Bu Blog içinde Ara

23 Haziran 2012 Cumartesi

KİBİR

KİBİR


Kibir, insanda bulunan gizli bir huydur. Zahirde gözüken amel­ler bu gizli ahlakın bir meyvesidir. Bu tür ameller, akıl ve basiret sahibi hiç kimsenin gözünden kaçmaz. Kişi, bu tür amelleri gördüğü zaman, anında bunların kibir alametleri ve büyüklenmenin bir gös­tergesi olduğunu anlar.
Kibre dalalet eden alametlerden bazıları: İnsanlara üstünlük tas­lamak, toplantılarda baş köşeye oturmaktan hoşlanmak, yürürken salınarak, büyüklük taslayarak yürümek, söylediği söz batıl bile olsa, karşılık verilmesinden aşm derecede rahatsız olmak, müsîümanların ' güçsüzlüğü ve evlerinin basitliğini hafife almak, nesebi ve atalarıyla ,: Övünmek, saygı gösterilmekten, övülüp methedilmekten hoşlan­mak...
' Kısaca şöyle söyleyebiliriz. Kibir şu üç şeyden ortaya çıkar: Kişi--( nin kendi dışında birisini belli bir mevkide görmesi, kendisine de ;- belli bir mevki biçip, kendi makamını diğerinin daha üstünde gör-: mesi hadisesidir. İşte bu üç şey İnsandaki kibir diye isimlendirdiği-?" miz gizli huyu meydana getirir. Bu huya izzet, büyüklenme, kendini yüksekten görme, böbürlenme ve benzeri isimler de verilmektedir.
İşte bu hasletler bir insanda bulunur ve kişi nefsini yüksek görür de diğer insanlarla olan İlişkilerinde de bunun eseri görülürse, işte o mütekebbir diye isimlendirilir. Öyleyse kibir bir halefi nefsiyyedir.
Tekebbür ise bu halefi nefsiyenin bir eseri, bir neticesidir.
Kibir, Kuran'da ve sünnette zemmedilmiş, kötülenmiştir. Bu fani dünyada insanlara büyüklük taslayıp onlara üstten bakmaktan hoş­lanan mütekkebirlerin baki olan ahiret nimetlerinden mahrum ka­lacaklarını Kur'an-ı Kerim açıkça Arapça lisanıyla ifade etmiştir: "Bu, ahiret yurdunu, yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu istemeyen kimselere veririz. Sonuç, Allah'a karşı gelmekten sakı­nanlarındır." (Kasas, 83)
Kur'an-ı Kerim, mütekebbirlere, Allah'ın (c.c.) insanları küçüm­seyip yüz çeviren, kendini beğenip övünen, yeryüzünde böbürlene­rek yürüyen hiç kimseyi sevmediğini haykırmaktadır. "İnsanları küçümseyip yüz çevirme, yeryüzünde böbürlenerek yürüme; şüp­hesiz kî Allah kendini beğenip övünen hiç kimseyi sevmez." (Lok­man, 18)
Aynı şekilde Allah'ın bir cezası olarak mütekebbirlerin hakka karşı kalplerinin mühürlü ve hidayet nurundan da men edilmiş olduklarını haber vermekte, bundan dolayı şiddetle uyarmaktadır: "Allah, büyüklük taslayan her zorbanın kalbini bundan dolayı mü­hürler." (Mü'min, 35)
Davetçi, sünnet-i nebeviyyeye bir göz attığında kibrin ne kadar kötü ve aşağılanmış bir hastalık olduğunu ve bu hastalığın kökünün kazınılarak terk edilmesi gerektiğini anlatan birçok hadis-i şerif gö­rüp hayrete düşecektir.
Hadis-i şeriflerde kibir hastalığına yakalananlar için kibrin bir zerresinin bile ahirette hüsrana uğramalanna yeterli bir sebep ola­cağı hususunda uyanlmışlardir. Bu durum, Müslim ve Tirmizi'nin Abdullah ibn Mes'ud'dan (r.a.) rivayet ettikleri hadis-i şerifte gayet açık bir şekilde belirtilmiştir: Peygamberimiz şöyle buyurdular: "Kalbinde zerre miktarı kibir bulunan kimse cennete giremez. A-damın birisi: "Kişi elbisesinin, ayakkabısının güzel olmasından hoş­lanır" dedi. Rasulullah (s.a.v.): "Allah güzeldir, güzeli sever. Kibir hakkın reddedilmesi ve kabul edilmemesi, insanları basite alıp onla­rı küçümsemektir" dedi. 64
Ahirette mütekebbirlerin payına düşen, aşağılanmak, rezil ve rüsvay olmaktır. Hadis-i şeriflerin de ortaya koyduğu gibi, insanlara karşı büyüklük taslayıp yeryüzünde böbürlenerek yürüyenlere Allah kıyamet gününde, onların yüzlerine bakmayacak, onlarla konuşma­yacak, onları temize çıkarmayacaktır. Onlar için çok acıklı bir azap vardır.
Müslim ve Nesai'nin Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet ettikleri ha­disi şerif, buna açıkça işaret etmektedir. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdular: "Üç kişiyle Allah kıyamet gününde konuşmayacaktır. Onları temize çıkarmayacak, (yüzlerine de) bakmayacaktır. Onlar için elim bir azap vardır: (Bunlar): Zina eden ihtiyar, yalancı hü­kümdar ve kibirli fakir kimselerdir."
Sünnetin açıkça ortaya koyduğu diğer bir hakikat de kibriyanın (büyüklenmenin) uluhiyet sıfatlanndan bir sıfat olduğu ve dolayısıy­la da zayıf olarak yaratılmış beşerin bu konuda hiçbir şey iddia et­meye hak sahibi olmadığıdır. Yeryüzünde kibirlenen müstekbirler, Allah'ın ululuk sıfatlarından biri noktasında kendi yaratıcıları ile çekişiyorlar demektir. Bunun neticesi olarak da acıklı bir azaba müstahak olmuşlardır.
Lafzı îbni Mace'ye ait olan Müslim ve ebu Davud'un da rivayet ettikleri bir hadisi şerifte Ebu Hureyre (r.a.) RasuluUah'ın (s.a.v.) şöyle buyurduklarını haber verir: "Allah subhanehu şöyle buyur­muştur: Büyüklük cübbem (ridam), ululuk gömleğim (izarım)'dir. Her kim bu iki vasıf hususunda benimle nizalaşırsa, hiç aldırmam o kimseyi cehenneme atarım."
Bundan dolayıdır ki, Sünnet-i Mutahhara'nın devamlı surette rnü'minleri özeliikle de davetçileri uyardığını görüyoruz.. İnsanın zayıf bir anında kibir hastalığı musallat olmasın, takvalı mü'min davetçiler bu afetin şerrinden hep emin olsunlar diye hadislerin çok değişik üslup ve yollarla uyarıp kibirden sakındırdıklarını görüyoruz.
Bu delillerden bir tanesi şöyledir:"Her kim kendi kendini büyük görür, ya da yürüyüşünde çalımlı ve debdebeli olursa, Allah'a ulaştığında onu kendisine gazablanmış
olarak bulur." (Müslim)
Diğer bir nass ise şöyledir:
"Bir adam nefsiyle oynamaya devam eder durur (yani gururla­nıp kibirlenir). Ta ki mütekebbirler Gistesine) yazılır. Onların başına gelen (azap, sıkıntı...) o kimsenin de başına gelir." Tirmizi rivayet etmiş ve hadisin hasen derecesinde olduğunu söylemiştir.
Daha buna benzer, kibirden sakındıran, müstekbirleri tehdit e-dip akıbetlerinin ne olacağını anlatan pek çok hadisi şerif vardır.

Kibir, davetçilere hangi yollarla musallat olur?


Davet ve irşat yoluna talip olan kimseler, normal sıradan insan­lar ve avama nispette nefti afetlere, kalbi hastalıklara, nefsi emmarenin vesveselerine ve de şeytanın hilelerine çok daha fazla maruzdurlar. Zira avam ve sıradan insan toplulukları, ilim, kültür, konuşma, hitabet ve buna benzer insana belli bir mevki ve toplum içinde bir yer kazandıran özelliklere sahip değildir. Oysaki mütehas­sıs alimler, ıslah ve davet yolunda faaliyet gösteren insanlar içeri­sinde ayncaliklı bir yere sahip olmuşlardır. İşte bu hal gurura götü­ren tehlikenin kendisidir. Gurur ise, kibire götüren bir yoldur. Kibir ise, -Allah bizleri şerrinden korusun- sahibini cehenneme götürür.
Bu yüzdendir ki, benim devamlı surette davetçilerin yüz yüze geldikleri hastalıklar, engeller ve problemlerle ilgili yazmak İhtiyacı­nı duyduğumu görürsünüz. Niyetim nefisleri gaflet ve kendini bek­leyen tehlikelere karşı uyarmaktır. Tedavi ve çözüm yollarından bahsederken hep himaye ve korunma yollarını düşünüyoruz. Bu nefisleri hastalık ve afetlerden nasıl koruyabileceğimizi, fitneye dü­şüp yoldan sapmasını nasıl önleyebileceğimizi tefekkür ediyoruz. Bunu yaparken de Cenab-ı Hakk'ın şu ilahi fermanına uymuş olma­ya çalışıyoruz:
"Hatırla (öğüt ver), hiç şüphesiz öğüt mü'minlere fayda verir." (Zariyat, 55)
Şu anda kendisinden bahsetmekte olduğumuz kibir hastalığı, İslâm davetçilerinin ve ıslah faaliyeti gösteren şahsiyetlerin karşı kar­şıya oldukları hastalıkların en tehlikelisidir. Davetçilerin faaliyet gösterdikleri sahalar ise bu hastalığın en bol olduğu, çepeçevre bu hastalığın mikroplanyla kuşatılmış sahalardır. Bu ortamlar, davetçi­lerin nefislerinde bu hastalığın yeşermesi ve daha sonra da ame! ve fiiliyatlarına yansıması açısından çok elverişlidir. Bu yüzden dolayı­dır ki, çoğu kez Allah'a yönelerek şöyle dua etmekteydi: "Ey Allahımî Büyüklenme illetinden (azgınlığından) sana sığınırım."
Kur'an-ı Kerim'in, kendini beğenip büyüklenen İblisin Allah'ın (c.c) rahmetinden çıkıp gazabına duçar olduğunu pek çok yerde anlatması hiç de abes bir olay değildir. Allah (c.c.) kibri, kendini beğenmesi sebebiyle şeytanı cennetinden kovmuş, onu kıyamet gününe değin lanetlemiştir. Tek sebep, izzet sahibi olan Allah (c.c.) Adem'e (a.s.) secde etmesini emrettiği zaman böbürlenip kibirlene­rek; "Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten yarattın. Onu (A-dem'i) topraktan yarattın." (A'raf, 12) demesidir.
Bu zikrettiklerimizden sonra şimdi de kibrin davetçilere nasıl musallat olduğunu ve hangi yollarla davetçinin ayağını kaydırmayı başardığından bahsedeceğiz.
Bu musallat oluş ucub ve gurur şeklinde başlar, kibir ve büyük­lenme olarak noktalanır.
Davetçi ilmi ve kültürü sebebiyle büyük bir haz duyuyor, ilmi ka­riyeri ve diplomalarıyla övünüyor, kendisine karşı gıpta duyanların methinden ve etrafındaki insanların Övgüsünden dolayı mutlu olu­yor ve özellikle de övülmeyi istiyorsa...
Bu durum davetçide vuku bulur ve aynı şekilde devam ederse işte kibre götüren yolların en büyüklerinden bir tanesi budur. Da-vetçileri kendi akranları ve diğer insanlara karşı kibirlenip büyük-lenmeye götüren sebeplerin en başta gelenlerinden birisi de budur. Eğer davetçiler Allah'ın gerçek muttaki kullarından, muhlis da-vetçilerinden birisi olmak İstiyorlarsa o zaman neticesi kibir olan ilmiyle öğünme hastalığına yakalanmaktan şiddetle kaçınmalıdırlar.
Dine bağlılığı ve ibadetleriyle gururlanan, takva ve verası ile kendini beğenen, insanların kendisini övüp methetmesinden hoşla­nan bir davetçi şeytanın tuzaklarından birine yakalanmış demektir. Eğer bu hal üzere kalmaya devam ederse bu durum, kibre götüren yollann en büyüğü ve kişide riya- hastalığının ortaya çıkmasına se­bebiyet veren unsurların en başta geleniyle karşı karşıya kalması demektir. Bu hastalık, amellerini ve tüm gayretlerini mahvedecek afetlerin en tehlikeli olanlanndandir.
Eğer İslâm davetçileri Allah'ın temizlenmiş, muhlis, seçkin, mut­taki kullarından olmak istiyorlarsa o zaman, kibir ve riyaya götüren dine bağlilığıyla gururlanma hastalığına yakalanmaktan şiddetle kaçınmalı, elinden gelen gayreti göstermelidir.
Güzel görünüm, heybetli sakal, kıymetli elbise, büyük sarık, şaşa­lı cübbe, buna benzer şahsi dış görünüş, ev döşemesi ve süsüyle övünen bir davetçi bu gibi şeyler için zaman harcıyor, birçok mas­rafa giriyorsa işte bu, kişiyi kendini beğenme, büyüklenme gibi has­talıklara götüren şeytani tuzaklardan birisine yakalanmış olduğunun işaretidir. Özellikle de böyle durumdaki bir davetçi diğer insanlar tarafından göklere çıkarılıp, ikram ve hizmetinde kusur edilmiyorsa tam bir tuzağa düşmüş demektir. Birisinin diğer birisini aşırı dere­cede övdüğünü duyan Allah Resulünün (s.a.v.) söylediği şu söz gayet hikmetlidir. "Doğrusu, kardeşimin belini kırdım" buyurmuş­lardır.
İslâm davetçisi, eğer gerçekten kibre düşmekten ve riya bataklı­ğına saplanmaktan korkuyorsa dış görünüşüyle övünme, şahsiyetiy­le gururlanma hastalığına yakalanmaktan bulaşıcı hastalıktan kaçar gibi kaçıp, devamlı surette uyanık olmalıdır. Zira bu afetler davetçi­leri mahveden, amellerini yok edip ihlası öldüren büyük bir tehli­kedir.
Sizlere burada kibrin davetçilere musallat olma yollan ile ilgili bazı misaller verdik. Ama hepsi bu kadarla sınırlı değil. Bu konuyla ilgili daha pek çok örnek vardır.
Davetçiler, amellerini daima tevazu esası ve sırf Allah (c.c.) rızası için yapmış olmak istiyorlarsa bu konuya çok dikkat etsinler, ken­dilerini bu hastalığın şerrinden korusunlar.

Daha önce zikretmiş olduğumuz, kibrin tarifi, Kur'an ve Sün-net'te ne şekilde kötülendiği ve davetçilere musallat oluş yollannın ışığında, eğer bir davetçi kendisinin kibir hastalığına yakalanacağını, bu hastalığın ağına düşüp bir çok tehlikeyle karşı karşıya kalacağını hisseder hissetmez hemen ne yapıp edip o hastalıktan kurtulmanın yollarını araştırmalıdır.
Eğer kibir hastalığı kendi nefsinde yer edip kök salar ve amelle­rine de yansırsa o zaman Allah'ın gazabını üzerine çekmiş olacağı­nı, Allah'ın (c.c.) amellerini boşa çıkardığı gibi aynı zamanda da gidilecek yerlerin en kötüsü olan cehenneme sokacağını bilerek bu hastalığın kendi nefsindeki kökünü kurulmalıdır.

Tedavi Yolları


Birincisi: Herşeyden önce davetçi kendisini kibre götüren hal ve durumlardan uzaklaşmalıdır. Eğer kendisinde ilmiyle, güzel konuş­ması ile ya da ilmi etiketiyle övünmek gibi bir hastalık var ise şunu iyi bilmelidir ki; Allah Teala her an bu nimetleri, güzel konuşma, düşünce, fikir ve ilimdeki gücünü bir anda ondan söküp almaya kadirdir. Allah'ın (c.c.) kendisi üzerindeki haklarından bir tanesi de kulun nimetlere nankörlük etmeyip, şükretmesidir: "Şükrederseniz and olsun ki, size karşılığını artıracağım, nankörlük ederseniz bilin ki azabım pek çetindir." (İbrahim, 7)
İnsanları karanlıktan kurtarıp hidayet nuruna ulaşürmak için ya­pılan tüm tebliğ faaliyetlerinde, kişinin niyetini halis tutması, yani ilmiyle, İslâmi kültürü ya da güzel konuşmasıyla gurur ve kibre ka-pılmaması nimete şükrün bir ifadesidir. Aynı şekilde kişide Allah korkusunun artması, ibadete daha fazla yönelerek Allah'ın celal ve azameti karşısında haddini bilmesi de yine nimete şükrün değişik bir tarzda ifadesidir.
Davetçiyi kibir bataklığına sürükleyen şey, kişinin ibadet ve taad ile övünmesi, dine olan bağlılığıma gururlanmasıdır. Şunu ise hiç aklından çıkarmamalıdır. Dine sıhhatli bir şekilde bağlanmak, kişiyi beşeri kemalatın zirvesine ulaştıran, Allah'a gerçek kulluğun hakika­tini öğreten nefis tezkiyesindeki en önemli amillerden bir tanesidir. Kişinin dine olan bağlılığı kendisini beğenmesine, gururlanıp kibir­lenmesine sebebiyet verebiliyorsa, İslâmi ölçülere göre bu adamın dine olan bağlılığı onu ateşe götürmekten başka bir işe yaramaz.
Eğer kibire götüren sebep kişinin şahsıyla ve dış görünüşüyle övünmesi ise davetçinin, Allah'ın dış görünüşe değil, bilakis kalp­lerde olana ve amellere baktığını bilmesi gerekir. Ayrıca öldükten sonra insan nelerle karşılaşacağını, cesedinin ne hale geleceğini bilmesi gerekir. Hiç şüphesiz bîr kimsenin bedeni ne kadar kuvvetli, görünüşü ne kadar güzel olursa olsun sonuçta çürüyüp kokuşacak, irin akacak, kurtçuklar tarafından yenilecektir. Daha sonra da ke­mik yığını haline gelecektir. Tabi ki bütün bunlar dünyada yaptığı amellere bağlı olarak berzah aleminde karşılaşacağı azab ya da nimetlere ek olarak başına gelecek şeylerdir. Bu hakikatleri idrak eden bir davetçinin, şahsiyetiyle gururlanıp dış görünüşü ve güzelli­ğiyle böbürlenmesi mümkün müdür?
Dolayısıyla gururlanma hastalığına yakalanan bir davetçi yukarı­da anlatmaya çalıştığımız manzaraları gözönünde bulundurursa kendisini kibir bataklığına sürükleyen bu gurur hastalığının kökünü kolayca kurutabilir Böylece oturaklı, dengeli, günahlardan korun­muş, takvalı, güvenilir ihlaslı bir davetçi oluverir. Bir kimse niyetini düzelttikten, Rabbine karşı dürüst olup hakkıyla ona yönelip, tam bir tevekkül içerisinde olursa artık sırtı yere gelmez. Allah (c.c.) diledikten sonra her zor artık kolaydır.
İkinci olarak: Davetçi kibrin ne derece kötü bir afet olduğunu, büyüklenenlerin, dünyada da ahirette de ne feci sonuçla karşı kar­şıya kalacaklarını anlatan ayet ve hadisi şerifleri çok dikkatli bir şekilde okuyup tefekkür etmelidir.
Kibir sahiplerinin kibirleri sonucunda hiçbir menfaat elde edemedikleri gibi bir de Allah'ın gazabını üzerlerine çekip acıklı bir azaba duçar olacaklarını, ayrıca insanlann da nefretini kazanıp kibirleri sebebiyle pek çok ziyana uğrayacaklannı idrak etmeye çalışmalıdırlar.
Bir anlık bir kibirlenme yüzünden ebedi hüsrana uğrayacağını, kıyamet gününde kibir sahiplerinin aşağılanmış bir şekilde haşredileceklerini, kalbinde zerre miktarı kibir olanların cennete giremeyeceklerini, kibir sahiplerinin kıyamet günü cehennem eh­linden olacaklarını ve de Allah'ın gazap ve azabının bu insanlar üzerine tecelli edeceğini idrak eden bir kimseyi düşünelim. Bence bütün bunları idrak etmiş, üzerinde tefekkür edip, uzun uzun dü­şünmüş bir davetçi artık sükunete erer ve tevazu sahibi olur. Al­lah'tan korkar, emirlerine boyun eğer. Eski muttaki haline tekrar bürünür. Artık seçilmiş, mütevazı, günahlardan arınmış bir kul olu­verir.
Üçüncü olarak: davetçinin bu merhalede yapacağı şey hayatının başlangıcından ölümüne kadar kendi gerçeğinin ne olduğunu idrak etmeye çalışmasıdır. Eğer samimi bir şekilde bu işi yapar ve dikkat­lice düşünürse, kendini beğenmek, gururlanmak, övünmek, büyük-lenmek ya da insanlara üstten bakmak için ortada hiçbir sebep olmadığını görecektir. Kendisinden eser dahi olmayan bir hiçken Allah onu üzerinde gezilip çiğnenen basit bir topraktan yaratmıştır. Sonra da onun varlığını tiksinilen bîr nutfeye bağladı. Sonra o nutfeyî evirip çevirdi ve tekrar yeni" bir insan meydana getirdi. Bu­nun da ötesinde gezip dolaştığı yerler Allah'ın mülkü değil midir? Kendi nefsine ne bir fayda ne de bir zarar getirmekten aciz olan insanın Allah'ın kullarına karşı büyüklük taslaması ne gariptir. Oysa ki o da acıkıp susamakta, rahatsızlanıp hastalanmakta, terleyip ü-şümekte, yanlış yapıp gaflete düşmekte, üzülüp feryadü figan et­mekte, boşluğa düşüp ne yapacağını bilemez bir hale gelmekte, zillete düşüp aşağılanmakta, güçsüz kalıp fakirliğe düşmektedir. Kimi zaman o da diğer insanlar gibi sıkıntılar içerisinde üzülüp hüzûnlenmekte, kendini teselli edecek birini aramakta, kimi zaman da hastalanıp kendini tedavi edecek birilerini soruşturup durmakta, başka bir keresinde ise fakir ve muhtaç bir duruma düşüp karnını doyurup kendine su verecek birini araştırmaktadır.
İşte hayatı bundan ibaret olup, dertler ve sıkıntılar içerisinde bo­calayıp duran bir kimsenin yapması gereken en doğru şey, haddini bilip, tevazu sahibi olmak, mü'minler için kanatlarını indirip, Al­lah'tan korkan muttaki bir kul olmaya çalışmaktır. Kibir ve kibir­lenmekten nefret edip, takvalı yol gösterici Allah dostlanndan, ihlasla gayret eden davetçiler topluluğundan bir fert olmaya gayret etmelidir.
Subhan olan Allah salih kullarının yaptıklannı asla karşılıksız bırakmaz.
Dördüncü olarak: Davetçi hangi sebeple kibirlendiğine bakma­lıdır. Eğer ilim sebebiyle kibirleniyorsa iyi bilmelidir ki bilinmediği şeyler bildiklerinden milyonlarca defa daha fazladır. "İlimden size verilen gerçekten çok azdır."
Eğer kibirlenme sebebi güzel konuşma yeteneği ise yeryüzünde kendisinden daha güzel ve etkileyici konuşanlar olduğunu bilsin...
Eğer kibirlenme sebebi beden güzelliği ise, ölümden sonra ne hale geleceğini, kabirdeki durumunun ne olacağını hatırlasın.
Eğer kibirlenme sebebi dine bağlı bir kimse olması ise dinin tevazuyu ve mü'minlere karşı kanatlarını indirmesini emrettiğini iyi bilsin.
Eğer kibirlenme sebebi, soyuyla övünmesi İse Hz. Peygamber (s.a.v.)'in kızı Fatıma'ya söylediği şu sözü hatırlasın: "Ey Muham-med kızı Fatıma! Çalış (amel et). Doğrusu Allah (c.c.) katında sana hiçbir faydam dokunmaz."
Eğer sebep, hareketin güçlü olması, davetteki dinamizm ve gay­reti ise, bu şekilde kibirlenmekle amellerinin boşa gittiğini, davet ve ıslah yolunda göstermiş olduğu tüm çaba ve gayretlerinin heba olduğunu bilmiş olsun.
İşte böyle davetçi kendisiyle kibirlenmekte olduğu şeylere baktığında yukanda zikrettiğimiz sebeplere bağlı olarak ortada kibirlen­meyi gerektirecek hiçbir gerçek sebebin olmadığını görecektir. Bu gerçeği farkeden bir davetçi büyüklenip etrafına yukarıdan bak­maktan vazgeçer. Kibir ve kibirlenenlerden nefret eder. Artık tüm yaşantısında günahlardan sakınıp, Allah'tan korkan, tevazu sahibi, haddini bilen ihlaslı bir davetçi olur. Davetçiler, kibir illetinden kendinizi koruyun. Kibire götüren her türlü tehlike ve sebebi nefis­lerinizden söküp atın. Daha önce belirtmiş olduğumuz tedavi yolla­rına sımsıkı sanlın. Bir an dahi nefsinizi muhasebeye çekmekten geri durmayın. Allah'ın her yaptığınızı bilip devamlı surette gözetlediğini iyi bilin. Allah gizli ve açık her şeyinizi bilir. O, Allah gözlerin hainli­ğini ve gönüllerin gizlediğini bilir. Bunları bilen bir davetçinin kibir hastalığının üstesinden gelmesi oldukça kolaylaşır. Böylece gurur ve kibir adına ne varsa hepsini nefsinden söküp atar. Büyük küçük herkese karşı tevazu sahibi, gayet sade örnek bir şahsiyete sahip, toplum içinde etkileme gücü olan güvenilir bir davetçi olur. Hiç şüphesiz Allah doğru ve muhlis olan kimselerle beraberdir. Onları korur, ayaklannı sabit tutar ve yolların en doğrusuna iletir.

Kibir Sahiplerinin İbretli Hikayeleri


Karun o kadar büyük bir zenginliğe sahipti ki hakkında Cenabı Hakk şöyle buyurmuştur: "Biz ona, anahtarlarını güçlü bir topluluğun zor taşıdığı hazineler vermiştik. Milleti ona: "Böbürlen­me, Allah şüphesiz ki böbürlenenleri sevmez." dedi". (Kasas, 7)
Ne zaman ki kibirlenip haddi aştı, gurura kapılıp günaha girdi. Mü'minlere karşı yukarıdan bakarak azginlaştı. İşte o zaman Allah onu öyle bir cezalandırdı ki kıyamete kadar tüm ibret almak iste­yenlere unutulmaz bir ders olmuştur. Kur'anı Kerim Allah'ın onu nasıl helak ettiğini şöyle anlatmaktadır: "Sonunda, onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Allah'a karşı ona yardım edebilecek kim­sesi de yoktu; kendini kurtarabilecek kimselerden de değildi." (Kasas, 81) Gazali, ihyasında, Ebu Davud'tan İrakî'nin  "senedi hasendir" dediği şöyle bir rivayette bulunmaktadır: "İsrailoğullann-dan birisi, diğer secde halinde ibadet etmekte olan bir başka Israüoğlunun gelip boynuna oturdu. İbadet eden:
"Kalk! Allah'a yemin olsun ki Allah (c.c.) seni affetmeyecektir' dedi. Allah Teala (Peygamber'in diliyle) o adama hitaben şöyle vahyetmiştir. Ey! Bana hükmümde ortaklık eden adam! Asıl Allah'ın affetmeyeceği bir kimse varsa o da sensin."
Ahmed b. Hanbel, Bezzar ve Darekutni'nin yapmış oldukları bir rivayette şöyle anlatılmaktadır: Rasuiullah'a (s.a.v.)'in yanında bir adamı hayırla yadetüler. Bir gün Rasulullah (s.a.v.) o adamla karşı­laştı. "Ey Allah'ın Rasulü, sana zikrettiğimiz adam işte bu" dediler, (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"O'nun yüzünde şeytani bir leke görüyorum. Adam selam verip Peygamber (s.a.v.)'in önünde durdu. Peygamber (s.a.v.): "Allah adına sana soruyorum: Nefsin sana milletinin içerisinde senden daha faziletli birinin olmadığını söylüyor mu? dedi. Adam: "Ey Al­lah'ın Rasulü, evet" dedi.
Siyer kitapîannda nakledildiğine göre Abdullah oğlu Muttarif, Mühalleb'in ipekten örülmüş elbisesi ile gururlu bir şekilde yürüdü­ğünü gördü. Bunun üzerine Muttarif: "Ey Allah kulu bu yürüyüş Allah ve Rasulünü gazaplandıran bir yürüyüştür" dedi. Muhelleb: "Beni tanımıyor musun?" dedi. Bunun üzerine Muttarif: Evet evet, sizi gayet iyi tanıyorum; Başlangıcın insanlann tiksindiği bir nutfe, sonun ise kokuşmuş bir et parçasıdır. Sen ise bu ikisi arasında bir pislik taşıyıcısın. (Bundan kastettiği bağırsaklardaki insan pislikleri­dir) Mühelîeb yürüyüp gitti. Nasihati tuttu ve o yürüyüş şeklini terketti. Mühelîeb güç kuvvet sahibi ileri gelen bir kimseydi.
Müslim, Seleme b. Ekva'den şöyle rivayet etmiştir:
Bir adam Rasulullah'ın yanında (birşey) yedi. Rasulullah (s.a.v.) "Sağınla ye" dedi. "Yapamıyorum" diye karşılık verdi adam. Pey­gamber (s.a.v.): "Yapamıyasm" (kibirlendiği için beddua etti) dedi. onu (Allah Rasulü'nün emrini yapmaktan) alıkoyan şey kibirden başka birşey değildi. Öyleyse ıslah için gayret eden alim ve davetçilere düşen, büyüklenmeleri sebebiyle bu insanlann başına gelen
bela ve musibetlerden ibret alarak mü'minlere karşı tevazu kanatla­rını sonuna kadar açarak Cenabı Hakk'a, başka hiçbir ümmete vermediği nimetleri kendilerine verme fazl-u kereminde bulunduğu için şükretmektir. Azgınlık ve kibir noktasında İsrailoğullannm alim­leri gibi olmaktan sakınmalan gerekir. Zira onların düştükleri ah­maklık ve cehalet gayet açıktır. (Tevrattaki) kelimelerin yerlerini değiştirip tahrif etmeleri sebebi ile nesiller boyunca kendilerine beslenilen nefret gayet açıktır. Allah'ın nefreti kızgınlığı ise daha da büyüktür.
Onlara düşen Abdullah b. Selam (r.a.) gibi kibri nefislerinden defedip tevazu sahibi olmaktır. Taberani'nin rivayet ettiğine göre, Abdullah b. Selam bir bağ odunu sırtına yüklemiş olduğu halde . çarşıdan geçiyordu. Kendisine: "Allah seni zengin kıldığı halde böy­le yapmaya (odun taşımaya) seni zorlayan nedir?" denildiğinde, "Kibri nefsimden uzaklaştırmak istedim" diye cevap verir...
Hz. Huzeyfe insanlara namaz kıldırıyordu. Selam verince şöyle söyledi: Ya benim dışımda bir imam bulun ya da namazlarınızı tek tek kılın. Doğrusu nefsim bana, kavmimin içerisinde benden daha faziletli birisinin olmadığını söyledi."
Takva ve Allah'ı murakabe nuruyla aydınlanmış uyanık mü'min nefisler, neyin şeytanın bir tuzağı ve neyin nefsin hastalıklarından bir afet olduğunu işte bu şekilde farkederler. Nefislerini hak çizgisi­ne getirip iman ve hidayet yolunda yürümelerini sağlamak İçin şuurlu bir şekilde bu hastalıktan kurtulmaya, kökünü kurutmaya çalışırlar.
"Allah'a karşı gelmekten sakınanlar, şeytan tarafından bir vesve­seye uğrayınca, Allah'ı anarlar ve hemen hakkı görürler." (Araf, 201)