Kur'ân'ın Müteşâbihleri
1. Müteşâbihin Manası ve Niteliği
Müteşâbih, sözlük anlamı itibariyle iki şeyin birbirine benzemesi manasını ifade eden "teşâbüh" masdarından türemiş ism-i fâil/etken ortaçdır. Teşâbüh de, "şibh" kökünden türetilmiş "tefâül" vezninde bir kelimedir. Anlamı iki şeyin birbirine benzemesi demektir. Buna göre birbirine benzeyen iki şeyden her birine de, "müteşâbih" denilmektedir[.
1]
Müteşâbih kavram olarak da: "Manaları bilinemeyen yahut herhangi bir sebepten ötürü anlamlarında kapalılık bulunan ya da birden çok manaya ihtimali olup, bu manalardan birisini tercihde zorluk soz konusu olan âyet, kelime ya da harflerdir" şeklinde tanımlanabilir.
Tanıma bakıldığı zaman görülür ki, müteşâbih âyetlerde, "bilinemezlik", "kapalılık" ve "benzer anlamların tercihinde zorluk" gibi üç ayrı nitelik bulunmaktadır. "Bilinemezlik" vasfı, Kur'ân'ın bir kısım âyetlerinin mana itibariyle, ancak Mutlak Kudret'in bilgisi dahilinde olduğunu gösterir. Bu da onlann mahiyet ve hakikatlerinin bilinemezliğini ifade eder. Bir kısım âyetlerde de bazı yönlerden "kapalılık" söz konusudur, bu yüzden o tür âyetlerin yorumlanmasında mutlaka başka nasslara ihtiyaç vardır ve yapılan yorumların Allah'ın maksadını kesin olarak ortaya koyduğunu iddia etmek de imkânsızdır. Diğer bir kısım âyetler de farklı anlamlara müsaittir ve bu anlamlarda da tercihi zorlaştıracak derecede bir benzerlik mevcuttur. Dolayısıyla bu nevi âyetlerin yorumlanmasında da hem bazı zorluklar bulunmaktadır, hem de sonuç itibariyle burada yapılan tercihin isabetli ve mutlak doğru olduğunu iddia etmek mümkün görünmemektedir. Bu sebeple son şıkta da birden çok manadan birinin mi, yoksa hepsinin mi kastedildiğinin bilinemezliği yanında, biri kastedilmiş ise hangisi olduğunun anlaşılamazlığı da söz konusudur.
Bilindiği gibi müteşâbihlerin dışında kalan âyetlere de "muhkem" ismi verilmektedir. Buna göre muhkem nas da: "Kendisiyle neyin kastedildiği anlaşılabilecek derecede açık olan, nazım ve te'lifi itibariyle herhangi bir ihtilâfa yol açmayan ve tek bir anlama delâlet eden âyet"[2] demektir. [3]
2. Kur'ân'ı Nassları Sınıflandıran Âyetlerin Tahlili
Muhkem ve müteşâbih açısından Kur'ânî nassların yerini belirlemede, üzerinde durulması gereken üç âyet vardır. Bu âyetlerden birine göre Kur'ân'ın tamamı muhkemdir. Söz konusu âyet, Hûd Sûresi'nin:
"Elif lam râ, (bu) öyle bir kitaptır ki âyetleri, hikmet sahibi ve her şeyden haberi olan (Allah) tarafından muhkem kılınmış sonra da güzelce açıklanmıştır."[4] âyetidir.
Bir âyete göre de Kur'ân'ın tamamı müteşâbihtir. Bu da,
"Allah sözün en güzeli olan Kur'ân'ı, her şeyi tekrar tekrar beyân eden bir kitap halinde indirdi..."[5] âyetinde ifade edilmektedir.
"Habîbim sana kitabı indiren O'dur. Ondan bir kısım âyetler muhkemdir ki bunlar kitabın anası (temel) dır. Diğer bir kısmı da müteşâbihlerdir..."[6] âyeti de, Kur'ân nasslarının bir kısmının muhkem bir kısmının da müteşâbih olduğunu beyân etmektedir.
Söz konusu edilen bu üç âyet arasında ilk bakışta bir çelişki olduğu düşünülebilir. Ancak dikkatle incelendiği zaman aralarında esasen herhangi bir çelişkinin olmadığı görülür. Çünkü Hûd Sûresi'nin ilk âyetinde yer alan muhkem lafzı, her yönüyle bozulmadan uzak, sağlam[7] ve sonsuz hikmetleri ihtiva etmek manasına gelmektedir[8]. Buna göre "Kur'ân'ın tamamı muhkemdir" sözü, onun nazım ve icazının güzelliğini[9], lafız ve mana cihetiyle âyetler arasında bir bozukluk ve tenakuzun olmadığını ifade eder[10]. Nitekim er-Râzî (öl.606/1209) de söz konusu âyeti tefsir ederken "Âyetleri muhkem kılınan kitâb..."[11] sözünün "âyetleri herhangi bir şekilde yürürlükten kaldırılmayan kitâb" manasına geldiğini belirtmiştir[12].
Kur'ân'ın tamamını müteşâbih gibi gösteren Zümer Sûresi'nin 23. âyeti de âyetlerin belagat, fesahat ve icaz yönleriyle birbirlerine benzedikleri[13] ve birbirini tasdik ettikleri[14] anlamına gelir.
Âl-i İmrân Sûresi'nin 7. âyetinde ise, muhkem ve müteşâbih kelimeleri ıstılahı anlamda Kur'ân'ın bir kısım âyetlerinin muhkem, bir kısmının da müteşâbih olduğunu ifade etmektedir[15].
Böylece anlaşılmaktadır ki âlimler, ilk iki âyette zikredilen muhkem ve müteşâbih kelimelerini lügat anlamı itibariyle dikkate alarak, söz konusu âyetlere bu bağlamda mana vermişler, Al-i İmrân 7. âyette geçen aynı lafızları ise, terim olarak nitelendirip söz konusu nassı, Kur'ân âyetlerini sınıflandıran bir âyet olarak ele almışlardır. Tabiatıyla böyle bir sonuç da, Âl-i İmrân 7. âyetin müteşâbihât açısından ne derece ehemmiyet arzettiğini ortaya koymuş olmaktadır. [16]
3. Müteşâbihlerin Çeşitleri
eş-Şâtıbî (öl.790/138) müteşâbihleri, mutlak ve izafî olarak ikiye ayırmıştır[17]. Ona göre mutlak müteşâbihler, mahiyetlerini yalnız Allah Taâlâ'nın bildiği, izafî olanlar ise rüsûh sahibi âlimlerin anladığı müteşâbihlerdir. [18]
a. Mutlak Müteşâbihler
Bu tarz müteşâbihler biraz önce de belirttiğimiz gibi, beşerin gücü dahilinde olmayıp hakikat ve mahiyetlerini ancak Allah Taâlâ'nın bildiği müteşâbihlerdir. Bu nitelikteki müteşâbihlerin başında hurûf-ı mukattaa gelmektedir. Ancak bu konuyu biz daha sonra müstakil olarak ele alacağımız için şimdi üzerinde durmak istemiyoruz. Bundan başka Allah'ın sıfatları, âhiret ahvâli ve "Rûh", "Sûr", "Dabbetu'1-arz", "Arş", "Kürsî", "Kalem", "Levh-i mahfuz", "Sidre-i müntehâ", "Beyt-i ma'mûr" gibi kesin anlamlarını yanlız Yüce Allah'ın bildiği kavramsal müteşâbihler de mevcuttur. Şimdi bu kavramlardan ilk üçü üzerinde biraz duralım.
l. Rûh
"Sana ruhtan soruyorlar. De ki: "Rûh, Rabbimin emrindendir. Size ilimden pek az bir şey verilmiştir"[19] âyetinde ifade edilen ruhun mahiyeti hakkında bilgimiz olmadığı gibi, buradaki rûh ile Kur'ân'ın mı, Kur'ân'ı Hz. Peygamber'e indiren Cebrail'in mi, Kur'ân'ın vahyediliş biçiminin mi, yoksa bedenlere hayat veren ruhun mu kastedildiği hususunda da kesin bir bilgimiz yoktur[20].
Aynı şekilde söz konusu âyette geçen "...De ki: "Rûh, Rabbimin emrindendir..." sözünde de farklı iki anlam vardır. Birincisi rûh yani Cebrail, Allah'ın emriyle hareket eder, O'nun emriyle vahiy getirir. İkincisi de âyetteki emir lafzı, iş ve fiil manasına alınarak, ruhu Allah yaratmıştır, dolayısıyla mahiyetini de ancak O bilir. İnsanların bu konudaki bilgileri azdır[21], anlamı verilebilir ki, İbn Kesîr de bu görüşü tercih etmiştir.[22]
"... Size ilimden pek az bir şey verilmiştir" hitabının da genel anlamda insanlığa mı, yoksa husûsî olarak soruyu soranlara mı ait olduğu hususu da açık değildir. Bazı müfessirlere göre "size ilimden az bir şey verildi" cümlesindeki muhatab zamiri, bütün insanlara yöneliktir. Bu durumda hiç kimse ruhun mahiyetini bilemez. Bir kısım müfessirlere göre de söz konusu zamirle yalnızca yahudiler kastedilmiştir. Yani âyet, bütün insanların ruhu bilemeyecekleri manasına yorumlanmayıp, sadece soruyu yöneltenlerin bu konudaki bilgilerinin azlığını ifade etmektedir[23].
2. Sûr
Kur'ân'ın on ayrı âyetinde zikredilen "sûr"[24] da, müteşâbihât çerçevesinde ele alınması gereken kavramlardan biridir. Çünkü sûrun hakikat ve mahiyeti, sûra üfrülme zamanı ve sûrlar arasındaki sürenin ne kadar olduğu gibi hususlar insanoğlu için hâlâ birer sırdır.
Müfessirlerin verdikleri bilgilere göre sûr, ceylan veya başka hayvanların boynuzlarından yapılan ve şiddetli bir ses çıkaran boru demektir[25], Ancak bu, kıyametin kopması esnasında ve daha sonra da insanların yüce divanda toplanmalarını temin etmek maksadıyla İsrafil (as)'in üfleyeceği kıyamet borusunun özel adıdır[26].
"Sûr" kavramının geçtiği âyetlere bakıldığında söz konusu âletin üç ayrı zamanda kullanılacağı anlaşılmaktadır[27]. "Nefhatu'l-feza"' denilen ilk üfleyişte bütün insanları şiddetli bir ölüm korkusu saracaktır. Buna,
"Sûra üflendiği gün, göklerde ve yerlerde bulunan kimseler, hep korku içinde kahrlar..."[28] âyeti işaret etmektedir.
"Sûra üflendi, göklerde ve yerde olanlar hep düşüp öldüler. Ancak Allah'ın dilediği kaldı..."[29] âyeti de bütün mahlukatın ölümüne yol açan ikinci nefhayı haber vermektedir
"Sûra üflendi, işte onlar kabirlerinden (kalkıp) Rablerine koşuyorlar"[30], âyetine göre ise, üçüncü defa sûra üflendiği zaman, bütün insanlar dirilecek, kabirlerinden doğrulup kalkacak ve ilâhî mahkemeye doğru yürüyeceklerdir[31].
Sûr kavramına verilen bu anlam yanında onu, "suret" in çoğulu "suver" şeklinde okuyarak, bedenlere hayat soluğu üfürmek veya canlandırmak manasını veren âlimler de vardır[32].
"Sûr" ya da "suver" şeklinde okunup farklı anlamlar verilmesi bir yana, esas üzerinde durulması gereken nokta, biraz önce de değindiğimiz gibi hem varlıkların ölümünü hem de dirilmelerini sağlayan sûrun mahiyeti, ilk sûra ne zaman üfürüleceği ve her sûra üfürülme müddetinin ne kadar olacağı gibi hususlardır. Ancak ifade etmeye çalıştığımız bu noktaların açıklığa kavuşturulması hususunda ne bir Kur'ân âyeti ne de Hz. Peygamber (sav)'den bize ulaşan sahih bir haber mevcut olmadığı için, konuyla ilgili olarak nakledilen bilgilerin kesinlik arzettiğini söylemek mümkün görünmemektedir. Her ne kadar bazı tefsirlerde sûra üfleyecek meleğin ve sûrun bir takım özellikleriyle üfürme zamanı ve meydana gelecek hâdiselerle ilgili rivayetler naklediliyorsa da, bu tür konularda dikkatli olmak gerekmektedir. Çünkü böylesi haberler genellikle, Ka'bu'l-Ahbâr (öl.32/652) ve Vehb b. Münebbih (öl.110/728-114/732) gibi daha önce ehl-i kitâbtan olup sonradan müslümanhğı kabul eden bazı sahâbîlerden gelmektedir. Yani isrâilî haber olma ihtimalleri söz konusudur[33].
3. Dabbetü’l-arz
"O söz başlarına geldiği zaman, onlara yerden bir dâbbe (canlı) çıkarırız) o onlara insanların, âyetlerimize içtenlikle inanmadıklarım söyler"[34] âyetinde, kıyametten önce çıkarılacak olan bir canlıdan söz edilmektedir. "Dâbbetü'1-arz" denilen bu canlının şekli, büyüklüğü, yaratılış özellikleri, nereden, ne zaman ve nasıl ortaya çıkarılacağı konusunda çeşitli rivayetler mevcuttur. Bunlardan bazılarına göre o canlının boyu yetmiş arşın yahut bulutlara değecek kadar uzun, bazılarına göre de, dört ayaklı, iki kanatlı, öküz başlı, domuz gözlü, fil kulaklı, deve boyunlu, aslan yeleli, kaplan renkli, koç kuyruklu ve deve ayaklı olacaktır. Yerden çıkışı ya üç gün sürecek yahut üç gün içinde ancak vücudunun üçte biri çıkacaktır. Çıkış yeri, Mescid-i haram veya Safa Tepesi olacaktır[35]. Çıkış zamanı ise, iyiliği emr ve kötülükten sakındırmanın terkedildiği bir zamandır[36].
Görüldüğü gibi dâbbetü'l-arz'ın mahiyetiyle ilgili tefsirlerde anlatılan hususların hiç birisi, yukarıda geçen en-Neml: 27/82. âyette mevcut değildir. O halde bu tür nakillerin kaynağı Hz. Peygamber (sav)'in hadisleri midir? Ancak konuyla ilgili hadislere bakıldığı zaman görülür ki, Ebû Hureyre'nin, "Bu canlı, Musa'nın asâsını ve Süleyman'ın mührünü beraberinde getirecek, asâ ile inananların yüzüne "mü'min", mühür ile de inkarcıların yüzüne "kâfir" damgasını vuracaktır"[37] rivayeti dışında dâbbetü'1-arz kıyamet alâmetlerinden biri olarak zikredilmektedir[38].
Bu da gösteriyor ki söz konusu nakiller, sahabe ve tabiiler zamanında çevrede dolaşan ve halk arasında yaygın olan rivayetleri yansıtmaktadır. Bu durumda hadislerde rastlanmayan bu tür âyetlerin yahudilerden veya başka din mensuplarından Araplara geçmiş haberler olduğu söylenebilir. Buna göre denilebilir ki, dâbbetü'l-arz hakkında bildiklerimiz bilmediklerimize kıyasla yok denecek kadar azdır. Tabiatıyla bunlar arasında dâbbetü'l-arz'ın ne zaman ve nereden çıkacağı gibi iki temel husus da yer almaktadır. Ayrıca bizim için bilinmeyen bir başka nokta da, onun mahiyetidir. Bunun için henüz mahiyetine muttali olamadığımız "dâbbetu'l-arz" da, Allah'ın bilgi hazinesine ait kapsamlı ilim içerisinde yer almaktadır[39].
Sonuç olarak şunu ifade edelim ki, mutlak müteşâbihlerin mahiyeti hakkındaki bilgiler, ancak Allah Teâlâ'ya mahsustur. Gerçi söz konusu tarzdaki âyetlerle ilgili bazı te'villere de rastlamak mümkündür. Ama bunlar, o âyetlerde yer alan lafızların sözlük manaları istikametinde yapılan açıklamalardan ve kişisel yorumlardan ibarettir. Dolayısıyle bu tür yorumların, Allah Taâlâ'nın kastettiği hakiki manaları ortaya koyucu nitelikte yorumlar olduğu söylenemez. Kaldı ki, yapılan bu yorumların da bir kısmı tutarsızdır, bir kısmı da isrâilî haber niteliğindedir. O halde bu konuda söylenecek en isabetli söz şu olmalıdır: Hakiki müteşâbihlerin manaları Allah'ın yanındadır. Bu yüzden söz konusu tarzdaki âyetler üzerinde yapılan açıklama ve yorumlar hiçbir zaman o âyetlerin hakiki anlamlarını ortaya koyucu nitelikte değildir. [40]
b. İzafî Müteşâbihler
Müteşâbihlerin ikinci kısmını da izafî müteşâbihler oluşturur. Bu kısımda yer alan müteşâbihler, kastedilen mananın anlaşılmasında bir delile veya haricî bir açıklamaya ihtiyaç gösteren hafî, müşkil, mücmel, mübhem, müevvel, mutlak ve genel manalı âyetlerle garib kelimeler ve dilcilerin manalarında ihtilaf ettikleri lafızların bulunduğu âyetlerdir. Bunlardan başka yaratıcının varlığı ve birliğine işaret eden ve kâinata dair gerçeklerden bahseden kevnî/kozmolojik âyetler de aynı şekilde bu tarz müteşâbihlerden kabul edilebilir.
Ancak izafî müteşâbihlerdeki benzeyişin yoğunluğu, hakikî müteşabihlere oranla daha azdır. Bu yüzden âlimler, bir takım karinelerden hareketle, izafî müteşâbihlerle ilgili olarak yorum yapma şansına sahiptirler. Tabiatıyla burada önemli olan söz konusu özellikteki âyetlerin anlaşılmalarına temel teşkil edecek karineleri iyi tesbit edebilmektir. Bu da, âlimlerin ilmî kapasite, yetenek ve kavrayışlarıyla ilgilidir. Yani belli bir ilmî olgunluğa ve yorum gücüne sahip olan müfessirlerin başka konularda olduğu gibi bu konuda da karineleri doğru tesbit ederek Kur'ân'ın özüne uygun yorumlar getirmeleri mümkündür. [41]
ba. Lafzî Müteşâbihler
Kelimenin yapısında görülen bu nevi müteşâbihlik, lafzın ya garip ya da müşterek olması durumunda söz konusudur. Bu yüzden lafzî müteşâbihleri iki kısma ayırmamız uygun olacaktır. [42]
baa. Garip Lafızlar
Kur'ân'ın bazı kelimelerinin garabetten dolayı müteşâbih olduğu ileri sürülmektedir, Meselâ Hz. Ebû Bekr (ra)'e "Meyva (lar) ve çayır (lar) bitirdik"[43] âyetinin manası sorulduğunda,
"Şayet Allah'ın kitabı hakkında bilmediğim bir şeyi söylersem, hangi semâ beni altında gölgelendirir, hangi yer beni üzerinde barındırır?" demiştir[44]. Hz. Ömer (ra) de söz konusu âyetin bulunduğu sûreyi minberde okuyup,
"Bütün bunları biliyoruz, fakat "ebben" nedir? -diye kendi kendine sormuş, sonra da elinde bulunan asayı kırmak suretiyle- Allah'a yemin ederim ki, bu bir tekellüftür/güçlüktür"[45] diyerek, bu nevi ayetlerin manalarıyla ilgili yorum yapmanın zorluğuna işaret etmiştir.
Bu iki rivayette de görüldüğü gibi Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer (ra) kendi kabileleri tarafından kullanılmayan "ebben" kelimesinin hakiki anlamda neye delâlet ettiğini bilmediklerini açıkça beyân etmişlerdir.
"ebben" lafzının müteakip âyette icmâlî olarak, hayvanların yedığı bir çeşit bitki manasına geldiği anlaşılmaktadır. Çünkü, "Sonra arzı göz göz yardık da oradan ekinler, üzüm bağları, sebzeler, zeytin ve hurma ağaçları, iri ve sık ağaçlı bahçeler, meyveler ve çayırlar bitirdik. (Bütün bunlar) sizi ve hayvanlarınızı yararlandırmak içindir"[46] âyetlerinin delâleti bunu ifade etmektedir. Yani insanların yiyecekleri sayılarak, ardından "bütün bunlar sizin ve hayvanlarınızın faydalanması içindir" denilmiş olması, söz konusu kelimenin hayvanların yedikleri bir çeşit yiyecek olduğunu göstermektedir. Ancak bu, karineden anlaşılan bir manadır. Dolayısıyla kesinlik arzetmemektedir. Bu yüzden denilebilir ki, "ebben" kelimesinin manasını tayinde ve bununla hangi çeşit bir bitkinin kastedildiğini belirlemede bir zorluk vardır. Çünkü bu kelime lügatte çayır, otlak[47], sebze, saman ve çerez[48] gibi anlamlara gelmektedir[49].
Sonuç olarak şunu söyleyelim ki, müfred lafızlardaki garabet, teşâbühe yol açan sebeplerden biridir. Çünkü bu nevi kelimeler mana cihetiyle mücmeldirler ve anlaşılmalarında, her zaman bir karîneye ihtiyâç vardır[50]. Ancak karineye dayalı olarak yapılan yorumların da ilâhî maksadı ortaya koyucu yegâne manalar olduğunu ileri sürmek de her zaman mümkün değildir. [51]
bab. Müşterek Lafızlar
Lafızdaki iştirak, kelimenin birden fazla manaya gelmesi durumunda söz konusudur[52]. Başka bir deyişle şayet bir lafız birden çok mana ifade eder ve bu manalardan birini tercinde zorluk olursa, o takdirde böyle bir lafız, manasmdaki iştirakten ötürü müteşâbih kabul edilir. Meselâ, "Bunun üzerine, yanlarına gelip sağ eliyle vurdu"[53] âyetinde yer alan “Yemin” kelimesinde bu anlamda bir teşâbüh vardır. Çünkü bu lafız, "sağ el", "kuvvet" ve "yemin" manalarına gelmektedir. Buna göre âyetin manası, İbrahim (as) kavmine ait putlara sağ eliyle yahut kuvvetli bir biçimde veya yemin ederek vurdu şeklindedir. Bu durumda âyete bu manaların hepsi de verilebilir. Zira bu manalar, yemin lafzında müşterektir[54].
Ayrıca köle ve efendi anlamında kullanılan "mevlâ", câriye ve gemi[55] manasına gelen "el-câriye"', susuzluk veya suya kanmak anlamını ifade eden "en-nehl"', ayrılmak, ortaya çıkmak, ve uzaklaşmak manası verilen "bâne" kelimeleri de bu hususa örnek olarak verilebilir[56].
bb. Manevî Müteşâbihler
Müteşâbihlik bazen de âyetlerin manalarında görülebilir. Bu, söz konusu âyetlerin mana bakımından açık olmamalarından veya birden çok anlam ifade etmelerinden kaynaklanmaktadır. Allah Teâlâ'nın varlığına ve kudretine işaret eden âyetlerle, kâinata dair bazı gerçekleri dile getiren âyetler bu başlık altında ele alınabilir. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için bazı örnekler üzerinde duralım.
1- "O, iki denizi birbirine salmıştır. Bu, tatlı, susuzluğu giderici; şu tuzlu ve acıdır. Ve ikisinin arasına birbirine kavuşmalarına engel olan bir perde koymuştur"[57],
"İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir, (Ancak) aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmazlar"[58] âyetlerinde bu anlamda bir müteşâbihlik söz konusudur. Zira bu âyetlerde geçen ve tatlı su ile acı suyun karışmasına engel olan perdeyi, et-Taberî[59], er-Râzî[60], İbn Kesîr[61] ve Elmalılı Hamdi Yazır[62] iki deniz arasında bulunan "kara parçası" ya da "Allah'ın kendi kudretinden yarattığı bir sed" olarak algılamışlardır. Halbuki yapılan son bilimsel araştırmalara göre bu iki su kütlesinin birbirine karışmasına mâni olan berzah/perde iki deniz arasında bulunan harika bir "su engeli" dir. Konuyla ilgili olması bakımından ünlü deniz bilimcisi Jacques Cousteau'nun bir araştırmasından burada söz etmek istiyoruz. Onun bu konudaki açıklaması şöyledir:
"Bazı araştırıcıların farklı deniz kütlelerini birbirinden ayıran engellerin bulunduğu hakkındaki görüşlerini inceliyorduk. Araştırmalar sonunda gördük ki, Akdeniz'in kendine özgü sıcaklığı, tuzluluğu ve yoğunluğu vardır. Sonra Atlas Okyanusundaki su kütlelerini inceledik ve onun Akdeniz'den tamamen farklı olduğunu müşahede ettik. Bu iki su kütlesi, Cebel-i Târık Boğazi'nda birleşiyor ve bu birleşme binlerce yıldan beri sürüyordu. Buna göre iki denizin karışması ve sonuç olarak tuzlulukta, yoğunlukta içerdikleri madde oranında eşit veya eşite yakın bir durumda olmaları gerekirdi. Oysa kütlelerinin birbirine karışmadığını ve her iki denizin yakın kısımlarında dahi ayrı bir yapıya sahip olduğunu hayretle müşahede ettik. Bunun üzerine yaptığımız araştırmalarda bizi şaşkına çeviren bir durumla karşılaştık. Zira bu iki denizin karışmasına birleşme noktasında bulunan harika bir "su engeli" mâni oluyordu.
Aynı türdeki bir "su engeli" 1962 yılında Alman bilim adamları tarafından, Aden Körfezi ile Kızıl Deniz'in birleştiği Mendep Boğazı'nda da bulunmuştu. Sonraki araştırmalarımızda farklı yapıdaki bütün denizlerin birleşme noktalarında aynı "su engeli" nin bulunduğuna tanık olduk"[63].
Görüldüğü gibi söz konusu âyetlerde ifade edilen berzah/perde müfessirler tarafından kara parçası yahut da mahiyeti bilinmeyen bir sed diye izah edilirken, günümüzde yapılan araştırmalar sonucunda bunun, denizlerin birleşme noktalarında bulunan ve suyun yüzey gerilimi sonucu ortaya çıkan bir "su engeli" olduğu tesbit edilmiş ve bunun tabii bir sonucu olarak her iki âyete klâsik müfessirlerin verdikleri anlamlardan daha farklı bir mana verilmiştir. Elbette ki bu manalar, söz konusu âyetler için nihâhî manalar değildir. Belki bir müddet sonra yapılacak olan yeni araştırmalar ardından yeni bakış açıları getirecektir. Ancak insan aklı ve çalışmasının bugün ulaştığı netice bundan ibarettir, bu da tefsir ilmi açısından oldukça önemlidir.
2- "Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslam'a açar; kimi de saptırmak isterse onun göğsünü de (o kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar..."[64] âyetini müfessirler, Allah'ın hidâyete erdirmek istemediği kimsenin doğru yolu bulmasını, göğe çıkmanın imkânsızlığına bağlayarak, "İnsanın, göğe çıkmaya nasıl gücü yetmezse Allah kalbine imân sokmadığı müddetçe insanın, mümin olmaya da gücü yetmez"[65], ya da "İnsan için göğe yükselmek ne derece uzak ise, kâfire de imân o derece uzaktır"[66] şeklinde sırf kelâmî açıdan ele almışlardır. Halbuki anlaşıldığına göre söz konusu âyette bir tabiat kanununa işaret vardır. O da şudur: İnsan yükseğe çıktıkça havanın basıncı düşeceğinden nefes alması zorlaşır. Her yüz metre yükseldikçe hava basıncı bir derece düşer. En rahat nefes, deniz seviyesinde alınır. Çünkü basınç fazladır. Hatta yirmi bin metreyi geçince, özel cihazlar olmadığı takdirde, insan nefes alamaz ve ölür. İşte Allah Taâlâ, bahis konusu âyette bu tabiat kanununa işaret ederek müslüman olmayan kimselerin göğüslerinin göğe yukseliyormuş gibi dar ve sıkıntılı olacağını beyân etmektedir[67].
Bu açıklama da göstermiştir ki, Kur'ân'da yer alan bazı izafî müteşâbihlerin anlaşılmasında müsbet ilme gerçekten ihtiyaç vardır. Nitekim burada da aynı durum söz konusudur. Zira insanlar, ancak balon ve uçakların keşfedilmesinden sonradır ki, yükseklere çıkıldıkça oksijen azalması gibi tabiî bir olayı idrak edebilmişlerdir. Böyle bir araştırma yapılmadan önce müfessirlerin bunu anlamaları ve âyeti o şekilde yorumlamaları elbette mümkün değildir. Çünkü bu, onların bilimin önünde yürümeleri demektir ki, asrın bilimsel telakkilerini aşarak müsbet bilimin henüz keşfetmediği bir hakikati sezmek ve Kur'ân'ı ona göre tefsir etmek, zaten müfessirlerden beklenen bir şey de değildir.
3- Kur'ân, "Biz rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik..."[68] âyetiyle bitkilerin döllenmesinde rüzgârın rolünün bulunduğunu ortaya koymuştur. Reşid Rızâ bu konuda şunları söyler: Araplar aşılamayı biliyorlardı ve bunu kendi elleriyle yapıyorlardı. Ancak esasen bu işi rüzgârların yaptığından habersiz idiler. Eski müfessirler de rüzgârın bu rolünü bilmedikleri için söz konusu âyetin hakikî manasını anlayamamışlar, hep mecazî anlam üzerinde dolaşıp durmuşlardır[69].
Elmalılı Hamdi Yazır da müfessirliği yanında tabib olarak tanınan er-Râzî için bile bu noktanın meçhul kaldığını ifade ederek şunları söylemektedir: Gerçi ağaçları aşılamak eskiden beri bilinen bir şeydi, ancak ağaçları aşılamakla rüzgâr arasındaki münâsebetten söz edilmiyordu. Yakın zamana kadar rüzgârların bitkilerde yapabileceği bir aşılama yöntemini henüz kimse bilmiyordu. "...ve orada bütün meyvelerden çifter çifter yaratan O'dur..."[70] âyetinin ifâde ettiği hakikat keşfedildikten yani bütün bitkilerin çiçeklerinde erkek ve dişi çiftin bulunduğu ve erkeğin dişiyi aşılamasıyla meyvelerin oluştuğu anlaşıldiktan sonradır ki, rüzgârların aşılayıcı bir hizmet gördükleri ortaya çıkmış oldu. Böylece "Biz rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik"[71] âyetinin de "...ve orada bütün meyvelerden çifter çifter yaratan O'dur.."[72] âyeti gibi meçhul bir bilimsel hakikati haber verdiği bu kadar zaman sonra anlaşıldı[73].
4- "Göğü kudretimizle biz kurduk ve biz (onu) elbette genişleticiyiz"[74] âyeti de, "evrenin genişlemesi teorisi" ne işaret etmektedir. Bilindiği gibi evrenin genişlemesi olayı, çağdaş ilimlerin en önemli keşfi sayılabilecek niteliktedir. Bu olay, günümüzde ispatlanmış olup konu üzerindeki tartışmalar, yayılma ve genişlemenin hangi model uyarınca cereyan etmekte olduğu üzerindedir[75].
Kâinatın genişlemesi olayı, Albert Einstein'in izafiyet/görelilik teorisine dayanmakla birlikte[76] nebülözlerin güneş sisteminin de dahil olduğu galaksimizden uzaklaştıklarını keşfeden Edwin Huble ile, bu keşiften kâinatın genişlediği teorisini ortaya çıkaran Belçikalı bilim adamı Abbe Lemaitre'nin katkıları da büyüktür[77]. Bu teoriye göre kâinat, hareketsiz değil, sabun köpüğü veya balonun genişlemesi gibi bir genişleme durumundadır. Ancak maddî cisimlerde herhangi bir genişleme söz konusu olmayıp onlar hacimlerini muhafaza etmektedirler[78]. İşte bu teori sebebiyle çağdaş müfessirler söz konusu âyeti mahiyet itibariyle daha iyi bir şekilde anlama imkânını elde etmişlerdir. Önceki müfessirler tabiatıyla bu şanstan mahrum oldukları için onlar "mûsiün" kelimesini yalnızca Allah'ın kudretinin ve yaratıklara verdiği rızkın genişletilmesi şeklinde anlamışlardır[79].
Buna mukabil çağdaş müfessirler âyete söz konusu anlamı verdikten sonra fenni keşifler neticesi ortaya çıkan ve son zamanlarda daha da yerine oturtulan bu nazariyeden istifade ederek "mûsiûn" kelimesinden kastedilen mananın semâ ile ilgili olduğunu kabul etmişlerdir. Hatta onlara göre genişletme fiilinin semâ üzerinde vâki olması, bu anlamı önceki müfessirlerin verdiği anlamın önüne geçirmiştir. Bizim kanaatimize göre de şayet astronomi bilginlerinin kâinatın genişlemesiyle ilgili iddia etmiş oldukları nazariyeler doğru ise, söz konusu âyetle de bunun kastedilmiş olduğu söylenebilir.
Verdiğimiz örneklerde de görüldüğü gibi modern müfessirler, Kur'ân'ın izafî müteşâbihlerini öncekilere kıyasla daha farklı biçimde anlamışlardır. Ancak klâsik ve modern müfessirlerin bu farklı anlayışları arasında bir tenakuz söz konusu değildir. Zira bu durum, tıpkı havuza atılan bir taşın önce küçük bir halka meydana getirip, daha sonra gittikçe büyüyerek içice halkalar ortaya çıkarması gibidir. Yani tefsirde daima bir gelişme ve açılım vardır. Esasen bu gelişme ve açılımın temelinde de bilimin ilerlemesi ve insan ufkunun gelişmesi gibi iki önemli unsur bulunmaktadır. O yüzdendir ki, bugün varılan nokta da, âyetlerin anlaşılmaları bakımından nihâî bir nokta değildir. Elbette ki gelecekte daha farklı yorumlar yapılacaktır. İşte bu da, Kur'ân'ın bütün zamanlara hitâb eden çağlar üstü bir kitâb olduğunu ve ondaki engin manaların hiçbir zaman tükenmeyeceyini ifade etmektedir. [80]
4. Müteşâbihlerin Kur'ân'da Yer Almasının Hikmetleri
Kaynaklar bize müteşâbihlerin Kur'ân'da yer almasıyla ilgili bir takım hikmetlerden söz etmektedirler. Bunları şöyle sıralamak mümkündür:
1. Müteşâbihlerin Kur'ân'da yer almaları, insan için bir imtihan vesilesidir[81]. Çünkü bu nevi âyetler, insanın gayba imânının ölçüsünü ortaya koyarlar[82].
2. Müteşâbihâtın Kur'ân'da yer almasının hikmetlerinden biri de, söz konusu âyetlerin, ne derece kabiliyyetli ve bilgili olursa olsun insana, hem acizliğini ve cehaletini göstermesi hem de Allah Taâlâ'nın kudretini ve ilminin yüceliğini idrâk ettirmesidir[83].
3. Şayet Kur'ân âyetlerinin hepsi muhkem olsaydı, bu durum tek bir görüşün ortaya çıkmasına imkan vermiş olacaktı. Halbuki müteşâbihlerin varlığı, birden fazla kelâmı mezhebin doğmasına ve her mezheb mensubunun kendi görüşlerini te'yid edici delilleri bulmak için Kur'ân'a yönelmesine zemin hazırlamıştır[84].
4. Müteşâbih âyetler sebebiyledir ki, Kur'ân'ı ezberlemek ve muhafaza etmek kolaylaşmıştır. Şayet müteşâbih âyetler, ihtiva ettikleri manaları, genişçe ele almış olsalardı o takdirde Kur'ân, birkaç cilt olabilirdi ki böylesine hacimli bir kitabı ezberlemek güçleşirdi[85].
5. Müteşâbihlerin manalarını tesbitte zorluk ve meşakkat vardır. Meşakattin çok olması da sevabın fazla olmasına yol açar[86]. Böylece Allah'ın müteşâbih âyetlerdeki muradını anlayabilmek maksadı ile bu gibi âyetler üzerinde düşünmek ve uygun te'viller yapmak, sevaba da vesile olur. Çünkü bu bir içtihâd sayılmaktadır. İyi niyetle hareket edildiği takdirde manayı tesbit ederken hata yapılsa bile, sonuçta yine bir sevap söz konusudur.
6. Müteşâbih âyetler sayesindedir ki insan, aklî delillere başvurmaya kendisini mecbur hissetmiş ve zihnî faaliyetlerini durdurmamıştır. Şayet Kur'ân'da müteşâbihât bulunmamış olsaydı, o zaman düşünce dar kalıplar içinde kalmış olabilirdi. Bu durumda da insanın taklitin karanlığından kurtulması mümkün olmazdı[87]. İşte müteşâbih âyetler sebebiyledir ki, insan düşünme yeteneğini geliştirerek taklidi terketmiş, böylece bir taraftan dini nassları yeni bir anlayışla ele almak suretiyle öncekilerin ulaşamadıkları yorum zenginliğine ulaşmış, diğer taraftan da bilgi ve kültür seviyesini, dini hayatı kolaylaştıracak bir düzeye yükseltme imkânını elde etmiştir.
7. Şayet Kur'ân'ın tamamı muhkem olsaydı, o takdirde te'vile ihtiyaç hissedilmez, insanların ilmî açıdan birbirlerine üstünlükleri de söz konusu olmazdı. Başka bir ifade ile âlimin câhile olan üstünlüğü ortadan kalkar, derece itibariyle hepsi eşit seviyeye gelirdi[88].
5. Müteşâbihât Konusunda Yazılan Eserler.
1. Kâdî Abdulcebbâr b. Ahmed el-Hemedânî (ö1.415/1024), Müteşâbihu'l-Kur'ân (thk. Adnan Zarzûr), Kahire 1969,
2. Abdurrahmân b. el-Cevzî (ö1.597/1200), Def'u şubehi't-teşbîh, Şâm 1345.
3. İbn Teymiyye (ö1.728/1327), el-İklil fi'l-müteşabih ve't-te'vil, Kahire 1394.
4. es-Suyûtî, (ö1.911/1505), Müteşâbihu'l-Kur'ân, Kahire ts[89].
5. Milaslı İsmail Hakkı (ö1.1948M.), Kur'ân'ın Mu'cizeleri ve Müteşâbih Âyetlerin Tefsiri, İstanbul 1935.
6. Şeyh Halil Yasin, Advâ alâ müteşâbihâti'l-Kur'ân, Beyrut 1980[90]
[1] Elmalılı, Hak Dini, II, 1037.
[2] Muhkemin tarifi için bkz. el-Bakillani el-İntisar, I,179; el-Muvafakat fi usuli’ş-şeri’a, Mısır, ts,III,85; ez-Zerkeşi, el-Burhan, II,69; ez-Zerkani,Menahil,II,272.
[3] Doç. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 174-175.
[4] Hûd: 11/1.
[5] ez-Zümer: 39/23.
[6] Âl-i İmrân: 3/7.
[7] er-Râzî, Esâsu't-takdîs (thk. Ahmed Hicâzî es-Sekâ), Kahire, 1406/1986, s. 230.
[8] Elmalılı, Hak Dini, IV, 2751.
[9] Mukaddimetân, s. 176; Subhi es-Sâlih, Mebâhis, s. 281.
[10] er-Râzî, Mefâtihu'l-gayb, XVII, 178; ez-Zerkânî, Menâhil, II, 271.
[11] Hûd, 11/1.
[12] er-Râzi, Mefâtîhu''l-gayb, XVII, 178.
[13] eş-Şâtıbî, el-Muvâfakat, III, 87; er-Râzî, Esâsu’t-takdis, s. 230.
[14] İbn Teymiyye, Mecmû'u fetâvâ, XVII, 384; eş-Şâtibî, el-Muvâfakat, III, 87.
[15] ez-Zerkânî, Menâhil II, 271.
[16] Doç. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 175-177.
[17] eş-Şâtıbî, el-Muvâfakât, III, 91.
[18] Doç. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 177.
[19] el-İsrâ: 17/85.
[20] er-Râzî, Mefâtihu'l-ğayb, I, 38-39; ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 464; en-Nesefi-Medârik, II, 325-326; İbn Kesir, Tefsir, II, 61.
[21] Elmalılı, Hak Dini,V, 3200-3203; Ateş, Süleyman, Çağdaş Tefsir, V, 246.
[22] İbn Kesir, Tefsir, II, 61.
[23] ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 464; en-Nesefî, Medârik, II, 326.
[24] el-En'âm 6/73; el-Kehf 18/99; Tâhâ 20/102; el-Mu'minun 23/101; en-Neml 27/87; Yasin 36/51; ez-Zümer 39/68; Kâf 50/20; el-Hâkka 69/13; en-Nebe' 78/18.
[26] Değişik rivayetler için bkz. İbn Kesîr, Tefsir, II, 146-149.
[27] İbn Kesir, Tefsir, II, 146; el-Bursevî, Rûhu'l-beyan, Beyrut, ts., III, 53.
[28] en-Neml: 27/87.
[29] ez-Zümer: 39/68.
[30] Yasin, 36/51.
[31] İbn Kesir, Tefsir, II, 146; el-Bursevî, Rûhu'l-beyân III, 53.
[32] İbn Kesir, Tefsir, II, 146; el-Âlûsî, Rûhu'l-me'âni, Bulak 1301, II, 505.
[34] en-Neml: 27/82.
[35] er-Râzî, Mefâtîhu'l-gayb, XXIV, 217.
[36] et-Taberî' Câmiu'l-beyân, XX, 10.
[37] Müslim el-İman. 249; el-Fiten, 39, 40, 118, 129; et-Tirmizî, el-Fiten, 21; Ebû Dâvûd, el-Melahim 13; Ibn Mâce' el-Fiten, 28,31,32.
[38] İbn Mace, el-Fiten, 31; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II, 295, 491.
[39] Bu konuda geniş bilgi için bkz. et-Taberî, Câmiu'l-beyân, XX, 9-12; er-Râzı, Mefâtihu'l-gayb, XXIV, 217-219; İbn Kesîr, Tesîr, III, 374-376; Elmalılı, Hak Dini, V, 3701-3704; Ateş, Süleyman, Çağdaş Tefsir,VI, 387-388.
[40] Doç. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 177-182.
[41] Doç. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 182-183.
[42] Doç. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 183.
[43] Abese: 80/31.
[44] İbn Kesir, Tefsir, IV, 473; es-Suyûtî, el-İtkân, 1,149.
[45] İbn Kesir, Tefsir, IV, 473; es-Suyûtî, el-İtkân, 1,149.
[46] Abese: 80/32.
[47] er-Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, s. 7-8.
[48] Çerez, yemek dışında yenen meyve ya da kuruyemiş demektir. Bkz. Demiray, Kemal, Temel Türkçe Sözlük, İstanbul, 1988, s. 197.
[49] Elmalılı, Hak Dini, VIII, 5585-5586.
[50] Başka örnekler için bkz. es-Suyûtî, el-İtkân, I, 149-157.
[51] Doç. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 183-184.
[52] el-Pezdevî, Usûlü'l-Pezdevî, Beyrut 1994, I, 103; ez-Zerkânî, Menâhil, II, 278.
[53] es-Sâffât, 37/93.
[54] ez-Zerkani Menahil,I,II,278.
[55] Bkz. eş-Şûrâ 42/32.
[56] Bkz.eş-Şaşi, Beyrut 1982, s. 36; el-Pezdevî, Usûlü'l-Pezdevî, I, 104-105
Doç. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 184-185.
[57] el-Furkân: 25/53.
[58] er-Rahman: 55/19-20.
[59] et-Taberî, Câmiu'l-beyân, XXVII, 75, 76.
[60] er-Râzî, Mefâtihu'l-ğayb, XIV, 100.
[63] Hayat Mecmuası, (24 Ocak 1983) Sayı: 14, s. 22-23; Ateş, Süleyman, Çağdaş Tefsir, VI, 266-267; Karaçam, İsmail. Sonsuz Mu'cize Kur'ân, s. 270.
[64] e1-En'âm: 6/125.
[65] İbn Kesir, Tefsir, II, 175.
[66] er-Razi, Mefatihu'l-ğayb, XIII, 183; Elmalılı, Hak Dini, III, 2050.
[67] Ateş, Süleyman ,Çağdaş Tefsir, s. 143; Krş. el-Merâğî, Tefsir, VIII, 25-26.
[68] el-Hicr: 15/22.
[69] Reşid Rıza, el-Menâr, I, 210.
[70] er-Ra'd: 13/3.
[71] el-Hicr: 15/22.
[72] er-Ra’d: 13/3
[73] Elmalılı, Hak Dini, V, 3053-3054. Krş. er-Râzî, Mefâtîhu'l-gayb, XIX, 175.
[74] ez-Zâriyât 51/47.
[75] Bucaille ,Maurice ,Kitab-ı Mukaddes Kur'ân ve Bilim' (trc" Suat Yıldırım), İzmir 1984,s.248
[76] Barnett Lincoln, Evren ve Einstein, (trc. Nail Bezel), İstanbul, 1976, s. 115,
[77] Barnett, Lincoln, Evren ve Einstein, s. 120.,
[78] Barnett, Lincoln, Evren ve Einstein, s. 116.
[79] et-Taberi, Câmiu'l-beyân, XXVII, 6; el-Kurtubî, el-Câmi', XVII, 52; eş-Şevkânı, Fethu'l-kadîr, V, 91.
[80] Doç. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 185-190.
[81] Mukaddimetân, s. 179; er-Zerkeşî, el-Burhân, II, 75; ez-Zerkânî, Menâhil, II, 282
[82] ez-Zerkânî, Menâhil, II, 282.
[83] ez-Zerkânî, Menâhil, II, 283.
[84] er-Râzî, Esâsu't-takdîs, s. 105.
[85] ez-Zerkânî' Menâhil, II, 285.
[86] Mukaddimetân, s. 179; er-Râzî, Esâsu't-takdîs, s. 248.
[87] er-Râzî, Esâsu't-takdîs, s. 249; er-Zerkânî, Menâhil, II, 285; Subhi es-Sâlih, Mebâhis, s. 286.
[88] Mukadâimetân, s. 179; ez-Zerkeşî, el-Burhân, II, 75. İnsanlar arasında bu anlamda bir eşitliğin bulunmadığı ez-Zümer: 39/9. âyetinde açıkça ifade edilmiştir. Buna göre geceleyin secde ederek Allah'a ibadet eden ve Rabbinin rahmetini dileyenle, inkâr eden nasıl aynı değilse, bilen, düşünen ve eşyanın hakikatini kavramaya çalışa kimse de bilgisiz, câhil ve düşünceden uzak duran kimse ile aynı değildir.
Doç. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 190-192.
[89] Bu eserin ismi ayrıca "Kutfu'l-ezhar fî keşfi'l-esrâr" olarak da zikredilmektedir (bkz. Turgut, Ali, Tefsir Usûlü, s. 153).
[90] Doç. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 192.