Bu Blog içinde Ara

21 Haziran 2012 Perşembe

Karanlığa Gömülmüş Sağır Ve Dilsizler

Karanlığa Gömülmüş Sağır Ve Dilsizler


"Bizim ayetlerimizi yalanlayanlar, karanlıklara gömülmüş sağır ve dilsizlerdir. Allah dilediği kişiyi şaşırtır, dilediğini de dosdoğru yol üzerine koyar." (En'am: 6/39)
Ayet, Allah'ın ayetlerini yalanlayanların, karan­lıklar içinde bocalayıp sağır ve dilsizler gibi olduğu­nu, Allah'ın, dilediğini saptırıp dilediğini doğru yol­da yürüteceğini bildiriyor. Karanlıklar içerisinde ka­lan dilsiz, sağır doğru yolu nasıl bulur? İşte Allah'ın ayetlerini yalanlayanlar da inkarlarının karanlığında kalmışlar, gerçeği anlama yetenekleri körelmiştir. Bir türlü o bilgisizlik ve küfürlerinin karanlığın­dan kurtulamazlar. Gerçi onlar, kendi istekleriyle o hale düşmüşlerdir ama onların isteği, yine Allah'ın izniyle eyleme dönüşebilir.
Kulun isteği, Allah'ın yarattığı psişik ve sosyo-fızik yasaların çalışmasıyla sonuca ulaşır. Kul red­deder, kabul etmez, hatta dinlemez. Hakkı dinleme­mesi, öğrenmemesi, ibadet etmemesi içinin karar­masına, kalbinin katılaşmasına, söz anlamaz duruma düşmesine yol açar. Ruhu aydınlanmaz. Kul ay­dınlanmak istemediği için Allah onu aydınlığa çı­karmamıştır. Böyle bir ruh hali içine girmesi, kulun kendi iradesiyledir. Ama kulda o karanlık ruh hali­nin oluşması, yine Allah'ın psişik yasalarına göre olur. Bundan dolayı herşeyin faili Allah'tır. Hayrı da şerri de yaratan Allah'tır. Fakat Allah kul için şerri istemez. "O, kulları içîn küfre razı olmaz, ancak şükrederseniz ona razı olur." (Zümer: 39/7) Şerri iste­yen, kulun kendisidir. Kul isteyince Allah'ın, onun içinde yaratmış olduğu yasaları, onun isteği doğrul­tusunda çalışır, eyleme dönüşür.
Kulun işleri, düşüncesine dayalıdır. İnsan önce düşünür, sonra düşündüğünü yapar. Düşünce vü­cutta Allah'ın yarattığı mekanizmanın çalışmasıyla olur. Kul, kafasından doğan, kendince üstün düşün­cesine göre hareket eder. Bu düşüncenin oluşumu yine Allah'ın yaratmasına dayanır. Bundan dolayı herşeyin gerçek faili (yapanı) Allah'tır.
İşte ayet, böyle psişik bir durumu özetlemekte­dir. Allah dilediğini doğru yola iletir. Ama hak yola gelmek istemeyenleri, kendi sapıklıkları içinde bıra­kır. Yola gelip gelmemek, insanın yaratılışında bulu­nan kabiliyetin gereğidir. İnsanın iradesi, kendinde bulunan kabiliyetle birleşince kişi doğru yola gider. Fakat irade kabiliyetle birleşemezse, ya da yaratılı­şında kabiliyet yoksa doğru yolu bulamaz. Dediği­miz gibi insanın annesinden, babasından aldığı gen­ler yanında ortamın da insan davranışı üzerinde et­kisi vardır. Atalarından süzülüp gelen kabiliyet, in­sana Allah vergisidir. Öyle ise hidayet de, dalalet de Allah'ın lütfuyla olur. Ancak kabiliyetin gelişmesin­de ortamın tesiri vardır. Ortam, insanın iradesiyle değişebilir. Çocuğun anne ve babası, onu daha iyi bir ortamda, iman ortamında yaşatabilirler, yahut çocuğun kendisi öyle bir ortamı seçer. İşte kabiliye­tin yönlenmesine, insanın iradesinin, yaşadığı orta­mın tesiri olduğundan dolayı insan sorumludur.
Allah'ın onları sapıtması şu anlama gelmekte­dir:
1) Cehalet içinde kalmak isteyene ayetlerini gözlemleme fırsatı tanımaz;
2) Ayetlerini görmesi gerekse bile önyargılarının kurbanı olan kişiden gerçeğin işaretlerini gizler, onu yanlış anlamalar içi­ne yuvarlar, böylece gittikçe gerçekten daha çok uzaklaşır. Öte yandan, gerçeği arayanı ise, ona bu gerçeği bulabilmesi için bilgisini kullanma fırsatı tanıyıp, gerçeğe götüren işaretleri göstererek Doğru Yol'a iletir.
Günlük hayatımızda bu türleri görür dururuz. Gözlerinin önünde, gerek kendi üzerlerinde, gerekse kainata sayısız ayetler yayılmış bulunduğu halde, hayvanlar gibi ne onları gözlemleyen, ne de onlar­dan ders almaya bakan milyonlarca insan vardır. Yine, zihinlerini ve kalplerini imanla aydınlatabile­cek olan bu ayetleri gözlemledikleri halde, salt mad­di kazançlar uğruna incelemelere önyargılı zihinler­le başladıklarından gerçeğe götürücü hiçbir ayet görmüşe benzemeyen fizikçiler, kimyacılar, hayvanbilimciler, botanikçiler, biyologlar, jeologlar, astro­nomlar, fizyologlar, anotomiciler, tarihçiler, arke­ologlar… vardır. Gerçeğe varmak şöyle dursun, her ayet bunları ateizme, inkara, materyalizme ve tabiata tapınmaya götürmektedir. Fakat, bütün bu tip­lere karşılık, kainattaki harikaları ve tabiattaki ol­guları açık göz ve açık kalplerle gözlemleyip, çevre­sini Allah'ın ayetleriyle kuşatılmış bulan, öyle ki, tek tek her yeşil yaprakta bile O'nun ayetini gören­ler de vardır.
Aslında verdiğimiz ayeti daha iyi anlamanın yo­lu, bu ayetin kendinden önceki ayetlerle (En'am: 6/37-38) olan ilişkisinin kavranmasıyla mümkündür. Bu ayetler de Kur'an'ın "varlık ve kainatın tümünü ve oluşu bir ayetler topluluğu" olarak sunduğunu ve peygamberlerin getirdiği mesajın doğruluğu konu­sunda şüphe içinde olup da mucize/delil/ayet iste­yenlerin bakışlarını bu "kainat kitabına" çevirmele­rinin önemi üzerinde durduğunu görmekteyiz.
"Dediler ki: "Ona Rabbinden bir mucize indirilseydi ya!" De ki: "Kuşkusuz Allah bir mucize indir­meye  Kaadir'dir.  Fakat  çokları  bilmiyorlar." (En'am: 6/37)
"Yeryüzünde debelenen hiçbir canlı, iki kanadıy­la uçan hiçbir kuş istisna olmamak üzere hepsi sizin gibi ümmetlerdir. Biz bu Kitap'da, herhangi bir şeyi ne eksik bıraktık ne fazla yaptık. Onlar sonunda Rableri önünde haşredilirler." (En'am: 6/38)
Varlık ve oluşun tamamını ayet olarak gören Kur'an, varlık ve oluşun tamamını mucize sayıyor demektir. Esasen Kur'an'a göre, hayat bir mucizedir. Bu mucizenin hayranlık verici görünümü arkasındaki evrensel şuuru ve yaratıcı sırrı fark edebilmek hiçbir ayrım yapmadan bütün ayetleri tetkik etmeye bağlı bulunuyor. Ayetler arasında ayırım yap­mak, gerçeğin yakalanmasını engeller veya insanın yanlış, eksik bilgilere ulaşmasına sebep olur.
Herşey ayettir. Kur'an'ın ifadelerini kullanırsak, İlahi vahiyler, peygamberler, gökler, yeryüzü, gece, gündüz, diller, renkler, tarihsel kalıntılar, böcekler, fosiller, gözyaşı, keder, sevinç, rüzgar, yağmur, do­ğum, ölüm, sevgi, nefret vs. hep birer ayettir ve hep­sinin incelenmesi insanın görevidir. Demek oluyor ki vahy aracılığıyla indirilen (tenzili) ayetler olduğu gibi, yaratılış yoluyla varlıklar dünyasına çıkarılan (tekvini) ayetler de vardır. Ve bu ayetlerin tümü yaratıcı şuuru gösterme bakımından delil niteliğin­dedir.
Kur'an'ı Kerim, dış alemdeki ayetlere "Afaki" (objektif}, iç alemdekilere de "enfusfi" (süpjektif) ayetler diyor, insana düşen bu iki ayet grubunun hiçbirini ihmal etmeden hem kendi kuşattığı, hem de kendini kuşatan alemleri iyi okuyabilmesidir. Bunu yapabilenler alemlerin sahibi olan Allah ile buluşabilir veya başka bir deyişle ifade edersek her an Allah ile beraber olma şuuruna (ihsan) erişebilir­ler.
Son olarak En'am: 6/38. ayette yeralan bir ifadeye dikkat çekmek istiyoruz. Bu ayette tüm canlı türle­rinin birer ümmet oluşturdukları söylenmektedir. Ümmet, Kur'an'da, tekamül kategorilerinin herbirini ifade etmektedir. Nitekim andığımız ayetin so­nunda "... nihayet onlar doğrudan doğruya rableri huzurunda toplanırlar." diyerek ümmet kavramının temelinde Allah'a doğru gidiş hareketi olan tekamü­lün belirli boyutlarının bulunduğunu göstermekte­dir.
Ümmet kelimesi tekil ve çoğul halde 60'tan faz­la yerde geçer. Kur'an bu kavram içine, bir fikir ve ideal etrafında toplanan insan kümelerini soktuğu gibi, aynı kategoriye giren hayvanların oluşturduk­ları toplumları da sokar. Sürünen veya uçan tüm hayvan toplulukları birer ümmet oluşturur. Kısaca­sı ümmet kavramının Kur'an'da beş çerçevesi oldu­ğunu görüyoruz.
1) Canlı toplulukları;
2) İnsan toplulukları;
3) Bir peygambere bağlı topluluk;
4) Bir peygamberin üm­meti içindeki alt grupların her biri;
5) Aksiyonlarıyla tarihe büyük değerler bırakmış yaratıcı benlikler.[1]

Dinlerini Oyun Ve Eğlence Haline Getirmiş Olanlar


"Dinlerini bir oyun ve bir eğlence edinen ve ken­dilerini dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak! Allah'tan başka dost ve yardımcısı olmayan bir kim­senin kazandığından ötürü helake sürüklenip atıl­maması için Kur'an ile öğüt ver. O, azaptan kurtul­mak için bütün varını feda etse, kendisinden alın­maz. Onlar kazandıkları şey yüzünden helake uğra­tılmışlardır. Onlar için, inkar ettiklerinden dolayı kaynar bir içecek ve can yakıcı bir azap vardır." (En'am: 6/70)
Bu ayet, dinin mensubu görünüp de Allah'ın di­nini nefsinin arzu ve heveslerine tatmin aracı ya­panlara Kur’an'ın indirdiği en ağır darbedir. Burada dini inkar edenler değil, kabul edip de onu sübjektif hesapları uğruna eğlence ve oyalanma aracı yapan­lar ve bu yolda iğreti hayat tarafından aldatılanlar gündeme getirilmektedir.
Anlaşılmaktadır ki dini bu hale getirmek, bir ta­kım entellektüel dedikodular yığınından ibaret bu­lunan kitaplar ve yazılarla Allah'ın kullarına yön vermeye kalkmaktan ibarettir. Cenab-ı Hak kendi dinini kendi kitabının dışında bir takım zihinsel eğlence ürünleriyle içinden çıkılmaz bir kaosa çeviren ve bu kaosun bulandırdığı suda iğreti hayatı besle­yecek menfaatlerine malzeme avlayanlara karşı Kur'an bağlılarını uyarmış ve Allah adına aydınlatmanın yalnız Kur’an'la yapılması gerçeğine dikkat çekmiştir.
Verdiğimiz ayette dikkat edilirse Allah Resulü ve O'nun şahsında müslümanlar iki emirle karşı karşıyadırlar. Bunlardan biri "bırak", diğeri ise "öğüt ver" emridir.
Müslümanlar kendi dinlerini eğlence ve alay ko­nusu yapanları bir kenara itmekle yükümlüdürler. Kendi dinine gereken hürmeti göstermeyen, dini ol­gunluğunu korumayan, dini konularda dine yakışan ciddiyet ve nezaket içerisinde konuşmayan, dini duyguları gerek sözle, gerekse davranışla alaya alan ve dini, dünyaya ait gayeleri için eğlence edinen ki­şilerle müslümanlarm arasının kesin şekilde ayrıl­ması gerekir.
Bu tavır o insanlarla tamamen bağlarımızı ke­sip, onlara Allah'ın emirlerini hatırlatmamamız an­lamına gelmez. İşte burada ikinci emir olan "Öğüt ver" devreye girmektedir. Bu öğüt verme "Allah'tan başka dost ve yardımcısı bulunmayan" o kişilere Kur'an'la yapılacaktır. Ama eğer bu öğütten de ders almazlarsa başlarına gelecek olan sonuç şudur;
"Boğazları ve karınları yakıp kavuran kaynar su. Ve küfretmeleri yüzünden tadacakları elim bir azap..."[2]

Şaşkın Bir Halde Çöle Düşenler


"De ki: Allah'ı bırakıp da bize fayda ve zarar ve­remeyen şeylere mi yalvaralım? Allah bizi hidayete erdirdikten sonra arkadaşları; bize gel, diye doğru yola çağırırken; şeytanların saptırıp şaşkın bir halde çöle düşürmek istedikleri kimse gibi ökçelerimizin üstünden gerisin geri mi dönelim? De ki: Allah'ın hi­dayeti, asıl hidayetin kendisidir. Ve biz emrolunduk ki; alemlerin Rabbına teslim olalım" (En'am: 6/71)
Ayet, "hidayetin ancak Allah'tan geleceği" gerçe­ğini bize hatırlatıyor ve Allah'tan gelen hidayetin ardından, Allah'ı bırakıp da fayda ve zararı dokun­mayan sığınaklara tapmanın/ bağlanmanın şeyta­nın oyununa gelmek olduğu belirtiliyor. Dikkat edi­lirse bu ayette söz konusu edilenler inanmayanlar değil, inandıktan sonra devşirme bir dine meylede­rek sapanlardır. Çünkü bunların Allah'ın hidayetin­den sonra gerisin geri döndükleri ifadeye konmuş­tur.
Yine ayet; tevhidi kabul ettikten sonra şirke dö­nen, kalbi tek bir ilaha kulluk ile çeşitli ilahlara kulluk arasında dönüp dolaşan kimsenin şaşkınlığını, hayretini ve çektiği psikolojik azabın manzarası­nı canlı bir tablo olarak -sanki insan eliyle dokunup hissedecekmiş gibi- resmediyor.
Bir insan düşünün, "şeytanların şaşırtıp çöle düşürdükleri" bir insan… Yolunu ve yönünü bulma­da kararsızlık, şaşkınlık içinde çaresiz… Tevhitten sonra şirk çölünün karanlığında, ürkütücü yalnızlı­ğın ortasında aç, susuz. . Ne olurdu bu şaşkınlığın sonunda tevhide götüren doğru bir yöneliş gelebilseydi. Ama öbür tarafta hidayeti seçmiş arkadaşları yer alıyor. Onu hidayete çağırıyorlar. "Bize gel" di­yorlar. O ise şaşkınlıkla davet arasında bocalıyor. Nereye gideceğini bilmiyor. Ve hangi bölüğe koşaca­ğını kararlaştırmıyor.
İşte Allah'ın dinini tanımış ve onun zevkine er­miş -bu bilginin ve zevkin derecesi ne olursa olsun- sonra gerisin geri dönerek sahte ilahların kulu ol­muş, korku ve baskıların ezici darbesi altında kalıp yalancı ilahlara kul olmuş insanların hali!.
Ayetteki "De ki" emrinin muhatabı Hz. Peygam­berdir. Bu ifade, sure içerisinde tekrar eden kuvvet­li bir tesir tonuna sahiptir ve "hidayetin sadece Al­lah'a ait olduğu, Rasulullah'ın ise korkutuculuk ve tebliğ edicilikten öte bir görevinin bulunmadığı" an­lamına gelmektedir.
Ey Resulüm söyle onlara Allah'tan başkasına tapınmak, onlardan yardım dilemek ve onlara hare­ket kumandasını teslim etmek gibi yaptıkları fiille­rin kötülüğünü belirterek söyle… Halbuki tapındık­ları şeyler ne fayda, ne de zarar verebilir kendilerine. İster taptıkları şeyler put olsun, ister taş veya ağaç olsun, ister ruh veya melek olsun, isterse şey­tan veya insan olsun... Hepsi de kendilerine fayda veya zarar dokundurmamakta eşittirler. Onlar aciz varlıklardır. Ne faydaları dokunabilir kimseye, ne de zararları. Yeryüzünde meydana gelen her hare­ket sadece Allah'ın takdirine uygun olarak cereyan eder. Allah'ın izin vermediği hiçbir şey olmaz. Onun takdirinden ve hükmünün dışında bir şey yeryüzün­de cereyan edemez.
Verdiğimiz ayette gündeme getirilen gerçek aynı sure içerisinde yani En'am: 6/91’de dolaylı bir şekilde tekrar ele alınmış ve Kur'an bağlılarına, işi kökün­den halledecek şu kozmik direktif verilmiştir:
"... Allah de ve bırak onları daldıkları bataklıkta oynaya dursunlar." (En'am: 6/91)[3]

Mü'min ve Kâfirin Hali-Karanlıktan Çıkamayanlar


"Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp, ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu? İşte kâfirlere yaptıkları (işler) öyle süslü (cazip) gösterilmiştir." (En'âm, 6/122).
Bu âyetteki temsilde Yüce Allah, hidayet edip sapıklıktan kurtardığı ve ışığında yürüyeceği bir nûr ver­diği mü'min kimseyi, diriye; kâfiri de karanlıklar içinde kalıp çıkamayan bir ölüye benzetmiştir. Bu âyetin, Hz. Hamza (ra) ile Ebû Cehil hakkında; yahut Ammâr (ra) ile Ebû Cehil hakkında indiği rivayet edilmiştir.[4] Demek ki âyette, dolayısıyla, inkâr, ölüme; inkarcı, ölüye; İman eden kimse, ölümden sonra Allah'ın dirilttiği kimseye benzetildiği gibi, küfür, zulmetlere, iman da nura benzetilmekte­dir. Karanlıklarda olan, doğruyu ve eğriyi, iyiyi ve kötüyü, hakkı ve batılı ayıramaz. Zaten şeytan ona batılı süsleyip yaldızlamaktadır. Mü'min ise, Allah'ın verdiği iman nuru sayesinde hakkı ve batılı, haklıyı ve haksızı, faydalıyı ve za­rarlıyı, iyiyi ve kötüyü ayırdeder. Elbette ölü ile diri bir ol­madığı gibi, mü'min ile kâfir de bir olamaz.[5] Kur'ân'da mü'minlerin dirilere, kâfirlerin ölülere benzetilmesi de müteaddid âyetlerde geçer. Çünkü onların kalbleri ölmüştür.[6]
"Bunun için (Ey Resulüm) sen, bu daveti elbette ölülere duyuramazsın, ar­kalarını dönüp giden sağırlara işittiremezsin." (Rûm, 30/52).
"O halde (Ey Resulüm), sen mi sağırlara işittireceksin, yahut körlere ve açık bir sapıklıkta olanlara hidâyet vereceksin?" (Zuhruf, 43/40).[7]
Ayette "…ölü iken" ifadesi, cehalet ve anlayış yokluğu içindeyken, "hayat verdiğimiz" ifadesi ise, bilgi ve anlayış verip, gerçeği tanıyabilecek zihin düzeyine çıkardığımız anlamınadır. Gerçekten doğ­ruyu eğriden ayıramayan ve Doğru Yol'u bilmeyen fiziksel açıdan canlı kabul edilebilirse de aslında o, kendisini gerçekten insan yapacak "hayat"tan yok­sundur. Yaşayan bir insan değil, ancak yaşayan bi­yolojik bir varlıktır. Yaşayan (hayat sahibi) insan ise, ancak doğruyu eğriden, iyiyi kötüden, haklıyı hak­sızdan ayırabilendir.
Bu nedenle ayet, hayat hakkında gerçek anlayı­şa ulaşmış ve bilginin ışığıyla sayısız eğri yolların arasında Doğru Yol'u tanıyabilen bir kişi ile anlayış­tan yoksun ve cehalet karanlıklarında körlüğünden dolayı düşe kaka gidenlerin bir olamayacağını söyle­mektedir.
Yine ayet bir sünnetullaha dikkatimizi çekerek, kendilerine sunulan ışığın yol göstericiliğine tabi ol­mayı reddedip, Doğru Yol'a çağrıldıkları halde eğri yollarda yürümeyi tercih edenlere yaptıklarının gü­zel gösterilmesinin Allah'ın bir kanunu olduğunu hatırlatıyor. Böyle kişiler zamanla karanlığı sevme­ye başlar ve karanlıklar içinde körler gibi el yorda­mıyla yürümekten ve hayatları boyunca sürüklenip gitmekten hoşlanır hale gelirler. Aynı şekilde, her kötü şey kendilerine sevmeye ve yapmaya değer, her gülünçlük de bir hikmet parıltısı olarak görünür.
Özetle söylemeye çalışırsak bu ayette hayat, iman ve aydınlığı; ölüm ise, küfür ve karanlığı sem­bolize etmektedir. İman sonsuz alemler ile bağ kur­maktan, ezel ve ebed ile birleşip karşılıklı ilişki kur­maktan ibarettir ki, işte hayat budur. Küfür; ruhun yücelip, enginlere açılmaması için kurulmuş bir en­geldir. Karanlıklar yığınıdır küfür. Duygu ve bedeni arzulara hakim bir damga gibidir. Çünkü o karan­lıklardan ibarettir. Bataklık üstüne bataklık ve sa­pıklıktır. İman ise enginlere doğru açılış ve uzak ufukları görüştür. Düşünce ve istikamet vasıtasıdır. Her türlü şekliyle bir nur harmanıdır iman.. Küfür katılaşıp taşlaşmaktır.. Her şeyi ile sıkıntı yığınıdır. Fıtratın kolay ve basit yolunu yitirip şaşırmaktan ibarettir. Zorluklar kümesidir. Huzur ve sessizlikten mahrumiyet, emin bir kucaktan yoksun olmaktır. Kararsızlık ve ıztırap halidir küfür. İman ise bir fe­rahlık, kolaylık ve huzur, upuzun serilmiş rahmet gölgesidir.. .
İnsanlar bu dinle -İslam'la- tanışmadan önce kalbleri ölü idi ve ruhları karanlıklarla kaplıydı. Sonra kalblerine bir iman nefhası üfurüldü de canlanıverdiler. Ve bir iman meşalesi alevlendi ruhla­rında. Bu meşale her tarafı aydınlatmaya başladı. İnsanlar bu aydınlıkta dalaletten dönüp hidayete geldiler.. Yol kaçkınları bu nur ile gerçeği buldular.. Korkaklar bu nur ile emniyete ulaştılar.. Köleler bu aydınlık sayesinde hürriyetlerini elde ettiler.. İnsan­lığa aydınlık ufuklarının işaretleri bu nur ile görünüverdi. Ve işte böylece yer yüzünde yeni bir insa­nın doğuşu başlamış oldu. İlan edilen gerçek, bu do­ğuş idi. Hür ve aydın insanın doğuşu.. Kullara kul olmaktan kurtulup kulların yaradanına kul olan in­sanın doğuşu..
Unutmayalım ki:
"Allah, iman sahiplerinin Veli'sidir; onları ka­ranlıktan aydınlığa çıkarır. Küfre sapanlara gelince, onların dostları tağuttur ki, kendilerini nurdan ka­ranlıklara çıkarır. Bunlar cehennem halkıdır. Orada sürekli kalacaktır onlar." (Bakara: 2/257)
"Körle, gören bir olmaz. Karanlıklarla ışık da bir olmaz. Gölge ile sıcaklık da aynı değildir. Diriler de eşit olmaz, ölüler de. Allah dilediğine işittirir. Ama sen, kabirdekilere işittiremezsin." (Fatır: 35/l9-22)[8]

 İman Etmenin Göğe Çıkmak Kadar Zor Geldiği Kişiler


"Allah, hidayetini dilediği kimsenin göğsünü, İs­lam için açar. Saptırmak dilediğinin de göğsünü öy­lesine daraltıp sıkar ki, iman ona göğe çıkmak ka­dar zor gelir. Allah, iman etmeyenlerin üzerine pisli­ği işte böyle atar." (En'am: 6/125)
Ayet, Allah'ın hidayet etmek istediği insanın göğsünü İslam'a açacağı, o kimsenin, İslam ile se­vinç ve huzur duyacağı; sapıklığında bırakmak iste­diğinin gönlünü de, göğe tırmananın göğsü gibi dar­lık ve tıkanıklık içinde bırakacağını bildirmektedir.
Burada: "Allah kimi saptırmak isterse" cümlesi, herşeyin, Allah'ın yasaları içinde olduğunu belirt­mektedir. Kişinin gönlünün İslam'a açılması, içinde­ki düşüncelerin, dürtülerin işleyip ağır basmasıyla olur. Sapıklıkta kalması da yine içindeki düşüncele­rin, karşıtlarına ağır basmasıyla olur. Bunların hep­si Allah'ın yasaları çerçevesinde oluşur. Yasalar Al­lah'ındır ama insanda bir isteme ve düşüncelerini tercih etme özgürlüğü vardır. İnsan isterse Allah onun düşüncesini, gönlünü iman tarafına yöneltir.
İnsan istemez, gayret etmezse Allah onu, girdiği sa­pıklık içinde bırakır. Allah'tan başka kudret ve yö­netim sahibi yoktur.
Allah Resulü (s.a.v.), kendisine Allah'ın, müminin göğsünü nasıl açtığı sorulunca şöyle buyurmuştur:
"Kalbine bir nur atar, kalbi İslam ile sevinir, ferah­lık duyar."
"Bunun tanınacak bir belirtisi var mı­dır?" dediler.
"Bunun belirtisi, ebediyyet yurduna yönelmek, aldanma yurdundan uzak durmak, öl­mezden önce ölüme hazırlanmaktır." dedi.[9]
Bu ayette bir fizik yasasına da işaret vardır. Yüce Allah: "Allah kimi saptırmak isterse, onun gönlünü göğe tırmanıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar" buyuruyor. Ayet, müminle kafirin ruhsal durumunu belirtmek için verdiği örnekte gö­ğe yükselen insanın göğsünün daralacağına, tıkana­cağına, o adamın güçlük çekeceğine işaret etmiştir.
Bilindiği üzre yükseğe çıktıkça hava basıncı dü­şer, nefes almak güçleşir. Nefes alması güçleştikçe göğsü daralıp sıkılmaya başlayan insan, boğulacak gibi olur. Her yüz metre yükseldikçe basınç bir dere­ce azalır. 15-16 bin metre yükselince özel cihazlar olmadığı takdirde nefes alamaz, havasızlıktan boğu­larak ölür. İşte hava basıncını ölçen aletlerin bulun­madığı bir zamanda inen Kur’an, göğe yükselen in­sanın göğsünün daralıp tıkanacağını söylemekle bu fizik kanununa da işaret etmiş olmaktadır. Hiç kuş­kusuz bu ifade, bir Kur'an mucizesidir.
Ayrıca yükseldikçe göğsün daralıp tıkanacağını canlandırmak üzere ayet içerisinde geçen "bessa'adu" kelimesinin seçilmesi de olağanüstü dikkat çekicidir. Arapça orijinal okunuşu ile bu kelime söy­lendiğinde adeta boğaz tıkanmakta, nefes daral­maktadır. Seçilen kelime işaret ettiği anlamı yansıt­maktadır.
Ayet, Allah'ın hidayetinden yüz çeviren ve doğru yolu bulmayı arzu etmeyerek fıtratının kapısını ka­patanların küfür bataklığında veya başka bir deyiş­le "pislik" içinde kaldıklarını söyleyerek son bul­maktadır.
Türkçe çeviride "pislik" olarak verdiğimiz keli­menin aslı "rics" dir. Kur'an'da 10 yerde geçen bu kelime, pis şey, pis koku anlamındadır. Rics adam, rics kişiler şeklinde sıfat olarak da kullanılır.
Rağıb el-Isfahani, ricsin 4 türlü olabileceğini söylüyor:
1) Yaratılıştan;
2) Akıl yönünden;
3) Din yönünden;
4) Bunların hepsi yönünden. Örneğin, ölü hayvanın eti bu cümledendir.
Rics, bir pisliktir ki, bulaşanı da rics haline geti­rir. İnkarın her türü, inkara vasıta ve alet olan her şey rics haline gelir. Mesela, putlar birer ricstir.[10] Putlara ve putçuluğa bulaşan müşrikler de ricsdir.[11] İmansızlık ve akılsızlık, yani akla ters düşmek verdiğimiz ayette de belirtildiği gibi Al­lah tarafından ricse batırılmaktır.[12] Rics, madde dünyasında tiksinti ve rahat­sızlık sebebi olan şeylerdir. Rics, insanın bedenini sardığı gibi gönül dünyasına da musallat olur. Bu demektir ki, ricsin maddi olanı yanında manevi ola­nı da vardır. Bunların biri ötekini, sürekli azdırır, büyütür. Allah'ın ricsten özellikle uzak tuttuğu top­luluk, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Ehlibeytidir.[13]

  Kâfirler Cennete Giremeyecekler


"Doğrusu, âyetlerimizi yalan sayıp, onlara karşı büyüklük taslayanlara, göğün kapıları açılmaz; Deve iğne deliğinden geçinceye kadar onlar cennete giremezler. İşte suçluları böyle cezalandırırız." (A'râf, 7/40).
Bu âyette, inkarcıların, deve iğne deliğinden geçmedikçe, cennete giremeyecekleri beyân edilmiştir. Bu, bir darbı meseldir. Müfessirlerin çoğu bu mânâyı tercih ederler. "Cemel"in, halat, urgan mânâsı da vardır. Onu iğne deliğine biraz daha münasib görenler vardır. Ancak buradaki mânâ, Türkçemizde bulunan, "Balık kavağa çıkıncaya kadar" meselimiz gibi, olmayacak işler hakkındadır. Yani Allah'ın âyetlerini inkâr edenler, asla cennete giremeyeceklerdir, demektir ki, bu mânâ siyaka daha uygundur.[14] Çünkü deve büyüklükte, iğne deliği ise küçüklükte ve darlıkta bir mesel olmuştur.[15] Araplar, ol­mayacak şeyler hakkında, "Hatem-i Tâî'nin kabrinin bu­lunduğu dağ yok oluncaya kadar." ve "Karga beyazlaşıncaya kadar." gibi deyimler kullanırlar. "Deve iğne deliğinden geçinceye kadar" tabiri de bu kabil bir deyimdir.[16]

 Mü'min ve iyi Kişi, Kâfir ve Kötü Kişi


"İyi toprak -Rabbinin izniyle- (bol) bitki verir; çorak toprak ise yararsız bitkiden başka birşey çıkarmaz, işte Biz, şükreden bir toplum için, âyetleri böyle döndürüp (tekrar tekrar) açıklıyoruz." (A'râf, 7/58).
Ayet, Allah'ın âyetlerini düşünen ve onlardan faydala­nan kimseyi, iyi toprağa; onlara kulak asmayan ve onlardan etkilenmeyen kimseyi de kötü toprağa benzeten bir temsil­dir.[17] Birinin kabiliyeti iyi ürün verir, diğerinin kabiliyeti ise buna müsait değildir. "Kur'ân kalblerin âb-i hayatıdır, din ve marifet de ebedî bir hayat olan rahmet-i ilâhiyyedir. Mükellef ve muhatab olan insanlar da, yağmurun indiği yerler gibi, iki kısımdır: Topraklar gibi, İnsanların ve insan hey'et-i ictimâiyyesinin de tayyibi ve habisi, iyisi ve kötüsü vardır."[18] Kâmin (gizli) mesele bir örnek olan bu âyet, iyi toprağın mahsulünün iyi olduğu gibi, iyi mü'minin de amelinin iyi olacağını, çorak toprağın mahsulünün kıt ve kötü olduğu gibi, kafirin de amelinin kötü olacağını ifade etmektedir.[19]

 Bile Bile Allah'ın Ayetlerini İnkâr Edenin Hali-Dilini Sarkıtarak Solucan Köpek Gibi Olanlar


"Onlara şu adamın haberini anlat: Ona âyetlerimizi verdik de, onlardan sıyrıldı, çıktı. Şeytan onu peşine taktı, böylece azgınlardan oldu. Dileseydik, elbette onu âyetlerle yükseltirdik. Fakat, o dünyaya saplandı ve hevesinin peşine düştü. Onun hali, üstüne varsan da, kendi haline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan bir köpeğin durumu gibidir. İşte âyetlerimizi yalan sayan kimselerin hali budur. Sen onlara bu kıssayı anlat, belki üzerinde düşünürler. Ayetlerimizi yalanlayan ve kendilerine zulmeden topluluk ne kötü bir örnektir!" (A'râf, 7/175-177).
Bu âyette müphem olarak bahsedilen şahsın kim olduğu hususunda değişik haberler vardır.[20] Bir rivayete göre İsrâiloğullan bilginlerinden Bel'am b. Bâûrâ'dır bu... Kavminin verdiği dünyalık hediyeler ve ettiği ısrarlar neticesinde -bildiği gerçeklere rağmen- Musa (as)'a beddua etmiş ve bu yüzden dili göğsüne kadar sarkmıştı.[21] Bu adamın, Ümeyye b. Ebi's-Salt olduğu da rivayet edilmiştir.[22] Ümeyye, eski şeriatlardan epey bir bilgi edinmişti; fakat bu bilgisinden faydalanamadı. Çünkü o, Hz. Peygamber (as) zamanına yetişmiş, onun mucize ve alâmetlerini görmüş; bununla beraber ona tabî olmamış, müşriklere ta­raftar olmuştu. Çünkü kendisi peygamber olmayı umuyormuş, bu yüzden de Hz. Peygamber(as)e hased etmiştir.[23] Fakat Kur'ân'ın bu üslûbu tâkîb etmesindeki maksad, şahısların belirlenmesi değil, onların halini anlatmak ve misallendirmektir.[24]
Şu halde dünyaya meyledip, hevasına tabî olan kimse, ilâhî hakikatleri bile bile bu yolu seçerse, onun hali, üstüne varsan da varmasan da, diğer hayvanlarda bulunmayan bir aşağılık halde, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin acaip ve aşağılık haline benzer. Mevkî ve şerefini böyle düşürmüş olur.[25] Zaten bundan sonra gelen âyette bu temsildeki kimselerin ne kötü bir örnek teşkil ettikleri ifade edilir. (A'râf, 7/177).[26]
Ayete, kendinden önceki ayetlerle olan ilişkisini göz önüne alarak yaklaşırsak şu anlamları yükle­memiz mümkündür:
Bir insan düşünelim ki Allah ona ayetlerini ve­riyor, kendi keremiyle donatıyor, ilmiyle hilafet bah­şediyor. Hidayet ve yücelmenin bütün yollarını, en mükemmel fırsatlarını ona ihsan ediyor. Fakat o, fıtratın doğru yolundan sapıyor ve Allah'ın ayetleri­ni bilip gördükten sonra geri dönüyor. Ne ilk ahdi tutuyor, ne de doğru yolu gösteren ayetlere bağlanı­yor. Tam aksine dünya menfaatlerine, hırs ve raha­tına yönelip, çeşitli günahlara kapılarak, basit arzu­ların hırsına yenik düşüyor. Sonunda bütün yüce olan şeyleri bir kenara iterek tüm akli ve ahlaki ge­lişme yetilerini boşa harcıyor. Deyim yerindeyse "yerdeki çamurları gökteki yıldızlara" tercih ediyor.
Ve şeytanın bir oyuncağı durumuna geçiyor. Bir daha hiç bir koruyucu korumuyor onu… Hiçbir mu­hafız beklemiyor kendisini. Şeytanı izliyor, şeytanın peşine gidiyor ve onun sözlerine uyuyor. Sonra bir de bakıyoruz ki bu insan şekil değiştirmiş, köpek suretine geçmiş. Kovduğunuz zaman soluyor, kov­madığınız zaman da soluyor. Bu adam durmadan soluyup duran köpeğe benzer. Sıcakta köpeğin dilini çıkarıp soluması, bir bunaltı halini sembolize eder. İşte Allah'ın ayetlerini inkar edenler de durmadan dilini çıkarıp soluyan köpekler gibi bunalım içinde­dirler. Üzerlerine yük vursan da vurmasan da buna­lım içindedirler. Çünkü imansızlık onların vicdanla­rım rahatsız eder.
Allah'ın böyle bir kimseyi köpeğe benzetmesinin bir başka nedeni de şudur. Soluyan bir köpeğin dışa­rıya sarkan dili ve akan salyası, onun doymak bil­meyen oburluğunu gösterir. Kendisine bir taş parça­sı atıldığında bile yer koklayarak o yöne doğru sü­ratle koşar ve belki bir kemik olabilir umuduyla, onu dişler. Kendisi gibi daha bir çok köpeğin doyma­sına yetecek bir leşe rastladığı zaman da onun ben­cilliği, bu son derece güçlü sahip olma hırsı açıkça ortaya çıkar ve başka bir köpeği buna ortak yapmak istemez. Köpeğin diğer bir özelliği de şehvete aşırı düşkün olmasıdır. Bu yüzden iman ve bilginin ken­disine telkinde bulunduğu yasakları çiğneyen dünyaperest insan, işte böyle bir köpeğe benzetilmiştir.
Tıpkı bir köpek gibi o da midesini dolduracak ve şehvetini tatmin edecek yolların peşine düşecektir.
Bu örnek, Allah'ın verdiği bilgi ve ayetlerle isti­fade etmesini bilmeyen ve iman yolundan yürüyüp ilerlemeyen herkese uyan bir misaldir. Allah'ın ni­metlerinden sıyrılıp şeytanın peşine düşerek onun kölesi halinde olan ve neticede şekil değiştirerek hayvanlar mertebesine düşen her insanın durumu­nu belirtmektedir.
Ayete dikkat edilirse, Kur'an şahıs ismi belirt­miyor, karakter çiziyor. Bu adam bir tane değildir. Her devirde böyle insanlar çoktur. İnsanlık tarihi her zaman, her yerde ve her toplulukta bir çok kere bu örneği gözümüzün önüne dikmektedir.
Nice din bilgini tanıyoruz ki Allah'ın dininin gerçeklerini öğrenir de sonra ondan sapıtır. Ve Al­lah'ın dininde olmayan şeyleri söyler. Bu bilgileri maksatlı tahriflere vasıta olarak kullanır. Yeryüzü­nün fani hükümdarlarının keyfine göre fetvalar ve­rir. Böylece Allah'ın hakimiyetine tecavüz edip O'nun yeryüzündeki mukaddesatını çiğneyenlere sadık bir kul gibi yardımcı olur. Bunlardan öyleleri­ni gördük ki, din alimidirler, şu gerçekleri itiraf ederler:
"Teşri hakkı Allah'ın haklarından birisidir. Onu kim kendisi için iddia ederse Allah'ın uluhiyetini or­tak olur. Ayrıca o kişiye bu hakkı veren veya kabul ederek peşinden gidenler de tıpkı onun gibi küfret­miş sayılırlar..."
İşte bu bilginler... Dinin zaruri olarak öğrettiği bu gerçekleri bilmelerine rağmen, kendi şahısları için hüküm koyma yetkisini taşıyan ve böylece tan­rılaşma iddiasında bulunan putlara, zalim dikdatörlere yardımcı olurlar. Kendilerinin birbirleri ile kü­fürlerine hüküm verdikleri şahısları desteklerler.. Ve onlara müslüman adını verirler. Onların yapmak istedikleri şeyin İslam olduğunu ve başka türlü bir İslamiyet'in bulunamıyacağını söylerler. . Bunlar­dan öylelerini gördük ki, bir yıl boyu faizin haram olduğunu yazıp dururken, bir başka sene bütünüyle faizin helal olduğunu yazmaya başlamışlardır..
Allah korusun, zamanımızda bu tip alimler san­ki kendi nefsine zulmetmek için hırsla koşuyorlar. Tıpkı cehennemin çukurlarında kendisine ayrılan yere başka birisinin de girmek üzere kendisiyle ya­rışarak geçmesinden korkup dişini sıkması gibi bu yolda koşuyorlar... Her sabah cehennemde kendisi için ayrılan yeri tesbit etmek üzere hızla ilerliyor ve bu dünya hayatından sıyrılıp kopuncaya kadar bit­mek tükenmek nedir bilmeyen bir soluyuşla bu ar­zuların peşinde koşup duruyorlar.
Allah'ım sen koru bizleri, Sebat ver ayaklarımıza. Sabır boşalt üzerimize… Ve bizi müslümanlar olarak öldür…[27]

 Dört Ayaklı Hayvanlar Gibi Olanlar


"Yemin olsun ki biz, insanlardan ve cinlerden bir çoğunu cehennem için yarattık. Kalpleri var bunla­rın, onlarla anlamazlar, gözleri var bunların, onlar­la görmezler; kulakları var bunların, onlarla işit­mezler. Dört ayaklı hayvanlar gibidir bunlar. Belki daha da şaşkın. Gafillerin ta kendileridir bunlar." (Araf: 7/179)
Ayet, insan olmanın kozmik icaplarını yerine ge­tirmeyenlerin hayvanlardan daha sapık olacaklarını söylüyor. "Bunların kalpleri vardır duygulanmaz, gözleri vardır görmez, kulakları vardır işitmez." Her canlının gözü görüp kulağı işittiğine göre, ayetin kastettiği, insana yakışır biçimde duyup, görüp, işit­mektir. Bunu yapamayanın hayvan olma şansı yok­tur. O, hayvandan daha aşağılara inecektir. Çünkü hayvan, yaratılışın kendinden beklediğini mutlaka yerine getirir. İnsan ise, yaratılışın kendinden bek­lediği onur burcuna yükselemezse, hayvan olma şansını da yitirir ve en sefil çukurlara yuvarlanır. Bu yuvarlanma insanı en ileri inkar hali olan putperestlikle bir "pislik" durumuna getirebilir.[28]
Kısacası insanın üç değil iki yolu vardır: Ya zir­velere, yaratılışın onur burcuna çıkar; yahut da aşa­ğılara, çukurun dibine yuvarlanır. Enfal suresi 55. ayette bu gerçek bir kez daha ifadeye konarak şöyle denmiştir: "Allah katında yeryüzü hayvanlarının en kötüsü, Allah'a nankörlük eden imansızlardır."
Yine bu ayetle Yüce Allah, akılları varken dü­şünmeyen, gözleri varken görmeyen, kulakları var­ken bir türlü Hakkın sesini işitmeyen kimseleri ce­henneme atmaktadır. Çünkü bunlar, kendilerinde bulunan yetenekleri kullanıp Hakkın yoluna gelme­mişler, Hakkın sesini dinlememişlerdir. Bu halleriy­le bunlar, düşüncesiz, söz anlamaz hayvanlara benzemişlerdir.
Demek ki yeteneklerini kullanıp Allah'ın ayetle­rini düşünenleri Allah, içlerinde uyanan etkenlerle yola getirir. Onlar doğru yolu bulurlar. Ama yete­neklerini kullanmayan, Allah'ın ayetlerini dinle­mek istenmeyen, inkarda direnip duranların içlerin­de iman etkeni uyanmaz. Allah, o sapıklığı yeğle­yenleri, zorla hidayete götürmez, kendi hallerine bı­rakır. İşte ziyana uğrayanlar da onlardır.
Fakat insanın içinde ve dışında ortaya çıkan olayların hepsi, Allah'ın kanunları çerçevesinde oluştuğundan dolayı hidayet de, dalalet de Allah'ın yaratmasıdır. Çünkü kanunsuz iş olmaz. Faktörler bulunmadan hiçbir iş meydana gelmez. Kanunlar Allah'ındır. O'ndan başka yaratıcı yoktur. Herşeyi Allah yaratır. Hidayet de, dalalet de Allah'ın yarat­masıdır. Ama bunlar insanın seçimine bırakılmıştır.
İnsan seçer, Allah yaratır. İnsan aklıyla herhangi bir yönü seçtiği için yaratan Allah olduğu halde so­rumlu insandır.
Bu ayet, "Birçok cin ve insan vardır ki, biz onla­rı sadece cehenneme göndermek ve cehenneme ya­kıt yapmak için yarattık" diye bir manaya gelmez. Kullanılan ifade insanlık dilinde şiddetli bir hasret ve üzüntüyü belirtir. Örneğin; çocukları genç yaşta savaşta öldürülen bir anne, "Onları ben; bu mermi­lere yem olsun diye büyütmüşüm" dediğinde bu an­ne onların gerçekten bu gaye için büyütüldüğünü söylemek istememekte, tam aksine son derece bü­yük olan üzüntüsüne göstermek ve savaştan sorum­lu olanları yermek istemektedir.
Ayette geçen "el-Kulub" kelimesi kalbin çoğulu­dur. Bilindiği gibi kalb, vücuda kan pompalayan bir organımızdır. Fakat Kur'an'ı Kerim'de kalb sözcüğü ile, insanın algı ve bilinç merkezi kasdolunur.
Yine ayette yeralan "la yefqehun" kelimesinin kökü olan fıkh ise ilim diye tefsir edilir. Bu kelime­nin asıl anlamı, açmak, yarmaktır. Anlamak mana­sında kullanılır. Hekim-i Tirmizi, fıkhı şöyle tanım­lıyor: "Fıkh, bir şeyin iç yüzünü bilmek demektir. İşlerin iç yüzünü bilmeyip sadece yüzeyde kalanlara fakih denmez."
Gazali'ye göre nakle dayanarak değil, fakat asıl anlamından çevirerek garip fetvaları, ayrıntıları bi­lenlere fakih adını vermişlerdir. Oysa İslam'ın ilk asrında fıkıh bu anlamda kullanılmıyor, sadece ahiret yolunu, nefsin hastalıklarını, amellerin ruhsal değerini bozan işleri, dünyanın adiliğini iyi bilen; ahiret nimetlerine göz diken, kalbini Allah korkusu sarmış kimselere fakih deniyor. Kur’an:
"Her kabileden bir cemaatin dini iyice fıkhetmeleri ve dönüp kavimlerine geldikleri zaman onları, Allah'ın yasaklarından kaçınmaları için uyarmaları gerekmez miydi?" (Tevbe: 9/122) ayeti de bunu göste­rir. İşte fıkıh budur.
Yoksa talakın, köle azadetmenin, lian ve selem gibi konuların ayrıntılarını bilmek fıkıh değildir. Çünkü bunları bilmek ile ne uyarma, ne korkutma hasıl olmaz. Aksine sürekli bunlarla uğraşmak, kal­bi katılaştırır, kalbden haşyeti çıkarır. Nitekim ken­dini tamamen bu işe verenlerin böyle olduklarım gö­rüyoruz. İşte Yüce Allah: "Kalbleri var, fakat onunla fıkhetmezler…" buyurmuş, fıkıh ile fetva konuları­nı değil, iman manalarını anlamayı kasdetmiş, dü­şünüp de inanmayanları kınamıştır.[29]
Ebu Hanife de fıkhı: "Nefsin lehinde ve aleyhin­de olanları bilmesidir" şeklinde tanımlamıştır. Kur'an'ı Kerim'de 27 yerde kullanılan bu kelime, bunların 19'unda ince bir anlayış, derin bir bilgi, bir şeyin iç yüzünü anlamak manasmdadır. Ancak bu dikkatli ve ince düşünce ile sözün asıl manası kav­ranabilir.[30]

 Dünya Hayatı-Gökten İndirilen Su


"Dünya hayatı tıpkı gökten indirdiğimiz bir suya benzer: Onunla insan ve hayvanların yiyeceği bitkiler yetişip, birbi­rine karışmıştır. Toprağın süslenip bezendiği, sahiblerinin de on(u biçmeye, mahsullerini toplamay)a kâdîr olduklarını sandıkları sırada, gece veya gündüz emrimiz o yere gelmiş ve orayı, sanki dün hiç bir şey bitirmemiş gibi biçilmiş bir hale getirmişizdir. İşte Biz, düşünen bir millet için âyetleri böyle uzun uzun açıklıyoruz." (Yûnus, 10/24).
Bu âyetteki temsilde, dünya hayatının hali ve ondan is­tifade müddetinin kısalığı; onun bu kısa müddette sahibine yönelişi, süsü, yaldızı ve çekiciliğinin, sahibine, Allah'ı un­utturmaya sebeb oluşu ve çok kısa zamanda elden çıkışı veya sahibinin ondan çıkışı; gökten Allah'ın indirdiği su ile, toprağın yeşerip, görkemli bir şekilde bitki ve ağaçların bir­birine karışmasına, bütün süslerini takındıkları tam bu sırada onların, Allah'ın emriyle sönüp gitmesine temsil edilmiştir.[31] Onun güzelliği, ilkbahar mevsimi gibi bir mevsimliktir, hemen yok olur.[32] Ayette bir 'istiare' yapılmıştır ve bunda bir "teşbîh-i mürekkeb" vardır. Bu, âyetin bütününden çıkarılmaktadır.[33]
Ayet, bu dünyada görünürdeki başarılarına bakıp, ahireti bütünüyle unutanlara bir uyarı anla­mı taşır. Bu tipler, ekinlerinin olgun ve bereketli ol­duğunu, onu biçebileceklerini ve hasat sonu mutlu olacaklarını zanneden toprak sahiplerine benzetil­miştir. Bu toprak sahipleri olgun ürünlerinin yakın­da tadına bakabileceklerinden emin biçimde, Al­lah'ın ürünlerini ve büyük umutlarını yok edici em­rinin farkında değildirler. Tıpkı bunun gibi ahiret hayatı için hazırlık yapmayanlar, bu dünya lezzetle­ri uğruna haksız yere kazandıklarının karşılığını öte dünyada bir felaket olarak bulacaklardır. Tıpkı hasadından emin olunan ürünün aniden bir felakete uğrayıvermesi gibi…
Dünya hayatının "gökten inen suya" benzetilme örneği Kur’an'da daha başka ayetlerde de yer al­maktadır. Örneğin; Ali İmran: 3/14-15, Yunus: 10/24-25, İbrahim: 14/18, Kehf: 18/45-46, Nur: 24/39.. Tüm bu ayetlerde, insanoğluna içinde yaşadığı hayatın geçici olduğu hatırlatılmaktadır.
Bu dünyadaki hayat ve bu hayat içindeki iniş ve çıkışlar geçicidir. Her ne kadar dünyada hoşumuza giden şeyler çok görünüyorsa da, aslında onlar ha­kirdir, asılsızdır ve aldatıcıdır, insanoğlu akılsızlığı yüzünden aldanmaktadır; çünkü onları elde etmeyi son saadet zannetmektedir. Oysa bu dünyada ne ka­dar büyük fayda ve lezzetler elde edilirse edilsin, hepsi de sınırlı ve geçici bir hayat ile çevrelenmiştir. Ayrıca bu dünyada insanoğlunun hayat akışı, ani­den tersine dönebilir. Ancak bu dünyanın aksine, ahiret hayatı ebedidir. Oradaki faydalar da, zarar­lar da çok kapsamlı ve süresizdir, şayet Allah'ın mağfireti sizlere nasip olursa, Allah'ın rızası karşılı­ğında size verilen nimetler de, o derece büyük ve sonsuz olacaktır. Öyle ki onların yanında bu dünya­nın zenginlik ve ihtişamı bir hiçtir. Allah'ın azabına layık olanlar ise, zararlarının ne derece büyük oldu­ğunu göreceklerdir. Çünkü bu dünyadaki hiç bir fayda, kazanç ve lezzet, ahirete sahip olanların ya­nında bir değer taşımaz.
Kur'an'ı Kerim'de 110 küsur yerde geçen dünya kelimesi esasında isim olarak değil, sıfat olarak kul­lanılmakta ve yüzde doksandan fazlasıyla hayat kelimesini nitelendirmektedir.
Dünya, "denaet" kökünden bir sıfat olup basit, adi, iğreti, ölümlü anlamlarına gelmektedir. Kur'an yüze yakın yerde iğreti, adi, basit hayat (el-Hayat ed-Dünya) deyimine yer vermekte ve insanı böyle bir hayat tenezzül etmemeye çağırmaktadır.
Ne yazık ki, Kur'an'a ters bir kanaat, dünya ke­limesini isim olarak benimsemiş ve empoze etmiş, sonuçta da bu kelime yerküre anlamında halk ara­sında kullanılmıştır. Bunun götürdüğü sakat anla­yış, Kur'an'ın dünyayı kötülediği, dünyadan tiksin­diği, insanı dünyadan yüz çevirmeye çağırdığı mer­kezinde olmuştur.
Bu tamamen yanlıştır. Kur’an, coğrafi ve astro­nomik anlamda dünyayı karşılamak için "arz" keli­mesini kullanır. Ve Kur'an’a göre arz ilahi ayetlerle dolu, hareket halinde bir küre olup tetkik edilmesi, ihyası, korunması, güzelleştirilmesi insandan iste­nen ilahi bir emanettir. Kur’an'ın çirkin gördüğü dünya ise insanı Allah'tan uzaklaştıran iğretilikle­rin ve sefilliklerin genel sıfatıdır. Bu anlamda dün­ya insanın kötü sıfatlarının sembol adı olan nefsdir.
Nitekim Ebu Said el-Harraz (ölm. 286/899) şöyle demiştir;
"Dünya nefs ve onun arzularından ibaret­tir. Kul, nefsin arzularını terkedince dünyayı terk etmiş olur. Görmez misin ki kul bazen elinde hiç bir şey olmadığı halde hırsı yüzünden dünyaperest ola­bilmektedir."[34]
Aynı anlamda dünya için, "seni mevlandan alıkoyan şeydir" diyor Hz. Ali. Mevlana da şöyle ses­leniyor:
"Çist dünya? Ez hüda gafil buden
Ney kumaş u nukre vü ferzend üzen"
(Dünya nedir? Haktan gafil olmaktır.
Kumaş, kadın, çocuk vs. değil.)
Dünya, bu olduğuna göre, arzdaki faaliyetlerden geri kalmak Kur’ani bir tutum değildir. Dünya o fa­aliyetler esnasında yoktur; onların semerelerini kul­lanırken takındığımız tavır dünyayı karşımıza di­ker. Böyle olunca da "arzın fesad ve felâketine de dünya sebep olmaktadır" diyebiliriz.
Çalışmak, ekmek, dikmek, imal etmek… Bütün bunlar arzla ilgili şeyler. Bunlar makbul. Arz boşu­na yaratılmamıştır;
"Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunan şey­leri eğlenmek için yaratmadık. İkisini de, sadece gerçeği göstermek üzere yarattık. Ama onların çok­ları bilmiyorlar." (Duhan: 44/38-39)
"Şu iğreti dünya hayatı, bir eğlence ve oyundan başka şey değil. Ahiret yurduna gelince, asıl hayat işte odur. Ah, bilebilselerdi!" (Ankebut: 29/64)
Arz güzeldir. Fakat arzdaki nimetlerle çekildiği­miz imtihanı kaybetmemiz, dünyadır ki, işte o çir­kindir.
"Biz yeryüzünde olan şeylerin herbirine ayrı ayrı zinet verdik ki insanların hangisinin ameli da­ha güzel, onları imtihan edelim." (Kehf: 18/7)
Son söz, Hz. Peygamber(sav)’den: "Dünya sev­gisi bütün yanılgıların başıdır."[35]

 Mü'min ve Kâfirin Hali:


"Bu iki zümrenin durumu, kör ve sağır ile işiten ve gören gibidir. Bunların hali bir olur mu, hiç ibret almaz mısınız?" (Hûd, 11/24).
Bu âyette, mü'min ve kâfir, iki zümrenin durumu, görüp işiten ile kör ve sağıra temsil edilmektedir. Bu tem­silde, kâfirin, Allah'ın âyetlerini görmezlikten geldiği için âmâya, Allah'ın kelâmına kulak tıkadığı için ve mânâlarını düşünmekten kaçındığı için sağıra benzetildiğini görü­yoruz. Mü'min ise işiten ve gören kimseye teşbih edilmiştir. Çünkü onun durumu kâfirinkinin aksidir. Herbirisi iki sıfat bakımından iki şeye benzetilmiş oluyor, yani kâfir, körlüğü ve sağırlığı kendisinde toplayan kimseye, mü'min de hem görebilen hem de işitebilen kimseye benzetil­miştir.[36] Kur'ân'da müteaddid âyetlerde, mü'min gören ve işiten kâfire kör ve sağır kimseye benzetilir: (Ra'd, 13/19; İsrâ, 17/72; Tâhâ, 20/124-125; Fâtır, 35/19; Mü'min, 40/58; Yûnus, 10/43; Zuhruf, 43/40 vb.). Bunlardan konu ile ilgili olan Fâtır sûresi 19-23. âyetlerin mealini burada hatırlamakta fayda vardır:
"Körle gören, karanlıkla aydınlık, gölge ile hararet bir olmaz. Dirilerle ölüler de bir olmaz. Şüphesiz ki Allah dilediğine işittirir. Sen kabirlerdeki (ölülere) elbette işittirmezsin. Sen sadece bir uyarıcısın".
"De ki: "Hiç kör ile gören bir olur mu? Yahut karanlıkla aydınlık müsâvî olur mu? (...)" (Ra'd, 13/16).[37]

 Suya Ulaşamayanlar


"Gerçek dua yalnız O'na, hak davet yalnız O'nun için yapılır. O'nun dışında yalvarıp davet ettikleri ise onlara hiç bir şekilde cevap veremezler. Onlar, ağ­zına ulaşsın diye iki avucunu açan ama suya ulaşa­mayan birinden başkasına benzemezler. Küfre sa­panların dua ve davetleri şaşkınlığa dalmaktan baş­ka bir işe yaramaz." (Ra'd: 13/14)
Davet ve dua; çağrı, isimlendirme ve yakarış an­lamındadır. Bu köklerden türeyen kelimelerin tü­münde bu anlamlar vardır. Kurban bunlarla kulun Allah'a yakarışından söz ettiğinde biz bunu dua, ya­karış, niyaz vs. diye çevirmekteyiz. Dua-davet köklü kelimeleri aynı anda hem yakarış, hem de davet di­ye tercüme etmek, Kur'an üslûbunun çok boyutlu yaklaşımım farketmede zorunlu bir yoldur.
Bu ilmi endişeden kaynaklanacak ki Elmalı "Hak daveti ancak O'nundur" ayetine şu anlamları yüklemiştir:
1) Hakk'a davet, insanları hak ilaha, hak dine ancak O'na olan davettir. Allah'tan başkası namına yapılan davetler, propagandalar hep batıldır.
2) Hak davet, yani hak dua, hak yakarış veya gerçek dua, yani tam yerine yapılmış olan, kabul edilip karşılık görecek olan dua ve yakarış, ancak Allah'a yapılan dua ve ibadettir.
3) Hakk yola davet, her şeyden önce ve bizzat hakkı tanıtıp ona hidayet edecek olan O'dur. Yani Allah'ın bildirmesine ve irşadına dayanmayan da­vet, hakka yapılmış davet olamaz.
Allah'tan başkalarına dua edip yalvaran kimse­lerin, bu dualarının kabul edilmesi ancak avuçlarını suya doğru açan kimseye suyun verdiği karşılık gibi olabilir. Yani ellerini suya uzatıp, suyun ellerinden ağzına kendiliğinden ulaşmasını isteyen kimsenin bu arzusu su tarafından ne kadar gerçekleştirilemez ve imkansızsa onların Allah'tan başka dua ettikleri şeylerin de bu isteklerini yerine getirebilmesi ihti­mali o kadar imkansızdır. Çünkü su bir cansızdır. Kendisine avuçlarını açıp uzatanın bu davranışını farketmez ve susadığını da anlayamaz. Ağzına gel­mesini isteyecek olsa, su onun isteğini kabul edip ağzına kadar ulaşamaz. İşte onların yalvarıp yakardıkları cansızların durumları da böyledir. Onların çağrılarının farkına varamazlar, isteklerini kabul edemezler, onlara herhangi bir şekilde fayda vere­mezler.
Mücahid, "avuçlarını suya açmış kimsenin du­rumu gibidir" ayeti üzerine şu tesbitleri yapmakta­dır: "Avuçlarını ona açmış kimse ile anlatılmak iste­nen, diliyle suyu çağırıp elleriyle de ona işaret eden kimsenin durumu gibidir, ebediyyen su ona gelmez. Derin bir kuyunun başında bir adamın durduğunu ve uzaktan ellerini o kuyuya doğru uzattığını düşü­nelim. Bu adamın suyu içebilmesi için acaba su onun isteğini karşılamak durumunda olabilir mi? İşte bu gibi kimselerin kendi ilahlarına yalvarıp ya­karmalarının durumu da aynen böyledir. Allah ile birlikte başka bir ilaha tapan müşrikler, dünyada da ahirette de ortak koştuklarından hiçbir fayda gö­remeyeceklerdir. İşte bu nedenle "kafirlerin yalvarı­şı da ancak bunun gibi boşunadır."
Genellikle taştan, ağaçtan yapılmış putla­rın/heykellerin hiçbirinin duaya cevap veremeyecek­leri açık bir gerçektir. Bu yüzdendir ki ayette kulla­nılan "velleziyne" edatı daha çok akıllı varlıklar için söz konusudur. Bu ayetteki manayı sadece putlara ait kılmak ve tefsir etmek eksik kalmaktadır. Şu halde burada yalnızca şuursuz putların değil, Al­lah'ın dışında ilahlaştırılan bir takım liderler veya şahısların da o cansız putlar gibi, hiçbir duaya kar­şılık veremeyecekleri, Allah'ın iradesi olmadan hiç­bir isteği yerine getiremeyecekleri söz konusu edili­yor demektir. [38]

Hak ve Batıl-Köpük Yok Olur Gider


"Gökten (Allah), bir su indirdi de, dereler kendi ölçüsünde çağlayıp aktı. Sel, üste çıkan köpüğü yüklen(ip götür)dü. Süs yahut eşya yapmak için ateşte yakıp (erit)tikleri maden­lerde de bunun gibi bir köpük (posa) vardır. Allah hak ile bâtılı, böyle bir benzetme ile anlatır. Köpük yok olup gider. İnsanlara yararlı olan ise, yerde kalır. İşte Allah (kapalı şeyleri anlatmak için) böyle nice misaller verir." (Ra'd, 13/17).    
Bu âyette de, Allah Teâlâ, hak ve batıl için bir temsil îrad etmiştir. Bu temsilde iki mesel vardır. Birincisinde hak, yani Kur'ân ve vahiy benzeyen, yağmur da benzetilendir. Yine bâtıl yağmurun getirdiği sel üzerindeki köpüğe benze­tilmiştir. Köpük kaybolur, faydalı yağmurlar ise toprak ta­rafından emilir. Bu sel esnasında bâtılı temsil eden köpük üste çıkıp, bazan hakkın üstünde imiş gibi görünebilir. Bu geçici görünüşe aldanmamalıdır. ikincisinde ise hak yine benzeyen, eritilen madenin cevheri de benzetilendir. Bu mâdenden de bir posa hasıl olur ki, o da batıla misaldir. Bu posa da geçicidir. Âlet, edevat veya zînet eşyası yapılan madenin asıl cevheri ise kalıcıdır. Hak da öyle kalıcı ve de­vamlıdır. Kalbler ise, istiabına göre alır ki, onlar da vadilere benzetilmiştir.Bunda vech-i şebeh, bâtılın geçiciliği, zevali­nin yakın ve faydasının az oluşu ile, hakkın kalıcılığı ve fay­dasının çokluğudur.[39] Başlangıçta hak ile batıl birbirine karışık olur[40], daha sonra imtihanla bunlar birbirinden ayrılır.[41]
Ayet, Hakkın yararlı ve kalıcı; batılın ise bir sü­re üste çıksa da yararsız ve gidici olduğunu belirti­yor ve şu örneği veriyor:
Allah'ın yağdırdığı yağmurdan seller oluşur. Her derenin büyüklüğüne göre çağlayıp akan seller üzerinde köpük, çer çöp belirir. Süs eşyası, kap ka­çak yapmak için altında ateş yakılarak eritilen ma­denlerin üzerinde de posa görülür. Gerek sel, gerek maden üzerindeki köpük atılır, yok olur, selin hare­keti zayıflayınca köpük dağılır, çer çöp derenin ke­narlarına yapışır, geriye yararlı olan su kalır. Made­nin tortusu atılır, yararlı olan cevher kalır. Yararlı olan köpük ve tortu değil, kalıcı olan su ve madendır. İşte, hak karşısında batılın durumu da böyledir. Batıl bir süre hakkın üstüne çıkmış olsa da sonunda söner, gerçek ortaya çıkar. Gerçek kalıcı, batıl ise köpük ve tortu gibi yok olucudur.
Ayetin işaret ettiği bir başka güzellik de şudur:
Yüce alemden ilahi rahmet ve feyiz iner de kalp ve vicdanlar, kendi anlayışlarına, iman ve irfanları­na göre onlardan nasiplerini alırlar ve öylece dolup taşarlar. Üste çıkan şüphe ve tereddüt köpükleri çok geçmeden sönüp gider.
Hak, şatafatlı değildir; ama o hep güçlüdür, kudretlidir ve mütevazidir. Kendi doğrultusunda hedefine ilerlerken feyiz ve rahmet, adalet ve hakse­verlik, Yüce Yaratan'a kulluk ve teslimiyet bırakır. Tıpkı dereleri dolduran yağmur gibi.. Arazi üzerin­den akıp giderken bir yandan ona hayat verir, ekin için yararlı mil bırakır. Oysa o mil suyun içinde sey­rederken pek görünmez. Ayrıca yağan yağmurla bir­likte toprak için çok faydalı maddeler de iner. Batıl ise, şatafatı sever, içi boştur, tıpkı köpük gibi, suyun üstünde yüzer, dikkatleri çeker. Fakat az sonra sö­nüp gider, geriye yararlı bir şey bırakmaz.
Kur"an Levh-i Mahfuz'dan indikten sonra, gö­nülleri vadiler misali, anlayış, iman ve irfanları nisbetinde doldurmaktadır; dolup taşmca da oradaki şüphe, cehalet, inat ve benzeri köpükleri üste çıka­rır ve çok geçmeden o köpükler sönüp kaybolur. Gö­nül vadisi küfür ve azgınlıkla veya nifak ve şirkle tıkanmışsa, Kur'an'ın feyz ve bereketine pek yer kal­mamış sayılır. Önce o tıkanmaya sebep olan nesneleri Tevhid'le temizlemek gerekir.
Süs eşyası ve yararlı şeylerin imal edildiği kıy­metli madenler de böyledir. Ateşte, türüne göre belli bir ısı derecesinde tutulunca erirler, karışık olan po­sa ve cüruf ayrılır, asıl cevher meydana çıkar. Hak ile batıl kazara birbirine karışır da neyin nesi oldu­ğu pek anlaşılmazsa, Kur'an'ın potasına konulup eritilince, hak bütün sadeliğiyle ortaya çıkar, batıl ise posa ve cüruf misali bir tarafa atılır.
"Nesefi" de verdiğimiz bu ayete şu anlamı yükle­mektedir: Su Kur'an'dır. Suyun bedene faydası ne ise Kur’an da ruha hayat vermek için nazil olmuş­tur. Dereler de kalplere örnektir. Miktarlarınca do­lup taşmalarından kasıt ise, kalbin genişliği ve dar­lığıdır. Köpük nefisten geçen kötü arzularla şeytan vesveseleridir. Faydalanılan arı su ise hakkın misa­lidir. Köpük batıl olarak gittiği, arı su da kaldığı gi­bi, nefsin kötü arzuları da geçip gider ve hak, oldu­ğu gibi, geriye kalır. Altın ve gümüşten olan süs eş­yası ise güzel davranışlara ve temiz ahlâka örnektir. Demir, bakır ve kurşun gibi madenlerden edilen eş­yalar ise, kurtuluş için hazırlanan, ihlas ile besle­nen amellere misaldir. Çünkü ameller sevabı çekici, cezayı da kovucudur. Bu cevherlerin bir kısmı ka­zanç sağlamak için bir faydaya araç oldukları gibi, bir kısmı da savunma aracı olabilirler. Köpük ise ri­yakarlık, tutarsızlık, iyi amellerden usanmak ve tembellik göstermektir.
Özetle ayet, hak ile batılın daha iyi anlaşılıp ayrılması için önce akıl yoluyla duyguya, duygu yoluyla da akla ve her iki yoldan ilme geçişler sağlıyor ve yukarıda da değindiğimiz örnekleri veriyor. [42]

 Cennetin Hali:


"(Allah'ın emirlerine karşı gelmekten) korunanlara va'dedilen cennetin durumu şöyledir: (Ağaçları altından ırmaklar akar; yemişleri ve gölgesi devamlıdır, işte bu, Allah'dan korkup sakınanların akıbeti...! Kâfirlerin akıbeti ise ateştir." (Ra'd, 13/35).
Müttakîlere va'dedilen cennetin garib sıfatı, bu âyette şöyle hikaye edilmektedir: İnsanlara dünyadaki bildiklerinden hatırlatmalar yapılır ve âyette açıkça görüldüğü şekilde tasvir edilir.[43]

Kâfirlerin Amelleri-Şiddetli Bir Rüzgarın Savurduğu Kül


"Rablerini inkâr edenlerin amelleri, fırtınalı bir günde, rüzgarın şiddetle savurduğu küle benzer, kazandıklarından ellerine hiçbirşey geçmez. İşte bu, hakdan uzak olan bir sapıklıktır." (İbrahim, 14/18).
Buradaki kâfirlerin amellerinden maksad, sıla-i rahim, misafir ağırlama, düşkünlere yardım, köle azadı gibi iyi işlerdir.[44] Bunlar dahi, imana dayanmadığı için, müşebbehün bihi olan, fırtınalı bir gündeki şiddetli rüzgarın savurduğu küller gibi heba olacak, onların ellerine birşey geçmeyecektir.[45] Bu, ne beliğ bir beyân!...[46]
Ayet, Allah'a karşı nankörlük edenlerin yaptık­ları işlerin, iyiliklerin boşa çıkacağını, rüzgarın sa­vurduğu kül gibi havaya savrulup gideceğini belirt­mektedir. İyi işlerin Allah tarafından kabul edilmesi için Allah'ın bir bilerek yapılması gerekir. Allah'ı in­kar etmek, yahut O'nun yanında başka ilahlara tap­mak nankörlüktür. Nankörlerin yaptıkları iyilikler, Allah katında makbul değildir. Rüzgar nasıl külü savurursa, nankörlük de iyi amelleri öyle savurur, yok eder.
Burada akla şöyle bir soru gelmektedir. "Acaba kafirlerin bütün iyi işleri boşa mı çıkar?" Bazı müfessirlere göre puta tapmaları yüzünden kafirlerin yaptıkları bütün iyilikler boşa çıkar. Şirkleri yüzün­den müşriklerin, fakirlere yaptıkları yardımlar, verdikleri sadakalar, ana-babalarına itaatleri hep boşa çıkar. Bazı müfessirlere göre de boşa çıkan, onların iyi işleri değil, putlara tapmaları ve yalvarmaları­dır. O tapmaları, yalvarmaları boşunadır. Ne kadar yalvarıp yakarsalar, onlardan bir yarar göremezler. Boş yere kendilerini yormuş olurlar.[47]
İlahi davete karşı sadakatsiz, inançsız ve isyan­kar olanlar ve peygamberlerin davet ettikleri yola uymayı kabul etmeyenler, sonunda hayatları boyun­ca kazandıklarının ve yaptıkları işlerin bir yığın kül kadar değersiz olduklarını göreceklerdir. Uzun yıl­lar boyunca biriken büyük bir kül tepeciği nasıl fır­tınalı bir günde rüzgar tarafından darmadağın edili­yorsa, aynı şekilde onların bütün büyük işlerinin o fırtınalı kıyamet gününde bir yığın külden başka bir şey olmadığı görülecektir. Onların göz kamaştırıcı kültürleri, büyük medeniyetleri, muhteşem krallık ve devletleri, büyük üniversiteleri, bilimleri, edebi­yatları ve ikiyüzlüce yapılan ibadetleri, fazilet de­dikleri davranışları, dünya hayatında övündükleri yararlı ve ıslah edici hareketleri, o gün bir yığın kül kadar değersiz olacak ve kıyamet gününün "fırtına­sı" tarafından etrafa saçılacaktır. O denli ki, o gün ilahi teraziye koymaya değecek en ufak bir yararlı iş bile bulamayacaklar.
Verdiğimiz ayette önemli bir konuya parmak ba­sılmakta ve İslamiyeti, aynı zamanda ilahi sünneti bilmeyen bazı kişilerin, Allah'ı inkar eden kaşifler ve mucitlere bol keseden cenneti ve ebedi saadeti la­yık görmeleri üzerinde durulmakta ve böylece müminlere en sağlam bilgi verilmektedir. Şöyle ki: "Al­lah'ı tanımayanların, kıyameti inkar edip cennet, cehennem, hesap ve azaba inanmayanların, dünya­da işledikleri hayırlar, iyilikler, yaptıkları yararlı iş­ler, keşifler ve ilmi buluşlar kıyamet gününde onlar için bir değer taşıyacak mı?" Veya başka bir ifade ile söylersek, "Allah'ı tanımayanlardan öylesi var ki, keşif ve icatlar yapmıştır. Bütün bu yararlı hizmet­lerin ahirette karşılıksız; kalması doğru olur mu?"
İlk bakışta mantıki gibi görünen bu sorular üze­rinde biraz düşünüldüğünde hakikati ortaya koy­mada şu tesbitleri yapmamız mümkündür.
a) Önce bu adamlar, yaptıkları hizmeti Allah için değil, insanların takdir ve şükranlarını bekleye­rek yapmışlar veya böyle bir hizmette bulunmaktan deruni bir zevk duymuşlardır. Böylece onlar, Allah diye bir varlık ve kudret tanımadıkları için de, yap­tıkları hizmet karşılığında uhrevi bir mükafat dü­şünmemişlerdir.
b) O halde onlar Allah'tan değil, insanlardan ödül, ilgi ve takdir beklemişler ve beklediklerini faz­lasıyla görmüşlerdir.
c) Allah'ı tanımadıkları, O'ndan bir mükafat ve takdir beklemedikleri halde biz kimin adına kime ahiret mükafatını vermek cömertliğinde bulunabili­yoruz?
d) Ortada bir buluş ve icat sahibi var ki, ilahi kudreti hiç tanımıyor ve ondan hiçbir şey beklemi­yor. Üstelik O'nun isminden ve varlığından nefret ediyor. Böylesinin hizmetini, O kudrete yakıştırma, O'nun rahmet ve yardımına, mükafat ve ihsanına layık görme hakkını nereden alıyoruz? Yaptığı işi kimler için, niçin, ne amaçla ve ne niyetle yapmışsa, ona göre karşılığını almıştır. Bizim işgüzarlığımız hem o ilim adamına hakaret, hem de inanmadığı Al­lah'a karşı bir küstahlık değil de nedir?
Eğer verdiği hizmetlerle Allah'a inanmış, Onun hoşnutluğunu dilemişse, zaten Allah onu bizden da­ha iyi bilir ve ona göre mükafatlandırır. Bizim orta­da bir kıstas ve belge yokken araya girmemizin se­bebi ve anlamı yoktur.
Sonuç olarak, Allah'a ve Ahiret gününe inanma­yan bir kimsenin, insanlıktan veya nefsinden yana yaptığı bir icadı kendi mantıksal ölçülerimize göre uhrevi mükafatla değerlendirmemiz haddi aşmak ve ilahi sınıra tecavüz etmek sayılır. Bu da büyük bir şaşkınlık ve sapıklık olarak nitelendirilir. Nite­kim ayetin son kısmında açık bir anlatımla buna te­mas edilerek gereken uyarı yapılmıştır.[48]

İyi Söz ve İyi Amel, Güzel Söz; Kökü Yerde, Dalları Gökte Olan Güzel Bir Ağaca Benzer


"Görmedin mi Allah, nasıl bir örnekleme yaptı: Güzel söz; kökü yerde, dalları gökte olan güzel bir ağaca benzer. O ağaç, Rabbinin izniyle yemişlerini her zaman verir. Allah insanlara böyle örnekler verir ki, düşünüp ibret alabilsinler." (İbrahim: 14/24-25)
Bu meselde, güzel söz (kelime)den muradın, "kelime-i şahadet" -kî bunu Beyhakî rivayet etmiştir- olduğu; tbn Abbas (ra)dan ve el-Asam'dan, bunun "Kur'ân" olduğu; İbn Bahirden de "islâm daveti" olduğu rivayet edilmiştir. Bunun, mü'minin kendisi olduğu da söylenmiştir, yani müşebbeh bunlardır. Müşebbehün bih (benzetilen) ise, çoğu alimlere göre, şecere-i tayyibedir, o da hurma ağacıdır. Bu, İbn Abbas, İbn Mes'ud (ra), Mücahid, tkrime ve Dahhâk'dan rivayet edilmiştir. Enes b. Mâlik (ra)dan da, Tirmizî, Nesâî ve İbn Hibbân'ın bu mânâda rivayetleri vardır. Bu ağacın, üzüm, incir ağacı gibi diğer iyi ağaçlar mânâsına olduğu rivayetleri vardır. Yine bunun cennette bîr ağaç olduğu da söylenmiştir. Şehadet kelimesinin mânâsı bakımından, vasfedilen ağaca benzetilişinin izahı şöyledir: Bu sözün aslı ve menşe'i mü'minlerin kalbindeki imandır. Bu iman kalblere kök salmıştır ve ondan sâlih ameller, temiz işler çıkar, dallanır, budaklanır, semâya yükselir. Böylesi amellere de, elbetteki, Allah'ın sevabı ve rızası terettüb eder. İşte bu, bu ağacın her zaman verdiği meyvesidir.[49] Şu halde bundaki benzetme yönü, köklü, sağlam ve dalları göğe yükselen, meyvelerini kesintisiz ve­ren muhteşem bir ağacın toplamından çıkan hey'et ve manzarasıdır.[50]
Ayette geçen "kelime-i tayyibe" ifadesi sözlükte "temiz bir söz" anlamına gelmesine rağmen, burada "doğru bir söz ve sağlam bir inanç" anlamındadır. Kur'an'a göre bu "söz ve inanç", tevhidi kabul et­mek, peygamberlere, vahye ve ahirete inanmaktır. Çünkü tevhid, bunları belli başlı doğrular olarak ilan eder.
Burada "güzel bir söz"ün ne kadar güçlü ve yay­gın olduğu gösterilmektedir. Evrendeki tüm sistem, müminin şehadet ettiği bu "güzel söz" deki gerçekli­ğe dayandığından, yer ve bütün sistemi onunla iş­birliği içindedir ve bütün sistemi ile birlikte gökyü­zü onun hizmetindedir. Bu nedenle müminle tabiat kanunu arasında bir çatışma yoktur, her şey tabiatı gereği ona yardım elini uzatır.
"Güzel bir söz" o denli verimlidir ki, hayat siste­mini ona dayandıran herkes veya her toplum, her an ondan meyvasını alır. Çünkü "güzel söz"; düşün­cede berraklık, sinirlerde denge, karakterde güç, ah­lakta temizlik, ilişkilerde sebat, konuşmada doğru­luk, sohbette dolaysız ve doğrudan konuşma, sosyal davranışlarda ölçülü bir tutum, kültürde soyluluk, ekonomide adalet ve eşitlik, politikada onurluluk, savaşta soyluluk, barışta samimiyet ve verilen söz­lerde, yapılan anlaşmalarda güven yaratır. Kısacası o, yerinde kullanıldığında herşeyi altına çeviren bir iksirdir.
Şüphesiz ki, sözlerin en güzeli, Allah'ın varlığını ve birliğini anlatan ve her peygamberin tebliğ ve ir­şatta temel hareket noktası sayılan "lailahe illallah" tır. Bu kutsal kelimeyi, manasını, amacını idrak içinde gönül toprağına ebediyyet tohumu olarak at­mak, ilim ve irfan suyuyla sulamak, kökü derinler­de, dalları göğe yükselmiş, her an meyva veren bir ağaç gibi feyizli kılmak, Allah'a dosdoğru iman eden kimsenin tek amacı olmalıdır. Çünkü kalpte yeşeren "Kelime-i Tevhid" ağacı, imanı oluşturur, ibadetler, hayırlar, iyilikler, faziletler ve güzel ahlak bu ağacın aralıksız verdiği meyvalardır.
Ayrıca "güzel söz" çok yönlü bir kavramdır. Doğ­ruluğu, zerafeti, güler yüzlülüğü, yakınlığı, kardeş­liği, emniyeti ve huzuru telkin eder. O bakımdan te­melinde "la ilahe illallah" bulunan güzel sözün bir çok yararları söz konusudur. Onları şöyle özetleme­miz mümkündür:
a) Ruhlara serinlik, gönüllere yatışkanlık verir. İç sıkıntılarını giderir.
b) Kötü duygu ve düşünceleri yönlendirir, iyiye, güzele ve doğruya çevirir.
c) Kardeşlik, dostluk ve yakınlık bağlarını kuv­vetlendirir. Toplumu birbirine daha iyi kaynaştırıp bütünleştirir,
d) Aileye mutluluk, çevreye güven ve huzur ha­vası estirir. O bakımdan sıcak bir ilgi ve güvenli bir yaklaşıma neden olur.
e) Devlet bünyesinde kişilere şeref, itibar, sevgi ve saygı kazandırır. Vatandaşla devlet kadrosu ara­sında güven havası estirir.
Görüldüğü gibi, Kur'an'ın eşsiz benzetmesiyle "iman", kökü çok derinlerde, dalları ise göğe yüksel­miş, her an meyva veren bir ağaca benzetilmiştir. Bu bize tek kelimeyle "iman ve amelin birbiriyle il­gisini, aralarındaki bağın kopmazlığmı" haber veri­yor.
Çünkü gerçekten sağlam bir iman her yönüyle feyiz ve bereket kaynağıdır. Rahmet saçan ürünleri birbirini izler. O bakımdan imanı amelden ayırdığı­mız takdirde, kısmen olsun özelliğini kaybettirme tehlikesine kapı açmış oluruz. Bu bir bakıma meyvasız ağaca benzer. Yararı çok az, feyiz ve bereketi noksandır.
Kur'an'ı Kerim güzel bir sözü, güzel bir ağaca benzetirken o ağacı dört sıfatla anarak bize geniş, fakat üzerinde düşünmemizi ilham eden manalar vermiştir:
1) O ağaç güzeldir. Bu, onun ya şeklinin, ya gö­rünümünün, ya da kokusunun veya meyvasının gü­zel olduğunu anlatır.
2) Kökü derinlerde sabittir. Bu, onun dış tesir­den dolayı devrilmeyeceğini, yerinden kopmayacağını ifade eder. Dış tesirle kopup devrilmeye yüz tuta­cak kadar güçsüz ve köksüz olsaydı, sözü edilen gü­zellik özelliğini kaybederdi.
3) Dalları göktedir. Dallarının genişleyip yüksel­mesi, kökünün ve gövdesinin gücünü simgeler. Aynı zamanda yeryüzünün bazı olumsuz tesirlerinden se­lamette kaldığını belirtir. O nisbette de meyvaları tertemiz ve nefis olur.
4) Her an meyvasını verir. Bu kadar sağlam, yüksek ve verimli bir ağacın elbetteki her zaman meyva vermesi beklenir. Allah'ın rızası, aklını kulla­nan her insanın böylesine feyizli bir ağaca sahip ol­masını ister. Peygamber ve Kitap böyle bir ağacın yetiştirilme yol ve yöntemini öğretir.
İşte kalplerin derinliğine kök salan, hücrelere kadar inen sağlam bir iman da böyledir.[51]

 Kötü Söz ve Kötü Amel-Çirkin Söz; Yerden Koparılmış, Kökü Olmayan Kötü Bir Ağaca Benzer


"Çirkin bir söz; yerden koparılmış, kökü olma­yan kötü bir ağaca benzer." (İbrahim: 14/26)
Temsilin ikincisi, küfür, şirk ve ona davet ile yalan ve Allah'ın razı olmayacağı her çirkin sözü, kökü yerden kop­muş, tutunacak yeri olmayan kötü bir ağaca benzet­miştir.[52] Bu çeşit ağaçların Ebû Cehil karpuzu, diken, bir çeşit kötü sarmaşık ve yosun gibi, kokusuz, tadsız, meyvesiz ve gölgesiz olan, verdiği zaman da kötü ve zararlı meyve veren ağaçlar olduğu rivayet edilmiştir.[53] Bundaki benzet­me yönü ise, köksüzlüğü, sebatsızlığı, faydasızlığı hatta bazan zararlı meyvesidir. Görüldüğü gibi bu mesel de kâmin (gizli) mesele bir örnektir.
27. âyette geçen, Allah îman edenleri dünyâda da âhirette de değişmez sözlerinde sebat ettirir, demek, dünyada kelime-i tevhîd dillerinde sağlamlaşır ve kalblerine yerleşir de, dinleri hususunda işkenceye tâbi tutuldukları zaman da onda sebat ederler, demektir. Âhirette sebatları ise kabirde olur. Kabirde kabir suâline gelen Münker ve Nekir meleklerine "Rabbim Allah, dînim İslâm, peygambe­rim Muhammed (sav)" cevabını verdikten sonra, Rasûlullah (sav), gökten birisinin "Kulum doğru söyledi" diye nida edeceğini ve bunun Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah mü'minleri sabit sözlerinde sebat ettirir" sözü olduğunu buyurdu. Zâlimleri ise Allah şaşırtacaktır.[54]
"Kotü bir söz", "Güzel bir söz"ün tam tersidir. Gerçek dışı ve yanhş olan herşey için kullanılabilir. Fakat verdiğimiz bu ayette ateizm, sapıklık, inanç­sızlık, şirk, putatapıcılık veya peygamber tarafın­dan getirilmemiş hangi "izm" olursa olsun kişinin hayat sistemini dayandırdığı yanlış inanç ve akide anlamında kullanılmaktadır.
"Kötü bir söz" (yanlış bir inanç) dayanıklı ve sü­rekli değildir, çünkü tabiat kurallarına terstir. Bu nedenle evrendeki herşey ona karşı çıkar ve onu reddeder. Sanki toprak onun tohumlarını dışarı at­maya hazırdır ve eğer atılan tohumlardan bazıları büyümeyi ve kötü bir ağaç olmayı başarırsa, o za­man gökyüzü onun dallarına baskı uygular. Gerçek­te eğer insana denenmesi için özgürlük ve süre ta­nınmamış olsa, kötülüğün gelişmesine hiç bir za­man izin verilmezdi. Bu özgürlük nedeniyle bazı in­sanların hayatlarını "kötü söz"e dayandırmalarına izin verilmiştir. Onun belli bir dereceye kadar büyü­mesine müsaade edilir, fakat o kötü sonuçlar doğur­maktan başka bir şey üretmez. Kısa bir süre sonra da onun kökü topraktan sökülüp atılır.
"Güzel bir söz" ile "kötü bir söz" arasındaki ayı­rım o denli açıktır ki, dünyanın kültürel, ahlaki, di­ni ve entellektüel tarihini eleştirel bir yaklaşımla inceleyen herkes bunu kolayca algılayabilir. Çünkü "güzel söz", tüm insanlık tarihi boyunca bir tek ve aynı kalmıştır ve hiçbir zaman tarihten silinmemiş­tir. Bunun aksine, tarihte sayılamayacak denli çok "kötü söz" ortaya çıkmış, fakat bunlardan tarih ki­taplarındaki isimler dışında hiçbir iz kalmamıştır. Hatta bunlardan bazıları o denli saçmadır ki, eğer bugün insanlar bunları duysalar insanların bu kadar akıldışı şeylere nasıl inandıklarına şaşırırlar.
İki tür "söz" arasında dikkate değer bir ayrım daha vardır. Ne zaman bir kimse veya toplum "gü­zel sözü" hayât sistemi olarak kabul ederse, nimet ve lütuflar sadece o kişi ve toplumla sınırlı kalmaz her tarafa yayılır. Bunun aksine ne zaman bir kim­se veya toplum, hayatını "kötü söz" üzerine kurarsa, her tarafa kaos ve karışıklık yayılır.
Kötü söz, daha çok Allah'ı tanımamak, O'nun varlığı, kudreti ve planı hakkında bilgisiz ve ilgisiz kalıp inkara yol açacak söz ve davranışlarda bulun­maktır. O halde Hakk'ı inkar, hakikati örtüp gizle­mek ve Allah hakkında bilgisiz ve ilgisiz kalmak, üç kötü sıfatı kendinde taşıyan kötü bir ağaca benzeti­lebilir. Nitekim ayette bu benzetme çok özlü ve anlamlı şekilde ifade edilmiştir. Şöyle ki:
1) Ağaç yararsız ve kötüdür.   .
2) Çünkü kökü kopuktur.
3) Gövdesi kararsız olup, dış tesirle şuraya bu­raya sürüklenmektedir.
Küfür de böyledir: Onda feyiz ve rahmet, bere­ket ve güven yoktur. Ne göğe doğru yükselen dalla­rı, ne yerin derinliğine inen kökleri, ne sapasağlam ayakta duran gövdesi, ne de yarar sağlayan bir meyvası vardır. O bakımdan küfür, tuğyan ve hakkı red her zaman köksüzdür, kararsızdır, şüphecidir, umutsuzdur, şaşkın ve tedirgindir. Verimli hiç bir ürün söz konusu değildir.
Kur'an bu benzetmede bulunurken kötü sözün zararları konusunda bize çok zengin malzeme ve bilgi vermektedir. Kötü sözün günlük hayatımızdaki zararlarını şöyle tesbit etmemiz mümkündür:
a) Ruhlara tiksinti ve sıkıntı verir, sinir sistemi­ni bozar.
b) Kalplerin kırılmasına yol açar, kin ve nefret duygularını kabartır.
c) Kardeşlik bağlarım koparır. Toplum yapısın­da güven ve huzuru sarsar, bütünleşmeyi önler.
d) Aileyi huzursuz eder, sevgi ve saygı havasını bozar.
O bakımdan rahatlıkla diyebiliriz ki, güzel ve yapıcı söz, temelinde Allah'a iman cevheri bulundu­ğu ölçüde faydah ve feyizlidir, kötü söz de temelinde küfür ve azgınlık bulunduğu nisbette zararlı ve yıkı­cıdır.[55]

 Allah ve Sahte Tanrılar, Mü'min ve Müşrik:


"(Müşrikler) Allah'ı bırakıp da kendileri için ne göklerden, ne yerden hiç bir rızka, hiç bir şeye mâlik olmayan ve buna güçleri dahi yetmeyen şeylere (putlara) taparlar. Artık Allah'a benzerler koşup durmayın. Allah bilir, siz bilmezsi­niz. Allah şöyle bir temsil getirdi: Hiç bir şeye gücü yetmeyen ve başkasının malı olan bir köle, bir de tarafımızdan güzel bir rızık verdiğimiz, ondan gizli aşikâr harcayan kimse hiç bir olur mu? Allah'a hamd olsun. Hayır, onların çoğu bilmezler. Ve Allah şu iki adamı da misal getirdi: Bunlardan biri dilsiz­dir, hiç bir şeye gücü yetmez, efendisinin üzerine bir yüktür. (Efendisi) onu nereye gönderse bîr hayır getiremez (bir iş beceremez). Şimdi bu (adam), doğru yolda olan, adaleti em­reden kimse ile bir olabilir mi?" (Nahl, 16/73-76).
Bu âyetlerdeki temsilde Allah Teâlâ, Kendisine ortak koşulan putları, kendi başlarına tasarrufdan âciz, bir efendinin malı olan köleye, Kendi mukaddes zâtını da o kulu malıyla besleyen, ona mâlik olan, onda ancak kendisi tasar­ruf eden, kendi malıyla infâk eyleyen hür bir efendiye ben­zetmiştir. Kul ile efendi bir cinsten, ikisi de yaratılmış olduğu halde, birbirine eşit ve denk olamazlarsa, ya­ratılanların en âcizi cansız putlarla, Ganî, Yaratıcı ve mutlak kudret sahibi olan Allah nasıl bir olabilir.[56]
İkinci temsilde de Allah Teâlâ, Kendi Zâtı ile, bâtıl ilâhları; açık, fasih konuşan, kendisine ve başkasına faydalı ve becerikli kimse ile, dilsiz, beceriksiz ve efendisine yük olan birisine benzetmiştir.[57] Benzetme yönü, konuşmaya ve doğru yol için rehberliğe kadir kimse ile, âciz, bilgisiz, başkasının şöyle dursun, kendi işini bile yapamayan bece­riksiz kimse arasındaki eşitsizlikten meydana çıkan hey'et ve durumdur.[58]

 Eğirdiği İpliği Tekrar Bozan Kadın Gibi Olanlar


"Yeminleri bozmada, ipliğini kuvvetle eğirdikten sonra bozup parçalayan kadın gibi olmayın. Bir top­luluk ötekinden daha zengin ve kalabalık çıktığı için yeminlerinizi aranızda bir hile aracı yapıyorsunuz. Allah sizi bununla imtihan ediyor, ihtilafa düştüğü­nüz şeyleri kıyamet günü size açık bir biçimde elbet­te gösterecektir." (Nahl: 16/92)
Bu ayeti, kendinden önceki Nahl: 16/91 ayeti ile birlikte değerlendirdiğimizde Allah, önem sırasına göre dizilmiş üç tür anlaşmadan (ahid) bahsetmek­tedir. Bunlardan birincisi, hepsinden önemli olan Allah ile insan arasındaki ahid, yani bağdır. Önem sırasında ikinci olan, bir insanla bir insan arasında veya bir grup insan arasında Allah şahit tutularak veya Allah'ın adı anılarak yapılan ahitleşme veya anlaşmadır, öçüncü tür ahid ise, Allah'ın adı anıl­madan yapılan ahiddir. Her ne kadar bu önem sıra­sına göre üçüncü ise de, bu ahidin yerine getirilmesi de ilk ikisi kadar önemlidir ve bozulması yasaklan­mıştır.
Bu bağlamda, Allah'ın, anlaşmaları bozanları çok şiddetli bir şekilde azarladığına dikkat edilmeli­dir ki, bu yeryüzündeki karışıklık ve düzensizlikle­rin en büyük sebebidir. Ne yazık ki "büyük" insanlar bile, ekonomik, politik ve dini anlaşmazlıklarda kendi toplulukları lehinde avantaj elde etmek için yapılan anlaşmaları bozmayı büyük bir hüner kabul etmektedirler. Bir ülkenin önderi, bir seferinde ken­di halkının yararına başka bir ülke ile anlaşma ya­par, fakat bir başka sefer, yine aynı önder o anlaş­mayı halkının çıkarları için açıktan ve gizliden bozar. Özel hayatlarında şerefli bir şekilde yaşayan in­sanların bile bu tür davranışlarda bulunmaları bir tezattır. Bunun yanısıra ne yazık ki halk da onların bu davranışını protesto etmez, hatta bu utanç verici diplomasi oyunları nedeniyle onları över. Bu neden­le Allah, bu tür anlaşmalardan hepsinin, anlaşmaya girenler ve onların halkı için birer imtihan konusu olduğunu bildirmektedir. Onlar bu şekilde, yani an­laşmayı bozarak halkla belirli bir yarar sağlayabi­lirler, fakat hüküm gününde bunun sonuçlarından kaçamazlar.
Burada anlaşmazlıklara neden olan fikir ayrı­lıkları ve ihtilafların çözümünün kıyamet gününde olacağı bildirilmektedir. Bu nedenle bu ihtilaflar, anlaşmaları bozmak için birer özür teşkil etmemeli­dir. Taraflardan biri tamamen haklı, karşı taraf ise tamamen haksız olsa bile, haklı olanın anlaşmayı bozması, yanlış propaganda yapması veya diğerleri­ni mahvetmek için başka kötü yollar kullanması doğru değildir. Eğer haklı olan taraf böyle yaparsa, yaptığını kıyamet günü kendi aleyhinde bulacaktır.
Çünkü doğruluk ve adalet, kişinin sadece teori­lerinde ve amaçlarında doğru olması değil, aynı za­manda doğru metodlar ve araçlar kullanmasını da gerektirir? Bu uyarı özellikle, kendilerini Allah yo­lunda oldukları ve düşmanları Allah'a asi olduğu için düşmanları ile savaşma hakkına sahip oldukla­rını, bu nedenle de düşmanla yaptıkları anlaşmala­ra uyma zorunlulukları olmadığını düşünen dini grupları hedef almaktadır. Bu, Arap Yahudilerinin uyguladığı bir yöntemdi. Onlar şöyle derlerdi: "Bi­zim putperest Araplara karşı hiç bir yükümlülüğü­müz yok. Bizim için avantajlı ve Yahudi olmayanlar için kötü olan her konuda onları kandırmaya ve al­datmaya hakkımız var."
Yapılan yeminleri ve verilen sözleri tutmamak ve hile vasıtası yapmak, herşeyden önce vicdanların derinliklerinde yereden inançları temelinden sarsar. Diğer kimselerin gözünde de inançlara olan bağlılık ve güveni yok eder. Aldatmak için bile bile yemin eden kimse hiç bir zaman için sağlam bir inanca sa­hip olamaz ve inandığı yolda dosdoğru yürüyemez. Bunun da ötesinde yemin ettiği ve yemininden ya­lan çıktığı kimsenin gözünde de inançlara karşı bağ­lılığın kaybolmasına sebep olur. Ve herkes bilir ki onun yaptığı yemininin aslı astarı yoktur ve hile yapmak, aldatmak için yemin etmektedir. Ve bu kö­tü örnek yüzünden onların Allah'ın yolundan uzak­laşmalarına vesile olur.
Müslümanların verdikleri sözü tutmalarından dolayı tarihte bir çok milletlerin İslam'a girdiği gö­rülmüştür. Müslümanlardaki sadakat ve doğruluk, inançlarındaki samimiyet ve ihlas, işlerindeki te­mizlik ve dürüstlük onları İslam'a girdirmiştir. Böy­lece "ahde vefa" ile kaybettikleri basit menfaatlerin yerine pek büyük kazançlar sağlamışlardır.
Ahlaksal anlamda insan, "ahdine vefa eden, sö­zünde duran varlık" diye tanımlanabilir. Mükemmel insanın tanımı ise tamamen budur. Hz. Peygamber (s.a.v.) diyor ki:
"Ahdine vefası olmayanın imanı da olamaz."
Bir yerde de şöyle buyuruyor:
"Ahdine vefası olmayanın dini de olamaz."[59]
Ahde vefasızlık, küfrün en rezil şekli olan mü­nafıklığın da belirgin niteliklerinden biridir. Hz. Re­sul buna değinirken şöyle diyor:
"Münafık kişinin alâmeti üçtür: Konuşunca yalan konuşur, vaadedince vaadine ters düşer, kendisine bir şey emanet edil­diğinde hıyanet eder."[60]
Kur’an ahde ve­fayı insanın onur burçlarından biri olarak belirlemiş ve ahde vefanın psikolojik ve sosyolojik boyutlarına dikkat çekmiştir. Prensipler şöyle konuyor:
"Ahde vefa gösterin, sözünüzde durun." (Isra: 17/34)
"Ey iman edenler! Akitlerinize vefalı olun." (Maide: 5/1)
Sözünde durmayan, herşeyden önce aldatan bi­ridir. Ve Hz. Peygamber: "Aldatan, bizden değildir." buyurarak, Muhammedi bir benliğin belirgin niteli­ğinin söze sadakat, ahde vefa olduğunu belirtmiştir. Son söz olarak şunu söyleyebiliriz: "Namert ve kah­pe bir benlik her şey olabilir ama, Muhammedi ola­maz."[61]

 Allah Hallerini Kötüleştirenlerden Ni'metlerini Geri Alır:


"Allah bize güven ve huzur içerisinde olan bir kasabayı misal verir: Her taraftan oraya bolca rızık geliyordu. Ama Allah'ın nimetlerine nankörlük ettiler. Bunun üzerine Allah yaptıklarına karşılık açlık ve korku elbisesini onlara tattırdı." (Nahl, 16/112).
Âyetteki bu kasaba genel manâda bir kasaba olabilir.[62] Yâni durumu böyle olan bir kasabaya Allah'ın ni'met ver­diği, onların da bu nimet yüzünden şımarıp nankörlük et­tikleri, bunun üzerine Allah'ın da nimetlerini cezaya çevirdiği her topluluğa orayı ibretlik bir mesel kılmıştır. Orası bu sıfatta mefrûz bir şehir de olabilir, önceki geçmiş şehir veya kasabalardan birisi de olabilir. Cenâb-ı Allah bunu, akıbetlerinin benzerliğinden korkutmak için Mekkelilere örnek vermiştir. Âyetteki "Tattırmak ve elbise" ta­birlerinde istiare vardır. Araplarda insanların başına gelen belâ ve sıkıntıların "Tatmak"la ifâdesi yaygındır. Hakikat gibi kullanılır. Zarar ve acının algılanışı, acı ve tadı bozuk yemeğin algılanışına benzetilmiştir. Elbiseye gelince o, kişinin giyindiği şey kendisini örttüğü için, başına gelen felâketler, onu bürüyen elbiseye benzetilmiştir. Sanki şöyle denilmiş gibidir: Onları bürüyüp saran açlık ve korkuyu onlara tattırdı. Adetâ onlara açlık ve korku elbisesi giydirdi, demektir.[63] Maksat, "Siz değişirseniz, Allah da, nimetlerini değiştirir" gerçeğini göstererek insanları böyle bir akıbetten sakındırmaktır.[64]
"Bu bir millet kendilerinde bulunan (güzel ahlâk ve meziyyetleri) değiştirmedikçe Allah'ın da onlara verdiği nimeti değiştirmemesi sebebiyledir. Allah işitendir, bilendir." (Enfâl, 8/53).[65]



[1] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 93-98.
[2] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 99-100.
[3] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 101-103.
[4] Beyzavî, I, 329.
[5] Ş. Mansur,s. 178.
[6] En'am, 6/36; Neml, 27/80.
[7] Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 53-54.
[8] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 104-106.
[9] Taberi, Cami'ul-Beyan: 8/26.
[10] Hac: 22/30.
[11] Tevbe: 9/95.
[12] Araf: 7/71; Yunus: 10/100.
[13] Ahzab: 33/33. Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 107-110.
[14] Elmalılı, 111,2161-6162.
[15] Beyzâvi, I, 349.
[16] Ebû Hilâl el-Askerî, I, 363. Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 46-47.
[17] Beyzâvî, I, 353; Zemahşerî, II, 84.
[18] Elmalılı, 111,2201-2202.
[19] Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 47-48.
[20] İbn Kesir, 11,264.
[21] Celâleyn, I, 376; {Bcyzâvî'nin Haşiyesinde, Mısır, 1968.)
[22] İbn Kesir, 11,265.
[23] Beyzâvî, 1,377.
[24] Elmalılı,IV,2335.
[25] Zemahşerî, II, 131; Beyzâvî, I, 3,77; Ş. Mansûr, s.270-271.
[26] Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 48-49.
[27] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 111-114.
[28] bk. Tevbe: 9/28.
[29] İmam Gazali, İhya, 1/48, 3/487.
[30] Tefsiru'l-Menar: 9/420-421. Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 115-118.
[31] Âlûsî, XI, 100-102; Ş. Mansûr, s.254-255; Beyzâvî, 1,444-445.
[32] HakîmTirmizi, s.8.
[33] Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 50.
[34] Harraz; Sıdk, 47.
[35] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 119-123.
[36] Beyzavî, 1,465.
[37] Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 52-53.
[38] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 124-126.
[39] Zenıahşerî, II, 356; Elmalılı, IV, 2975; Ş. Mansur, s. 141-142.
[40] Hakim Tirmizî, s. 9.
[41] Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 55-56..
[42] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 127-130.
[43] Beyzavî, I, 521-522; Âlûsî, XIII, 162-164; Elmalılı, IV, 2994; Ş. Mansûr, s 237-238. Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 56.
[44] Âlûsi, XIII, 204; Zemahşerî, II, 372.
[45] Hakim Tirmizî, s. 7, 10; Ş. Mansûr, s. 332.
[46] Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 57-58.
[47] Mefatihu'l-ğayb: 19/105.
[48] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 131-134.
[49] Âlüsi, XIII, 213-214; Zemahşerî, 11,376, Hakîm Tirmizî, s. 10.
[50] Ş. Mansûr.s. 149. Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 59-60.
[51] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 135-138.
[52] Zemahşeri, II, 377; Âlûsi, XIII, 217; Ş. Mansûr, s. 151.
[53] Beyzâvî, I, 530.
[54] Beyzâvî, I, 530-531. Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 60-61.
[55] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 139-142.
[56] Beyzâvi, II, 564.
[57] Beyzâvî, I, 564.
[58] Ş. Mansûr, s. 105. Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 61-62.
[59] Zehebi; Kebair, 108.
[60] Zehebi; Kebair, 108.
[61] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 143-146.
[62] Âlûsi,XIV, 242.
[63] Zemahşerî, II, 431-432; Beyzâvi, I, 572.
[64] Ş. Mansur, s. 30.
[65] Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 64-65..