat aranır ki bu, kabul edilen bir irtibattır. Ya da aralarında irtibat bu­lunmaz, herbiri birbirinden farklı müstakil birer cümle olur. Bu iki cümleden biri diğerine, ya hükümde ortak olan atıf edatıyla atfedilir, ya da edilmez. Eğer at-fedilirse, aralarında ortak bir yön bulunması gerekir. Mesela: ***** «..yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni bilen O'dur..» (Hadid, 4.) âyeti ile ***** «Allah (rızkı) kısar da, açar da. Hep O'na döndürüleceksiniz.» (Baka­ra, 245.) âyeti buna misaldir. Bu âyetlerde, kabz ile bast, vulûc ile hurûc, nü­zul ile urûc arasında bir zıdlık olduğu gibi, sema ile arz arasında şibih tezad vardır. Ayrıca, azabdan sonra rahmetin, korkudan sonra isteğin zikredilmesi de tezattır. Ahkamla ilgili âyetlerin ardından, amelini sağlamak üzere vaad ve vaid âyetlerinin gelmesi, emir ve nehiy ifade eden âyetlerin ardından, tevhid ve ten­zih ifade eden âyetlerin zikredilmesi, Kur’ân'ın cari olan âdetidir. Bakara, Nisâ ve Mâide sûreleri incelendiğinde, Kur’ân'ın bu âdetini açıkça görmek mümkün­dür.
Şayet, atıf edatıyla atfedilmemişse, her iki âyeti birbirine bağlayan bir münasebet bağının bulunması gerekir. Bu bağ, mânevi bir karine olabilir. Bu karinenin çeşitli sebebleri vardır:
1 - Âyetler arasındaki benzerlik olmasıdır. Benzeri bir âyeti, diğer ben­zerine ilhak etmek, bilgi sahibi olanların işidir. ***** «..işte ger­çek Müminler onlardır.» (Enfâl, 4.) âyetinden sonra ***** «Nitekim hak uğruna Rabbin seni evinden çıkardığı zaman.» (Enfâl, 5.) âye­tinin gelmesi, buna misaldir. Bu âyette, Ashab'dan bazılarının sefer veya sava­şa katılmama isteklerine rağmen, Allah'ın savaşmak üzere Mekke'den çıkma emrini Resûlullah yerine getirdiği gibi, Ashab'dan bazılarının itirazına rağmen, ganimetlerin taksimi konusunda Allah'ın tayin ettiği esasların yerine getirilmesi­ni Resûlüne emretmiştir. Âyetin gayesi; savaşa çıkmalarındaki isteksizlikleri gi­bi ganimetlerin taksiminde Resûlullah'a karşı çıktıklarını belirtmektir. Savaşmakla kazanılan zafer, nusret, ganimet ve İslamın güçlenmesi nasıl hayırlı neticeler sağlamışsa, ganimetin taksimindeki esaslara uyma da, aynı hayırlı neticeyi sağlayacaktır. Bu yüzden Ashab, nefislerine uymayı bıraksınlar, emrolundukları şeylere itaat etsinler şeklindedir.
2- Âyetlerin içinde, mânaca birbirine zıd kelimelerin birlikte kullanılması-dır. «İnkar edenleri ha uyarmışsın, ha da uyarmamışsın birdir..» (Bakara, 6.) âyeti buna misaldir. Bu sûrenin ilk âyetleri, Müminleri hidayete erdiren Kur’ân'dan bahsetmekte, bunların vasıflarını anlattıktan sonra, kafirlere geçmektedir. İtikat yönünden birbirine zıd olan Mümin­den kafire geçmedeki münasebet şekli, bir tezattır. Bundaki hikmet: 'Herşey, zıddıyla bilinir' kaidesinden hareketle, hidayeti teşvik ve imanda sebat etmek­tir.
Bunun uzak bir münasebet olduğu, sûrenin ilk âyetlerinde Müminlerden açıkça söz edilmediği, gayenin Kur’ân'ın tavsifi olduğu sorusuna şöyle cevap verilir: Âyetler arasındaki münasebette, bütün şartların bulunması zaruri değil­dir. Bilakis, herhangi bir bağın bulunması yeterlidir. Buna göre sûrenin ilk âyet-lerindeki gaye, Kur’ân'ı tekid, kulları amel ve imana teşviktir. Bu yüzden, Mümin ve kafirlerin tavsifi bittikten sonra; ***** «Eğer kulumu­za indirdiğimizden şüphede iseniz..» (Bakara, 23.) âyetiyle, tekrar başa dö­nülmüştür.
3- Mânevi karinelerden biri de istitrattır; ***** «Ey ademoğulları, size çirkin yerlerinizi örte­cek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takva elbisesi daha iyidir.» (Araf, 26.) âyeti buna misaldir. Zemahşeri bu âyetin tefsirinde şöyle der: Bu âyet, sûrenin 19-22. âyetlerinde yer alan Hz. Adem ve Havva'nın avret yerlerinin açılması, bunları yaprakla örttükleri zikredildikten sonra, istitrat olarak gelmiştir. Bu is­titrat; Allah'ın indirdiği elbiseden dolayı şükranda bulunmak, avret mahallinin a-çık kalmasındaki çirkinlik ve rezaleti göstermek, bu yerleri örtmenin takvanın derecelerinden büyük bir derece olduğunu bildirmek üzere gelmiştir.
***** «Mesih de, gözde melekler de Allah'a kul olmaktan asla çekinmezler..» (Nisâ, 172.) âyeti de istitrada ayrı bir misaldir. Önceki âyette Mesih'in, Allah'ın oğlu olduğunu iddia eden Nasraniler reddedildiği gibi, meleklerin de Allah'ın çocukları olduğunu iddia e-den Arapların sözü de istitrat olarak reddedilmiştir.
Hüsnu't-tehallus ile istitrat, birbirine çok yakın iki belagi sanattır. Bu sa­nat, dinleyenin farkedemeyeceği bir şekilde, birinci mânadan maksud olan ikin­ci mânaya büyük bir ustalık ve incelikle sözü intikal ettirmektir.
Ebu'l-Ala Muhammed b. Ganim şöyle der: Zorlama olduğu için, Kur’ân'da hüsnü't-tehallus sanatı mevcut değildir. Çünkü Kur’ân, iktidap sanatı üzerinde nâzil olmuştur. Bu sanat Arapların, sözü uygun olmayan bir mânaya intikalde kullandıkları bir sanattır. Ebu'l-Ala'nın bu sözü doğru değildir. Çünkü; Kur’ân'da akıllara hayret verecek ş
ekilde, pek çok hüsnü tehallus sanatı vardır.
Araf sûresine bakın.. Allahu Taâlâ bu sûrede önce; enbiyayı, geçmiş a-sırları ve milletleri, sonra Hz. Musa'yı kendisine iman eden yetmiş kişinin hi­kayesini, onlara ve ümmetinden diğerlerine duasını ***** «Bize bu dünyada da iyilik yaz, âhirette de..» âyetiyle ifade etmiştir. Hz. Musa'nın menkıbeleri ardından Hz. Peygamberin menkıbelerini sıralamış, sonra da ***** «..Azabıma dile­diğimi uğratırım rahmetim ise herşeyi kaplamıştır. Onu korunanlara..yaza-cağım..» (Araf, 156.) âyetiyle, hüsn-i tehallus'da bulunmuştur. Muhammed üm­metinin ümmi bir resûle uymaları gibi bazı sıfatlarını saymış, sonra da Hz. Mu-hammed'in (s.a.v.) güzel sıfat ve faziletlerine yer vermiştir.
Şuarâ sûresinde Hz. İbrahim'in ***** «(Kulların) dirilecekleri gün beni utandırma. O gün ki, ne mal ne de oğullar fayda vermez.» (Şuarâ, 87-88.) âyetleriyle, kıyamet gününün vasfına geçerek, hüsn-i tahallus'da bulunmuştur.
Kehf sûresinde, Zülkarneyn'in sed hakkındaki sözüne yer vermiş, kıya­met gününde bu seddin yıkılacağını bildirmiş, sûra üfrüleceğini, kıyametin baş­layacağını bildirmiş, sonra da kafir ve Müminlerin gideceği yeri anlatmıştır.
Bir kısım ulema şöyle der: Tehallus ile istitrat arasındaki fark şudur: Te­hallus, sözü edilen mevzuyu tamamen değiştirip başka bir mevzuya geç­mektir. İstitrat; söz arasında aniden başka bir mevzuya geçmek, bu mev­zuyu bırakıp, sanki bunu kastetmiyormuş gibi önceki mevzua dönmektir.
Denilir ki; Araf ve Şuara sûrelerinde bu yüzden, tehallus değil, istitrat sanatı vardır. Çünkü Araf sûresinde ***** «Musa kavminden bir topluluk da var ki gerçeğe götürürler ve onunla adalet ya­parlar.» (Araf, 159.) âyetiyle Hz. Musa kıssasına, Şuarâ sûresinde, enbiya ve ümmetlerinin zikrine dönülmüştür.
Hüsnü tahallus'un faydası; dinleyicinin ilgisini devam ettirmek için, bir sözden diğer bir söze geçmektir. Enbiyanın zikrinden sonra Sâd sûresindeki «Bu bir hatırlatmadır. Korunanlar için güzel bir ge­lecek vardır.» 49. âyeti buna misaldir. Çünkü Kur’ân, Allah'a yapılan zikrin bir nevidir. Sûrede, Kur’ân'ın bir mevzuu olan enbiya'nın zikri bitince, cennet ve ehli gibi, bir başka mevzuya geçilmiştir. Sonra da ***** «Bu böyledir. Fakat azgınlara en kötü bir gelecek vardır.» (Sâd, 55.) âyetiyle ce­hennem ve ehlinin zikri ele alınmıştır.
İbnu'l-Esir şöyle der: Bir sözden diğerine geçiş durumunda ***** ism-i işa­retinin fasl kelimesi yerinde kullanılması, vasl'dan daha güzeldir. Bu ismi işaret, bir sözden diğerine geçiş arasında mevcut, kesin bir bağdır.
Hüsn-i tehallus'a yakın olan bir sanat da, hüsnü'l-matlabdır. Zencani ve Tîbi bunun, bir mukaddime yaptıktan sonra, asıl gayeyi belirtmek olduğunu söy­ler. ***** âyeti buna misaldir.
Tîbi; İbrahim (a.s.)ın lisanıyle gelen *****
 «Onlar benim düşmanımdır. Yalnız âlemlerin Rabbi (benim dostumdur.) Beni yaratan ve bana yol gösteren O'-dur. Rabbim bana hüküm ver ve beni salihlere kat.» (Şuarâ, 77,78-83.) â-yetlerinde, hüsn-i tehallus ve hüsn-i matlap, bir arada bulunur, der.

2- Münasebetle İlgili Bazı Kaideler

Bazı müteahhirun uleması şöyle der: Kur’ân'da, âyetler arasındaki müna­sebeti gösteren umumi esaslar şunlardır: Sûrenin hangi gaye ile indiğini bilmek bu gayeye götüren sebepleri araştırmak, bu sebeplerin birbirine yakınlık ve u-zaklık durumunu incelemek, âyetlerin birbirini takibinde, dinleyenin merakını dikkate almak, belagatın gerektirdiği hususlara önem vermektir. Âyetler ara­sındaki münasebeti kolaylaştıran umumi kaide, işte bunlardır. Bu kaide uygu­landığında, her sûre ve âyet arasında mevcut münasebet, açıkça ortaya çıkar.
Makabli ile olan münasebeti bulmada zorluk çekilen âyetler şunlardır: ***** «Onu tekrarlamak için dilini depretme.» (Kıyame, 16.) âyeti, bunlardan biridir. Bu sûrenin evveli ve ahirindeki âyetler arasında müna­sebet kurmak güçtür. Bütünüyle sûre, kıyamet ahvalinden bahsetmektedir. Bu yüzden, Rafiza'dan bazıları, bazı âyetlerin sûreden sakıt olduğu görüşündedir­ler.
Kaffal; sûrenin.. ***** «(O zaman) insanın yapıp öne sürdüğü (yapmayıp) geri bıraktığı herşey kendisine haber verilir.» (Kıyame, 13.) âyetinde zikri geçen insan hakkında nâzil olduğunu söyleyerek şöyle de­miştir: Bu insan'a kitabı verilir. Okumağa başlayınca korkudan titreyerek, oku­masını hızlandırır. Bu sırada ona: Acele edip dilini kımıldatma. Amelini cem edip sana söylemek bize aittir. Amelini söylediğimizde yaptığını ikrar ederek onu kabul et. Bundan sonra, insanın durumunu ve işlediklerini açıklamak bize aittir, denilir.
Kaffal'ın bu şekildeki tefsiri, Buhâri'de mevcut hadise muhaliftir. Hadise göre, vahyin nüzulü sırasında Resûlullah'ın lisanını kımıldatması hakkında nâzil olmuştur.
Bazı ulema, bu âyetlerde çeşitli münasebet yönleri olduğunu zikretmiş­lerdir. Bunlardan bazıları şunlardır:
Âyette, kıyametten söz edilince, amelinde kusurlu olan kimse, kendili­ğinden aceleye kapılacaktır. Aslında hayırlı işlerde acele etmek, dinen matlup olan bir iştir. Bu bakımdan âyet, hayra koşmaktan daha önemli olan vahye ku­lak vermeyi, muteriza bir cümle ile tenbihde bulunmuş, vahyi iyice dinleyip, mânasını kavramayı emretmiştir. Vahyi ezberlemeğe çaIışmak, mânasını anla­mağa mâni olduğundan Cenab-ı Hak, Resûl'ünden ezberlemede acele etme­mesini istemiştir. Resûlullah'ın inen vahyi sonuna kadar iyice dinlemesi, muhtevasını kavraması için, Allahu Taâlâ ezberletme işini üzerine almıştır. Muteriza şeklindeki âyet bitince, Hz. Adem ve nesliyle ilgili âyetlere dönülmüş, insanın acele etmemesini isteyen ***** edatı kullanılmıştır. Bu âyetle Cenab-ı Hak sanki: Ey ademoğlu, aceleci olarak yaratıldığından, herşeye de acele eder ve aceleyi seversin demek istemiştir.
Kur’ân'ın âdeti; kulun ahirette sunacağı ameli ihtiva eden Kitab'dan söz ettiğinde, dünyada iken yapıp yapmadığına dair hükümleri ihtiva eden amel defterini zikretmesidir. *****
«Kitap ortaya konulmuştur. Suçlular, onun içindekilerden korkarak:...._Andolsun biz bu Kur’ân'da insanlara herçeşit misali türlü
biçimlerde anlattık..» (Kehf, 49-54.), ***** «..kimlerin kitabı sağından verilirse işte onlar, kitaplarını o-kurlar..Andolsun biz Kur’ân'da insanlara herçeşit misali türlü biçimlerde an­lattık..» (İsrâ, 71, 89.), ***** «O gün sura üflenir ve o gün suçlula­rı gömgök toplarız...Gerçek hükümdar olan Allah, yücedir. Sana vahyedil-mesi tamamlanmadan Kur’ân'ı acele ile okumağa kalkma.» (Tâhâ, 102, 114.) âyetleri buna misaldir.
Sûrenin ***** «Birtakım özürler ortaya atsa da.» (Kıyame, 15.) âyetinden önceki âyetleri indiğinde Resûlullah, bu halet-i ruhiye içinde iken nâ­zil olan âyetleri ezberlemeğe çalışıyor, unutma korkusundan acele ederek, dili­ni kımıldatıyordu. Bunun üzerine ***** «Onu tek­rarlamak için dilini depretme...Sonra onu açıklamak bize düşer.» âyetleri nâzil oldu. Bundan sonra, önceki âyetleri tamamlamak üzere söze devam etti.
Fahruddin Razi, şöyle der: Buna benzer bir durum şudur; hoca talebeye bir konuyu anlatırken, talebenin zihni başka bir şeyle meşgul olsa, hocası da talebeye: 'Aklını derse ver, söylediklerimi iyi dinle" dese, hoca ile talebe ara­sındaki duruma vakıf olmayan kimse: Bunun anlatılan dersle ne alakası var di­ye düşünse bile, meseleye vakıf olan aynı şekilde düşünmez.
Cenabı Hak Kıyame sûresinin ilk âyetlerindeki umumi mânada olan nefis kelimesinden, hususi mânada Resûlullah'ın nefs'ine geçmiştir. Bununla şöyle demek istemiştir. Her nefis böyledir. Ya Muhammed, senin nefsin, nefislerin en şereflisi kılınmıştır. Bu bakımdan nefsin, en mükemmel vasıflarda kalsın.
***** «Sana hilalden soruyorlar..» (Bakara, 189.) âyeti de bu kabildendir. Evlere, kapılarından girme hükmü ile, yeni doğan ayın hükmü ne olduğu? sorusuna şu cevap verilir: Âyette istitrat sanatı mevcuttur. Yeni doğan ay, haccın vaktini gösterir. Âyetin sebeb-i nuzûlünden anlaşıldığına göre, evle­re kapıdan girme işi, hac mevsiminde uygulanan bir âdetti. Evlere giriş, âyetteki hilal hakkındaki sorunun cevabı dışında, ziyade cevap olarak zikredilmiştir. Bu husus aynen, Resûlullah'a deniz suyundan sorulduğunda: 'Suyu temiz, i-çinde yaşayanların ölüsü helâldir' şeklinde verdiği cevaba benzer.
***** «Doğu da batı da Allah'ındır.» (Bakara, 115.) âyeti de bu kabildendir. Bu âyetin, ***** «Allah'ın mes­cidlerinde Allah'ın adının anılmasına engel olandan daha zalim kim vardır» (Bakara, 114.) âyetiyle olan münasebeti nedir? şeklindeki soruya Şeyh Ebu Muhammed el-Cuveyni, «Tefsir»inde şöyle cevap vermiştir: Ebu'l-Hasen ed-Dahhan'ın şöyle dediğini işittim: İki âyet arasındaki münasebet; Beyt-i Makdisin tahribi, önceki âyette zikredilmiş olmasındandır. Âyetin mânası; bu tahrib, sizi ona yönelmekten alıkoymasın. Çünkü meşrık da magrib de Allah'ın­dır' şeklindedir.

3- Sûrelerin Başı ve Sonuyla Olan Münasebetleri

Sûrelerin baş ve sonları arasındaki münasebet, bu nevidendir. Bu konu­da «Merasıdu'I-MataIi' fî Tenasubi'I-Makatı' ve'l-Metali'» adlı, küçük bir eser telif ettim.
Kasas sûresine bakalım...Sûre Musa (a.s.)la başlamış ***** «..artık bir daha suçlularla arkadaş olmayacağım.» (Kasas, 17.) â-yetindeki sözüyle devam etmiş, vatanından çıkışı ele alınmış, sonra Resûlullah-ın kafirlere hiçbir zaman yardımcı olmayacağına dair Allah'ın emriyle Mekke-den çıkışı teselli edilerek, tekrar Mekke'ye döneceğine dair vaadi ile son bul­muştur. Böylece, sûrenin başında olan ***** «..biz onu tekrar sana geri vereceğiz..» (Kasas, 7.) âyetiyle, Resûlullah'ın Mekke'ye dönüşü arasında mü­nasebet mevcuttur.
Zemahşeri şöyle der: Allahu Taâlâ, Müminûn sûresinde ***** «Müminler saadete ulaştılar.» âyetiyle başlamış, ***** «Kafirler sa­adete ulaşacak değillerdir.» âyetiyle bitmiştir. Sûrenin başı ile sonu arasında, ne büyük bir değişiklik vardır, değil mi?
Kirmani, «eI-Acaib» adlı eserinde, bunun benzerini zikrederek şöyle der: Sâd sûresi Allah'a zikr ile başlamış, ***** «O (Kur’ân) bütün âlemlere bir öğütten ibarettir.» 87. âyetinde gene zikr ile bitmiştir. Nun sûresi ***** «Sen, Rabbinin nimetine kavuşmuş bir kimsesin, aklını yitirmiş biri değilsin.» âyetiyle başlamış, ***** «'O aklını yitirmiş diyorlardı.» 51. âyetiyle son bulmuştur.
Bir sûrenin başı ile, önceki sûrenin sonu arasındaki münasebet de bu kabildendir. ***** «Bari Kureyşin güvenini sağladığı için.», *****
«Nihayet onları (kurt tarafından) yenilmiş ekin yaprağı gibi yaptı.» âyetlerinde olduğu gibi, bu münasebet, ***** «Nihayet onu Firavn ailesi aldı ki kendilerine bir düşman ve başlarına derd olsun.» (Ka­sas, 8.) âyetinde görülen münasebet gibidir. Bunu Ahfeş söylemiştir.
Kevâşi, Mâide sûresinin tefsirinde şöyle der: Nisâ sûresinin sonu, kullar arasında tevhid ve adalet emriyle bittiğinden, Mâide sûresi, ***** «Ey inananlar, akitleri yerine getirin.» âyetiyle başlamıştır.
Ulemadan bir kısmı şöyle der: Her sûrenin başlangıcına bakılırsa, bir ön­ceki sûrenin sonu ile aralarında büyük bir münasebet olduğu görülür. Bu mü­nasebet bazen açık, bazen kapalıdır. Enam sûresinin Hamd ile başlaması, Mâ­ide sûresinin, ***** «..Aralarında hak ile hük­medilmiş ve: 'Hamd âlemlerin Rabbine mahsustur' denilmiştir.» (Zümer, 75.) âyetinde olduğu gibi bir hükümle bitmesi, aralarındaki münasebeti gösterir. Gene Fâtır sûresinin Hamd ile başlaması, bir önceki sûrenin sonu olan; ***** «Artık kendileriyle arzu ettikleri şey ara­sına perde çekilmiştir. Tıpkı bundan önce benzerlerine yapıldığı gibi..» (Se­be, 54.) âyetiyle, münasip düşmüştür. Nitekim; ***** «Böylece zulmeden milletin ardı kesildi. Âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun.» (Enam, 45.) âyetinde bu münasebet açıkça görülmektedir. Hadid sûresinin Tesbih'le başlaması, Vakıa sûresinin Tesbih fiilinin emir sigasıyla bit­mesi, birbirine uygun düşmüştür. Bakara sûresinin ***** ile başlaması, Fatiha sûresinin ***** âyetinde geçen sırat kelimesine işaret et­mektedir. Hidayet isteyenlere sanki, hidayetini istediğiniz doğru yol, bu Kitab'ın kendisidir, denilmek istenmiştir. Gerçekten bu mâna, Fatiha sûresiyle Bakara sûresindeki münasebeti gösteren en uygun mânadır.
Kevser sûresinin letafeti, önceki sûrenin mukabilinde gelmesindendir. Maun sûresinde Cenab-ı Hak, münafıkları; cimrilik, namazı terketmek, namazı riya ile kılmak ve zekat vermemek gibi dört sıfatla vasfetmiştir. Kevser sûre­sinde ise; cimriliğin mukabili olan, çok hayır mânasında ***** âyetiyle namazı terketmenin mukabilinde, namaza devam et mânasında olan ***** ile, ri­yanın mukabilinde, insanlara değil Rabbın rızası için namaz kıl mânasında ***** ile, zekat vermeme mukabilinde, kestiğin kurban etini tasadduk et şeklinde ***** âyetiyle mukabil olarak getirilmiştir.
Bir kısım ulema şöyle der: Sûrelerdeki tertibin tevkifi olarak Allah'dan sâdır olduğunu gösteren sebepler vardır: Bunlardan birincisi; Hâ Mim'lerde ol­duğu gibi harfler arasındaki münasebettir. İkincisi; Fatiha sûresinin sonunun, mâna bakımından Bakara sûresinin ilk âyeti ile olan münasebetinde görüldüğü gibi, sûrenin başı ile bir önceki sûrenin sonu arasındaki münasebettir. Üçün-cüsü; Tebbet sûresinin sonu ile, İhlâs sûresinin evveli arasında olduğu gibi, iki sûrenin lafzan aynı vezinde olmasıdır. Dördüncüsü; Duhâ ve İnşirah sûrelerinde olduğu gibi, bir sûredeki cümlelerin, çoğunlukla diğer sûredeki cümlelere ben­zemesidir.
Bir kısım ulema da şöyle der: Fatiha sûresi; rububiyeti ikrar, Allah'a ilti­ca, Yahudi ve Hristiyanlıktan uzaklaşmayı ihtiva eden bir sûredir. Bakara sûre­si dinin esaslarını ihtiva eden, Âl-i İmrân da bu esasları tamamlayan bir sûredir. Bakara sûresi; dini hükümlere delil getiren, Âl-i İmrân da, dine husumet besle­yenlerin şüphelerine cevap veren bir sûredir. Bu yüzden sûrede, Hristiyanların üzerinde durdukları müteşâbih âyetler zikredilmiştir. Haccın farziyeti de bu sû­rede yer almıştır. Fakat Bakara sûresinde haccın meşru kılındığı zikredilmiş, tamamlanması emrolunmuştur. Âl-i İmrân'da, Nasranilere hitap daha çok yer a-lırken, Yahudiler Bakara sûresinde çok zikredilmiştir. Bunun sebebi, Tevrat'ın asıl, İncil'in fer'i olmasıdır. Resûlullah Medine'ye hicret ettiğinde, Yahudileri İs­lama davet etmiş, onlarla mücadelede bulunmuştur. Nasranilerle mücadelesi, daha sonraları olmuştur. Müşrikleri İslama davet etmesi ise, ehl-i kitaptan ön­cedir. Bu bakımdan, Mekki sûrelerde enbiyanın tabi olduğu din yer almış, bu­nunla bütün insanlara hitap edilmiştir. Medeni sûrelerde ise, ehli kitap'tan ve müşriklerden peygamberleri tasdik edenlere hitap edildiğinden, Ey Ehl-i Kitap, Ey İsrailoğulları, Ey İman Edenler, şeklinde hitapta bulunulmuştur. Nisâ sûre­sinde, insanlar arasında cari olan hükümler yer almıştır. Bu hükümler; Allah'ın halkettiği, sıhriyyet ve neseb gibi, kullarına takdir ettiği hükümler olarak ikiye ayrılır. Bu yüzden sûre; ***** «..sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan eşini yaratıp...Rabbinizden korkun..» âyetiyle başlamış, aynı âyetin devamında ***** «..adına birbiri­nizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık (bağlarını kırmaktan) sakının.» buyurmuştur. Sûre başındaki bu fevkalâde münasebet ile berâetu'l-istihlale bakalım.. Sûre başında yer alan bu âyet, kadınlarda nikahı helal ve ha­ram olanları, akrabalar arasındaki mirası ihtiva etmektedir. Hz. Adem'in, sonra da Havva'nın yaratılışı ile nikah başlamış, bu ikisinin evlenmesinden pek çok erkek-kadın meydana gelmiştir.
Mâide sûresi, bazı akidelerin yer aldığı sûredir. Bu sûre, dini hükümlerin tamamını, dinin çeşitli yönlerini, resûllerin verdikleri söz ile, ümmetlerinden al­dıkları sözün yerine getirilmesini ihtiva etmektedir. Din, bu sûredeki âyetle ta­mamlanmış, dini tamamlayan sûre de, bu sûre olmuştur. Sûrede ayrıca, ihramlı iken avın yasaklanması, can ve malı korumak üzere haddi aşarak savaşan ve hırsızlık yapanların cezalandırılması, Allah'a ibadette esas olan temiz şeylerin helal kılınması gibi hususlar mevcuttur. Bu bakımdan; abdest, teyemmüm, her Mümin'in Kur’ân'la hükmetmesi gibi Hz. Muhammed'in (s.a.v.) şeriatı ile ilgili hususlar, bu sûrede zikredilmiştir. Bu yüzden sûrede yerine getirmek ve tamam­lamak gibi kelimeler çokça yinelenmiştir. Sûrede ayrıca, dinden dönenlerin ye­rine, daha hayırlıların geleceği, dinin tamamıyla kemale erdiği, ifade edilmiştir. Bu yönleriyle Mâide sûresi, en son tamamlanan sûrelerden olmuştur. Medine' de nâzil olan bu dört sûre arasındaki tertib, en mükemmel bir tertiptir.
Ebu Cafer b. Zübeyr şöyle der: Hattabi'nin ifadesine göre; Sahabe-i Ki-ram'dan Kur’ân'ı cem edenler, Kadir sûresine Alak sûresinden sonra yer ver­mişler, sebebini de şöyle açıklamışlardır: ***** âyetindeki zamirin, kinaye olarak ***** fiiline bağlı olması, okunması emredilen Kitab'a işarettir. Kadı Ebu Bekr İbnu'l-Arabi; bu durumu, gerçek bir bedi sanatı olarak vasıflandırmış-tır.

4- Huruf-i Mukattaa Arasındaki Münasebet

Zerkeşi «eI-Burhan»ında şöyle der: Huruf-i mukattaa ile başlayan sûreler de, münasebet ilminin bir nevidir. Bu harflerden her biri başladığı sûre­ye tahsis edilmiş, ***** yerine, ***** de ***** harfleri yerine gelmemiştir. Her sûrenin bu harflerden biriyle başlaması, sûredeki harf ve kelimelerden çoğu­nun bu harflere mümasil olmasındandır. Bu sûrelerden herbirinin kendisinde mevcut olan kelime ve harflere uygun düşmeyen huruf-i mukatta ile başlaması, doğru değildir. Şayet Nûn sûresi Kâf, Kâf sûresi de Nûn ile başlasaydı, Allah kelamında riayet edilen münasebet ortadan kalkmış olurdu. Bu yüzden sûrede kaf harfi çokça tekrar ettiğinden, Kâf sûresi bu harfle başlamıştır. Bu sûrede; Kur’ân, halk, kavl, kurb, telakki, rakib, sâik, ilka, tekaddüm, müttekin, kalb, ku­rûn, nakib, teşakkuk ve hukuk gibi kelimelerin hepsinde, kaf harfi bulunmakta­dır.
Yûnus sûresindeki iki yüzden fazla kelimede, ra harfi tekrar etmiştir. Bu yüzden sûre ***** ile başlamıştır. Sâd sûresi, içinde sad harfi bulunan bazı husu­met nevilerini ihtiva etmektedir. İlk husumet ***** «Tanrıları bire mi indirdi..» 5. âyetinde görüldüğü gibi, Resûlullah (s.a.v.) ile kafirler arasındaki husumettir. Sıra ile; Dâvud (a.s.)ın huzuruna gelen iki hasmın husumeti, cehen­nem ehlinin husumeti, meleklerin Hz. Adem'in yaratılma kararına karşı husu­meti, şeytanın Hz. Adem'e secde etmeme konusundaki husumeti ile ademoğ-lunu yanıltmadaki husumeti yer almıştır.
***** harflerinde, üç mahreç bir arada bulunmaktadır. Bunlar sıra ile; boğaz, dil ve dudak harfleridir. Bu tertib; yaratmanın başlangıcı olan bidayeti, ahiretin başlangıcı olan nihayete, emir ve nehiylere uyarak şeriata uygun yaşayış olan vasata, işaret etmektedir. Bu harflerle başlayan her sûre, yukarıda söylenen üç hususu içine alır.
Araf sûresindeki sad harfi, Adem (a.s.) ve diğer peygember kıssalarının şerhi ile, ***** «..göğsünde bir sıkıntı olmasın..» âyetinin mev­cudiyetinden dolayı ***** harflerine ilave edilmiştir. Bazı ulema ***** harflerinin mânası; ***** «göğsünü açmadık mı?» âyetinin mânasını taşı­maktadır, derler. Ra'd sûresinde mevcut ***** âyeti ile; ra'd, berk ve benzeri kelimelerin mevcudiyetinden dolayı ***** harflerine, ra harfi ilave edilmiş­tir.
Huruf-i mukattaa ile başlayan sûrelerde, ekseriyetle bu harflerden sonra gelen, Kur’ân ve Kitab gibi, Kur’ân'la ilgili kelimeler mevcuttur.
 ***** gibi âyetler buna misaldir. Ancak; Ankebût, Rûm ve Nûn sûrelerinde, bu harflerden sonra Kur’ân'la ilgili kelimeler zikredilmemiştir. Bun­ların hikmetini, «Esraru't-TenziI» adlı eserimde açıkladım.
Harâllî: Kur’ân; zecr, emr, helal, haram, muhkem, müteşâbih ve emsal şeklinde yedi harf üzere nâzil olmuştur, hadisinin mânası hakkında şöyle der: Kur’ân, ahlakın ve herşeyin en mükemmelini kendinde topladığından, Hatemu'l-Enbiya'nın Kitab'ı da, en son Kitap olmuş; güzel ahlaka dönüş O'nun zuhuruyla başlamıştır. Daha önceki peygamberlerde bulunmayan bu üç esasın ıslahı: 'Güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim' hadisinden de anlaşılacağı üze­re, O'nunla son noktasına ulaşmıştır. Resûlullah'ın şu hadisinde bir arada bulu­nan; dünya, din ve ahiretin ıslahı, bu üç esası meydana getirmektedir: 'Ya Rab-bi, Risaletimin ismeti olan dinimi ıslah et. Geçimimi sağladığım dünyamı ıs­lah et. Döneceğim yer olan ahiretimi ıslah et. Her ıslahda, ilerleme ve gerile­me bulunduğundan mevcut olan üç esas altıya baliğ olur. Bunlar da Kur’ân'ın altı harfidir. Bu altı harfe, bir eşi olmayan yedinci bir harf ilave edilerek tamamı yediye ulaşmıştır. Bu harflerin en değersiz olanı, dünya hayatının ıslahı olan ifa­desidir. Bu da, haram ve helal olmak üzere iki kelimeden ibarettir. Birincisi ha­ram dır; nefis ve beden, haramdan temizlenmek ve uzak tutulmakla ıslah edilir. İkincisi ise helal dır; nefis ve beden, buna uymakla düzelir, ıslah edilir. Tevratda, helal ve haramın aslı mevcutsa da, tamamı Kur’ân'dadır.
Bundan sonra, ahiret hayatının ıslahı olan iki harf gelmektedir. Birincisi zecr ve nehiydir. Ahiret hayatındaki güzelliklerden uzaklaştırdığı için, nefis ve beden, nehiylerden kaçınmakla ıslah edilir. İkincisi emirdir; ahiret hayatındaki güzellikleri sağladığı için nefis, Allah'ın emirlerini yerine getirmekle ıslah edilir. İncil'de bu iki hususun aslı mevcutsa da, tamamı Kur’ân'dadır.
Bundan sonra da dinin ıslahı olan iki harf gelmektedir. Birincisi, Allah'ın hitabını, kulun kolayca anladığı muhkemlerdir. İkincisi de, aklın yetersizliğinden,
Allah'ın hitabını kulun anlamaktan aciz kaldığı müteşabihlerdir.
Bu yedi harften beşi, amel içindir. Altıncısı ise, kulun aczini itiraf edip haddini bilmesidir. Bu iki harf, bütün semavi kitaplarda mevcut ise de tamamı Kur’ân'dadır. Hepsini cami olan yedinci harf, sadece Kur’ân'a mahsustur. Bu da Allah'ın yüce sıfatlarından biri olan Hamd'dır. Son harf Hamd olduğuna göre, Allahu Taâlâ Kur’ân'a Hamd ile başlamıştır. Allah, Kur’ân'ın her yerine yayılan yedi harfi Fatiha sûresinde toplamıştır. Fatiha'nın birinci âyeti; yedinci harf olan Hamd'e, ikinci âyeti; dünyada Rahman, ahirette Rahim olduğunu gösteren he­lal ve harama, üçüncü âyeti; dini meselelerle ilgili emir ve nehye dayanan mülk sahibi olmasına; dördüncü âyetteki, ***** muhkeme, ***** müte­şâbihe şamildir. Kur’ân, bütün özellikleri kendinde toplayan yedinci harfle baş­ladığından, Bakara sûresi de insanın, idrakinden aciz kaldığı altıncı harf olan müteşâbihle başlamıştır. Harâllî'nin sözü burada bitmiştir.
Bu açıklamanın kabul edilebilecek yönü, son ifadesidir. Bunun dışındaki­ler; kulağa çirkin gelen, kalbi nefrete sürükleyen, insanın iştahını kaçıran söz­lerdir. Bunları nakletmiş olmaktan Allah'a sığınırım. Bana göre, Fatiha'dan sonra Bakara, sûresinin ***** ile başlamasındaki en güzel münasebet, Fatiha sûresinin, herkesin kolaylıkla anlayacağı muhkemle, Bakara sûresinin de, mukabili olan tevilden uzak müteşâbihle başlamış olmasıdır.

5-Sûrenin İsmiyle Olan Münasebeti

Sûrelerin ismi, o sürede geçen önemli bir konu ile münasip olması, mü­nasebetten sayılır. Bu konuda On yedinci Bölümde bilgi verilmişti. Kirmâni «eI-Acaib» adlı eserinde şunu ifade eder: Ha Mim ile başlayan yedi sûreye müştereken aynı ismin verilmesi, aralarında her birini tansis eden benzerlikler bulunmasındandır. Ha Mim ile başlayan sûrelerde bu benzerlik; sûrenin uzunluk veya kısalığındaki miktarın yakınlığı, âyetlerin tertibindeki benzerliği yanında, sûrenin Kitap veya Kitabın bir sıfatıyla başlamasıdır.

6-Âyetler Arasındaki Münasebetin Sağladığı Faydalar

Tacuddin es-Subki'nin yazma halindeki «et-Tezkira» adlı eserin­den şunları naklediyorum: İsrâ sûresinin tesbih, Kehf sûresinin de hamd ile başlamasındaki hikmet nedir? sorusuna Subki, şu cevabı vermiştir: Tesbih; ***** âyeti ile ***** şeklindeki duada görüldüğü gibi, hamd' den önce gelmiştir. İbnu Zemlekani bunu şu şekilde cevaplandırır: İsrâ sûresinde müşrikler İsrâ hadisesinden dolayı Resûlullah'ı tekzib etmişlerdi. Bu tekzib aynı zamanda Allah'ı tekzib sayıldığından, Allah ve Resûlünü bundan tenzih et­mek üzere, Subhane lafzıyle başlamıştır. Kehf sûresi, müşriklerin Ashab-ı Kehfi sormalarından sonra nâzil olduğundan, İsrâ sûresine nazaran nüzulü tehir et, miş, Allah'ın Resûlüne ve Müminlere verdiği nimeti kesmeyip, Kitab'ını indir­mekle bu nimeti tamamladığını açıklamak üzere indirmiştir. Bundan dolayı sûre; Allah'a hamd ile başlamıştır.
Huveyyi, Tefsirinde şöyle der: Fatiha sûresinin ***** âyeti ile başlaması Allah'ın bütün mahlukatın maliki olduğunu bildirmek içindir. Fakat; Enam, Kehf, Sebe ve Fâtır sûrelerinde bunun yerine, sıfatlarından biri gelmiştir. Enam sûresinde sadece yeri-göğü, karanlık ve aydınlığı yaratma sıfatı, Kehf sûresinde Kitab'ı inzali, Sebe sûresinde yer ve göklerde olanlara malik olması, Fâtır sûresinde ise yer ve gökleri yaratma sıfatı mevcuttur. Fatiha, Kur’ân'ın ilk sûresi ve Ummu'l-Kitap olduğundan sıfatların en beliğ, umumi ve şumüllü ola-nıyla başlamıştır.
Kirmâni «eI-Acaib» adlı eserinde şöyle der: Kur’ân'da dört yerde; ***** (Bakara, 189.), ***** «Sana ne harcayacaklarını soruyorlar..» (Bakara 215.), ***** «Sana haram aylardan so­ruyorlar..» (Bakara, 217.) ve ***** «Sana içkiden soruyorlar..» (Ba­kara, 219.) âyetlerindeki fiil atıf harfi olan vavsız gelirken, üç yerde ise ***** «Sana (Allah yolunda) ne harcayacaklarını soruyorlar.» (Bakara, 219.), ***** «Sana yetimlerden soruyorlar..» (Bakara, 220.), ***** «Sana âdet görmeden soruyorlar..» (Bakara, 222.) âyetlerindeki fiil, vav harfi ile gelmiştir. Bundaki hikmet nedir? sorusuna şu ce­vabı veririz: İlk dört âyetteki sorular; değişik zamanlarda, diğer üç âyetteki so­rular ise aynı zamanda sorulmuştur. Bu yüzden üç âyetteki fiil, atıf harfiyle gel­miştir.
***** «Sana dağlardan soruyorlar. De ki:..» (Tâhâ, 105.) âyetinde, cevap makamında olan ***** kelimesi fa harfi almıştır. Halbuki Kur’ân'da cevap durumunda olan ***** emri, fa harfi almaz, şeklindeki söze Kirmâni şu ce­vabı vermiştir: Âyette ***** Eğer sana sorarlarsa de ki:., şeklinde bir takdir mevcuttur. ***** «Kullarım sana benden sorarlar­sa (söyle) ben onlara yakınım..» (Bakara, 186.) âyetinde, Kur’ân'ın âdetine göre şartın cevabı ***** şeklinde gelmesi gerekirken böyle olmamıştır, sözüne şu cevabı veririz: Kul dua sırasında, en şerefli bir makamda olduğundan, Allah'la arasında, herhangi bir vasıta bulunmadığına işaret olmak üzere ***** fiili hazfedil­miştir.
Kur’ân'da ***** nidasıyla başlayan iki sûre, Nisa ve Hac sûreleridir. Birinci sûrenin yarısı dünya hayatını, ikinci yarısı da ahiret hayatının izahını yap­maktadır.
Bu konuda bazı ulema müstakil eser telif etmiştir. Hatırladığıma göre bunların ilki, Kisai'nin eseridir. Sehavi bu eseri nazma çevirmiştir. Kirmâni, aynı sahada eser yazarak «el-Burhan fî Tevcihi Müteşâbihi'I-Kur’ân» adını vermiştir. Ebu Abdillah er-Razi, aynı konuda daha mükemmel bir eser vucuda getirerek «Durretu't-Tenzil ve Gurrettu't-Tevil» adını vermiştir. Ebu Cafer b. Zübeyr de «MiIaku't-TeviI» adın­da, göremediğim bir eser vücuda getirmiştir. Kadı Burhaneddin b. Cemaa «Keşfu'l-Maâni an Müteşâbihi'I-Mesani» adında latif bir eser yazmıştır.
«Esraru't-TenziI» adlı kitabımdan bir bölüm, «Katfu'I-Ez-har fî Keşfi'l-Esrar» adıyla bu mevzuya tahsis edilmiştir. Bu sahada yazılmış, daha pek çok eser bulunmaktadır.
Âyetler arasındaki benzerlikten maksat;
a- Âyetin muhtelif şekil ve fasıla ile bir sûrede mukaddem, diğer sûrede muahhar olarak gelmesidir. ***** «..Secde ederek ka­pıdan girin ve 'ya Rabbi bizi affet' deyin..» (Bakara, 58.), ***** «..affet deyin ve secde ederek kapıdan girin.» (Araf, 161.), ***** «..Allah'dan başkası adına kesilen.» (Bakara, 173.), ***** «Allah'dan başkası adına kesilen..» (Enam, 145.) âyetleri buna misaldir.
b- Bir sûrede bir harf ziyadesiyle gelirken, diğer sûrede ziyade olma­dan gelmesidir. ***** «..onları uyarmanla..» (Bakara, 6.), ***** «Onları uyarsan da..» (Yâsin, 10.), ***** «..Kanunlar yalnız Al­lah'ın kanunu olsun..» (Bakara, 193.), ***** «Din tamamen Allah'ın oluncaya kadar..» (Enfâl, 39.) âyetleri buna misaldir.
c- Bir sûrede marife, diğerinde nekre veya bir sûrede müfred, diğerinde cemi veya bir sûrede bir harf, diğerinde iki harf veya bir sûrede idgamlı, diğe­rinde ise idgamsız olarak gelir. Bu bahis, Münasebet Bölümüyle birbirine ya­kındır.
Benzer âyetlerin tevcihi ile birlikte misalleri şunlardır: Bakara süresindeki
***** «muttakiler için yol göstericidir.» (Bakara, 2.) âyeti, Lokman sûre­sinde ***** «(Bunlar) güzel davrananlara yol gösterici ve rah­met olarak (indirilmiştir).» âyet, 3. şeklinde gelmiştir. Bakara sûresinde Allah, imanı bir bütün olarak zikrettiğinden âyetin ***** kelimesiyle bitmesi uygun düşerken, Lokman süresindeki âyette imanla birlikte rahmet kelimesi bulundu­ğundan âyetin ***** kelimesiyle bitmesi uygun düşmüştür.
Bakara sûresindeki ***** «Dedik ki: 'Ey A-dem, sen ve eşin cennette oturun. Yeyin..» 35. âyetinde ***** kelimesi vav harfi ile gelmişken, Araf sûresinde bu kelime ***** (âyet 19.) şeklinde gelmiştir. Ba­kara sûresindeki ***** fiili, ikamet mânasına gelirken, Araf sûresinde bu fiil, mesken edinme mânasındadır. ***** sözü Allah'a nisbet edilince, yiyip-iç­me ile oturmanın aynı anda olduğuna işaret eden vav harfiyle ikramın ziyadeli-ği, uygun düşmüştür. Bu yüzden Bakara âyeti, Araf âyetinden daha umumi ol­duğu için ***** «dilediğiniz yerde bol bol..» şeklinde gelmiştir. ***** ile başlayan Araf sûresindeki âyette, yiyip-içme işinin mesken edinme işinden sonra geldiğine işaret etmek üzere ***** şeklinde ifade edilmiştir. Çünkü yiyip içme, mesken edinmeden sonra gelir. Araf sûresindeki ***** ifadesinde Ba-. kara sûresindeki ***** ifadesinin taşıdığı umumi mâna yoktur.
Bakara sûresindeki; ***** «Öyle bir günden korkun ki, o gün hiç kimse kimsenin yerine bir şey ödeyemez. Kimseden şefaat da kabul edilmiyeceği gibi, fidye de a-Iınmaz..» 48. âyet ile aynı sûredeki ***** «..şu günden sakının ki, kimse kimseden yana bir şey ödeyemez, kimseden bir fidye kabul edilmez..» 123. âyeti buna misaldir. Bu iki âyette adl kelimesi, önce takdim sonra tehir etmiş, şefaat kelimesi birinci âyette kabul kelimesiyle, ikincisinde ise menfaat kelimesiyle ifade edilmiş­tir. Bundaki hikmet, şöyle açıklanabilir: Birinci âyetteki ***** da bulunan zamir, birinci nefis kelimesine, ikinci âyetteki aynı zamir, ikinci nefis kelimesine racidir. Birinci âyette açıklandığı üzere, başkasına şefaat eden ve mükafaat veren nef­sin şefaati kabul olunmayacak, ondan bir bağış alınmayacaktır. Bu âyetteki şe­faat kelimesi öne geçmiştir. Çünkü şefaat edenin şefaatı, bağışlamadan önce­dir. İkinci âyette beyan edildiği üzere nefis, nefis olarak kendi kendine bağışla­mada bulunamadığı gibi, başkasının şefaatı da kendisine fayda vermez. Bu i-kinci âyette bağışlama, şefaattan önce gelmiştir. Çünkü şefaata ihtiyaç, bağış­lama reddedildiğinde duyulur. Bu yüzden birinci âyette; şefaatın kabul edilme-yeceği, ikinci âyette ise şefaatın fayda vermeyeceği ifade edilmiştir. Şefaat an­cak, şefaatçıdan kabul edilir, fayda ise ancak şefaat edilene dokunur.
Bakara sûresindeki, *****
«Sizi Firavun ailesinden de kurtarmıştık ki (onlar), size azabın en kötüsünü reva görüyor, oğullarınızı boğazlıyor..» 49. âyeti ile İbrahim sûresinde ***** (âyet, 6.) şeklinde vav ile gelen âyet, benzer âyetlere ayrı bir misal­dir. Birinci âyetteki hitap Yahudileredir. Bu âyetle Allah ikramda bulunarak, kar­şılaştıkları sıkıntıları kendilerine sayıp dökmemiştir. İkinci âyetteki hitap, Musa (a.s.)ın sözü olduğundan, kavminin karşılaştığı bütün mihnetleri sıralamıştır. Bu âyetin benzeri, Araf sûresinde ***** (âyet, 141.) fiili ile gelmiştir. Âyetin bu şekli, tefennün adı verilen değişik kelimeler kullanarak yapılan bir sanat nevi­dir.
Bakara sûresindeki ***** «Onlara: 'Şu şehre girin..' de­dik.» (58.) âyeti, Araf sûresinde değişik lafızla ***** «Onlara: 'Şu şehirde oturun...' denildi.» (âyet, 161.) şeklinde gelmiştir. Bu benzerlikteki incelik, Bakara âyetinin Yahudilere ***** «Ey İsrailoğulları, nimetimi hatırlayın..» (47.) âyetinde olduğu gibi, verilen nimetleri hatırlatma ka­bilinden, söz Allah'a nisbet edilmiş, nimetin tamamı verildiğinden ***** kelimesi­nin zikri, ***** âyetinin takdim etmesiyle cemi kesret olan ***** kelime­sinin zikri, şehre girmeleri ile iyilikte bulunmanın bir arada olduğunu gösteren vav harfinin ***** şeklinde fiilden önce gelmesi, yeme işinin şehre girişten hemen sonra olacağından ***** fiiline fa harfinin dahil olması uygun düşmüştür. Araf sûresinde Yahudilerin sözü olan ***** «..Bunların nasıl tanrıları varsa bize de öyle bir tanrı yap..» (138.) âyeti, buzağıyı ilah edinme istekleri yüzünden tevbihle başlamış, bu bakımdan âyetin ***** şeklinde gelmesi ***** kelimesinin âyette yer almasıyla uygun düşmüştür. Şehre girip iskan etmek, yiyip-içmeyi de içine aldığından âyetin ***** şeklinde vav harfi ile gelmesi, ha­talarını bağışlamanın öne geçmesi ve ***** fiilinin Araf 161. âyette vavsız gel­mesiyle uygun düşmüştür.
Araf sûresindeki ***** «..Musa kavminden bir top­luluk da var ki gerçeğe götürürler..» âyetinde Yahudilerden hidayete eren bazı kimselerin bulunması, aynı sûredeki ***** (162.) âyetinde işaret edilen bazı kimselerin zulümde bulunması ile uygun düşmüştür. Bakara sûre­sindeki âyette aynı durum bulunmadığından, Araf sûresinde yer alan ifadeler terkedilmiştir. Bakara sûresindeki âyette zulümle vasıflananlara musibet indiril­diği, musibetin gönderilişi, tesir bakımından indirilişinden daha şiddetli olduğu tasrih edildiğinden, zulümde bulunmayanların selamete ulaşacaklarına işaret vardır. Bu yüzden Bakara 47. âyetindeki nimetin yanında, selamete erenlerin de zikredilmesi, Bakara 59. âyetin ***** ile bitmesi, birbirine uygun düşmüş­tür. Âyette geçen fasık, zalim olmayabilir, fakat her zalim fasıktır. Bu bakımdan her iki kelime, âyetin siyakına uygun gelmiştir.
Bakara sûresindeki ***** (60.) âyeti ile Araf sûresindeki ***** 160. âyeti de bu kabildendir. Suyun fışkırması, çokluğunu göstermesi bakımın­dan daha beliğdir. Bu yüzden, verilen nimetlerin zikri suyun bolca fışkırması ta­biri uygun düşmüştür.
Bakara sûresindeki ***** «Bir de dediler ki: 'Sa­yılı bir kaç gün dışında bize asla ateş dokunmaz..» (80.) âyeti Âli İmrân, sûre­sindeki ***** «..sayılı birkaç günden başka..» (24.) âyeti de bu kabil­dendir. Bu iki âyet hakkında İbnu Cemaa şöyle der: Âyette bu sözü söyleyen­ler, Yahudilerden iki ayrı gruptur. Bir grup: 'Biz dünya günleri sayısı olan yedi gün cehennemde kalacağız' derken, diğer grup da: 'Atalarımızın buzağıya taptığı günler sayısı olan kırk gün azab göreceğiz', demişlerdir. Bakara sûre­sindeki âyet, ikinci gruptakilerin kastettiği mânayı taşıdığından cemi kesret si­gasıyle, Âl-i İmrân süresindeki âyet ise, birinci gruptakilerin kastettiği mânayı taşıdığından cemi kıllet sigasıyle gelmesi uygun düşmüştür.
Fahruddin Razi şöyle der: Şu âyetlerdeki benzerlik, tefennünden sayılır: ***** «..Asıl doğru yol Allah'ın yoludur..» (Bakara, 120.), ***** «hidayet Allah'ın hidayetidir» (Âl-i İmrân, 73.) Bakara sûresindeki hidayet kelimesinden murad, kıblenin tahvili, Âl-i İmrân'dakinde ise ***** ile başladığından, İslam dini murad edilmiştir. Bunun mânası; Allah katında mak­bul olan din, İslam dinidir demektir.
***** «'Rabbim, burasını güvenli bir şehir yap'.» (Bakara, 126.) âyeti ile ***** «'Rabbim, bu şehri güvenli kıl'.» (İbrahim. 35.) âyetinde de tefennün vardır. Birinci âyette Hz. İbrahim, karısı Hacer oğlu İsmail'i henüz şehir haline gelmeyen vadide bıraktığı sırada buranın şehir olma­sını dua etmiştir. İkinci âyette ise, çıktığı seferden döndükten sonra, vadinin bir şehir haline geldiğini gördüğünden, buranın emin bir belde olmasını dilemiştir.
***** «'Allah'a, bize indirilene inanırız' deyin..» (Bakara, 136.) âyeti ile ***** «De ki: 'Allah'a, bize indirilene...inandık.'» (Âl-i İmrân, 84.) âyetinde de tefennün vardır. Birinci âyet, Müslümanlara, ikinci âyette de Nebi'ye hitap etmektedir. ***** harfi cerri, bir şeyin her yönden son bulmasını, ***** ise sadece bir yönden son bulmasını gösterir. Bu, mâna bakı­mından bir ulviyettir. Kur’ân ve Onu tebliğ eden Resûl, Müslümanların her işin­de rehber olmuştur. Fakat Kur’ân, özellikle Nebi (s.a.v.)e ulvi bir cihetten reh­ber olmuştur. Bu yüzden Resûl'e hitap ederken âyetin ***** ile gelmesi uygun düşmüştür. Resûlullah'a gelen hitapta ekseriya ***** Müslümanlara ise ***** harfi cerri kullanılmıştır.
***** «..Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Bunlara yaklaşma­yın..» (Bakara, 187.) âyeti ile ***** (Bakara, 229.) âyeti de bu kabildendir.
Birinci âyet, bazı nehiyler akabinde geldiğinden, bu nehiylere yaklaşmanın ya­saklanması uygun düşmüştür. İkinci âyet ise, bazı emirlerden sonra geldiğin­den, bunlara uymak şartıyla yerine getirilmesi uygun düşmüştür.
***** «Sana kitabı indirdi..» (Âl-i İmrân, 3.) âyeti ile, aynı âyetin devamı olan ***** «..Tevrat ve İncil'i indirmişti..» âyeti, buna ayrı bir misaldir. Birinci âyette Kur’ân, âyet âyet nâzil olduğundan, Tevrat ve İncil'in aksine, tekrarı ifade eden ***** fiiliyle gelmesi uygun düşmüştür. Tevrat ve İncil, Kur’ân'a nazaran bir defada toptan nâzil olan Kitaplardır.
***** «..Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin.» (Enam, 151.) âyeti ile ***** açlık korkusuyla (İsrâ, 31.) âyeti bu kabilden­dir. Birinci âyette hitap, gerçek fakirleredir. Fakirliğinizden dolayı onları öldür­meyiniz, mânasındadır. Âyetin akabinde ***** (sizi biz rızıklandırırız), yani fakirliğinizi giderecek miktarda rızkı biz veririz ifadesi ile ***** yani, hepinizi biz rızıklandırırız, ifadesi uygun düşmüştür. İkinci âyetteki hitap; çocuklar yüzünden hasıl olacak fakirlik korkusundan dolayı, zenginleredir. Bu mânadan dolayı â-yetin ***** «Onları da sizi de biz besliyoruz.» (İsrâ, 31.) şeklinde gelmesi uygun düşmüştür.
***** «..Allah'a sığın çünkü O işitendir, bilendir.» (Araf, 200.) âyeti ile ***** «Allah'a sığın çünkü O, işitendir, bi­lendir.» (Fussilet, 36.) âyetinde benzerlik vardır. İbnu Cemaa bu konuda şöyle der: Araf âyeti önce, Fussilet âyeti sonra nâzil olmuştur. Sonradan nâzil olanın harfi tarif ile gelmesi uygun düşmüştür. Buna göre âyetin mânası; şeytanın al­datması sırasında, işiten ve herşeyi bilen Allah'ın, ikinci âyettekinin aynısı oldu­ğu şeklindedir.
***** «Münafık erkekler ve münafık kadınlar birbirlerinin dostlarıdır..» (Tevbe, 67.) âyeti ile Müminler hakkında ***** «..birbirinin dostudurlar..» (Tevbe, 71.) âyeti, kafirler hakkında da ***** «Kafirler birbirinin dostudur..» âyeti buna ayrı bir misal­dir. Çünkü münafıklar, belirli bir din ve şeriat üzere birbirlerine yardımcı olmaz­lar. Bunların bazıları Yahudi, bazıları da müşriktir. Âyetteki ***** sözü, şüphe ve nifakta onlara işaret eder. Müminler ise İslam dini üzere arala-rında yardımlaşırken, münafıkların hilafına küfrünü ilan eden kafirler de birbirle­rine destek olur ve yardım ederler. Onların bu yönü ***** «Sen onları toplu sanırsın, oysa onların kalpleri dağınıktır.» (Haşr, 14.) âye­tinde ifade edilmiştir.
Yukarıdan beri verilen misaller, bu mevzuu aydınlatan misallerdir. Bunla­rın bir kısmı Takdim-Tehir, bir kısmı Fevasıl, bir kısmı da diğer bölümlerde geç­miştir.