Karanlığa Gömülmüş Sağır Ve Dilsizler
"Bizim ayetlerimizi yalanlayanlar, karanlıklara gömülmüş sağır ve dilsizlerdir. Allah dilediği kişiyi şaşırtır, dilediğini de dosdoğru yol üzerine koyar." (En'am: 6/39)
Ayet, Allah'ın ayetlerini yalanlayanların, karanlıklar içinde bocalayıp sağır ve dilsizler gibi olduğunu, Allah'ın, dilediğini saptırıp dilediğini doğru yolda yürüteceğini bildiriyor. Karanlıklar içerisinde kalan dilsiz, sağır doğru yolu nasıl bulur? İşte Allah'ın ayetlerini yalanlayanlar da inkarlarının karanlığında kalmışlar, gerçeği anlama yetenekleri körelmiştir. Bir türlü o bilgisizlik ve küfürlerinin karanlığından kurtulamazlar. Gerçi onlar, kendi istekleriyle o hale düşmüşlerdir ama onların isteği, yine Allah'ın izniyle eyleme dönüşebilir.
Kulun isteği, Allah'ın yarattığı psişik ve sosyo-fızik yasaların çalışmasıyla sonuca ulaşır. Kul reddeder, kabul etmez, hatta dinlemez. Hakkı dinlememesi, öğrenmemesi, ibadet etmemesi içinin kararmasına, kalbinin katılaşmasına, söz anlamaz duruma düşmesine yol açar. Ruhu aydınlanmaz. Kul aydınlanmak istemediği için Allah onu aydınlığa çıkarmamıştır. Böyle bir ruh hali içine girmesi, kulun kendi iradesiyledir. Ama kulda o karanlık ruh halinin oluşması, yine Allah'ın psişik yasalarına göre olur. Bundan dolayı herşeyin faili Allah'tır. Hayrı da şerri de yaratan Allah'tır. Fakat Allah kul için şerri istemez. "O, kulları içîn küfre razı olmaz, ancak şükrederseniz ona razı olur." (Zümer: 39/7) Şerri isteyen, kulun kendisidir. Kul isteyince Allah'ın, onun içinde yaratmış olduğu yasaları, onun isteği doğrultusunda çalışır, eyleme dönüşür.
Kulun işleri, düşüncesine dayalıdır. İnsan önce düşünür, sonra düşündüğünü yapar. Düşünce vücutta Allah'ın yarattığı mekanizmanın çalışmasıyla olur. Kul, kafasından doğan, kendince üstün düşüncesine göre hareket eder. Bu düşüncenin oluşumu yine Allah'ın yaratmasına dayanır. Bundan dolayı herşeyin gerçek faili (yapanı) Allah'tır.
İşte ayet, böyle psişik bir durumu özetlemektedir. Allah dilediğini doğru yola iletir. Ama hak yola gelmek istemeyenleri, kendi sapıklıkları içinde bırakır. Yola gelip gelmemek, insanın yaratılışında bulunan kabiliyetin gereğidir. İnsanın iradesi, kendinde bulunan kabiliyetle birleşince kişi doğru yola gider. Fakat irade kabiliyetle birleşemezse, ya da yaratılışında kabiliyet yoksa doğru yolu bulamaz. Dediğimiz gibi insanın annesinden, babasından aldığı genler yanında ortamın da insan davranışı üzerinde etkisi vardır. Atalarından süzülüp gelen kabiliyet, insana Allah vergisidir. Öyle ise hidayet de, dalalet de Allah'ın lütfuyla olur. Ancak kabiliyetin gelişmesinde ortamın tesiri vardır. Ortam, insanın iradesiyle değişebilir. Çocuğun anne ve babası, onu daha iyi bir ortamda, iman ortamında yaşatabilirler, yahut çocuğun kendisi öyle bir ortamı seçer. İşte kabiliyetin yönlenmesine, insanın iradesinin, yaşadığı ortamın tesiri olduğundan dolayı insan sorumludur.
Allah'ın onları sapıtması şu anlama gelmektedir:
1) Cehalet içinde kalmak isteyene ayetlerini gözlemleme fırsatı tanımaz;
2) Ayetlerini görmesi gerekse bile önyargılarının kurbanı olan kişiden gerçeğin işaretlerini gizler, onu yanlış anlamalar içine yuvarlar, böylece gittikçe gerçekten daha çok uzaklaşır. Öte yandan, gerçeği arayanı ise, ona bu gerçeği bulabilmesi için bilgisini kullanma fırsatı tanıyıp, gerçeğe götüren işaretleri göstererek Doğru Yol'a iletir.
Günlük hayatımızda bu türleri görür dururuz. Gözlerinin önünde, gerek kendi üzerlerinde, gerekse kainata sayısız ayetler yayılmış bulunduğu halde, hayvanlar gibi ne onları gözlemleyen, ne de onlardan ders almaya bakan milyonlarca insan vardır. Yine, zihinlerini ve kalplerini imanla aydınlatabilecek olan bu ayetleri gözlemledikleri halde, salt maddi kazançlar uğruna incelemelere önyargılı zihinlerle başladıklarından gerçeğe götürücü hiçbir ayet görmüşe benzemeyen fizikçiler, kimyacılar, hayvanbilimciler, botanikçiler, biyologlar, jeologlar, astronomlar, fizyologlar, anotomiciler, tarihçiler, arkeologlar… vardır. Gerçeğe varmak şöyle dursun, her ayet bunları ateizme, inkara, materyalizme ve tabiata tapınmaya götürmektedir. Fakat, bütün bu tiplere karşılık, kainattaki harikaları ve tabiattaki olguları açık göz ve açık kalplerle gözlemleyip, çevresini Allah'ın ayetleriyle kuşatılmış bulan, öyle ki, tek tek her yeşil yaprakta bile O'nun ayetini görenler de vardır.
Aslında verdiğimiz ayeti daha iyi anlamanın yolu, bu ayetin kendinden önceki ayetlerle (En'am: 6/37-38) olan ilişkisinin kavranmasıyla mümkündür. Bu ayetler de Kur'an'ın "varlık ve kainatın tümünü ve oluşu bir ayetler topluluğu" olarak sunduğunu ve peygamberlerin getirdiği mesajın doğruluğu konusunda şüphe içinde olup da mucize/delil/ayet isteyenlerin bakışlarını bu "kainat kitabına" çevirmelerinin önemi üzerinde durduğunu görmekteyiz.
"Dediler ki: "Ona Rabbinden bir mucize indirilseydi ya!" De ki: "Kuşkusuz Allah bir mucize indirmeye Kaadir'dir. Fakat çokları bilmiyorlar." (En'am: 6/37)
"Yeryüzünde debelenen hiçbir canlı, iki kanadıyla uçan hiçbir kuş istisna olmamak üzere hepsi sizin gibi ümmetlerdir. Biz bu Kitap'da, herhangi bir şeyi ne eksik bıraktık ne fazla yaptık. Onlar sonunda Rableri önünde haşredilirler." (En'am: 6/38)
Varlık ve oluşun tamamını ayet olarak gören Kur'an, varlık ve oluşun tamamını mucize sayıyor demektir. Esasen Kur'an'a göre, hayat bir mucizedir. Bu mucizenin hayranlık verici görünümü arkasındaki evrensel şuuru ve yaratıcı sırrı fark edebilmek hiçbir ayrım yapmadan bütün ayetleri tetkik etmeye bağlı bulunuyor. Ayetler arasında ayırım yapmak, gerçeğin yakalanmasını engeller veya insanın yanlış, eksik bilgilere ulaşmasına sebep olur.
Herşey ayettir. Kur'an'ın ifadelerini kullanırsak, İlahi vahiyler, peygamberler, gökler, yeryüzü, gece, gündüz, diller, renkler, tarihsel kalıntılar, böcekler, fosiller, gözyaşı, keder, sevinç, rüzgar, yağmur, doğum, ölüm, sevgi, nefret vs. hep birer ayettir ve hepsinin incelenmesi insanın görevidir. Demek oluyor ki vahy aracılığıyla indirilen (tenzili) ayetler olduğu gibi, yaratılış yoluyla varlıklar dünyasına çıkarılan (tekvini) ayetler de vardır. Ve bu ayetlerin tümü yaratıcı şuuru gösterme bakımından delil niteliğindedir.
Kur'an'ı Kerim, dış alemdeki ayetlere "Afaki" (objektif}, iç alemdekilere de "enfusfi" (süpjektif) ayetler diyor, insana düşen bu iki ayet grubunun hiçbirini ihmal etmeden hem kendi kuşattığı, hem de kendini kuşatan alemleri iyi okuyabilmesidir. Bunu yapabilenler alemlerin sahibi olan Allah ile buluşabilir veya başka bir deyişle ifade edersek her an Allah ile beraber olma şuuruna (ihsan) erişebilirler.
Son olarak En'am: 6/38. ayette yeralan bir ifadeye dikkat çekmek istiyoruz. Bu ayette tüm canlı türlerinin birer ümmet oluşturdukları söylenmektedir. Ümmet, Kur'an'da, tekamül kategorilerinin herbirini ifade etmektedir. Nitekim andığımız ayetin sonunda "... nihayet onlar doğrudan doğruya rableri huzurunda toplanırlar." diyerek ümmet kavramının temelinde Allah'a doğru gidiş hareketi olan tekamülün belirli boyutlarının bulunduğunu göstermektedir.
Ümmet kelimesi tekil ve çoğul halde 60'tan fazla yerde geçer. Kur'an bu kavram içine, bir fikir ve ideal etrafında toplanan insan kümelerini soktuğu gibi, aynı kategoriye giren hayvanların oluşturdukları toplumları da sokar. Sürünen veya uçan tüm hayvan toplulukları birer ümmet oluşturur. Kısacası ümmet kavramının Kur'an'da beş çerçevesi olduğunu görüyoruz.
1) Canlı toplulukları;
2) İnsan toplulukları;
3) Bir peygambere bağlı topluluk;
4) Bir peygamberin ümmeti içindeki alt grupların her biri;
5) Aksiyonlarıyla tarihe büyük değerler bırakmış yaratıcı benlikler.[1]
Dinlerini Oyun Ve Eğlence Haline Getirmiş Olanlar
"Dinlerini bir oyun ve bir eğlence edinen ve kendilerini dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak! Allah'tan başka dost ve yardımcısı olmayan bir kimsenin kazandığından ötürü helake sürüklenip atılmaması için Kur'an ile öğüt ver. O, azaptan kurtulmak için bütün varını feda etse, kendisinden alınmaz. Onlar kazandıkları şey yüzünden helake uğratılmışlardır. Onlar için, inkar ettiklerinden dolayı kaynar bir içecek ve can yakıcı bir azap vardır." (En'am: 6/70)
Bu ayet, dinin mensubu görünüp de Allah'ın dinini nefsinin arzu ve heveslerine tatmin aracı yapanlara Kur’an'ın indirdiği en ağır darbedir. Burada dini inkar edenler değil, kabul edip de onu sübjektif hesapları uğruna eğlence ve oyalanma aracı yapanlar ve bu yolda iğreti hayat tarafından aldatılanlar gündeme getirilmektedir.
Anlaşılmaktadır ki dini bu hale getirmek, bir takım entellektüel dedikodular yığınından ibaret bulunan kitaplar ve yazılarla Allah'ın kullarına yön vermeye kalkmaktan ibarettir. Cenab-ı Hak kendi dinini kendi kitabının dışında bir takım zihinsel eğlence ürünleriyle içinden çıkılmaz bir kaosa çeviren ve bu kaosun bulandırdığı suda iğreti hayatı besleyecek menfaatlerine malzeme avlayanlara karşı Kur'an bağlılarını uyarmış ve Allah adına aydınlatmanın yalnız Kur’an'la yapılması gerçeğine dikkat çekmiştir.
Verdiğimiz ayette dikkat edilirse Allah Resulü ve O'nun şahsında müslümanlar iki emirle karşı karşıyadırlar. Bunlardan biri "bırak", diğeri ise "öğüt ver" emridir.
Müslümanlar kendi dinlerini eğlence ve alay konusu yapanları bir kenara itmekle yükümlüdürler. Kendi dinine gereken hürmeti göstermeyen, dini olgunluğunu korumayan, dini konularda dine yakışan ciddiyet ve nezaket içerisinde konuşmayan, dini duyguları gerek sözle, gerekse davranışla alaya alan ve dini, dünyaya ait gayeleri için eğlence edinen kişilerle müslümanlarm arasının kesin şekilde ayrılması gerekir.
Bu tavır o insanlarla tamamen bağlarımızı kesip, onlara Allah'ın emirlerini hatırlatmamamız anlamına gelmez. İşte burada ikinci emir olan "Öğüt ver" devreye girmektedir. Bu öğüt verme "Allah'tan başka dost ve yardımcısı bulunmayan" o kişilere Kur'an'la yapılacaktır. Ama eğer bu öğütten de ders almazlarsa başlarına gelecek olan sonuç şudur;
"Boğazları ve karınları yakıp kavuran kaynar su. Ve küfretmeleri yüzünden tadacakları elim bir azap..."[2]
Şaşkın Bir Halde Çöle Düşenler
"De ki: Allah'ı bırakıp da bize fayda ve zarar veremeyen şeylere mi yalvaralım? Allah bizi hidayete erdirdikten sonra arkadaşları; bize gel, diye doğru yola çağırırken; şeytanların saptırıp şaşkın bir halde çöle düşürmek istedikleri kimse gibi ökçelerimizin üstünden gerisin geri mi dönelim? De ki: Allah'ın hidayeti, asıl hidayetin kendisidir. Ve biz emrolunduk ki; alemlerin Rabbına teslim olalım" (En'am: 6/71)
Ayet, "hidayetin ancak Allah'tan geleceği" gerçeğini bize hatırlatıyor ve Allah'tan gelen hidayetin ardından, Allah'ı bırakıp da fayda ve zararı dokunmayan sığınaklara tapmanın/ bağlanmanın şeytanın oyununa gelmek olduğu belirtiliyor. Dikkat edilirse bu ayette söz konusu edilenler inanmayanlar değil, inandıktan sonra devşirme bir dine meylederek sapanlardır. Çünkü bunların Allah'ın hidayetinden sonra gerisin geri döndükleri ifadeye konmuştur.
Yine ayet; tevhidi kabul ettikten sonra şirke dönen, kalbi tek bir ilaha kulluk ile çeşitli ilahlara kulluk arasında dönüp dolaşan kimsenin şaşkınlığını, hayretini ve çektiği psikolojik azabın manzarasını canlı bir tablo olarak -sanki insan eliyle dokunup hissedecekmiş gibi- resmediyor.
Bir insan düşünün, "şeytanların şaşırtıp çöle düşürdükleri" bir insan… Yolunu ve yönünü bulmada kararsızlık, şaşkınlık içinde çaresiz… Tevhitten sonra şirk çölünün karanlığında, ürkütücü yalnızlığın ortasında aç, susuz. . Ne olurdu bu şaşkınlığın sonunda tevhide götüren doğru bir yöneliş gelebilseydi. Ama öbür tarafta hidayeti seçmiş arkadaşları yer alıyor. Onu hidayete çağırıyorlar. "Bize gel" diyorlar. O ise şaşkınlıkla davet arasında bocalıyor. Nereye gideceğini bilmiyor. Ve hangi bölüğe koşacağını kararlaştırmıyor.
İşte Allah'ın dinini tanımış ve onun zevkine ermiş -bu bilginin ve zevkin derecesi ne olursa olsun- sonra gerisin geri dönerek sahte ilahların kulu olmuş, korku ve baskıların ezici darbesi altında kalıp yalancı ilahlara kul olmuş insanların hali!.
Ayetteki "De ki" emrinin muhatabı Hz. Peygamberdir. Bu ifade, sure içerisinde tekrar eden kuvvetli bir tesir tonuna sahiptir ve "hidayetin sadece Allah'a ait olduğu, Rasulullah'ın ise korkutuculuk ve tebliğ edicilikten öte bir görevinin bulunmadığı" anlamına gelmektedir.
Ey Resulüm söyle onlara Allah'tan başkasına tapınmak, onlardan yardım dilemek ve onlara hareket kumandasını teslim etmek gibi yaptıkları fiillerin kötülüğünü belirterek söyle… Halbuki tapındıkları şeyler ne fayda, ne de zarar verebilir kendilerine. İster taptıkları şeyler put olsun, ister taş veya ağaç olsun, ister ruh veya melek olsun, isterse şeytan veya insan olsun... Hepsi de kendilerine fayda veya zarar dokundurmamakta eşittirler. Onlar aciz varlıklardır. Ne faydaları dokunabilir kimseye, ne de zararları. Yeryüzünde meydana gelen her hareket sadece Allah'ın takdirine uygun olarak cereyan eder. Allah'ın izin vermediği hiçbir şey olmaz. Onun takdirinden ve hükmünün dışında bir şey yeryüzünde cereyan edemez.
Verdiğimiz ayette gündeme getirilen gerçek aynı sure içerisinde yani En'am: 6/91’de dolaylı bir şekilde tekrar ele alınmış ve Kur'an bağlılarına, işi kökünden halledecek şu kozmik direktif verilmiştir:
"... Allah de ve bırak onları daldıkları bataklıkta oynaya dursunlar." (En'am: 6/91)[3]
Mü'min ve Kâfirin Hali-Karanlıktan Çıkamayanlar
"Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp, ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu? İşte kâfirlere yaptıkları (işler) öyle süslü (cazip) gösterilmiştir." (En'âm, 6/122).
Bu âyetteki temsilde Yüce Allah, hidayet edip sapıklıktan kurtardığı ve ışığında yürüyeceği bir nûr verdiği mü'min kimseyi, diriye; kâfiri de karanlıklar içinde kalıp çıkamayan bir ölüye benzetmiştir. Bu âyetin, Hz. Hamza (ra) ile Ebû Cehil hakkında; yahut Ammâr (ra) ile Ebû Cehil hakkında indiği rivayet edilmiştir.[4] Demek ki âyette, dolayısıyla, inkâr, ölüme; inkarcı, ölüye; İman eden kimse, ölümden sonra Allah'ın dirilttiği kimseye benzetildiği gibi, küfür, zulmetlere, iman da nura benzetilmektedir. Karanlıklarda olan, doğruyu ve eğriyi, iyiyi ve kötüyü, hakkı ve batılı ayıramaz. Zaten şeytan ona batılı süsleyip yaldızlamaktadır. Mü'min ise, Allah'ın verdiği iman nuru sayesinde hakkı ve batılı, haklıyı ve haksızı, faydalıyı ve zararlıyı, iyiyi ve kötüyü ayırdeder. Elbette ölü ile diri bir olmadığı gibi, mü'min ile kâfir de bir olamaz.[5] Kur'ân'da mü'minlerin dirilere, kâfirlerin ölülere benzetilmesi de müteaddid âyetlerde geçer. Çünkü onların kalbleri ölmüştür.[6]
"Bunun için (Ey Resulüm) sen, bu daveti elbette ölülere duyuramazsın, arkalarını dönüp giden sağırlara işittiremezsin." (Rûm, 30/52).
"O halde (Ey Resulüm), sen mi sağırlara işittireceksin, yahut körlere ve açık bir sapıklıkta olanlara hidâyet vereceksin?" (Zuhruf, 43/40).[7]
Ayette "…ölü iken" ifadesi, cehalet ve anlayış yokluğu içindeyken, "hayat verdiğimiz" ifadesi ise, bilgi ve anlayış verip, gerçeği tanıyabilecek zihin düzeyine çıkardığımız anlamınadır. Gerçekten doğruyu eğriden ayıramayan ve Doğru Yol'u bilmeyen fiziksel açıdan canlı kabul edilebilirse de aslında o, kendisini gerçekten insan yapacak "hayat"tan yoksundur. Yaşayan bir insan değil, ancak yaşayan biyolojik bir varlıktır. Yaşayan (hayat sahibi) insan ise, ancak doğruyu eğriden, iyiyi kötüden, haklıyı haksızdan ayırabilendir.
Bu nedenle ayet, hayat hakkında gerçek anlayışa ulaşmış ve bilginin ışığıyla sayısız eğri yolların arasında Doğru Yol'u tanıyabilen bir kişi ile anlayıştan yoksun ve cehalet karanlıklarında körlüğünden dolayı düşe kaka gidenlerin bir olamayacağını söylemektedir.
Yine ayet bir sünnetullaha dikkatimizi çekerek, kendilerine sunulan ışığın yol göstericiliğine tabi olmayı reddedip, Doğru Yol'a çağrıldıkları halde eğri yollarda yürümeyi tercih edenlere yaptıklarının güzel gösterilmesinin Allah'ın bir kanunu olduğunu hatırlatıyor. Böyle kişiler zamanla karanlığı sevmeye başlar ve karanlıklar içinde körler gibi el yordamıyla yürümekten ve hayatları boyunca sürüklenip gitmekten hoşlanır hale gelirler. Aynı şekilde, her kötü şey kendilerine sevmeye ve yapmaya değer, her gülünçlük de bir hikmet parıltısı olarak görünür.
Özetle söylemeye çalışırsak bu ayette hayat, iman ve aydınlığı; ölüm ise, küfür ve karanlığı sembolize etmektedir. İman sonsuz alemler ile bağ kurmaktan, ezel ve ebed ile birleşip karşılıklı ilişki kurmaktan ibarettir ki, işte hayat budur. Küfür; ruhun yücelip, enginlere açılmaması için kurulmuş bir engeldir. Karanlıklar yığınıdır küfür. Duygu ve bedeni arzulara hakim bir damga gibidir. Çünkü o karanlıklardan ibarettir. Bataklık üstüne bataklık ve sapıklıktır. İman ise enginlere doğru açılış ve uzak ufukları görüştür. Düşünce ve istikamet vasıtasıdır. Her türlü şekliyle bir nur harmanıdır iman.. Küfür katılaşıp taşlaşmaktır.. Her şeyi ile sıkıntı yığınıdır. Fıtratın kolay ve basit yolunu yitirip şaşırmaktan ibarettir. Zorluklar kümesidir. Huzur ve sessizlikten mahrumiyet, emin bir kucaktan yoksun olmaktır. Kararsızlık ve ıztırap halidir küfür. İman ise bir ferahlık, kolaylık ve huzur, upuzun serilmiş rahmet gölgesidir.. .
İnsanlar bu dinle -İslam'la- tanışmadan önce kalbleri ölü idi ve ruhları karanlıklarla kaplıydı. Sonra kalblerine bir iman nefhası üfurüldü de canlanıverdiler. Ve bir iman meşalesi alevlendi ruhlarında. Bu meşale her tarafı aydınlatmaya başladı. İnsanlar bu aydınlıkta dalaletten dönüp hidayete geldiler.. Yol kaçkınları bu nur ile gerçeği buldular.. Korkaklar bu nur ile emniyete ulaştılar.. Köleler bu aydınlık sayesinde hürriyetlerini elde ettiler.. İnsanlığa aydınlık ufuklarının işaretleri bu nur ile görünüverdi. Ve işte böylece yer yüzünde yeni bir insanın doğuşu başlamış oldu. İlan edilen gerçek, bu doğuş idi. Hür ve aydın insanın doğuşu.. Kullara kul olmaktan kurtulup kulların yaradanına kul olan insanın doğuşu..
Unutmayalım ki:
"Allah, iman sahiplerinin Veli'sidir; onları karanlıktan aydınlığa çıkarır. Küfre sapanlara gelince, onların dostları tağuttur ki, kendilerini nurdan karanlıklara çıkarır. Bunlar cehennem halkıdır. Orada sürekli kalacaktır onlar." (Bakara: 2/257)
"Körle, gören bir olmaz. Karanlıklarla ışık da bir olmaz. Gölge ile sıcaklık da aynı değildir. Diriler de eşit olmaz, ölüler de. Allah dilediğine işittirir. Ama sen, kabirdekilere işittiremezsin." (Fatır: 35/l9-22)[8]
İman Etmenin Göğe Çıkmak Kadar Zor Geldiği Kişiler
"Allah, hidayetini dilediği kimsenin göğsünü, İslam için açar. Saptırmak dilediğinin de göğsünü öylesine daraltıp sıkar ki, iman ona göğe çıkmak kadar zor gelir. Allah, iman etmeyenlerin üzerine pisliği işte böyle atar." (En'am: 6/125)
Ayet, Allah'ın hidayet etmek istediği insanın göğsünü İslam'a açacağı, o kimsenin, İslam ile sevinç ve huzur duyacağı; sapıklığında bırakmak istediğinin gönlünü de, göğe tırmananın göğsü gibi darlık ve tıkanıklık içinde bırakacağını bildirmektedir.
Burada: "Allah kimi saptırmak isterse" cümlesi, herşeyin, Allah'ın yasaları içinde olduğunu belirtmektedir. Kişinin gönlünün İslam'a açılması, içindeki düşüncelerin, dürtülerin işleyip ağır basmasıyla olur. Sapıklıkta kalması da yine içindeki düşüncelerin, karşıtlarına ağır basmasıyla olur. Bunların hepsi Allah'ın yasaları çerçevesinde oluşur. Yasalar Allah'ındır ama insanda bir isteme ve düşüncelerini tercih etme özgürlüğü vardır. İnsan isterse Allah onun düşüncesini, gönlünü iman tarafına yöneltir.
İnsan istemez, gayret etmezse Allah onu, girdiği sapıklık içinde bırakır. Allah'tan başka kudret ve yönetim sahibi yoktur.
Allah Resulü (s.a.v.), kendisine Allah'ın, müminin göğsünü nasıl açtığı sorulunca şöyle buyurmuştur:
"Kalbine bir nur atar, kalbi İslam ile sevinir, ferahlık duyar."
"Bunun tanınacak bir belirtisi var mıdır?" dediler.
"Bunun belirtisi, ebediyyet yurduna yönelmek, aldanma yurdundan uzak durmak, ölmezden önce ölüme hazırlanmaktır." dedi.[9]
Bu ayette bir fizik yasasına da işaret vardır. Yüce Allah: "Allah kimi saptırmak isterse, onun gönlünü göğe tırmanıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar" buyuruyor. Ayet, müminle kafirin ruhsal durumunu belirtmek için verdiği örnekte göğe yükselen insanın göğsünün daralacağına, tıkanacağına, o adamın güçlük çekeceğine işaret etmiştir.
Bilindiği üzre yükseğe çıktıkça hava basıncı düşer, nefes almak güçleşir. Nefes alması güçleştikçe göğsü daralıp sıkılmaya başlayan insan, boğulacak gibi olur. Her yüz metre yükseldikçe basınç bir derece azalır. 15-16 bin metre yükselince özel cihazlar olmadığı takdirde nefes alamaz, havasızlıktan boğularak ölür. İşte hava basıncını ölçen aletlerin bulunmadığı bir zamanda inen Kur’an, göğe yükselen insanın göğsünün daralıp tıkanacağını söylemekle bu fizik kanununa da işaret etmiş olmaktadır. Hiç kuşkusuz bu ifade, bir Kur'an mucizesidir.
Ayrıca yükseldikçe göğsün daralıp tıkanacağını canlandırmak üzere ayet içerisinde geçen "bessa'adu" kelimesinin seçilmesi de olağanüstü dikkat çekicidir. Arapça orijinal okunuşu ile bu kelime söylendiğinde adeta boğaz tıkanmakta, nefes daralmaktadır. Seçilen kelime işaret ettiği anlamı yansıtmaktadır.
Ayet, Allah'ın hidayetinden yüz çeviren ve doğru yolu bulmayı arzu etmeyerek fıtratının kapısını kapatanların küfür bataklığında veya başka bir deyişle "pislik" içinde kaldıklarını söyleyerek son bulmaktadır.
Türkçe çeviride "pislik" olarak verdiğimiz kelimenin aslı "rics" dir. Kur'an'da 10 yerde geçen bu kelime, pis şey, pis koku anlamındadır. Rics adam, rics kişiler şeklinde sıfat olarak da kullanılır.
Rağıb el-Isfahani, ricsin 4 türlü olabileceğini söylüyor:
1) Yaratılıştan;
2) Akıl yönünden;
3) Din yönünden;
4) Bunların hepsi yönünden. Örneğin, ölü hayvanın eti bu cümledendir.
Rics, bir pisliktir ki, bulaşanı da rics haline getirir. İnkarın her türü, inkara vasıta ve alet olan her şey rics haline gelir. Mesela, putlar birer ricstir.[10] Putlara ve putçuluğa bulaşan müşrikler de ricsdir.[11] İmansızlık ve akılsızlık, yani akla ters düşmek verdiğimiz ayette de belirtildiği gibi Allah tarafından ricse batırılmaktır.[12] Rics, madde dünyasında tiksinti ve rahatsızlık sebebi olan şeylerdir. Rics, insanın bedenini sardığı gibi gönül dünyasına da musallat olur. Bu demektir ki, ricsin maddi olanı yanında manevi olanı da vardır. Bunların biri ötekini, sürekli azdırır, büyütür. Allah'ın ricsten özellikle uzak tuttuğu topluluk, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Ehlibeytidir.[13]
Kâfirler Cennete Giremeyecekler
"Doğrusu, âyetlerimizi yalan sayıp, onlara karşı büyüklük taslayanlara, göğün kapıları açılmaz; Deve iğne deliğinden geçinceye kadar onlar cennete giremezler. İşte suçluları böyle cezalandırırız." (A'râf, 7/40).
Bu âyette, inkarcıların, deve iğne deliğinden geçmedikçe, cennete giremeyecekleri beyân edilmiştir. Bu, bir darbı meseldir. Müfessirlerin çoğu bu mânâyı tercih ederler. "Cemel"in, halat, urgan mânâsı da vardır. Onu iğne deliğine biraz daha münasib görenler vardır. Ancak buradaki mânâ, Türkçemizde bulunan, "Balık kavağa çıkıncaya kadar" meselimiz gibi, olmayacak işler hakkındadır. Yani Allah'ın âyetlerini inkâr edenler, asla cennete giremeyeceklerdir, demektir ki, bu mânâ siyaka daha uygundur.[14] Çünkü deve büyüklükte, iğne deliği ise küçüklükte ve darlıkta bir mesel olmuştur.[15] Araplar, olmayacak şeyler hakkında, "Hatem-i Tâî'nin kabrinin bulunduğu dağ yok oluncaya kadar." ve "Karga beyazlaşıncaya kadar." gibi deyimler kullanırlar. "Deve iğne deliğinden geçinceye kadar" tabiri de bu kabil bir deyimdir.[16]
Mü'min ve iyi Kişi, Kâfir ve Kötü Kişi
"İyi toprak -Rabbinin izniyle- (bol) bitki verir; çorak toprak ise yararsız bitkiden başka birşey çıkarmaz, işte Biz, şükreden bir toplum için, âyetleri böyle döndürüp (tekrar tekrar) açıklıyoruz." (A'râf, 7/58).
Ayet, Allah'ın âyetlerini düşünen ve onlardan faydalanan kimseyi, iyi toprağa; onlara kulak asmayan ve onlardan etkilenmeyen kimseyi de kötü toprağa benzeten bir temsildir.[17] Birinin kabiliyeti iyi ürün verir, diğerinin kabiliyeti ise buna müsait değildir. "Kur'ân kalblerin âb-i hayatıdır, din ve marifet de ebedî bir hayat olan rahmet-i ilâhiyyedir. Mükellef ve muhatab olan insanlar da, yağmurun indiği yerler gibi, iki kısımdır: Topraklar gibi, İnsanların ve insan hey'et-i ictimâiyyesinin de tayyibi ve habisi, iyisi ve kötüsü vardır."[18] Kâmin (gizli) mesele bir örnek olan bu âyet, iyi toprağın mahsulünün iyi olduğu gibi, iyi mü'minin de amelinin iyi olacağını, çorak toprağın mahsulünün kıt ve kötü olduğu gibi, kafirin de amelinin kötü olacağını ifade etmektedir.[19]
Bile Bile Allah'ın Ayetlerini İnkâr Edenin Hali-Dilini Sarkıtarak Solucan Köpek Gibi Olanlar
"Onlara şu adamın haberini anlat: Ona âyetlerimizi verdik de, onlardan sıyrıldı, çıktı. Şeytan onu peşine taktı, böylece azgınlardan oldu. Dileseydik, elbette onu âyetlerle yükseltirdik. Fakat, o dünyaya saplandı ve hevesinin peşine düştü. Onun hali, üstüne varsan da, kendi haline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan bir köpeğin durumu gibidir. İşte âyetlerimizi yalan sayan kimselerin hali budur. Sen onlara bu kıssayı anlat, belki üzerinde düşünürler. Ayetlerimizi yalanlayan ve kendilerine zulmeden topluluk ne kötü bir örnektir!" (A'râf, 7/175-177).
Bu âyette müphem olarak bahsedilen şahsın kim olduğu hususunda değişik haberler vardır.[20] Bir rivayete göre İsrâiloğullan bilginlerinden Bel'am b. Bâûrâ'dır bu... Kavminin verdiği dünyalık hediyeler ve ettiği ısrarlar neticesinde -bildiği gerçeklere rağmen- Musa (as)'a beddua etmiş ve bu yüzden dili göğsüne kadar sarkmıştı.[21] Bu adamın, Ümeyye b. Ebi's-Salt olduğu da rivayet edilmiştir.[22] Ümeyye, eski şeriatlardan epey bir bilgi edinmişti; fakat bu bilgisinden faydalanamadı. Çünkü o, Hz. Peygamber (as) zamanına yetişmiş, onun mucize ve alâmetlerini görmüş; bununla beraber ona tabî olmamış, müşriklere taraftar olmuştu. Çünkü kendisi peygamber olmayı umuyormuş, bu yüzden de Hz. Peygamber(as)e hased etmiştir.[23] Fakat Kur'ân'ın bu üslûbu tâkîb etmesindeki maksad, şahısların belirlenmesi değil, onların halini anlatmak ve misallendirmektir.[24]
Şu halde dünyaya meyledip, hevasına tabî olan kimse, ilâhî hakikatleri bile bile bu yolu seçerse, onun hali, üstüne varsan da varmasan da, diğer hayvanlarda bulunmayan bir aşağılık halde, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin acaip ve aşağılık haline benzer. Mevkî ve şerefini böyle düşürmüş olur.[25] Zaten bundan sonra gelen âyette bu temsildeki kimselerin ne kötü bir örnek teşkil ettikleri ifade edilir. (A'râf, 7/177).[26]
Ayete, kendinden önceki ayetlerle olan ilişkisini göz önüne alarak yaklaşırsak şu anlamları yüklememiz mümkündür:
Bir insan düşünelim ki Allah ona ayetlerini veriyor, kendi keremiyle donatıyor, ilmiyle hilafet bahşediyor. Hidayet ve yücelmenin bütün yollarını, en mükemmel fırsatlarını ona ihsan ediyor. Fakat o, fıtratın doğru yolundan sapıyor ve Allah'ın ayetlerini bilip gördükten sonra geri dönüyor. Ne ilk ahdi tutuyor, ne de doğru yolu gösteren ayetlere bağlanıyor. Tam aksine dünya menfaatlerine, hırs ve rahatına yönelip, çeşitli günahlara kapılarak, basit arzuların hırsına yenik düşüyor. Sonunda bütün yüce olan şeyleri bir kenara iterek tüm akli ve ahlaki gelişme yetilerini boşa harcıyor. Deyim yerindeyse "yerdeki çamurları gökteki yıldızlara" tercih ediyor.
Ve şeytanın bir oyuncağı durumuna geçiyor. Bir daha hiç bir koruyucu korumuyor onu… Hiçbir muhafız beklemiyor kendisini. Şeytanı izliyor, şeytanın peşine gidiyor ve onun sözlerine uyuyor. Sonra bir de bakıyoruz ki bu insan şekil değiştirmiş, köpek suretine geçmiş. Kovduğunuz zaman soluyor, kovmadığınız zaman da soluyor. Bu adam durmadan soluyup duran köpeğe benzer. Sıcakta köpeğin dilini çıkarıp soluması, bir bunaltı halini sembolize eder. İşte Allah'ın ayetlerini inkar edenler de durmadan dilini çıkarıp soluyan köpekler gibi bunalım içindedirler. Üzerlerine yük vursan da vurmasan da bunalım içindedirler. Çünkü imansızlık onların vicdanlarım rahatsız eder.
Allah'ın böyle bir kimseyi köpeğe benzetmesinin bir başka nedeni de şudur. Soluyan bir köpeğin dışarıya sarkan dili ve akan salyası, onun doymak bilmeyen oburluğunu gösterir. Kendisine bir taş parçası atıldığında bile yer koklayarak o yöne doğru süratle koşar ve belki bir kemik olabilir umuduyla, onu dişler. Kendisi gibi daha bir çok köpeğin doymasına yetecek bir leşe rastladığı zaman da onun bencilliği, bu son derece güçlü sahip olma hırsı açıkça ortaya çıkar ve başka bir köpeği buna ortak yapmak istemez. Köpeğin diğer bir özelliği de şehvete aşırı düşkün olmasıdır. Bu yüzden iman ve bilginin kendisine telkinde bulunduğu yasakları çiğneyen dünyaperest insan, işte böyle bir köpeğe benzetilmiştir.
Tıpkı bir köpek gibi o da midesini dolduracak ve şehvetini tatmin edecek yolların peşine düşecektir.
Bu örnek, Allah'ın verdiği bilgi ve ayetlerle istifade etmesini bilmeyen ve iman yolundan yürüyüp ilerlemeyen herkese uyan bir misaldir. Allah'ın nimetlerinden sıyrılıp şeytanın peşine düşerek onun kölesi halinde olan ve neticede şekil değiştirerek hayvanlar mertebesine düşen her insanın durumunu belirtmektedir.
Ayete dikkat edilirse, Kur'an şahıs ismi belirtmiyor, karakter çiziyor. Bu adam bir tane değildir. Her devirde böyle insanlar çoktur. İnsanlık tarihi her zaman, her yerde ve her toplulukta bir çok kere bu örneği gözümüzün önüne dikmektedir.
Nice din bilgini tanıyoruz ki Allah'ın dininin gerçeklerini öğrenir de sonra ondan sapıtır. Ve Allah'ın dininde olmayan şeyleri söyler. Bu bilgileri maksatlı tahriflere vasıta olarak kullanır. Yeryüzünün fani hükümdarlarının keyfine göre fetvalar verir. Böylece Allah'ın hakimiyetine tecavüz edip O'nun yeryüzündeki mukaddesatını çiğneyenlere sadık bir kul gibi yardımcı olur. Bunlardan öylelerini gördük ki, din alimidirler, şu gerçekleri itiraf ederler:
"Teşri hakkı Allah'ın haklarından birisidir. Onu kim kendisi için iddia ederse Allah'ın uluhiyetini ortak olur. Ayrıca o kişiye bu hakkı veren veya kabul ederek peşinden gidenler de tıpkı onun gibi küfretmiş sayılırlar..."
İşte bu bilginler... Dinin zaruri olarak öğrettiği bu gerçekleri bilmelerine rağmen, kendi şahısları için hüküm koyma yetkisini taşıyan ve böylece tanrılaşma iddiasında bulunan putlara, zalim dikdatörlere yardımcı olurlar. Kendilerinin birbirleri ile küfürlerine hüküm verdikleri şahısları desteklerler.. Ve onlara müslüman adını verirler. Onların yapmak istedikleri şeyin İslam olduğunu ve başka türlü bir İslamiyet'in bulunamıyacağını söylerler. . Bunlardan öylelerini gördük ki, bir yıl boyu faizin haram olduğunu yazıp dururken, bir başka sene bütünüyle faizin helal olduğunu yazmaya başlamışlardır..
Allah korusun, zamanımızda bu tip alimler sanki kendi nefsine zulmetmek için hırsla koşuyorlar. Tıpkı cehennemin çukurlarında kendisine ayrılan yere başka birisinin de girmek üzere kendisiyle yarışarak geçmesinden korkup dişini sıkması gibi bu yolda koşuyorlar... Her sabah cehennemde kendisi için ayrılan yeri tesbit etmek üzere hızla ilerliyor ve bu dünya hayatından sıyrılıp kopuncaya kadar bitmek tükenmek nedir bilmeyen bir soluyuşla bu arzuların peşinde koşup duruyorlar.
Allah'ım sen koru bizleri, Sebat ver ayaklarımıza. Sabır boşalt üzerimize… Ve bizi müslümanlar olarak öldür…[27]
Dört Ayaklı Hayvanlar Gibi Olanlar
"Yemin olsun ki biz, insanlardan ve cinlerden bir çoğunu cehennem için yarattık. Kalpleri var bunların, onlarla anlamazlar, gözleri var bunların, onlarla görmezler; kulakları var bunların, onlarla işitmezler. Dört ayaklı hayvanlar gibidir bunlar. Belki daha da şaşkın. Gafillerin ta kendileridir bunlar." (Araf: 7/179)
Ayet, insan olmanın kozmik icaplarını yerine getirmeyenlerin hayvanlardan daha sapık olacaklarını söylüyor. "Bunların kalpleri vardır duygulanmaz, gözleri vardır görmez, kulakları vardır işitmez." Her canlının gözü görüp kulağı işittiğine göre, ayetin kastettiği, insana yakışır biçimde duyup, görüp, işitmektir. Bunu yapamayanın hayvan olma şansı yoktur. O, hayvandan daha aşağılara inecektir. Çünkü hayvan, yaratılışın kendinden beklediğini mutlaka yerine getirir. İnsan ise, yaratılışın kendinden beklediği onur burcuna yükselemezse, hayvan olma şansını da yitirir ve en sefil çukurlara yuvarlanır. Bu yuvarlanma insanı en ileri inkar hali olan putperestlikle bir "pislik" durumuna getirebilir.[28]
Kısacası insanın üç değil iki yolu vardır: Ya zirvelere, yaratılışın onur burcuna çıkar; yahut da aşağılara, çukurun dibine yuvarlanır. Enfal suresi 55. ayette bu gerçek bir kez daha ifadeye konarak şöyle denmiştir: "Allah katında yeryüzü hayvanlarının en kötüsü, Allah'a nankörlük eden imansızlardır."
Yine bu ayetle Yüce Allah, akılları varken düşünmeyen, gözleri varken görmeyen, kulakları varken bir türlü Hakkın sesini işitmeyen kimseleri cehenneme atmaktadır. Çünkü bunlar, kendilerinde bulunan yetenekleri kullanıp Hakkın yoluna gelmemişler, Hakkın sesini dinlememişlerdir. Bu halleriyle bunlar, düşüncesiz, söz anlamaz hayvanlara benzemişlerdir.
Demek ki yeteneklerini kullanıp Allah'ın ayetlerini düşünenleri Allah, içlerinde uyanan etkenlerle yola getirir. Onlar doğru yolu bulurlar. Ama yeteneklerini kullanmayan, Allah'ın ayetlerini dinlemek istenmeyen, inkarda direnip duranların içlerinde iman etkeni uyanmaz. Allah, o sapıklığı yeğleyenleri, zorla hidayete götürmez, kendi hallerine bırakır. İşte ziyana uğrayanlar da onlardır.
Fakat insanın içinde ve dışında ortaya çıkan olayların hepsi, Allah'ın kanunları çerçevesinde oluştuğundan dolayı hidayet de, dalalet de Allah'ın yaratmasıdır. Çünkü kanunsuz iş olmaz. Faktörler bulunmadan hiçbir iş meydana gelmez. Kanunlar Allah'ındır. O'ndan başka yaratıcı yoktur. Herşeyi Allah yaratır. Hidayet de, dalalet de Allah'ın yaratmasıdır. Ama bunlar insanın seçimine bırakılmıştır.
İnsan seçer, Allah yaratır. İnsan aklıyla herhangi bir yönü seçtiği için yaratan Allah olduğu halde sorumlu insandır.
Bu ayet, "Birçok cin ve insan vardır ki, biz onları sadece cehenneme göndermek ve cehenneme yakıt yapmak için yarattık" diye bir manaya gelmez. Kullanılan ifade insanlık dilinde şiddetli bir hasret ve üzüntüyü belirtir. Örneğin; çocukları genç yaşta savaşta öldürülen bir anne, "Onları ben; bu mermilere yem olsun diye büyütmüşüm" dediğinde bu anne onların gerçekten bu gaye için büyütüldüğünü söylemek istememekte, tam aksine son derece büyük olan üzüntüsüne göstermek ve savaştan sorumlu olanları yermek istemektedir.
Ayette geçen "el-Kulub" kelimesi kalbin çoğuludur. Bilindiği gibi kalb, vücuda kan pompalayan bir organımızdır. Fakat Kur'an'ı Kerim'de kalb sözcüğü ile, insanın algı ve bilinç merkezi kasdolunur.
Yine ayette yeralan "la yefqehun" kelimesinin kökü olan fıkh ise ilim diye tefsir edilir. Bu kelimenin asıl anlamı, açmak, yarmaktır. Anlamak manasında kullanılır. Hekim-i Tirmizi, fıkhı şöyle tanımlıyor: "Fıkh, bir şeyin iç yüzünü bilmek demektir. İşlerin iç yüzünü bilmeyip sadece yüzeyde kalanlara fakih denmez."
Gazali'ye göre nakle dayanarak değil, fakat asıl anlamından çevirerek garip fetvaları, ayrıntıları bilenlere fakih adını vermişlerdir. Oysa İslam'ın ilk asrında fıkıh bu anlamda kullanılmıyor, sadece ahiret yolunu, nefsin hastalıklarını, amellerin ruhsal değerini bozan işleri, dünyanın adiliğini iyi bilen; ahiret nimetlerine göz diken, kalbini Allah korkusu sarmış kimselere fakih deniyor. Kur’an:
"Her kabileden bir cemaatin dini iyice fıkhetmeleri ve dönüp kavimlerine geldikleri zaman onları, Allah'ın yasaklarından kaçınmaları için uyarmaları gerekmez miydi?" (Tevbe: 9/122) ayeti de bunu gösterir. İşte fıkıh budur.
Yoksa talakın, köle azadetmenin, lian ve selem gibi konuların ayrıntılarını bilmek fıkıh değildir. Çünkü bunları bilmek ile ne uyarma, ne korkutma hasıl olmaz. Aksine sürekli bunlarla uğraşmak, kalbi katılaştırır, kalbden haşyeti çıkarır. Nitekim kendini tamamen bu işe verenlerin böyle olduklarım görüyoruz. İşte Yüce Allah: "Kalbleri var, fakat onunla fıkhetmezler…" buyurmuş, fıkıh ile fetva konularını değil, iman manalarını anlamayı kasdetmiş, düşünüp de inanmayanları kınamıştır.[29]
Ebu Hanife de fıkhı: "Nefsin lehinde ve aleyhinde olanları bilmesidir" şeklinde tanımlamıştır. Kur'an'ı Kerim'de 27 yerde kullanılan bu kelime, bunların 19'unda ince bir anlayış, derin bir bilgi, bir şeyin iç yüzünü anlamak manasmdadır. Ancak bu dikkatli ve ince düşünce ile sözün asıl manası kavranabilir.[30]
Dünya Hayatı-Gökten İndirilen Su
"Dünya hayatı tıpkı gökten indirdiğimiz bir suya benzer: Onunla insan ve hayvanların yiyeceği bitkiler yetişip, birbirine karışmıştır. Toprağın süslenip bezendiği, sahiblerinin de on(u biçmeye, mahsullerini toplamay)a kâdîr olduklarını sandıkları sırada, gece veya gündüz emrimiz o yere gelmiş ve orayı, sanki dün hiç bir şey bitirmemiş gibi biçilmiş bir hale getirmişizdir. İşte Biz, düşünen bir millet için âyetleri böyle uzun uzun açıklıyoruz." (Yûnus, 10/24).
Bu âyetteki temsilde, dünya hayatının hali ve ondan istifade müddetinin kısalığı; onun bu kısa müddette sahibine yönelişi, süsü, yaldızı ve çekiciliğinin, sahibine, Allah'ı unutturmaya sebeb oluşu ve çok kısa zamanda elden çıkışı veya sahibinin ondan çıkışı; gökten Allah'ın indirdiği su ile, toprağın yeşerip, görkemli bir şekilde bitki ve ağaçların birbirine karışmasına, bütün süslerini takındıkları tam bu sırada onların, Allah'ın emriyle sönüp gitmesine temsil edilmiştir.[31] Onun güzelliği, ilkbahar mevsimi gibi bir mevsimliktir, hemen yok olur.[32] Ayette bir 'istiare' yapılmıştır ve bunda bir "teşbîh-i mürekkeb" vardır. Bu, âyetin bütününden çıkarılmaktadır.[33]
Ayet, bu dünyada görünürdeki başarılarına bakıp, ahireti bütünüyle unutanlara bir uyarı anlamı taşır. Bu tipler, ekinlerinin olgun ve bereketli olduğunu, onu biçebileceklerini ve hasat sonu mutlu olacaklarını zanneden toprak sahiplerine benzetilmiştir. Bu toprak sahipleri olgun ürünlerinin yakında tadına bakabileceklerinden emin biçimde, Allah'ın ürünlerini ve büyük umutlarını yok edici emrinin farkında değildirler. Tıpkı bunun gibi ahiret hayatı için hazırlık yapmayanlar, bu dünya lezzetleri uğruna haksız yere kazandıklarının karşılığını öte dünyada bir felaket olarak bulacaklardır. Tıpkı hasadından emin olunan ürünün aniden bir felakete uğrayıvermesi gibi…
Dünya hayatının "gökten inen suya" benzetilme örneği Kur’an'da daha başka ayetlerde de yer almaktadır. Örneğin; Ali İmran: 3/14-15, Yunus: 10/24-25, İbrahim: 14/18, Kehf: 18/45-46, Nur: 24/39.. Tüm bu ayetlerde, insanoğluna içinde yaşadığı hayatın geçici olduğu hatırlatılmaktadır.
Bu dünyadaki hayat ve bu hayat içindeki iniş ve çıkışlar geçicidir. Her ne kadar dünyada hoşumuza giden şeyler çok görünüyorsa da, aslında onlar hakirdir, asılsızdır ve aldatıcıdır, insanoğlu akılsızlığı yüzünden aldanmaktadır; çünkü onları elde etmeyi son saadet zannetmektedir. Oysa bu dünyada ne kadar büyük fayda ve lezzetler elde edilirse edilsin, hepsi de sınırlı ve geçici bir hayat ile çevrelenmiştir. Ayrıca bu dünyada insanoğlunun hayat akışı, aniden tersine dönebilir. Ancak bu dünyanın aksine, ahiret hayatı ebedidir. Oradaki faydalar da, zararlar da çok kapsamlı ve süresizdir, şayet Allah'ın mağfireti sizlere nasip olursa, Allah'ın rızası karşılığında size verilen nimetler de, o derece büyük ve sonsuz olacaktır. Öyle ki onların yanında bu dünyanın zenginlik ve ihtişamı bir hiçtir. Allah'ın azabına layık olanlar ise, zararlarının ne derece büyük olduğunu göreceklerdir. Çünkü bu dünyadaki hiç bir fayda, kazanç ve lezzet, ahirete sahip olanların yanında bir değer taşımaz.
Kur'an'ı Kerim'de 110 küsur yerde geçen dünya kelimesi esasında isim olarak değil, sıfat olarak kullanılmakta ve yüzde doksandan fazlasıyla hayat kelimesini nitelendirmektedir.
Dünya, "denaet" kökünden bir sıfat olup basit, adi, iğreti, ölümlü anlamlarına gelmektedir. Kur'an yüze yakın yerde iğreti, adi, basit hayat (el-Hayat ed-Dünya) deyimine yer vermekte ve insanı böyle bir hayat tenezzül etmemeye çağırmaktadır.
Ne yazık ki, Kur'an'a ters bir kanaat, dünya kelimesini isim olarak benimsemiş ve empoze etmiş, sonuçta da bu kelime yerküre anlamında halk arasında kullanılmıştır. Bunun götürdüğü sakat anlayış, Kur'an'ın dünyayı kötülediği, dünyadan tiksindiği, insanı dünyadan yüz çevirmeye çağırdığı merkezinde olmuştur.
Bu tamamen yanlıştır. Kur’an, coğrafi ve astronomik anlamda dünyayı karşılamak için "arz" kelimesini kullanır. Ve Kur'an’a göre arz ilahi ayetlerle dolu, hareket halinde bir küre olup tetkik edilmesi, ihyası, korunması, güzelleştirilmesi insandan istenen ilahi bir emanettir. Kur’an'ın çirkin gördüğü dünya ise insanı Allah'tan uzaklaştıran iğretiliklerin ve sefilliklerin genel sıfatıdır. Bu anlamda dünya insanın kötü sıfatlarının sembol adı olan nefsdir.
Nitekim Ebu Said el-Harraz (ölm. 286/899) şöyle demiştir;
"Dünya nefs ve onun arzularından ibarettir. Kul, nefsin arzularını terkedince dünyayı terk etmiş olur. Görmez misin ki kul bazen elinde hiç bir şey olmadığı halde hırsı yüzünden dünyaperest olabilmektedir."[34]
Aynı anlamda dünya için, "seni mevlandan alıkoyan şeydir" diyor Hz. Ali. Mevlana da şöyle sesleniyor:
"Çist dünya? Ez hüda gafil buden
Ney kumaş u nukre vü ferzend üzen"
(Dünya nedir? Haktan gafil olmaktır.
Kumaş, kadın, çocuk vs. değil.)
Dünya, bu olduğuna göre, arzdaki faaliyetlerden geri kalmak Kur’ani bir tutum değildir. Dünya o faaliyetler esnasında yoktur; onların semerelerini kullanırken takındığımız tavır dünyayı karşımıza diker. Böyle olunca da "arzın fesad ve felâketine de dünya sebep olmaktadır" diyebiliriz.
Çalışmak, ekmek, dikmek, imal etmek… Bütün bunlar arzla ilgili şeyler. Bunlar makbul. Arz boşuna yaratılmamıştır;
"Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunan şeyleri eğlenmek için yaratmadık. İkisini de, sadece gerçeği göstermek üzere yarattık. Ama onların çokları bilmiyorlar." (Duhan: 44/38-39)
"Şu iğreti dünya hayatı, bir eğlence ve oyundan başka şey değil. Ahiret yurduna gelince, asıl hayat işte odur. Ah, bilebilselerdi!" (Ankebut: 29/64)
Arz güzeldir. Fakat arzdaki nimetlerle çekildiğimiz imtihanı kaybetmemiz, dünyadır ki, işte o çirkindir.
"Biz yeryüzünde olan şeylerin herbirine ayrı ayrı zinet verdik ki insanların hangisinin ameli daha güzel, onları imtihan edelim." (Kehf: 18/7)
Son söz, Hz. Peygamber(sav)’den: "Dünya sevgisi bütün yanılgıların başıdır."[35]
Mü'min ve Kâfirin Hali:
"Bu iki zümrenin durumu, kör ve sağır ile işiten ve gören gibidir. Bunların hali bir olur mu, hiç ibret almaz mısınız?" (Hûd, 11/24).
Bu âyette, mü'min ve kâfir, iki zümrenin durumu, görüp işiten ile kör ve sağıra temsil edilmektedir. Bu temsilde, kâfirin, Allah'ın âyetlerini görmezlikten geldiği için âmâya, Allah'ın kelâmına kulak tıkadığı için ve mânâlarını düşünmekten kaçındığı için sağıra benzetildiğini görüyoruz. Mü'min ise işiten ve gören kimseye teşbih edilmiştir. Çünkü onun durumu kâfirinkinin aksidir. Herbirisi iki sıfat bakımından iki şeye benzetilmiş oluyor, yani kâfir, körlüğü ve sağırlığı kendisinde toplayan kimseye, mü'min de hem görebilen hem de işitebilen kimseye benzetilmiştir.[36] Kur'ân'da müteaddid âyetlerde, mü'min gören ve işiten kâfire kör ve sağır kimseye benzetilir: (Ra'd, 13/19; İsrâ, 17/72; Tâhâ, 20/124-125; Fâtır, 35/19; Mü'min, 40/58; Yûnus, 10/43; Zuhruf, 43/40 vb.). Bunlardan konu ile ilgili olan Fâtır sûresi 19-23. âyetlerin mealini burada hatırlamakta fayda vardır:
"Körle gören, karanlıkla aydınlık, gölge ile hararet bir olmaz. Dirilerle ölüler de bir olmaz. Şüphesiz ki Allah dilediğine işittirir. Sen kabirlerdeki (ölülere) elbette işittirmezsin. Sen sadece bir uyarıcısın".
"De ki: "Hiç kör ile gören bir olur mu? Yahut karanlıkla aydınlık müsâvî olur mu? (...)" (Ra'd, 13/16).[37]
Suya Ulaşamayanlar
"Gerçek dua yalnız O'na, hak davet yalnız O'nun için yapılır. O'nun dışında yalvarıp davet ettikleri ise onlara hiç bir şekilde cevap veremezler. Onlar, ağzına ulaşsın diye iki avucunu açan ama suya ulaşamayan birinden başkasına benzemezler. Küfre sapanların dua ve davetleri şaşkınlığa dalmaktan başka bir işe yaramaz." (Ra'd: 13/14)
Davet ve dua; çağrı, isimlendirme ve yakarış anlamındadır. Bu köklerden türeyen kelimelerin tümünde bu anlamlar vardır. Kurban bunlarla kulun Allah'a yakarışından söz ettiğinde biz bunu dua, yakarış, niyaz vs. diye çevirmekteyiz. Dua-davet köklü kelimeleri aynı anda hem yakarış, hem de davet diye tercüme etmek, Kur'an üslûbunun çok boyutlu yaklaşımım farketmede zorunlu bir yoldur.
Bu ilmi endişeden kaynaklanacak ki Elmalı "Hak daveti ancak O'nundur" ayetine şu anlamları yüklemiştir:
1) Hakk'a davet, insanları hak ilaha, hak dine ancak O'na olan davettir. Allah'tan başkası namına yapılan davetler, propagandalar hep batıldır.
2) Hak davet, yani hak dua, hak yakarış veya gerçek dua, yani tam yerine yapılmış olan, kabul edilip karşılık görecek olan dua ve yakarış, ancak Allah'a yapılan dua ve ibadettir.
3) Hakk yola davet, her şeyden önce ve bizzat hakkı tanıtıp ona hidayet edecek olan O'dur. Yani Allah'ın bildirmesine ve irşadına dayanmayan davet, hakka yapılmış davet olamaz.
Allah'tan başkalarına dua edip yalvaran kimselerin, bu dualarının kabul edilmesi ancak avuçlarını suya doğru açan kimseye suyun verdiği karşılık gibi olabilir. Yani ellerini suya uzatıp, suyun ellerinden ağzına kendiliğinden ulaşmasını isteyen kimsenin bu arzusu su tarafından ne kadar gerçekleştirilemez ve imkansızsa onların Allah'tan başka dua ettikleri şeylerin de bu isteklerini yerine getirebilmesi ihtimali o kadar imkansızdır. Çünkü su bir cansızdır. Kendisine avuçlarını açıp uzatanın bu davranışını farketmez ve susadığını da anlayamaz. Ağzına gelmesini isteyecek olsa, su onun isteğini kabul edip ağzına kadar ulaşamaz. İşte onların yalvarıp yakardıkları cansızların durumları da böyledir. Onların çağrılarının farkına varamazlar, isteklerini kabul edemezler, onlara herhangi bir şekilde fayda veremezler.
Mücahid, "avuçlarını suya açmış kimsenin durumu gibidir" ayeti üzerine şu tesbitleri yapmaktadır: "Avuçlarını ona açmış kimse ile anlatılmak istenen, diliyle suyu çağırıp elleriyle de ona işaret eden kimsenin durumu gibidir, ebediyyen su ona gelmez. Derin bir kuyunun başında bir adamın durduğunu ve uzaktan ellerini o kuyuya doğru uzattığını düşünelim. Bu adamın suyu içebilmesi için acaba su onun isteğini karşılamak durumunda olabilir mi? İşte bu gibi kimselerin kendi ilahlarına yalvarıp yakarmalarının durumu da aynen böyledir. Allah ile birlikte başka bir ilaha tapan müşrikler, dünyada da ahirette de ortak koştuklarından hiçbir fayda göremeyeceklerdir. İşte bu nedenle "kafirlerin yalvarışı da ancak bunun gibi boşunadır."
Genellikle taştan, ağaçtan yapılmış putların/heykellerin hiçbirinin duaya cevap veremeyecekleri açık bir gerçektir. Bu yüzdendir ki ayette kullanılan "velleziyne" edatı daha çok akıllı varlıklar için söz konusudur. Bu ayetteki manayı sadece putlara ait kılmak ve tefsir etmek eksik kalmaktadır. Şu halde burada yalnızca şuursuz putların değil, Allah'ın dışında ilahlaştırılan bir takım liderler veya şahısların da o cansız putlar gibi, hiçbir duaya karşılık veremeyecekleri, Allah'ın iradesi olmadan hiçbir isteği yerine getiremeyecekleri söz konusu ediliyor demektir. [38]
Hak ve Batıl-Köpük Yok Olur Gider
"Gökten (Allah), bir su indirdi de, dereler kendi ölçüsünde çağlayıp aktı. Sel, üste çıkan köpüğü yüklen(ip götür)dü. Süs yahut eşya yapmak için ateşte yakıp (erit)tikleri madenlerde de bunun gibi bir köpük (posa) vardır. Allah hak ile bâtılı, böyle bir benzetme ile anlatır. Köpük yok olup gider. İnsanlara yararlı olan ise, yerde kalır. İşte Allah (kapalı şeyleri anlatmak için) böyle nice misaller verir." (Ra'd, 13/17).
Bu âyette de, Allah Teâlâ, hak ve batıl için bir temsil îrad etmiştir. Bu temsilde iki mesel vardır. Birincisinde hak, yani Kur'ân ve vahiy benzeyen, yağmur da benzetilendir. Yine bâtıl yağmurun getirdiği sel üzerindeki köpüğe benzetilmiştir. Köpük kaybolur, faydalı yağmurlar ise toprak tarafından emilir. Bu sel esnasında bâtılı temsil eden köpük üste çıkıp, bazan hakkın üstünde imiş gibi görünebilir. Bu geçici görünüşe aldanmamalıdır. ikincisinde ise hak yine benzeyen, eritilen madenin cevheri de benzetilendir. Bu mâdenden de bir posa hasıl olur ki, o da batıla misaldir. Bu posa da geçicidir. Âlet, edevat veya zînet eşyası yapılan madenin asıl cevheri ise kalıcıdır. Hak da öyle kalıcı ve devamlıdır. Kalbler ise, istiabına göre alır ki, onlar da vadilere benzetilmiştir.Bunda vech-i şebeh, bâtılın geçiciliği, zevalinin yakın ve faydasının az oluşu ile, hakkın kalıcılığı ve faydasının çokluğudur.[39] Başlangıçta hak ile batıl birbirine karışık olur[40], daha sonra imtihanla bunlar birbirinden ayrılır.[41]
Ayet, Hakkın yararlı ve kalıcı; batılın ise bir süre üste çıksa da yararsız ve gidici olduğunu belirtiyor ve şu örneği veriyor:
Allah'ın yağdırdığı yağmurdan seller oluşur. Her derenin büyüklüğüne göre çağlayıp akan seller üzerinde köpük, çer çöp belirir. Süs eşyası, kap kaçak yapmak için altında ateş yakılarak eritilen madenlerin üzerinde de posa görülür. Gerek sel, gerek maden üzerindeki köpük atılır, yok olur, selin hareketi zayıflayınca köpük dağılır, çer çöp derenin kenarlarına yapışır, geriye yararlı olan su kalır. Madenin tortusu atılır, yararlı olan cevher kalır. Yararlı olan köpük ve tortu değil, kalıcı olan su ve madendır. İşte, hak karşısında batılın durumu da böyledir. Batıl bir süre hakkın üstüne çıkmış olsa da sonunda söner, gerçek ortaya çıkar. Gerçek kalıcı, batıl ise köpük ve tortu gibi yok olucudur.
Ayetin işaret ettiği bir başka güzellik de şudur:
Yüce alemden ilahi rahmet ve feyiz iner de kalp ve vicdanlar, kendi anlayışlarına, iman ve irfanlarına göre onlardan nasiplerini alırlar ve öylece dolup taşarlar. Üste çıkan şüphe ve tereddüt köpükleri çok geçmeden sönüp gider.
Hak, şatafatlı değildir; ama o hep güçlüdür, kudretlidir ve mütevazidir. Kendi doğrultusunda hedefine ilerlerken feyiz ve rahmet, adalet ve hakseverlik, Yüce Yaratan'a kulluk ve teslimiyet bırakır. Tıpkı dereleri dolduran yağmur gibi.. Arazi üzerinden akıp giderken bir yandan ona hayat verir, ekin için yararlı mil bırakır. Oysa o mil suyun içinde seyrederken pek görünmez. Ayrıca yağan yağmurla birlikte toprak için çok faydalı maddeler de iner. Batıl ise, şatafatı sever, içi boştur, tıpkı köpük gibi, suyun üstünde yüzer, dikkatleri çeker. Fakat az sonra sönüp gider, geriye yararlı bir şey bırakmaz.
Kur"an Levh-i Mahfuz'dan indikten sonra, gönülleri vadiler misali, anlayış, iman ve irfanları nisbetinde doldurmaktadır; dolup taşmca da oradaki şüphe, cehalet, inat ve benzeri köpükleri üste çıkarır ve çok geçmeden o köpükler sönüp kaybolur. Gönül vadisi küfür ve azgınlıkla veya nifak ve şirkle tıkanmışsa, Kur'an'ın feyz ve bereketine pek yer kalmamış sayılır. Önce o tıkanmaya sebep olan nesneleri Tevhid'le temizlemek gerekir.
Süs eşyası ve yararlı şeylerin imal edildiği kıymetli madenler de böyledir. Ateşte, türüne göre belli bir ısı derecesinde tutulunca erirler, karışık olan posa ve cüruf ayrılır, asıl cevher meydana çıkar. Hak ile batıl kazara birbirine karışır da neyin nesi olduğu pek anlaşılmazsa, Kur'an'ın potasına konulup eritilince, hak bütün sadeliğiyle ortaya çıkar, batıl ise posa ve cüruf misali bir tarafa atılır.
"Nesefi" de verdiğimiz bu ayete şu anlamı yüklemektedir: Su Kur'an'dır. Suyun bedene faydası ne ise Kur’an da ruha hayat vermek için nazil olmuştur. Dereler de kalplere örnektir. Miktarlarınca dolup taşmalarından kasıt ise, kalbin genişliği ve darlığıdır. Köpük nefisten geçen kötü arzularla şeytan vesveseleridir. Faydalanılan arı su ise hakkın misalidir. Köpük batıl olarak gittiği, arı su da kaldığı gibi, nefsin kötü arzuları da geçip gider ve hak, olduğu gibi, geriye kalır. Altın ve gümüşten olan süs eşyası ise güzel davranışlara ve temiz ahlâka örnektir. Demir, bakır ve kurşun gibi madenlerden edilen eşyalar ise, kurtuluş için hazırlanan, ihlas ile beslenen amellere misaldir. Çünkü ameller sevabı çekici, cezayı da kovucudur. Bu cevherlerin bir kısmı kazanç sağlamak için bir faydaya araç oldukları gibi, bir kısmı da savunma aracı olabilirler. Köpük ise riyakarlık, tutarsızlık, iyi amellerden usanmak ve tembellik göstermektir.
Özetle ayet, hak ile batılın daha iyi anlaşılıp ayrılması için önce akıl yoluyla duyguya, duygu yoluyla da akla ve her iki yoldan ilme geçişler sağlıyor ve yukarıda da değindiğimiz örnekleri veriyor. [42]
Cennetin Hali:
"(Allah'ın emirlerine karşı gelmekten) korunanlara va'dedilen cennetin durumu şöyledir: (Ağaçları altından ırmaklar akar; yemişleri ve gölgesi devamlıdır, işte bu, Allah'dan korkup sakınanların akıbeti...! Kâfirlerin akıbeti ise ateştir." (Ra'd, 13/35).
Müttakîlere va'dedilen cennetin garib sıfatı, bu âyette şöyle hikaye edilmektedir: İnsanlara dünyadaki bildiklerinden hatırlatmalar yapılır ve âyette açıkça görüldüğü şekilde tasvir edilir.[43]
Kâfirlerin Amelleri-Şiddetli Bir Rüzgarın Savurduğu Kül
"Rablerini inkâr edenlerin amelleri, fırtınalı bir günde, rüzgarın şiddetle savurduğu küle benzer, kazandıklarından ellerine hiçbirşey geçmez. İşte bu, hakdan uzak olan bir sapıklıktır." (İbrahim, 14/18).
Buradaki kâfirlerin amellerinden maksad, sıla-i rahim, misafir ağırlama, düşkünlere yardım, köle azadı gibi iyi işlerdir.[44] Bunlar dahi, imana dayanmadığı için, müşebbehün bihi olan, fırtınalı bir gündeki şiddetli rüzgarın savurduğu küller gibi heba olacak, onların ellerine birşey geçmeyecektir.[45] Bu, ne beliğ bir beyân!...[46]
Ayet, Allah'a karşı nankörlük edenlerin yaptıkları işlerin, iyiliklerin boşa çıkacağını, rüzgarın savurduğu kül gibi havaya savrulup gideceğini belirtmektedir. İyi işlerin Allah tarafından kabul edilmesi için Allah'ın bir bilerek yapılması gerekir. Allah'ı inkar etmek, yahut O'nun yanında başka ilahlara tapmak nankörlüktür. Nankörlerin yaptıkları iyilikler, Allah katında makbul değildir. Rüzgar nasıl külü savurursa, nankörlük de iyi amelleri öyle savurur, yok eder.
Burada akla şöyle bir soru gelmektedir. "Acaba kafirlerin bütün iyi işleri boşa mı çıkar?" Bazı müfessirlere göre puta tapmaları yüzünden kafirlerin yaptıkları bütün iyilikler boşa çıkar. Şirkleri yüzünden müşriklerin, fakirlere yaptıkları yardımlar, verdikleri sadakalar, ana-babalarına itaatleri hep boşa çıkar. Bazı müfessirlere göre de boşa çıkan, onların iyi işleri değil, putlara tapmaları ve yalvarmalarıdır. O tapmaları, yalvarmaları boşunadır. Ne kadar yalvarıp yakarsalar, onlardan bir yarar göremezler. Boş yere kendilerini yormuş olurlar.[47]
İlahi davete karşı sadakatsiz, inançsız ve isyankar olanlar ve peygamberlerin davet ettikleri yola uymayı kabul etmeyenler, sonunda hayatları boyunca kazandıklarının ve yaptıkları işlerin bir yığın kül kadar değersiz olduklarını göreceklerdir. Uzun yıllar boyunca biriken büyük bir kül tepeciği nasıl fırtınalı bir günde rüzgar tarafından darmadağın ediliyorsa, aynı şekilde onların bütün büyük işlerinin o fırtınalı kıyamet gününde bir yığın külden başka bir şey olmadığı görülecektir. Onların göz kamaştırıcı kültürleri, büyük medeniyetleri, muhteşem krallık ve devletleri, büyük üniversiteleri, bilimleri, edebiyatları ve ikiyüzlüce yapılan ibadetleri, fazilet dedikleri davranışları, dünya hayatında övündükleri yararlı ve ıslah edici hareketleri, o gün bir yığın kül kadar değersiz olacak ve kıyamet gününün "fırtınası" tarafından etrafa saçılacaktır. O denli ki, o gün ilahi teraziye koymaya değecek en ufak bir yararlı iş bile bulamayacaklar.
Verdiğimiz ayette önemli bir konuya parmak basılmakta ve İslamiyeti, aynı zamanda ilahi sünneti bilmeyen bazı kişilerin, Allah'ı inkar eden kaşifler ve mucitlere bol keseden cenneti ve ebedi saadeti layık görmeleri üzerinde durulmakta ve böylece müminlere en sağlam bilgi verilmektedir. Şöyle ki: "Allah'ı tanımayanların, kıyameti inkar edip cennet, cehennem, hesap ve azaba inanmayanların, dünyada işledikleri hayırlar, iyilikler, yaptıkları yararlı işler, keşifler ve ilmi buluşlar kıyamet gününde onlar için bir değer taşıyacak mı?" Veya başka bir ifade ile söylersek, "Allah'ı tanımayanlardan öylesi var ki, keşif ve icatlar yapmıştır. Bütün bu yararlı hizmetlerin ahirette karşılıksız; kalması doğru olur mu?"
İlk bakışta mantıki gibi görünen bu sorular üzerinde biraz düşünüldüğünde hakikati ortaya koymada şu tesbitleri yapmamız mümkündür.
a) Önce bu adamlar, yaptıkları hizmeti Allah için değil, insanların takdir ve şükranlarını bekleyerek yapmışlar veya böyle bir hizmette bulunmaktan deruni bir zevk duymuşlardır. Böylece onlar, Allah diye bir varlık ve kudret tanımadıkları için de, yaptıkları hizmet karşılığında uhrevi bir mükafat düşünmemişlerdir.
b) O halde onlar Allah'tan değil, insanlardan ödül, ilgi ve takdir beklemişler ve beklediklerini fazlasıyla görmüşlerdir.
c) Allah'ı tanımadıkları, O'ndan bir mükafat ve takdir beklemedikleri halde biz kimin adına kime ahiret mükafatını vermek cömertliğinde bulunabiliyoruz?
d) Ortada bir buluş ve icat sahibi var ki, ilahi kudreti hiç tanımıyor ve ondan hiçbir şey beklemiyor. Üstelik O'nun isminden ve varlığından nefret ediyor. Böylesinin hizmetini, O kudrete yakıştırma, O'nun rahmet ve yardımına, mükafat ve ihsanına layık görme hakkını nereden alıyoruz? Yaptığı işi kimler için, niçin, ne amaçla ve ne niyetle yapmışsa, ona göre karşılığını almıştır. Bizim işgüzarlığımız hem o ilim adamına hakaret, hem de inanmadığı Allah'a karşı bir küstahlık değil de nedir?
Eğer verdiği hizmetlerle Allah'a inanmış, Onun hoşnutluğunu dilemişse, zaten Allah onu bizden daha iyi bilir ve ona göre mükafatlandırır. Bizim ortada bir kıstas ve belge yokken araya girmemizin sebebi ve anlamı yoktur.
Sonuç olarak, Allah'a ve Ahiret gününe inanmayan bir kimsenin, insanlıktan veya nefsinden yana yaptığı bir icadı kendi mantıksal ölçülerimize göre uhrevi mükafatla değerlendirmemiz haddi aşmak ve ilahi sınıra tecavüz etmek sayılır. Bu da büyük bir şaşkınlık ve sapıklık olarak nitelendirilir. Nitekim ayetin son kısmında açık bir anlatımla buna temas edilerek gereken uyarı yapılmıştır.[48]
İyi Söz ve İyi Amel, Güzel Söz; Kökü Yerde, Dalları Gökte Olan Güzel Bir Ağaca Benzer
"Görmedin mi Allah, nasıl bir örnekleme yaptı: Güzel söz; kökü yerde, dalları gökte olan güzel bir ağaca benzer. O ağaç, Rabbinin izniyle yemişlerini her zaman verir. Allah insanlara böyle örnekler verir ki, düşünüp ibret alabilsinler." (İbrahim: 14/24-25)
Bu meselde, güzel söz (kelime)den muradın, "kelime-i şahadet" -kî bunu Beyhakî rivayet etmiştir- olduğu; tbn Abbas (ra)dan ve el-Asam'dan, bunun "Kur'ân" olduğu; İbn Bahirden de "islâm daveti" olduğu rivayet edilmiştir. Bunun, mü'minin kendisi olduğu da söylenmiştir, yani müşebbeh bunlardır. Müşebbehün bih (benzetilen) ise, çoğu alimlere göre, şecere-i tayyibedir, o da hurma ağacıdır. Bu, İbn Abbas, İbn Mes'ud (ra), Mücahid, tkrime ve Dahhâk'dan rivayet edilmiştir. Enes b. Mâlik (ra)dan da, Tirmizî, Nesâî ve İbn Hibbân'ın bu mânâda rivayetleri vardır. Bu ağacın, üzüm, incir ağacı gibi diğer iyi ağaçlar mânâsına olduğu rivayetleri vardır. Yine bunun cennette bîr ağaç olduğu da söylenmiştir. Şehadet kelimesinin mânâsı bakımından, vasfedilen ağaca benzetilişinin izahı şöyledir: Bu sözün aslı ve menşe'i mü'minlerin kalbindeki imandır. Bu iman kalblere kök salmıştır ve ondan sâlih ameller, temiz işler çıkar, dallanır, budaklanır, semâya yükselir. Böylesi amellere de, elbetteki, Allah'ın sevabı ve rızası terettüb eder. İşte bu, bu ağacın her zaman verdiği meyvesidir.[49] Şu halde bundaki benzetme yönü, köklü, sağlam ve dalları göğe yükselen, meyvelerini kesintisiz veren muhteşem bir ağacın toplamından çıkan hey'et ve manzarasıdır.[50]
Ayette geçen "kelime-i tayyibe" ifadesi sözlükte "temiz bir söz" anlamına gelmesine rağmen, burada "doğru bir söz ve sağlam bir inanç" anlamındadır. Kur'an'a göre bu "söz ve inanç", tevhidi kabul etmek, peygamberlere, vahye ve ahirete inanmaktır. Çünkü tevhid, bunları belli başlı doğrular olarak ilan eder.
Burada "güzel bir söz"ün ne kadar güçlü ve yaygın olduğu gösterilmektedir. Evrendeki tüm sistem, müminin şehadet ettiği bu "güzel söz" deki gerçekliğe dayandığından, yer ve bütün sistemi onunla işbirliği içindedir ve bütün sistemi ile birlikte gökyüzü onun hizmetindedir. Bu nedenle müminle tabiat kanunu arasında bir çatışma yoktur, her şey tabiatı gereği ona yardım elini uzatır.
"Güzel bir söz" o denli verimlidir ki, hayat sistemini ona dayandıran herkes veya her toplum, her an ondan meyvasını alır. Çünkü "güzel söz"; düşüncede berraklık, sinirlerde denge, karakterde güç, ahlakta temizlik, ilişkilerde sebat, konuşmada doğruluk, sohbette dolaysız ve doğrudan konuşma, sosyal davranışlarda ölçülü bir tutum, kültürde soyluluk, ekonomide adalet ve eşitlik, politikada onurluluk, savaşta soyluluk, barışta samimiyet ve verilen sözlerde, yapılan anlaşmalarda güven yaratır. Kısacası o, yerinde kullanıldığında herşeyi altına çeviren bir iksirdir.
Şüphesiz ki, sözlerin en güzeli, Allah'ın varlığını ve birliğini anlatan ve her peygamberin tebliğ ve irşatta temel hareket noktası sayılan "lailahe illallah" tır. Bu kutsal kelimeyi, manasını, amacını idrak içinde gönül toprağına ebediyyet tohumu olarak atmak, ilim ve irfan suyuyla sulamak, kökü derinlerde, dalları göğe yükselmiş, her an meyva veren bir ağaç gibi feyizli kılmak, Allah'a dosdoğru iman eden kimsenin tek amacı olmalıdır. Çünkü kalpte yeşeren "Kelime-i Tevhid" ağacı, imanı oluşturur, ibadetler, hayırlar, iyilikler, faziletler ve güzel ahlak bu ağacın aralıksız verdiği meyvalardır.
Ayrıca "güzel söz" çok yönlü bir kavramdır. Doğruluğu, zerafeti, güler yüzlülüğü, yakınlığı, kardeşliği, emniyeti ve huzuru telkin eder. O bakımdan temelinde "la ilahe illallah" bulunan güzel sözün bir çok yararları söz konusudur. Onları şöyle özetlememiz mümkündür:
a) Ruhlara serinlik, gönüllere yatışkanlık verir. İç sıkıntılarını giderir.
b) Kötü duygu ve düşünceleri yönlendirir, iyiye, güzele ve doğruya çevirir.
c) Kardeşlik, dostluk ve yakınlık bağlarını kuvvetlendirir. Toplumu birbirine daha iyi kaynaştırıp bütünleştirir,
d) Aileye mutluluk, çevreye güven ve huzur havası estirir. O bakımdan sıcak bir ilgi ve güvenli bir yaklaşıma neden olur.
e) Devlet bünyesinde kişilere şeref, itibar, sevgi ve saygı kazandırır. Vatandaşla devlet kadrosu arasında güven havası estirir.
Görüldüğü gibi, Kur'an'ın eşsiz benzetmesiyle "iman", kökü çok derinlerde, dalları ise göğe yükselmiş, her an meyva veren bir ağaca benzetilmiştir. Bu bize tek kelimeyle "iman ve amelin birbiriyle ilgisini, aralarındaki bağın kopmazlığmı" haber veriyor.
Çünkü gerçekten sağlam bir iman her yönüyle feyiz ve bereket kaynağıdır. Rahmet saçan ürünleri birbirini izler. O bakımdan imanı amelden ayırdığımız takdirde, kısmen olsun özelliğini kaybettirme tehlikesine kapı açmış oluruz. Bu bir bakıma meyvasız ağaca benzer. Yararı çok az, feyiz ve bereketi noksandır.
Kur'an'ı Kerim güzel bir sözü, güzel bir ağaca benzetirken o ağacı dört sıfatla anarak bize geniş, fakat üzerinde düşünmemizi ilham eden manalar vermiştir:
1) O ağaç güzeldir. Bu, onun ya şeklinin, ya görünümünün, ya da kokusunun veya meyvasının güzel olduğunu anlatır.
2) Kökü derinlerde sabittir. Bu, onun dış tesirden dolayı devrilmeyeceğini, yerinden kopmayacağını ifade eder. Dış tesirle kopup devrilmeye yüz tutacak kadar güçsüz ve köksüz olsaydı, sözü edilen güzellik özelliğini kaybederdi.
3) Dalları göktedir. Dallarının genişleyip yükselmesi, kökünün ve gövdesinin gücünü simgeler. Aynı zamanda yeryüzünün bazı olumsuz tesirlerinden selamette kaldığını belirtir. O nisbette de meyvaları tertemiz ve nefis olur.
4) Her an meyvasını verir. Bu kadar sağlam, yüksek ve verimli bir ağacın elbetteki her zaman meyva vermesi beklenir. Allah'ın rızası, aklını kullanan her insanın böylesine feyizli bir ağaca sahip olmasını ister. Peygamber ve Kitap böyle bir ağacın yetiştirilme yol ve yöntemini öğretir.
İşte kalplerin derinliğine kök salan, hücrelere kadar inen sağlam bir iman da böyledir.[51]
Kötü Söz ve Kötü Amel-Çirkin Söz; Yerden Koparılmış, Kökü Olmayan Kötü Bir Ağaca Benzer
"Çirkin bir söz; yerden koparılmış, kökü olmayan kötü bir ağaca benzer." (İbrahim: 14/26)
Temsilin ikincisi, küfür, şirk ve ona davet ile yalan ve Allah'ın razı olmayacağı her çirkin sözü, kökü yerden kopmuş, tutunacak yeri olmayan kötü bir ağaca benzetmiştir.[52] Bu çeşit ağaçların Ebû Cehil karpuzu, diken, bir çeşit kötü sarmaşık ve yosun gibi, kokusuz, tadsız, meyvesiz ve gölgesiz olan, verdiği zaman da kötü ve zararlı meyve veren ağaçlar olduğu rivayet edilmiştir.[53] Bundaki benzetme yönü ise, köksüzlüğü, sebatsızlığı, faydasızlığı hatta bazan zararlı meyvesidir. Görüldüğü gibi bu mesel de kâmin (gizli) mesele bir örnektir.
27. âyette geçen, Allah îman edenleri dünyâda da âhirette de değişmez sözlerinde sebat ettirir, demek, dünyada kelime-i tevhîd dillerinde sağlamlaşır ve kalblerine yerleşir de, dinleri hususunda işkenceye tâbi tutuldukları zaman da onda sebat ederler, demektir. Âhirette sebatları ise kabirde olur. Kabirde kabir suâline gelen Münker ve Nekir meleklerine "Rabbim Allah, dînim İslâm, peygamberim Muhammed (sav)" cevabını verdikten sonra, Rasûlullah (sav), gökten birisinin "Kulum doğru söyledi" diye nida edeceğini ve bunun Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah mü'minleri sabit sözlerinde sebat ettirir" sözü olduğunu buyurdu. Zâlimleri ise Allah şaşırtacaktır.[54]
"Kotü bir söz", "Güzel bir söz"ün tam tersidir. Gerçek dışı ve yanhş olan herşey için kullanılabilir. Fakat verdiğimiz bu ayette ateizm, sapıklık, inançsızlık, şirk, putatapıcılık veya peygamber tarafından getirilmemiş hangi "izm" olursa olsun kişinin hayat sistemini dayandırdığı yanlış inanç ve akide anlamında kullanılmaktadır.
"Kötü bir söz" (yanlış bir inanç) dayanıklı ve sürekli değildir, çünkü tabiat kurallarına terstir. Bu nedenle evrendeki herşey ona karşı çıkar ve onu reddeder. Sanki toprak onun tohumlarını dışarı atmaya hazırdır ve eğer atılan tohumlardan bazıları büyümeyi ve kötü bir ağaç olmayı başarırsa, o zaman gökyüzü onun dallarına baskı uygular. Gerçekte eğer insana denenmesi için özgürlük ve süre tanınmamış olsa, kötülüğün gelişmesine hiç bir zaman izin verilmezdi. Bu özgürlük nedeniyle bazı insanların hayatlarını "kötü söz"e dayandırmalarına izin verilmiştir. Onun belli bir dereceye kadar büyümesine müsaade edilir, fakat o kötü sonuçlar doğurmaktan başka bir şey üretmez. Kısa bir süre sonra da onun kökü topraktan sökülüp atılır.
"Güzel bir söz" ile "kötü bir söz" arasındaki ayırım o denli açıktır ki, dünyanın kültürel, ahlaki, dini ve entellektüel tarihini eleştirel bir yaklaşımla inceleyen herkes bunu kolayca algılayabilir. Çünkü "güzel söz", tüm insanlık tarihi boyunca bir tek ve aynı kalmıştır ve hiçbir zaman tarihten silinmemiştir. Bunun aksine, tarihte sayılamayacak denli çok "kötü söz" ortaya çıkmış, fakat bunlardan tarih kitaplarındaki isimler dışında hiçbir iz kalmamıştır. Hatta bunlardan bazıları o denli saçmadır ki, eğer bugün insanlar bunları duysalar insanların bu kadar akıldışı şeylere nasıl inandıklarına şaşırırlar.
İki tür "söz" arasında dikkate değer bir ayrım daha vardır. Ne zaman bir kimse veya toplum "güzel sözü" hayât sistemi olarak kabul ederse, nimet ve lütuflar sadece o kişi ve toplumla sınırlı kalmaz her tarafa yayılır. Bunun aksine ne zaman bir kimse veya toplum, hayatını "kötü söz" üzerine kurarsa, her tarafa kaos ve karışıklık yayılır.
Kötü söz, daha çok Allah'ı tanımamak, O'nun varlığı, kudreti ve planı hakkında bilgisiz ve ilgisiz kalıp inkara yol açacak söz ve davranışlarda bulunmaktır. O halde Hakk'ı inkar, hakikati örtüp gizlemek ve Allah hakkında bilgisiz ve ilgisiz kalmak, üç kötü sıfatı kendinde taşıyan kötü bir ağaca benzetilebilir. Nitekim ayette bu benzetme çok özlü ve anlamlı şekilde ifade edilmiştir. Şöyle ki:
1) Ağaç yararsız ve kötüdür. .
2) Çünkü kökü kopuktur.
3) Gövdesi kararsız olup, dış tesirle şuraya buraya sürüklenmektedir.
Küfür de böyledir: Onda feyiz ve rahmet, bereket ve güven yoktur. Ne göğe doğru yükselen dalları, ne yerin derinliğine inen kökleri, ne sapasağlam ayakta duran gövdesi, ne de yarar sağlayan bir meyvası vardır. O bakımdan küfür, tuğyan ve hakkı red her zaman köksüzdür, kararsızdır, şüphecidir, umutsuzdur, şaşkın ve tedirgindir. Verimli hiç bir ürün söz konusu değildir.
Kur'an bu benzetmede bulunurken kötü sözün zararları konusunda bize çok zengin malzeme ve bilgi vermektedir. Kötü sözün günlük hayatımızdaki zararlarını şöyle tesbit etmemiz mümkündür:
a) Ruhlara tiksinti ve sıkıntı verir, sinir sistemini bozar.
b) Kalplerin kırılmasına yol açar, kin ve nefret duygularını kabartır.
c) Kardeşlik bağlarım koparır. Toplum yapısında güven ve huzuru sarsar, bütünleşmeyi önler.
d) Aileyi huzursuz eder, sevgi ve saygı havasını bozar.
O bakımdan rahatlıkla diyebiliriz ki, güzel ve yapıcı söz, temelinde Allah'a iman cevheri bulunduğu ölçüde faydah ve feyizlidir, kötü söz de temelinde küfür ve azgınlık bulunduğu nisbette zararlı ve yıkıcıdır.[55]
Allah ve Sahte Tanrılar, Mü'min ve Müşrik:
"(Müşrikler) Allah'ı bırakıp da kendileri için ne göklerden, ne yerden hiç bir rızka, hiç bir şeye mâlik olmayan ve buna güçleri dahi yetmeyen şeylere (putlara) taparlar. Artık Allah'a benzerler koşup durmayın. Allah bilir, siz bilmezsiniz. Allah şöyle bir temsil getirdi: Hiç bir şeye gücü yetmeyen ve başkasının malı olan bir köle, bir de tarafımızdan güzel bir rızık verdiğimiz, ondan gizli aşikâr harcayan kimse hiç bir olur mu? Allah'a hamd olsun. Hayır, onların çoğu bilmezler. Ve Allah şu iki adamı da misal getirdi: Bunlardan biri dilsizdir, hiç bir şeye gücü yetmez, efendisinin üzerine bir yüktür. (Efendisi) onu nereye gönderse bîr hayır getiremez (bir iş beceremez). Şimdi bu (adam), doğru yolda olan, adaleti emreden kimse ile bir olabilir mi?" (Nahl, 16/73-76).
Bu âyetlerdeki temsilde Allah Teâlâ, Kendisine ortak koşulan putları, kendi başlarına tasarrufdan âciz, bir efendinin malı olan köleye, Kendi mukaddes zâtını da o kulu malıyla besleyen, ona mâlik olan, onda ancak kendisi tasarruf eden, kendi malıyla infâk eyleyen hür bir efendiye benzetmiştir. Kul ile efendi bir cinsten, ikisi de yaratılmış olduğu halde, birbirine eşit ve denk olamazlarsa, yaratılanların en âcizi cansız putlarla, Ganî, Yaratıcı ve mutlak kudret sahibi olan Allah nasıl bir olabilir.[56]
İkinci temsilde de Allah Teâlâ, Kendi Zâtı ile, bâtıl ilâhları; açık, fasih konuşan, kendisine ve başkasına faydalı ve becerikli kimse ile, dilsiz, beceriksiz ve efendisine yük olan birisine benzetmiştir.[57] Benzetme yönü, konuşmaya ve doğru yol için rehberliğe kadir kimse ile, âciz, bilgisiz, başkasının şöyle dursun, kendi işini bile yapamayan beceriksiz kimse arasındaki eşitsizlikten meydana çıkan hey'et ve durumdur.[58]
Eğirdiği İpliği Tekrar Bozan Kadın Gibi Olanlar
"Yeminleri bozmada, ipliğini kuvvetle eğirdikten sonra bozup parçalayan kadın gibi olmayın. Bir topluluk ötekinden daha zengin ve kalabalık çıktığı için yeminlerinizi aranızda bir hile aracı yapıyorsunuz. Allah sizi bununla imtihan ediyor, ihtilafa düştüğünüz şeyleri kıyamet günü size açık bir biçimde elbette gösterecektir." (Nahl: 16/92)
Bu ayeti, kendinden önceki Nahl: 16/91 ayeti ile birlikte değerlendirdiğimizde Allah, önem sırasına göre dizilmiş üç tür anlaşmadan (ahid) bahsetmektedir. Bunlardan birincisi, hepsinden önemli olan Allah ile insan arasındaki ahid, yani bağdır. Önem sırasında ikinci olan, bir insanla bir insan arasında veya bir grup insan arasında Allah şahit tutularak veya Allah'ın adı anılarak yapılan ahitleşme veya anlaşmadır, öçüncü tür ahid ise, Allah'ın adı anılmadan yapılan ahiddir. Her ne kadar bu önem sırasına göre üçüncü ise de, bu ahidin yerine getirilmesi de ilk ikisi kadar önemlidir ve bozulması yasaklanmıştır.
Bu bağlamda, Allah'ın, anlaşmaları bozanları çok şiddetli bir şekilde azarladığına dikkat edilmelidir ki, bu yeryüzündeki karışıklık ve düzensizliklerin en büyük sebebidir. Ne yazık ki "büyük" insanlar bile, ekonomik, politik ve dini anlaşmazlıklarda kendi toplulukları lehinde avantaj elde etmek için yapılan anlaşmaları bozmayı büyük bir hüner kabul etmektedirler. Bir ülkenin önderi, bir seferinde kendi halkının yararına başka bir ülke ile anlaşma yapar, fakat bir başka sefer, yine aynı önder o anlaşmayı halkının çıkarları için açıktan ve gizliden bozar. Özel hayatlarında şerefli bir şekilde yaşayan insanların bile bu tür davranışlarda bulunmaları bir tezattır. Bunun yanısıra ne yazık ki halk da onların bu davranışını protesto etmez, hatta bu utanç verici diplomasi oyunları nedeniyle onları över. Bu nedenle Allah, bu tür anlaşmalardan hepsinin, anlaşmaya girenler ve onların halkı için birer imtihan konusu olduğunu bildirmektedir. Onlar bu şekilde, yani anlaşmayı bozarak halkla belirli bir yarar sağlayabilirler, fakat hüküm gününde bunun sonuçlarından kaçamazlar.
Burada anlaşmazlıklara neden olan fikir ayrılıkları ve ihtilafların çözümünün kıyamet gününde olacağı bildirilmektedir. Bu nedenle bu ihtilaflar, anlaşmaları bozmak için birer özür teşkil etmemelidir. Taraflardan biri tamamen haklı, karşı taraf ise tamamen haksız olsa bile, haklı olanın anlaşmayı bozması, yanlış propaganda yapması veya diğerlerini mahvetmek için başka kötü yollar kullanması doğru değildir. Eğer haklı olan taraf böyle yaparsa, yaptığını kıyamet günü kendi aleyhinde bulacaktır.
Çünkü doğruluk ve adalet, kişinin sadece teorilerinde ve amaçlarında doğru olması değil, aynı zamanda doğru metodlar ve araçlar kullanmasını da gerektirir? Bu uyarı özellikle, kendilerini Allah yolunda oldukları ve düşmanları Allah'a asi olduğu için düşmanları ile savaşma hakkına sahip olduklarını, bu nedenle de düşmanla yaptıkları anlaşmalara uyma zorunlulukları olmadığını düşünen dini grupları hedef almaktadır. Bu, Arap Yahudilerinin uyguladığı bir yöntemdi. Onlar şöyle derlerdi: "Bizim putperest Araplara karşı hiç bir yükümlülüğümüz yok. Bizim için avantajlı ve Yahudi olmayanlar için kötü olan her konuda onları kandırmaya ve aldatmaya hakkımız var."
Yapılan yeminleri ve verilen sözleri tutmamak ve hile vasıtası yapmak, herşeyden önce vicdanların derinliklerinde yereden inançları temelinden sarsar. Diğer kimselerin gözünde de inançlara olan bağlılık ve güveni yok eder. Aldatmak için bile bile yemin eden kimse hiç bir zaman için sağlam bir inanca sahip olamaz ve inandığı yolda dosdoğru yürüyemez. Bunun da ötesinde yemin ettiği ve yemininden yalan çıktığı kimsenin gözünde de inançlara karşı bağlılığın kaybolmasına sebep olur. Ve herkes bilir ki onun yaptığı yemininin aslı astarı yoktur ve hile yapmak, aldatmak için yemin etmektedir. Ve bu kötü örnek yüzünden onların Allah'ın yolundan uzaklaşmalarına vesile olur.
Müslümanların verdikleri sözü tutmalarından dolayı tarihte bir çok milletlerin İslam'a girdiği görülmüştür. Müslümanlardaki sadakat ve doğruluk, inançlarındaki samimiyet ve ihlas, işlerindeki temizlik ve dürüstlük onları İslam'a girdirmiştir. Böylece "ahde vefa" ile kaybettikleri basit menfaatlerin yerine pek büyük kazançlar sağlamışlardır.
Ahlaksal anlamda insan, "ahdine vefa eden, sözünde duran varlık" diye tanımlanabilir. Mükemmel insanın tanımı ise tamamen budur. Hz. Peygamber (s.a.v.) diyor ki:
"Ahdine vefası olmayanın imanı da olamaz."
Bir yerde de şöyle buyuruyor:
"Ahdine vefası olmayanın dini de olamaz."[59]
Ahde vefasızlık, küfrün en rezil şekli olan münafıklığın da belirgin niteliklerinden biridir. Hz. Resul buna değinirken şöyle diyor:
"Münafık kişinin alâmeti üçtür: Konuşunca yalan konuşur, vaadedince vaadine ters düşer, kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder."[60]
Kur’an ahde vefayı insanın onur burçlarından biri olarak belirlemiş ve ahde vefanın psikolojik ve sosyolojik boyutlarına dikkat çekmiştir. Prensipler şöyle konuyor:
"Ahde vefa gösterin, sözünüzde durun." (Isra: 17/34)
"Ey iman edenler! Akitlerinize vefalı olun." (Maide: 5/1)
Sözünde durmayan, herşeyden önce aldatan biridir. Ve Hz. Peygamber: "Aldatan, bizden değildir." buyurarak, Muhammedi bir benliğin belirgin niteliğinin söze sadakat, ahde vefa olduğunu belirtmiştir. Son söz olarak şunu söyleyebiliriz: "Namert ve kahpe bir benlik her şey olabilir ama, Muhammedi olamaz."[61]
Allah Hallerini Kötüleştirenlerden Ni'metlerini Geri Alır:
"Allah bize güven ve huzur içerisinde olan bir kasabayı misal verir: Her taraftan oraya bolca rızık geliyordu. Ama Allah'ın nimetlerine nankörlük ettiler. Bunun üzerine Allah yaptıklarına karşılık açlık ve korku elbisesini onlara tattırdı." (Nahl, 16/112).
Âyetteki bu kasaba genel manâda bir kasaba olabilir.[62] Yâni durumu böyle olan bir kasabaya Allah'ın ni'met verdiği, onların da bu nimet yüzünden şımarıp nankörlük ettikleri, bunun üzerine Allah'ın da nimetlerini cezaya çevirdiği her topluluğa orayı ibretlik bir mesel kılmıştır. Orası bu sıfatta mefrûz bir şehir de olabilir, önceki geçmiş şehir veya kasabalardan birisi de olabilir. Cenâb-ı Allah bunu, akıbetlerinin benzerliğinden korkutmak için Mekkelilere örnek vermiştir. Âyetteki "Tattırmak ve elbise" tabirlerinde istiare vardır. Araplarda insanların başına gelen belâ ve sıkıntıların "Tatmak"la ifâdesi yaygındır. Hakikat gibi kullanılır. Zarar ve acının algılanışı, acı ve tadı bozuk yemeğin algılanışına benzetilmiştir. Elbiseye gelince o, kişinin giyindiği şey kendisini örttüğü için, başına gelen felâketler, onu bürüyen elbiseye benzetilmiştir. Sanki şöyle denilmiş gibidir: Onları bürüyüp saran açlık ve korkuyu onlara tattırdı. Adetâ onlara açlık ve korku elbisesi giydirdi, demektir.[63] Maksat, "Siz değişirseniz, Allah da, nimetlerini değiştirir" gerçeğini göstererek insanları böyle bir akıbetten sakındırmaktır.[64]
"Bu bir millet kendilerinde bulunan (güzel ahlâk ve meziyyetleri) değiştirmedikçe Allah'ın da onlara verdiği nimeti değiştirmemesi sebebiyledir. Allah işitendir, bilendir." (Enfâl, 8/53).[65]
[1] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 93-98.
[2] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 99-100.
[3] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 101-103.
[4] Beyzavî, I, 329.
[5] Ş. Mansur,s. 178.
[6] En'am, 6/36; Neml, 27/80.
[7] Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 53-54.
[8] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 104-106.
[9] Taberi, Cami'ul-Beyan: 8/26.
[10] Hac: 22/30.
[11] Tevbe: 9/95.
[12] Araf: 7/71; Yunus: 10/100.
[13] Ahzab: 33/33. Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 107-110.
[14] Elmalılı, 111,2161-6162.
[15] Beyzâvi, I, 349.
[16] Ebû Hilâl el-Askerî, I, 363. Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 46-47.
[17] Beyzâvî, I, 353; Zemahşerî, II, 84.
[18] Elmalılı, 111,2201-2202.
[19] Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 47-48.
[20] İbn Kesir, 11,264.
[21] Celâleyn, I, 376; {Bcyzâvî'nin Haşiyesinde, Mısır, 1968.)
[22] İbn Kesir, 11,265.
[23] Beyzâvî, 1,377.
[24] Elmalılı,IV,2335.
[25] Zemahşerî, II, 131; Beyzâvî, I, 3,77; Ş. Mansûr, s.270-271.
[26] Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 48-49.
[27] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 111-114.
[28] bk. Tevbe: 9/28.
[29] İmam Gazali, İhya, 1/48, 3/487.
[30] Tefsiru'l-Menar: 9/420-421. Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 115-118.
[31] Âlûsî, XI, 100-102; Ş. Mansûr, s.254-255; Beyzâvî, 1,444-445.
[32] HakîmTirmizi, s.8.
[33] Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 50.
[34] Harraz; Sıdk, 47.
[35] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 119-123.
[36] Beyzavî, 1,465.
[37] Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 52-53.
[38] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 124-126.
[39] Zenıahşerî, II, 356; Elmalılı, IV, 2975; Ş. Mansur, s. 141-142.
[40] Hakim Tirmizî, s. 9.
[41] Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 55-56..
[42] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 127-130.
[43] Beyzavî, I, 521-522; Âlûsî, XIII, 162-164; Elmalılı, IV, 2994; Ş. Mansûr, s 237-238. Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 56.
[44] Âlûsi, XIII, 204; Zemahşerî, II, 372.
[45] Hakim Tirmizî, s. 7, 10; Ş. Mansûr, s. 332.
[46] Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 57-58.
[47] Mefatihu'l-ğayb: 19/105.
[48] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 131-134.
[49] Âlüsi, XIII, 213-214; Zemahşerî, 11,376, Hakîm Tirmizî, s. 10.
[50] Ş. Mansûr.s. 149. Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 59-60.
[51] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 135-138.
[52] Zemahşeri, II, 377; Âlûsi, XIII, 217; Ş. Mansûr, s. 151.
[53] Beyzâvî, I, 530.
[54] Beyzâvî, I, 530-531. Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 60-61.
[55] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 139-142.
[56] Beyzâvi, II, 564.
[57] Beyzâvî, I, 564.
[58] Ş. Mansûr, s. 105. Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 61-62.
[59] Zehebi; Kebair, 108.
[60] Zehebi; Kebair, 108.
[61] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 143-146.
[62] Âlûsi,XIV, 242.
[63] Zemahşerî, II, 431-432; Beyzâvi, I, 572.
[64] Ş. Mansur, s. 30.
[65] Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 64-65..