DUA VE TEVHİD
YUNUS'UN (A.S.) DUASI
Şeyhülislam İbn Teymiye Allah ruhunu mukaddes kılsın-ye, Rasulullah'ın (s.a.v.) aşağıdaki hadisi ile ilgili olarak şu sorular soruldu:
Öncelikle hadisi zikredelim, hadis şu; Allah Rasulu (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
"Kardeşim Zürınun'un duası:
"Senden başka ilah yoktur; senin şanın yücedir; ben zalimlerden oldum" (Enbiya: 21/87)
ayetidir, sıkıntıya düşmüş herkim bu dua ile dua ederse, mutlaka Allah o kimseyi sıkıntıdan kurtarır
.[1]
Bu hadisle, alakalı şu sorular sorulmuş İbn Teymiye'ye
1- Bu duanın manası nedir?
2- Bu dua niçin sıkıntıları gideren bir duadır?
3- Bu duada geçen sözleri söyleme sırasında batini bir şartın bulunması gerekli midir?
4- Zorluğu gidermeyi gerekli kılması için, kalbin itikadı, duanın anlamıyla uyumu nasıl olmalıdır?
5-Duada geçen "inni küntü minezzalimin ben zalimlerden oldum" bölümünün zikredilmesinin, zorluğu gidermeyi gerekli kılan tevhidle münasebeti nedir?
6- Bu duayı okuyan kimsenin, sadece zalim olduğunu söyleyerek suçunu itiraf etmesi yeterli midir, yoksa gelecekte karar verip tevbe etmesi kaçınılmaz bir gereklilik midir?
7-Sıkıntının giderilmesi ve kaldırılmasının, insanın yaratıklardan ve yaratıklarla alakalı olan herşeyden umudunu kesmeye bağlı olmasının sırrı nedir?
8-Kalbin yaratıklardan ve onlarla alakalı olan şeylerden bir şey ummaktan tamamen vazgeçip bütün varlığı ile Allah'a bağlanması, tamamen O'na yönelmesi ve her şeyi O'ndan ummasının asli ve belirgin sebebi nedir? Üstad bu sorulara şöyle cevap veriyor: Hamd alemlerin Rabb'i olan Allah'a aittir.[2]
"Dua ve davet" sözü Kur'an'da iki anlam içerir:
1- İbadet duası (ibadet amacıyla yapılan dua).
2- Dilek duası (Allah'tan birşey dilemek için yapılan dua).
Şu ayetler bu tanımlara örnektir:
"Allah'la beraber başka bir ilaha dua (ibadet) etme, sonra azab edilenlerden olursun" (Şuara: 26/213)
"Kim, Allah'la beraber varlığını ispatlayacak hiçbir delil bulunmayan bir ilaha ibadet (dua) ederse, onun hesabı Rabbinin yanındadır. Kuşkusuz kafirler kurtulamaz" (Mü'minun: 23/117)
"Allah'la beraber başka bir ilaha dua etme, O'ndan başka ilah yoktur" (Kasas: 27/88)
"Allah'ın kulu Muhammed O'na ibadet (dua) etmek için kalkınca, neredeyse çevresinde birbirlerine kenetlenerek keçeleşirlerdi" (Cin: 72/19)
"Onlar Allah'ı bırakıp dişilere dua (ibadet) ediyorlar ve yalnız başkaldırım şeytandan başkasına ibadet etmiyorlardı" (Nisa: 4/117)
"Hak dua Allah'a yapılır; ondan başka dua ettikleri, kendilerine hiçbir cevap veremez. Bunlar suyun ağzına gelmesi için avuçlarını suya açan kimseye benzerler. Hiçbir zaman su ağzına ulaşmaz?' (Rad: 13/14)
"Onlar ki Allah île beraber başka bir ilaha dua etmezler. Allah'ın haram ettiği canı haksız yere öldürmezler ve zina etmezler." (Furkan: 25/68)
"(Ey Muhammed), de ki: "Duanız (ibadetiniz) olmasa Rabbim sizi ne yapsın (ne diye size değer versin?) Yalanladığınızdan ötürü azaba çarptırılmanız gerekecek." (Furkan: 25/77)
Ayetin yorumu ile ilgili olarak şöyle denildi: "Eğer sizin O'na duanız olmasa; onun duası size olmasa..." Buradaki mastar bazen özne ile bazen de nesne ile tamlanmaktadır. Ancak özne ile tanılanma olasılığı daha güçlüdür. Çünkü o duayı yapan bir öznenin olması mutlak gereklidir. Bu nedenle iki görüşten en güçlüsü budur. Bu durumda ayette şöyle denilmektedir: Şayet O'na dua etmiyor, O'na ibadet etmiyor ve O'ndan dilekte bulunmuyorsanız Rabbim sizi ne yapsın (ne diye size kıymet verip dikkate alsın)? [3]
Dua Ve Namaz
"Salat" kavramı lugatta dua anlamındadır. Salat'a dua denilmesi ibadet ve dilemek olan dua manasını içermesinden dolayıdır. Sözgelşi:
"Bana dua edin, duanızı kabul ediyim" (Mü'min: 40/60)
ayeti iki biçimde tefsir edilmiştir:
1- Bana ibadet edin ve emrime uyun ki duanızı kabul edeyim. Şu ayette buyurulduğu gibi:
"İman eden ve salih amel işleyenlerin dualarını kabul eder" (Şura: 42/66)
2- Benden isteyin, size vereyim.
Buhari ve Müslim'de konu ile ilgili olarak şu hadis yer almıştır: Rasuhıllah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
"Her gece, gecenin son üçte bir kısmı kalınca Rabbi-miz dünya göğüne iner ve şöyle buyurur: "Benden dileyen yok mu, dilediğini vereyim, bana istiğfar eden yok mu, kendisini mağfiret edeyim[4]
Hadiste öncelikle dua kelimesi, ardından sual (dilek) ve istiğfar kelimeleri zikredildi. Dileyene aynı zamanda dua eden olduğu gibi istiğfar eden de aynı zamanda dileyendir. Ne var ki "sail" kelimesinin kullanılması hayrı taleb eden dilekçiden sonra gelecek şerri gidermek içindir. Her ikisinin birlikte dua eden (dai) kelimesinden sonra zikredilmesi, bu kelimenin her ikisini ve onların dışında kalan başka kelimeleri de içermesi, bu hass (özel) olanın genel üzerine atfedilmesi kuralından kaynaklanmaktadır. Konuyla ilgili olarak yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Kullarım sana benden sorarlar; kuşkusuz ben onlara çok yakınım. Dua eden, Bana dua ettiği zaman, duasını kabul ederim" (Bakara: 2/186) [5]
Dilek Ve İbadet:
Her diliyen, rağbet eden, korku duyan kimse kendisinden dilekte bulunulan varlığa kulluk edendir. O'na her ibadet , eden de aynı zamanda O'nun rahmetini uman ve azabından korkandır. Her ibadet eden dileyendir ve her dileyen ibadet edendir. Bu iki isimden herbirisi diğerinden soyutlanıp tek başına kaldığında onu içerir. Ancak bir araya geldikleri zaman "sail" (dileyen) kelimesiyle, sual ve taleb kalıbıyla, yararlı olanı elde etmeyi, zararlı olanı gidermeyi istemek anlamı murad edilir. Bunun gibi ibadet eden anlamına gelen "abid" kelimesiyle burada sual kalıbı bulunmasa da, emre uymayı taleb eden kimse anlatılmak istenmiştir. [6]
Havf Ve Reca (Korku Ve Ümit)
Allah'ın zatını isteyen ve O'na bakan "abid", dileğinin yerine getirilmesini uman "ragıb", dileğinin yok olmasından korkan "rahib" olarak aynı zamanda hem korkan hem de umandır. Şu İki ayet bunun misalidir.
"Gerçekten onlar hayır işlere koşarlar, umarak ve korkarak bize dua edererdi ve bize derin saygı gösterirlerdi" (Enbiya: 21/90)
"Yanları yataklardan uzaklaşır, korkarak ve umarak Rab'lerine dua ederler" (Secde: 32/16)
İster ibadet, isterse dilek amacı içeren dua olsun, Allah'a dua eden kimsenin, umma ve korkma duygularından uzak olduğu düşünülemez.
Bazı şeyhlerin korku ve ümidi avama has makamlardan saydıkları anlatılır. Bu anlayış şu şekilde yorumlanmaktadır: Bunu söyleyen şeyhin anlatmak istediği, mukarrabİnler (yani Allah'a yakınlık kesbetmiş kimseler)in sadece Allah'ın zatını istedikleri, O'na bakmakla haz almayı amaçladıklarıdır. Orada O'nurda haz alan yaratıklar bulunmasa da onlar bu isteğin gerçekleşmesini umarlar, ondan mahrum kalmaktan korkarlar. Aslında onlar da korku ve ümid duygularından uzak değildir, fakat onların umdukları ve korktukları, taleb ettiklerine göredir. Sözgelimi bunlardan birisi şöyle söylemektedir:
"Sana ne cennetini arzulayarak ne de ateşinden korkarak İbadet ediyorum"
Bu sözü söyleyen zat cennetin, alelade yaratıkların yararlandığı bir yerin, ateşin ise, yaratıkların duydukları acının ötesinde özel bir azab olmayan yerin adı olduğunu sanıyor. Oysa böyle düşünen kimseler cennetin adını anlama noktasında büyük eksiklik içindedirler. Halbuki Allah'ın dostlarına ödül olarak ahirette hazırladığı yerin adı cennettir. Allah'ın cemaline bakmak da çenet nimetlerinden bir nimettir. Bunun için mahlukatın en faziletlisi olan kimse Allah'ın cennetini ister, cehennem ateşinden de O'na sığınır. Bu yüzden Rasululah'm sahabesi namazlarında şöyle dua ederlerdi: "Ben Allah'tan cenneti dilerim ve cehennem atesinden Allah'a sığınırım[7] Bir grub kelamcı, yukarıda zikredilen (senden cemaline bakma lezzetini isterim) sözünü yadırgamışlardır. [8] Onİar sanıyorlar ki Allah'a bakmaktan tad alınmaz; yaratılmışların dışında haz alınacak nimet yoktur. Diğer (sufiler) gibi bunlar da cennetin manası konusunda yanlışa düşmüşlerdir. Ancak onlar teleb edilmeye layık gördüklerini istiyorlar, bunlar ise bu talebi inkar ediyorlar. [9]
Hakikatlerin Bulunduğu Yerde Yeminler Bozulur
Ateşten acı duyma hususuna gelince, bu kaçınılmaz bir durumdur. Kim "beni ateşe atsalar ben razı olurum" gibi bir söz söylese, o kimse rıza göstermeye yemin etmiştir. Halbuki hakikatlerin bulunduğu yerde yeminler bozulur. Semmun[10]gibi düşünenlerin sözünde de durum bunun benzeridir. Semmun şöyle demişti bir şiirinde:
"Benim senden başka hiçbir nasibim yoktur. sen nasıl dilersen beni Öyle imtihan et"
Semmun idrar darlığına yakalandı. Çocuk mekteplerinin çevresinde dolaşıp çocuklara şöyle dermiş: "Yalancı amcanıza dua eden"
Nitekim böyleleriyle ilgili olarak Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Andolsun ki, siz ölümle karşılaşmadan önce onu arzuluyordunuz. İşte onu gördünüz, ama bakıp duruyorsunuz" (Al-i İmran: 3/143)
Tasavufi makamların nedenselliği hakkında konuşan bazı sufiler, kaderi gözlemleme esası üzerine bina ederek sevgi, rıza havf (orku) ve reca (umma)yı avamın makmlarından kıldılar. Onlara göre, "Kim kadere tanık olursa, hiçbir şey değilmiş gibi fani, sürekli var olan gibi baki kalıncaya dek fiillerin birliğine de tanık olur. Bu durumdaki kimse bütün bu işlerden kurtulur, onların üstüne çıkar" Halbuki bu hakikat ve şeriat yönünden düzeltilmesi gerken bir sözdür. [11]
Sufilerin Mahv Ve Fena İddiaları
Gerçek olan şu ki diri olan bir varlığın eğilim duyduğu bir varlığa karşı sevgi, nefret ettiğine ise kin beslememesi düşünülemez. Buna rağmen, "canh olan bir varlığın yanında bütün ölçüler eşittir", derse bu kimse şöyle düşünen iki çeşit insandan birisidir: Bu kişi ya ne söylediğini düşünemeyecek kadar cahil bir kimsedir. Ya da kendisini büyük gören inatçı bir kimsedir. Farzedilse ki insanın basma Öyle bir hal geldi ki aklını yitirdi -böyle bir duruma ister mahv, ister fena, ister ğaşıy isterse da'f denilsin farketmez- bu durum insan benliğindeki duyulan tamamen yok etmez. Bilakis o kimse sevdiği varlığa karşı eğilim duyma, nefret ettiğine ise kin duyma hislerine sahiptir. Bazı şeylere karşı beslediği insanı duygularda bir düşüş söz konusu olsa bile, bu, söz konusu insanın bütün insani duyularını yitirdiği anlamına gelmez.
Kim, "rububiyetin tevhidini (birliğini) müşahede eden kimse cem ve fena makamına girer de artık birşeyi diğerinden ayıramama makamı olarak bilinen "fark" makamını müşahede eder", diye inanırsa bu kimse yanılmıştır. Durum ne olursa olsun; aksine birşeyi diğerinden ayırt etme durumu mutlaka gereklidir; çünkü bu zorunlu olan bir husustur. Ne var ki, bir kimse şer'i bir hususta farketme sınırlarını aşarsa bile, tabii olarak farketme sınırlarında kalır. Bu durumda mevla'sma itaat eden birisi değil de hevasına uyan bir kimse olur.
Bu "fark" meselesi Cüneyd (Bağdadi) ile dostları arasında gündeme gelince Cüneyd onlara "İkinci fark" makamını anlattı, ikinci fark makamı, emredilenle sakıncalı olan, Al-lah'm sevdiği ile hoş görmediği şeylerin arasını ayırdetme makamıdır. Bu makamda olan kimsenin kapsayıcı kaderi (kadr-i cami) müşahede etmesiyle olur. Bu makamda olan kimse kapsayıcı kader hususunda birşeyi diler birşeyden ayırdetme yasasını müşahede eder. Aksi takdirde emredilenle sakıncalı olan arasını ayırdedemeyen kimse İslam dininden çıkar.
Bu cem konusunda konuşan kimseler (Cüneyd ve çevresi) şer'i fark sınırlarının dışına tamamen çıkamazlar. Şayet şer'i farkın (şeriat ölçülerine göre kimseyi diğerinden ayır-dedebilme melekesi) dışına çıkarlarsa en şerli kafirlerden olurlar. Çünkü bu kimseler artık Rasul ile diğerlerinin arasının aynı düzeyde olduğuna kanaat edecek, vahdet-i vücud düşüncesini benimseyecek duruma gelmiş kimselerdir. Bu noktada yaratanla yaratılan arasını ayırdedememektedir-ler. Ancak bu görüşte olan kimselerin tamamı işi ilhad noktasına vardırmamışlar, bilakis bir durumdan diğerini ayırdet-mişlerdir. Böylelikle zaman zaman kıble ehli olan diğer normal müslümanların aptığı gibi zaman Allah'a ve elçisine itaat ederken bazan da Allah'a ve elçisine asi olmuşlardır. Bu hususlar, başka konularda genişçe anlatılmıştır. [12]
Dua, İbadet Ve Dileme
Burada amaç "da'vet ve dua" kelimelerinin şu hususları kapsamasıdır. Cenab-ı Hak buyuruyor:
"Onların dualarının sonu da: "Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun" sözleridir" (Yunus: 10/10)
Aynı konu ile ilgili olarak hadiste şöyle buyurulmuş:
"En faziletli zikir: "La ilahe illallah" kelimesi, en faziletli dua da "elhamdülillah" sözüdür."
Hadisi ibn Mace[13] ve İbn Ebi Dünya rivayet etmiştir.
Tirmizi ve diğer hadisçilerin tahriç ettiği bir hadiste de Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Kardeşim Zünnun (Yunus'un) (a.s.) duası: "Senden başka ilah yoktur. Senin şanın yücedir; Ben zalimlerden oldum."(Enbiya: 21/87) ayetidir. Sıkıntıya düşen bir kimse bu dua ile dua ederse Allah sıkıntısını mutlaka giderir."
Bu ayete "davet" denildi. Çünkü ayet dua türünü içeren bir ayettir. Sözgelimi "la ilahe illa ente" (Senden başka ilah yoktur) sözü uluhiyetin tevhidini itiraf etmektir. Uluhi-yetin tevhidi ise dua çeşitlerinden birisini içerir. Çünkü ilah, ibadet, dua ve dilek niyetiyle kendisine dua edilmeye en çok layık olan varlıktır. O da kendisinden başka ilah olmayan Aliah'tır. [14]
Dileme İle İlgili Çeşitli Yorumlar
Ayette yer alan: "Ben zalimlerden oldum" ifadesi, günahı itiraf etmektir. O da mağfireti istemeyi içerir. Çünkü dilekte bulunan taleb edici, bazan taleb kalıbı ile dilekte bulunur, bazan da haber (bilgi) kalıbı ile. Bu ya dilekte bulunan ya da kendisinden istenen kimsenin durumuna yahut her iki duruma göre ayarlanır. Nuh'un (a.s.) duasında olduğu gibi. Nuh şöyle dua etmişti:
"Ey Rabbim! Bilgim olmayan birşeyi senden dilemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz, bana acımazsan, ziyana uğrayanlardan olurum" (Hud: 11/47)
Görüldüğü gibi buradaki ifade dilek kalıbı değildir. Eğer Allah onu mağfiret edip ona acımazsa ziyana uğrayanlardan olacağını Allah'tan haber veren ihbari (bilgi veren) bir kalıptır. Ne var ki bu bilgi aynı zamanda mağfiret dilemeyi de kapsar. Bu hususta diğer bir örnek Adem ve eşi Havva'nın şu duasıdır:
"Ey Rabbimiz! Biz nefsimize zulmettik, eğer bizi mağfiret etmez ve bize acımazsan, biz ziyan edenlerden oluruz" (A'raf: 7/23)
Musa'nın (a.s.) duası da bu kabildpndir.
"Rabbim, doğrusu bana indireceğin her hayra mulıtacım" (Kasas: 28/24)
Bu ayette Musa'nın (a.s.) Allah'ın kendisine indireceği her türlü hayra muhtaç olduğu durumu anlatılmaktadır. Bu ifade, aynı zamanda, Allah'ın kendisine indireceği hayrı istemesini de içerir.
Öte yandan Tirmizi ve diğerleri Rasulullah'tan şu hadisi nakletmişler:
"Kur'an okumakla meşgul olduğudan dolayı benî zikredemeyen ve benden dilekte bulunamayan kimseye, ben dilekte bulunanlaraverdiğimden daha fazlasını veririm"[15]
Tirmizi rivayet ettği bu hadisi "hasen" olarak tanımlamış.
Öte yandan Malik b. el-Huveyris Rasulullah'tan şu hadisi rivayet etmiştir: Rasulullah şöyle buyuruyor:
"Beni zikretmekle meşgul olması nedeniyle benden dilekte bulunamayan kimseye, dileyenlere verdiğimden daha üstününü veririm"[16]
Sanırım Beyhaki bu hadisi merfu olarak yine bu kelimelerle rivayet etmiştir.
Süfyan b. Uyeyne'ye Rasulullah'ın şu sözü hakkında soruldu, söz şu:
"Arefe günü yapılması gereken dua 'Allah'tan başka ilah yoktur, O tektir, ortağı yoktur; mülk O'nundur ve hamd O'nadır. O, herşeye gücü yetendir"[17]
Süfyan bu hadisi zikrettikten sonra Ümeyye b. Ebus-B alt'in İbn Cüdan'ı öven şu dizelerini okudu.
"İhtiyacımı anlatayım mı, yoksa senin bağışlayacağınla yetineyim mi? Zira senin huyun bağışta bulunmaktır. kişi bir gün seni övse, bu övgüyü sana arzetmek ona yeter"
Uyeyne diyor ki: "Bu şiirde bir yaratık diğer yaratığa hitab etmektedir. Bir kul diğer kula böyle kelimelerle hitab, ediyorsa, bir kul, yaratıcıya nasıl hitab etmelidir?"
Rasulullah'dan nakledilen şu dua da bu kabilden bir duadır:
"Allah'ım! Hamd Sana aittir. Şikayetler Sanadır; yardım yalnızca Senden istenir. Yardım eden yalnızca Sensin. Tevekkül yalnızca Sanadır. (Yalnız Sana güvenilir, yalnızca sana dayanılır)"
Bu duada geçen kelimeler bilgi (haber) kalıbında oldukları halde dilek anlamı da içerirler.
(Bu hadisi kimin tahriç ettiği tesbit edilemedi) [18]
Dilekte Bulunmanın En Güzel Yolu
Konu ile ilgili olarak şu ayeti örnek verelim: "Bana sıkıntı dokundu; Sen merhamet edenlerin en merhamet edenisin" (Enbiya: 21/83)
Görüldüğü gibi ayette Eyyub (a.s.) kendi durumunu, Rabbinin durumunu, ona dokunan sıkıntıyı kaldırması için rahmetini dilemeyi içeren bir ai'atımla tasvir etmektedir. Duanın sözleri haber kalıbında sözlerdir, ancak aynı zamanda dilekte bulunma anlamını da içeriyorlar. Bu anlatım biçimi dilek ve duada bulunmada izlenecek en güzel yoldur. Bir kimsenin tazim ettiği, rağbet ettiği ve korktuğu kimseye, ben açım, ben ustayım demesi, ondan dilekte bulunmanın en güzel yoludur. Böyle demeyip de beni doyur, beni tedavi et vb. istek kalıbları kullansa, bu dilenenden kesin istekte bulunan ifade kalıplarıdır. Burada da dilekte bulunan kimse durumunu açığa vurmakta, güçsüz olduğunu ve muhtaç olduğunu bildirmektedir. Burada taleb kalıbıyla ifade edilen kelimelerle tam bir umma ve tam bir dileme vardır.
Bu kahb "Dilek ve dua" kalıbıdır. Bu ifade kalıplarını, dilekte bulunan kimse, kendisinden dilediği kimseye muhtaç olduğu, ya da kendisinden istekte bulunulan varlığın kahrına mukadder kaldığında kullanır. Bu tür dilekler emir kipiyle söylenilirler. Bu yöntem ya taleb edenin ihtiyacından ya da taleb edilenin yararı gözetilerek kullanılır. Ama her açıdan zengin bir varlığa duyulan ihtiyaç söz konusu olduğu zaman, bu durumda tezellül, muhtaçlık ve durumun dışa vurulmasıyla salt dilek kipi kullanılır.
İhtiyaç ve muhtaçlığı nitelemek, hal diliyle dilemektir. Bİlgi ve açıklama açısından en etkili olan yol ubudur.
Kasd ve irade açısından nitelemek, hal diliyle dilemektir. Bilgi ve açıklama açısından en etkili olan yol budur.
Kasd ve irade açısından da en açık yöntem bu yöntemdir. Bu nedenle, çoğu dualar ikinci kısma dahil dua çeşitleridirler. Çünkü taleb eden ve dileyen kimse amacını ve anlatmak istediğini niteler de öylece onu taleb eder ve diler. Bu yöntem ilk amaçlanan ve uyumlu bir dileme yöntemidir. Dilenen şeyi sözle açıklama, isteyen ve istenilenin durumu nitelendirilmemiş ise de, şayet bu her ikisinin durumunun niteliklerini kapsıyorsa bu yöntem, iki dileme türünden en gerekli kılan bilgi ve haberi içerdiği gibi, dilemenin bizatihi kendisi olan taleb ve kasdı da içerir. Bunların tümü dilemeyi, onu gerekli kılanı ve dileği kabul etmeyi kapsar. Ebubekir'in (r.a.) Allah Rasulu'ne (s.a.v.) "bana bir dua Öğret ki namazımda onunla dua edeyim" demesine karşılık ona öğrettiği şu duada olduğu gibi.
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
"Ey Ebu Bekir! De ki: 'Allah'ım ben kendime (nefsime) çok zulmettim; günahları yalnızea Sen bağışlarsın. Katından bir mağfiret ile beni mağfiret et. Ve bana merhamet eyle. Çünkü Sen çok mağfiret eden ve çok rahimsin"
Bu duanın sözlerinde kulun mağfirete ihtiyaç duymayı gerekli kılan nefsinin durumunu nitelemesi söz konusu olduğu gibi, bu istenilene kendisinden başka hiç kimsenin gücü yetmemeyi gerekli kılan Rabbinin nitelenmesi de söz konusudur. Aynı zamanda bu duada kulun talep ettiği şeyi açıkça, kendisinden dilekte bulunduğu varlığa bildirmesi, dileğin kabulünü gerekli kılan gerekçenin açıklanması -ki bu gerekçe, Rabbin mağfiret ve rahmetle vasıflanmasıdir- vardır. Bu ve benzeri nedenlerden dolayı dileme yöntemlerinin ve şekillerinin en mükemmeli budur. [19]
Kur'an'daki Duaların Özellikten
Duaların çoğu yukarıda anlatılanları kapsar, Musa'nın (a.s.) duasında olduğu gibi. O şöyle dua etmişti:
"Sen bizim velimizsin. Bizi mağfiret eyle, bize merhamet eyle; çünkü sen mağfiret edenlerin en hayırlisısın"
(A'raf: 7/155)
Bu dua taleb niteliğindedir. Aynı zamanda, talebin kabulünü gerekli kılan Mevla'nın nitelenmesidir.
Diğer bir örnek:
"Ey Rabbim! Ben kendime zulmettim, beni mağfiret eyle" (Kasas: 28/16)
Burada nefsin durumunun nitelenmesi ve dilekte bulunma söz konusudur.
Bir başka örnek:
"Hayırdan bana indireceğin herşeye muhtacım." (Kasas: 28/24)
Burada ise hal diliyle dilekte bulunmayı içeren bir niteleme söz konusudur.
işte dua çeşitleri, isteme yöntemleri bunlardan ibarettir. Her türün kendine özgü özellikleri vardır. [20]
Yunus'un (A.S.) Duası Niçin Haber Kalıbı İle Yapılmıştır?
Bu konu ile ilgili olarak anlatılmayan bir nokta kaldı, o da şudur: Yunus (a.s.) ve onun durumunda olan kimseler neden durumlarını niteleme (sıfat) ve haber kalıbıyla anlatıyor, ayıplıyorlar da istek kipiyle yapmıyorlar?
Bu soru ile ilgili olarak şöyle denilebilir: Çünkü bu makam itiraf makamıdır. Yani bu durumda olan kimseler sanki şunu demek istiyorlar: Başıma gelen kötülüğün, belanın bizzat kendi günahım yüzünden olduğunu itiraf ediyorum. Zira kötülüğün temeli günahtır. Asıl amaç ise sıkıntıyı, içine düşülen zorluğu ortadan kaldırmaktır. İstiğfar (Allah'tan bağışlanma dileme) ikinci amaca binaen yapılmaktadır. Yunus kendi nefsine zulmeden kötü bir kimse olduğunun bilincinde olduğu çin, içine düştüğü zorluğun kaldırılmasını istek kipi (kalıbı) ile anlatmamıştır. Çünkü o, kendi nefsi yüzünden zorluk ve sıkıntı içerisine düşmüştür. Bu yüzden kendisine yaptığı zulümü itiraf etmesiyle zorluğa düşme nedeninin kaldırılmasının anlatılması, onun durumuna daha uygun düşmektedir.
Sıkıntıların kaldırılması hususu bunun tersinedir. Çünkü böyle bir kimse için asıl amaç birinci kasıtla mevcut durumudur. Zira nefis doğal yapısıyla ikinci kasıt ile gelecekte düşeceğinden korktuğu sıkıntı ve zorlukların giderilmesini istemekten önce, hali hazırda içinde bulunduğu ve giderilmesine ihtiyaç duyduğu zorlukların giderilmesini taleb eder. Burada söz konusu edilen birinci maksat bağışlanma ve zorluğun kaldırılmasını istemektir. Bu kişinin kasıt ve iradesinden öncedir; ayrıca bu, içine düştüğü zorluğun nedenine ulaşması ve amacın hasıl olmasında daha etkindir. [21]
"Subhaneke" Kavramının Yorumu
Duada geçen "Subhaneke" (yanı senin şanın yücedir), kavramı, Rabbi yüceltme ve O'nu kutsamayı içeren bir kavramdır. Bu makam O'nu zulümden ve günahsız ceza vermekten tenzih etmeyi gerekli kılan makamdır. Bu ifadeyi söyleyen şunu demek istiyor:
"Sen bana zulmetmekten ve günahsız yere beni cezalandırmaktan münezzeh (uzak) ve mukaddessin. Ancak kendi nefsine zulmeden asıl zalim benim. Çünkü şanı yüce olan Allah şöyle buyurmaktadır:
"Biz onlara zulmetmedik ancak onlar kendilerine zulmettiler" (Nahh 16/118)
"Biz onlara zulmetmedik fakat onlar kendilerine zulmettiler" (Hud: 11/110)
"Biz onlara zulmetmedik fakat gerçek zalim onlar idi" (Zuhruf: 43/76)
Nitekim Adem (a.s.) şöyle dua etmişti:
"Rabbimiz biz kendimize zulmettik" (A'raf: 7/23)
Öte yandan Müslim'in Namaza başlama babında sahih olarak neklettiği hadisle Rasulullah şöyle dua etmişti:
"Allah'ım, gerçek padişah sensin, senden başka ilah yoktur; Sen Rabb'imsin, bense senin kulunum. Ben kendime zulmettim ve günahımı itiraf ediyorum. Günahlarımın hepsini mağfiret eyle; çünkü günahları mağfiret eden yalnızca sensin[22]
Öte yandan Buhari'nin Sahih'inde şu hadis yer almaktadır:
"İstiğfarların en yücesi kulun şöyle dua etmesidir: "Allah'ım! Sen benim Rabbimsin; Senden başka ilah yoktur. Beni Sen yarattın, ben Senin kulunum; gücüm ölçüsünde Sana verdiğim söz üzereyim. Yaptıklarımın şerrinden Sana sığınırım. Üzerime olan nimetini Sana itiraf ediyorum ve günahımı da itiraf ediyorum. Beni mağfiret eyle, çünkü günahları mağfiret eden yalnızca Sensin"
Her kim sabahladığında inanarak bu duayı okur ve o gün ölürse cennete girer. Kim de akşamladığında yine inanarak bu duayı okur ve o gece ölürse cennete girer[23]
Kula gereken, Allah'ın adalet ve ihsan sahibi olduğunu itiraf etmektir. Çünkü O, insanlara kesinlikle zulmetmez ve hiç kimseyi günahsız yere cezalandırmaz. Allah insanlara hep ihsanda bulunur. Zira ondan kaynaklanan her sıkıntı adalet, her nimet de lütuftur. [24]
"La İlahe İlla Ente" İfadesinin Manası
Yunus'un "la ilahe illa ente" (yani Senden başka ilah yoktur) duasına gelince burada uluhiyetin etkinliğini ispat vardır. Uluhiyet ise Allah'ın kudretinin, bilgisinin, rahmet ve hikmetinin yetkinliğini içerir. Ayrıca burada Allah'ın kuluna ihsanının da ispatı vardır. Çünkü ilah, me'luh demektir. Me'luh ise ibadet edilmeye yegane hak sahibi olan varlık ma-nasındadır. O'nun ibadet edilmeye layık yegane varlık olması, aynı zamanda O'nun çokça sevilen yegane sevgili, çokça saygı duyulan tek saygın varlık olmasını gerekli kılan sıfatlarla sıfatlanmış olması demektir. Gerçekte ibadet çoça sevme ve çokça acziyet belirtmeyi içeren bir fiildir.
Yunus'un "Sübhaneke" sözü O'na tazimi, O'nu zulüm ve benzeri noksanlıklardan münezzeh ve mukaddes tutmayı içerir. Çünkü teşbih (Sübhaneke demek) her ne kadar eksiklikleri olumsuz kılmayı içerdiği söyleniyorsa da, Musab b. Talha'dan "mürsel" olarak Rasulullah'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir. Allah Rasulu (s.a.v.) kulun "stibhanel-lah" demesiyle ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
"Bu söz, Allah'ın (kula verdiği) kötülükten kurtulma beratıdır"[25]
Aslında olumsuzlama (nefy) övme anlamı içermez; ancak ispat (sübut) anlamını içerdiğinde övme anlamı ifade eder. Şayet içermezse nefiyde (olumsuzlama) övme anlamı yoktur. Allah'tan eksikliği ve kötü olanı uzaklaştırma (nefyetme), aynı zamanda O'nun kemal ve güzelliklerini ispatlamayı gerekli kılar. Çünkü en güzel isimler Allah'a aittir.
Bunun gibi Kur'an'da Allah'tan Kötülük ve eksikliği uzaklaştırmak amacıyla gelen ayetlerin tamamı, O'nun güzelliklerini ve mükemmelliğini ispatlamayı içerir.
Şu ayetler buna örnektir.
"Allah ki, O'nadan başka ilah yoktur. Diridir, yaratıklarını gözetip ayakta tutandır. Kendisini sayıklama ve uyku tutmaz" (Bakara: 2/255)
O'nu sayıklama ve uyku tutmasını nefyetme, O'nun diriliğinin ve kayyumiyeti (yaratıklarını gözetip ayakta tutmacın mükemmeliyetini içerir.
Diğer bir örnek şu ayettir:
"Bize bir usanma, bir yorgunluk da dokunmadı" (A'raf:7/38)
Bu ayet de Allah'ın kudretinin kemalini kapsayan bir ayettir.
Bu durumda, Allah'ı kötülükten uzak tutmayı ve eksikliği ondan nefyetmeyi içeren "Sübhanellah" kelimesi aynı zamanda O'na saygı duymaya da şamildir. Yunus'un (a.s.) "Sübhaneke" (Senin şanın yücedir) sözü Allah'ı zulümden uzak tutmak, O'nun zulümden uzak olmasını gerekli kılan yüceliğini ispatlamak amacıyla söylediği bir sözdür. Çünkü zalim ya zulmetmeye gereksinim duyması ya da bilgisizliği yüzünden zulmeder. Halbuki Allah herşeyden müstağni, herşeyi bilen, kendi kendine yetendir. O'nun dışındaki herşey O'na muhtaçtır. Bu, O'nun yüceliğinin mükemmelliğidir. [26]
Allah Katında En Faziletli Kelam
Yunus'un (a.s.) bu duasında hem tehlil (la ilahe illallah) hem de teşbih (sübhanellah) kelimeleri vardır. Sözgelişi "la ilahe illa ente -senin şanın yücedir- sözü ise teşbihtir. Nitekim bu kelimelerle ilgili olarak Rasululah'ın (s.a.v.) şöyle dediği rivayet edilmiştir.
"Kur'an'dan sonra en faziletli kelam dört tanedir; bunların hepsi gene Kur'an'da yer almişir. Bunlar "Sübhanellah", "elhamdülillah", "la ilahe illallah" ve "Allahu ekber", kelimeleridir"[27]
Buradaki kelimelerden tahmid "elhamdülillah" teşbihe yakın ve ona bağılıdır; tekbir (Allahu ekber) ise tehlil'e yakın ve ona bağlıdır.
Rasululah'a (s.a.v.) soruldu:
"En faziletli kelam hangisidir?" O şöyle buyurdu:
"Cenab- Hakk'ın melekler için seçtiği en faziletli kelam; Subhanellahi ve bi hamdihi" kelamıdır.[28]
Aynı konuda Buharı ve MüslimRAsulullah'tan (s.a.v.) şu hadisi rivayet etmişler:
"İki kelime vardır ki bunlar dile kolay, mizanda ağır ve Rahman'a sevimlidirler. Birisi 'Allah'ın şanı yücedir ve hamd O'nadır kelimesi, diğeri de azim olan Allah'ın şanı yücedir kelimesidir. [29]
Yüce Allah da bu hadisi teyid eder mahiyette şöyle buyurmaktadır.
"Rabb'ini hamd ederek teşbih et" (Nasr: 110/3)
Melekler de şöyle demişti:
"Biz seni hamd ile teşbih ediyoruz" (Bakara: 2/30)
Bu iki kelimeden birisi tahmid, diğeri ise ta'zim kelimesine yakın kılınmıştır. Hani biz önceki sayfalarda demiştik ki, teşbih kavramında Allah'ın güzelliklerini ve mükemmel-liyetini içeren, kötülüğü ve eksikliği O'ndan uzaklaştıran anlam vardır. Elhamdülillah kavramı ise sadece ilahi güzellikleri övgü için kullanılır. Bu nedenle celal ve ikram sıfatları birbirlerine yaklaştırıldıkları gibi hamd ile tazim kavramları da birbirine yaklaştmlmıştır. Çünkü her yüce olan varlık övgüye layık değil, her sevilen varlık da övgüye ve tazim edilmeye layık değildir. Yukarıda ibadet kavramının hamd anlamını içeren en yetkin sevgiyi ve tazim manasını içeren en mükemmel acziyeti (zül) kapsadığı hususunun sözü edilmişti. Zira ibadette O'nu sevmek ve O'nun güzelliklerini övmek anlamı saklı olduğu gibi O'nun kibriya-sı ve azametinin kaşısında zelil ve hakirliğini idrak etme,
O'nun celal ve ikram sahibi olduğunu itiraf etme anlamı da mündemiçtir. Nitekim o celal ve ikram sıfatlarına layık, şanı yüce olan yegane varlıktır.
Bazı alimler "celal" sıfatının selbi (olumsuz) sıfatlardan "ikram" sıfatlarından olduğunu sanmışlar. Sözgelişi Razi ve benzeri ilim adamları bu kanıda olanlardandır. Doğrusu her iki sıfat da sübuti (olumlu) sıfatlardandır. Çünkü mükem-meliye katmlama, eksikliği olumsuzlamaya gerektirir. Ancak sübutun çeşidi zikredilir ki bu da O'nun sevilmeye ve saygı duyulmaya layık yegane varlık olmasıdır. Çünkü o şöyle buyurmaktadır:
"Kuşkusuz Allah zengin ve övülendir" (Lokman: 31/26)
Süleyman'ın (a.s.) şu sözü de bu kabildendir:
"Kuşkusuz Rabbim zengin ve çok cömerttir" (Nemi: 27/40) şu ayet de bu niteliktedir:
"Mülk O'nundur, hamd O'nadır" (Tegabun: 64/1)
Haddi zatında zenginlik ve mülk sahibi çok kimseler vardır ki bunlar övülen değil aksine kınanan kimselerdir. Çünkü hamd sevilen kimsenin güzelliklerinin övülmesinden söz etmeyi içerir, bu aynı zamanda O'na duyulan sevgiden dolayı, sevilen kimsenin güzellikleri hakkında bilgi vermeyi de kapsar.
Öte yandan övülme ve sevilmeden pay alan birçok kimse de vardır ki bunlarda da azameti, zenginliği ve mülkü olumsuz kılan acziyet, zayıflık ve hakirlik gibi eksiklikler vardır. İlk olarak sayılan niteliklere sahip kimseden korkulur, çekinilir, ancak sevilmez. Son olarak Özellikleri anlatılan kimse ise sevilir ve övülür, lakin kendisinden çekinilmez ve korkulmaz. Oysa kemal (tam yetkinlik) iki vasfın bir araya gelmesi ile gerçekleşir. Şu hadiste Duyurulduğu gibi:
"Mümin tatlılık (sevimlilik) ve görkemlilikle rıziklandırılan kimsedir" (hadisi tahriç eden tespit edilememiştir)
Rasulullah'ın niteliklerim anlatan bir hadiste ise şöyle denilmekte:
"Rasululah'ı ilk gören kimse görkemi karşısında korkuya kapılırdı; ancak onunla biraz beraber olup tanıyınca severdi"[30]
Ezanın kelimelerinde olduğu gibi teşbih tahmide, tehlil de tekbire yaklaştınlmıştır. Çünkü bunlardan herbirisi tek basma kaldığında diğerinin anlamını da içerir zira teşbih ve tahmid birlikte saygı kavramını içerirler, bu aynı zamanda kendisine ibadet edilenin ispatım da kapsar. Bu durum ise uluhiyeti gerekli kılar. Çünkü uluhİyet sevimli olmayı, O'ndan başka hiçbir varlığın en mükemmel sevgiye layık olmamasını ihtiva eder.
"Hamd", sevilmeye layık övülen sıfatlardan söz etmektir. Bu nedenle uluhiyet hamdın da en mükemmel olanına şamildir. Bundan dolayı "elhamdülillah" söze başlamanın anahtarı kılınmıştır. Nitekim bir hadiste şöyle Duyurulmuştur:
"Elhamdülilah ile başlanılmayan her iş güçlüktür"[31]
"Sübhanellah" kavramı, daha önce de değindiğimiz gibi Allah'ın azametini ispatlama anlamı da taşır. Bundan dolayı Cenab-ı Hak:
"Azim olan Rabb'inin adım teşbih et" (Vakıa: 56/74-96) buyurmuştur.
Bununla alakalı olarak Rasulullah da şöyle buyurmuştur:
"Bu ayeti rükunuzda okuyun"[32]
Secde ile ilgil olarak da şöyle buyurmuştur: "Ama rüku'a gelince orada Rabbinizi yüceltin; secdede ise orada dua edin. Çünkü secdede ettiğiniz dua kabul edilir"20
Rasulullah rükudaki tazim meselesini secdedekinden-daha özel kılmıştır, zira teşbih aynı zamanda tazimi de kapsar.
Hadiste anlatılan "Sübhanallah ve bi hamdihi (Allah'ın şanı yücedir ve hamd yalnız O'na aittir) sözü Allah'ı eksikliklerden uzak kılmayı (tenzih) O'na tazim etmeyi, O'nun uluhiy etini ve O'na hamdetmeyi ispatlayan bir ifadedir.
"La ilahe illalahu vellahu ekber" (Allah'tan başka ilah yoktur, Allah en büyüktür) sözüne gelince, buradaki "la ilahe illallah" kelimesi Allah'ın övülmesi gereken sıfatlarını kanıtlar. Buradaki kavramların tamamı, Allah'ın uluhiyet sıfatını kanıtlar mahiyettedir.
"Allahu Ekber" bölümü ise Allah'ın azametini ispat eder. Çünkü kibriya azameti içerir; ne var ki "kibriya" kavramı "azamet" kavramından daha mükemmel bir anlam ağırlığı taşır. Bundan dolayı namazda ve ezanda söylenmesi meşru kılınan sözlerin hepsi "Allahu ekber" ifadesi ile gelmiştir. Çünkü bu ifade "Allahu a'zam" ifadesinden daha tam mana ihtiva eder. Nitekim Rasulullah'tan (s.a.v.) tesbit edilen bir hadiste konuya ilişkin olarak şöyle buyurulmuştur:
"Allah Teala şöyle buyuruyor: "Kibriya benim rîdam (belden yukarı giyilen elbise, bir anlamda gömlek), azamet ise benim ızarını (belden aşağı giyilen elbise)dir. Bunlardan biri konusunda bana ters düşen kimseye az-ab ederim.[33]
Hadiste azamet izara, kibriya ise ridaya benzetilmiştir. Ridanın izardan daha önemli olduğu bilinir.
Tekbir, tazimden daha yetkin bir kavram olduğu için bu hakikat bizzat Allah'ın sözleri ile açıklanmıştır. Çünkü tekbir aynı zamanda tazim kavramını da içerir.
"Sübhanallah" sözünün ise tazimi içeren Allah'ı bütün kötülüklerden uzaklaştırma anlamı içerdiği açıklanmıştır. Bu durumda iki kelimeden herbiri, tek başına kaldığı zaman, diğerinin anlamını da içerir. Bir arada bulunmaları halinde her kelimye kendi özgün anlamı verilir.
Bu durum, Allah'a değin tüm isimlerde vakidir. Çünkü bu isimlerden birisi diğerinin anlamım gerekli kılar. Zira isim zata işaret eder. Zat ise diğer ismin manasını gerekli kılar. Ancak bu lüzumlu olması halinde olur. Her ismin kendine özgü anlamına, zata birlikte delalet etmesi uzlaşma, bunlardan birisine işareti ise kapsama yoluyladır.
Dua edenin "la ilahe illa ente sübhaneke" kelimesi, sözü edilen ve Kur'an'dan sonra en faziletli kelam olarak tanımlanan dört kelimeyi de kapsar. Bu kelimeler aynı zamanda Allah'ın en güzel isimlerinin ve en yüce sıfatlarının manasını içerir. Bu kelimelerde övgünün de en mükemmeli vardır.
"İnni küntü minezzalimin (ben zalimlerden oldum)" sözüne gelince; bu ifade de dua eden kimsenin (Yunus'un (a.s.) yaşadığı durumun hakikatini itiraftır. Kullardan hiçbirisi nefsini bu nitelikten tamamen soyutlayamaz, kurtaramaz. Özellikle Rabb'ine münacaat (yakarma) makamında konuyla alakalı bir hadiste şöyle buyuruluyor:
"Bir kulun, ben Mettaoğlu Yunus'tan daha hayırlıyım demesi yakışık almaz.[34]
Başka bir yerde de şöyle buyurmuştur:
"Ben Yunus ibn Metta'dan daha hayırlıyım diyen
kimse yalan söylemiştir.[35]
Kim, kendi nefsine zulmettiğini itiraf etmediğinden dolayı kendisinin Yunus'tan hayırlı olduğunu sanırsa o kimse yalancıdır. Bu yüzden yaratıkların efendisi bile bu noktada kendilerini Yunus'tan (a.s.) üstün tutmamışlar, aksine şöyle demişlerdir:
"Bütün peygamberlerin babası Adem (a.s.) sonuncusu ise Muhammed'dir (s.a.v.) [36]
Bu Ayet Niçin Sıkıntıyı Kaldırmak İçin Okunuyor?
Konu hakkında soru soran kimsenin şu sözüne gelince; "Bu duanın okunması niçin sıkıntıyı kaldırmayı gerekli kılmıştı?" Bu böyledir. Çünkü sıkıntıyı Allah'tan başka kaldıracak hiçbir güç yoktur. Şu ayetlerde, bunun gerekçesi açıklanmıştır:
"Eğer Allah sana bir zaar konudurursa onu, yine O'ndan başka kaldıracak yoktur ve eğer sana bir hayır düese, O'nun lütfunu geri çevirecek de yoktur"
(Yunus: 10/107)
Öte yandan günahlar zora, sıkıntıya düşmenin nedenidir. İstiğfar etmek (Allah'tan mağfiret dileme) ise bu nedenleri ortadan kaldırır. Örnek:
"Sen aralarında bulundukça Allah onlara azab edecek değildi ve onlar istiğfar ederlerken de Allah onlara azab edecek değildi" (Enfal: 8/33)
Yüce Allah bu ayette istiğfar edenlere azab etmeyeceğini bildirmektedir. Konuya ilişkin olarak hadiste de şöyle buyurulmuştur:
"Kim istiğfarı çok yaparsa Allah, içine düştüğü her türlü sıkıntıdan dolayı ona bir kurtuluş, her darliktan bir çıkış yolu nasip eder. Ve hiç hesaplamadığı yerden onu rızıklandırır.[37]
Öte yandan Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır
"Başınıza gelen herhangi bir felaket, kendi ellerinizin yaptığı işler yüzündendir. Allah işlediklerinizin bir çoğunu affeder" (Şura: 42/30)
Yunus'un (a.s.) duasındaki "İnni küntü minez zalim in (Ben zalimlerden oldum)" sözü günahı itiraf olduğu gibi, aynı zamanda istiğfardır. Çünkü bu itiraf mağfiret istemeyi kapsayan bir itiraftır.
"La ilahe illa ente (senden başka ilah yoktur)" ifadesi ise uluhiyetin birliğini gerçekleştirmektir. Çünkü Allah'ın dilemesinden başka hiçbir şey hayrı gerekli kılamaz. Nitekim "Allah'ın dilediği oldu, dilemediği olmadı" sözü bir yasadır. Kulu bu hayra ulaşmaktan engelleyen ise onun günahıdır. Zira insanın gücü dışıda vuku bulan herşey, kulların işlerinden olsa bile, Allah'ın kaderiyle olmaktadır. Ne var ki Allah, emredileni yapmayı, sakıncalı olandan kaçmayı kurtuluş ve mutluluk için bir neden kılmıştır. Bu yüzden, tevhidin şehadeti bütün hayırların kapısmı açar; günahlardan istiğfar da kötülüklerin kapısını kapatır. [38]
Ümit Sadece Allah'tandır
Bundan dolayı kula yakışan yalnızca Allah'a umut bağlaması ve Allah'ın kendisine herhangi bir haksızlık edeceğinden korkmamasıdır. Çünkü yukarıda örnek verilen ayetlerde de görüldüğü gibi Allah kesinlikle insanlara hiçbir haksızlık yapmaz fakat insanlar kendilerine zulmederler. Belki insan günahı yüzünden Allah'ın kendisini cezalandırmasından korkar. Bu hakikat Ali'den nakledilen şu sözdür, o şöyle demişti:
"Kul kesinlikle Rabibinden başka hiç kimseden birşey ummasın; kendi günahından başka da hiçbir şeyden korkmasın"
Merfu' bir hadiste Rasulullah'ın bir hastanın yanma girip ona şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasulullah hastaya:
"Kendini nasıl buluyorsun?" diye sormuş. Hasta şu cevabı vermiş: "
Çareyi, şifayı yalnızca Allah'tan diliyorum ve günahlarımdan korkuyorum" Bunun üzerine Rasululalh (s.a.v.)
"Bu iki endişe bir kulun yüreğinde bir arada bulunmaz; ancak Allah (c.c.) o kimseyi korktuğundan emin, umduğuna nail eder.[39]
Umudun mahluka, beşeri bir güce ve eyleme değil yalnızca Allah'a bağlanması gerekir. Çünkü Allah'tan başkasına ümit bağlamak şirk (Allah'a eş koşmak)tır. Allah umulanın karşılanması için birçok nedenler yaratsa da sebeb tek başına bağımsız olarak bir işe yaramaz; ancak mutlaka bir yardımcı ve onun işlevselliğini engeleyen geçici engellerin giderilmesi gerekir. Bu ise ancak Allah'ın dilemesi (meşiet) ile gerçekleşir.
Bu nedenle şöyle denilmiştir: Nedenlere yönelmek tev-hid noktasında şirktir. Oysa nedenlerin tamamen yok sayılması düşüncede eksikliktir; nedenlerden tamamen yüz çevirmek de şeriatta kınanmıştır. Bundan dolayı yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"O halde işlerinden boşaldığın zaman ibadetle uğraş ve yorul"
"Ve rabbine rağbet et" (İnşirah: 94/7-8)
Ayette rağbetin yalnızca O'na olması emredümektedir. Diğer bir ayette ilgil şöyle buyurulmuştur:
"Eğer inanıyorsanız yalnızca Allah'a dayanın, güvenin" (Maide: 5/22)
Gerçekte kalp bir şey ummadığı kimseye dayanıp güvenmez. Her kim gücüne, ameline, ilmine, durumuna, dostuna, yakınma, şeyhine, idarecisine ya da malına, Allah'ı dik-kata almadan güvenir, ümit bağlarsa, bu nedenden ötürü burada bir güvenme, bir dayanma (tevekkül) söz konusudur. Bir kimse yaratıklardan birşey umar ya da ona dayanıp güvenirse, bu zannından dolayı ziyana uğrar ve en kötüsü müşrik (Allah'a ortak koşanlardan) olur. Örneği şu ayette verilmiştir:
"Kim Allah'a ortak koşarsa o, sanki gökten düşmüş de kendisini kuş kapıyor veya rüzgar onu uzak biryere sürüklüyor gibidir" (Hac: 22/31)
Müşrikler mahluklardan korkarlar, onlara umut bağlarlar. Bu yüzden o kimsenin kalbinde bir korku bir panik meydana gelir şu ayet buna örnektir.
"Allah'ın, kendilerine hiçbir güç, haklarında hiçbir delil indirmediği şeyleri Allah'a ortak koştuklarından dolayı, kafirlerin kalplerine korku salacağız" (Al-i İmran: 3/151)
Kişi şirkten tam olarak arındığı zaman gerçek güvene kavuşur. Bu konuda yüce Allah şöyle buyuruyor:
"İnananlar ve imanlarına zülüm buiaştırmayanlar... İşte gerçek güven onlar için ve doğru yolu bulanlar da onlardır" (En'am:6/82)
Rasulullah ayette geçen "zulüm" kavramını şirk ile açıklamıştır. Nitekim İbn Mesud, bu ayet indiğinde, sahabenin Allah Rasulune şu soruyu sorduklarını naklediyor: "Ey Allah'ın elçisi! Şangimiz kendine zulmetmiyor ki? Rasulullah (s.a.v.) şu cevabı vermiş:
"Bu ayette kullanılan zulüm kelimesiyle anlatılmak istenen şirktir. Salih kul (Lokman)'un şu sözünü duymadı mı? Kuşkusuz şirk büyük bir zulümdür.[40]
Diğer örnekleri de şöyle sıralayilım:
"İnsanlardan kimi, Allah'tan başka ortaklar edinir, Allah'ı sever gibi onları severler. İnananlar ise en çok Allah'ı severler. Zalimler azabı gördükleri zaman, bütün gücün Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının çetin olduğunu anlayacaklarını keşke bilselerdi?"
"İşte tabi olunanlar kendilerine tabi olanlardan uzak durdular; azabı gördüler aralarındaki bütün bağlar kesildi"
"Uyanlar şöyle dediler: "Ah keşke bir daha dünyaya dönmemiz mümkün olsaydı, şimdi onların bizden uzak durduğu gibi biz de onlardan uzak dursaydık. Böylece Allah, onlara işledikleri bütün fiilleri hasret olarak gösterecektir. Ve onlar ateşten çıkacak değilerdir"
(Bakara: 2/165-167)
"De ki: O'ndan başka tanrı olduğunu sandığınız şeyleri çağırın, onlar ne sizden sıkıntıyı kaldırabilirler, ne de onu başka birşeye çevirebilirler"
"O yalvardıkları da, onların Allah'a en yakın olanları da Rab'lerine yaklaşmak için vesile ararlar; O'nun merhametini umarlar, azabından korkarlar. Çünkü Rabb'inin azabı, cidden korkunçtur" (İsra: 17/56-57)
Bu yüzden Allah nedenleri zikrederek vesilelere itimad edilmemesini, Allah'tan başka bir kimseden birşey umulma-masını emrediyor:
Allah, meleklerin indin İmesiyle ilgili olarak da şöyle buyuruyor:
"Allah bunu ancak sizi sevindiren müjde olsun, kalbiniz yatışıp güven ve huzura kavuşasınız diye yapmıştır. (Bedir savaşı sırasında melekleri indirmiştir) Yardım, yalnız Allah katındandır. Allah aziz ve hakimdir"
(Al-iİmran: 3/126) Diğer bir ayette şöyle buyurulmaktadır: "Eğer Allah size yardım ederse size galip gelecek, sizi yenilgiye uğratacak hiçbir güç yoktur. Ve eğer sizi yüzüstü bırakırsa, O'ndan sonra artık size yardım edecek kim var? Mü'minler yalnızca Allah'a dayansınlar" (Al-i İmran: 3/160) [41]
Allah'tan Başkasına Dua Etmek
Daha önce de değindiğimiz gibi dua iki çeşittir: İbadet amacıyla yapılan dua ve dilek için yapılan dua. Duanın her iki türünün de Allah'tan başkasına yapılması doğru değildir. Zira kim Allah'ın yanı sıra başka bir ilah tutarsa kınanmış ve yalnız başına bırakılmış olarak oturup kalır.
Umut bağlayan, dileyen ve taleb eden bunların hepsi diteklerinin kabulü için Allah'tan başkasına umut bağlamaları doğru değildir. Allah'tan başkasından hiçbir şey isteyemezler. Bununla ilgili olarak Rasulullah şöyle buyurmuştur:
"Kalbin ve dilinle istemeksizin sana verilen malı al. Ancak nefsin o mala uymasın.[42]
'Müsrif kalbi ile dileyen "Sah"' ise dili ile isteyen demektir.
Aynı bölümde, Ebu Said el-Hudri şöyle bir hadis naklediyor: Bize bir kıtlık erişti de, birşeyler istemek için Rasululah'a (s.a.v.) gittim. Yanma vardığımda kendisini, insanlara şu konuşmayı yaparken buldum:
"Ey insanlar! Allah'a yemin olsun! Ne zaman elimizde bir mal bulunursa biz kesinlikle onu size vermeyi geciktirmeyiz. Ama kim kendisini ihtiyaçsız gösterirse Allah onu zengin eder; kim iffetli olmak isterse Allah onu iffetli (namuslu) eder. Kim sabrederse Allah onu sabırlı kılar zira bir kimseye verilen nimetlerden sabırdan daha genişi ve daha iyisi yoktur. [43]
"İstiğna" kalbiyle Allah'ın dışında hiç kimseden birşey dilememe halidir.
"İstİfaf' ise diliyle hiç kimseden birşey istememe hali. Bu nedenledir ki, İmam Ahmed'e "tevekkül" nedir? diye sorulduğunda şu cevabı vermişti: "Yaratıklara, kalben umut bağlamamaktır." Bu görüşünde delilin nedir? dendiğinde, İmam, "Halil'in (a.s.) (İbrahim peygamber) ateşe atıldığı sırada, Cebrail'in "Birşeye ihtiyacın var mı?" sorusuna verdiği şu cevabı, delil olarak göstermiştir.
"Sana ihtiyacım olup olmadığını soruyorsan, hayır!"[44]
Bu ve benzeri haberler kulun, kendisine yararlı olanın elde edilmesini, zararlı olanın giderilmesini isteme hususunda kalbini yalnızca Allah'a yöneletmesi gerektiğini belirten bilgilerdir. Bu-nedenle sıkıntıya düşen Yunus (a.s.) ve O'nun durumunda olanlar: "La ilahe illa ente" demiştir.
Nitekim benzeri bir haber İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir. İbn Abbas Allah Rasulunun sıkmti zamanlarında şöyle dediğini naklediyor:
"Azim ve halim olan Allah'tan başka ilah yoktur. Yüce Arş'm Rabbi Allah'tan başka ilah yoktur. Kerim Arş'ın Rabbi, göklerin Rabbi ve yerin Rabib olan Allah'tan başka ilah yoktur"[45]
Bu kelimelerde tevhidin gerçekleştirilmesi, kulun Rabbinin uluhiyetini kabullenmesi, bütün umudunu, eşi olmayan tek varlığa bağlaması vardır. Duanın içerdiği kelimeler haber kelimeleri olmalarına karşın taleb (dilek) anlamı içerirler.
İnsanlar, her ne kadar dilleriyle "la ilahe illallah" deseler de, kulun bu kelimeyi ihlaslı bir kalple söylemesi ona ayrı bir hakikat kazandırır. Zira tevhidin hakikate geçirilmesi, Allah'a itate daha bir mükemmeliyet katar.
Şanı yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Hcvasmi ilah edineni gördün mü? Onun üzerine sen mi vekil olacaksın?"
"Yoksa sen onların çoğunun dinlediklerini, aklını kullandıklarını mı sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha sapıktır"(Furkan: 25/43-44)
Kim, hevasını ilahlaştırırsa o onu ilah bellemiştir. Artık hevası onun mabudu olmuştur. İşte güzel buldukları şeyler Allah'tan başka ortaklar belleyerek ilah edinip, Allah'ı sever gibi onları seven müşriklerin durumu budur. O'nun için Halil şöyle demişti:
"Ben batıp gidenleri sevmem (En'am: 6/76)
Aslında İbrahim'in (a.s.) kavmi kainatın aslı mimarını inkar etmiyorlardı, fakat onlardan herbiri kendince güzel bulduğu, güneş, ay ve yıldızlar gibi yararlı sandığı varlıklara kulluk ediyorlardı. Oysa Halil batan nesnenin, kendisine kulluk edenin gözünden kaybolduğunu, artık kendisine tapanı görmediğini, söylediğini duymadığını, durumunu bilmediğini, nedenli ya da nedensiz ne bir yarar, ne de bir zarar verebildiğini açıklamıştı. Öyle ise batana ibadet etmenin gerekçesi neydi?!... [46]
Dinde İhlas
Kul ne zaman "la ilahe illallah" kelimesinin, anlamını gerçekleştirirse, hevasını ilah edinme düşüncesi kalbinden çıkar, masiyetler ve günahlar ondan uzaklaşır.
"Böylece biz kötülüğü ve fuhşu ondan çevirmek istedik; çünkü o ihlasa erdirilmiş temiz kullanmazdandır"
(Yusuf: 12/24)
Ayette Yusuf'tan kötülüğün ve fuhşun çevirilmesine gerekçe olarak, onun Allah'ın halis kullarından olduğu, gösterilmiştir.
Cenab-ı Hak muhlis kullan hakkında şeytana ise şöyle buyurmuştur:
"İblis benim kullarım üzerinde senin otoriten yoktur" (Hicr: 15/42)
Bu özelliği taşıyan kullarla ilgili, şeytan da şunu söylemiştir:
"Senin şerefin hakkı için! Onların hepsini saptıracağım"
"Ancak onlardan muhlis olanlar hariç (onları saptıra mayacağim)" (Sad: 38/82-83)
Rasulullah da şöyle buyuruyor:
"Kim kalbinden gelerek ili I asla "la ilahe illallah" dese Allah onu cehenneme haram kılar.[47]
Gerçekte ihlas, cehenneme girme nedenlerini ortadan kaldırır, "la ilahe illallah" diyenlerden kim cehenneme düşerse, kendisini ateşe haram kılan ihlası gerçekleştirememiş demektir. Belki, kendisinin ateşe düşmesine vesile olan bir çeşit şirk vardı. Çünkü bu ümmetin kalbinde şirk, karanlık gecede siyahinermer üzerinde yürüyen bir karıncanın yürüyüşünden daha gizli, daha sinsidir. Bundan dolayı kul, her namazında: "Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz" ifadesini söylemekle emredilmiştir.
Şeytan şirki emreder, nefis, bu emirde ona itaat eder. Bu yüzden nefis Allah'tan başkasına yönelir.
Bu, ya o yöneldiği varlıktan korkması ya da ondan bir-şey dilemesinden kaynaklanır İşte bütün bu nedenlerden ötürü kul sürekli tevhid inancını şirk belirtilerinden arındırmaya muhtaçtır. Bu hususta Rasulullah, İbn Ebu Asım'ın rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyurmuştur;
"Şeytan şöyle der: Ben insanları günahlarla yok ederim, onlar da beni "la ilahe illallah" ve istiğfar ile yok ederler. Böyle yaptıkları zaman onların kalbine nevalarını yayarım da böylelikle günah işlerler fakat istiğfar etmezler. Çünkü yaptıklarının güzel olduğunu sanırlar.[48]
Allah'tan bir hidayet olmadan hevasma uyan kimsenin de, nevasını ilah edinme tehlikesinden bir parça nasibi vardır. Bu giderek şirke dönüştüğü için kişiyi istiğfardan alıkoyar.
Ama tevhidi ve istiğfarı gerçek anlamıyla hakikate çeviren kimseye gelince, şirkin tamamen bu kimseden uzaklaştırılması gerekir. İşte bundan dolayı Yunus (a.s.) "la ilahe illa ente Sübhaneke innî küntü minezzalimin (senden başka ilah yoktur; Senin şanın yücedir; ben zalimlerden oldum) demiştir"[49]
Tevhid ve İstiğfarı Birleştirmek:
Cenab-i Hak birden fazla yerde tevhidi ve istiğfarı birlikte kullanmıştır. Sözgelimi şu ayetlerde olduğu gibi:
"Bil ki, Allah'tan başka İlah yoktur, kendi günahların, mü'min erkek ve mü'min kadınların günahları için istiğfar et" (Muhammedi 47/19)
"Allah'tan başkasına ibadet etmeyin. Gerçekten ben O'nun tarafından size gönderilen bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim"
"Ve Rabbinizden mağfiret dileyesiniz" (Hud:ll/2-3)
"Ad kavmine de peygamber olarak kardeşleri Hud'u gönderdik. Şöyle dedi: "Ey kavmim! Sizin için ondan başka ilah olmayan Allah'a ibadet edin"
"Ey kavmim! Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra O'na tevbe edin" (Hud: 11/50-52)
"Ona yönelin ve O'na istiğfar edin" (Fussilet: 41/6)
Rasulullah meclislerin bitiminde şu duayı okurdu:
"Allah'ım! Senin şanın yücedir; hamd sanadır. Senden başka ilah olmadığına şehadet ederim; sana istiğfar eder ve sana tevbe ederim"
Şayet meclis bir rahmet meclisi ise, duanın okunması ile, duasına uygun olduğu gibi olur; şayet faydasız şeylerin konuşulup yapıldığı bir meclis ise, bu dua onun keffareti olur"[50]
Abdestin sonundu Rasulullahın şu duayı okuduğu naklediliyor:
"Allah'tan başka ilah olmadığına, ortağı olmadığına, Muhamed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet ederim. Allah'ım! Beni çokça tevbe edenlerden ve çokça temizlenenlerden kıl"[51]
Bu dua hem tevhidi hem de istiğfarı içerir. Çünkü başlangıcında, dinin bütün ilkelerini kendilerinde toplayan iki temel ilkesi, şehadet kelimeleri vardır. Zira dinin tamamı bu iki şehadet ilkesinde toplanmıştır. Bu ilkeler bizim Allah'tan başkasına kulluk etmemizi, O'nun Rasulu'ne itaat etmemizi içerir. Aslında dinin tamamı bu noktada Allah'a ve Rasul'e itaat etmek sayesinde Allah'a kulluk etmeye dahildir. Farz ve müstehab olan her eylem Allah'a ve Rasulu'ne itaat kapsamına dahildir.
Nitekim konumuzla alakalı olarak bir haberde Allah elçisinin şöyle dua ettiği nakledilmiştir:
"Allah'ım! Senin şanın yücedir. Sana hamdolsun. Senden başka ilah olmadığına şehadet ederim. Sana istiğfar eder ve sana tevbe ederim"
Bu dua meclisin kefaretidir. Meclisin sonunda okunacağı gibi abdestin sonunda da okunur. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) namazın sonunda şöyle dua ederdi:
"Allah'ım, önce yaptığım, sonraya bıraktığım gizlediğim açıkladığım şeyden ötürü beni bağışla Sen onu benden çok daha iyi bilirsin. Öne alan, sonraya bırakan Sensin. Senden başka ilah yoktur[52]
Burada dua öne alınmış, tevhid sona bırakılmıştır. Çünkü namazın sonunda dua yapılması emredilmiştir. Tevhid-
Hakikatte ibadet ve Allah'ı övme amacıyla yapılan dua türü, dilek ve temenni amacıyla yapılan dua türünden daha faziletlidir. Birkaç faziletlinin bir arada bulunması halinde, daha çok faziletli olan daha az faziletli olanın önüne alınır. Sözgelişi namaz, Kur'an okumaktan, Kur'an okumak zikirden, zikir dilekte bulunulan duadan daha faziletlidir. Bunun yanı sıra faziletli kılınan birşey için, daha da fazilet kazanılacak zamanlar, mekanlar ve durumlar vardır. Ne var ki dinin başı, sonu, dışı, içi hepsi tevhiddir; dinin tamamını Allah'a özgü kılmak ise "la ilahe illallah" ilkesini gerçekleştirmektir. [53]
Uluhiyet Ve Rububiyetin Tevhidi:
"la ilahe illallah" kelimesini söyleme hususunda Vitün müslümanlar müşterektirler. Fakat bu ilkeyi gerçekleştirme noktasında birbirlerinden üstündürler. Ne ki biz bu üstünlüğü tesbit etme imkanına sahip değiliz. Nitekim bazı müslümanlar zorunlu tevhidin, Allah'ın herşeyin yaratıcısı ve Rabbi olduğunu ikrar, dile getirme, kabullenme ve onaylamaktan ibaret olduğunu sanırlar, oysa Arap müşriklerinin ikrar ettikleri rububiyetin tevhidi ile, gerçek anlamda, Allah Rasulu'nun (s.a.v.) onları davet ettiği uluhiyetin tevhidi arasındaki farkı ayırdedemezler; sözlü tevhid ile ameli tevhidi birleş tiremezler.
Nitekim arap müşrikleri; "Kainatın iki yaratıcısı vardır; birşeyi yaratırken Allah'ın yanında başka bir Rab vardır"; demiyorlaith. Bilakis Cenab-ı Hakk'ın ifadesiyle şöyle diyorlardı:
"Onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan: "Elbette Allah" diyecekler. (Lokman: 31/25)
Diğer bir ayette de şöyle buyuruyor yüce Allah:
"Onların çoğu ancak ortak kokarak Allah'a inanır" (Yusuf: 12/10)
Başka bir yerde aynı mesele ile alakalı olarak şöyle buyuruyor. Cenab-ı Hak:
"De ki: "Biliyorsanız (söyleyin), dünya ve içinde olanlar kimindir? Allah'ındır diyecekler. O halde düşünmüyor musunuz? Yedi göğün Rabbi ve büyük Arş'ın Rabbb'i kimdir de? Allah'ındır diyecekler. O halde korkmuyormusunuz? de. Biliyorsanız (söyleyin) her şeyin melekutu (mülkiyeti ve yönetimi) elinde olan, koruyup kollayan fakat kendisi korunup kollanmaya muhtaç olmayan kimdir? de. Allah'a aittir diyecekler. O halde nasıl büyükleniyorsunz de (Müminun: 23/84-89)
Arap müşrikleri Allah'ın tek yaratıcı olduğunu ikrar etmenin yanı sıra; başka tanrıları ona eş koşuyor ve onları, Allah katında kendilerine şefaatçi kılıyorlardı. Gerekçe olarak şöyle konuşuyorlardı: "Biz bunlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz." Ayrıca onları Allah'ı sevdikleri gibi seviyorlardı.
Sevgide, kullukta, duada, dilemede eş koşma itikda ve Allah'ı ikrar konusunda eş koşmaktan farklı değildir. Şu ayette buyurulduğu gibi:
"İnsanlardan kimileri Allah'tan başka ortaklar edinirler; Allah'ı sever gibi onları severler; oysa iman edenler en çok Allah'ı severler." (Bakara: 2/165)
Kim bir yaratılmışı, yaratıcıyı sevdiği gibi severse, o kimseyi yaratıcıya ortak koşmuştur. Her ne kadar Allah'ın yaratıcısı kabullense de o varlığı, Arap müşriklerinin Allah'ı sever gibi sevdikleri Allah'tan başka ortaklardan edinmiştir. [54]
Allah İçin Sevmekle Allah'la Beraber Sevme Arasındaki Fark:
Allah ve Rasulu, yaratılanları Allah için sevmekle yine yaratıkları Allah'la beraber sevmenin arasını ayırmışlardır. Zira bunlardan birincisinde Allah, O'nunla birlikte başka hiçbir varlığın sevilmediği, söz konusu insanın sevgi gücünün son noktasına dek sevdiği ve kulluk ettiği yegane sevgilisi ve mabudu olur. Ancak bu söz konusu kimse, yüce Allah'ın velilerini ve saîih kullarını sevdiğini, bu yüzden o da onları Allah için sevdiğini kavradığı; aynı şekilde yüce Allah'ın buyurulanm yapılmasını, zararla (haram) olanın terkedilmesini sevdiğini, onun da aynı şeyi sevmesi gerektiğini bildiği zaman mümkündür. Ancak bu durumda o kimse Allah sevgisine uyarak, O'nun sevginin türevi ve o sevginin kapsamına dahil olduğu İçin sevgisi Allah için olur.
Buna karşılık kim Allah'la beraber başka bir varlığı sever ondan umarak ve korkarak onu Allah'a eş koşarsa; ona itaat, Allah'a itaat etmek anlamına geldiğini bilmediği bir kimseye iatat eder bundan başka şefaat etmesine Allah'ın izin verdiğini bilmeksizin, bir kimseyi kendisine şefaatçi edinirse bu durum diğerinin tersinedir. Şu ayetlerde, bu hususa dikkat çekilmektedir:
"Allah'ı bırakıp kendilerine ne zarar, ne de yarar veremeyen şeylere kulluk ediyorlar ve: "Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir" diyorlar" (Yunus: 10/18)
"Onlar hahamlarını, rahiplerini ve Meryemoğlu İsa'yı Allah'tan başka Rab'Ier edindiler. Halbuki kendilerine sadece tek ilah olan Allah'a ibadet etmeleri emredilmişti. O'ndan başka ilah yoktur. O, onların eş koştukları şeylerden münezzehtir." (Tevbe: 9/31)
Bu ayet indirildiğinde Adiy b. Hatim Rasulullah'a (s.a.v.):
"Biz onlara kulluk etmiyorduk ki" demişti. Rasulullah (s.a.v.) ise şu açıklamayı yaparak ayetin indiriliş gerekçesini belirtmişti:
"Onlar, diğerlerine haramları helal kılıyor, helalleri de haram kılıyorlaı, onlaı da onlara itaat ediyoılardı. İşte bu uygulama, onların, bu helal ve haiamlar koyanlara ibadet etmeleri demektir."[55]
Konuyla alakalı diğer ayetler ise şunlardır: "Yoksa onların kendilerine, Allah'ın izin vermediği dini koyan ortakları mı var?" (Şura: 42/21)
"O gün zalim elleri ısırıp: "Ne olurdu! Keşke ben peygamberle beraber bir yol tutaydım!" der. Vah bana, ne olurdu, ben falanı dost tutmasaydm! O beni, bana gelen Kur'an'dan saptırdı. Zaten şeytan insanı yapayalnız ve yardımcısı, bırakır." (Furkan: 25/27) [56]
Rasul'e (a.s.) İtaat Allah'a (c.c.) İtaattir:
Rasul'e itaat farzdr; çünkü kim Rasul'e itaat ederse gerçekte Allah'a itaat etmiştir; helal O'nun helal kıldığı, haram O'nun haram kıldığı, din, O'nun teşri ettiğidir.
Rasul'un dışında kalan alimler, şeyhler, idareciler ve krallara, ancak onlara itaat Allah için olduğu zaman itaat gereklidir.
Bu kimseler, Allah ve Rasulu onlara itaat emrettiği zaman, onlara itaat edildiğinde Rasul'e itaat kapsamına girer Allah bunu şu şekilde belirlemiştir:
"Ey inananlar! Allah'a itaat edin, Rasul'e ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin." (Nisa: 4/59)
Ayette "Eti'ur-Resul ve etiü ulü-Emri minkum" denilmemiş. Çünkü burada ululemre itaat, Rasul'e itaat kapsamına dahil edilmiştir. Rasul'e itaat ise gerçekte Allah için itaattir. Ayette, Rasul'e itaat hususunda "etiu" fiili tekrarlanırken ululemre itaat konusunda tekrarlanmamıştır. Çünkü kim Rasul'e itaat ederse gerçekte Allah'a itaat etmiştir. Zira bir kimsenin, Rasul birşeyi buyurduğunda o şeyi Allah'ın emredip emretmediğini sogulaması gerekli değildir. Ululemr ise bunun tam tersinedir. Çünkü onların bazan Allah'a isyan ile emrettikleri olur. Bu yüzden onlara her itaat eden kimse gerçekte Allah'a itaat etmiş değildir. Yalnzca, Allah'a isyan olmadığı kesinlikle bilindiği, emredileni Allah'ın emredip emretmediğine bırakıldıktan sonra, onların emrettiklerine itaat edilir. Bu kimselerin ulemadan ya da idarecilerden olan emir sahiplerinden olmaları bu hakikati değiştirmez. Alimlerin taklid edilmesi, diğer saygın iktidar sahibi emir sahiplerine itaat da bu yasa kapsamına dahildir. Ancak bu uygulama neticesinde din tamamen Allah'a ait kılmmş olur.
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
"Fitne tamamen yok oluncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya dek onlarla savaşın. (Enfal: 8/39)
Rasulullah'a (s.a.v.) soruldu:
"Ey Allah'ın elçisi! Kişi şecaat arzetmek için savaşır; kızgınlık ve gayret için savaşır; riya için savaşır; şimdi bu durumda bunlardan hangisi Allah yolundadır?" Rasululah şu cevabı vermiş:
"Kim, Allah'ın kelimesi en yüce olsun diye savaşırsa işte yalnızca o Allah yolundadır.[57]
Gerçekte insanların çoğu bir halifeyi, bir alimi, bir şeyhi ya da bir idareciyi öylesine severler ki onu Allah'a eş koşar. Her ne kadar o kimseyi Allah için sevdiğini idda etse de işin aslı budur.
Her kim Rasul'den başkasını, Allah'ın ve Rasulu'nun emirlerine ters olduğunu bile bile her emrettiği ve yasakladığı konuda itaat edilmesi gerekli birisi olarak bellerse, işte o kimseyi Allah'a ortak koşmuştur. Belki de o kimse, hiristiyanlaiın Mesih' e yaptıkları gibi, o kimseye dua eder, o kimseden imdat ister ve onun dostlarını veli edinir, düşmanlarına düşmanlık eder. Her emrettiği ve her yasakladığı konuda helal ve haram olarak belirlediği meselelerde itaati gerekli görür. Böylelikle söz konusu kimseyi Allah'ın ve Rasul'un yerine koyar. İşte bu Mesih'in yandaşlarının içine düştüğü şirktir. Nitekim şu ayet-i kerimede buna işaret edilmiştir:
"İnsanlardan kimileri, Allah'tan başka ortaklar edinerek, Allah'ı sever gibi onları severler. îman edenler ise en çok Allah'ı severler" (Bakara: 2/165)
Aslmda tevhid ve şirk kalpten kaynaklanan söz ve görüşler ile yine kalpten kaynaklanan amellerde olur. Bunun için Cüneyd (Bağdadi) şöyle demiş: "Tevhid, kalbin sözü ve görüşü, tevekkül ise kalbin eylemidir"
Cüneyd bu sözü ile şunu demek istemiş: "Tevhid, tasdikten ibarettir. Tasdiki, tevekküle yakın bulduğu çin Cüneyd, tevekkülü tasdikin temeli kılmıştır" Zira tevhid kelimesi tek kaldığında bu durumda kalbin sözünü ve eylemini de içerir. Tevekkül ise, tevhidin tamamlayıcısıdır. [58]
İmanın Manası:
"İman" kelimesi tek olduğunda zahiri (görünen) ve batini ameller, onun anlam örgüsüne girer.
İman şöyle tanımlanmıştır. "İman söz ve amelden ibarettir". Yani kalbin ve dilin sözü, kalp ve organların amelidir. Nitekim Buhari ve Müslim'in ittifakla rivayet ettikleri bir hadiste şöyle buyurmuş Rasullah (s.a.v.):
"İman, yetmiş parçadan müteşekkil bir dizgedir. En yücesi, "la ilahe illallah" sözüdür. En düşük değerde olanı ise yol üzerinde, insanlara zarar veren nesneleri yok etmektir. Haya imandan bir parçadır"[59]
Aynı konuyu ayet-i kerime şöyle açıklamıştır:
"Gerçekten iman eden o kimselerdir ki, Allah'a ve elçisine iman ettiler, sonra şüphe etmediler; Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler. İşte sadık olanlar yalnızca onlardır" (Hucurat: 49/15)
Diğer bir ayet aynı konuyu şöyle işlemekte:
"Gerçekte iman edenler yalnızca şu kimselerdir ki: Allah anıldığında kalpleri titrer; O'nun ayetleri, kendilerine okunduğunda imanlarını artırırlar ve yalnızca Rab'lerine güvenirler. Ayrıca onlar namazı dosdoğru kiarlar; kendilerine rizikı olarak verdiklerimizden infak ederler. İşte gerçek inananlar onlardır" (Enfal: 8/2-4)
Başka bir ayette ise:
"Müminleri o kimselerdir ki Allah'a ve peygamberlerine inanmışlardır. Rasulullah ile bareber bulundukları zaman ondan izin almadan gitmezler" (Nur: 24/62)
Allah Rasulu'nun Abdulkays'm elçilerine söylediği gibi, "Mutlak iman" kavramına, "îslam" kavramı da dahildir. Sözgelişi Rasulullah şöyle buyurmaktadır:
"Size Allah'a iman etmeyi emrediyorum; Allah'a iman etmenin ne demek olduğnu biliyor musunuz? Allah'tan başka ilah olmadığına, muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şehadet etmek, namazı kılmak, zekatı vermek, ganimet olarak aldıklarınızdan beşte birini vermenizdir. [60]
Buradan hareketle Selef: "Her mü'min, müslümandir, ancak her Müslim mümin değildir" demiştir.
Fakat '"iman" kavramı "amel" veya "islam" kavramlarıyla birlikte kullanıldığında şu ayette buyurulduğu gibi araları ayrılır:
"Onlar ki iman etti ve salih amel ettiler"
Bu tür ifadeler Kur'an'in birçok yerinde kullanılmıştır.
Öte yandan, Cebrail'in kendisine sorması üzerine Rasululah "İslam", "iman" ve "ihsan" kavramlarını şu şekilde açıklamıştır:
"İslam: Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muham-rned'in Allah'ın elçisi olduğuna şehadet etmek, Namazı dosdoğru kılmak, Zekatı vermek, Ramazan orucunu tutmak Kabe'yi ziyaret etmektir"[61]
Rasulullah'ın bu açıklaması üzerine Cebrail yine soruyor:
"o zam^ı iman nedir?" Rasulullah (s.a.v.) şöyle cevaplıyor bu soruyu da:
"Allah'a iman etmek, meleklerine, kitaplarına, elçilerine, ölümden sonra dirilmeye, kadere O'nun hayrına ve şerrine iman etmektir"
Son olarak, "İhsan nedir?" diye sorusunu soruyor cebra-il. Rasulullah bu soruyu şöyle bir tanımla cevaplıyor:
"İhsan: Allah'a, O'nu görüyor gibi ibadet etmekliğin-dir; çünkü eğer sen O'nu görmüyorsan, O mutlaka seni görüyordur"
Bu hadiste "İslam", "İman" kavramlarının arası, ikisi de birbirine yakın anlamlar içerdiği için ayrılmıştır. Ve burada "İslam" kavramı, tek başına kullanıldığı için "İman" kavramına dahil edilmiştir.
"Amel" kavramı da bunun gibidir. Çünkü yukarıdaki hadiste söz konusu edilen "İslam" kavramı "amel"den kaynaklanır. Ayrıca görünürde yapılan eylem, kalbin imanın ve onun gerekli kıldığının bir göstergesidir. Kalpte iman vücut bulduğu zaman buna bağlı olarak organlarda da imanın alametlerinin tezahür etmesi zaruridir. Kalbin imanı denildiğinde, bunun kalbin tasdiki ve boyun eğmesinden kaynaklanması demektir. Şayet böyle değil de, bir kimse, kalbi ile Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğnu tasdik ettiği halde, O'na buğzediyor, O'nu kıskanıyor ve O'na uymayı kendisine yedir emiyorsa, o kimsenin kalbi gerçek anlamda iman etmiş değildir.
"İman" kelimesi "tasdik" anlamını içeriyorsa da, onunla eş anlamlı değildir. Sözgelişi bir olguyu tasdik eden herkese, o kişi, tasdik ettiği olguya iman etmiştir, denilemez. Öte yandan eğer bir kimse: "Ben "bir"in, "ikf'nin yansı olduğunu; göğün üstümüzde, yerin altımızda olduğunu vb. insanların gözlemlediği ve bildiği şeyleri tasdik ederim" derse, o kimse tasdik ettiği şeye iman etmiştir, denilmez. Aksine "iman" kavramı, sadece gaybi olgular hakkında verilen haberlerin tasdik edilmesi halinde, muhtevasına uygun anlamını ifade etmiş olur. Yusuf'un (a.s.) kardeşlerinin sözlerinde olduğu gibi.
"Sen bize iman etmezsin biz doğru olsak bile" (Yusuf: 12/17)
Zira, onlar, Yakub'a (a.s.), kendisinin görmediği bir şeyi haber verecek, O'na iman edenle, Ö'nunla iman eden arasını ayırt ediyorlar. Bunlardan birincisi, haber veren için söylenir, ikincisi ise, kendisi ile haber verilen için kullanılır. Yusuf'un (a.s.) kardeşlerinin söylediği gibi:
"Sen bize inanmıyorsun"
Başka bir ayette bu meseleye şöyle değiniliyor:
"Kavminden genç bir nesil hariç Musa'ya inanmadılar" (Yunus: 10/83)
"İçlerinden bir kısmı da peygambere sıkıntı verirler. O her söyleneni dinleyen bir kulaktır, derler. De ki: O sizin için bir hayır kulağıdır. Allah'a inanır, müminlere inanır" (Tevbe: 9/61)
Görüldüğü gibi ayette Allah'a iman etmekle, müminlere inanma kavramları ayırdedilmiştir. Anlatılmak istenen, müminler, birşeyi haber verdikleri zaman doğrulamasıdır. Allaha inanmasına gelince, bu O'nu ikrar etmesi babındandır.
Cenab-ı Hakk'ın Fir'avn ve ileri gelenleri hakkındaki sözü de bu bağlamdadır:
"Bizim gibi iki beşer olana mı inanacağız"
(Müminun: 23/47)
Yani onların ikisinin doğruluğun mu ikrar edip, tasdik edeceğiz, demektir.
Bu muhtevada olan bir diğer ayet ise şudur:
"Şimdi ey müminler, bunların size inanmalarını mı umuyorsunuz? Halbuki bunlardan bir grup vardır ki, Allah'ın kelmanı duyarlar da, düşünüp akıl erdirdikten sonra, bile bile onu değiştirirlerdi" (Bakara: 2/75)
Diğer bir örnek:
"Bunun üzerine Lut ona inandı ve kavmine dedi ki: Ben Rabb'imin buyurduğu yere göçeceğim"(Anekbut: 29/26)
İman kavramının başka bir kullanım biçimi de şu ayettir:
"Onlar ki gayba inanırlar" (Bakara: 2/3)
Şu ayet de bu kavramın kullanılmasına diğer bir Örnektir:
"Rasul, Kahirinden kendisine indirilene iman etti, müminler de hepsi birlikte Allah'a, meleklerine, kitaplarına, Husullerine inandılar. Rasullerden hiçbirisini diğerinden ayırmayız" (Bakara: 2/285)
Aynı paralelde diğer bir misal:
"Birr Ancak o kimsenin birre ulaşmasıdır ki: Allah'a ahiret gününe, meleklere, kitaba ve Peygamberlere inandı" (Bakara: 2/177)
Yani bu ilkeleri ikrar ettiler. Buna benzer ifadeler,
Kur'an'm birçok yerinde yer almıştır. [62]
Buradaki Amaç Nedir?
Burada asıl amaç, "İman" kelimesinin yalnız bazı haberlerde kullanıldığı ve bu kelimenin "enin" (güvenlik) kelimesinden alındığıdır. Bunun gibi "ikrar" kelimesi de "kar" kelimesinden alınmıştır. Zira mümin güvenlik içerisinde olan kimse demektir. Bunun gibi "mükir"de ikrar eden kimse demektir. Bu yüzden bir amelin kalpten kaynaklanması için, o amelin doğruluğunun kalp tarafından tasdik edilmesi gerekir.
Bir kimse Muhammed'in Allah'ın Rasulu olduğunu bildiğinde, bu bilgisini onu sevme, ona saygı duyma duygularıyla birleştirmeyerek, ona buğzeder, onu kıskanır ve ona uymayı kendine yediremezse, o kimse ona iman etmiş değil aksine onu inkar etmiştir.
îblis'in, Fir'avn'ın, Peygamberi çocukları gibi tanıdıkları halde onu inkar eden kitap ehlinin küfürleri de bu kabildendir. Çünkü İblis ne verilen haberi ne de haberi vereni yalanlamıştı. Sadece Rabb'inin buyruğunu yerine getirmeyi kendisine yedirememişti. Nitekim Fir'avn ve kavmi hakkında da Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:
Vicdanları, onların doğruluğuna kanaat getirdiği halde, sırf zulüm ve kendini büyük görme yüzünden onlar inkar ettiler." (Nemi: 27/14)
Musa da Fir'avn'a şöyle demişti:
"Musa dedi ki: "(Ey Fir'avn) Bunları, ancak göklerin ve yerin Rabb'inin, deliller olarak insanlara indirdiğini pekala bildiiî" (İsra: 17/102)
Diğer bir ayette ise şöyle buyurulmuş:
"Kendilerine kitap verdiklerimiz, O'nü, oğulların tanıdıkları gibi tanırlar" (Bakara: 2/146)
Yalnızca kalbin hakkı bilmesi, şayet o bilgiyi, hak bilgisinin gereğince, yine kalpten gelen amel ile birleştiremezse, kalbi ile o hak bilgiyi sevmez ve ona uymazsa, bu bilgi sahibine hiçbir yarar sağlamaz. Bilakis, Allah'ın kıyamet gününde ilmi ile amel etmeyen alimleri çarptıracağı insanların en çetin azab görenlerinden olacaktır. Bu nedenledir ki Rasulullah (s.a.v.) şöyle dua etmiştir:
"Allah'ım yararsız bilgiden, doymayan nefisten, kabul görmeyen duadan ve korkmayan kalpten sana sığın»[63]
Ne var ki "Cehmiye ekolüne mensub olan kimseler, salt kalbin hakkı bilmesini ve o bilginin doğruluğunu tasdik etmesini "İman" olarak tanımlamışlardır. Şeriat bir kimsenin mümin olmadığına işaret ederse bu, o kimsenin kalben hak bilgisine sahip olmadığına işaret eder. Bu sanı, şeriatçe ve akılca cehaletin en büyüğüdür. Bu düşüncenin reel anlamdaki ifadesi, müminle kafirin bir olduğnu gerekli kılar. Bu nedenledir ki, Vek'i b. El-Cerrah, Ahmed b. Hanbel ve diğer önce gelen ilim adamları, bu düşünceleri yüzünden "Cehmiye" ekolüne mensup kişileri kafir kabul etmişlerdir.
Biliyoruz ki, gerçeği bildiği halde, başka bir maksatla o gerçeği yadırgayan; gerçeğin karşısında kendini büyük gören her insanın onun bilgisine sahip olmadığı düşünülemez.
Bu açıklamalar sonucunda imanın "kalbin tasdiki ve ameli" olarak tanımlanması kesin bir gerekliliktir. Nitekim selef ulemasının görüşü de aynı manadadır: "İman: Söz ve amelden ibarettir"
Bu bilgilerden sonra şunu söyleyebiliriz:
Kalp birşeyin hakikkatini tasdik edip, iradeyi içeren tam bir sevgi ile onu sevdiği zaman, bunun göstergesi olan eylemlerin tezahür etmesi gerekir. Çünkü kesin irade tam kudretle birleştiğinde, amaçlananın kesinlikle meydana gelmesi gerekir. Bir eylemin meydana gelmesini olumsuz kılan nedenler yeterli gücün bulunamaması, ya da yeterli iradenin yokluğundandir. Böylesine olumsuz bir durum söz konusu değilse, aranılan bu gerçekler yeterli ölçülerde mevcutsa, bu, seçme sonucu eylemin meydana gelmesini gerekli kılar. Sözgelişi kalp tam bir ikrarla Muhammed'in Allah'ın Ra-sulu oluşunu ikrar edip tam bir sevgi ile O'nu sevdiği halde bu gücü yettiği halde bunu sözle ifade etmekten imtina ederse; nedenlerden ötürü şehadet düşüncesini dile getire-miyorsa da o kimse mümindir.
Nitekim Ebu Talib, Muhammed'in Allah'ın Rasulu olduğunu biliyor ve onu seviyor idi. Ne var ki, Ebu Talib'in O'nu sevmesi Allah ioir değil aksine yeğeni olduğundan dolayı idi. Muhammed'i sevdiğini açıkça ifade etmesi, Onun vesilesi ile şeref ve liderlik elde etme amacına dayanıyordu. Yani onu sevmemesinin temeli riyaset sevdasına dayanıyordu. Bu yüzdendir ki, Ebu Talib ölürken şehadet getirmesi kendisine teklif edildiğinde, bu ikrar sonucunda, asıl sevdiği dinin yok olacağını gördü. Zira asıl sevdiği din kendisine yeğeninden daha sevimli olduğu için bu teklifi kabul edip şehadet ilkesini kabullenemedi. Şayet onu gerçek anlamda sevseydi, Ebu Bekir'in sevdiği gibi severdi. Nitekim onun hakkında Cenab-ı Hak şu ayetleri indirmiştir.
"Ondan uzak tutulur; en takva olan o ki malını Allah rızası için vererek temizlenir. Ve onda hiç kimsenin karşılık verilecek bir nimeti yoktur. Yalnız yüce Rabb'inin rızasına ermek için verir. Yakında kendisi de (Allah'ın vereceği nimetle) razı olacaktır. (Leyi: 92/17-21)
Ebu Talitt, Ömer, Osman, Ali ve şehadeti kesin bir dille dile getiren diğer müminlerin sevdiği gibi severdi, şayet gerçekten onu sevseydi. Bu yüzden onun sevgisi Allah için sevmek kategorisine giren sevgi türünden değil, Allah İle beraber sevme kategorisine giren ve insanı şirke düşüren sevgi türünden idi. Bu nedenle Cenab-ı Hak, Rasul'e yardımcı olma adına Ebu Talib'in yaptıklarını kabul etmemişti. Çünkü o yaptığını Allah için yapmamıştı. Zira Allah kendi rızasını kazanma amacıyla yapılmayan amelleri kabul etmez. Sadece kendi rızası aranarak yapılanları kabul eder. En yüce Rabbinin zatını isteme amacıyla amel edenin ettiği gibi amel eden bunun tersinedir. [64]
Din Ancak Amelle Tamamlanır:
Hakikat şu ki, "iman" ve "tevhid"in realite kazanbilme-si için her ikisinde de sevginin kalbin ta derinliklerinden kaynaklandığı gibi amelin de kalpten kaynaklanması gerekir.
Öte yandan dinin tamamen Allah'a özgü kılınması gerekir, Amelsiz bir din, din değildir. Çünkü din kavramı ibadet ve itaati içerir. Nitekim Cenab-ı Hak iki sureyi tamamen bu iki konuyla ilgili olarak indirmiştir.
"Kulya eyyühelkafirun ve "Kulhüvellahü ehad" sureleri. Bu surelerden ilki söz ve amelin tevhidini, ikincisi ise amel ve iradenin tevhidini anlatır. Sözedilen birinci surede şöyle buyurulmaktadır:
"De ki: O Allah birdir. Allah sameddir. Kendisi do-ğurmamıştir ve başkası tarafından doğurulmamıştir. Hiçbir şey O'nun dengi olmamıştır" (İhlas: 112/1-4)
Cenab-ı Hak bu tevhidi söylemeyi emrettikten sonra ikinci İhlas surelerinde de şöyle buyurmuştur:
"De ki: Ey Kafirler! Ben sizin taptıklarınıza ibadet etmem. Siz de benim ibadet ettiğime, ibadet edenler değilsiniz. Ben kesinlikle sizin taptıklarınıza ibadet edecek değilim. Siz de benim ibadet ettiğime ibadet edecek değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim banadır"(Kafirun: 109/1-6)
Bu surede de Cenab-i Hak, Allah'tan başka tapılan tanrılardan uak durmayı geektiren ifadelerin dile getirilmesini ve ibadeti salt Allah için yapmayı emrediyor.
"İbadet" kelimesinin asıl anlamı kasıt ve iradedir. İbadet kavramı tek başına kullanıldığında, tevekkül ve benzeri kavramlar da onun anlam örgüsü içerisine dahil olur, ibadet kelimesi tevekkül kavramıyla birleştirildiği zaman, tevekkül, ibadet kavramının bir parçasına dönüşür. Nitekim iman kavramını anlatırken biz bu konuyu anlatmıştık.
"İbadet" kavramı ile ilgili olarak Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor aşağıdaki ayetlerde:
"Ben cin ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım" (Zariyat: 51/56)
"Ey İnsanlar! Rabbinize ibadet edin" (Bakara: 2/21)
Bu ve benzeri ayetlerde anlatılan ibadet kapsamına, emredilenleri yapmak, sakıncalı olanları terketme hususu girer. Tevekkül de bu bağlamdadır. Başka bir surede şöyle buyurmuştur. Cenab-ı Hak:
"Ancak sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz» (Fatiha: 1/5)
"Öyle ise O'na ibadet et ve Ona tevkkül et" (Hud: 11/123) [65]
Kur'an Kelimelerinin Delaletlerinin Çeşitli Olması:
Buna benzer birçok ayet vardır Kur'an-ı Kerim'de: Genel ve Özel konularda, tek ve birlikte olmaları hesabıyla kelimenin anlamlara işareti çeşitlilik arzeder; sözgelimi "Ma'ruf ve münker" kelimelerinde olduğu gibi. Nitekim Cenab-ı Hak bu hususta şöyle buyurmuştur: Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz. Ma'ruf"u emreder, münker'den men'edersiniz" (AI-i İmran: 3/110)
"İnanan erkekler ve inanan kadınlardan bazısı, bazısının velileridir. Ma'ruf u emreder, münker'den nehye-derler" (Tevbe: 9/71)
"Onlara ma'ruf u emrediyor, onları münker'den nehyediyor" (A'raf: 7/157)
Allah'ın çirkin gördüğü herşey Münker kavramına Allah'ın hoşgördüğü ve sevdiği herşey de Ma'ruf kavramının kapsamına girer.,
Başka bir konu ile ilgili olarak şöyle buyurulmuştur:
"Muhakkak namaz fahşa ve münkerden men'der" (Ankebut: 29/45)
Bu ayette 'münker, 'fahşa' üzerine atfedilmiş bu nedenle 'bağy'de münker kavramına dahil edilmiştir.
Diğer bir ayette ise şöyle buyurulmaktadır:
"Muhakkak AİIah adaleti, ihsanı, yakına vermeyi emreder. Fahşa'dan, münker'den ve bağy'den de men'der" (Nahl: 16/90)
Bu ayette de fahşa ve bağy kavramları, münker kavramıyla birlikte kullanılmıştır.
'Fukara' ve 'Mesakin' kelimeleri de bu türden kelimelerdir. Bunlardan herbirisi tek başına kaldığında diğerinin anlamını da içerir. Ancak birlikte kullanıldıklarında aralarında nüans vardır. Ne var ki burada iki isimden birisi diğerinden daha genel anlam ifade eder. Aralarında genel ve özel anlam ifade etme farkı vardır.
Zira yalnız Allah'ı sevmek, yalnızca O'na tevekkül etmek, sırf O'ndan korkmak ve bunun gibi eylemlerin tümü Allah'ın tevhidi kapsamına girer.
Nitekim sevgi konusunda Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır.
"İnsanlardan kimileri Allah'tan başka ortaklar edinir; Allah'ı sevdikleri gibi onları severler, iman edenler ise en çok Allah'ı severler" (Bakara: 2/165)
"De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız; kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaretiniz, hoşlandığınız meskenler, size Allah'tan, Rasulu'nden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, o halde Allah emrini getirinceye kadar gözetleyin!" (Tevbe: 9/24)
Ayette itaatin Allah için ve Rasul'e olması gerekli kılınırken 'korku' ve 'takva'nın yalnız Allah için olmsı gerekli kılınmıştır.
Diğer bir ayette ise şöyle bu vurulmaktadır: "Eğer onlar, Allah'ın ve elçisinin kendilerine verdiklerine razı olsalar "Allah bize yeter, yakında Allah da bize lütfundan verecek Rasulu de, biz Allah'a ulaşmayı isteyen kimselerdeniz" deselerdi, daha iyi olurdu" (Tevbe: 9/59)
"O halde işlerinden birini bitirince diğerine girişle yanız Rabb'inden iste" (Duha: 93/7-8)
Bu ayetlerde de yeterlilik ve rağbetin yalnızca Allah'a has kılınması gerekli kıınmıştır.
Bu konularda alakalı daha genişçe malumat başka yerlerde vardır, arzedenler oralara başvurabilir. [66]
Uluhiyetin Tevhidinin Gerçekleştirilmesi
Burada "La ilahe İlla ente" diyen kimsenin asıl amacı şudur: Uluhiyet sıfatının yalnızca Allah'a özgü kılınması. Bu aynı zamanda, uluhiyetin sözle ve eylemle Allah'a ait olduğunu tasdik etfeıeyi de içerir. Nitekim yukarıda da değindiğimiz gibi Arap müşrikleri Allah'ın herşeyin Rabbi olduğunu kabul ediyorlar, ancak onunla beraber başka tanrılar ediniyorlar, böylelikle uluhiyet sıfatını yalnızca Allah'a ait kılmıyorlardı. Çünkü uluhiyeti yalnızca Allah'a ait kılma, O'ndan başkasına ibadet etmemeyi ve O'ndan başkasından hiçbir şey dilememeyi gerekli kılar. Şu ayette ifade edildiği gibi:
"Ancak Sana ibadet eder ve ancak Senden yardım dileriz" (Fatiha: 1/5)
İnsan, bazan yalnız Allah'tan dilemeyi ve O'na tevekkül etmeyi amaç edinir. Ancak bu dilekte bulunduğu işler Allah'ın sevmediği, belki de çirkin gördüğü ve yasakladığı işler olabilir. Bu durumda olan kimse yalnız Allah'tan dileme ve yalnız O'na dayanma hususunda halis niyetli olsa bile, O'na kullukta ve itaatta gerçek anlamda halis değildir.
Allah'ın ve Rasulu'nun emrine aykırı hareketlerde bulunan mükaşefecilerin bozuk yönelimlerde bulunanların çoğunun durumu budur. Nitekim onların çoğu, Allah'tan kendilerine yardım bulunmasını İsterler, ancak, bu dilekleri, Allah'ın ve Rasulu'nun emrine uygun olmadığı için, dünyada paylarına düşen nasipleri meydana gelir. Ancak sonlan kötü olur. Nitekim bu tür durumlarla ilgili, Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Denizde boğulma korkusu gibi bir sıkıntı dokunduğu zaman O'ndan başka bütün yalvardıklarmız kaybolur. Fakat o sizi kurtarıp karaya çıkarınca yine yüz çevirirsiniz gerçekten insan nankördür" (İsra: 17/67)
"İnsana bir darlık dokunduğu zaman, yanı üzere yatarken, otururken yahut ayakta bize yalvarır; ama biz onun darlığını açıp kaldırınca sanki kendisine dokunan bir darlıktan ötürü bize hiç yalvarmamış gibi hareket eder. İşte israfçılara, yaptıkları iş böylesine süslü gösterilmiştir" (Yunus: 10/12)
Diğer bir grup insan ise Allah'a ve Rasul'e itaati amaçlar fakat gerçek anlamda O'na dayanıp güvenmez ve O'ndan yardım istemez. Bu sınıfa giren kimseler hüsnü niyetlerine ve itaatlerine karşılık sevap alırlar. Ancak amaçlarında tek başlarına kalırlar. Çünkü yalnız Allah'tan yardım dileme ve yalnızca Allah'a güvenip bağlanmayı gerektiği gibi realize edememişlerdir. Bu durumdaki kimselerden bazıları zayıflık ve dirençsizlik belasına duçar olurken, diğerleri ise ucu-ba (kendini beğenme) düşmekle cezalandırılırlar. Şayet hayır olarak elde etmek istediğini gerçekleştiremezse bu onun zayıflığından kaynaklanır; bazen de korkaklığa, dirençsiz-liğe düşer. Şayet maksadı meydana gelirse, kendisine ve gücüne bakar bunun sonucunda kendini beğenme ve kendinden memnun olma (ucub) hasıl olur. Halinden memnun, amacının meydana geldiği sanısına kapihrsa bir başına kalır. Şu ayette buyurulduğu gibi.
"Hani o gün çokluğunuz sizi böbürlendirmişti. Fakat size hiçbir yarar da sağlamamıştı. Bütün genişliğine rağmen, yeryüzü başınıza dar gelmişti, nihayet bozularak arkanızı dönüp kaçmaya başlamıştınız. Sonra Allah, Rasulu'nun ve mü'minlerin üzerine güven veren rahmetini (sekine) indirdi; sizin görmediğiniz askerler indirdi ve kafirleri azaba çarptırdı (bozguna uğrattı) işte kafirlerin cezası budur!. Sonra Allah, bunun ardından yine dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah bağışlayan esirgeyendir" (Tevbe: 9/25-27) [67]
Riya Ve Ucub Kavramı Arasındaki Fark
Birçok insan "riya" ile "ucub" kavramlarını aynı kavramlar sanır. Oysa bunlar birbirinden farklı kavramlardır. Sözgelişi riya, yaratıkla Allah'a ortak koşma kapsamına dahil bir şirk çeşididir, "ucab" ise, kişinin kendi nefsi ile Allah'a ortak Koşması demektir; müstekbirlerin durumu böyledir.
Mürai (gösteriş için ibadet eden kimse) "iyyake na'bu-du" (yanız sana ibadet ederiz) ilkesini gerçekleştirememiştir. Ucub eden kimse ise "iyya ke neslain" (yalnızca Senden yardım dileriz) ilkesine hakikat kazandıramamaştır. Kim "iy-yake na'budu" ilkesini gerçekleştirmeyi başırırsa "riya"dan kurtulur. Öte yandan kim de "ve iyyake nestain" ilkesini pratiğe geçirebilirse o da ucub sınırlarından çıkar. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:
"Üç şey insanı helake sürükleyen özelliklerdendir: "İtaat edilen cimrilik, peşisıra gidilen dizginlenemeyen arzular (heva) ve kişinin kendini beğenmesi"[68]
Bu özelliklerin ve bu özellikleri kendi benliğinde taşıyan kimselerin böylesine kötü olarak tanımlanması, o kimsenin ibadetlerinin Allah için olmadığı, Allah'tan yardım dilemediklerinden dolayı değil aksine O'ndan başkasına kulluk etmeleri ve O'ndan başkasından yardım dilemeleridir. İki nedenden dolayı böyle hareket eden kimseler müşrikler sı-nıfmdadirlar.
Şeytani durumlar gösteren, yalan söyleme, facirlik yapma şeytanların sevdiği dualarla ona dua etme, şeytanların itaat ettikleri işleri yapmaya kesin karar verme gibi şeytanların sevdikleri işleri sevenler de, şeytanları Allah'a eş koşan müşriklerdendir. Başka yerlerde bu konular hakkında daha detaylı malumat verilmiştir.
Bu sınıfa dahil müşrikler evliyanın kerametinden olduğunu sandıkları bazı olağanüstülükler gösterebilme yeteneğini elde ederler. Bütün bu olağanüstülükler büyücüler ve kahinler (falcılar)ın özelliklerindendir. Bu yüzden Kur'an kaynaklı iman ile nefsani ve şeytani özellikler taşınan iman arasındaki nüansı belirlememiz gerekir.
Bunların dışında kalan dördüncü bir grup vardır ki bunlar dinin sadece Allah'a ait olduğunu kabul eden (dinlerini Allah'a has kılan), yalnızca O'na kulluk eden ve yalnızca
O'na bağlanıp O'na güvenen ve dayanan "tevhid ehli" olan kimselerdir.
Sıknıtya düşen Yunus'un (a.s.) "la ilahe illa ente, (Senden başka ilah yoktur)" sözü bu konunun iki türünden birisini hatıra getirmektedir. Cenab-ı Hak kime nimetini ta-mamlamışsa o kimse iki türünde de tevhidi gerçekleştirmiş olur. Çünkü sıkıntıya düşen bir kimsenin yalvarıp yakarması, içinde bulunduğu zor durumun giderilip, ondan kaynaklanacak yararı elde etme noktasında .odaklaştırmıştir. Bu yüzden: "la ilahe illallah" derken, "Senden başka sıkıntıyı kaldıracak yoktur" bilinciyle söyler; nimet, başkası değil yalnızca Senden nimet gelir. Bu düşünde Allah'ın rububiyetin-deki tekliğini (rububiyetin tevhidini) gerçekleştirmeyi hazırlayan nedenlerdir. Ayrıca dilek; talep ve Allah'a tevekkül gibi konularda tevhidi yakalamayı sağlar; ayrıca uluhiyetin, Allah'ın sevdiği, razı olduğu, yapılmasını buyurduğu ulu-' niyetin açığa çıkarılmasıdır. Bunun ifadesi ise şudur: Allah'tan başkasına ibadet etmemek, O'na kulluğu ancak O'na ve Rasulu'ne itaatle yapmak. Her kim "La ilahe illa ente" derken bu bünçle söylerse işte o gerçekten kulluğunu Allah İçin yapmış, yalnızca O'na bağlanmış, O'na güvenip dayanmış ve şu ayette İfade edilen ilahi buyruğun canlı örneğini teşkil etmiş olur; Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
"O halde O'na ibadet et ve yalnızca O'na tevekkül et (güven, bağlan ve dayan)" (Hud: 11/123)
Diğer bir örnek:
"Yalnızca O'na dayanıp güvendim, ve O'na yöneldim. Rabb'inin adını zikret ve benliğini herşeyden boşaltarak tamamen O'ha yönel. Doğunun da batının da Rabb'ı O'dur, O'ndan başka ilah yoktur. Öyleyse yalnızca O'nu vekil edin" (Müzzemmil: 73/8-9)
Şayet kulun elde etmeyi Allah'tan dilediği şey haram kılınmış birşey ise, dileği yerine getirilse bile günahkar olur.
Eğer Allah'a itaat ve ibadet etmek üzere O'ndan yardım isteme amacı olmaksızın mubah olan birşeyi isterse ne günahkar olur ne de sevap elde edebilir. Bir kul eğer Allah'a ibadet ve itaat etmek amacıyla O'ndan yardım isterse bundan dolayı hem sevap hem de ilahi ecir kazanır.
Bu temel ilke ile hareket ederek kul-peygamber ile kral-peygamber kavramları arasındaki farkı belirleyebiliriz. Nitekim bizim peygamberimiz "kral-peygamber" olmakla, "kul-peygamber" olma arasında serbest bırakılınca O "tercihini kul-peygamber" olmaktan yana kullanmıştır[69] Zira kul-Rasul demek, kendisine verilen emirden başkasını yapmayan demektir. Bu nedenle onun yaptıklarının tümü Allah için yapılan ibadet mahiyetindedir. Ayrıca kendisini Rasul olarak gönderenin emirlerini tam olarak uygulayan halis bir kuldan başkası değildir. O nitekim Buhari'nin kaydettiği bir hadiste bu gerçeği şu sözleriyle dile getirmiştir:
"Vallahi ben kendimden ne kimseye birşey verebilirim ne de verilmesi gereken birşeyi kimseden engelleyebilirim. Ben yalnızca kendisine emredilen şeyleri yerli yerine koyan bir taksimciyim, o kadar. [70]
Rasulullah (s.a.v.)
"Ben kendimden ne kimseye birşey verebilirim ne de verilmesi gereken birşeyi kimseden engelleyebilirim."
sözüyle bu noktada, kadere ve oluş (kevn) yönünden Allah'ın tekliğini anlatmak istememiştir. Çünkü bütün yaratıklar bu hususta onunla ortak özelliğe sahiptir. Nitekim Cenab-i Hakk'ın kazası ve kaderi gerekli kılmadan hiç kimse ne birşey verebilme ne de verilmesi gerekeni engelleyebilme gücüne ve yetkisine sahiptir. Bu sözüyle o sadece şeriat ve din açısından Allah'ın tek olduğunu anlatmak istemiştir. Rasulullah şunu ifade etmeyi amaçlamış: Ben sadece ver-, mekle emredildiğim şeyi verir, verilmemesi emredilen şeyi de vermem. Çünkü verme vermeme konularında ben Allah'a itaat ediciyim. Nitekim Rasulullah fey[71] zekat ve savaşta düşmandan kazanılan ganimetleri, miras bırakılan malları sahiplerine taksim ettiği gibi paylaştınrdı. Çünkü bu taksimi böyle yapmasını ona bizzat Cenab-i Hak buyurmuştu. [72]
Allah'ın Rasulu'nun Malı, Allah'a Ve Rasul'e İtaatta Kullanılan Maldır:
Burada bu konuyu ele almamızın nedeni Kur'an'da malın Allah'a ve elçisine nisbet edilmesidir. Böyle bir ifadenin kullanılmasıyla anlatılmak istenen, söz konusu malın Al-lah'a ve Rasul'e itaat yolunda harcanmasının gerekliliğidir. Yoksa fıkmçıların sandığı gibi o malın mülkiyetinin Rasul'e ait olduğu anlatılmak istenmiyor, ayrıca böyle bir nisbetin kullanılmasıyla söz konusu malın yaratma ve takdir etme yönünden mülkiyetinin Allah'a ait olduğunu anlatmak amaç-lanmamıştır. Çünkü bütün mallar o konumda (Allah'ın mül-kiyeti)dir. Şu ayette buyurulduğu gibi:
"De ki ganimetler Allah'a ve elçiye aittir" (Enfal: 8/1)
"Bilin ki ganimet olarak aldıklarınızın beşte biri Allah'a ve elçisine aittir. (Enfal: 8/41)
"Allah'ın onlardan elçisine verdiği ganimetlere gelince siz onu elde etmek için onun üzerine ne at ne de deve sürmediniz. Fakat Allah elçilerini, dilediği kimselerin üzerine salar. Allah herşeyi yapabilir. Allah'ın o kent halkından, elçisine verdiği ganimetler, Allah'a, elçiye, O'na yakın olanlara aittir"
Beşte bir konusunda zikredilenin aynısı, fey' konusunda da zikredilmiştir.
Bu ayetleri dikkate alarak bazı fıkıhçılar, ayetlerde söz konusu edilen malların Allah'a ve Rasul'e nisbet edilmesi, insanların kendi emlaklanna sahip oldukları gibi onların da o malın mülkiyetine sahip olmalarını gerektirdiğini sanmışlardır. Sözgelişi onların bir kısım şöyle demiştir: "Bedir savaşında elde edilen ganimetlerin tamamı Rasul'e ait idi." Öte yandan bir kısmı da "fey'in beşte dördü Rasulullah'ın idi" Bazısı: "Beşte birin tamamını alma hakkı tamamen peygamberindi "fey'in beşte beşi tamamı da peygamberin hakkı idi" şeklinde görüşler ileri sürmüştüler. Bu tür görüşlere Şafii, Ahmed, Ebu Hanife ve diğer önde gelen mezheb imamlarının taraftan alimlerin görüşleri arasında rastlanmak mümkündür. Oysa bu görüşler birkaç yönden yanlıştırlar: [73]
Fıkıhçıların Görüşlerinin Yanlış Olduğunun Delilleri:
1- Rasulullah diğer insanların mallarının sahipleri oldukları gibi yukarıdaki ayetlerde sözü edilen malların sahibi değildi. Kralların kendi mülkiyetinde olan malları istedikleri biçimde kullandıkları gibi, Peygamber o mallar üzerinde tasarrufta bulunamazdı. Zira söz konusu kimselerin kendilerine ait olan mallar üzerinde diledikleri gibi tasarrufta bulunmaları mubahtır. Bu tasarruf ya, malın sahibi olan kişinin, kendi özel amaçlarına göre bu malı kullanması, ya da o malı kullanabilme yetkisine sahip bir kral olması nedeniyle, kendi krallığının yararına tasarrufta bulunması şeklinde olur. Nitekim "kral-Peygamber" olan Davud (a.s.) ile Süleyman'ın (a.s.) durumu böyle idi. Onlarla ilgili Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:
"Bu bizim ihsanımızdır. Artık dilediğine ver veya verme, hesapsızdır (dedik)" (Sa'd: 38/39)
Yani dilediğin kadarını ve dilediğini de verme. Bu uygulamadan ötürü sana hesap yoktur.
Halbuki bizim peygamberimizin durumu böyle değildi. Zira o "kral-Peygamber" sınıfından değil, "kulPeygamber" sınıfından idi. Bu yüzden vermekle emredildiği miktardan başkasını veremez, verilmemesi emredilenden başkasını vermemezlik edemezdi. O malı sadece Allah'a ibadet ve itaat etmek amacıyla kullanırdı.
2- Hiçbir peygamber, "kral-peygamber" de olsa kendinden sonraya miras bırakamazdı. Başka bir ifadeyle hiçbir peygambere mirasçı olunmaz. Çünkü peygamberler bir mülkiyete malik olsalar bile, diğer insanların mallarına sahip olduğu gibi sahip olunmazlar. Hal böyle iken, kul ve peyam-ber olma sıfatına sahip olan bir peygamber, diğer insanlar gibi mülkiyet sahibi olabilir.
3- Rasulullah (s.a.v.) kendisine ve ailesine ihtiyaç mik-tannca infakta bulunur, geriye kalanların tamamını Allah'a itaat yolunda harcardı..Oysa diğer kralların durumu böyle değildir.
Aslında üzerinde tasarrufta bulunulan malların tümünün mülkiyeti Allah'a ve Rasulü'ne aittir; şu anlamda: Allah, elçisine, o mali kendisine itaat amacıyla kullanmasını buyurmuştur. Böylelikle söz konusu mallan paylaştırmada bu emre itaat etmesi, diğer emirlere itaatinin vacip kılındığı gibi vacip kılınmıştır. Bu nedenle kim Rasul'e itaat ederse gerçekte Allah'a itaat etmiştir. Çünkü o bu bağlamda Allah'tan aldığını doğrudan İnsanlara ulaştıran bir tebliğci konumundadır.
Öte yandan Allah Rasulü ganimet mallarım paylaştırırken iki noktayı dikkate almıştır:.
a- Mirasçılarda olduğu gibi hak sahibini, ve kullanması gereken mal miktarını belirlemek.
b- İçtihadına, gözlem ve görüş bildirmesine ihtiyaç duyulma durumu için bu konuda Allah'ın kendisine verdiği emir, beş vakit namazda, Kabe'yi haftalık tavaf etme konusunda olduğu gbi şeriatla sınırlandırılmıştır. Pay edilen bu malın miktarı belirlenirken, kendisine emri verilen kimsenin içtihadına başvurulur. Neticede Allah'ın sevdiği yararın elde edilmesi Ölçüsünde belirlenen miktardan ya artılır ya da azaltılır.
Bu konu, ilim adamlarının, üzerinde görüş beirliğine varamadıkları konulardandır. Nitekim fıkıhçılar bu konuda tartışlan gibi eşlere verilecek nafaka konusunda da görüş ayrılığına düşmüşlerdir: Bu nafakanın miktarı, şeriat ile mi belirlenmelidir yoksa örfe mi başvurulmalıdır? Bu durumda insanların ekonomik durumuna göre bu nafakanın miktarı ve niteliği farklı olmaz mı?
Cumhur-u fukaha ikinci görüşü benimsemiştir. Ki Rasu-lullah'ın (s.a.v.) Hind hakkında buyurduğu hadisle Örtüşen en doğru görüş de budur. Hind'e şöyle buyurmuştu Rasulul-lah (s.a.v.):
"Bilinen ölçülere göre sana çocuklarına yetecek kadar nfaka al"[74]
Ünlü veda hutbesinde ise bu konu ile ilgili şu açıklamada bulunmuş Rasulullah (s.a.v.):
"Maruf ölçülere göre kadınların giyimlerini ve nafakalarını temin etmek size aittir"[75]
İlim adamları aynı şekilde keffareti gerektiren konularda da tartışmışlardır: Bunun Ölçüsü şeriata göre mi belirlenecek yoksa örfe göre mi?
Öte yandan mallardan Allah'a ve Rasulu'ne nisbet edilenler konusunda tekrar dönecek olursak onların taksim edilmesi hususunda Rasululah'ın (s.a.v.) emrine başvurulurdu. Mirasçılarda hak sahibi olarak adlandırılanlar hususu bunun tersinedir. Bundan dolayı Rasulullah Huneyn savaşının yapıldığı yıl şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın fethedilen memleketin mallarından fey'den size verdiğinden sadece beşte biri bana aittir. Beşte birin dağıtım meselesi ise size bırakılmıştır"[76]
Yani beşte birin dışında Rasulullah'm içtihadına ve özel bakış açısına başvurulmasını gerekli kılan, taksim etmekle ilgili O'na yönelik bir hüküm yoktur. Bundan dolayı Rasulullah söz konusu hadisinde "o size bırakılmıştır" ifadesini kullanmıştır; Ganimetlerin beşte dördü ise bunun tersinedir. Bu sadece o vakanın içerisinde bizzat bulunanlara verilen bir haktır.
Bu gerekçelerden Ötürü emirler ganimetleri, on'an elde edenler arasında paylaştırıyor. Beşte birlik kısım ise ümmeti içerisinde kendisinden sonra Raşid halifeler olarak bilinen halifelerin önüne götürülüyor, onları emrine göre pay ediliyordu. Beşte dörtlük kısmı için, diğer fetva istenen konularda olduğu gibi; Allah'ın ve Rasul'un konu ile ilgili hükümlerine başvuruluyordu. Söz konusu emirler hadler (İs-Iami cezalar) konusunda da şeriatın hükmünü öğrenmek için aynı yöntemi uyguluyorlardı.
Rasululah (s.a.v.) müelîefe-i kulub (İslam'a içsel bir ilgi duyan kimseler)e, ganimetlerden pay verildiği donemde pay vermişti. Bunun üzerine bazı alimler: "Rasulullah'ın bu kimselere verdiği pay beşte birlik kısımdandı" demiş; bazıları ise: "O ganimetin aslından idi" demiştir. Bu görüşe göre Rasulullah bunu, böyle yaparak mü'minlerin gönlünü hoş tutmak istemiştir; bu nedenle Rasulullah salat ve selam üzerine olsun- Ensar'dan azarladığı birisine, azarlanmasını gidermek ve bu nedenle onlara ödün vermek amacıyla bu şekilde cevap vermiştir.
Öte yandan bazı alimler de şu görüşü ileri sürmüşler: Ganimeti kazanan kimseler, elde edilenler pay edilmediği sürece ona sahip olamazlar. Burada "İmam"a düşen diğer konularda olduğu gibi bu konuda da kişisel içtihadına başvurup ona göre uygulamada bulunmaktır. [77]
İbadet Ve Dilekte Bulunma Uluhiyet Ve Rububiyetin Tevhidini Gerçekleştirmeye Vesiledir:
Burada asıl amacımız Allah'a ibadet eden ve yalnız O'ndan yardım dileyen, sırf O'nun için amel eden ve Allah'a verdiği "Ancak Sana ibadet eder, ancak Senden yardım dileriz" sözünü gerekleştiren ihlasılı kulun özelliklerini, durumunu açıklamaktır. [78]
Uluhiyetin Ve Rububiyetin Tevhidi:
Uluhiyet aslında rububiyet sıfatını içerse de, rububiyet uluhiyeti gerektirir. Bu iki sıfattan birisi tek başlarına kaldıklarında diğerini içerdiği zaman, bu, birlikte bulundukları sırada kendilerine özgü anlamlan ile Özgün kılınmalarına mani değildir. Şu ayet buna güzel bir örnektir.
"(Ey Muhammed!) De ki: Sığınırım ben insanların Rabbine; insanların melikine; insanların ilahına"
(Nas: 114/1-3)
Başka bir örnek:
"Hamd, alemlerin Rabbi Allah'adır" (Fatiha: 1/1)
Burada iki ad biraraya getirilmiştir: İlah ismi ve Rab ismi.
"Rab" ise kulunu terbiye eden, bütün İşlerini çekip çeviren varlık demektir. [79]
Allah Ve Rab
Bu kavramlardan dolayı "ibadet" olgusu "Allah" ismi ile doğrudan bağlantılı kılınmıştır. "Dileme" eylemi ise "Rab" adıyla ilişkilendirilmiştir. Çünkü "İbadet" mahlukatın yara-tılşınm asıl amacıdır. Uluhiyet asıl amaçtır. Rububiyet ise yaratıkların, yaratılıp geliştirilmelerini, bu nedenle başlangıç durumlarını içerir. Sözgelimi namaz kılan bir kimse: "İy-yake na'budu ve iyyake nestain -yalnız Sana ibadet eder, yalnız Senden yardım dileriz" dediği zaman başlangıçta asıl gaye olanı vesileye tercih etmekle işe başlamıştır. Çünkü "ibadet", ulaşılması gereken asıl gayedir; "Yardım dileme" ise kişiyi ona ulaştıran bir vesiledir. Burada asıl hikmet ve temel neden budur. Amaçlanan illet (nedensellik) ile etken illet arasındaki fark biliniyor. Bundan dolayı denilmiştir ki: "Niyetin başlangıcı, eylemin sonunu, azgınlığın başı da düşüşün, çöküşün sonunu gösterir"
"İllet-i gaiye" tasavvur ile irade de Önceden varolmuştur. Ancak varoluşta sonraya bırakılmıştır. Sözgelişi mü'nıin başlangıçta Allah'a ibadeti amaçlar. Ancak o bilir ki bu eylem, mabudun yardımı olmadan gerçekleşmez. Bu nedenle
"Ancak Sana ibadet eder, ancak Senden yardım dileriz"
der. "ibadet" eylemi, bu isme bağlandığı için, şanı yüce olan Allah ezan ve ikametin kelimelerinde olduğu gibi, söylenmesi şeriatça emredilen zikirleri bu adla getirdi: "Allahu Ekber, Allahu ekber kelimelei; yanı sırakelime-i şehadet: Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedu erine Muhamme-den Rasulullah; Teşehhüdde: "ettehiyat-ü lillah (Bütün selamlar Allah'a aittir)"; teşbihte "Sübhanallah"; tahmidde:
"Elhamdülillah"; tehlilde: "la ilahe illallah"; tekbirde ise: "Allahu Ekber" kelimeleri gibi; bunların hepsi Allah ismine bağlanmışlardır.
Dilekte bulunma konusuna gelince, bu tür duaların çoğunda: "Rab" kelimesi kullanılmıştır: Mesela Adem ve Havva'nın dualarında olduğu gibi:
"Ey Rabbimiz biz kendimize zulmettik. Eğer sen bizi bağışlamazsan ve bize merhamet etmezsen, ziyana uğrayanlardan oluruz" (A'raf: 7/23)
Nuh'un duası şöyle:
"Ey Rabbim! Bilgim olmayan şey hakkında dilekte bulunmaktan san sığınırım" (Hud: 1İ/47)
Musa'nın duası:
"Rabbim! Ben kendime zulmettim; beni mağfiret eyle" (Kasas: 28/16)
Halil (îbrahim)'in duası:
"Rabbimiz! Yaptıklarımızı bizden kabul et; kuşkusuz Sen işiten ve bilensin" (Bakara: 2/127)
Şu da da bir başka Örnek:
"Rabbimiz! Bize dünyada iyilik ver; ahirette de iyilik ver ve bizi cehennem ateşinin azabından koru"
(Bakara: 2/201)
Bunun benzeri dualar, Kur'an'da hayli çoktur.
İmam Malik'in şöyle dediği nakledilmiştir: Bir kimsenin şu ifadeleri kullanarak dua etmesi çirkin görülmüş: "Ya Seyyidi (Ey efendim! Ey efendim) ya Hannan! (Ey merhametli! Ey merhametli!); ancak Peygamberlerin dua biçimiyle dua etmesi istenmiştir: "Rabbena! Rabbimiz! Rabbimiz! Bu bilgi, el-Atebi'nin, el-Atabiye adlı kitabında nakledilmiştir.[80]
Ülul elbab (arınıp saflanmış öz akıl sahipleri) ile ilgili olarak şöyle buyuruyor. Cenab-ı Hak:
"Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allah'ı zikrederler, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. Rabbimiz, bunları boşuna yaratmadın derler. Senin şanın yücedir. Bizi ateş azabından koru"
(Al- İmran: 3/191)
Kulun kalbinden Allah'tan birşey dileme duygusu (niyeti) geçtiği zaman, Allah'ın Rab ismiyle dilekte bulunması onun bu niyetine uygun düşer. Şayet Rab ismini içerdiğinden Allah adıyla dilekte bulunursa bu da güzel olur.
Ama kalbinden ibadet etme niyeti geçtiği zaman, Allah ismi, bu eylemi için en uygun olandır. Bunun yanı sıra Allah'ı övmeye başladığı zaman yine Allah adım anar. Ancak kul dua etmeyi amaçladığında, Allah'ın Rab adını kullanarak dua yapar. Yunus'un (a.s.) şu duasında olduğu gibi:
"Senden başka ilah yoktur; Senin şanın yücedir; ben zalimlerden oldum" (Enbiya: 21/87)
Adem'in (a.s.) duası:
"Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik; eğer bizi mağfiret etmezsen ve bize merhamet etmezsen o zaman ziyana uğrayanlardan oluruz" (A'raf: 7/23)
Yunus (a.s.) kavmine kızıp gitmişti. Bununla ilgili olarak Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Sen Rabbinin hükmüne sabret, balık sahibi Yunus gibi olma" (Kalem: 68/48)
"Yunus, Rabbinden izinsiz olarak kavminden ayrıldığı için kendi kendisini kınarken (denize attılar) balık onu yuttu" (Saffat: 37/142)
Yunus (a.s.) kınanmasını geretiren bir eylemde bulunmuştu. Bu nedenle onun durumuna uygun düşen, günahtan bağışlanması için istiğfar, Rabbine sena (övgü); O'ndan başka ilahın olmadığını, ibadet edilmeye ondan başkasının layık olmadığını, hevaya uyulmaması gerektiği, hevaya uymanın, tek olan Allah'a ibadeti zayıflattığını itiraf etmekle işe başlaması uygun düşerdi.
Rivayet edildiğine göre, ilahi azab Yunus'un (a.s.) kavmini kuşatmıştı. Fakat bir hikmet gereği onları kuşatan bu azap üzerlerinden kaldırıldı. Halbuki Yunus (a.s.) peygamber onları, yaptıklarının yüzünden, Allah'ın azabının kendilerine gelmesi ile korkutmuştu. Azabın onlardan kaldırılması nedeniyle, kendisini yalancılıkla suçlayacaklarından korkup öfkelenmişti.
Bunun üzerine Yunus (a.s.), Allah'ın Kur'an'da olayla ilgili anlattıklarını yapmıştı ve "la ilahe illa ente" ifadesiyle başlayan duayı yapmıştı. İşte bu kelam "la ilahe illa ente" Allah'ın dışında kalan bütün varlıkları "uluhiyet" sıfatından uzaklaştırmayı içerir. Bu söz ister nefsin kendi nevasından, ister yaratığa itaatten, isterse başka bir eylemden sadır olsun, bütün bu durumlar kelamın içerdiği anlamı değiştirmez. Bu nedenle Yunus (a.s.) söz konusu kelamın ardından şöyle demişti:
"Senin şanın yücedir; ben zalimlerden oldum"
Kulun bu kelimeyi söylenme amacına uygun olmayan yerde kullanması güzel değildir.
Adem'e gelince o, ilk önce günahını itiraf ederek şöyle demişti: "Biz zulmettik" Çünkü Adem bu sözü söylediğinde, Allah bu emri kendisine verdiği için, uluhiyet konusunda onunla tartışan, çelişen hiç kimse yoktu. Olsa olsa şeytanın kendilerine söylediğini doğru sanmış olabilirlerdi:
"(Şeytan onlara): "Elbette ben size öğüt verenlerdenim" diye yemin etti. Böylece onları kandırarak aşağı sarkıttı" (A'raf: 7/21-22)
Şeytan onların ikisini (Adem ve Havva) açıktan nasihat ederek kandırmayı başarmıştı. Onların bu açık nasihat karşısında kandırıldıklarını kabul etmeleri, şöyle dua etmelerine uygun düşmektedir: "Rabbimiz biz kendimize zulmettik" Çünkü şeytanın nasihatine kanma olayı uluhiyete gölge düşürecek heva ve hevesten değil, bir eksiklikten meydana gelmişti. Bu nedenle her ikisi de bu tür tuzaklara bir daha düşmemek, bu tür aldatmacalara bir kez daha kanmamak için bilgilerini terbiyelerini geliştirip mükemmelleştirmeye muhtaç idiler. Onların her ikisi de bu ihtiyaçlarını, O'ndan başka ihtiyaçlarını hiç kimsenin karşı I ay amay cağını bildikleri Rableri olan Allah'a sunmuş, O'nu, buna şahid tutmuşlardı.
Zünnun (Yunus (a.s.)) ise, kavminin kurtarılmasını uygun görmeyerek öfkeye kapılmış, bu hareketi uluhİyet hakkındaki bilgilerinin ve kavrayışının eksik olduğu neticesini doğurmuş olduğuna bizzat tanık olmuştu. Ayrıca burada Yunus'un başka birşey sevmesinden ötürü eyleminde bir çelişki meydana gelmişti. Bu çelişkiden kurtulmak, Allah için sevmenin ve Allah'ın uluhiyetini dile getirmeye engelleyen bütün duygulardan soyutlanmak için "la ilahe illa ente-Senden başka ilah yoktur-"
demesi gerekiyordu. Nitekim o da bunu söylemişti.
Çünkü bir kulun "la ilahe illa ente" demesi, onun nevasını tanrı edinme duygusunu ve yanılgısını yok eder. Nitekim bu konu ile ilgili olarak Rasulullah'm şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:
"Gök kubbe altında Allah katında istenen günahların en büyüğü, peşi sıra gidilen nevayı put edinip ona tapmaktır"[81]
Yunus (a.s.) yukarıda söylediği kelimeyi söylemekle uluhiyet sıfatını yalnızca Allah'a ait kılmayı gerçekleştirmeyi, O'ndan başka bir varlığa O'na eş koşması anlamına gelen hevasına uyma çelişkisini tamamen yok etmeyi en mükemmel noktasına ulaştırmıştır. "La ilahe illa ente" ilkesini gerçekleştirdiği andan itibaren, hak olan uluhiyet anlayışına başka birşeyi katıştırma ve onu bozma istenci (iradesi) kalmamış, aksine dini tamamen Allah'a özgü kılan, Allah'ın en ihlaslı kullarından birisi olmuştu.
Bu durum, aynı halin arız olduğu kimsede de meydana gelir. Bu nedenle Allah'ın yaratması ve emretmesinde O'na karşı çıkma, kadere öfkelenme, O'nun hikmeti ve rahmeti hususunda vesveseye düşme türü duyguların izleri benliğinde kalır. îşte kul bu tür olumsuz duygulardan, düşüncelerden ve onlardan mütevellid eylemlerden kurtulabilmek için benliğinden iki şeyi silmeye muhtaçtır:
1- Bozuk düşünceler ve görüşler;
2- Bozuk heva ve hevesler.
Bunları yok etmeyi başarınca kul anlar ki hikmet ve adalet kulun bilgi ve hikmetinin gerekli kıldığı şeyler değil Allah'ın bilgisi ve hikmetinin gerikli kıldığı şeylerdir. Kul bunu anlayınca hevası, Allah'ın kendisine emrettiğine uyar; Allah'ın emri ve hükmüne ters düşen heva ve hevesi olmaz. Bununla ilgili olarak Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:
"Hayır hayır, Rabb'in hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli meselelerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme, içlerinde bir bozukluk duymadan, tam anlamıyla teslim olmadıkça inanmış olamazlar"
(Nisa: 4/65)
Öte yandan Rasululah da (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Canımı elinde tutana yemin olsun ki, sizden biriniz, hevası benim Allah'tan getirdiklerime tam anlamıyla uyuncaya dek iman etmiş olamaz[82]
Diğer bir haberde Ömer'in Allah Rasulu'ne "Ya Rasulallah Allah'a yemin olsun ki sçn bana kendi canımdan daha sevimlisin" demişti; bunun üzerine Rasululah'ta Ömer"e:
"Şimdi imanın tamam oldu ey Ömer!" dediği rivayet edilmiştir.[83]
Başka bir hadiste şöyle buyurmuş Allah Rasulu:
"Sizden birisi, ben kendisine çocuğundan, ana-ba-basındsn ve tüm insanlardan daha sevimli oluncaya dek iman etmiş olamaz"
Bir ayette ise şöyle buyuruyor. Cenab-i Hak:
"De ki: Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabileniz, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaretiniz, hoşlandığınız meskenler, size Allah'tan elçisinden ve O'nun yolunca cihad etmekten daha sevgili ise, o halde Allah emrini getirinceye kadar bekleyin" (Tevbe: 9/24)
îman kulun Rasulu hakem edinip O'nun hükmüne teslim oluncaya, nevası O'nun Allah katından getirdiğine uyunca-ya, Rasul ve O'nun yolunda cihad, insana nefsi malı ve ailesinden daha sevimli oluncaya dek meydana gelmediğine göre, kulun Allah'ı hakem edinmesi ve O'na teslim olması nasıl olmalıdır?! Bunu gerçekten iyi düşünmek gerek!
Kimi insan kendi sanısınca bir kavmin azabı hak ettiğine kanaat getirdiğ halde Allah onlara acıyıp onları mağfiret edebilir bazen. Tabii ki bu durum, söz konusu kimsenin hoşuna gitmez. Bunun böyle olması ya o görüşte olan kimsenin Allah'ın hükmüyle çelişen, ters düşen bir iradeye sahip olmasından ya da Allah'ın bilgisine aykırı zanna kapılmasından kaynaklanır. Halbuki Allah bilen ve hükmedendir. Sözgelişi sen O'nun heşeyi bildiğini ve herşeye hükmünü geçirdiğini kavradığın zaman, O'nun yaptğı hiçbir şey karşısında hoşnutsuzluğa kapılmazsın. Bu, O'nun emrettiği, yarattığı her hususta böyledir. Çünkü o bizim hoşgörmediğimiz ve bizi öfkelendiren hiçbir şeyi bize emretmemiş-tir ve emretmez de.
Yaratıklar tarafından bize O'nun çirkin bulduğu küfür, fısk ve isyan gibi işler emredilmesi hususuna gelince, bu noktada bize gereken, yaratıkların emrine değil O'nun emrine itaat etmektir. O'nun, kullarının tevbelerini kabul etmesi, günah ve isyanları yüzünden çarptırıldıkları azabdan kurtarması meselesi, bize hoş karşılamamazı emretmediği O'nun kendine özgü yaptığı işlerdendir. Esrarını araştırıp sorgulamakbizim İşimiz değildir. Belki bu yaptıkları bizzat kendi sevdiği işlerdendir. Çünkü o çok tevbe edenleri ve çokça temizlenenleri sever. Allah'ın bu fiilini hoş karşılamamak, bir tür O'nun uluhiyet sıfatına gölge düşüren bir düşünceye uymaktır. Bu durumda olan kimseye gereken "la ilahe illa ente (Senden başka ilah yoktur)" diyerek Allah'ın uluhiyette tek olduğu ilkesini yeniden gerçekleştirmektir.
Bizim yapmamız gereken ise O'nun sevdiğini sevmek, O'nun razı olduğundan razı olmak, O'nun emrettiği ile emretmek, O'nun yasakladığından yasaklamaktır. Çünkü O: Çok tevbe edenleri ve çok temizlenenleri sever" (Bakara: 2/222) olduğuna göre bize düşen de onları sevmek, O'nun olmasını istediği hususlarda, isteğine aykırı İstikamette irade göstermemektir. [84]
Peygamberlerin Masumiyeti Meselesi:
Bu konuda söylenmesi gereken söz şu temel düşünce üzerine kurulmuştur; bu temel düşünce şudur: Peygamberler Allah'ın salat ve selamı üzerine olsun-, şanı yüce olan cenab-ı Hakk'ın katından alarak insanlara sundukları bilgiler ve pey amberi iklerini tebliğ hususunda, bütün ümmet imamlarının ittifakı ile masum, (günahsız)dırlar. Bu nedenle Cenab-i Hakk'ın aşağıda aktaracağımız ayetlerde buyurduğu gibi, onların, Allah katından getirdiklerinin tümüne iman etmek farz kılınmıştır.
"Allah"a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmali'e, İshak'a, Yakub'a ve torun kabilelere indirilene, Musa ve İsa'ya verilene ve diğer peyamberlere Rab'leri tarafından verilene inandık; onlar arasında bir ayırımı yapmayız; biz Allah'a teslim ojanlariz" deyin. Eğer onlar da sizin inandığınız gibi inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar. Ama dönerlerse mutlaka anlaşmazlık içine düşerler. Onlara karşı Allah sana yeter; O, işitendir, bilendir"
(Bakara: 2/136-137)
Asıl birr o kimsenindir kî, AHah'a ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere inandı" (Bakara: 2/177)
"Peygamber Rabbinderikendisine indirilene iman etti, mü'minler de hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına Ve peyam ferleri ne inandı. Onun elçilerinden hiçbirini di-ğterinden ayırtetmeyiz. dediler. Ve dediler ki: "İşittik itâat ettik! Rabbimiz, bizi bağışlamanı dileriz. Dönüşü sanadır;?' (Bakara: 2/285)
' Peygamberlerin dışında kalan insanlar bu durumun tersinedir; çünkü oiıların hiçbirisi, (evliya olsalar bile) peygamberle masum kılındıkları gbi masum kılınmış değildir. Bundan dolayı kim peyamberlerden herhangi birisine söverse, tüm islam hukukçularının ittifakıyla öldürülür; onların dışındaki insanlara küfreden ise Öldürülmez.
Peygamberler için sabit olan bü masumiyet olgusu, nübüvvet ve risalet amacının gerçeklik kazanması için şart kılınmıştır. Zira 'Nebi', Allah'tan haber veren kimsedir;' 'Rasul' ise Allah tarafından görevlendirilip, bir şeriatla gönderilen kimsedir. Bu nedenle her 'rasul' 'nebİ'dir; ancak her 'nebi', 'rasul' değildir.
Masumiyet olgusu, peyamberlerin Allah'tan alarak kısanlara tebliğ ettiği bütün hususlarda sabittir; bu noktada, tüm müslümanların ittifakı ile harhangi bir yanılgı olduğu kesinlikle düşünülemez. [85]
Garanik Meselesinin Tutarsızlığı Ve Bu Tutarsızlığın Düzeltilmesi
Bu konuyla alakalı olarak şöyle bir soru sorulabilir: Ce-nab-ı Hak, eksikliğini düzeltip hatasını giderdiği, şeytanın vahiy dışında peyamberlerin kalplerine attığı düşünceleri tamamen silerek ayetlerini sağlamlaştırdığı yerlerde farklı birşeyin meydana gelmesi düşünülebilir mi?
Bu hususta iki farklı görüş vardır:
1- Selef alimlerinden gelen yaygın görüşe göre, Kur'an böyle birşeyin olabililiğini onaylar.
2- Oysa daha sonra5 gelen alimler (müteahhirin) bu görüşü şiddetle reddetmişler necm süresindeki söz konusu ayetlerle ilgili yapılan şu açıklamayı sert dille eleştirmişlerdir. O görüş şöyle di:
''Bunlar en yüce garaniklerlerdir; onların Allah katında şefaatçi olabilecekleri umulur"
Müteahhirin (sonra gelen) uleması böyle birşeyin kesinlikle sabit olmadığını söylemiş ve şöyle demşiler:
"Kim bunun kanıtlanmış bir düşünce olduğu kanısına varmışsa o şunu demek istemiştir: Peygamberler vahyi dinlerken şeytan bu düşünceyi onların kalbine atmıştı, ancak Ra-sulullah bu ifadeyi sözcüklere dökerek dile getirmemiştir. Ancak bu takdir üzerinde sorulması gereken bir soru vardır Şöyle ki:
"Ancak o peyamber istediği zaman şeytan onun temennisine bir düşünce atmış olmasın" (Hac: 22/52)
Bu ayetle ilgili alimlerin görüşünü yukarıda sunduk.
Selef alimler nin konuyla ilgili görüşü dile getiren sön dönem alimleri, bu görüşün kanıtlanarak nakledilmiş bir görüş olduğunu, bu görüşü eleştirmenin mümkün olmadığı, bunun böyle olduğuna, kur'an'ın şu ayetle işaret ettiğini söylemişlerdir:
"Senden önce hiçbir rasul ve nebi göndermemiştik ki o, temenni ettiği zaman, şeytan onun temennisine bir düşünce atmış olmasın. Fakat Allah, şeytanın attığını siler, sonra kendi ayetlerini sağlamlaştırır. Allah bilendir, hakimdir."
"Allah bunu böyle yapar ki, şeytanın artığım, kalplerinde hastalık olanlar ve kalpleri katılaşanlar için bir imtihan yapsın; zalimler uzak bir ayrıliK içindedirler."
"Ve kendilerine ilim verilmiş olanlar da o Kur'an'ın Rabbinden gelen bir hak olduğunu bilsinler de ona inansınlar; böylece kalpleri ona saygı duysun. Şüphesiz Allah, inananları mutlaka doğru yola iletir."
(Hac: 22/52-54)
Son dönem alimleri, bu ayetlerle ilgili görüşlerin tefsir ve hadis kitaplarında yer aldığını, Kur'an'ın bu görüşlere muvafakat ettiğini söylüyor ve şunu ekliyorlar: Allah'ın, şeytanın peygamberlerin kalplerine attığı düşünceyi silip ayetlerini sağlamlaştırması, bu ayetlerde meydana gelebilmesi olası şeytani etkiyi tamamen ortadan kaldırmak, Allah'ın ayetleri başka varlıkların düşünce ve sözleriyle karışmasın diye 'hak' olanı 'batıl'dan ayırmak içindir. Bunun yanı sıra şeytanın attığı düşünceleri, kalplerinde hastalık olan ve kalpleri katılaşanlar için bir fitne kılması, ancak insanlar onu kendi nefislerinde gizli olarak değil de açıktan duydukları, dinledikleri zaman olur. Çünkü nesh (silme)den meydana gelen, fitne başka bir nesihten meydana gelen fitne (imtihan) cinsindendir.
Bu tür fitne Rasuİullah'ın (s.a.v.) doğruluğuna ve bu tür nevadan uzak olduğuna işaret eder. Nitekim o birşeyi emreder de daha sonra emrettiğinin tersini emrettiği olurdu. Emirlerin her ikisi de Allah katından idi ve doğrulukları da onaylanmıştı. Çünkü Allah'ın sözü, O'nun kendinden söylediğini neshederdi. Allah'ın neshedip geçerliliğini kaldırdığı söz böyle değildi. Çünkü o, Allah'ın doğrulukta ona itimat ettiğine ve söylediği sözün hak olduğuna işaret eder. Nitekim Aişe (a.s.) konuyla alakalı olarak şöyle buyurmuştur:
"EğerMuhammed, vahiyden birşey gizleyecek olsaydı elbette şu ayeti gizlerdi.
'Fakat Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde gizliyordun, insanlardan çekmiyordun; halbuki asıl korkmana layık olan Allah idi[86] (Ahzab: 33/37)
Görüyorsunuz ki batıl İle kendisini büyük göstermeye çalışan kimse, yanlış söylese bile her söylediği ile kendisine yardım etmek, kendisini takviye etmek ister. Oysa Allah Ra-sulu'nun (s.a...) Allah'ın, şeytanın peygamberlerin kalbine attığı düşünceleri silip kendi ayetlerini sağlamlaştırdığını açıklamakla, kendisinin doğruluğuna ve yalandan uzak olduğuna işaret etmektedir. Peygamberlikte asıl amaç da budur. Çünkü o doğruluğu Allah tarafından onaylanıp teslim edilmiş bir peyamberdir. Bu yüzden onun yalanlanması seksiz şüphesiz, katıksız küfürdür.
Peygamberlik vazifesini tebliğe ilişkin konuların dışındaki masumiyet meselesine gelince, bu konuda alimlerin farklı görüşleri vardır: Eu akıl yolu ile mi yoksa nakil yolu ile mi saptanmalıdır? Bundan başka masumiyet konusunda söz konusu edilen küçük günahlar mı, büyük günahlar mı ya da onlardan bir kısmının mı kastedildiği, ya da masumiyet denilince sadece o günahları yapmak değil, ikrar etmek mi olduğu konusunda tartışmışlar. Bunun dışında şu konularda da farklı düşünmüş, farklı görüşler ileri sürmüşler:, Peygamberlerin yalnızca peygamberlik vazifelerini tebliğ sırasında masum oldukları hakkında kesin hüküm verilebilir. Bunun dışındaki konularda masumiyetleri hakkında yargıya varmak zorunlu değildir.
Bundan başka, peygamberlik görevi gelmezden bir peygamberin küfürden masum olması gerekli midir, yoksa gerekli değil midir? Bu konuda başka yerlerde genişçe söz edilmiştir. Ancak cumhur alimlerinin benimsediği ve seleften gelen bilgilerle örtüşen görüş, peygamberlerin mutlak manada günah işlemekten masum olduğunu, onların günah işlediği görüşünde olan kimseleri reddetmenin gerekliliğini kanıtlamaktadır. Peygamberlerin masumiyeti ile ilgili görüşler irdelenip düzeltildiği zaman, peyamberlerin masumiyetine kani olanların görüşünün doğruluğu ortay a.çıkacaktır.
Peygamberlerin masumiyetini olumsuz kılanların delilleri, peygamber oldukları kabul edilen kimselerin günah işlediğine delalet etmez. Öte yandan peygamberlerin masum olduğu görüşünde olanlar ise peygamberlere uymanın meşru kılınmasını delil olarak göstermektedirler. Bu meşruiyet, onların günah olma niteliği taşıyan eylemlerde bulunmaları caiz görüldüğü zaman caiz olmaz. Biliyoruz ki, onlara uymak, ancak onların nehyedildikleri veya geri döndükleri hususlarda değil, peyamber odukları kabullenildiği durumda zorunlu kılınmıştır. Ama emir ve yasaklardan herhangi birisinin hükmü kaldırıldığında (neshedildiğinde) bir peygamber bu emirle emredemez, yasaklanmış olandan yasaklayamaz. Peygamberin böyle bir yetkisi yok iken o emre ve o yasağa uymak ve ona itaat nasıl zorunlu kılınır.
Peygamberlerin masumiyetini savunan ilim adamları, günahı mükemmelliğe yetkinliğe karşıt olduğunu ya da günah işleyen bir kimseyi peygamberlik gibi büyük bir nimetle taltif etmenin en çirkirı davranış olduğ ya da günahın insanların nefretini gerektirdiği gibi akli delilleri ileri sürmektedirler. Bu, ancak bir kimsenin böyle bir kişilik üzerinde sabit kalması ve bu kişilikten geri donmemesiyle olur. Şayet durum böyle değil de söz konusu kimse günah işlemişse o günahtan Allah'ın kabul ettiği ve o kimseyi affedip bulunduğu yerden daha yüce bir konuma çıkaracağı 'nasuh' bir tevbe etmesiyle mümkündür.
Nitekim bazı selef uleması, Davud'un (a.s.) tevbe ettikten sonra, hata işlemeden önceki konumundan daha yüce bir konuma ulaştığını buna delil olarak göstermişlerdir.
Diğer bir grup alim iseşunu delil olarak göstermiştir:
"Eğer tevbe, Allah'a en sevimli olan eylemlerden olmasaydı Cenab-i Hak yaratıklarını günah işlemekle deneyip onlara ikramda bulunmazdı"
Tevbe konusunda Rasuluîah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Allah için kulunun günah işleyip tevbe etmesi, olduğu yerde durup duran kimseden daha sevimlidir"[87]
Öte yandan Cenab-ı Hak:
"Muhakkak Allah çok tevbe edenleri ve çok temizlenenleri sever" (Bakara: 2/222)
"Ancak tevbe eden, iman eden ve salih amel işleyenler (değil); işte onlar Allah'ın kötülüklerini iyliğe değiştirdiği kimselerdir" (Furkan: 25/70) buyurmaktadır.
Öte yandan sahih olarak nakledilen bir hadiste kulun küçük günahları Allah'a arz olunup büyük günahların Allah'tan saklandığı, oysa Allah'ın açığa vurulmayan günahlardan ötürü kuluna müşfik davrandığı anlatılmaktadır. Söz konusu kudsi hadiste Cenab-ı Hak kuluna şöyle buyurmuştur:
"Ben o günahları senin için bağışladım. Onlardan her bir kötü amelin yerini iyiye değiştirdim"Bunun üzerine kul şöyle der: "Ya Rab! Benim göstermediğim günahlarım da var"[88]
Kul kötülüklerin iyilikle değiştirildiğini görünce, açığa vurmaktan korktuğu büyük günahların da görülmesini talep eder. Ancak malumdur ki, kulun kötülüklerinin iyiliklerle değiştirildiği bu durum, günahların meydana gelmeyip iyiliklerle değiştirilmesinden daha yücedir.
Said b. Cübeyr'in de aralarında bulunduğu bir grup selef alimi konu ile alakalı olarak şöyle demişler:
"Kul güzel bir amel eder, ancak o ameli yüzünden cehenneme girer; öte yandan bir kul da kötü bir amel eder ve o amel sayesinde cennete girer. Bu nasıl olur? Şöyle: Bir kul güzel amel eder. Fakat, o amel nedeniyle ucuba düşer (kendini beğenir) ve diğer insanlara karşı övünür. Böylelikle cehenneme düşer; kötü amel eden de, bu ameli yüzünden sürekli korku içinde olur ve tevbe eder, daima pişmanlık içerisinde olur. Böylelikle cennete girer"
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
"Göklerin ve yerin ve dağların kabul etmediği o emaneti insan yüklendi. Gerçekten o çok zalim çok cahildir. Allah bu emaneti insana vermiştir ki, münafık erkeklere ve münafık kadınlara, müşrik erkeklere ve müşrik kadınlara azab etsin; mü'min erkekleri ve mü'min kadınları da bağışlasın; Allah gafur ve rahimdir" (Ahzab: 33/72-73)
Aslında her insanın amacı, Allah'ın tevbelerim kabul ettiği inanan erkek ve inanan kadınlardan olmaktır.
Öte yandan kitab, sahih sünnet ve Kur'an'dan önce indirilen diğer kitaplarda bu görüşle örtüşen ve onu teyid eder nitelikte, sayılmayacak kadar örnekler vardır.
Bu görüşü reddedenler ise bu bilginleri sapık ekoller olan "Cehmiye", "Kaderiye" ve "Dehriye"nin "Allah'ın isim ve sıfatlan", "kader" ve "ahiref'le ilgili nasları yorumladıkları (tevil) gibi yorumladılar. Bu tevil girişimi, batıl olduğu kesinlikle bilinen batini "Karamita" ekolünün nasları tevil ettikleri Allah'ın kelimelerini, yerlerinin dışına çıkaran kimselerin eylemi türünden bir grişimdir. Mesela bu sayılan ekole mensup kişilerden herbirisi peygamberlere saygıyı amaçlarlar ancak bu girişimleri ve yöntemlerinin sakatlığı yüzünden onları yalanlamakla neticelenir; onlara iman etmek isterler fakat küfre düşerler.
Gelgelelim masumiyet meselesine: Peygamberlerin masumiyetlerinin şeriat, akıl ve icma deliliyle kanıtlandığı bilinmektedir. Ancak bu, risaleti tebliğ noktasında kastedilen masumiyettir. Bu kavramla, Peygamberlerin tebliğ ettiği ilahi emirleri kabul etmedikleri zaman o kimseler bu kavramdan yararlanamazlar. Ancak ya anlamını bozdukları kavramı ikrar ederler ya da bu noktada, bütün bildikleri bir takım kuruntulardan ibaret olan onun ötesinde kitabı bilmeyen ümmilerin durumuna düşerler. Şayet "masumiyet" kavramı onların iddia ettikleri anlamı içeren bir kavram ise bundan yararlanamazlar; hem onların böyle bir kavramdan yararlanmaya ihtiyaçları da yoktur. Çünkü bu kavram ona iman etmekle emredilmeyen, onlardan başka bir insan grubuyla alakalıdır. Bu gruba mensup kişilerden herhangi birisi, peygamberler hakkında, Allah'tan, ellerinde bir delil bulunmadan konuşur; öte yandan peygamberleri tasdik ve onlara itaat için yapılması gerekli olanları da terkeder. Oysa onları tasdik ve onlara itaatten mutluluk, huzur bunun karşıtından ise kötülük, mutsuzluk meydana gelir.
Yüce Allah'ın buyurduğu gibi:
"Ona (peygambere) gereken kendisine yükletilen tebliğ görevini yapmak, size gereken de size yükletilen itaat görevini yapmaktır" (Nur: 24/54) [89]
Peygamberlerin Tevbe Ve İstiğfar Etmeleri:
Şanı yüce olan Allah, Kur'an'da peygamberlerden söz ettiğinde daima tevbe ve istiğfar kavramlarını da birlikte zikretmektedir. Adem ve eşinin şu duasında olduğu gibi:
"Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik; eğer bizi mağfiret etmez ve bize merhamet etmezsen elbette biz zarara uğrayanlardan oluruz" (A'raf: 7/23)
Nuh'un duası;
"Rabbim! Hakkında bilgim olmayan birşey senden dilemekten yine Sana sığınırım; eğer beni mağfiret etmez ve bana merhamet etmezsen ziyana uğrayanlardan olurum" (Hud: 11/47)
Halil'in (İbrahim) duası;
"Rabbimiz! Beni anamı babamı ve bütün müminleri hesab gününde mağfiret eyle" (İbrahim: 14/41)
"Dîn günü benim bütün hatalarımın bağışlanmasını isterim" (Şuara: 26/87)
Musa'nın (a.s.) duası:
"Sen bizim velimizsin; bizi mağfiret eyle ve bize merhamet eyle; çünkü sen mağfiret edenlerin en hayırlisısın. Bize bu dünyada da iyilik yaz, ahirette de; biz sana yöneldik" (A'raf: 7/155-156)
"Rabbim! Ben kendime zulmettim; beni mağfiret et" (Kassas: 26/16)
"Ayılınca: "Sen yücesin, Sana tevbe ettim; ben inananların ilkiyim" (A'raf: 7/143)
dedi. Cenab-ı Hak Davud'dan (a.s.) da şöyle söz etmektedir:
"RabbMnden mağfiret diledi, eğilerek secdeye kapandı ve tevbe edip bize döndü". Biz de ondan bunu affettik; yanımızda onun bir yakınlığı ve güzel bir geleceği vardır" (Sa'd: 38/24-25)
Süleyman (a.s.) hakkında da şöyle buyuruyor. Cenab-ı Hak:
"Rabbim, beni mağfiret et, bana benden sonra hiç kimseye nasib olmayan bir mülk (hükümdarlık) ver. Çünkü yalnız çokça lütfeden Sensin Sen" (Sad: 38/35)
Ama Yusuf-u Siddik'a gelince, Cenab-ı Hak onun hakkında herhangi bir günahtan söz etmemiştir. Bu nedenle ondan, o günaha uygun düşecek bir istiğfar şekli de zikret-memiştir. Sadece şöyle buyurmakla yetinmiştir:
"Böylece biz kötülüğü ve fuhşu ondan çevirmek istedik; çünkü o, ihlasa erdirilmiş temiz kullarımızdandır."
(Yusuf: 12/24)
Cenab-ı Hak bu ayette kötülüğü ve fuhşu ondan çevirdiğini bildirmektedir. Bu ifade Yusuf'tan ne kötülüğün ne de fuhşun sadır olduğuna işaret etmektedir.
Şu ayete gelince:
"Andolsun kadın onu arzu etmişti; eğer Rabb'inin doğru delilini görmeseydi o da onu arzu etmişti."
(Yusuf: 12/24)
Burada kullanılan "hemm" kelimesi bünyesinde iki tür bulunduran cins isimlerden birisidir. Nitekim kavramla ilgili olarak şöyle diyor İmam Ahmed: "Hemm iki türlüdür: Hatıraların arzusu; sırların arzusu. Kavram bir hadiste şu kelimelerle dile getirilmiştir:
"Kul bir kötlüğü yapmayı arzuladığında bunu uygulamaya geçirmedikçe, bundan ona bir günah yazılmaz; ancak bu arzuyu Allah için terkettiği zaman onun amel defterine bir iyilik yazar; ancak bu niyetlediği kötlüğü yaparsa yalnızca bir kötülük yazar amel defterine.[90]
Burada dikkat edilmesi gereken bir nüans vardır:
Şayet söz konusu edilen kul bu arzusunu Allah adına değil başka bir amaçla terkederse onun amel defterine bir iyilik yazılmaz; ancak bir kötülük de yazılmaz.
Yusuf (a.s.), ayette sözü edilen kadına karşı içende duyduğu arzuyu, Allah için terketmiştir. Bu nedenle Cenab-ı Hak da onun bu ihlasi için, kötülüğü ve fuhşu ondan çevirmiştir. Bu ancak, günahı gerektiren öğe bulunduğu zaman olur ki burada günahı gerekli kılan öğe "arzu duyma" duygusudur. Onun karşıtı ise kalbin Allah adına günahtan yüz çevirmesini gerekli kılan "ihlas"tır.
Yusuf'tan (a.s.), karşılığında sevap verilen iyilikten başka birşey sadır olmamıştır. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
"Muttaki olanlar, kendilerine şeytandan gelen bir vesvese dokunduğu zaman (Allah'ın sevap ve cezasını) hatırlarlar, hemen gerçeği görürler" (A'raf: 7/201)
Nakledilir ki: Yusuf şalvarını giyip, kadınların da içinde bulunduğu bir mecliste otururken Yakub'ün suretini ellerinin üzerinde görmüş. Bu ve buna benzer bilgilerden hiçbirisi Allah ve Rasulu'nce verilen bilgiler değildir. Böyle olmadığına göre demek ki ba tür saçma sapan bilgiler, Peygamberleri yalanlama ve onları kınama hususunda insanların en azılısı olan yahudilerden alınmıştır. Bu konularda yahudilerden aldıkları bilgileri aktarmayı adet haline getirmiş müslümanlar nedense bizim peygamberimizden tek bir harf bile nakletmemişlerdir. [91]
Tefsircilerni Hatası
Yusuf (a.s.) peygamberle ilgili olayların anlatıldığı surede şöyle bir ayet zikredilmektedir:
"Ben nefsimi temize çıkarmam; çünkü nefis, daima kötülüğü emreder. Rabb'imin rahmet ettiği nefis hariç" (Yusuf: 12/5)
Bu söz azizin karısına ait bir sözdür. Bunun böyle olduğuna bizatihi Kur'an'ın açıklamaları işaret eder; bu hususta Kur'an'ı derinlemesine düşünen kimse kuşku duymaz. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır bu konuyla alakalı olarak:
"(Elçi bu yorumu getirince) kral: "Onu bana getirin!" dedi. Elçi, Yusuf'un yanına gelince (Yusuf): "Efendine dön ona sor, ellerini kesen o kadınların maksadı neydi? (Bunu ortaya çıkarsın). Şüphesiz Rabbim, onların tuzaklarını biliyor" dedi. (Kral, kadınlara): "Yusuf'un nefsinden ;nurad almak istediğiniz zaman durumunuz neydi?" dedi. Dediler ki: "Haşa, Allah için söylemek lazım, biz ondan hiçbir kötülük görmedik!" Aziz'in karısı da: "İşte şimdi hak yerini buldu, ben onun nefsinden murad almak istememiştim. O tamamen doğrulardandır!" dedi."
"(Gerçeği söyledim ki Yusuf) benim, kendisine arkadan hainlik etmediğimi ve Allah'ın hainlerin tuzağını başarıya ulaştırmayacağını bilsin. Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis, daima kötülüğü emredicidir. Rabb'imiri rahmet ettiği nefis hariç. Rabb'im gafur ve rahimdir" (Yusuf: 12/50-53)
Bu sözlerin tamamı, azizin karısına ait sözlerdir. Çünkü Yusuf (a.s.) o sırada hapisteydi ve henüz kralın huzuruna çıkarılmış değildi. Daha önce kralı ne görmüş ne de konuşmasını dinlemişti. Fakat suçsuzluğu, kendisinin gıyabında ortaya çıkmıştı. Aziz'in karısının dediği gibi: "Benim kendisine arkasından hainlik etmediğimi bilsin" Yani o benim yanımda değilken ona ihanet etmeyeyim. Oysa ben onun yanında bulunduğum sırada onu arzulamıştım. Aziz'in karısının bu itirafı üzerine:
"Kral: "Onu bana getirin dedi, onu kendime özel dost edineyim" Kendisiyle konuşup ondaki tutarlılığı görünce Yusuf'a: "Sen, dedi, artık bugün yanımızda me'ki sahibi güvenilir bir kimsesin"dedi. (Yusuf: 12/54)
Ayetler böylesine açık olmasına rağmen, tefsircilerin çoğu yukarıda 53. ayette sözü edilen ifadelerin Yusuf'a (a.s.) ait sözler olduğunu söylemişler. Bazısı sadece bu görüşü benimsemiş ki bu son derece tutarsız bir görüştür; kesinlikle bir delile dayanmıyor. Aksine görüşün yanlışlığına işaret eden deliller vardır. Bu konuda, başka yerlerde genişçe söz edilmiştir.
Buraya kdar tüm anlattıklarımızla şu neticeye varmayı amaçlamıştık: Yunus kıssası, onun kınanmasına ve ayıplanmasına neden olan bütün suçların bağışlandığı, bu vesile ile Allah'ın onları iyiliklerle değiştirdiği ve onun derecesini yükselttiğini de içermektedir. Yunus (a.s.) balığın karnından çıktıktan sonra, onun yaptığı tevbe, derece bakımından, o hataya düşmezden önce bulunduğu noktadan daha yüksek bir noktaya erişmiştir. Nitekim Cenab-ı Hak bu hususu şöyle açıklamaktadır:
"Sen Rabb'inin hükmüne sabret, balık sahibi (Yunus) gibi olma. Hani o, sıkıntıdan yutkunarak Allah'a seslenmişti. Eğer rabb'inden ona bir nimet ulaşmasaydı, kınanmış olarak çıplak bir yere atılırdı. Fakat Rabb'i onun duasını kabul etti de salih kullarından eyledi" (Kalem: 68/48-50)
Bu son durum, balığın yutma durumunun tersidir. O dönemle ilgili olarak Kur'an şu bilgiyi vermektedir:
"(Yunus, Rabb'inden izinsiz olarak kavminden ayrıldığı için) kendi kendisini kınarken denize attılar ve balık onu yuttu" (Saffat: 37/142)
Bu ayet Yunus peygamberin kınanma durumunda bulunduğu dönem hakkında bilgi vermektedir. "Kınanmış", kınanacak bir eylemde bulunmuş kimse demektir. Bu kınanmış durumda bulunan Yunus, yerilmiş olarak çıplak yere atılacağı durumda ve dönemde değildir. Bu son dönem onun şu duayı söylediği dönemdir. "Senden başka ilah yoktur; Senin şanın yücedir, ben zalimlerden oldum" Bu durum Yu-nus'un (a.s.) daha önce bulunduğundan daha yüksek konumda olduğu bir durumdur. Zira itibar (dikkate alınması gereken nokta) başlangıç noktasındaki geçirilen evrelere değil, son olgunluk (kemal) noktasınadır; ameller sonuçlarına göre değerlendirilir.
Allahu Teala insanı yaratıp onu annesinin karnından hiçbir şey bilmeyen bir varlık olarak çıkardı; sonra ona bazı bilgiler Öğreterek eksik bir durumdan peyderpey kemal noktasına ulaştırdı. Öyle ise, insanoğlunun olgunluk dönemi öncesinde geçirdiği evreyi dikkate almak doğru değildir. İtibar, insanın olgunluk döneminedir. Onun için Yunus peygamber ve onun dışındaki tüm peygamberler Ömürlerinin dönemlerinde kişiliklerinin en yetkin noktalarına ulaşmışlardır.
Buradan hareketle şunu söyleyebiliriz: Melekleri peyam-berler ve diğer salih kullardan üstün kabul eden kimseler, bu tercihlerinde yanılgıya düşmüşlerdir. Çünkü onlar melekleri, salih kimselerin yaşamlarının başlangıçtaki eksik dönemlerini dikkate alarak, meleklerin daha kamil oldukarına itibar etmişler, ama yanlışa düşmüşler; oysa peygamber ve salih kimselerin kendilerindeki eksikliklerin tamamını giderip Rahman'm rızasını kazanarak cennete girdikleri, orada her türlü rahmete ve esenliğe ulaşıp orada yerleştikleri dönemden sonrasına itabar etselerdi bu yanlışa düşmezlerdi. Ki onların cennetteki durumunu Kur'an şöyle anlatmaktadır:
"Melekler de her kapıdan yanlarına vararak: "Sabretmenize karşılık selam size; yurdun sonu ne güzel derler". (R'ad: 13/23-24)
Söz konusu kimselerin bu ayette anlatılan dönemi dikkate alındığında, onların diğer tüm yaratıklardan daha üstün oldukları ortaya çıkar. Böyle yapılmazsa akıllı bir kimsenin, sözü edilen kimselerden herbirisinin övülme, üstün kılınma, her türlü eksikliklerden ve ayıplardan uzaklaşarak, övülecek en yetkin noktaya ulaştıkları dönemden öncesini dikkâte alıp ona göre değerlendirmede bulunması ve yargıya varması doğru olur mu? Şayet bu dönem dikkate alınıyorsa, onlardan herbirisinin önce meni, sonra embriyo (alaka) sonra bir tutamlık şekilsiz et parçası, sonra kendisine ruh üflendiği, ardından bebek olarak doğduğu, emzirildiği, çocuk olduğu bütün dönemler sonuna dek dikkate alınmalıdır. Bütün bu dönemleri dikkate alan herkes, söz konsu dönemlerin olgunluk ve faziletlilik hususunda en kamil noktaya ulaşıp bu iltifatlara liyakat kazandığı olgunluk noktasına ulaşmadığını bilir; söz konusu evrelerden geçen insan, kemale erme olgusu meydana geldiğinde ancak son dönüşüm noktası dikkate alınarak faziletli olduğuna karar verilir. [92]
Fazilette Son Döneme Bakılır
Bazı kimseler, îslam üzere doğup hiçbir zaman küfre düşmeyen bir kimsenin, kafir iken müslüman olan kimseden daha üstün olduğun sanır; oysa bu tamamen yanlış frr sanıdır. Çünkü önemli olan, dikkate alınması gereken nokta sonuç (akibet) noktasıdır; bu iki insandan hangisi son dönemlerinde takvada daha ileri bir noktaya erişmiş ise en faziletli kimse odur. Çünkü biz şunu gayet iyi biliyoruz ki, küfürden so :ra Allah'a ve Rasulu'ne iman eden ensar ve muhacirden İlk dönem müslümanları, daha sonra İslam üzere doğan kendi çocuklarından ve diğer müslümanlar-dan daha faziletli idiler. Çünkü şu bir gerçektir ki, şerri (kötülüğü) tadarak kendi deneyimi ile onu tanıyıp daha sonra hayrı (iyiliği) tadarak yine kendi deneyimiyle onu tanıyan kimse, bizzat kendi çabasıyla iyliği yakaladığı ve onu tanıdığı için onu daha bir sıcak duygularla sever; öte yandan kötülüğü de bizzat kendi deniyimleriyle tandığı ve tattığı için, kötülüğü bilmeyen, onu tatmayan kimseden daha fazla ondan tiksinir ve nefret eder. Şöyle de demek mümkün: İyilikten başka birşeyi tatmayan ve tanımayan kimse daha sonra bir kötülükle karşı karşıya kaldığı zamanbelki de onun kötü olduğunu anlayamaz. Bu nedenle ya bilmeyerek kötülüğün içine düşer ya da o kötülüğü tanıyan kimsenin, o kötülüğü yadırgayıp ondan tiksinerek kaçındığı gibi yadır-gayamaz, tiksinemez. Bu nedenle Ömer (r.a.) şöyle buyurmuştur:
"Cahiliyeyi tanımayan kimselerin yüzünden, İslam'ın ilk dönemdeki safiyeti, sadeliği, halka halka bozulmaya uğrayacaktır"
Yine Ömer aynı bağlamda şöyle diyor:
"İslam'ın yetkinliği marufu emretmek, münkerden yasaklamakla sağlanır; bunun tamamlanması ise ancak Allah yolunda cihad etmekle mümkündür. Kim onun dışındaki kavramları tanımadan yalnızca marufu tanımakla işe başlarsa münkerin mahiyeti, niteliği, özellikleri ve doğurduğu zararlar hakkında bilgisi olmaz. Bu bilgisizliği nedeniyle, münker ehliyle nasıl mücadele edeceğini de bilemez; tutarlı bir strateji belirleyemez. Bu nedenle bir kimse, sakınmak, ehlini ondan men etmek ve onlarla mücadele etmek gibi iyi niyet taşıdığı zaman kötülüğü ve onun belirgin özelliklerini bilmesi (tanıması), onun hakkında bilgisiz olmasından daha hayırlıdır"
Bu yüzdendir ki sahabe iyilği (hayrı) ve kötülüğü (şerri) bütün boyutlarıyla bildikleri, İslam'ın, imanın ve salih amelin ne denli güzel, küfür ve Allah'a başkaldırı (isyan)ın ne denli çirkin bir durum olduğunu bilmeleri nedeniyle iyiliği tam anlamıyla sevip kötülükten tiksindikleri için iman ve cihad yönünden kendilerinden sonra gelen kuşaklardan daha yüce kişiliklere sahip idiler. Yine bu realiteden ötürü fakirliğin, hastalığın ve korkunun acısını tadan kimse, zenginliğe, sağlığa ve güvenliğe, onları tatmayan kimseden, daha tutukuludurlar. Bu nedenle ünlü Arab şair el-Bihteri:
"Karşıtlık, kendi karşıtı olan nesnenin güzelliğini açığa çıkarırder.[93]
Arap edebiyatının diğer çok önemli bir şairi olan Ebu Tayyib el-Mütenebbi İse şöyle diyor bir şiirinde:
"Nesneler (şeyler) karşıtlarıyla belirginleşir ortaya çıkarlar"[94]
Öte yandan aynı konu ile alakalı, Ömer'in şöyle bir sözü var:
"Ben aldatıcı bir kimse değilim. Bu nedenle hiçbir aldatıcı beni aldatamaz"
Gerçi övgüye layık, temiz kalp sahibi kimse kötülüğü değil iyiliği ister. Bunun en iyi bir şekilde olması ancak iyilik ve kötülüğün bütün boyutlarıyla bilinmesiyle mümkündür. Ama kötülüğü tanımayan bir kimse bu noktada eksikliği yüzünden, takdire şayan bir kimse değildir.
Aslında amaç burada bütün bunları söylerken her küfrün ve isyanın tadını tadan kimsenin, bu bilgisi nedeniyle, onu tatmayan ve bilmeyen kimseden mutlak anlamda küfrü ve isyanı daha iyi bildiği ve onlardan daha fazla tiksinip kaçındığı anlatmak değildir. Çünkü burada tam bir uyum mümkün değildir. Sözgelimi bazan doktor hastalığı hastadan çok daha iyi bilir. Bunun gibi peygamberler de dinlerin uzmanları oldukları için, diğer insanların tattığı gibi kötülüğü tatmasalar da, kalpleri nelerin düzelttiğini, nelerin bozduğunu diğer insanlardan çok daha iyi bilirler.
Burada asıl anlatılmak istenen şudur: Bazı insanlar, kötülüğü tadarak öğrenir. Bu öğrenme eyleminden öznel bir deneyim meydana gelir. Bu deneyim sonucunda söz konusu kişi o kötülükten nefret eder, buna karşılık diğer bazı insanların tattığı halde elde edemedikleri bir sevgi ile iyiliği sever ve ona sımsıkı yapışırlar. Sözgelimi başlangıçta müşrik hristiyan veya yahudi olan bir takım insanlar vardır, bunlar şüphelerden, bozuk düşüncelerden, zulüm ve kötülükten ne tür bir küfür olgusu meydana geldiğini gayet iyi bilirler. Daha sonra Cenab-i Hak kalplerini İslam'a açtığında İslam'ın güzelliğini öğrenip tanırlar. Bu tanıma ve kavrama, çoğu kez İslam'a daha çok gönül vermelerine; İslam'ın ve küfrün gerçek anlamda hakikatinden habersiz bazı kimselerden daha çok küfürden nefret etmelerine neden olur. Çünkü gerçek anlamda İslam'ın ve küfrün hakikatini bilmeyen kimse, bazan şu hakikate bazan bu hakikate karşı çıkmaktan ya da şunun övülmesi ötekinin yerilmesinden başkalarını taklid etmekten kurtulamaz.
Bu hakikati, şöyle bir örnekle daha iyi açıklamamız mümkündür:
Açlığın acısını tadan bir kjrnse, daha sonra, doymanın zevkini tadar, hastalığın acısını tadan bir kimse bunun ardından sıhhat ve afiyetin lezzetini tadar; ya da korkunun acısını tadan bir kimse ardından güvenliğe kavuşmanın mutluluğunu tadar. Şimdi böylesi olumsuzlukların acısını tadan bir kimsenin sıhhate, güvenliğe ve tokluğa duyduğu sevgi, buna karşın, açlıktan, hastalıktan ve korkuya kapılmaktan duyduğu nefret, bu belalara uğrayıp bunların hakikatim bilmeyen kimseden elbette çok daha büyük olur.
Bunun gibi bid'atçı ve kötü kimselerin arasında yaşayıp daha sonra, Allah'ın hakkı kendisine açıklaması bereketiyle bu hakkı kavrayarak günahlarına içten bir pişmanlıkla tev-be eden; ve Allah yolunda cihad etmekle nzıklandırılan kimse, içinde geldiği kimselerin durumunu çok daha iyi bilir, onlara denk olmaktan daha çok kaçınır, onlarla yaptığı cihadı, diğerlerinden daha büyük olur.
Nitekim Nuaym b. Hammad el-Hu zai-Cehm iyelere karşı en çetin mücadeleyi veren alimdir-Cehmiye ile ilgili mücadelesi hakkında şöyle diyor:
"Onlara karşı en sert mücadeleyi ben veriyorum; çünkü daha önce ben de onlardan birisi idim.[95]
Öte yandan yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Sonra Rabb'in şunlardan yanadır ki, cehaletle kötülük işlediler, sonra onun ardından tevbe ettiler, uslandılar. Bütün bunlardan sonra Rabb'in elbette bağışlayan, rahmet edendir." (NahI: 16/119)
Bu ayet-i kerime daha önce müşrik iken dinlerinden ötürü insanlara işkence edip daha sonra Allah'a tevbe eden ve Allah'ın da tevbelerini kabul ettiği sahabeden bir grup insandır; bunlar daha sonra Allah'a ve Rasulü'ne hicret etmiş, cihad etmiş ve başlarına gelen belalara sabretmiş kimselerdir.
Nitekim Ömer b. Hattab, Halid b. Velid önceleri insanların İslam'a karşı düşmanlık eden en azılıları idiler. Fakat müslüman olunca her ikisi de kendilerinden önce müslüman olan kimselerden iman, salih, amel, kafirlerle cihad, Allah ve Rasulu'nun dinine yardım konusunda çok daha ileriye geçtiler. Sözgelmi Ömer, iman, ihlas, sadakat, Allah bilgisi (marifet) ileri görüşlülük (feraset) nüranilikte en mükemmel, nefsin hevasından en çok uzak duran, Allah'ın dinini hakim kılma hususunda en üstün çabayı gösteren kimse olduğu İçin, fazilet yönünden Ebubekir'in dışında, diğer tümü insanlardan ileri geçmişti.
Bu ve diğer örneklerin ortaya çıkardığı gerçek şudur: Dikkate alınması gereken hususu, başlangıç dönemlerindeki eksiklikler değil, sonuçla ulaşılan tekamül noktasıdır.
İsrailiyata ait haberlerin birisinde şöyle bir ifade zikredilmektedir:
"Yüce Allah Davud'a (a.s.) şöyle buyurdu:
"Günaha gelince biz onu bağışladık; sevgiye gelince artık onda geri dönüş yoktur"
Bu bilginin doğru olduğunu tesbit etseniz bile böyle bir yasa bizim için şer'i ölçü olamaz; dinimizi de böyle bir temel üzerine bina etmemiz mümkün değildir. Çünkü Muhamrned'in getirdiği dinde tevbe hakkında gelen bilgil-re, sağlanan kolaylıklar, bizden önce gelen şeriatların hiçbirisinde gelmemiştir. Bundan dolayı Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Ben rahmet peygamberiyim; ben tevbe peygamberiyim[96]
O Rasul sayesinde, bizden Önceki ümmetlerin sırtındaki ağır yükler, boyunlarındaki zincirler bizden kaldırıldı. [97]
Tevbenin Fazileti
Cenab-ı Hak Kitab-ı Kerim'inde şöyle buyuruyor: "Kuşkusuz Allah çokça tevbe edenleri ve çokça temizlenenleri sever" (Bakara: 2/222) Verilen bilgilere göre yüce Allah bir kimse muhtaç olduğu yiyeceği içeceği ve bineğini yitirip de bulmaktan ümidini kestiği bir sırada onları bulduğu anda onun duyduğu sevinçten daha büyüğünü, tevbekar kulunun kendisine tevbe etiği sırada duyar. Bu sevinç Rabb'(in tevbe eden kulun tevbesi karşısında duyduğuna göre bu aynı zamanda O'nun sevgisidir. Hal böyle iken onun sevgisine yeniden dönüş yoktur görüşü nasıl savunulabilir. Oysa o şöyle buyuruyor:
"O çok bağışlayan ve çok sevendir. Arş'm sahibidir, yücedir. Dilediğini yapandır" (Buruc: 85/14-16)
Ne var ki, O'nun sevgisi ve dostluğu, tevbe ettikten sonra kulun O'na yaklaşmasına göredir. Kulun tevbe etmesinin ardından "Hak"ın sevdiği eylemlerde bulunması, tevbe etmezden önce yaptıklarından daha faziletlidir; Allah'ın da tevbe ettikten sonra o kuluna duyduğu sevgi, tevbe etmeden önce duyduğu sevgiden daha büyüktür. Eylem noksan olursa buna bağlı olarak meydena gelecek iş de noksan olur. Çünkü ceza (karşılık) eylemin cinsine göredir. Zira senin Rabb'in kullara zulmedici değildir.
Öte yandan Buhari'nin Sahih'inde naklettiği bir hadiste Rasulullah şöyle buyurmaktadır:
"Şam yüce Allah şöyle buyuruyor: "Her kim benim dostum olan bir kuluma düşmanlık ederse ben de ona savaş ilan ederim. Kul kendisine farz kıldığım ibadetleri yerine getirerek bana yaklaştığı gibi hiçbir şeyle bana yak-İaşamaz. Kulum nafile ibadetlerle bana öylesine yaklaşır ki neticede onu severim. Ben onu sevdiğim zaman artık onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Artık bundan böyle benimle duyar, benimle görür, benimle tutar ve benimle işitir. Eğer ki diliyle benden birşey isterse kesinlikle onu kendisine veririm; benden birşey hakkında sığınma dileğinde bulunursa, o sığındığı şeyden onu korurum; ben yapmayı dilediğim hiçbir şey hakkında, mü'minin ölümü karşısındaki tereddüdüm gibi tereddüt etmedim. Fakat b'unda kulum ölümden hoşlanmıyordu, ben de kuluma acı gelen şeyi sevmiyordum"[98]
Peygamberlerden sonre en faziletli velilerin Muhacir ve Ensar'dan İlk dönem mü s lüm anlarının olduğunu biliyoruz. Zira Rabblerine küfür, fısk ve isyandan tevbe ettikten sonra onlara olan sevgisi ve dostluğu, sevgi ve dostluğun en yücesidir. Her ne zaman farz namazlardan sonra nafile ibadetle O'na yaklaşmrşlarsa sevgiler ve dostlukları o nis-betle artmıştır. Cenab-i Hak şöyle buyurmaktadır:
"Belki de Allah sizinle, onlardan düşman olduklarınız arasına bir sevgi koyar. Allah kadirdir. Allah gafurdur, rahimdir" (Mümtehine: 60/7)
Bu ayet Ebu Süfyan b. Harb, Ebu Süfyan b. el-Haris, Haris b. Hişam, Süheyl b. Amr, İkrime b. Ebu Cehil, Safvan b. Ümeyye ve diğer kimseler hakkında indirilmiştir. Bu kimseler Hendek ve diğer savaşlarda Allah'a ve Rasuiu'ne karşı düşmanlık ilan etmiş müşriklerdi. Bu zevat Allah ve Rasuiu'ne düşmanlıkta bulunduktan.sonra Cenab-ı Hak onlarla elçisi ve mü'mînler arasına bir sevei koydu. Onlardan herbirisi diğerinden daha faziletli idi bu iıususta. Sözgelimi İkrime, Süheyl ve Haris b. Hişam, Ebu Süfyan b. Harb vb. den sevgi açısından daha üstün bir konumda idiler. Bunun böyle olduğu Buharİ'nin kaydettiği şu hadis ile tesbit edilmiştir:
"Muaviye'nin annesi, Ebu Süfyan'ın karısı Hind Allah Rasuiu'ne şöyle dedi: "Allah'a yemin olsun ki ey Allah'ın Rasulu zamanında yeryüzünde senin hane halkın kadar hor ve hakir olmaların ıistediğim hiçbir ev halkı yoktu. Soıtra durum değişip bugün oldu, yeryüzünde senin ev halkın kadar üstün ve saygın olmalarını istediğim hiçbir ev halkı yoktur, dedi. Rasululah kendisinin de aynı durumda olduğunu Hind'e anlattı"[99]
Tevbe Mağfiret Ve Sevgiye Vesiledir
Biliyoruz ki, mü'minler arasındaki sevgi ve dostluk, tamamen onların Allah için sevme esasına göre olur. Çünkü imanın en güvenilir bağı Allah için sevmek, Allah için öfkelenip nefret etmektir. Zira Allah için sevmek tevhidin olgunluğundan kaynaklanır; buna karşın Allah ile beraber başka bir varlığı sevmek ise şirktir. Yüce Allah bu hususu şöyle açıklıyor:
"İnsanlardan kimi vardır ki Allah'tan başka ortaklar edinirler; Allah'ı sevdikleri gibi onları severler. İman edenler ise en çok Allah'ı severler" (Bakara: 2/165)
Peygamber ve mü'minler ile düşman olan müşrikler arasında meydana gelen bu sevgi, Allah için oluşan bir sevgi ve dostluk idi. Zira kim Allah'ı severse Allah da onu sever, kim Allah'ı dost edinirse Alalh da onu dost edinir. Biz biliyoruz ki Allah, o kimseler tevbe ettikten sonra, onlar O'nu sevip dost edindikleri gibi, O da onları sevmiş ve dost edimiştir. Hal böyle iken nasıl şöyle denilebilir: "Tev-bekar olan kimse Allah'ın sevgisini ve dostluğunu değil, yalnızca onun mağfiretini elde edebilir?!"
Şimdi biri çıkıp şöyle sorabilir: Sözü edilen bu kimseler kafir idiler yaptıklarının haram olduğunu bilmiyorlar, belki cahil idiler. Oysa yaptığının haram olduğunu bilip de yapan kimsenin durum bunun tersinedir?
Buna iki biçimde cevap verilebilir?
1- İş söylendiği gibi değildir. Bilakis kafirlerin birçoğu Muhammed'in Allah Rasulu olduğunu biliyorlar fakat kıskançlıkları ve kibirleri yüzünden O'na düşmanlık ediyorlardı. Nitekim bu Süfyan daha henüz Ümeyye b. Ebus-Salt ve Rum Kralı Hirakl gibi isimler duymazdan Önce Rasulullah'ın (s.a.v.) peyamberliği haberini duymuştu.[100]Ebu Süfyan'ın anlattığma göre, Rasulullah'm peygamberliği konusunda henüz kesin bir kanıya varmamıştı. Rasulullah'ın emri yakında aşikar olacak, böylelikle o peygamberi hoş karşılamadığı halde Allah onu İslam'a sokacaktı. Nitekim Yemruk[101] savaşının yapıldığı yıl bu büyük düşmanlıktan sonra ondan ve başkalarından, İslam'ın güzelliğine, Allah ve Rasulu için sevdiğine işaret eden ifadeler duyuldu. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor, böyleîeri hakkında:
"Onlar ki Allah ile beraber başka bir ilaha dua ve ibadet etmezler. Allah'ın haram ettiği cam haksız yere öldürmezler ve zina etmezler. Kim bunları yaparsa cezasını bulur. Kıyamet günü O'nun için azab kat kat yapılır ve o azabın içinde hor ve hakir olarak kalır. Ancak tev-be edip inanan ve salih amel işleyenler işte Allah onların kötülüklerini iyiliklere değiştirecektir. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. [102](Furkan: 25/67-70)
Allah onların kötülüklerini iyiliğe değiştirdiği zaman iyilikler, Allah'ın onları sevmesini gerektirir. Öte yandan kötülüklerin iyiliklere değiştirilmesi sadece kafir olup sonradan müslüman olanlara özgü bir muamele değildir. Çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Allah'a göre şu kimselerin tevbesi makbuldür ki, cahillikle bir kötülük yapıp hemen ardından dönerler, işte Allah onların tevbesini kabul eder. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir" (Nisa: 4/17)
Ebu'l-Aliye şöyle diyor:
"Rasulullah'ın sahabesine bu ayetin gerekçesi ve içeriği ile ilgili soru sorduğumda bana şu karşılığı verdiler: "Cahil olarak Allah'a isyan eden, ölümden önce, günahının hemen ardından tevbe eden herkes bu ayetin içerdiği anlamın kapsamına dahildir"
2- Tevbe edenle, Allah'ın tevbe edenlere duyduğu sevgi ile tevbe eden arasındaki bir farktan söz edilmektedir ki bunun hiçbir temeli yoktur. Aksine kitab ve sünnet Allah'ın tevbe edenleri sevdiği, tevbe edenlerin tevbesi nedeniyle sevinç duyduğuna işaret eder. Bu kişilerin yaptıklarının günah olduğunu bilerek yapmaları ile bilmeyerek yapmaları arasında tevbe açısından hiçbir fark yoktur.. [103]
Tevbekar Olana Gereken
Yaptığı eylemin günah olduğunu bilip ardından tevbe eden kimseye gereken, yaptığı eylemden ötürü kınanmayı mucib niteliğini övgüye değer bir niteliğe değiştirmektir. 'Hakk'a öfkelendiği zaman onu sevmesi, batılı sevdiği zaman ona da hiç zaman yitirmeden öfkelenmesi gerekir. Nitekim tevbekar olan kimsenin "Hakk'ı hak olarak bilip onu yapması, batılı da batıl olarak bilip ona öfkelenip ondan kaçması, yüce Allah'ın sevdiği ve razı olduğu eylemlerdendir.[104] Zira Allah'ın sevgisi,kulun O'nun sevdiği eylemleri yapmasına göredir. Her kim Hakk'ın sevdiği fiillerden en büyüğünü yaparsa Hakk'm da O'na olan sevgisi o derece büyük olur.
Kişi,Hakk'ın çirkin gördüğü bir kimse konumundan, üzerinde bulunduğu batıldan nefret etmesinin gücüne göre, O'nun sevdiği bir konuma geçer. Sevgisinin gücüne göre,Hakk'ın sevgisi de ona intikal eder. Hakk'ın da ona, o nisbete bir sevgi duyması gerekir. Belki Allah kötülüklerini bile iyiliklere değiştirir. Çünkü o kimse kınanmayı gerektiren durumunu övülmeye layık bir duruma çevirmişti. Bu yüzdenAllah da onun kötülüklerini iyiliklere çevirir. Çünkü ceza (karşılık), eylemin cinsindendir. Bu takdirde tevbe eden kimsenin Hakk'a sevimli olarak yaptığı eylem başkalarının yaptığından daha büyük olursa Hakk'ın ona olan sevgisi de o nisbette büyük olur. Bunun gibi Allah, kendisinden yapmasını istediği için bir eylemde bulunduğu zaman bu eylem tevbe etmeden önce Allah adına yaptığı eylemlerden daha yüce olursa, Allah'ın tevbe ettikten sonra ona olan sevgisi ve dostluğu da, tevbe etmeden önce olan sevgi ve dostluğundan daha yüce olur. Böyle iken sevgi ve dostlukla geriye dönüş yoktur, denebilir.
Bu açıklamalarla şöyle diyen kimsenin şüphesine açıkça cevap verilmiş oldu:
"Allah, peygamberlik kendisine verilmeden önce masum olmayan hiçbir peygamber göndermemiştir."Bu görüş bazı rafızi ve diğer gurupların savunduğu bir görüştür . Şöyle diyenlerin görüşü de aynı nitelikte bir görüştür."Allah, nübüvvetten önce mü'min olmayan hiçbir peygamber göndermemiştir."
Bu görüşü savunan kimseler işleyen kişi tevbe etse de günah işlemenin bir eksiklik olduğunu vehmediyorlar. Bu nokta onların yanlışa düştüğü noktadır. Kim günah işleyen kişinin bir daha geriye dönmemek üzere tevbe etmesine rağmen,eksik olduğunu sanırsa,o kimse büyük bir yanlışa düşmüştür. Çünkü kınama ve ceza, günahkar olan kimseye layıktır. Tevbe eden kimsenin bu tür karşılıklar görmesi doğru değildir. Fakat tevbeyi önceye alırsa, ona bu gibi 'karşılıklar reva görülmez; ama tevbeyi ertelerse tevbe ile günahın işlenmesi arasmda geçen süre içerisinde durumuyla örtüşen bir kmama ve cezaya çarptırılabilir. [105]
Tevbeye Koşma:
Peygamberler tevbeyi kesinlikle ertelemez, bilakis ona koşarlardı. Tevbeyi gecirtirmedikleri gibi yanlış yapmakta ısrar da etmezlerdi. Çünkü onlar bu tür tutarsız davranışları işlemekten tamamen masumdurlar. Onlardan hangisi yanılgıya düştükten sonra tevbe etmeyi birazcık olsun geciktir-mişse, Cenab-j Hak, peygamberlik geldikten sonra yaptığı hatadan ötürü Yunus'a (a.s.) yaptığı gibi bir beleya uğratarak, işlediği suçun keffaretini ona ödetmiştir. Bu keffaret ödetme olayı biraz önce de değindiğimiz gibi kendisine peygamberlik görevi verildikten sonra vuku bulmuştur. Peygamberlikten önce olduğu söylenirse de bu doğru değildir. Çünkü bu dönemde işlediği bir suç nedeniyle, Allah'ın ona bir keffaret ödetmesine gerek yoktur.
Aslında daha önceki sayfalarda da belirtildiği gibi küfür ve günahtan tevbe eden kimse, hiç küfre ve günaha düşmeyen kimseden daha faziletli olur bazan. Tevbe eden kimse faziletli bir kimse olabileceğine göre, fazilette hiçbir insanın kendisine denk olamayacağı bir kimse peygamberliğe en çok layık olur. Nitekim Allah, Yusuf'un (a.s.) kardeşleri, onların ve torunlarının günahları hakkında da bilgi vererek şöyle buyurmuş:
"Lut ona iman etti ve İbrahim kavmine dedi ki: Rabb'ime ibadet edeceğim yere göç edeceğim. Kuşkusuz o, galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir. "(Ankebut: 29/26) Lut öncelikle İbrahim peygambere iman etti. Ardından Cenab-i Hak onu Lut kavmine peygamber olarak gönderdi.
Öte yandan Şuayb peygamber olayı hakkında da şu bilgiyi vermektedir, Kur'an;
"Kavminden müstekbir olan ileri gelenler dediler ki: "Ey Şuayb, yajmutlaka seni ve seninle beraber inananları kentimizden çıkarırız, ya dadinimize dönersiniz!" Dedi ki istemesek de mi bizi yurdumuzdan çıkaracak veya dinimizden döndüreceksiniz? Allah bizi, sizin dininizden kurtardıktan sonra, eğer tekrar ona döner-ı sek Allah'a yalan iftira etmiş oluruz'. Rabbimiz Allah dilemedikten sonra o sizin dediğiniz dine dönmemiz, bizim için olur şey değildir. Rabbimiz bilgi yönünden herşeyi kuşatmıştır. Biz Allah.'a dayanıp güvenmişiz. Rabbim! Bizimle kavmimiz arasındaki durumunu hak ile açığa çıkar. Muhakkak ki sen hakikatleri açığa çıkaranların en hayirhsısın!" (A'raf: 7/88-89)
Diğer bir ayette ise şöyle buyurmaktadır:
"Kafirler peygamberlerine dediler ki: "Ya sizi mutlaka yurdumuzdan çıkarırız, ya da bizim dinimize dönerseniz!" Rableri de onlara şöyle vahyetti: "Zalimleri mutlaka helak edeceğiz!. Ve onlardan sonra sizi o yere yerleştireceğiz. Bu, makamından korkan ve tehdidimden korkan için verdiğim sözdür (İbrahim: 14/13-14)
Sonucun mükemmeliğinin dikkate alınması gerektiği hususu anlaşıldığına göre, konu kavranılmış demektir, işte bu mükemmeliyet ancak tevbe ve istiğfar ile elde edilir. Tarihin ilk dönemlerinde ve son dönemlerinde yaşamış tüm kulların tevbe etmesi kesin bir gerekliliktir. Cenab-ı Hakk'ın buyurduğu gibi:
"Allah, emaneti insana vermekle münafık erkeklere münafık kadınlara, müşrik erkeklere ve müşrik kadınlara azab etsin; mü'inin erkeklerin ve mü'min kadınların da tevbesini kabul etsin. Allah gafur ve rahimdir"
(Ahzab: 33/73) [106]
Peygamberlerin Tevbesi
Yüce Allah Adem, Nuh ve onlardan sonra, Peygamberlerin sonuncusu Muhammed'e kadar gelen bazı peyamber-lerin tevbesi hakkında bilgi vermektedir. Mesela Kur'an'ın son indirilen surelerinden birisi olan Nasr suresinde Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ın yardımı ve fethi geldiği, ve insanların dalga dalga Allah'ın dinine girdiklerini gördüğün zaman. Rabb'ine hamdederek teşbih et. O'ndan mağfiret dile. Çünkü o, tevbeleri çok kabul edendir" (Nasr: 110/1-3)
Öte yandan Aişe Rasuluİah'm (s.a.v.) rüku ve secdesinde genellikle şöyle dua ettiğini rivayet etmektedir.
"Allah'ım! Senin şanın yücedir. Rabbimiz, Sana hanı-dederiz Allah'ım! Beni bağışla"[107]
Nitekim Rasulullah henüz böyle dua etmezden önce Cenab-i Hak kendisine şu ayeti indirmiştir:
"Andölsun Allah, peygamberi ve güçlük saatinde ona uyan muhacirleri ve ensari affetti. O zaman içlerinden bir kısmının kalpleri kaymaya yüz tutmuş iken yine de onların tevbesini kabul buyurdu. Çünkü o, onlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir" (Tevbe: 9/17)
Konu ila alakalı olarak Rasulullah da (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Ey İnsanlar! Rabbinize tevbe edin; canımı elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, ben günde yetmiş kereden fazla "esteğfurullah'e ve etubu ileyh" (Allah'tan mağfiret dilerim ve O'na tevbe ederim) derim"[108]
Öte yandan Müslim, el-Eğar el-Müzeni'den, Rasuîul-lah'ın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Elbette benim kalbimde bulutlanır; bundan dolayı günde yüz defa "estağfirullah" (Allah'tan mağfiret dilerim) derim. [109]
îbn Ömer ayn konu ile ilgili şöyle rivayet etmektedir. Ra-sukülah'ın (sa.v.) bir mecliste, yüz kez şöyle dua ettiğini saydık:
"Rabbim! Beni bağışla, tevbemi kabul buyur. Kuşkusuz sen tevbeleri çokça kabul buyuran ve günahları çokça bağışlayansn.[110]
Buhari, Müslim Ebu Musa'dan, Rasulullah'ın (s.a.v.) şöyle dua ettiğini nakletmektedir:
"Allah'ın işlerîmdeki hatalarımı, bilgisizliğimi ve aşırılığım bağışla. Zira sen onu benden çok daha iyi bilirsin. Allah'ın şakamı, ciddiyetimi, hatamı ve kastımı bağışla; ki bunların tamamı benim katımdadır; benden meydana gelen durumlardır. Allah'm yapıp öne süıdü-ğüm yapmayp eitelediğim, açktan yaptığım şeyler için beni mağfiiet et. Çünkü bunların hepsini sen benden iyi bilirsin. Öne alan sonraya bırakan gerçekte sensin ve sen herşeye güç yetirensin. [111]
Gene Buhari ve Müslim, Ebu Hureyre'nin şöyle dediğini aktarmaktalar:
Ebu Hureyre anlatıyor: Rasulullah'a:
"Ey Allah'n elçisi namazda tekbi ile kraat arasnda hangi duay okuyorsun?" diye sorduğumda şöyle dua ettiğini söyledi:
"Allah'ım! Doğu ile batının arasını birbirinden uzaklaştırdığın gibi benimle hatalarımın arasın da birbirinden uzaklaştır. Allah'ım! Beyaz elbisenin kirden temizlendiği gibi beni de hatalarımdan temizle. Allah'ım! Beni kar, buz ve soğuk su ile hatalarımdan yıka. [112]
Ancak, Müslim ve diğer bazı hadis kaynakları Rasuluî-lah'm, başı rükudan kalkdığı zaman bu duayı okuduğunu ifade etmişler.
Gene Müslim, Ali'den (r.a.) Rasulullah'm (s.a.v.) iftitah tekbiri (namazın başlama tekbiri)'nin ardından şu duayı okuduğunu rivayet etmektediı:
"Allah'ın! Sen padişahsın. Senden başka ilah yoktur; Sen Rabbimsin ve ben Senin kulunum. Ben nefsime zulmettim ve kötülük işledim. Beni mağfiret et; çünkü Senden başka hiç kimse günahları mağfiret edemez. Beni ahlakların en güzeline ilet; Senden başka hiç kimse en güzel ahlaka iletemez. Kötü ahlakı benden çevir; Senden başka hiç kimse kötü ahlakı benden çevire-mez."
Yine Müslim Sahih'inde, Rasulullah'm secdede iken şöyle dua ettiğini kaydetmiş:
"Allah'm! Küçük-büyük gizli-açk, önce ve sonra yap-tğm günahlan hepsini mağfiret et.[113]
Öte yandan sünen sahipleri, Rasulullah'm (s.a.v,) at v.b. binek hayvanına binerken şöyle dua ettiğini İmam Ali'den rivayet etmişlerdir:
"Bunu bizim emrimize veren Allah'ın şanı yücedir. Yoksa biz bunu hizmetimize yan aş ti ram azdık. [114]
(Zuhuf: 43/13)
Rasulullah ardından tekbir alır ve hamd eder sonra şöyle dua ederdi:
"Senin şanın yücedir. Ben kendime zulmettim. Beni mağfiret eyle. Çünkü senden başka günahları mağfiret eden yoktur." Ardından gülerek şöyle buyurdu:
"Rabb, kulunun "beni bağışla; çünkü günahlan Senden başka bağışlayacak hiç kimse yoktur" şeklinde dua etmesinden hoşlanır ve şöyle der:
"Kulum, benden başka günahları hiç kimsenin bağışlamayacağını öğrenmiş."
Allahu Teala Rasule şöyle dua etmesini buyurdu:
"Kendinin mümin erkek ve mümin kadınların günahı için mağfiret dile." (Muhammed: 47/19)
Allahu Teala devamla şöyle buyuruyor:
"Biz sana apaçık bir fetih verdik. Ta ki Allah, senin günahından, geçmiş ve gelecek olanı bağışlasın, bütün tasalarını gidersin. Ve sana olan nimetini tamamlasın ve Seni doğru bir yola iletsin. (Feth: 48/1-2)
Buharı ve Müslim, şefaat hadisinde Rasulullah'm (s.a.v.) şöyle buyurduğunu kaydetmişler:
"Kıyamet günü kendisinden şefaat dileğinde bulunanlara Mesih şöyle diyecek: "Muhammed'e gidin. Çünkü O, Allah'ın geçmiş ve gelecek tüm günahlarını bağışladığı bir kuldu.[115]
Yine Buhari Sahih'inde şu hadisi nakletmiş:
"Rasulullah ayakları şişinceye dek ibadet ederdi; Bunu görenler kendisine:
"Neden böyle yapıyorsun, oysa Allah senin geçmiş ve gelecek tüm günahlarını bağışlamıştır?" diye sorulunca Rasulullah (s.a.v.):
"Rabbine şükreden bi kul da mı olmaya. [116]
Diye cevap verdi.
Bu konu ile ilgili kitap ve sünnette biçok nass vardır: Bunun yanısıra sahabe, tabiin ve,müslüman alimlerden bibirini destekler mahiyette biçok görüş vardır. [117]
Peygamberlerden Günah Sadır Olması:
Konu ile alakalı naslar çok olmasına karşın alimler Cehmiyye, Batiniyye ekolüne mensub kişilerin nasları tevil ettikleri gibi bu nasları da tevil etmişlerdir. Onların bu tevillerinin bozukluğu naslar üzerinde derinlemesine düşünen kimseye bozukluğu açktır. Bu tevil, kavramları konuldukları yerin dşına çıkarma (tahrif) cinsinden bir tevil et-mekdir. Nitekim sözünü ettiğimiz bu guruplar:
"Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlamk için böyle yapmştır"
Ayetini şu şekilde tevil etmişler. Buradaki "geçmiş günahlar" ile Adem'in günahı, "gelecek günahlar" kavramı ile peygamberin ümmetinin günahı anlatılmak istenmişti demişlerdir. Bu görüşün asılsız olduğu açıktır. Bu görüşün yanlışlığını birkaç açıdan ispatlamak mümkündür:
1- Adem (a.s.) daha yeryüzüne indirilmeden Allah'a tevbe etmişti. O zaman ile şu ayetin indirildiği Hudeybiye Anîaşmasx'nın yapıldığı zaman arasında ne alaka var; çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Adem Rabbinin buyruğuna karşı geldi ve yolunu şaşırdı. Sonra Rabbi onu seçti, tevbesini kabul etti, doğru yola iletti." (Taha: 20/121-122)
"Adem Rabbinden bir takım kelimeler aldı. Bunun üzerine onun tevbesini kabul etti. Şüphesiz o, tevbeyi çok kabul edendir, çok rahimdir. (Bakara: 2/37)
"Rabbimiz, biz kendimize zulmettik, eğer bizi mağfiret etmez vte bize merhamet etmezsen, elbette ziyana uğrayanlardan oluruz. (A'af: 7/23)
2- Şöyle denilebilir. Bu iddia sahiplerine göre Adem (a.s.) bütün tartışmaların kaynağıdır. Zia onun için mağfiret dilemeye gerek yoktur tartışmaya göre. Çünkü o peygamberdir. Kim peygamberden günah sadır olmadı der ve bu görüşü benimserse aynı görüşü Adem, Muhammed ve diğer peygambeler için de söylemesi ve kabul etmesi gerekir.
3- Yüce Allah, yapılmayan bir günahı günah olarak kabul etmez. Çünkü o şöyle buyurmuştur:
"Hiçbir günahkar, başkasının günahını çekmez." (Fatır: 35/18)
Bu ayetlerden anlıyoruz ki, Adem'in ümmetinin ya da diğer insanların günahının Muhammed'e izafe edilmesi imkansızdır.
"Ona gereken kendisine yükletilen tebliğ görevini yapmak, size gereken de, size yükletilen itaat görevini yapmaktır. (Nur: 24/54)
"Allah yolunda savaş; sen yalnız kendi nefsinden sorumlusun. (Nisa: 4/84)
Bütün peygamberlerin ve diğer peygamberlerin günahlarının Muhammed'e (s.a.v.) nisbet edilmesini caiz görelim, o zaman "Allah bunu senin geçmiş ve gelecek günahlarını mağfiret etmek için yaptı" ayetinde anlatılmak istenen, ey Muhammed senden önce gelen peygamber ve ümmetlerin günahıdır. O zaman Rasulullah (s.a.v.) tüm yaratıklara şefaat eder. Çünkü o insanoğlunun efendisidir. Nitekim bir hadisinde şöyle buyurmuştur:
"Ben Ademoğlu'nun efendisiyim; bununla övünmem. Nitekim Adem (a.s.) ve O'nun dışındaki tüm peygamberler kıyamet günü benim sancağım altında toplanacaktır. Bir araya toplandrklarında ben peygamberlerin hem konuşmacısı ve hem de imamı olacağım.[118]
Bu durumda sadece Adem'in (a.s.) günahı Muhammed'e izafe edilmekle yetinilmez, yukarıda sözünü ettiğimiz kimselerin sözlerinin ciddiye alnması halinde önce ve sonra yaşamış tüm insanların günahının O'na nisbet edilmesi geıekir.
Şayet denilse: Allah bütün ümmetlerin günahlarını bağışlamamiştir, buna bağlı olarak Peygamber'in ümmetinin günahının hepsini de affetmemiş denilir.
4- Rasulullah'm (s.a.v.) günah ile diğer müminlerin günahının arası, şu ayetle ayırdedilmiştir.
"Hem kendi günahın, hem de mümin erkek ve mümin kadınların günahı için mağfiret dile." (Muhammed: 47/19)
Bu durumda diğer müminlerin günahları nasıl O'nun günahı olur?
5- Yukarıda sözü edilen ayet inince sahabe Rasulullah'a (s.a.v.) şöyle sormuş:
"Ey Allah'ın Rasulu bu ayet sizin durumunuzu açıklıyor; ya bizim durumumuz?" Bu soru üzerine Cenab-i Hak onu izleyen şu ayeti indirdi:
"O, imanlarına iman katsınlar diye müminlerin kalplerine huzurve sükun indirdi. (Fetih 48/4)[119]
Bu ayet, bir önceki ayetin:
"Allah senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlamak için böyle yaptı."
Rasulullah'm (s.a.v.) ümmetine değil bizzat kendisine özgü olduğuna işaret etmektedir.
6-Allah (c.c). Rasul'un (s.a.v.) ümmetinin tümünün günahlarını bağışlamış değildir; aksine ümmetinden bazılarının günahlaır yüzünden ya bu dünyada ya da ahirette cezaya çarptırılacağı kanıtlanmştir. Bunun böyle olduğu, doğru söyledikleri onaylanmş insanlar aracrlrğryla tevatüren nakledilmiştir; selef ve halef imamlarının hepsi ittifak etmişlerdir. Bu konuda bu hakikatin dünyadaki şahitlerinin sayısı, Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceği kadar çoktur. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:
"İş ne sizin kuruntunuza, ne kitap ehlinin kuruntusuna göre olmaz; kötülük yapan, cezasını çeker." (Nisa: 4/123)
İstiğfar ve tevbe, bazan günahı terketmekten daha faziletli olur. Bulunduğu durumdan daha faziletli bir duruma ulaşan kimse, İlk durumuna tevbe etmiş demektir. Ne var ki, kınama, tehdit yalnızca günaha karşılık olur. [120]
Mağfiret İçin Tevbenin Gerekliliği
Bu konu ile ilgili sorulan soruya gelince, soru şöyle idi: Tevhidin yanı sıra sadece hatayı itiraf etmek, o hatanın bağışlanmasını ve o hatadan ötürü sıkıntı içerisine düşen kimseden bu sıkıntısının kaldırılmasını gerekli kılar mı? Yoksa günahın mağfiret olması için başka birşeye ihtiyaç var mıdır?
Bu soruya şu şekilde cevap verilir:
Günahın mağfiretinin gerekli kılınması için, tevhidin yanı sıra emredilen tevbenin de edilmesi gerekir. Çünkü yüce Allah tevbe olmadan şirki affetmeyeceğini çeşitli ayetlerde ifade buyurmuştur:
"Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bundan başka herşeyi dilediğine bağışlaı." (Nisa: 4/48,116)
İki yerde de Kur'an, "şirkten başkası" terimini kullanmış. Bu günahların ve şirkin ancak tevbe ile affedileceği anlatılmıştır. Tevbesiz affedilmeleri hususuna gelince bu ancak Allah'ın meşietine (dilemesine) bağlı bir durumdur. Nitekim Cenab-ı Hak bu hususta şöyle buyurmuştur:
"(Ey Muhammed!) De ki: "Ey nefislerine karşı aşın giden kullarım, Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü o çok bağışlayan çok merhamet edendir." (Zümer: 39/53)
Bu ayet tevbekar olanlar hakkında inmiştir. Bu nedenle ifade genel olarak kullanılmış ve Allah'ın günahların hepsini affedebileceği kesin bir ifade ile belirtilmiştir. Oysa bir önceki ayette:
"Şirkten başkasını dilediğine bağışlar" ifadesi yer almşti. Yani burada bağışlama şirkten başkasına Özgü kııl-narak tamametı Allah'ın iradesine bağlanmşıtır. Buradan anlıyoruz ki şirk, ancak tevbe sonucu bağışlanır. Şirkin dışındaki günahlara gelince bunları Allah tevbe eden kimseye bağışlayabileceği gibi tevbesiz de bazan dilediği kimseye bağışlar.
Hatayı, günahı tevhidle birlikte İtiraf etmek eğer tevbeyi içeriyorsa, bu aynı zamanda mağfireti de gerektirir. Günah bağışlandığında onun nedeniyle verilecek ilahi ceza ortadan kalkar. Çünkü tevbe bir anlamda günahin şerrinden korunmadır. [121]
Mağfiret Kavram:
Bazı insanlar "el-Ğafr" derler bu "es-Setr" (örtmek) demektir. Mağfirete mağfiret ve ğıfar denilmesi bu kelimenin içeriğinde örtme manası olmasından ötürüdür. Nitekim Allah'ın "el-Gaffar" adı, "settar" (çokça öten) kelimesi ile tefsir edilir. Ancak bu el-ğafir kavramının anlamını eksiltmek demektir. Çünkü mağfiretin anlamı günahtan ötürü ceza verilmemesi, dolayısıyla günahın kötülüğünden korumadır. Kimin günahı bağışlanırsa bu günah karşilığnda cezaya çarptırılmaz. Fakat günahın yalnızca örtülmesi halinde günah karşılığında batında (görünmeyen yerde) günah İşleyen kişi cezalandırılır. Bir kimse açıktan veya gizliden günah nedeniyle cezaya çarptırıhyorsa, o kimse mağfiret edilmemiş demektir. Günahın mağfiret edilmesi demek, o günah nedeniyle hak edilmiş cezanın verilmemesidir.
Bununla beraber günah işleyen kimse mağfiret edilmesinin yanı sıra bazı dünyevi belalara uğruyorsa eğer, bu bela onun Allah katındaki ecrinin artmasına vesile olur. Bu durum mağfirete aykrı değildir.
Bunun gibi tevbeyi tamamlayan faktörle, tevbenin ardından güzelliklerin iyiliklerin yaplmasıdır. Tevbe için şart koşulan öğeler, tevbe eylemini tamamlayan öğelerdir.
Bazı kimseler kendisini tevbekar sanır, oysa o tevbekar değil, günah işlemeyi terkeden kimsedir. Günahı terk eden kimse tevbekar olandan farklı bir kimsedir. Çünkü günahı terkeden kimse bazan günah işlemek hatırına gelmediği, bazan da günah işlemekten aciz olduğu için, ya da dini olmayan bir nedenden Ötürü iradesini günah işleme yönünde kullanmaması nedeniyle günahtan yüz çevirir. Bütün bu eylemler tevbe etme anlamını içermez. Aksine bir kimsenin tevbekar olabilmesi için yaptığı eylemin kötülük olduğuna inanacak ve onu hoş görmeyecek. Allah o eylemi yapmaktan onu nehyettiği için onu yaparak ve yalnızca Allah adına ve eylemi yapmayı terkedecektir. Yoksa yaratıklara rağbet edip onların beğenisini kazanmak ya da insanlardan korktuğu için değil. Zira tevbe, iyiliklerin en yücesidir. İyiliklerin tamamında ise onların ihlasla Allah için yaplması ve O'nun emrine uygun olması şart koşulmuştur Nitekim Fudayl b. İyad Allah'ın:
"Hanginizin daha güzel amel edeceği hususunda sizi denemek için yüce Allah hayatı ve ölümü yarattı."
(Mülk: 67/2)
Ayeti hakkında şu yorumu yapmaktadır: En ihlaslı ve en doğru ameli, demektir. Bu açıklaması üzerine kendisine şöyle sordular:
"Ey Ebu Ali en ihlaslı ve en doğru amel nedir? Şu cevabı verdi:
"Bir amel ihlaslı olduğu zaman şayet doğru olmazsa kabul edilmez. Bunun gibi doğru olup, ihlaslı olmazsa yine kabul edilmez. Amel ancak hem ihlaslı hem de doğru olduğu zaman kabul olur. Amelin halis olması, onun yalnızca Allah için olması, doğru olması ise, sünnet üzere olması demektir."
Nitekim Ömer b. Hattab (r.a.) duasında şöyle dedi:
"Allah'ım âmellerimin hepsini salih kıl, onu ihlas ile rızana uygun kıl. Onda senin dışında hiçbir kimse için bir amaç kılma."
Tevbe konusunda bu konunun dışında başka yerde daha genişçe malumat vardır. [122]
Yalnızca Günahın İtirafı Bağışlanması İçin Yeterli Değildir:
Günahın Allah' a saygı duyma esasına dayak olarak, ondan vazgeçmeksizin itiraf edilmesi hususuna gelince bu kendi başına istiğfardır belki fakat tevbe değildir. Bu günahından tevbe etmeksizin, Allah'tan günahın bağışlamasını istemek gibidir. Bu Allah'ın (c.c.) rahmetinden umut kesmek demektir. Oysa o kimsenin mağfiret yolları kapatılmış değildir. O kimse yalnzca dua eden bir duacıdır. Nitekim Buhari'nin Sahih'inde, Rasulullah'tan (s.a.v.) konu ile alakalı şu hadis kaydedilmiştir.
"İçinde günah sözcüğü içermeyen kelimelerle, sıla-i rahimi kesmeden Allah'a dua eden herkese şu üç karşılıktan birisi ile karşılık verilir:
1- Ya acilen duasının karşılığı verilir;
2- Ya da o dua karşılığının benzeri bir cezası ertelenir.
3- Ya da o dilediğinin benzeri kadar bir kötülük ondan çevrilir." Sahabe:
"Ya Rasulallah biz bu dilediğimizi çoğalttığımızda durum ne olur diye" sordular: Rasulullah şu karşılığı verdi.
"Allah da fazla çoğaltır."
Bu ve benzeri dualarla mağfiret elde edilir. Şayet elde edilmezse o zaman o dua ile insan başka bir kötülükten çevirilir ya da başka bir hayır meydana gelir. Her dua ile mutlaka bir yarar sağlandığı gibi bu tur dualar ile de mutlaka yarar sağlanabilir.
Bazı alimlerin, ısrarla tevbe ve istiğfar etmenin yalancıların tevbesi olduğu görüşlerine gelince; bu, istiğfar eden kimse tevbe amacıyla bunu söylese veya istiğfarının tevbe olduğunu iddia ederse, o kimse bu istiğfar ile tevbekar olur. Ancak istiğfarın yanı sıra günahta ısrar etmesi halinde tevbekar olmadığında kuşku yoktur. Çünkü tevbenin yanı sıra günahta ısrar etmek birbirine karşjt durumlardır; zira günaha devam tevbenin karşıtıdır. Ancak tevbesiz istiğfar etmek tevbeye aykırı değildir.
Şu soruya gelince: Belili bi günah itiaf, bikaç günahın meydana getidiğidurumu yok edebilir mi yoksa teybe etmek için bütün günahlar ayr ayr itiraf edip dile getimek mi geekir?
Bu soruya şu esaslara göre cevap verilebilir:
1- Başka bir günahta ısrar etmenin yanı sıra belili bi günahtan tevbe etmek, o iki günahtan birisi diğerinden daha çok tevbe etmeyi gerektirdiği ya da birisinin engeli diğerinden daha çetin olduğu zaman doğrudur. Selef ve halef alîmîer ince benimsenen maruf görüş budur.
Öte yandan Ebu Haşim gibi kelamcılardan bazıları, çirkin bir işten tevbe etmenin, diğerine devam edilmesi halinde sahih, olmayacağı görüşünü benimsemişlerdir.
Diyorlar ki, tevbeye neden olan eğer Allah (c.c.) korkusu değilse, bu tevbe sahih bi îevbe değildir. Çünkü korku günahların bir ksmının işlenmesine değil, tümünün işlenmesine engeldir. Nitekim Kadı Ebu Ya'la ve İbn Akil bu rivayeti İmam Ahmed'den aktarmışlar. Çünkü el-Mevezi İmam Ahmed'den fuhuştan tevbe eden kimsenin durumunu kendisine soran kimseye şöyle dediğini aktarmıştır: Eğer hasta olursam, tekrar geri dönmem; fakat bakış terkedümez." Bunun üzerine İmam Ahmed: "Öyle ise bu nasl tevbe etmek olur." şeklinde cevap vermiş Cerir b. Abdullah Allah Rasu-lune ani bakışfo. alakalı soru sorduğunda, Rasulullah'ın ona şu cevab vediğinİ eklemiş:
"Gözünü çevir.[123]
Gerçi İmam Ahmed ve diğer imamlardan tevbenin sıhhatine dair olumlu görüşlerin varlığı bilinmektedir. Ancak İmam Ahmed yukarda söz konusu edilen tevbe meselesinde bu tevbenin, tevbekarın mutlak tevbeyi elde etmesine neden olan umumi tevbe kapsamında olmadığım ifade etmişti. Bunun gibi bu tür günahın, kebaire (büyük günahlar işlemeye) devam edilerek yapılan günah gibi olduğunu anlatmak istememiştir. Çünkü bu konu ile alakalı ondan bize kadar gelen görüşleri, onun bu görüşü ile ilgili böyle bir sonuç çıkarmamıza ters düşer. Zira İmam'in görüşlerinden birbirini destekleyen göüşlerini birbiri üzerine yüklemekle, onun görüşünü tenakuz (çelişki) ile yorumlamaktan daha iyidir. Özellikle o diğer görüş. Seleften kim tarafından söylendiği bilinmediği, böyle bir görüşü kimin ortaya attığı tesbit edilemediği zaman. Nitekim bizzat İmam'ın kendisi bu hususta şöyle der: "Öncüsü olmayan bir konu hakkında konuşmaktan seni sakındırırım." Böyle bir sıkıntıya düştüğünde de şöyle derdi: "Hakkında birkaç söz söylenmeyen mesele hakkında nasıl söz söyleyeyim!" İmam, çokluk sünnete, sahabe ve tabiinden gelen Kur'an ve sünnetin onaylayıp desteklediğibilgilere ve uygulamalara uyardı. Bunun dışındaki tutumu ve görüşleri hoş karşilamazdı.
"Allah'tan korkma bütün günahlardan tevbe etmeyi gerektik mi?" sorusuna şöyle bir cevap verilebilir. Günahların hangisinin diğerinden daha çirkin olduğu bilinir. Bu durumda en çikin olduğu konusunda kesin kanıya varılan günahtan tevbe edilir.
Şu şekilde de cevap verilebilir: Kişi işlediği günahların ikisinin de çirkin şeyler olduğunu bilir. Ne var ki hevası birinden kurtulma konusunda ona egemen olur bu yüzden ondan vazgeçemez. O zaman vaçgeçemediğinden değil, işlemekten vazgeçtiği günahtan tevbe eder. Bu yerine getirilmesi gereken görevlerden bir ksmının yerine getirilmeyip diğer bir kısmının ifa edilmesine benzer. Kişinin yerine getirdiği bu görev kendisinden kabul edilir.
Fakat Mutezileler bu konuda temelden yanlış bir görüşe saplanmışlardır. İsim konusunda farklı olsalar, ters düşseler bile, yargı verme konusunda Hariciler de bu konuda onlarla uyum içinde olmuş, aynı görüşü paylaşmışlardır. Sözgelişi:
Mesele hakkında şöyle söylüyorlar:
"Kebair (büyük günah) işleyen kimseler ebedi olarak cehennemde kalacaklardır; ne şefaat ne de başka bir gerekçe ile oradan çıkarılabileceklerdir." Onlara göre:
"Allah'ın bir kimseyi yaptığı günahtan ötürü önce cezalandırıp ardından ona sevap vermesi imkansızdır. Bu nedenle derler ki: "Büyük günah işlemekle bütün iyilikler hükümsüz kalır."
Halbuki sahabe ve ehli sünnet ve cemaat taraftaları, büyük günah işleyen kimselerin cehennem azabından çıkabilecekleri ve kendilerine şefaat edileceği görüşündedirler. Tek bir büyük günah işlemek daha önceden yapılan iyilikleri tamamen yok etmez. Yalnz Ehli Sünnefe göre büyük günah işlendiğinde, bu günaha mukabil bir iyiliğin yok olmasına neden olur. Bütün iyilikleri, küfre düşmenin dışında hiçbir büyük günah tamamen yok etmez; tevbenin dışında bütün kötülüklerin yok edilmediği gibi. Sözgelişi büyük günah işleyen bir kimse, iyilikle işlediği ve bunlarla Allah'ın rızasını elde etmek istediği zaman, bu yaptıklarına karşılık, işlediği büyük günahlar nedeniyle ilahi cezaya çarptırılmayı hak etse bile Allah ona sevap verir.
Nitekim Allah hırsızlık yapan, zina eden, birbirini öldüren müminler ile isim ve ahkam konusunda küfre düşen kafirlerin hükmünün arasını ayırmıştır. Rasulullah (s.a.v.)'tan gelen mütevatir sünnet ile sahabenin icmaı başka yerlerde daha genişçe irdelendiği gibi, bunun böyle olduğuna işaret eder.
Cenab Hakkın:
"Allah sadece muttakilerin yaptıklarını kabul e'der. (Maide: 5/27)
Ayeti Üzerinde alimlerin tartışmaları da bu kabilden bir tartışmadır.
Sözgelişi Hariciler ve Mutezile'Ierin görüşüne göre "Büyük günah işlemeden mutlak takva sahibi olan kimselerden başkasının yaptığı iyilik kabul edilmez." Mürcielere göre "Şirkten sakınan kimsenin yaptığı iyilik ancak kabul edilir." Bu görüşleri ile onlar büyük günah işleyen kimseleri de "Muttakiler" kapsamına dahil etmektedirler. Oysa Ehli Sünnet ve'1-Cemaat taraftarlarına göre Allah'tan korkarak Allah'ın emrine muvafık sadece Allah için amel yapan ih-laslı kimselerin yaptıkları ameller kabul edilecektir. Kim takva Ölçülerine uygun amel ederse bu amel mutlaka kendisinden kabul edilecektir başka konularda asi olsa bile... Kim amel ederken takva ölçüsünü dikkate almazsa, başka konularda itaatkar olsa bile, bu yaptığı amel kendisinden kabul edilmez. [124]
Günahların Bir Kısmını Bırakıp Bir Kısmından Tevbe Etmek Sahih Bir Davranıştır:
Günahların bir kısmını bırakıp bir kısmından tevbe etmek olumlu bir harekettir. Bu, emredilen iyiliklerin bir kismuıı yapıp bir ksmını bırakmak gibidir. Ancak bunlar, imanın başka amelleri yapmakta şart koşulduğu, yapılan bir eylemin sahih olması için gereken bir amelin terk edilmesi söz konusu olduğu zaman doğrudur. Nitekim Kur'an bu hususu şöyle ifade etmiştir:
"Kim de ahireti ister ve inanarak ona yaraşır biçimde çalışırsa, öylelerinin çalışmalarının karşılığı vardır."
(İsa: 17/19)
"Erkek ve kadından her kim inanmış olarak salih bir iş yaparsa, onu dünyada hoş bir hayatla yaşatırız. Ahirette ise onların ücretini yaptıklarının en güzeliyle veririz." (Nahl: 116/97)
"Sizden kim dininden döner ve kafir olarak ölürse, işte onların bütün yaptıkları dünyada da ahirette de boşa çkmıştır ve onlar ateş halkıdır; orada sürekli kalacaklardır." (Bakara: 2/217) [125]
Kafir tevbeye muhtaç mıdır?
Günahkar olan bir kimse, günahlarının bir kısmından tevbe ederken bir kısmından tevbe etmezse bu durumda yapılan tevbe yalnızca, tevbe edilen günahın bağışlanmasını gerekli kılar. Ama bu günahlardan tevbe edilmeyen günahta kişi, günahından tevbe etmeyen kimsenin durumunda oluduğu gibi, işlemiş olduğu o günah üzerinde kalır. Bir değişiklik söz konusu olmaz. Doğrusu bu hususta herhangi bir tartşmanm olduğunu bilmiyorum. Ancak bir kafirin müslüman olması durumunda, mesele farklı bir boyut kazanmaktadır. Çünkü söz konusu kimsenin müslüman olması aynı zamanda onun küfürden tevbe etmesini de içerir. Bu yüzden müslüman olmakla, tevbe ettiği küfürden ötürü bağışlanır. Fakat burada şöyle bir sorunun gündeme getirilmesi olasıdır: Bir kimse küfür halinde iken işlediği günahlarından ötürü, müslüman olduktan sonra tevbe etmezse yalnızca müslüman olması bu günahların mağfiret edilmesini sağlar mı? Bu konuda iki görüş vardr:
1- Kafir bir feimse müslüman olması halinde bütün günahlar bağışlanır. Çünkü Müslim'in-rivayet ettiği bir hadisi şerifte Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
"islam kendinden önceki vaki olan tüm günahların hükmünü) düşürür.[126]
Öte yandan Cenab Hak şu ayette de şöyle buyurmaktadır:
"(Ey Muhammed:) O küfredenlere "eğer küfürlerine ve düşmanlıklarına son verirlerse, geçmiş günahlarının bağışlanacağını söyle." (Enfal: 8/38)
2- O dönemde işlediği günahlarından tevbe etmediği sürece yalnız müslüman olmakla, tüm günahlarından bağışlanmayı hak edemez.
Sözgelişi bir kimse müslüman olduğu zaman, küfürde değil de kebair (büyük) günahlar işlemeye devam ederse, söz konusu kimsenin bu noktadaki hükmü, büyük günahlar işleyen kimsenin durumu gibidir. Metedoloji ve delil kitapları bu hususun böyle olduğuna işaret eder. Çünkü Rasu-lullah (s.a.v.) Hakim b. Hizam'in:
"Ey Allah'ın Rasulu! Cahiliyye döneminde işlediğimiz günahlardan sorumlu tutulacak mıyız?" sorusuna şöyle cevap vermişti:
"Sizden müslüman olduktan sona güzel davranan bir kimse, cahiliyye döneminde işlediği eylemlerden sorumlu tutulmayacaktır. Ancak müslüman olduktan sonra da kötü davranan kimse müslüman olmadan önce ve müslüman olduktan sonra işlediği bütün günahlardan sorumlu tutulacaktır.[127]
Bu hadis müslüman olduktan sonra ihsan üzerine hareket eden kimsenin, cahiliyye döneminde işlediği günahlarından ötürü tabi tutulması gereken sorumluluğun kaldırılacağı, buna karşılık, muhsince davranmayan kimsenin sorumluluklarının kaldırılmayacağına (günahlarının bağışlanmayacağına) işaret etmektedir. Kişi müslüman olduktan sonra ihsan üzere bir hayat yaşamıyorsa, önceki ve sonraki tüm günahlarından sorumludur; günahlarından tevbe etmediği sürece de muhsin değildir. Çünkü az önce de kaydettiğimiz gibi Cenab-ı Hak:
"(Ey Muhammed), küfredenlere, eğer küfür ve nifaklarına son verirlerse, geçmişte yaptıkları günahların bağışlanacağını söyle." (Enfal: 8/38) Buyurmuştu.
Görüldüğü gibi bu ayet, bir günaha son veren kimsenin geçmişte yaptığı yalnızca o günahının bağışlanacağına işaret ediyor; geçmişte yapılan başka günahların bağışlanmasına değil. Çünkü başka günah için şöyle diyen kimsenin görüşü burada gündeme gelmektedir: "Eğer sen günah işlemeye son verirsen geçmişte yaptıkların bağışlanır." Bu ve benzeri ifadelerden "sen şu işe son verirsen geçmişte bu işi yapman dolayısıyla kazandığın günahını bağışlarım; sen birşeye son verdiğin zaman geçmişte o şeyi yapmandan ötürü kazandığın günah bağışlanır" Bunun benzeri bir anlamı şu ifade şeklinden çıkarmak mümkündür: "Eğe tevbe edersen" oysa bu ifadeden şu anlaşılmaz: Senin bir günaha son vermen ile geçmişte yaptığın o günahından başkaları da af edilir.
Rasulullah'm (s.a.v.) biraz önce kaydettiğimiz sözünde: "İslam kendisinden önce vaki olan günahları ve sorumlulukları düşürür;" demiştir. "İslam kişinin kendisinden önceki yapılan eylemlerle ilişkini keser." hadisine gelince bu hadis, Amr b. el-As, müslüman olduğu sırada, Resululah'a (s.a.v.) geçmişte yaptığı günahların bağışlanıp bağışlanmayacağını sorduğunda ona verdiği şu cevaptır:
"Ey Amr, sen bilmiyor musun, İslam, kendisinden önce vaki olan günahlardan doğan sorumluluğu düşürür. Tevbe, önce yapılan günahı düşürür; hicret, kendinden önce yapılan günahların sorumluluğunu düşürür."
Biliyoruz ki tevbe, sadece kendinden tevbe edilen günahın bağışlanmasını gerektirir; bütün günahların mağfiret edilmesini değil. [128]
Mutlak Tevbe
însan bir günahı işler ve ondan tevbe eder. Bazan insan, işlediği günahı belirtmeden kayıtsız şartsız, mutlak anlamda tevbe eder. Ne varki insanın amacı genel anlamda bir tevbe etmekse bu, günah olarak görülen bütün eylemleri kapsar. Çünkü genel tevbe, emredilen fiilî yapmak, sakıncalı fiili terketmekle genel bir kararlılığı içerir. Bunun gibi genel anlamda bir pişmanlık da bütün sakıncalı eylemleri içerir.
"pişmanlık" kavramı ile ilgili olarak şöyle denilmektedir: Pişmanlık, itikadi ya da iradi (istem) konulardadır. Yada: insana zarar veren eylem olması nedeniyle, insanın canını yakan eylemler konusunda olur. Çünkü kalp, yapılan işin zararlı olduğu bilincine vardığı zaman, yapılan bu işin kötü eylemlerden olduğu bilgisi meydana gelir. Bu durum, itikadi konularda söz konusudur, bu tür eylemin, yapan kimse tarafından çirkin görülmesi ise iradi (îstem) konulardandır. Bu eziyet meydana gelir. Bu da gam, keder gibi psikolojik acı veren eylemlerdendir. Buna karşın insana tad ve ruhi sevinç veren eylemler de vardır ki, bunlar da insana ruhi haller kazandıran eylemler kapsamındadır itikad ve iradi eylemlerden değildir.
Oysa felsefeciler ve onların yolundan giden bazıları şöyle diyorlar: "Tad, güzel ve uygun olanın algılanmasıdır, acı ise insana nefret veren şeyin algılanmasından doğan bir duygudur."
Bu görüş yanlıştır; çünkü tad ve acı, insan ruhuna uygun ve aykırı düşen eylemlerin algılanması ardından meydana gelen iki farklı durumdur. Mesela sevgi, insan ruhuna hoş gelen bir duygudur. İstekle yenilen yemek gibi. Burada üç farklı durum söz konusudur;
1- Sevgi; örnek yemeğe istek duymak.
2- Bu yemekten meydana gelen tad. Oysa tad isteğe ve yemeğe istek duyan kimsenin zevkine terstir. Belki tad, yemeğe istek duyan kimsenin tatmasının meydana gelmesidir; iştah duyanın bizatihi tatması değil.
Mekruh (hoş görülmeyen) şeylerde de durum aynıdır.
Sözgelişi bırşeyi çirkin görmek birşeydir, onun meydana gelmesi ise başka birşeydir; bu çirkin olan eylemden ruhsal acının meydana gelmesi ise üçüncü bir durumdur.
Allah sevgisine ehliyet kazanmış arif kimselerin elde ettikleri nimet ve sevinçler de aynı kapsama dahildir. Mesela onların Allah için sevmeleri bir durum, sevgilinin anılmasından meydana gelen sevab başka bir durum; bu zikir ile ruhsal bir lezzetin meydana gelmesi ise üçüncü bir durumdur.
Kuşkusuz sevgiliyi duyumsamak için sevginin bulunması şarttır. İştihayı duyumsamak için şehvetin şart olması gibi. Ne var ki tad almada şart koşulan duyumsama, sevgide şart koşulan duyumsama biçiminden farklıdır. Bu ikinci duruma algılama, zevk alma, vecd ve visal hali denilir, batını olsun zahirî olsun sevgilinin algılanabilmesi durumu bu kavramlarla anlatılır. Daha sonra bu algılama zevki, tad almayı gerektirir. Lezzet ise açıktan ya da gizli olarak canlı kimsenin duyumsadığı bir durumdur. Nitekim Rasuluilah bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Allah'ın Rablığına, İslam'ın din olduğuna ve Mu-hammed'in nebiliğirte razı olan ve bunları kabul eden kimse imanın lezzetini tadar.[129]
Öte yandan Buhari ve Müslim'in kaydettiği bir hadiste ise Resullulah (s.a.v.) aynı konuda şöyle buyurmuştur:
"Şu üç özelliğe sahip olan kimse imanın lezzetini duyar."
1- Allah ve Rasulü, kendisine herşeyden daha sevgili olan kimse,
2- Bir kimseyi yalnız Allah için seven kimse,
3- Allah kendisini kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmeyi, ateşe atılmaktan daha tehlikeli bulan kimse.
Bu hadislerinde Resulullah (s.a.v): "Allah'ın Rablığına, islam'ın din olduğuna ve Muhammed'in nübüvvetine rıza göstererek onları kabul eden kimsenin imanın tadını tadacağını; Allah'ı ve Resulü'nü herşeyden daha çok sevmeyi başaran, bir kişiyi başka bir amaçla değil yalnızca Allah için seven; imanın karşıtı olan küfre düşmeyi ateşe düşmek kadar çirkin ve tehlikeli bulan kimsenin yüreğinde imanın tadını bulacağını", açıklamaktadır. İşte bu imanı sevmek, küfrü çirkin ve tehlikeli görmek, rıza ve kabulün imanın lezzetini tatmayı gerekli kıldığı gibi imanın lezzetini gerekli kılar. İşte asıl lezzet budur. Burada kastedilen lezzet kalpte meydana gelen tasdik ve marifetin bizzat kendisi de değildir. Bilakis bu tasdik ve marifetin sonucu, onun semeresi ve gerekçesidir. Bu kavramlar birbirini gerekli kılan olgulardır. Ruhsal lezzet ancak sevgi ve zevkin bulunması durumunda meydana gelir. Şayet böyle olmazsa, kim bir şeyi sever lakin ondan bir zevk duyamazsa bu sevgiden hiçbir tad alamaz. Tıpkı istekle yemek yediği halde ondan bir zevk alamadığı gibi. Yada bunun tersi durum olursa, yani bir kimse sevmediği birşeyi istemediği bir duyguyu tattığı zaman olduğu gibi, bundan da bir tat alamaz. Ancak insan bir-şeyin sevgisi ve zevkini bir araya getirebildiği zaman, bun-. dan sonra bir lezzet meydana gelir ve o kimse de o lezzeti tadabilir.
Şayet insan birisine buğz etse ye bu buğzun zevkini tat-.sa, bundan acı meydana gelir. Sözgelişi günaha buğzeden (kızan) kimse onu yapmazsa pişman olmaz. Günaha kızmayan kimse onu işlediğinden dolayı pişmanlık duymaz. İnsan günahı işlediği ve onun, kızdığı eylemlerden olduğunu ve kendisine dünyada ve ahirette zarar vereceğini anladığı zaman, bu günahı işlediğinden dolayı büyük bir pişmanlık duyar. Nitekim Müsned'de İbn Mesu'd, Resulullah'm şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Pişmanlık bir çeşit tevbedir.[130]
Umumi Tevbe:
Bütün bu hakikatler açıklığa kavuştuktan sonra denilebilir ki, kim umumi (kayıtsız şartsız tüm günahlarını kastederek) olarak tevbe ederse, bu tevbe o kimsenin bütün günahlarının bağışlanmasını gerektirir. Günahlarını açıkça belirtmezse ancak bu belirsizlik söz konusu umumi tevbe ile çelişirse, bu durumda tevbeyi belirli kılmak gerekir. Bu, şunun gibidir: Bazı günahlar vardır ki, tevbe edene kimse bu günahı tevbesinde belirtmezse, o günahı işleme istenci (iradesi) güçlü olduğu ya da o yaptığının çirkin bir eylem değil, güzel bir eylem olduğuna inandığı için, o günahtan tevbe etmiş olmaz.
Şayet o günahı belirttiği halde ondan tevbe etmezse, bu belirleme tevbe kapsamına girmez. Ama tevbe sırasında günahı olduğu gibi belirtip dile getirirse, o günahtan tevbe etmiş olur. Çünkü umumi olarak yapılan tevbe o günahı da kapsamış olur böylelikle.
"Mutlak tevbe" kavramına gelince, yani kayıt ve şarta bağlamadan yapılan tevbe türü, kısaca yapılan bir tevbe türüdür. Bütün günahlardan tevbeyi içermez. Mutlak ifade biçiminde olduğu gibi bu tevbe türü, bütün günah türlerinin bu tevbe kapsamına girmesini gerekli kılmadığı gibi, o günahların o kapsama girmesini de engellemez. Ne ki böyle bir tevbe, bütün günahların bağışlanmasında da neden olabilir. Her iki durumun vukuu da mümkündür. Umumi tevbe bunun tersinedir. Çünkü umumi tevbe (günahların tümüne birden tevbe etmek) bütün günahların affedilmesini gerekli kılar.
Gerçi insanların çoğu, tevbe sırasında çirkinlikle nitelenen günahlardan bir kısmını ya da dil ve el ile yapılan haksızlıklardan bazısını belirtir. İmanın bölümlerinden ve hakikatlerin açıktan ve gizliden yerine getirmesi emredilen fiillerden bazısını terketmesi insana, bazı çirkin eylemleri işlemekten daha büyük zarar verir. Çünkü, kulun gerçek mü'min olmasını salayan iman hakikatlerinden Allah'ın emrettiği fiiller bazı görünür günahları terketmekten daha yararlı olur. Allah'ı ve Resulünü sevmek gibi. Bu, fiilen yapılan iyiliklerin nesinden daha büyük değerdedir. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) zamanında içki içen bir adam, Rasulul-lah (s.a.v.)'in huzuruna getirildiğinde, içki içmesi nedeniyle Rasulullah ona had uyguladı; gerektiği kadar sopa attırdı. Bu suçu birkaç kez işleyince o kimseyi yine Rasulullah'ın huzuruna getirdiler. Resulullah (s.a.v.) da yine dövülmesini buyurdu. Bu sırada adamın birisi suçluya lanet etti. bunu duyan Rasululah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Ona lanet etme, çünkü o, Allah ve Rasülünü sever.[131]
Görüldüğü gibi Rasulullah (s.a.v.) söz konusu kimse içki içmeye devam etmesine rağmen ve içki konusunda on sınıf insanı lanetlediği halde Allah'ı ve rasulü'nü sevdiği için ona lanet edilmesini yasaklamıştır. Halbuki şu hadisinde on sınıf insana içki nedeniyle lanet etmiştir.
"İçkiye, onu sıkana, sıktirana, içene, içenlere hizmet edene, taşıyana, kendisine taşınana, satana, satın alana ve ondan kazanılan parayı yiyene lanet olsun. [132]
Burada lanet kavramı mutlak (kayıtsız) kullanılmıştır. Kendisine lanet edilmesinden korktuğu için bu lanetin edilmesine mani olan engelin yerine konulacak belirli bir laneti gerekli kılmaz.
"Genel anlamda tekfir" ve "genel anlamda tehdit" etme olayı da bunun gibidir. Bu nedenle kitab ve sünnette yer alan mutlak manada tehdit konusunda engellerin tamamen ortadan kalkıp şartların sabit olması şart kılınmıştır. Bu nedenle bütün müslüman alimlerin ittifakıyla günahlardan tevbe eden kimse o tehdite dahil değildir; bunun gibi kötülüklerini silen iyilikleri olan kimse, kendisine şefaat edilen ve Allah tarafından bağışlanan kimse de bu mutlak tehdite muhatap değildir. Çünkü tevbe, kötülükleri silen iyilikler, kefaret yerine geçecek belalar nedeniyle, cezası cehenneme düşmek olan günahlar ortadan kalkar, (Bunların hepsi dünyevi cezalardır) Aynı şey berzah aleminde yaşanacak şiddetli hayatta, kıyamette arasat meydanında meydana gelir. Aynı Şekilde mü'min kimsenin duasıyla da günahları yüzünden çarptırılacağı ceza ortadan kalkar: Rasulullah'a salat ve selam getirme, şefaat edenin kendi yolunda gidene şefaat etmesi, şefaatçılann efendisinin bizzat şefaat etmesi ile gerçekleştirilir bu durum.
Bu durumda, hangi günahtan tevbe edilirse, o günahın gerekli kıldığı ilahi ceza da ortadan kalkar. Kişi tevbe etmediği sürece, tevbe edilmeyen günahlar için konulan hüküm o kimse için uygulanır. Günah yüzünden bir zorluk meydana geldiği zaman, o günahı işleyen kimse, bir kısmından tevbe etmesi halinde, tevbe ettiği Ölçüde o zorluk hafifletilir. Kendisinden tevbe edilmeyen günah ve umumi tevbe eden kimsenin durumu bunun tersinedir.
Kaldıki insanlar çoğu durumlarda, çok muhtaç olmalarına rağmen umum (tüm günahlarına) tevbe etmezler. Halbuki her durumda kulun tevbe etmesi vaGİbtir. Çünkü o, yapılması Allah tarafından emredilen bir işi terketme ya da sakıncalı bir işi yapma konusunda sınırlan aşarak sürekli yanlış içinde düşer. Bu yüzden kulun her zaman tevbe etmesi gerekir. En doğrusunu Allah bilir.
Şu soruya gelince: Gerçek gerçek özgürlüğün, yaratıklardan birşey ummayı tamamen kesmenin ardından gelmesinin nedeni nedir. Kalbin onlarla tamamen ilşikisini kesip yalnızca Allah'a bağlamanın gerekçesi nedir?
Bu soruya kısaca şöyle cevap verilebilir:
Bunun başlıca nedeni uluhiyyet ve rububiyet noktasında tevhidi (bu niteliklerin yalnızca Allah'a ait olduğu hususu) gerçekleştirmektir.
"Rububiyetin tevhidi" Allah'tan başka yaratıcının olmadığı, ondan bağımsız hiç kimsenin hiç b;r işi yapamayacağı, aksine onun dilediğinin olacağı, dilemediğinin olmayacağı gerçeğim idrak etmek ve kabul etmektir. Nitekim Al-lah'ın dışındaki her varlık bir neden belirlediği zaman ona yardımcı olacak ya da onu o işi gerçekleştirmekten engelleyen bir ortak mutlaka gereklidir. Allah'ın dışındaki bir canlıdan herhangi bir işi yapması istendiği zaman, ondan bağımsız olarak ve kendi başına takdir edemeyeceği bir iş istenmiş olur. Nitekim, kuldan kendi istemiyle gerçekleştireceği bir işi yapması istense bile bu işi, Allah'ın kendisine yardımı olmadan gerçekleştirmesi mümkün değildir; insan kesin iradesi ve tam kudretiyle bir işi meydana getirmeye yönelse bile bu böyledir. Çünkü tam kudret (yapabililir-lik) ve kesin istem (irade) bulunsa bile dıştan bir takdir edenin mutlaka bulunması gerekir.
Aslında yalnızca Cenab-ı hakk'ın dilemesi, her istediği ni gerçekleştirebilmeyi gerektirir. Çünkü yalnızca Allah'ın dilediği olur, dilemediği olmaz. O'nun dışında hiç bir varlığın tek başına iradesi birşeyin gerçekleşmesini gerekli kılmaz. Ancak olmasını istediği birşey, dışarıdan bir takdiredenin takdiriyle olur. Eğer Rab bu hususta ona yardım etmezse kesinlikle yapmak istediğini gerçekleştiremez.
Kısaca tek başına kulun iradesi Allah'ın dilemesi olmadan hiçbir şeyi meydana getiremez. Nitekim Cenab-ı Hak konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
"Aranızdan müstakim olmak dileyenler için."
"Alemlerin Rabb'i Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz. Şüphesiz Allah bilendir, hikmet sahibidir."
"Dilediğini rahmetine sokar, zalimlere de acı bir az-ab vardır. (İnsan, 76/28-31)
"Dileyen onu düşünür, öğüt alır."
"Allah dilemedikçe onlar öğüt alamazlar. O, takva ve mağfiret ehlidir. (Müddessir, 74/55-56)
Yaratıktan birşey uman, elde etmek istediğini kalbi ile o yaratıktan diler. Oysa söz konusu yaratık bu konuda acizdir. Ayrıca bu davranış Allah'ın kesinlikle bağışlamayacağı şirktir. Allah'ın kullarına olan ihsanı ve olağanüstü nimeti onlarm kalbini tevhidden çevirecek, şirki talep etmekten onları engellemesidir. Ayrıca kul, uluhiyyet sıfatını yalnızca Allah'a Özgü kılmayı başarması halinde dünya ve ahiret saadetini elde etmiş olur. Bu durumu gerçekleştiremeyenler hakkında Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır.:
"İnsana bir darlık dokunduğu zaman, yanı üzere yatarken, otururken, yahut ayakta bize yalvarır; ama biz onun darlığını açıp kaldırınca sanki kendisine dokunan bir darlıktan ötürü bize hiç yalvarmamiş gibi hareket eder. İşte müsriflere, yaptıkları iş börlesine süslü gösterilmiştir."(Yunus: 10/12)
"Denizde size boğulma korkusuna benzer bir sıkıntı dokunduğu zaman, O'nun dışında bütün yalvardık-larmız kaybolur. Fakat o sizi kurtarıp karaya çıkarınca yine Allah'ı bırakıp tanımaktan yüz çevirirsiniz. Gerçekten insan nankördür. (İsra: 17/67)
Böyle durumlarda insan için Allah'ın birliğine delalet eden delil hasıl olur.
Nitekim Cenab-ı Hak müşriklerin de başlangıçta herşeyin yaratıcısı olarak Allah'ı kabul ettiklerini, ama daha sonra ortak koştuklarını, ortak koşmadan yalnızca O'na ibadet etmediklerini bildirmektedir:
"Deki: "biliyorsanız dünya ve içinde bulunanlar kimindir?"
"Allah'ındır," diyecekler. O halde düşünüp ilk kez yaratanın ikinci defa yine yaratabileceğini anlamıyor musunuz? de.
"Yedi göğün Rabbi ve büyük arş'ın rabbi kimdir" de.
"Allah'ındır, "diyecekler. O halde O'nun azabından korkmuyormusunuz" de.
"biliyorsanız söyleyin, herşeyin melekutu ve yönetimi elinde olan, koruyup kollayan fakat kendisi korunup kollanmaya muhtaç olmayan kimdir" de.
"Herşeyin yönetimi Allah'a aittir," diyecekler.
"O halde nasıl büyüleniyorsunuz" de. (Mü'minun: 23/89)
"Andolsun onlara: Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim sizin yararınıza çalışmak için boyun eğdirdi" desen:
"Allah" derler. O halde nasıl döndürülüyorsunuz? (Ankebut: 29/61)
Kuran- Kerim'de bu konu ile alakalı bir çok ayet vardır. Allah'ın kullarına sunduğu nimeti tammalamasımn bir diğer göstergesi, onlara bazı zorluklar ve sıkıntılar indirerek onları kendi birliğine sığındırması böylelikle dini yalnızca ona özgü kılarak ihlasla sadece ona dua etmelerini onun dışında hiç kimseden hiçbir şey dilememeleri ve kalplerini yalnızca ona bağlayıp, onun dışında hiç kimseye bağlamamalarını sağlamasıdır. Böylelikle kullar yalnızca Ona yaslanıp yalnızca ona güvenle ve yönelme neticesini elde etmiş, imanın lezzetini ve zevkim tatmışlardır. Şirkten uzak kalma hususu ise Allah in insanlara lütfettiği hastalık, korku ya da kıtlığın giderilmesi yahut geçim darlığını giderip yerine bolluk meydana getirmesinden çok daha büyük bir nimettir. Çünkü bu sayılanların hepsi kafirlerin müslümanlar-dan daha fazlasını elde ettikleri bedensel ve dünyevi nimetlerdir.
Dini yalnızca Allah'a has kılan ihlaslı tevhid ehlinin elde ettiği dünyevi ve uhrevi nimetlere gelince, bunların yüceliğini, sınırlarını sözle anlatmak, erdemlerini akılla belirlemek mümkün değildir. Zira her mü'minin, imanı ölçüsünde bu olağanüstü nimetlerinden nasibi vardır. Bundan dolayı geçmiş düşünürlerden bazısı şöyle demiş: ,"Ey insanoğlu, Efendinin kapısını ne kadar çok çalarsan ihtiyacın o kadar erken ve o kadar bol karşılanır."
Aynı bağlamda bazı şeyhler de şöyle demişler.
"İsterim ki Allah'a ihtiyacım olsun da Ona dua edeyim; bu vesile ile bana onu bilme ve ona yakarma lezzetini tad-ma imkanlarını açsın; bununla beraber nefsimin bu dua etmeyle eyleminden yüzçevirmesi korkusuyla karşılanmasını dilediğim ihtiyacımın erken verilmesini İstemem. Çünkü nefis haz almaktan başka bir amaç gütmez. Hazzı tadınca hemen ondan yüz çevirir."
Yahudilere ait bazı kaynaklarda ise şöyle denilmiştir:
"Ey insanoğlu! Bela benimle senin aranı birleştirir. Afiyet ve esenlikte olmak ise seninle nefsinin arasını birleştirir."
Bunun benzeri anlamlı (veciz) sözler hayli çoktur.
Mü'min kimsenin bunları açık ve gizli duyularla algılayabileceği, tadabileceği kadar mevcuttur. Bu anlattıklarımız hakkında az ya da çok bilgisi deneyimi bulunmayan hiç bir mü'min yoktur. Bunların hepsi tadılmadan bilinmeyen manevi olgular ve manevi lezzetlerdir. Burada kullanılan "zevk" kavramı, her ne kadar bazıları onu aslında dil ile tatmaya özgü kılınan bir kavram sanıyorsa da kitab ve sünnette kullanılışı, insanın ruhsal yapısına uygun veya ters düşen şeyi duyumsatma hususunda kullanılan bir kavramdan daha genel anlam içerdiğinde işaret etmektedir. "İhsas" kavramında olduğu gibi. Bu kavram da diğeri gibi normalde beş duyu organı ile duyumsanan hususlarda kullanılışından daha kapsamlı bir anlam alanına sahiptir. İşin bir de batın (içsel) yönü vardır.
Sözlükte bu kelimenin aslı "ruyet( görmektir)
Şu ayette kullanıldığı gibi:
"Şimdi onlardan hiçbirini görüyor musun?" (Meryem, 19/98) öte yandan "zevk" kavramı da Kuran-ı kerim'de şu anlamlarda kullanılmıştır:
1- "Bunun üzerine Allah o kente açlık ve korku elbisesini giyme acısın taddırdı. (Nahl: 16/112)
Görüldüğü gibi ayette korku ve açlık tadılan olgular olarak ifade edilmiştir. Ve o kente elbise nisbet edilerek, açlığın ve korkunun giyilmesi anlatımıyla, elbise,.onu giyen kişiyi kuşattığı gibi açlığın ve korkunun da o kenti öylece kuşattığı anlatılmıştır. Halbuki "acı duyma" olgusu bunun tesinedir. Çünkü acı insanın bütün algılama alanlarını kuşatmayı yalnızca bazı yerlere özgü kalır. Şu ayetler buna örnektir.
"Siz, acı azabı tadacaksınız. (Saffat:38/38)
"Tat, çünkü sen kendince üstün, şerefliydin." (Duhan: 44/49)
"O gün yüzü koyun ateşe sürüklenecekler "cehennemin dokunuşunu tadın." diye" (Kamer: 54/48)
"Orada ölümü tadmazlar. (Duhan: 44/57)
"Orada ne bir serinlik, ne içilecek bir şey tadmazlar."
"Yalnızca kaynar su ve irin." (Nebe: 78/24-25)
"Belki dönüp yola gelirler diye, mutlaka onlara o büyük azabından ayrı olarak yakın azabı da tattıracağız." (Secde: 32/21)
Öte yandan aynı kavramla alakalı olarak Resululah (s.a.v.) da şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın Rabhğına, islamın din olmasına ve MuT hammed'in NebÜiğine razı olup kabul eden kimse imanın lezzetini tatmıştır."
Bunun dışında "zevk" kavramının insan pisikolojisine uygun ve ters düşen konularda kullanıldığı da bir hayli çoktur. Şu hadiste olduğu gibi.
"Şu üç özellik kendisinde bulunan kimse imanın lezzetini yüreğinde bulur." Bu hadise önceki sayfalarda değinilmiştir.
Mü'min bir kimsenin imanın lezzetini yüreğinde bulması ve imanın lezzetini tatması gibi deyimleri, bu vecd halini elde eden kimseler ancak anlayabilir.
Bu zevki tadan kimseler birbirleri arasıda farklı derecelerdedirler. Bu zevki iman ehli olan kimseler ancak kalplerini tevhidi bir tecdidden gecikip Allah'ı birlediklerinde, şirkten arınmış ve ihlas ile dini yalnız ona özgü kılarak başkasına değil sırf ona yöneldiklerinde, birşeyi ancak onun için sevdiklerinde, yalnız ona güvenip ona bağlandıklarında yalnız onun için dost olup onun için düşman olduklarında başkasından değil sadece ondan dilediklerinde onun dışında hiç kimseden birşey ummayıp yalnızca ondan umduklarında sadece ve sadece ondan korktuklarında elde ederler. Bütün bunların yanı sıra bu kimselerin yapması gereken diğer görevler de vardır. Şöyle ki: Yalnızca ona ibadet eder yalnızca ona yardım dilerler. Halk arasında Hak ile olurlar; halkın yan\nda tutku ve dizginlenemeyen arzılarına yenik düşmezler; Allah'ın iradesinde kendi iradelerini ifna (yok) ederler; O'nun sevgsinde erirler. Onun korkusu karşısında başka korkuları yok eder. O'ndan ummanın karşısında başkasından umma duygusunu izale ederler; ona dua etmenin yanı sıra bir başkasına dua etmezler.. Bütün bu olgular, ancak nasibi olan kimselerce denenir, tadılır ve öylece anlaşılır. Herkes bunları nasibi ölçüsünde anlar. Mü'min olup da gücü nisbetinde bu olgulardan pay almayan hiç kimse yoktur. İşte Allah'ın kendisi ile rasullar gönderdiği adına kitaplar indirdiği ki Kur'an. bunların zirvesidir İslam'ın hakikati budur....
En iysini ve en doğrusunu bilen şanı yüce olan Allah'tır. [133]
[1] Ahmed Müsned: 1/170; Tirmizi: 5/529;
Nesai Amel'ül-yevm vel-Leyle: 656; Hakim Müstedrek: 1/505, 2/383.
[2] : 3-4.
[3] : 4-5.
[4] Buhari Da'avat: 7/149; Tevhid: 8/197; Edeb: 196; Müslim: 1/521; Ebu Davud Tatavvu: 2/77; îbn Mace İkame: 1/435; Ahmed Müsned: 2/264.
[5] : 5-6.
[6] : 6.
[7] İbn Mace İkame: 1/295; Dua: 2/1264; Ebu Davud Namaz: 1/501; Ahmed Müsned: 3/474
[8] Nesai Kitab'üs-Sehv: 3/54. Ata b. Saib babasının şöyle dediğim naklediyor: Ammar b. Yasir bizimle kısa bir namaz kıldı. Orada bulunanlar namazı niçin kısaltarak kıldığını sordular, şöyle cevap verdi: Ben orada Rauslulah'dan dinlenilen duayı okudum. Ammar oradan kalkınca, aralarından birisi onu izleyerek okuduğu duanın hangi dua olduğunu sordu. O da şu duayı okudu:
"Allah'ım! Senin, gaybi bilgin ve yaratıkların üzerine olan gücünle senden diliyorum; hayat benim için hayırlı olduğunu dieldiğin sürece beni yaşat; ölüm benim için hayırlı olduğunu bildiğin zaman da beni öldür. Allah'ım görünen ve görünmeyende senden korkmayı senden isterim. Rıza ve gazabında hak kelimeyi senden dilerim. Fakirlik ve zenginlikte doğru yolu senden İsterim. Senden bitmeyen nimet, kesintiye uğramayan göz aydınlığı, kazadan sonra rıza, ölümden sonra hoş bir yaşam isterim. Ayrıca senin cemaline bakma lezzetini; zarar veren zararlılardan başka ve saptıran fitne olmaksızın sana kavuşma arzusunu senden dilerim. Allah'ım bizi iman sözüyle süsle ve hidayet olmuşlardan kıl"
Bu haber ayrıca şu kaynaklarda yer almaktadır: Hakim Müstedrek: 1/524; İbn Hibban: 509; Ayrıca: Nesai: 3/474; Ahmed Müsned: 4/364. Hadisin ravileri güvenilir kimselerdir. Rasulullah'a ait olduğu tesbit edilen bu duanın kelimelerini inkar eden kelamcıların görüşüne iltifat edilmemiştir.
[9] : 6-8.
[10] Semmun b. Hamza (Semmun b. Abdulah da denilir): Ebu'l-Ha-sen el-Havvas; mezkur olaydan Ötürü kendine yalancı Semmun anlamına gelen: "Semmun-Kezzab" adını vermişti. Ser'i Sakati, Ebu Ahed el-Kaîanüsi ile arkadaşlık etmiş. Sevgiden en güzel söz edenlerden idi. Semmun, Irak'ta yaşayan sufilerin en büyüklerinden sayılır. Cüneyd'den sonra ölmüştür. Bkz: Tabakatu's-Safiye: 195-199; El-Hüye: X/209-314; Tarih-i Bağdadi: 9/234-237; Er-Risalet'ül-Kuşeyriye: .1/133; E!-Bidaye ven-Nihaye: 11/115.
[11] : 8-9.
[12] : 9-11.
[13] İbn Mace: Edeb: 2/1249; İbn Ebi Dünya Kitab'üş-Şükr: 113; Tirmizi Da'avat: 5/262; Nesaİ Amelü'1-yevm ve'1-leyle: 831.
[14] : 11-12.
[15] Tirmizi Fezail'ül-Kur'an: 5/184; Beyhaki Şuab'ül-İman: 567-568.
[16] Malik b. El-Huveyris, Tabiindendir; Mansur'dan rivayet etmiş. Şu'ab'ul-tman: 570.
[17] Hattabi Şe'nud-dua: 207; Fethu'1-Bari: 11/147. Arefe gününde yapılması gereken en faziletli dua hadisi İse şu kaynaklarda yer almıştı: Tirmizi Da'avat: 5/3585; Malik Muvatta: 422.
[18] : 12-14.
[19] : 14-16.
[20] : 16.
[21] : 17.
[22] Müslim Misafirin: 1/534-535; Ali b. Ebu Talib Allah Rasülu (s.a.v.) namaza kalktığı zaman şöyle dua ettiğini rivayet etmiş:
"Yüzümü, (özümü) hanif olarak gökleri ve yeri yaratana çevirdim; ben müşriklerden değilim. Kuşkusuz namazım, diğer ibadetlerim, hayatım ölümüm Alemlerin Rabbi içindir. O'nun ortağı yoktur. Ve benim ilk müslümanlardan olmam emredildi. Böylece Allah'ım sen padişahsın. Senden başka ilah yoktur; Sen benim Rabb'im, bense senin kulunum; ben kendime zulmettim ve günahımı itiraf ettim. Günahlarımın hepsini mağfiret eyle. Çünkü günahları mağfiret eden yalnızca Sensin. Senden başka hiç kimsenin daha güzeline hidayet etmediği ahlakın en güzeline beni hidayet eyle. Senden başka kimsenin beni yüz çevirtmediği kötülüklerden beni yüz çevirt, uzak tut. Evet, emrine hazırım. Bütün hayırlar Senin elindedir; serse Sana ait değildir. Ben Sana aitim ve sana yöneldim. Şanın yücedir; Sana istiğfar eder ve yalnızca sana tevbe ededim" Ayrıca bkz. Ebu Davud: 1/481; Tirmi-zi: 5/485; Nesai: 2/130; Darimi: 282; Ahmed: 1/94-102.
[23] Buhari Da'avat: 7/145-150.
[24] : 18-19.
[25] Hadisi İbn Cerir Taberi, tefsirinde kaydetmiştir: 15/2. 20
[26] : 19-21.
[27] Müslim Sahih: 2/1685.
[28] Müslim 3/2093.
[29] Buhari Dualar: 7/168; Yeminler ve Akidler: 7/229; Tevhid: 8/219; Müslim Zikir: 3/2072.
[30] Tirmizi: 5/599; Beyhaki Delail'ün-Nübüvve: 1/270.
[31] Ebu Davud Sünen: 5/172.
[32] Ebu Davud sünen: 1/542; İbn Mace:'1/287; Ahmed Müsned: 4/155.
[33] Müslim Sahih: 3/2023; Ebu Davud Libas: 4/350;
İbn Mace Zühd: 2/1397; Ahmed Müsned; 2/376, 414, 427-442.
[34] Buhari Peygamberler babı: c.4, s: 132, 133; Müslim Fezail c:2 s: 1846,-tbn Abbas ve Ebu Hueyre'den; Ebu Davud, c 5, s: 51, s: 4669, İbn Ab-bas'tan; Buhari, c: 4, s: 132; Nesai, el-Kübra, c. 7 s. 45, İbn Mesud'dan.
[35] Ahmed. c. 2,451; Hakim, el-Müstedrek, c. 2, s: 485 Ebu Hureyre'den
[36] : 21-27.
[37] Zayıf olduğu tesbit edilen bu hadisiAhraed ve Hakim kaydetmiştir. Ayrıca tahrici için bakınız: Beyhaki Şu'ab'ul-İman: 636.
[38] : 27-28.
[39] Tirmizi, İbn Mace, Ebu Yala ve Beyhaki, Şuabu'1-iman, 12. şube
[40] Buhari Enbiya: 4/112-137; Müslim İman: 1/114; Ahmed Müsned: 1/378-242-444.
[41] : 28-32.
[42] Buharı Kitabu'l-Zekat, c2, s. 130; K i tabu'1-Ahkam, c.8, s 111 Müsüm Kitabu'z-zekatcl s723, h.no: 1045; Beyhaki Şuabu'1-iman 22. bölüm
[43] Buhari Zekat: 2/129; Rekaik: 7/183; Müslim Zekat: 1/729; Ebu Davud Zekat: 2/295; Tirmizi Birr: 41/373; Nesai Zekat: 5/95-96; Darimi Zekat: 384; Ahmed Müsned: 3/367.
[44] Bu hikaye, Beğavi'nİn tefsirinde (4/301) genişçe anlattığı hikayenin bir parçasıdır. Anlatıldığına göre, Nemrut tarafından ateşe atılırken Cebrail geliyor ve: "Ey İbrahim! Bir ihtiyacın var mı? diye Halil'in (a.s.) halini soruyor. Halil yukarıda verilen cevabı veriyor. Diyor ki: "Bu sorudan kendini kastediyorsan, sana İhtiyacım yoktur" Bunun üzerine Cebrail:'"öyleyse Rabb'inden iste", önerisinde bulunuyor. O da: "Dilediğim şeyde o bana yeter zira benim durumumu biliyor" şeklinde karşılık veriyor. İbn Verrak bu son cümleyi: "Tenzİhuş-Şeriat-il-Merfu'a" adlı eserinde zikretmiş: 1/250. Ve İbn Teymİye bu haberin uydurma olduğunu söylediğini yazmış; El Albani ise: "Ed-Daifa" adlı eserinde bu habere yer vermiş ve haberin aslının olmadığını söylemiş.
[45] Buhari Da'avai: 7/154; Tevhid: 7/177-178; Müslim Zikir: 3/2093; Ahmed Müsned: 1/228, 254, 280, 284, 339, 356.
[46] : 33-35.
[47] Buhari: 1/41; Müslim: 1/61.
[48] tbn Ebu Asım Sünne: 1/9; El-Albani bu hadisin uydurma (mevzu) olduğunu söylemiş. Aynı hadisi Ebu Ya'la Müsned'inde kaydetmiş: 1/123, El-Heysemi hadisin ravilerinden Osman b. Matar'ın zayıf olduğunu söylüyor. Zevaid: X/207.
[49] : 36-37.
[50] Nesai Amelü'1-yevm vel-leyle: 429-430; Ebu'l-Aliye hadisi Rasulullah'tan mürsel olarak nakletmiş. Aynı hadisi merfu olarak şu kaynaklar almışlar: Nesai: 427; Hakim Miistedrek: 2/5337; Ebu Davud: 5/182; Darimi î/537 Taberani Mücem El-Kebir: 1586.
[51] Tirmizi Cami: 1/77-78; Müslim: 1/2Q9; Ebu Davud: 1/118-119; Nesai: 1/92; Ahined: 1/19 Öte yandan Nesai AmelrUl yevm vel-leyle ad
le bitirilmesi, namazın iki emirden en faziletlisi olan tevhid-le bitirilmesi içindir. Bunun amaçlanmadığında durum bunun tersinedir (Tevhid öne alınır, dua sona bırakılır). Çünkü tevhidin öne alınması daha faziletlidir.
Iı eserinde aynı hadisi Ebu Said'den şu sözlerle rivayet etmiş: "Kim ab-dest alıp ardından: "Allah'ım! Senin şanın yücedir, sana hamdolsun, Senden başka ilah olmadığına şehadet ederim; Sana istiğfar eder Sana tevbe ederim" derse bir deriye yazılıp mühürlenir ve kıyamete kadar bu mühür bozulmaz"
[52] Müslim: 1/534-536.
[53] : 37-40.
[54] : 40-41.
[55] Tirraizi: 5/278; Beyhaki Sünen: 10/116; Ed-Dü'ui-Mensur: 4/174.
[56] : 41-43.
[57] Buhari İlim: 1/40; Tevhid: 8/40; Müslim İmare: 2/1512-1513; Tirmizi Fezail; 4/179; İbn Mace Cihadr2/931; Ahmed Müsned: 4/397-405,417.
[58] : 43-45.
[59] Hadîsin aslı da tam tamına böyledir.Müslim hadisi iman bölümünde nakletmiş.
[60] Buharı İman: 1/19; İlim: 1/30; Ahad: S/136; Müslim İman: 1/47.
[61] Buhari 1/18; Müslim: 1/39.
[62] : 45-50.
[63] Müslim, Kitabu'z-zikir, c: 3, s: 2088,
[64] : 50-53.
[65] : 53-54.
[66] : 54-56.
[67] : 56-58.
[68] Hadis, Enes, Abdullah b. Abbas, Ebu Hureyre, Abdullah b. Ebu Evfa ve Abdullah b. Ömer'den rivayet edilmiştir. Beyhaki Şu'ab'ul-îman: 2.
[69] BeyhakiŞııabu'l-iman: 159
[70] Buhari Kitab'ül-Humus: 4/49; Ahmed Müsned: 2/482.
[71] Fethedilen memleketlerden elde edilen mallar.
[72] : 58-62.
[73] : 62-63.
[74] Buhari: 3/36; 6/193; Müslim: 2/1338; Nesai: 8/246-247; İbn Mace: 2/769; Darimi: 555.
[75] Müslim: 1/886-892; Ebu Davud: 2/455-463; İbn Mace: 2/1022-1027.
[76] Ebu Davud: 3/188; Hakim: 3/616; Beyhaki Sünen: 6/339; Ömer b. Abese'den; Ebu Davud: 3/142-143; Nesai: 7/131; Ahmed ve Beyhaki: 6/336-337.
[77] : 63-67.
[78] : 67.
[79] : 67-68.
[80] EI-Atebi, Ebu Abdullah, Muhammed b. Ahmed b. Ahmed b. Ab-dulaziz b. Utbe b. Humeyd b. Atebe b. Ebu Süfyan, el-Emevi e!-Süfya-ni el-Kurtubi, el-Maliki. Endülüs fıkıhçılarından olan bu alimin "el- Atabiye" adlı kitabı vardır. Bazı yolculuklara çıktı ve Sahnun'dan ilim aldı. Fikhi meseleleri ezberler ve onları bir araya getirirdi. Hadislerin tahriç edilmesini, ayetlerin iniş nedenini oldukça iyi bilirdi. Ancak rivayetlerinin birçoğu nakledilmiştir. Bkz: Tarih-i Ulema-İl Endülüs: 2/6-7; es-Siyer: 12/335-336; El-Vafi: 2/30; Tertib^l-Medarik: 3/144-146; Ed-Dibac'ül-Mezheb: 238.
[81] Taberani el-Kebir, Ebu Ümame'den, Heysemi, El-Hasen b. Dinar'ın Metruk-ul-Had İs (rivayet ettiği hadisler kabul edilmeyen) birisi olduğunu söylemiştir. Bkz: Mecma'uz-Zevaid? 1718.
[82] Beğavi Şerh'üs-Sünne: 1/213.
[83] Buhari Kitab'ül-Eymen ve'n-Niizur: 7/218; Ahmed Miisned: 4/336.
[84] : 68-75.
[85] : 75-77.
[86] Buhari Tevhid: 8/375; Müslim İman: 1/160; Tirmizi Tefsir: 5/352; Ahmed Müsned: 6/241; Diirrü'l-Mensur: 6/613.
[87] Buhari Daavat: 6/146; Müslim: 3/2104.
[88] Müslim iman: 1/177; Tirmizi: 4/713; Ahmed Müsned: 5/157-160. 82
[89] : 77-83.
[90] Buharı Rikak: 7/187; Müslim İman: 1/118.
[91] : 84-86.
[92] : 86-90.
[93] B u şiir el-Bihteri'ye aittir. Başlangıç dizesi şöyledir: "İki karşıtlık, bir güzellik için bir araya gelirler"
[94] Ebu't-Tayyib, el-Mütenebbi Divan: 1/22.
[95] SiyerA'lamu'n-Nübela: 10/597; Tarih-u Bağdat: 13/307.
[96] Müslim: 2/1828. Ebu Musa el-Eş'ari şöyle diyor: "Rasulullah (s.a.v.) kendisini bize şöyle tanımlıyordu: "Ben Muhammed'im, ben Ahmed'im, ben Mukaffa'yım, ben Haşir'im, ben tevbe ve rahmet peyam-beriyim"; Ahmed Müsned: 5/404.
[97] : 90-95.
[98] BuhariRekaik: 7/190. 96
[99] Buharı Menakib'ül-Ensar: 4/232; Ahkam: 8/109; Müslim Akdiye: 2/1339.
[101] Bkz. İsabe: 2/173.
[102] Taberi Tefsir: 4/298.
[103] : 98-100.
[104] Taberi,Tefsir, c.IV, s.298
[105] : 100-101.
[106] : 101-103.
[107] Buhari Kitabu't-Tefsir: 6/93; Müslim Salat: 1/350; Ebu Davud Salat: Ahmed Müsned: 6/43, 49, 190.
[108] Buhai Daavat: 7/145.
[109] Müslim Zikir: 3/2075; Beyhaki Şuab'ul-lman: 47.
[110] Buhari Dualar: 7/166; Müslim Zikir: 3/2087.
[111] Buhari Ezan: 1/180; Müslim Mesacid: 1/419;
Ebu Davud Salat: 1/493; Nesai: 2/129; İbn Mace: 1/263; Ahmed: 2/494.
[112] Müslim: 1/346-347.
[113] Müslim Salat: 1/350; Ebu Davud: 1/547.
[114] Ebu Davud Cihad: 3/77; Tirmizi Da'avat: 5/501;
Nesai Amel'ul-Yevm vel-leyle: 502; İbn Hihban Sahih: 2380-2381; Hakim Müstedrek: 2/98-99; Beyhaki Sünen: 5/252.
[115] Buhari: Tevhid: 8/73; Müslim İman: 1/180; Beyhaki Şu'abül-İman: 303.
[116] Buhari Tefsir: 6/44; Beyhaki Şuab'ul-tman: 33.
[117] : 103-107.
[118] Hadisi bu sözleri ile kaynaklarda bulamadım. Ancak Tirmizi Enes b. Malik'ten aynı hadisi şu sözlerle nakletmiş: Rasulullah buyuruyor:
"İnsanlar dirilmeye başladığında ilk dirilecek olan insan benini. İnsanlar bir araya toplandrklarndan onların konuşmacıları ben olacağım; hesapları kolay görüldüğünde onları cennetle ilk müjdeleyen ben olacağım. Hamd sancağı benim elimde olacaktır. Rabbi katında insanoğlunun en kerametlisi ben olacağım, ancak bununla övünmüyorum. Ebu İsa bu hadisi garip olarak tanımlamıştır. 5/585; Beyhaki Delail: 5/484; el-Albani bu hadisi Camius-Sağir'in zayıf hadisleri adlı çalışmasında zikretmiş: 1406; Timizi Ebu Said'den: 5/587; Ahmed: 3/2; İbn Mace: 2/1440; Tirmizi: 5/586; Übeyy b. Ka'b'dan, Rasulullah şöyle buyurdu:
"Kıyamet günü olduğu zaman ben peygamberlerin konuşmacısı ve imamı olacağım; onlara ancak ben şefaat edeceğim, fakat bunlaila övünmüyorum." Ahmed; 5/137-138; İbn Mace: 2/1443; Hakim: 1/71.
[119] Buharı Meğazi: 5/66; Müslim Cihad: 2/1413; Tirmizi: 5/285-286; Ahmed: 3/122-134-173-197-215-252; Ebu Ya'la Müsned: 5/308, 5/21; Taberi Tefsir: 26/69; el-Vahidi, Esbabu'n-Nüzul: 404-405; Beyhaki Sünen: 9/222.
[120] : 108-111.
[121] : 112-113.
[122] : 113-115.
[123] Ebu Davud Nikah: 2/609; Müslim Edeb: 2/1699 116
[124] : 115-119.
[125] : 119-120.
[126] Müslim îman: 1/112. 120
[127] Buhari: 8/49
[128] : 120-122.
[129] Müslim, Kitab-üi -iman, c. I, s.62; Beyhaki, Şu'ab'ül-iman, H.195.
[130] Ahmet, el- Müsned, c. i; s. 376, 223-433; El- Hakim, c. IV, s. 242; ElBeyhaki, Şu'ab'ül- îman, Tevbe babı, 47, Şube.
[132] Ebu Davud, c. IV, s. 81-82; H. No 3674; İbn Mace, c. II, s. 1121; H. No 3380 , El - Hakim, el- Müstedrek, c. II, s. 32.
[133] : 126-135.