Bu Blog içinde Ara

21 Haziran 2012 Perşembe

Kur'ani Terimler ve Deyimler 16

Şafak:


Şafak akşam güneş battıktan sonra ufukta gö­rünen kırmızılığın ismidir. Aslı tül gibi rikkat ve incelik manasınadır. "Şey'in şafak" inceliğinden dolayı tutulamayan, tutunamayan şey demektir. Kalbin inceliği anlamına "şefekat", korku anla­mına "işfak" da hep rikkat/ince­lik/yufkalık/acıma anlamında­dır.
Türkçe'de şafak, fecr, yani sa­bahın tanı anlamına meşhur ol­muşsa da bu amiyane/halk tabiri­dir. Arapça'da ve şer'î ıstılahta şa­fak, fecr karşıtı olarak, gurubtan sonraki kırmızılığın adıdır. Ak­şam namazı vaktidir. İmâm-ı Azam kırmızılıktan sonraki be­yazlık olduğunu söylemiştir.
 [1]

Şâkile:


Şâkile[2] kelimesi, tabi­at, adalet, din, huy, niyet, seciye, yaratılış, benzeyen yol gibi çeşitli fakat birbirine yakın anlamlarla açıklanmışsa da en kapsamlısı, "benzeyen yol" ifadesidir. Yani herkes kendi mizacına benzeyen yolda hareket eder. Herkes kendi kişisel his ve duygularına göre davranır demektir. [3]

Şâqqu:


Düşmanlık ve muhalefet ettiler.

Şâmihât:


Şâmihât, başını kal­dırmış, yüksek, yumru, ulu, yüce de­mektir. Bir kimse, kibrinden dolayı burnunu kaldırdığı zaman "şemiha bienfihi" denir.

Şânî:

Şânî, buğz, düşman­lık, kin tutmak, kıskanmak mânâ­sına "şenean"dan ismi fail olarak, buğz eden, buğzunda devamlı olan demektir.

Şânieke:


Şânieke, sana buğz eden demektir. "eş-Şânie" düşmanlık ve buğz mâ­nâsına gelen "eş-Şeneân" kökünden olup   buğz eden, öfkelenen demektir. "Velâyecramennekum şeneâne qavm: Bir topluma karşı olan kininiz, sizi tecâvüze sevketmesın"[4]

Şat'ehu:


Şat'ehu, "onun filizi" manasınadır. Şat', "Filiz" demektir. Cevherî şöyle der: "Şatae’zzer’u ve’n-nebât” Ekin ve bitkinin filizi manasınadır. Çoğulu "Eştâe" gelir.[5]

Şatr:


Şatr, lügatte, cihet manasınadır. Şair şöyle der:
O, kibirli bir şekilde Necid tarafından bize saldırıyor." Bu ke­lime "yarı" mânâsına da gelir. Nitekim: "Temizlik imanın yarısıdır" hadisinde bu mânâda kullanılmıştır.[6]

Şefaat:


"Şefaat", tek mânâsına gelen “Vitr”in zıddı, “Şef” (çift)ten alınmıştır. Şef ise, kişinin başkasını, yanına ve himayesine alması demek­tir. Dolayısıyla buna şefaat denilmiştir. O halde şefaat, şefaati kabul ede­nin katında, şefaat edenin mertebesini gösterir.

Şehâdet-Şuhûd:


Şehâdet ve şuhûd, hazır ol­mak demektir. Nefsinde gerek ha­zır olarak, gerekse içine doğmak suretiyle gerçekleşen bilgiyi dile getirerek bir hakkın yerini bulma­sına ve isbata şehâdet denilir. Şe­hâdet, yemin manasını da ihtiva eden özel bir haber vermedir. Örf­te ve şeriatte, şahit, davalı ve da­vacıdan başka birisi olmak durumundadır.
Râgıb, "şuhûd" ve "şehâdet"in, gerek göz ve gerekse sezgi ile görmekle, farkında olmakla birlikte bir mekanda bulunmak manasında olduğunu ifade etmiş­tir. Bazan da sadece hazır bulun­maya da denir. Ancak yalnızca hazır bulunmaya "şuhûd-u evlâ", müşahede ile birlikte hazır olma­ya da "şehâdeti evla" denilir. [7]
"Şehide" kökünden masdar olan bu kelime, Kur'ân'da türevleriyle birlikte yaklaşık 149 âyette zikredilmektedir. Şehide, şehâdette bulundu, hazır oldu, huzurunda bulundu demektir. Bir olayı görmek, bir şeye ulaşmak, huzuruna varmak, iç ve dış duygularla her hangi bir şeyi kapsamına almak bu fiilin anlamlarındandır.[8] Aynı kökten gelen istişhad ise, tanıklığa çağırma, delil olarak ortaya sürme gibi anlamlar içerir.[9]
Câhiliye döneminde bu manalara uygun olarak, el-Hâris b. Hıllize şöyle demiştir:
"Hiyâreyn gününde, padişah o idi. Bizim yaptığımız yararlıklara şahid olmuştur. O gün ne büyük bir imtihan günüydü.[10]
Kuran, "şehide" fiilinin lügat anlamlarını geliştirerek onu, ikrar, itiraf ve iman manalarına taşımıştır. Lügat mana­sıyla, Kur'ânî mana arsındaki fark gayet açıktır. Zira gözüyle gören, bir şeyin huzurunda olduğuna gerçekten inanan kişi, hemen kalbî bir imana sahip olur ve gördüğü şeye inanır. Bir başka deyimle, Kur'ân'ın şehid dediği kişiler, ölmeden, İslâm'ın rükunlarmda olan şehâdete tam olarak inanmış, onu kalbinden ayırmayarak bu uğurda ölmüşlerdir.[11] İşte bu mana Cahiliye döneminde bilinmemiştir diyebiliriz.[12]

Şehîd/Şühedâ:


Şüheda, hazır ve mevcut mânâsına gelen "şâhid"in çoğulu­dur.
Şehîd, "şehâ­det" masdarından fail anlamına "feil" veya "mef'ul" olarak şâhid ve meşhûd anlamındadır. Çoğulu "şühedâ"dır. Şehid geleneğimiz­de "meşhûd bi'1-cenne" yani cen­netlik olduğuna şahitlik edilen ki­şi demektir. "Şâhid" ise bir gerçe­ği ispat için şahitliğine, yani bilgi­sine ve görüşüne başvurulan, bu görüş ve bilgisine dayanılarak verdiği haberin delil niteliğinde olduğu kimsedir.
Istılahta da herhangi bir yar­gıyı ispat için başvurulan delil ve tanığa da şâhid denir. Aynı şekil­de birinin bir başkası üzerindeki hakkını açıklama ve haber vermeye de şehâdet denir. Şu halde şâ­hid davacı ile davalı arasında ta­rafsız, adil, yalnızca gerçeği söy­leyen, sözü dinlenir bir kimse de­mektir. Bundan dolayı söz ve davranışlarıyla örnek olan kişile­re de şâhid denilir. Müslümanla­rın "ümmeten vasaten" kılınması da bu şâhidlik durumlarıyla ilgilidir.

Şehîk:


Şehîk, eşek anırması gibi çirkin ses.
Şehîk[13], ağlar­ken hıçkırmaktır. Fazla üzüntü ve teessürden meydana gelir. Çocuk­ların ağlaması böyle olur. Ayrıca eşeğin anırmasının öncesine zefir, sonrasına şehik denir. Öyle ki biri içeri çekme, diğeri dışarı çıkarmadır. Kısacası zefir ve şehik, dertli ve üzüntülü durumdaki nefes alıp vermeyi anlatır. [14]

Şehr:


Şehr[15], "şöhret" kökünden masdar olup, bir şeyi ortaya çıkarmak anlamındadır. "Sehere's-seyfe" denir ki, "kılıcı kınından çıkarıp gösterdi" demek­tir. Nitekim dilimizde de "teşhir-i silah" (silahların teşhiri) denir.
Bu anlamdan elde edilerek; semada görülen aya ve bu ayın görünüp ışık verir bir hale gelme­si ve nihayet kaybolup tekrar or­taya çıkması suretiyle oluşan za­man dilimine de "şehr" denmiştir. Yirmi dokuz veya otuz günlük bir süreyi kapsar. Gökbilimciler bunu "ayın güneş ile iki kavuşma ara­sındaki geçen süre" diye tarif ederler.
Bu tarif bilginler içindir. Halk için meşhur olan tarif, hilalin iki görünüşü arasındaki süredir. Hi­lal nazari itibara alınmayarak otuz günlük süreye de "şehr" de­nir. [16]

Şekûr:


Şekûr[17], çok şükreden, bütün gücünü şükre sarfeden, kalbi, dili ve diğer aza­ları ile, hem inanç olarak hem de itiraf ile sözle hem de çalışmak suretiyle özellikle de vaktinin ço­ğunu şükrederek geçiren kişi demektir, İbni Abbâs'tan gelen bir rivayette bütün hal ve hareketle­riyle şükretme olarak ifade edil­miştir. [18]

Şera’a:


Açıkladı, kanun koydu, izah etti.

Şeraha:


Açtı, genişletti.

Şerî'at:


Şeri’at[19] kelimesi Bahr'de insanların ır­maklardan ve benzerlerinden su almaya gittikleri yerdir, denilmiş­tir. Din şeriatı da bu anlamdadır. Çünkü insanlar ondan, Allah'ın emirlerine, rahmetine ve yakınlı­ğına ulaşır.
Râgıb, "şer"in masdar oldu­ğunu sonra geniş yola isim yapıl­dığını, "şer", "şır'a" ve "şeriat" denildiğini ifade ettikten sonra, "Bu da dinde ilahî yol için istiare olarak kullanılmıştır." demiştir. Bazıları şeriata, şeriat denilmesi­nin su yoluna benzetme ile oldu­ğunu söylemişlerdir. Çünkü, ha­kikat ve doğruluk üzere ona bağ­lananın hem susuzluğunun gi­derileceğini, kana kana su içece­ğini, hem de temizleneceğini ifa­de etmişlerdir. Tıpkı su gibi. [20]
Kur'ân'da sadece tek âyette geçmektedir:
"Habibim! Seni de emirden bir şeriat'ın üstüne memur kıldık. O halde sen ona tabi ol."[21]
Şeri’at Arap dilinde, şera'a fiil kökünden türemiştir. Bu fiil lügatlarda açıklamak, tavzih etmek, izhar etmek anlamlarına gelir.[22] eş-Şari'at, su ve benzeri bir gaye için insanı bir ırmağa, bir su kaynağına götüren yol demektir. Mastar halinde de kullanıldığında "geniş su yolu" anlamına gelir. Suyun çıktığı yere "minhâc", takip ettiği yola da "şeri'a" adı verilir.[23] Ebu's-Su'ûd, şeriatla su yolu arasındaki ilgiyi şu şekilde açıklar: Su insan hayatında ne kadar önemli ise, dinin de, ahiret yurdunu kazanmadaki yeri ve önemi öyledir. Bundan dolayı dine şeri'at denmiştir.'[24]
Bu kelime Kur'ân'da isti'are yoluyla dini bağlamda kullanılmıştır. Buradaki isti'arenin suyun kaynağına değil de, kaynağa giden yola yapılması dikkat çekicidir. Dini bağlamda bunun anlamı şudur: eş-Şeri'at, tarihin her hangi bir döne­minde, bir topluma, bir peygamber aracılığıyla açılan yoldur.[25]
Câhiliye şiirinde bu kavramın lügat manasının kulla­nıldığını görmekteyiz. Meselâ, o dönemde şairlerin üstadı olan İmruu'l-Kays bir şiirinde bu kelimeyi kullanarak şöyle demiştir:
"Yaban eşekleri arzu ettikleri suyun kaynağını gördük­lerinde, orada bulunan okçular sebebiyle, göğüslerinin kana bulanacağından korktuklarından..."[26]
Araplar, su kova vasıtasıyla değil, kendiliğinden çıkar ve kesintisiz akarsa, buna "şeri'a" derlerdi. "Şeri'a"nın bir diğer manası da ağzına su koymaktır.[27]
Dil bilginleri "şeri'at" kelimesinin dini manasını şöyle değerlendirmişlerdir:
el-Leys; "Allah'ın, kullarına vazettiği oruç, hac, zekât, nikâh ve buna benzer ibadetler "şeri'at" diye isimlendirmişlerdir.”[28] demektedir.
Katâde ise, dinin tek olduğunu, fakat şeriatların farklı olduğunu[29] belirterek ayette yer alan "şeria't" kelimesini bir nevi tanımlamıştır.
Tahânevî'ye göre "şeri'at"; akıl sahibi insanları, övgüye layık olan hür iradesiyle, ahirette ve dünyada kendi menfaatleri olan, bizzat iyiye sevk etmek için Allah tarafından konulmuş bir sistemdir. Diğer bir ifâde ile herhangi bir peygamberin Allah tarafından insanlara getirdiği hükümlerdir. Bunlardan pratikle ilgili olanlarına fer'î ve amelî, inançla ilgili olanlarına ise aslî hükümler denir.[30]

Şerrer:


Şerrer, "şeraretun" kelimesinin çoğulu olup, ateşten uçuşup dağılan kıvılcımlar manasınadır.

Şetat:


Şetat kelimesi, haddini aşmış, aşırı, haktan, doğruluktan, rüşdden uzak olmuş, saçma an­lamlarına gelir.

Şettâ:


Şettâ, "şetit"in çoğulu olarak, dağınık, perişan, muhtelif, parekende an­lamlarına gelir. Müfessirler, Leyl Sûresi'ndeki kullanımında "şettâ" kelimesini, çeşit çeşit, kimi aşağı kimi yukarı, kimi imanlı kimi imansız anlamında tefsir etmiş­lerdir. "teşettet cem’ahum: birlikleri dağıldı" mânasınadır.

Şevâ:


Şevâ, el ayak gibi organlara denir. Nitekim avcı, kol, bacak gi­bi öldürmeyecek organlara isabet ettirerek vurduğunda "eşvey" derler. Ayrıca "şeva"nın, başın de­risi demek olan "şevat"ın çoğulu olduğu da ifade edilmiştir.
A'şâ şöyle der:
Kuteyle dedi ki, ona ne oldu ki, başı bembeyaz oldu?[31]

Şevb:


Şevb, karışım demektir. Bir kimse yemeğe başka bir şey ka­rıştırdığında "Şâbe’t-ta’âm" denir. Geniş zamanı "Yeşubu" gelir. "Şevb" Bu fiilden alınmıştır.

Şeytan:


Şeytân, uzaklık manasına "şatene" maddesinden "fey'al" veznindendir, uzak demektir. Gerçekte de şeytan haktan uzak­tır. Aynı zamanda, yanma ve batıllık manasına "şeyt" kökünden, "fu'lan" vezninde olduğu, yan­mış ve batıl anlamına geldiği ifade edilmiştir. Bu kullanımda keli­me isim olduğu için çekimli ol­muştur.
"Şatane" kökünün Arap dili­nin yabancısı olduğu da ifade edi­liyor. Bu nedenle şeytan bîr cins isimdir. Bundan cin şeytanı anla­şılmakla beraber, insan şeytanı, hatta hayvan şeytanı olarak da an­laşılır. Hz. Ömer'in huysuz bir ata bindirildiğinde "beni bir şeytana bindirdiniz" dediği rivayet edilir. Şeytan, herhangi bir azgın ya­ni azgınlıkta, şer ve kötülükte, fevkalede bir yükselişle kendi sınıf ve benzerlerinin dışına çıkmış kötü inatçı manasında bir cins isimdir. Gerek insandan, hayvandan, yılan gibi görünen yaratıklardan ve ge­rekse diğer gizli mahluklardan ru­hî ilişkisi bulunan kötülere söyle­nir. İnsan şeytanı, hayvan şeytanı, cin şeytanı denilir.
Nitekim Kur'ân'da insan şey­tanları ve cin şeytanları çok geçer. İnsan görünür fakat kötülükleri ve şeytanlıkları görülmez. Eserle­riyle belli olur. Şu halde insan şey­tanında bile şeytanlık bir gizli iş­tir. Bunun için şeytan ismi, gizli, kötü bir kuvvet, kötü bir ruh dü­şüncesine döner.
İnsan şeytanı, cin şeytanına bağlı demektir. Melek karşıtı olan cin şeytanı, yani gizli şeytan bazı filozoflara göre, manevî ve soyut olarak açıklanmış ise de bunun maddî değerini de inkar etmek doğru olmaz. Bu şekilde şeytan cins ismi, bilhassa görülmeyen ruhlar ve kötü kuvvetlere isim ol­muştur.
Yaratılışta her cins bir tek fert ile başlamış olduğundan şeytan denilince bu cinsin babası olan o ilk fert yani İblis akla gelir. O za­man özel isim gibi olur. Şeytan'a Farsça'da "diyv" denilir. Bu keli­me Batı'da "ilah" manasına "diev" olmuştur. [32]
Şa-ta-na" fiil kökünden gelir. Kelimenin anlamı, aceleci, dik kafalı, küstah, hain şeklinde tanımlanabilir. Ancak Kur'ân'da şeytanın bir kötülük objesi mi, yoksa bir şahıs mı olduğu sorusu cevaplanması zor olan meselelerdendir. Yalnız Kur'ân'da kötülük, özellikle Hz. Âdem'in yaratılışı anlatı­lırken bir şahıs olarak temsil edilmiş ve onun özel ismi ise, İblis olarak belirtilmiştir. İblîs yalnız Allah'ın emirlerine uymayı redderek ve Âdem'e secdeyi kabul etmemekle kalmamış, ayrıca Allah'a karşı uzun bir mücadeleye de girişmiştir. Ama daha sonra Hz. Âdem ve Havva yasaklanan meyveden yiyince, onları isyana teşvik eden, İblîs olarak değil, kötülük ilkesinin artık genel adı  olan  şeytan ile isimlen­dirilmiştir.[33]
Arap dilinde eş-Şatan; kendisiyle su çekilen veya atın ayağına bağlanılan uzun ip[34] anlamını ifade etmektedir. Bu anlamda Antara bir beytinde şöyle demektedir:
"Dibi çamurlu kuyunun içine salınan kovaya bağlanan ipler gibi, düşman mızrakları, yağız atımın gözüne girmişken, arkadaşlarım Antara diye benden yardım istiyorlardı."[35]
Bu anlam yanında "şa-ta-na"; "altı derin kıvrımlı kuyu", "aşırı zor bir savaş", "uzak ve gidilmesi zor bir mesken" manalarına gelmektedir.[36]
 Bu manada en-Nabiğâtu'z- Zübyânî şöyle der:
"Kalp, Su'âd'a bağlı olduğu halde, onu senden ev uzaklaştırdı."[37]
Büyük Türk Müfessirlerinden Hamdi Yazır, şeytan lafzı ile ilgili iki görüş belirtir:
1-Şeytân; şa-ta-na maddesinden "fiyâl" vezninden gelip uzaklık, uzaklaşmaktır. Buna göre şeytan, uzaklaşan ve uzak düşen demektir. Allah'tan uzak düşen bir varlık için kullanılır.
2- Şa-ya-ta maddesinden "fa’lân" vezninden öfkeden helak olmak, diş gıcırdatmak, yakmak, hırsıyla yanmak mana­larına gelir.[38]
Bizce birinci görüş daha kuvvetlidir. Zira Kurtûbî de bu görüşü savunarak, şeytanın, Hakka isyan ettiği ve ondan uzaklaştığı için bu ismi aldığını söylemektedir.[39] Bu itibarla şeytan tabiri en geniş ve somut anlamıyla, meşru ve geçerli, ahlakî niteliklere aykırı olan amaçlara ve niyetlere yönelmiş, azgınlıkta, şer ve kötülükte emsalsiz olan demektir. Dolayısıyla şerir ve inatçı olan her isyankâr ve azgına verilebilecek bir isimdir.[40]
Kur'ân, şeytan ifadesini yerilen bir sıfat olarak kullanır. Çünkü insanlar, çirkin görünüşlü yaratıkları hep şeytana benzetirler; "Şeytanın yüzü" gibi. Zira şeytana hep şer olarak bakılır.[41] Nitekim bir âyette şöyle denir :
"O zakkum ağacı, çılgın ateşin, yani cehennemin dibinde yetişir ve tomurcukları şeytanların başları gibidir."[42]
Câhiliye döneminde "şeytan" kelimesi biliniyordu. Araplar, kuvvetli ve cesaretli düzenbaz olan kişilere şeytan lakabı takıyorlardı. Mesela; Cuşem oğullarından olan İbn Mudlec'i ve İbnu'l-Hakem'i şeytan diye isimlendirmişlerdi.[43] Bu itibarla "cin" şeytanı dendiği gibi, insan şeytanı, hayvan şeytanî da denebilir. İnsan ve hayvan görülür, fakat ruhta gizlenen kötülük görülmez. O eserleri ile bilinir. Bu sebeple "şeytan" isminden genel olarak, gizli ve kötü bir kuvvet, kötü ve habis bir ruh anlaşılır.[44] Buna göre Allah'a isyan eden herkes şeytan kavramının içerisinde değerlendirilebilir.
"Şeytan" kelimesi, yukarıda sunmaya çalıştığımız anlamların paralelinde olarak Kur'ân, ona isyankâr, asi, Allah'ın rahmetinden kovulmuş gibi anlamlar vermiştir. Câhiliye döneminde ise, bu dini anlam bilinmemiştir. Kur'ân bazen bu kelimeyi lügat anlamında da kullanmıştır. Öte yandan Kur'ân, şeytanı; insanları kötülüklere sürükleyen, özellikle onları Allah yolundan saptırmaya çalışan fizyolojik olmayan bir motif olarak tasvir eder.[45]

Şî'a:


Şi’a bîr kimse­nin arkasından, izinden giden ta­raftarları demektir. Saffât Sûresi'ndeki kullanımında Hz. İbrahim'in Hz. Nuh'un soyundan ol­duğu veya onun izinden gittiği ifade edilmiştir.

Şihâb/Şuhûb:


Şihâb ateş alevi demektir. Parıltılarından dolayı yıldızlara ve süngüye de denir. Özellikle gökten yaldız kayması gibi görünen şuleye (ışığa) de şihâb denilir. Bunun bir parlama ol­duğu açık ise de fizik nedenleri henüz tam belli değildir. Şihablar, göğe doğru çıkmak isteyen cin şeytanlarına atılan gök mermileri­dir. Bunlarda mahiyet olarak hem yıldız, hem taş, hem ateş anlamı vardır. Şeytanların ve insanî şey­tanların taşlanması mecaz anlam­dadır. Taşlama manevî bir taşla­madır.
Şihâb "bi şihâb-i kabs" ifade­sinde olduğu gibi ateş alevi de­mektir. "Şihâb"ın çoğulu "şuhûb"dur. Bundan dolayı gökyü­zünde kayan yıldızlara da ad ol­muştur.

Şikâk:


Şikâk, muhalefet, zıtlık ve düşmanlık demektir. Bunun aslı, yan mânâ­sına gelen "Şıkk" kökündendir. Yani, "birisi bir tarafta, diğeri başka bir ta­rafta olmuştur." demektir.

Şi'ra:


Şi'râ, sıcak mevsimde ikizler burcundan sonra doğan parlak yıldız.
Şi'ra, "zikra" veznin­de, şuur mânâsına masdar olup semanın birinci derecedeki parlak yıldızlarından en parlak iki yıldı­za isim olmuştur. Parlaklık dere­cesi birinci olan yıldızlardan "şi'ra" ismiyle iki yıldız vardır. Bunlardan birine "şi'ray-ı yemanî" veya Abur, diğerine de "şi'ray-ı şamî" veya Gumeysa/Rumeysa denilir. Şi'ray-ı yemanî burçların en güzeli olan Cevza'da "el-Cabbâr" denilen su­retin arkasında uydu sanılarak "kelbu'l-cabbâr" ismi de verilen "kelbi ekber"dir. "Kelbi asgar" da "şi'ray-ı şamî"dir.

Şir'a-Şerî'a-Meşre'a:


Şir'a, bir ırmak ve her­hangi bir su kaynağından su iç­mek veya su almak için gidilen yol demektir. Bu da insanların ebedî hayata ve gerçek saadete er­mesi için Allah-u Teâlâ'nın koyup teklif ettiği özel hükümlere ve doğru yola istiare yoluyla isim ol­muştur ki din demektir.
Şir'a, ya kapalı bir şeyi yarıp açmak, beyan ve açıklamak ma­nasına "şera'a" masdarından ve­ya bir şeye girmek manasına "şu­ru' "dan alınmıştır. Birinci "şerîa"ya (yol göstericiye), ikincisi "salik"e (yola girene) göre ilişkisi demek olur.

Şirb:


Şirb, fıkıhta içmek, hayvan ve tarla sulamak, kullan­mak için su almak demektir. Yal­nız içmek için olana "şefe hakkı" (dudak hakkı) denilir. Su alan bir arktan nöbetleşe yararlanma "muhayeeh" yani "bölüşülme ih­timali bulunmayan bir şeyi sıra ile kullanma" tabir edilir.

Şirk-Müşrik:


Şirk; ortaklık, pay.
Şirk, bîr zu­lüm ve haksızlıktır: Çünkü zu­lüm, bir şeyi olması gereken yerin gerisine/aşağısına koymaktır. Allah'ın hakkını Allah'tan başkasına vermektir. Aynı zamanda Allah'ın mükerrem kıldığı, şeref verdiği insan nefsini, bir yaratılmışa iba­det ettirerek onu aşağılamak, zelil etmektir.
Şirk bir zulümdür; çünkü, ilahlığı, hiçbir zaman söz konusu olmayan, olma imkanı bulunma­yan bir yere koymaktır. Zeyd'in malını Amr'a vermek zulümdür, Çünkü Zeyd'in malını, Amr'ın eli­ne koymakla Amr'a haksızlık ve zulüm yapılmıştır. Lakin, hibe ve­ya satış gibi yollarla Amr bu mal­lara sahip olabilir.
Halbuki şirk koşmak, ilahlığı/mabudluğu Allah'tan başkası­na vermektir. Allah'tan başkası­nın ise hiçbir şartta ilah olması mümkün değildir.
Kur'ân'da türevleriyle birlikte 186 âyette zikredilmek­tedir. "Şe-ri-ke" fiil kökünden gelmektedir. Şerike ortak olmak demektir. Aynı kökten gelen "şirket", ortaklık anlamını içer­mektedir. Dolayısıyla iki veya daha çok kimsenin maddi veya manevi alandaki ortaklıklarına şirket veya müşareket denir.[46] Fiilin ifa'l babındaki şekli olan "eşraka", ortak tanımak ve ortak koşmak; bu babın ism-i faili olan "müşrik'' de ortak koşan demektir.[47]
Dinî anlamda "şirk", Allah'ın ortağı olduğunu kabul etmek veya yaptığı ibadetlere başkalarını da ortak kılmaktır. Bu da putlara ağaçlara, hayvanlara, kabirlere, göksel cisimlere, tabiat kuvvetlerine, ruhani varlıklara ve insanlara uluhiyet vererek tapınmaktır.[48] Hususi anlamda ise şirk, Yüce Allah'ın uluhiyetinde sıfat ve fiillerinde, eşi ve ortağı bulunduğunu kabul etmektir.[49] İşte Kur'ân'ın şirk konusunda ele aldığı kimseler daha çok bu tür müşriklerdir.
İslâm'dan önce bu kelime yalnız maddi ortaklığı ifade ederdi. Nitekim Lebîd b. Rabî'a bir beytinde şöyle der:
"Efendilik (iş sahipliği) çocuğa ait olduğu halde sahte ortaklar birer ikişer üşüşmektedirler."[50]
Görüldüğü gibi, câhiliye döneminde sadece işortaklığı manasını ihtiva eden bu kelime, Kur'ân'ın nüzulünden sonra, Allah'a ortak koşmak manasını da ihtiva eder olmuştur. Zira o dönemde tevhid akidesi yerleşmemiş, putlara tapma da yaygın bir hal almıştı. Diğer Peygamberlerden kalan bilgiler ise tahrif edilmiş ve bunun neticesinde insanlar, Allah'a yaklaştırsınlar diye putlara tapar olmuşlardı.[51]
Şirk ile küfür bir birine yakın iki kavramdır. Aralarındaki fark, küfrün daha genel, şirkin ise daha hususi olmasıdır. Bu anlamda her şirk, küfürdür, fakat her küfür şirk değildir. Çünkü şirk, Allah'a, zat, isim ve sıfatlarında ortak tanıma sonucu meydana gelir. Küfür ise, insanı inkâra götüren bir takım inançların kabulü ile gerçekleşir. Küfür sayılan inançlardan biri de Allah'a ortak tanımadır.[52]
Şirk, üç şekilde açıklanmıştır:
1. Başkasını O'na denk tutarak Allah'a eş/ortak koşmak.
"Allah'a ibâdet edin, O'na hiçbir şeyi şirk koşmayın (başkasını O'na denk ve eş tutmayın)!" [53]
"Doğrusu Allah, Kendisine şirk koşulmasını (denk ve eş tutulmasını) bağış­lamaz." [54]
"Kim Allah'a şirk koşarsa (başkasını O'na denk ve eş tutarsa), Allah ona (bu halde öldüğü takdir­de) cenneti haram kılar." [55]
"Elbette Allah müşriklerden (yani, başkasını Kendisi­ne denk ve eş tutanlardan) beridir." [56]
2. İbâdetten gayri taatte ortak koşmak.
"O ikisine (yani, Adem ile Havva'ya)[57] sâlih (hilkati düzgün bir çocuk) verince, kendilerine verdiğinde O'na, /çocuklarına koydukları isim hususunda -ibâ­det sözkonusu olmaksızın- itaatte İblis'i O'na [58] or­taklar kıldılar." [59]
İblîs kendisine itaat edenlere diyecek ki): "Ben sizin bundan evvel beni, şirk koşmanıza (itaatte beni Allah'a ortak koşmanıza! da küfr etmiştim". [60]
3. Amellerde şirk (ortak koşmak), riya.
"Kim Rabbine kavuşmayı ümit ediyorsa, sâlih amel işlesin ve Rabbine ibâdetinde (yarattıklarından) bir kimseyi şirk koşmasın, (ibadetiyle Allah'tan başkasını irade etmesin)!" [61]

Şiyâ':


Şiyâ'[62], "şî'a’nın çoğu­ludur. Şi’a birisinin arkasından gi­derek bir emîre veya reise taraftar olan fırka, topluluk demektir. [63]
Şiyaan, beş şekilde tefsir edilir:
1. Ayırmak, grup grup yapmak, fırka fırka yapmak
"Dînlerini terikaya düşürüp/ayırıp şiy'a şiy'a olanlar (Yahudi, Hristiyan, Sabii, Mecusi gibi fırka ve hizibler oluşturanlar) var ya..." [64]
"Ve müşriklerden olmayın. Onlar ki dînlerini tefrika­ya düşürmüş/ayırmış ve şiy'a şiy'a olmuşlardır (hizib ve fırkalar oluşturmuşlardır)." [65]
"Şüphe yok ki Fir'avn o arzda üstünlük sağlamaya kalkıştı ve onun ahalisini şiy'a şiy'a yaptı (biri Kiptiler, diğeri İsrâîloğulları olmak üzere fırkalara ayırdı)." [66]
"Andolsun ki senden önce, evvelkilerin şiy'aları (fırkaları: Nûh kavmi, Hûd kavmi ve diğer ümmetler) içinde de (rasûller) gönderdik." [67]
2. Ceyş (taraftar, yandaş, kavimdaş)
"(Mûsâ) orada dövüşen iki adam (iki kâfir)[68] bul­du. Bu kendi Şia'sından (İsrâîloğullan'ndan, diğeri ise o'nun düşma­nından bir Kıptî) idi. Kendi şî'asmdan (ceyşinden/kavminden/taraftarından); Musa'nın ceyşinden (kavminden/taraftarından)) olan kişi, düşma­nından olan kimseye (o Kıpiîye) karşı kendisin­den istiğâse taleb etti."[69]
3. ehl-i Mekke
"Andolsun ki şiyalarınızı (eşyâ'a) helak ettik (ey ehl-i Mekke)." [70]
"Bundan önce (ehl-i Mekke’nin) şiyalarına yapıldığı gibi..." [71]
"Sonra her şiya'dan (ehl-i Mekke’nin her şiya'sından)..." [72]
"Şüphesiz İbrâhîm de o'nun şiya'sından (o'nun milletinin ehlinden; İbrahim de Nuh'un milletinden) idi."[73]
4. Şuyû' bulma, intişar etme, yayılma[74]
"Şüphesiz ki, o fahişenin (iğrenç/çirkin şeylerin/zina iftirasının) îmân edenler içinde teşyi' olmasını (yayılmasını/intişar etmesini/şüyu' bulmasını) sevenler..." [75]
5. Muhtelif hevalar(ın peşinden git­mek)
"Yahut sizi şiya'lar (muhtelif hevaların, yanlış görüşlerin, fırkaların peşinden gidenler) halinde bir­birinize katıp..."[76]

Şîatihi:


Taraftarları. "Şîate’r-racul" adamın taraftarları, yardımcıları, onun yolundan ve izinden gidenler.

Şiye:


Şiye, asıl renge uymayan alacalıktır. Taberî “Lâ şiyete fihâ”nin mânâsı, o hayvanda asıl rengine uymayan ne beyazlık, ne de siyahlık vardır" demektir der.[77]

Şuhh:


Şuhh[78], nefsin cimrilik, nekeslik, hasislik dediğimiz hırs ve kıskançlık, huyudur ki, "buhl" bunun fiiliyattaki tezahürüdür. Nefiste bir garaz olması sebebi ile ortaya çıkan duruma "şuhh", bu­nun fiilen engellenmesine de "buhl" denilir.
Râgıb, "şuhh"u adet haline gelmiş hırslı bir "buhl" diye tarif eder. İbni Munzir'in, Hasen'den yaptığı bir alıntıda "buhl" insanın kendi elindekini, "şuhh" ise her­kesin elindekini kıskanması diye tanımlanmıştır.
İbni Mes'ûd'un, "Şuhh, kar­deşinin malını zulüm yoluyla ye­mektir." dediği rivayet edilmiştir. Yine İbni Munzir ve İbni Merduye'nin rivayetlerinde İbni Ömer'in, "Şuhh, bir adamın malı­nı men etmesi değil, kendisinin sahip olmadığına göz dikmesidir." dediği nakledilmiştir.
Alusî ise, "Lugatçilerin hiç bi­risinde böyle bir tarif görmedim." diyerek, "Şuhh, cimriliğin en şid­detli hali olmalıdır ." demiştir. [79]

Şu'ûb:


Şu'ûb[80], "şa'b"ın çoğuludur. Kafatası kemiklerinin birbirine eklenip bitiştiği yere, eke "şa'b" denilir. Kabâil, kabilenin ço­ğuludur. Araplar toplulukları tas­nif ederken insan vücudunun olu­şumundan yararlanmışlardır. Bu nedenle insan kafatasını meydana getiren kemiklerin her birine kabi­le, hepsine de kabâil derler.
Aynı yöntemle, bir babanın sulbünden/soyundan gelen ve dallanan topluluğa kabile, bu ka­bileleri bir araya getiren ve hepsi­nin bir asla mensup olduğu topluluklara da "re's"/baş veya "şa'b" denilir. "Şa'b" kabileleri içinde bulundurur. Bu anlamda, bir soy­dan gelen toplulukların en büyü­ğüne "şa'b" denir. Kabile, amareleri içinde barındırır bu nedenle sadır, yani göğüs mesabesindedir. Amare batınları içinde barındırır, Türkçe'de göbek/öbek deyimine benzer. Batın fahızları içine alır, fahızlar, fasileleri içine alır. Topla­mı altı tabaka eder. Bazıları yedin­ci olarak aşireti de saymışlardır.
"Şu'ab" ise, bir cisimden ayrı­lan çatallar demektir. Yani haçın bir kolu, gövdesi demek olduğun­dan çatalları üçtür. Mürselât Sûresi'ndeki "Üç çatallı gölge" ifadesi, Hristiyanlığın teslis inancının Al­lah'ı oluşturduğuna inandıkları üç unsurun bir sembolü ile ilişki­lidir. Haç bu teslis inancını temsil eder. Buna inananlara "Haydi gidin bu üç çatallı teslis gölgesine" denilecek. [81]

Şu'ûr:


Şu'ûr[82], açık duygu ile hissetmektir, yani şu anda his halinde olan henüz hafızaya ve akla tamamen geçme­miş bulunan açık bir ilimdir. Dal­gınlığın zıddidır. İdrakin ilk dere­cesi, yani bir şeyin düşünenin fik­rine ilk varış derecesi, ilk görünü­müdür. Çünkü ilim, nefsin mana­ya ulaşmasıdır.
Bu ulaşmanın bir takım dere­celeri vardır ki, şuur bunların bi­rincisi, yani nefsin manaya ilk va­rış mertebesidir. O mananın ta­mamına nefsin anlayışı hasıl olunca, tasavvur; bu mana şu­urun gitmesinden sonra tekrar geri döndürülebilecek şekilde ruhta baki kalmışsa, hıfz, bunu is­temeye hatırlama; tekrar bulan vicdana zikr ismi verilir.
Şu'ûr bir bakıma ilmin en za­yıfıdır, çünkü onda sebat ve ihti­yatlı hareket yoktur. Bu sebeple Allah'ın ilmine şuur denmez. Baş­ka bir anlamda da en canlı bir ilimdir. Çünkü o anda ve bizzat ince bir görüş anı ve huzurdur. İlahî ilmin kemalini anlatacak en güzel bir şahittir.
Her şu'ûr birlik içinde ikiliği, ikilik içinde birliği ihtiva eder. Bir anda iki şuur olmaz. Fakat geniş­liği olan bir şu'ûr olabilir. İnsan başlangıç halinde şuur ile şuurun manasını, düşünen ile düşünüleni birbirinden ayıramaz. Kalp ken­dinden çok düşündüğüne dalmış olur. Bunun için şuur/bilinç açık duygular ile olan dış duyguya de­nir. Görünen duygulara da hisler denir.
Buna karşılık, nefsin kendin­deki bir şuur olayına da, "kendin­de bulmak" demek olan "vicdan" adı verilmiştir. Buna gizli his veya gizli şuur da denilir. Bununla bir­likte vicdan daha çok bir şu'ûr şu­uru demektir. Bu açık his ve gizli his deyimlerinde izafet veya sıfat manaları, sırasına göre ayırt edil­melidir.
Şu'ûr şimdi ve ani olduğu için, akıl şuurun dışında sayılır. Akıl, şu'ûr kavramının analiz ve senteziyle özünü alır ve bundan sonuç çıkarmak suretiyle içinde ve dışında ilgi bulduğu gerekli şeylere intikal eder.
Akıl, halihazırdaki şu'ûrun gerisinden başlar. Öncesi ve son­rası, iç yüzü ile ilgilenir. Bunlardan başka şu'ûr kısmen, nefsin hoşlan­mak, tiksinmek, genişlemek, sıkış­mak gibi bir olayı ile ortak olur. Buna zevk ve his denir. Bu his bir nokta kadar basit ve belirsiz de olsa, o zevkin sebebine bîr dış kıy­meti isnad edilirse buna "duyum" tabir edilir. Şu'ûrun ilmî kıymeti de bu itibarladır. [83]

Şuvâz:


Şuvâz, dumansız alev manasınadır.

Şükr:


Şükr, iki manada tefsir edilir:
1. Tevhîd/muvahhid
"Biz şâkirlerin (muvahhidlerin) karşılığını vere­ceğiz." [84]
"Allah şâkirleri (muvahhidleri) en iyi bilen değil mi?" [85]
"Andolsun ki, şükrederseniz (muvahhid olursa­nız) elbette artırırım." [86]
2. Nimete şükr/nimete teşekkür etmek
"Bana (nimetlerime) şükredin ve nankör­lük etmeyin!" [87]
"(Süleyman dedi ki): "Bu, Rabbimin fazlından; şükür (nimetine şükür) mü edeceğim, yoksa nankör­lük mü?" [88]
"(Lokmân'a hikmet bahşettik ki), Allah'a şükret diye. Kim (nimete) şükrederse, ancak ken­disi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse, muhakkak Allah muhtaç değildir, hamde layık olan­dır." [89]

Şükr:


Şükr, Kur'ân'da türevleriyle birlikte 75 âyette geçmektedir. Kur'ân, Allahu Teala'ya şükr (teşekkür) etmeyi müslümanın asli görevi olarak kabul etmektedir.
Çünkü Hak Teâlâ'nın bunca ikram ve iyiliklerinin devam etmesi için şükür zorunludur. Dolayısıyla o, nimetlerin artması için bir sebep ve bir vesiledir. Nitekim Yüce Allah, "And olsun ki, şükrederseniz size olan nimetlerimi mutlaka artırım..."[90] buyurarak buna dikkat çekmektedir. "Şükr", lügatta, nimetin bilinmesi ve açığa vurulması demektir. Açmak, meydana çıkarmak anlamına gelen "keşr" kelimesinden "ş" harfinin "k" harfi ile yer değiştirmesi sonucu oluştuğu söylenmektedir. Bu kelimenin karşıtı ise "örtmek, gizlemek" manasına gelen "küfür"dür. "Dâbbetun şekurun”; Semizleşmesi ile sahibini memnun eden, yediğini belli eden hayvan anlamındadır.[91]
"Aynun şukriyyun"; Suyuyla dolu olan pınar anlamına gelir.[92]
İslâm'a göre "şükr", üç kademelidir; İhsan edilen nimetleri kalple düşünmek, iyilik yapanı dille övme ve güç nisbetinde başkalarına bu iyiliklerden ikramda bulunmadır.[93]
Câhiliye döneminde "şükr" kelimesi, "teşekkür" manasında kullanılmıştır. İmru'ul-Kays bir beytinde şöyle demiştir:
“Yok olmaya maruz kaldığım bir sırada beni savunmadan dolayı sana teşekkür ederim."[94]
Kur'ân'da kullanılan "şükr" kavramıyla lügat manası arasında bir ilginin olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü yediğini gösteren hayvana "dâbbetun-şekûr" deniliyorsa, Allah'ın verdiği nimetleri inkâr etmeyen, nankörlükte bulunmayan ve O'na itaat edene "abdun şekûr" denir. Böylelikle kelimenin lügat manası gelişerek ek bir mana kazanmış ve takva ile ilişkili bir hal almıştır.
Şükr ile hamd arasındaki fark ise, "hamd" her şey için yani soy, sop, cesaret ve iyilik için yapılan övgüdür ve dil ile gerçekleşir. "Şükr" ise kalp, dil ve uzuvlarla nimete karşı yapılan teşekkürdür.[95]





[1] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 299. (5678-5679)
[2] İsra: 17/84.
[3] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 299-300. (3196)
[4] Mâide: 5/2 ve 8
[5] Cevherî, Sıhah "Şatae" maddesi.
[6] Dârimî, Vudû', 2
[7] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 300. (1055, 4869)
[8] el-İsfahânî, a.g.e., s. 237; krş. Elmalılı, a.g.e., I, 524.
[9] el el-İsfahâni, a.g.e., a.y. krş. Elmalılı, a.g.e., a.y.
[10] ez-Zevzenî, a.g.e., s. 169.
[11] Ûde, a.g.e.,s. 178, 179.
[12] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 61-62.
[13] Hud: 11/106, Kalem: 68/7.
[14] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 301. (2822)
[15] Bakara: 2/185, Tevbe: 9/36.
[16] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 301. (642)
[17] Lokman: 31/31, Nisa: 4/147.
[18] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 301. (3953)
[19] Ankebut: 45/17, Şura: 42/13, Maide: 5/48.
[20] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 302. (4317)
[21] Câsiye: 45/18.
[22] İbn Manzûr, a.g.e., VIII, 176.
[23] el-İsfahâni a.g.e., s. 379.
[24] Ebu's-Su'ûd, Mııhammed b. Muhammed, İrşâdu Akli's-Selim ilâ Mezâye'l-Kurâni'l-Kerîm, Kahire, tsz., 3, 71.
[25] el-İsfahânî, a.g.e., s. 379.
[26] İmruu'l-Kays b. Hucr b. Amr. Divânu İmrii'l-Kays (şerh: Hasan es-Sendûbî) Mısır, tsz., s. 206.
[27] İbn Manzûr, a.g.e., VIII, 175.
[28] İbn Manzûr, a.g.e., VIII, 176.
[29] a.g.e., a.y.
[30] Tahânevî, Muhammed b. Ali, Keşşâfu Istılâhâtı Funûn, İran, 1927, I, 759.
[31] Tefsîr-i kebîr, 30/128
[32] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 302-303. (238-239)
[33] Fazlurrahman, a.g.e., s. 245.
[34] İbn Manzûr, a.g.e., XIII, 237.
[35] Antara, a.g.e., s. 29.
[36] İbn Manzûr. a.g.e., XIII, 238.
[37] en-Nâbiğa, a.g.e., s. 256.
[38] Elmalılı, a.g.e., I, 239.
[39] el-Kurtubî, a.g.e., I, 90.
[40] Aydın, a.g.e., s. 96.
[41] el-Âlûsî, a.g.e., XXIII, 95, 96.
[42] Sâffât: 37/64, 65.
[43] 'Ude, a.g.e., s. 478.
[44] Aydın, Ali, a.g.e., s. 96.
[45] Bkz. A'raf: 7/16, 17.
[46] el-İsfahânî, a.g.e., 380; İbn Manzûr, a.g.e., II, 263; Fîrûzâbadî, s. 1220.
[47] el-İsfahânî, a.g.e., 266; İbn Manzûr, a.g.e., II, 263.
[48] Tabbara, Afîfî Abdulfettâh, Ruhu'd-Dini'l-İslâmi, Beyrut, 1995, s. 103.
[49] el-Bursevî, İsmail Hakkı, Rûhu'l-Beyân, İst., tsz., 1, 78.
[50] Lebîd, a.g.e., s. 191.
[51] ‘Ude, a.g.e., s. 274.
[52] Kılavuz, Ahmet, Saim, Akaid, T.D.V.İ.A. İlmihali, İst., tsz., s. 78.
[53] Nisâ: 4/36
[54] Nisâ: 4/48
[55] Mâide: 5/72
[56] Tevbe: 9/3
[57] Mukâtil b. Süleyman'ın Tefsiri'nde de özetle şöyle denil­mektedir: Adem, Havva ile evlenip de hamileliği ağırlaşınca, şeytan gizlenerek ona geldi ve "Senin karnındaki belki de bir hayvandır. Ey Havva ne dersin? Allah'a du'â etsen de onu seninle Âdem gibi insan olarak yaratsa, ona benim adımı verir misin?" diye sordu. Havva,
"Evet" cevabını ver­di. Sonra İblis onu bırakıp gitti. Havva Adem'e gelerek,
"Görmediğim bir varlık karnımdaki yavrunun bir hayvan olduğunu, bu sebeble de ağırlık duyduğumu söyledi. Ben de onun dediği gibi olmasından korktum" dedi. Bundan dolayı Adem ile Havva, Havva'nın karnındakinden başka birşey düşünemez oldular ve Yüce Allah'a, "Eğer bize sâlih {yani, yaratılışı düzgün ve eksiksiz bir çocuk} verirsen, muhakkak ki şükrederlerden oluruz (yani, bu nimet dolayısıyla şükrederiz)" diye duâ ettiler. Havva, yaratılışı düzgün ve eksiksiz bir çocuk doğurdu. İblis ona geldi -kendisi onu tanımıyor­du- ve,
"Niçin bana verdiğin sözde durarak ona adımı ver­miyorsun?" dedi.
"Senin adın nedir?" diye sordu. İblis,
"Adım Abdu'l-Hâris" diyerek ona yalan söyledi. Havva da ona, Abdu'l-Hâris adını verdi; Âdem de bu ismi beğendi. Fakat çocuk öldü, İşte Yüce Allah'ın, "Onlara sâlih (yani, yaratılışı düzgün bir çocuk) verince, kendilerine verdiğinde O'na ortaklar koşmaya başladılar" sözü bunu anlatmakta­dır. Kasdedilen de çocuklarına Abdu'l-Hâris adını vermekle İblis'i Allah'a ortak koşmuş olmalarıdır. Bu, ibâdet sözkonusu olmaksızın sadece itaat hususunda bir şirkti. Rabb'lerine ibâdet konusunda bir şirk değildi. (Bu âyetin, Adem ve eşi ile hiçbir ilgisi yoktur. Adem ile eşinin, Allah'a şirk koştuklarına dair rivayetlerin tümü bâ­tıl ve uydurmadır. Bu âyetteki, sâlih evlat için Allah'a duâ eden ve duâlarına icabet edilen, buna rağmen şirk koşan çift ile -siyak ve sibaktan da anlaşılacağı üzere- genel müşrik karakteri tasvir edilmektedir.
[58] Tercüme, asla uygun yapılmıştır. Muhtemelen doğru ibare şöyle olmalıdır: "Kendisine itaat etmek suretiyle İblis'i, Al­lah'a ortak koştular."
[59] A'râf: 7/190
[60] İbrâhîm: 14/22
[61] Kehf: 18/110.
[62] En’am: 6/65.
[63] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 305. (1953)
[64] En'âm: 6/159
[65] Rûm: 30/31-32
[66] Kasas: 28/4
[67] Hicr: 15/10
[68] Bu iki adamın kâfir olduğuna dair hiçbir delil yoktur. O nedenle böylesi durumlarda, susmak gerekir. (Redaktör)
[69] Kasas: 28/15
[70] Kamer: 54/51
[71] Sebe': 34/54
[72] Meryem: 19/69
[73] Sâffât: 37/83.
[74] Mukâtil'in Tefsiri'nde şöyle denilmektedir: "Şüphesiz ki, o fahişenin (yani, zinanın: Aişe ve Safvân'a atılan zina iftira­sının açığa çıkmasını} îmân edenler içinde teşyi' olmasını {Aişe hakkındaki kötü dedikoduların şayi olması­nı/şuyû' bulmasını} sevenler (için dünya ve âhirette elîm/acı bir azâb vardır)." (Nûr: 24/19)
[75] Nûr: 24/19
[76] En'âm: 6/65. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 193-195.
[77] Muhtasarut-Taberî, 1/47
[78] Haşr: 59/9.
[79] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 305-306. (4845)
[80] Hucurat: 49/13, Mürselat: 77/30.
[81] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 306. (4478, 5523)
[82] Bakara: 2/154, En’am: 6/109, Yasin: 36/69.
[83] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 306-308. (223-227)
[84] Al-i İmrân: 3/145
[85] En'âm: 6/53
[86] İbrâhîm: 14/7
[87] Bakara: 2/152
[88] Neml: 27/40
[89] Lokmân: 31/12. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 171-172.
[90] İbrahim: 14/7.
[91] el-İsfâhanî, a.g.e., s. 389.
[92] a.g.e., a.y.
[93] a.g.e., a.y.
[94] İmruu'l-Kays, a.g.e., s. 107.
[95] ez-Zamahşerî, a.g.e., I, 46. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 114-116.