Bu Blog içinde Ara

21 Haziran 2012 Perşembe

Kur'ani Terimler ve Deyimler 13

Na’budu:


"İbadet ederiz" Zemahşeri bu kelimeyi şöyle açıklar: "ibadet, itaat ve boyun eğmenin en son derecesidir, onun içindir ki bu kelime Allah Teâlâ'ya itaatin dışında kullanılmamıştır. Allah Teâlâ, nimetlerin en büyüğünün sahibi olduğu için kendisine ibadet edilmeye lâyıktır[1]
.

Na'ce:


Na'ce, dişi koyuna ve dişi sülüne (geyik cinsi bir hay­van) denir. İstiare olarak kadın için de kullanılır.

Naddâhatân:


Naddâhatân, devamlı su fışkırtan iki (çeşme).

Nadh:


Nadha, suyun fışkınp püskürmesidir. Nokta ile "nadh" ise daha güçlü bir fışkır­mayı ifade eder. Burada kelimenin "ha"sı noktalıdır.
Böyle püsküren şadırvanlar, daha güzel, daha sanatlı ve akış­ları nedeniyle daha fazla bir gü­zelliğe sahip olduklarından dola­yı bazıları bunları "aynân-ı tecziyân"dan, yani "akan iki kaynak"dan daha güzel ve mükem­mel saymışlardır.

Nâdıra:


Nâdıra, güzel ve parlak demektir. "Nudratun" ise yumuşaklık, derinin güzelliği ve güzel parlaklık demektir.

Nadîd:


Nadîd, birbiri üstüne binmiş demektir.

Nâdiye:


Nâdiye, halkın istişare için, yani sosyal ve toplumsal sorunlarını tartışmak için bir ara­ya gelip toplanmaları manasına "nedv"den gelir. Nitekim, İs­lâm'dan önce Mekke'de Kureyş'in ileri gelenlerinin, önderle­rinin toplandığı binaya "Dâru'n-Nedve" denirdi.
Nâdî, orada ve buna benzer yerlerde toplanan heyetin ismidir. Meclis, kongre, parlamento tabir­leri gibidir.
Türkçe'de bu gibi büyük ve önemli toplantılara "kurultay" denirdi. Bu nedenle, "fe'1-yed'u nâdiyeh" ayetini", "çağırsın ku­rultayını" diye tercüme etmek günümüz Türkçesine daha uygun­dur.

Nahıra:


Nahıra, çürümüş, ufa­lanmış, rüzgârla savrulan, yahut delik deşik, göz göz olmuş, rüzgâr estikçe ses veren, vızıldayan kemik demektir. "İzâ men nahire" ifadesi çürümüş kemikler demektir.

Nahr/Venhar:


Nahr ve venhar (108/2) kelimeleri, kesmek, boğazlamak anla­mının yanı sıra, göğsünü kıbleye çevirmek, göğüs germek anlamla­rına da gelir. "Venhar" kelimesi "nahır"dan türemedir. Nahır keli­mesi de masdar ve isim olarak kullanılır. İsim olan "nahır", göğ­sün boyun tarafına gelen boğaz çukuruna doğru gerdanlık yerine denir. Masdar olan nahır ise, Râgıb ve diğer bazı dilcilerin açıkla­masına göre, nahre isabet ettir­mek, yani vurmak, dokunmak, boğaz çukuruna bıçak sokmak su­retiyle nahra rastlamak demektir. Deve öncelikle buradan kesil­diği için devenin boğazlanması ile ilgili olarak meşhur olmuştur. Bunda mutlaka kesmek (zebh et­mek) manası vardır. İntihar da buradan alınmıştır. Mâide Sûresi'nde geçtiği üzere "zebh", (bo­ğazlama) "lebbe" denilen yerden (çene altı) kesmekle de olur. "Venhar" emri de bu masdar olan nahirdendir. Açık olan boğazlama anlamıdır.
"Nahr" ve "zebh" ille de kur­ban için olması gerekmez. Ancak Kevser Sûresi'ndeki kullanımında neyin nahr edileceği belirtilme­miştir. Arapların örfünde "nahır" deve kesmek olarak meşhur oldu­ğu ve Hacc: 22/36'da "büdün" (develer) ifadesi kullanıldığı için, müfessirlerin çoğunluğu bunu boğazla­mak olarak almışlar ve "venhari'1-büdne" (develeri kes) diye takdir ve tefsir etmişlerdir.
Ancak bu kelime ile ilgili farklı anlamların olduğu da ifade edilmiştir. İbni Ebî Hatim'in riva­yetine göre, Ebu'l-Ahvas, "ven­har" emrinin "göğsünü kıbleye çevir" manasına, istikbali kıble ile emrolunduğunu söylemiştir. Ferra da bu görüştedir.
Ferra, "Menâzilehum tetenâheru" (menzilleri, durakları, mekanları karşı karşıya olur) ifade­sinde olduğu gibi karşı karşıya ol­mak manasına gelir, demiştir.
Şu beyit de bu anlamdadır;
"Ey Ebâ Hakem! Sen Mucâlid'in amcası ve ehli mütenâhur'un efendisi misin?" Yani, nahir nahire, göğüs göğüse karşılıklı dere aha­lisinin (Mekke ahalisinin) efendisi misin?
"El-ebtehi'1-mütenâhir" gö­ğüs göğüse karşılıklı dere demek­tir. Bu manadan "nahr" kıbleye yönelmek manasını ifade eder.
Tenahur; sözlükte intihar et­mek, boğazlaşmak, manasına gel­diği gibi göğse isabet ettirmek, gö­ğüs göğüse karşılamak manasın­dan mecaz olarak, evlerin ve dere­lerin karşılaşması gibi mutlak kar­şılık/tekabül manasına da gelir.
Tenâhur'un bu anlamından göğüs göğüse cihadı anlamak da mümkündür. Ancak müfessirlerin çoğu "venhar"ı kurban kes­mek olarak tefsir etmişlerdir.[2]

Na'im:


Na'îm[3], kendisi ile lezzetlerinden, tad alınan her türlü nimet anlamına gelir. Hayat, sağlık, bir yudum su dahi buna girer. "Nâime" ise, letafet manası­na "nu'ûmet"ten türemiştir. Nimet ve saadet eseri olan neşe, le­tafet, güzellik, yumuşaklık de­mektir. Ayrıca, "nimet"ten türediğinde, nimete konmuş, nimetler içinde demektir.[4]

Nâime:


Nâime, güzel ve parlak demektir.

Nak'an: 


Nak'an, toz ve birik­miş su, haykırmak, kayırtmak, öl­dürmek mânâsına gelir. Âdiyât Sûresi'ndeki kullanımı daha çok toz manasında tefsir edilmiştir.

Nakd/İnkad:


Nakd/inkad[5], ağır ol­mak, kemikleri çatırdatmak, ağır­lık, zorluk, meşakkat anlamlarına gelir. "Nıkd", yıkıntı, bozuntu ve çok gezip dolaşması nedeniyle güç ve takattan düşmüş deveye dendiği gibi, bir şeyin bozulur­ken, üzülürken, ezilirken, kopar­ken çıkardığı sese; deri/sahtiyan, ağaç, yük, araba gıcırtısı; mafsal­ların,  kemiklerin çıtırtısı; bazı kuşların çığırtısı; bir şişenin ağ­zından su dökülürken çıkan mıcırtısı gibi seslere "nıkd" veya "nakıyd", böyle ses çıkarmaya da "inkad" denilir.
"İnkad-ı zahir" ise, yükün sırta ağır basarak kemikleri çatırdatması veya üzüp zayıf düşür­mesi demek olur. Türkçe'deki, "belini kütletti", "kemiklerini bir­birine geçirdi" tabirleri gibi zor­luk için kullanılır. [6]

Nakîb:


Nakîb[7], teftiş anlamın­da "nakabe"den "feil" veya "mef'ul" manasına "feil" veznin­de müfettiş, teftiş ve tecrübe edil­miş emin ve güvenilir, "mutemed" manasına gelip, bir kavmin durumunu bilen, işlerine (umûr-i masâlihine) kefil olan yönetici ve amirlerine söylenir ki, reis (başkan)den başkasıdır. "Nakîbu'1-eşraf" gibi.
Zeccâc'ın beyanına göre bu kelimenin aslı, "geniş delik" de­mek olan "nakb"den geldiği için, Türkçe'de "kulağı delik" diye ifa­de ettiğimiz, "sırlara aşina olma" (esrara vukuf) manasını da kapsa­yan bir anlama sahiptir. [8]

Nakm:


Nakm[9], bir şeyden hoş­lanmamaktır. Nimetin zıddı ve azab anlamına gelen "nikmet", bu kelimeden türemiştir. Bu mana da ondan alınmıştır. [10]

Nakûr:


Nakûr, sur gibi ağızla üflene­rek çalınan boruya denir. "Nakr" vurmak ve didiklemek manaları­na geldiği gibi, boru çalmak ma­nasına da gelir. Zira boru çalındı­ğı zaman içindeki hava tazyik ile didiklenmiş olacağı gibi, çıkan ses de kulakları didikleyeceği için bo­ruya "minkar" manası ile "nakur" denilmiştir. Arap dilinde "nakr" ses manasınadır. Sûr'dan, insanların korkudan öleceği korkunç bir ses çıktığı için ona "nâkûr" denilmiştir.
Örfte boru çalmak, bir akraba veya bir tanıdığın veyahut bir as­keri birliğin sefer için hazırlandı­ğının işareti olduğu gibi, "borusu ötmek" ifadesi de, emir, komuta ve otoritenin gücünden kinaye olarak, "nakri", "nakur", "nef'i sur", ahiret seferi için emri ilahi­nin ortaya çıkması anlamında da kullanılmıştır.[11]

Na'me:


Na'me, bolluk içersinde, rahat yaşama mânâsına gelen "Ten’ım"dendir. Nimet ise, ihsan ve lütuf mânâsına gelen minnet'tendir. [12]

Nâr:


Nâr, üç şekilde tefsir edilir:
1. Nur, aydınlık/ışık
"Ben cidden bir nâr (nûr, ışık, aydınlık) hisset­tim." [13]
"Ben cidden bir nâr hissettim"[14]
"Ben cidden bir nâr hissettim"[15]
2. Yahudilerin, Nebi (o'na ve o'nun âline salât u selâm olsun) ile savaşmayı kararlaştırma­ları
"Onlar ne zaman harb için bir ateş yaktılarsa (Yahudiler ne zaman Nebi ile savaşmak üzere karar verdilerse), Allah onu söndürdü (onların birlik­lerini dağıtmak suretiyle onu söndürdü)." [16]
3. Yakan şey: ateş
"O nârdan (cehennem ateşinden) ittiqa edin; (ko­runun); onun yakıtı/tutuşturucusu insanlar ve taş­lardır." [17]
"Ve ikisine de, "O nâra girenlerle beraber siz de girin!" deni­lecek" [18]
"O tutuşturulmuş nâr/yani, ateş)..." [19] Benzeri buyruklar çoktur. [20]

Nas:


Nâs ve en-nâs[21] ifadesi, insan demektir. Tanınan ve tanın­mayan insan için de kullanılır. Bu­lunduğu yere göre, kâh ta'zim/büyükleme, kâh tah­kir/küçümseme manasını ifade eder. Örneğin, bir ayette münafık­lar için "ve mine'n-nâs"ifadesi kullanılarak insanlardan sayıldığı halde, başka bir ayette "kemâ amene'n-nâs" diye insanlara karşı­lık tutularak insanlardan ayırt ediliyor. [22]

Nasab:


Nasab, yorgunluk ve bedenî meşakkat.

Nasârâ:


Nasârâ, nasranî kelimesinin çoğuludur. Keşşaf’ta geçtiğine gö­re, tekili "nasran"dır. Sonuna mensubiyet "ya"sı geldiği zaman "ahmedî" gibi mübalağa manası­na gelir. Hristiyanlar kendilerine bu ismi vermişlerdir. Bu üç sebebe bağlı olarak beyan ediliyor.
1- Hz. İsa'nın, Nasıra köyüne nisbetledir.
2- Birbirlerine yardımcı olma­ları nedeniyledir.
3- Hz. İsâ, havarilerine, "Al­lah yolunda benim yardımcılarım kim"[23], onlar da "Allah'ın yardımcıları biziz"[24] deme­leri sebebiyledir.
"Nasrânî" Rumca'ya "Hristiyan" diye tercüme edilmiştir. "Hristos"a nisbettir. Frenkler "Kırist" diye telaffuz ederler. "Hristos" halaslar, fidye-i necat vererek kurtaran, "münci" diye şerh edil­diğine göre, "nasranî" bunun Arapçasıdır. Nasrânî "Hristiyan", nasara "Hristiyanlar" demektir. [25]

Nasibe:


Nasibe, yorgun demektir. Yorulmak mânâsına gelen "nasab" ke­limesinden türetilmiştir.

Nahisât:


Nahisât, uğursuzlar manasınadır. "Se’ade" kelimesinin zıddı "Şu’m" mânâsına gelen "Nehase" kökündendir. Şair şöyle der:
Ona ne zaman gelirsen gel, onun için farketmez.
İster, kendisinden sakınılan uğursuzluk saatinde, ister uğurlu saatinde gel.[26]

Nasîr:


Nasîr, nasara fiilinden türetilmiş mübalağa ifade, eden bir sıfattır. "Yardımcı" demektir. Bir kimse birisine yardım ettiğinde “Nasarahu” der­ler.

Nasiye:


Nâsiye, alındaki saç, perçem demektir. Saçın bittiği cepheye, alına, aynı zamanda ba­şın ön kısmına da "nâsiye" denir. Alak Sûresi'ndeki kullanımında baştan, dolayısıyla şahıstan kina­yedir. Çünkü nâsiyenin yalancı ve hilekâr (kâzib ve hatii) olduğu be­lirtilmiş.

Nasr:


Nasr, dört şekilde tefsir edilir:
1. Gelecek tehlikelere karşı koru­mak, korunmuş olmak
"Kimseden fidye de alınmaz, onlara nasr da olunmaz (onlar azâbtan da korunmazlar)." [27]
"O gün mevlâ mevlâdan birşey defedemez ve onlara nasr da olunmaz (onlar azâbtan da korunmaz­lar)." [28]
"Size nasr edebiliyor (sizi azâbtan koruyabiliyor), ya da kendilerine nasrları dokunuyor mu (kendilerini azâbtan koruyabiliyorlar mı)?" [29]
"Ne oldu size, neden birbirinize nasr etmiyorsunuz (niçin bazınız bazınızı ateşten korumuyorsunuz)?!" [30].
2. Avn (yardım/destek)
"Eğer sizinle savaşılırsa, size nasr ederiz (yar­dım ederiz /destek veririz)." [31]
"Eğer onlarla savaşılırsa, onlara nasr etmezler (yardım etmezler/destek vermezler). Şayet onlara nasr edecek (yardım edecek/destek olacak) olsalar bile muhakkak gerisin geriye dönerler." [32]  
"Ey îmân edenler! Eğer siz Allah'a nasr ederseniz (tevhîd olununcaya/birleninceye kadar Allah yo­lunda savaşırsanız), size nasr eder (O da düş­manlarınıza karşı size yardım eder (destek olur)." [33]
"Allah, (tevhîd olunsun/birlensin diye) Kendisine nasr edene (yardım edene, destek olana) nasr eder (yardım eder/destek olur)." [34]
3. Zafer
"Nasr (zafer) ancak Allah yanındandır." [35]
"Nasr (zafer) ancak Allah yanındandır." [36]
"Kâfirler kavmine karşı bize nasr et (zafer ver, bizi muzaffer kıl)!" [37]
"Günahlarımızı ve işimizdeki aşırılıkları mağfiret bu­yur; ayaklarımıza sebat ver ve kâfirler kavmine kar­şı bize nasr et (zafer ver, bizi muzaffer kıl)!" [38]
4. İntikam
"Kim de uğradığı zulmün ardından nasr ederse (intikam/intikamını alırsa), onların aleyhine yol yok­tur." [39]
"Eğer Allah dileseydi, onlardan nasr (kâfirler­den intikam) alırdı." [40]
"Doğrusu ben (Nuh) mağlubum; öyleyse nasr et (kavmimden benim intikamımı al)!" [41]

Nasûh:


Nasûh; samimi, sadık manasınadır. "Nasûh tevbe", bir daha günaha dönülmemek üzere yapılan tevbedir. Bunda samimiyet ve doğruluk bulunduğu için "nasûh tevbe" denilmiştir. Bal, mumundan ayrılıp saf haline geldiğinde,  "Hâzâ aselun nâsihun: Bu, saf baldır," denir.[42]

Nazi'at:


Nâzi'ât[43] ve "nâzi' " ge­çişli ve geçişsiz olarak kullanılır. "Nezi' " den de "nüzü' "den de gelebilir. Nezi', çekmek, çekip al­mak ve soymak anlamlarına gelir.
Öyleki, bir şeyi yerinden koparıp çekmek, canı almak, can çekiştir­mek, kuyudan kuvvetle çekmek, su çıkarmak, yayı şiddetle çek­mek, atın başını alıp gitmesi, bir şeye can çekmek, gönül çekmek, sıyrılıp çıkmak, atın başını alıp gitmesi gibi bir çok anlamı vardır. Nâzi'ât da bedenlerden ayrıl­mış, aynı kökten gelen ayrı nefis­ler demek olabilir. [44]

Ne'â:


Ne'â, iki şekilde tefsir edilir:
1. Tebaıd (uzaklaştı/uzak durdu, yüzçevirdi)  
"Yan çizer (ne'â) (uzaklaşır)." [45]
"Onlar hem (başkalarını) ondan nehyederler, hem de ondan uzak dururlar (ne'â)." [46]
2. La teniyâ; zaaf/gevşeklik, güçsüzlük zayıflık an­lamına gelir; şu âyetlerde olduğu gibi:
"Zikrimde gevşeklik/zaaf göstermeyin (lâ teniyâ)." [47]
"Kuvvet sahibi bir usbe'ye (topluluğa) dahi ağır gelirdi (le tenûu) Karun'un mal­larının bulunduğu evlerin kapılarının anahtarlarını taşımaktan zaafa düşüp aciz kalırdı)."[48]

Nea bicanibihi:[49]


(Nea bicanibihi); i'radı (uzaklaşma, yüz çevirme, istek­sizlik) tekiddir. Çünkü bir şeyden i'rad etmek, ondan yüz çevirmektir. (En-Ne'yu bi'l-cenbi); kalbini, ilgisini, sevgisini bir şeyden çevirmek ve ona sırtını dönmektir. (Allah bura­da) istikbarı/büyüklenmeyi murad etmiştir. Çünkü bu (ta­vır), müstekbirlerin alışkanlıklarındandır. [50]
(Nea bicanibihi): İmandan uzaklaştı ve ona yaklaşmadı, demektir. [51]
(Nea bicanibihi): Uzaklaştı. [52]
(Nea bicanibihi): Nefsini/kendini uzak tuttu. [53]
... Hakkı kabulden tecebbür ve tekebbürle uzaklaşır. [54]
İnsana, sağlık, güven ve zenginlik gibi çeşitli nimetler verdiğimizde Allah'a itaat ve ibadetten yüz çevirir; gurur ve kibrinden dolayı Rabbinden uzaklaşır. [55]
"Nea bicanibihi", ifadesinin bir şeyi; büyüklenerek, gu­rurlanarak, böbürlenerek kabul etmekten geri durmak; kendini, yüz çevirdiği şeye karşı müstağni görmek anlamı­na geldiği anlaşılmaktadır.
"Nea bicanibihi" ifadesinin Kur'an çevirilerine farklı şe­killerde yansıdığını görmekteyiz: Fussilet: 41/51 üzerinde du­rulacaktır:
Elmalı: ... yan büker...
Çantay: ... nefsi ondan uzaklaşır ...
D. İ. B. ... yan çizer ...
Bilmen: ... böbürlenmekte bulunur ...
Yavuz:.... yan büküp uzaklaşır ...
Davudoğlu: ... yan çizip uzaklaşır ...
Ateş:... yan çizer ...
Bulaç: ... yan çizer ...
T.D.V.: yan çizer ...
Y. Öztürk: ... yan yatar ...
A. Öztürk: ... yan çizer ...
Koçyiğit: ...büyüklük taslar ...
Hizmetli: ... büyüklük taslayarak ...
Varol: ...yan çizer ...
Piriş: ... büyüklük taslar ...ın "nefsi ondan uzakla­şır" ve Yavuz'un "yan büküp" şeklindeki tercümeleri, deyi­min ifade ettiği kibri, gururu, böbürlenmeyi yansıtmamak­tadır.
Bilakis bu çeviriler daha çok ayetin lafzına bağlı kalma amacını taşıdığı için olması gereken deyimsel temayı içer­memektedir.
D.İ.B., Davudoğlu, Ateş, Bulaç, T.D.V., Atay, A. Öztürk ve Varol gibi mütercimler ise "yan çizer" deyimini ayetin tercümesi için uygun görmüşler. Bir deyimi diğer bir de­yimle tercüme etmek en doğrusudur. Ancak önemli olan her iki deyimin de aynı anlamı ifade etmesidir. Bu açıdan bakıldığında "yan çizer" deyiminin "Nea bicanibihi" deyi­mine karşılık gelmediği görülecektir. Çünkü "yan çizmek", daha çok "bir işten kaçmak" anlamını ifade etmektedir.
Y. Öztürk'ün "yan yatar" şeklindeki "deyimsel çevirisi" de ayetin deyimsel ifadesi/karşılığı değildir. Çünkü "yan yatmak", çalışmamak, bir işten geri durmak, tembellik vb. anlamları ihtiva etmektedir.
Bilmen, Koçyiğit, Hizmetli ve Piriş’in tercümeleri ise ka­naatimizce "Nea bicanibihi" deyimini en güzel şekilde kar­şılayan deyimsel ifadelerdir. Çünkü bu çeviriler, ayetin te­mas ettiği müstekbir tavrını iyi bir şekilde yansıtmaktadır. Biz de aynı çevirilere katıldığımızı beyan etmek istiyoruz:
- Büyüklük taslar
- Böbürlenir/Gururlanır/Kibirlenir
- Kendini müstağni görür vb.
Örnek:
İnsana nimet verdiğimiz zaman yüz çevirir ve büyüklük taslar/böbürlenir. Kendisine şerr dokunuverdi mi fazlasıyla umutsuz olur.[56]

Nebat:


Nebat[57] ve nebt keli­meleri cins isim ve masdardır. İsim olduğunda; yerde biten, neş'et edip, yerden çıkıp yetişen her şeye denir. Daha sonraları örf­te, hayvanların yediği ot olarak meşhur olmuştur. Dilimizde de "ot" denilir.
Masdar olduğunda ise, bit­mek, ot bitmek, yetişmek, yetiştir­mek, ortaya çıkarmak anlamları­na gelir. "İnbât" da bitirmek, ye­tiştirmek, neş'et ettirmek demek olur. [58]

Nebe':


Nebe', önemli haber, ehemmiyet verilmesi, dikkatle dinlenilmesi gereken haber de­mektir. Lâm-ı tarifle geldiğinde bilhassa nübüvvet haberi, en bü­yük haber anlamındadır. Râgıb şöyle der: Aslında, büyük bir fayda ifade etmeyen habere “nebe'” denmez. Bununla, kesin ilim veya zann-ı galip meydana gelir.[59]

Nebît:


Nebît[60], kuyu kazılırken çıkan ilk sudur. İstinbat ise çıkar­mak demektir. [61]

Nebî:


Nebî[62], "nebe"den türemiştir. Aslı "nebî"dir ki, Allah'tan vahiy ile haber geti­ren demektir. Tam olarak peygamber kelimesinin karşılığıdır. Çoğulu "enbiyâ" ve "nebiyyûn" olarak gelir. Nafi kıraatinde hem­ze ile "nebiine" okunur.
Nebî, rasulden daha genel bir anlama sahiptir. Her resul nebidir, fakat her nebî rasul değildir. An­cak Kur'ân'da nebî ve rasul keli­meleri birbirlerinin yerlerine de kullanılmışlardır. [63]
Türevleriyle birlikte Kur'ân'da 75 âyette geçmektedir. Resul lafzının bir yerde müteradifi olan bu kelimenin aslı Arapçadır. "Nebe" kelimesinden türetilmiştir. "Nebe" ise haber vermektir. Râğıb'a göre bu lafız, doğruluğundan şüphe duyulmayan haberler için kullanılır.[64]
Câhiliye döneminde de bu kavram haber vermek anlamında kullanılmıştır.
"Ölümcül hastalıktan kurtulan birisinin iyileşmesine imrendiğin gibi, onun haberi sana çok rahatlıkla iletilebilir."[65]
Bazı dilcilere göre ise "nebi" kavramı yükseltilmiş anlamına gelen "nübüvvet" kelimesinden alınmıştır.[66]

Nebtişu:


Şiddetle yakalarız.

Nebz:


Nebz, atmak ve bırakmak demektir. Bundan türetilerek, yol üzerine bırakılan eşyaya “Menbuzun laqit” denilmiştir. Şâir bu kelimeyi şöyle kullanmıştır.
Kendilerine adil olmalarını emrettiğin kimseler, senin kitabını attılar ve haramları helal saydılar.[67]
Nebz bir şeyi kaldırıp atıvermek anlamındadır. Dinî literatürde ise, bir devletin anlaşmalı olduğu devletle ilişkileri kestiğini haber verip ilan etmesidir.

Nebz:


Nebz, atmak, atış­mak, takmak genellikle de lakap takmak anlamına gelmektedir. Örfte ise, kötü lakap takmak anla­mında kullanılmaktadır.

Nebeznâhum:


Onları attık.

Necd:


Necd[68], tepe gibi etra­fındaki toprak parçasından yük­sek olan yere, şeye, yüksek ve açık yola, yüksek mertebe ve makamla­ra denir. Bu manadan hareketle, Necd-i Hicaz ve Necd-i Arız diye ikiye ayrılan yüksek kısma "Necd" denildiği gibi Yemen'de özel bir bölgeye de Necd denilmiş­tir.
Önemli ve büyük işler gören adama "taallu's-senaya" dendiği gibi, işleri sabit, galip manasına "taalludu encud", "taalludu encide", "taallu'n-nicad" denilir. Baş­kalarının aciz olduğu işleri yapan bahadır ve becerikli kişilere de "necid" denir. Necid, rakibe galep gelmek, fazla terlemek manaları­na masdar da olur. "Necdet" ve "necâdet" de, bahadırlık ve kah­ramanlıktır. Ayrıca gam ve tasaya da "necid" denilir.
Aynı şekilde göğüsteki yük­sekliğinden ve süt yolu olmasın­dan dolayı memeye de "necid" denir. Arapların, "inan, ana ve memelerine yemin olsun ki yap­madım" gibi yemin etmeleri çok yaygındır. Türkçe'de "anamdan emdiğim süt burnumdan geldi", "anamdan emdiğim süt haram ol­sun, bu, böyledir" ifadeleri de ay­nı anlama gelmektedir.
Beled Sûresi'ndeki "necdeyn" ifadesi buradaki anlamlar­la ilişkili olmakla birlikte, siyak si­bak içerisinde iki tepe demektir ve zorluğu ifade eder. [69]

Necm:


Necm[70], yıldız anlamına gelmekle birlikte, başka anlamlar­da da kullanılmaktadır. Bu an­lamlar kısaca şunlardır.
1- Yıldız anlamına .
2-  Ağacın mukabili/karşılığı olarak sapı olmayan ot, çemen an­lamına.
3- Vakit vakit, taksit taksit, parça parça verilen her bir şeyin her bir parçası anlamında .
4- Ülker yıldızının (Süreyya) özel ismi olarak.
Ayrıca, "necm"  kelimesini hakikat ve mecaz olarak tefsir edenler de olmuştur. Örneğin Cafer-i Sâdık, necm'den kasıt Hz. Peygamber'dir, demiştir. Ebû Hayyân'ın rivayetine göre, İbni Abbâs, Mücahid, Ferra ve Kadı Münzir,     Necm Sûresi'ndeki "necm" ifadesinin Kur'ân'ın nazil olan bir kısmı anlamına geldiğini söylemişlerdir. Nisaburî ise, "En-necmi izâ hevâ" ayetinin Yasin: 36/23'teki "Kur'ân-ı hakîm'e andolsun ki, sen gönderilmiş rasullerdensin." demek olduğunu ifa­de etmiştir. Biz de bu anlamı ter­cih etmek istiyoruz. Bu nedenle "necm"i yıldız diye değil de "o necme kasem ederim"  şeklinde tercüme ettik. [71]
Necm, üç şekilde tefsir edilir:
1. Kevkeb/yıldız
"O delici bir necm'dir (parlak, ışıklı bir yıldızdır)." [72]
"Ve alâmetler (yarattı). Onlar necm (yıldızlar)) ile de yollarını bulurlar." [73]
"Derken nücûm'a (yıldızlara) bir bakış baktı." [74]
2. Kur'ân'ın nücûmu/kısım kısım inen bölümleri
Çünkü Kur'ân Nebiye (Allah'ın salâtı, selâmı, rah­met ve bereketi üzerine olsun) parça parça: bir âyet, iki âyet, bir sûre, iki sûre şeklinde inmiştir.
"İndiği dem o necme (Kur'ân'ın nücumlarına: parça parça inen her bir kısmına) andolsun." [75]
Maksat, Cebrail'in (a.s) Kur'ân'ı Nebiye (s.a) kısım kısım: bir âyet, iki âyet yahut bir sûre, iki sûre ve daha fazlası ile indirmesidir.
"Hayır (öyle değil); o nücûmun (Cebrail'in Nebi'ye indirdiği Kur'ân'ın nücumlarının: parça parça inen kısımlarının) mevkilerine kasem ederim ki..." [76]
Ebu'l-'Aliye şöyle demiştir:
"Kur'ân'ı beşer âyet, beşer âyet öğrenin. Çünkü Ne­bi (s.a) onu Cebrail'den beşer âyet, beşer âyet aldı."
Vekî de İsmâîl b. Hâlid'ten şöyle dediğini naklet­mektedir:
"Ebû Abdu'r-Rahmân es-Sülemî bize Kur'ân'ı beşer âyet, beşer âyet öğretiyordu."
3. Sapı/gövdesi olmayan bitki
"Necm (sapı/gövdesi olmayan bitkiler) ve şecer (sapı/gövdesi olan bitkiler/ağaçlar) (Allah'a) secde/inkıyad ederler." [77]

Necva:


Necvâ, iki veya daha çok kimse arasında yapılan gizli konuş­madır. Bir topluluk, kendi aralarında gizlice konuştuklarında: "Tenâciye’l-kavm" de­nir.
Necvâ, fısıltı demektir. Bir işin gizli biçimde yapıldığını ve son derece gizlendiğini de an­latır. Yüksek tepe manasına "necveh"den, yahut kurtuluş anlamı­na gelen "necat"tan alınmıştır. Gizli şeyler konuşmak isteyenle­rin, herkesin çıkamayacağı yük­sek tepelere çıkmak, yahut etraf­larında bulunan kimselerin işitmelerinden kurtulmak için fısıltı­ya bu ismin verildiğini söyleyen­ler de vardır.

Nefer:


Nefer, bir tek kişi demektir. Nefer kelimesinin Arapça'daki kullanımı farklı olsa da Türkçe'de tek kişi için kullanılır. Arapça'da meşhur olanı üçten ona kadar ola­nıdır. Alusi’nin açıklamasına gö­re, fasih Arapça'da on kişiden faz­lasına nefer denir. Erkeklere hatta sadece insanlara da has değildir. Çünkü Cin Sûresi'nde cinler için de kullanılmıştır.
Mücmel'de, "reht" ve "nefer" kırk sayısına kadar kullanılır. Aralarındaki fark ise, "reht", bir ataya bağlı olarak sayılır, "nefer"de ise böyle bir şart yoktur, kavim için de kullanılır. "Eazze neferen" (neferce/taraftarca daha güçlüyüm)[78] ayeti de bu an­lamdadır.
İmam Kirmanı, "nefer"in ge­leneksel dilde "racul" yani "er", erkek anlamında kullanıldığını ifade etmiştir. Türkçe'deki kulla­nımı da buradan kaynaklanmış olmalıdır. [79]


Neffâsâtin Fi'l-'Ukad:


Neffâsât, üfürükçüler demektir. "Nefs" Tükrüksüz üfürmek mânâ­sına gelen "Nefh"in benzeridir. Tükrüklü olursa buna "Tefl" denir. Antara Şöyle der:
İyileşirse (ne âlâ). Ben ona üflememişimdir. Kaybedilirse zaten o kaybolmayı hak etmiştir.[80]
Neffâsâtin fi'l-'ukad deyimi ise, düğümlere üfleyen, yani sihir ve büyü yaparak insan­ları aldatan demektir. Neffâsât, Türkçe'de "nefes etmek" tabiri ile karşılanabilen, üflemek demektir. Biraz tükürüklü veya tükürüksüz olarak üfürür gibi yapmaktır.
Râgıb, nefs; tükürük fırlat­maktır. Rukyecinin ve sâhirin nefsi de düğümler/ukdeler içine nefsetmesdir/tükürmesidir. Yılan zehir nefseder denmesi de bundandır, demiştir. "Neffaseh", üfürüntü de­mektir, nitekim, "göğüs darlığı olan üfüler" denmiştir. Nihâye'ye göre nefeste ille de tükürük karış­ması şart değildir.[81]

Nefs:


Nefs, bir şeyin zâtı ve kendisi demektir. Ruh ve kalp manasına da gelir. Özellikle nefs, kişi ve ruh manalarına geldiği için bazı kim­seler bundan ruhun ebedî oldu­ğunu anlamışlardır.
"Her nefis ölümü tadacaktır"[82] ayetinde olduğu gibi tat­mak bir hayat eseridir ve zevk anında tadıcının baki, yaşıyor ol­duğunu ifade eder. Ayet "her ne­fis, bedeninin ölümünü tadacak­tır" demek olur. Bazı müfessirler bunun zorlama bir yorum oldu­ğunu söylemişler. "Zâikatü'l-mevt" ifadesinin ölecek demek ol­duğu açıktır. Belli ki tadan kim ise ölen o olacaktır. Ruhun ölmediği ile ilgili çeşitli deliller ortaya kon­sa da, genelde ruhların ölmediği konusu ne aklen ne de naklen tam olarak ispatlanmış değildir. Böyle bir zorunluluk sabit değildir.
Zemahşerî, nefislerden mak­sadın, ruh ile bedenin ortak adı olduğunu söylemiş ve "nefisler, insanların kendileridir, Zümer: 39/42 ayetlerindeki 'nefislerin alınması', insanın öldürülmesi, yani, hisse­den, anlayan bir hayat sahibi ol­masını sağlayan organların, par­çaların alınması demektir. Sağlığı yok edilince sanki kendisi de yok edilmiştir. Çünkü Allah, ölümü, uykuyu hep nefislere bağlamış­tır." demiştir.
Nefis, kendisiyle akıl ve tem­yiz yapılan, ruh ise teneffüs ve ha­reket yapılandır. Ölümde ikisi de alınır. Uykuda ise yalnız nefis alı­nır. Manevî hayatın esası olan ru­ha nefis denmiştir. Nefis, kendini duyan, kendine ve kendindekine vicdanı olan, yani "ben" şuuruna sahip olan zat demektir.
Şeriat geleneğinde nefs ise, şehvet ve gazabın başlangıcı olan kuvvei nefsaniyye demektir. [83]

Nekâl:


Nekâl, caydırıcı, şiddetli ceza demektir. Caydırıcı ve önleyici olmadıkça her cezaya nekâl denmez.

Nekabu:


Gezip dolaştılar. "Tenkiyb" Aslında, bir şeyi araştırmak demektir. Şair der ki:
Ölüm korkusuyla ülkeleri incelediler. Yeryüzünde, dolaşılabilecek her yeri dolaştılar.[84]

Neqamu:


Ayıpladılar ve hoş görmediler.

Nekese:


Bîatı ve ahdi bozdu.

Nekîr:


Nekîr[85], hurma çekir­değinin üstündeki beyaz çukurcuğa denilir. Hurma fidanı bun­dan meydana gelir. Yangındaki ipliğe "fetil", çekirdeğe yapışık ince kabuğa da "kitmir" denilir. Bunlar ölçüler ve düşük miktarlar için kinaye olur. Türkçe'de çok ufak tefek için "nıkır" ve "kıtmır" tabiri kullanılır. [86]

Nekîr:


Nekîr, size inecek olan azabı inkâr edecek bir inkarcı.

Nektebis:


Aydınlanalım, yol bulalım.

Nemârik:


Nemârik, "Nemraqatun" kelimesinin çoğulu olup, kendilerine yaslanılan yastıklar manasınadır. Züheyr şöyle der:
Güzel yüzlü olgun ve genç insanlar olarak, sıra sıra dizilmiş divanlar
üzerindedirler ve yastıklara yaslanmışlardır.[87]

Nensehu:


"Gideririz" Nesh lügatte, iptal etmek ve gidermek demektir. Güneş ışınları gölgeyi giderdiğinde “Nesehati’ş-şemsu’z-zille” denilir. Istılahı mânâsı: Şer'î bir hükmü, yine şer'î başka bir hükümle değiştirmek ve kaldırmak demektir.

Nerâ:


Nerâ, dört şekilde tefsir edilir:
1. Bilmek
"Kendilerine ilm verilenler görür (bilir) ki..." [88]
"Allah'ın sana gösterdiği (Allah'ın sana Kur'ân'da öğrettiği /bildirdiği) şekilde insanlar arasında hük­metmen için..." [89]
"Ve bize menâsikimizi göster (öğret/bildir)!" [90]
"Allah'ın yedi semayı nasıl tabaka tabaka halkettiğini görmüyor (bilmiyor) musunuz?" [91]
"Acaba kâfirler görmedi (bilmedi) mi ki, sema­larla arz bitişik idi de..." [92]
2. Göz ile görmek
"Ne zaman görsen, sonra, görsen (cennette nereyi ve orada bulunanların hangisini gözünle görsen): na'îm..."[93]
"Onları (gözünle) gördüğün zaman cüsseleri acaibine gider." [94]
"Allah üzerine yalan söyleyenleri, yüzleri kararmış görürsün (gözünle görürsün)." [95]
3. Yaptıklarına bakmazmısın
"Elem tera (görmez misin) (yaptıklarına bak­maz mısın) kitaptan kendilerine nasib verilenlerin: cibt ve tağuta îmân ediyorlar." [96]
"Elem tera (görmez misin, yaptıklarına bakmaz mısın) sana indirilene ve senden önce indirilmiş olanlara îmân ettiklerini ileri sürenlerin: küfretmek­le emrolundukları tağuta muhakeme olmayı irade ediyorlar." [97]
4. Nebi'nin (s.a) görmediği geç­mişe ait herhangi bir şeye dair haber vermek:
"Elem tera (zorba Nemrud'a dair sana haber ve­rilmedi mi): Rabbi hakkında İbrâhîm ile mücadele eden?!" [98]
"Elem tera (sana haber verilmedi mi): Rabbinin ashâb-ı fil'e ne ettiği?!" [99]
"Fe-terâ: o kavm, orada yere yıkılmış..." [100]
Bu ifadeyle, onların durumundan haber vermekte­dir.
"Elem tera (sana haber verilmedi mi): Rabbinin Âd'a, yüksek direkli İrem'e neler ettiği?!" [101]
Yüce Allah bu buyruğuyla, fırtına ile onlara nasıl azâb ettiğini haber vermektedir. [102]

Nesfeân:


Mutlaka yakalarız. "Sef’" şiddetli ve kuvvetli bir şekilde çekmek demektir. Dilciler şöyle der: Bir kimse bir şeyi yakalayıp şiddetli bir şekil­de çektiğinde "Sefeat bi’ş-şey’i" der. "Atının yelesinden tutup çekti" mânâsına "Sefea bi’n-nâsiyeti feresehu" denir. Şâir şöyle der:
Onlar öyle bir kavim ki, feryat çoğaldığında, onların bir kısmını atlarını dizginleyenler, bir kısmını da atların yelelerinden çekenler olarak görürsün.[103]

Nesi'-Nisyan:

Nesi'[104] kelimesinin, söz­lük, örfî ve şer'î olmak üzere üç anlam alanı vardır.
Sözlükte nesi', hem masdar de sıfat olur. Öncelikle "nesai" "yensa" fiilinden "neseen", "veniseen", "venesiyeen" şeklin­de masdar gelir. Alış verişte vere­siye vermek demek olan "nesieh" kelimesi de bu masdardan türe­miştir. Bazı durumlarda arttırmak ve ertelemek ile ilişkili olur. Tehi­rin ya lazımı ya da melzumu olur. Mesela eceli te'hir ömrü uzatma­dır. Ama asıl manası "ertele­me" dir.
Nesi', bu erteleme manasın­dan meful manasında fail olarak "münsei" yani sonraki manasına sıfat olur. Maktul manasına katil gibi. Ayrıca fail olarak "erteleyen" anlamına da gelebilir. Şehîd, şâhid demek de olabilir. Meşhûd demek de olabilir.
Örfî anlamda, özel bir ayı te­hir etmek demek olduğu gibi er­telenen ayın ismi de olur. Araplar ayları ertelemek için bu kelimeyi kullanırlar. Ertelenen aylara "nesi ayı" denir. "Ennesîy" yani "nas'y" ismi, hesap yapan, ayları er­teleyen kişi demektir.
Şeriatte ise, Arap geleneğinde bulunan bütün nesi' çeşitlerinin batıl, geçersiz ve haram olduğu açıklanmıştır. Tevbe Sûresi'ndeki kullanımında da nesi'in bu yönü vurgulanmıştır. [105]
Nisyân, iki şekilde tefsir edilir:
1. Terketmek
"Andolsun, bundan önce Âdem'e 'ahid (yükümlülük) verdik de nesiy etti (ahdi/yükümlülüğü terketti)." [106]
"O halde tadın (azabı), bugününüze kavuşmayı nesiy ettiğiniz (unuttuğunuz, bugünüze kavuşacağı­nıza dair îmânı terkettiğiniz) için. Doğrusu Biz de si­zi nesiy ettik (unuttuk, azâb içine terkettik)." [107]
"Aranızdaki fadlı nesiy etmeyin (unutmayın, aranızda fadlı terketmeyin)!" [108]
"Âyetten neyi nesheder veya nunsihâ (onu insa edersek, onu neshetmeyip terkedersek/olduğu gibi bırakırsak)..."[109]
2. Unutulmayan/hatırdan gitmeyen ve ke­sintiye uğramayan (bilgi)[110]
"Sana okutacağız da nesiy etmeyeceksin (Biz onu muhafaza edeceğiz de sen onu unutmayacaksın/o senin hatırından çıkmayacak)." [111]
Doğrusu ben balığı nesiy ettim (balık hatırım­dan gitti/çıktı). Onu hatırlamamı, şeytandan başkası insa etmedi. [112]
"(Hızır'a dedi ki Mûsâ): "Nesiy ettiğimden (hatı­rımdan giden/çıkan şeyden) dolayı beni muahaze et­me!" [113]

Nesh:


Nesih, sözlükte, değiştirmek (tebdil etmek), yani bir şeyin yeri­ne başkasını geçirmek demektir. Nitekim Nahl: 16/111. ayetinde nesih, değiştirme/tebdil olarak ifade edilmiştir.
Bu mana ile, bazen o şeyin kendisine itibar edilir ki buna iza­le, iptal ve ilgi denilir. "Güneş göl­geyi nesh etti" demek, güneş göl­genin yerine geçti demektir. Buna izale ve iptal etti denilir. Hacc: 22/52 ayette "nesh" bu anlamdadır.
Bazen o şeyin yerinde itibar edilir ki, nitekim "nesahtü'1-kitab", kitabı istinsah eyledim, kitaptakini bir başkasına geçirdim, demektir. Yazıda nesih, mirasta münâsahe (varisin kendisine ka­lan mirası olmadan ölmesi) ruh­larda tenasüh tabirleri de bu an­lamdadır. Casiye: 45/29 ayetindeki nash da bu anlamdadır.
Sözlük açısından nesih; izale ve nakil manalarında müştereken kullanılır ise de her iki mananın esası da tebdil demektir.
Şer'î istilahda nesih; herhangi bir şer'î hükmün tersine sonradan diğer bîr şer'î delilin delalet etme­sidir ki, önceki hükmü ortadan kaldırıp değiştirmek demektir. [114]
Ne-sa-ha fi'il kökünden gelir. Sözcük anlamı "yok etmek, gidermek, değiştirmek'"[115] gibi manalar taşır.
Esasında "nesh" Arapların şu sözlerinden alınmıştır: "Güneş gölgeyi giderdi", "Rüzgar izleri gidererek onları sildi yok etti."[116]
Nesh'in ıstılah manası da, bir nassın hükmünü, daha sonra gelen bir nasla kaldırmaktır. Başka bir deyimle, şer'i bir hükmün, başka bir şer'i delille kaldırılması veya daha önceki tarihli bir nassın hükmünü, daha sonraki tarihli bir nass ile değiştirmektir.[117]
Nahl sûresi, 101. âyette ise "nesh" tebdil (değiştirmek) anlamında kullanılmıştır. Mealen şöyle buyrulmaktadır:
"Biz, bir âyeti diğer bir âyetin yerine nesh ederek getirdiğimiz zaman, dediler ki; "Sen ancak bir iftiracısın.''
Netice olarak diyebiliriz ki Kur'ân'ın bu kelimeye ka­zandırdığı yukarıdaki anlam, câhiliye döneminde bilinmemiştir.[118]

Neslehu:


Sıyırırız. "Seleha" Soymak ve sıyırmak demektir. Yüce Allah, "Fenselaha minhâ: Onlardan sıyrılıp çıktı"[119] buyurdu. Kasap, koyunun derisini soyup etinden ayırdığında yani deriyi yüzdüğü zaman "Seleha’l-cezzâru cildu’ş-şâti" denir.

Nestensihu:


Yazdırırız. Bir kimse bir şeyin yazılmasını ve tedvinini em­rettiğinde "İstenseha’ş-şey’e" denir.

Neşitat:


Neşitat[120], "neşt" veya "neşat"tan türemiş olabilir. Neşt, kuyudan kovayı kolaylıkla çek­mek anlamındadır. Türkçe'deki, "tereyağından kıl çeker gibi çek­mek" ifadesine tam karşılık gel­mektedir.
Bir düğümü hemencecik, ko­laylıkla usulcana çözmek, bir yer­den bir yere çıkmak manalarına da gelir. "Neşet" ise, gönül hoşlu­ğu, şenlik demektir. [121]

Neşr:


Arap dilinde bir şeyin yeniden diriltilmesi manasından alınmıştır. Bitkinin ortaya çıktıktan sonra, kuraklık sebebiyle kuruması ve tekrar yağmurun yağmasıyla ortaya çıkmasına da "neşr" denilir.[122]
İslâm'dan önceki dönemde bu kavramın kullanıldığını o dönemin şiirlerinde görmekteyiz. Mesela eş-Şaddah b. Ya'mer bir beytinde şöyle demektedir:
"O kavim de sizin gibi insanlardır. Başlarında saçları vardır. Öldükleri zaman dirilmezler."[123]
Ancak bu beyitte şairin maksadı net olarak anlaşıl­mamaktadır. Çünkü onu burada ahiret için dirilme değil de, kendi adamlarına cesaret vermek için, "ne korkuyorsunuz onlar öldürülünce tekrar canlanıp size saldıracak değillerdir" düşüncesi ile bunu söylemiş olabilir. Zira o dönem Arapları ahireti inkar ediyorlardı.[124]
Câhiliye döneminde kafirlerin "ba's" ve "neşr"i, ölü­nün dirilip tekrar hesap verme anlamında algıladıklarını, baştan beri böyle bir fikri benimsediklerini söylememiz mümkün değildir. Zira bu kelimeler, Araplar arasında benzer anlamlarda kullanıldıkları gerçeğiyle isbat edilebilir. "Neşr" kelimesi çok karakteristik bir kelimedir. Çünkü bu kelime açıkça kıyamet günüde dirilme anlamını ifade eder ve mahşer günü bununla anlatılır. Antara b. Şeddâd bir beytinde şöyle demektedir:
"Mahşer gününe dek anılacak bir anı.[125]
Neşr, Kur'ân'da da dirilmek anlamını ifade etmekte ve şöyle buyrulmaktadır:
"Doğrusu kafirler şöyle dediler: Dünyadaki ilk ölümümüzden başka bir şey yoktur. Biz tekrar dirilecek de değiliz. Sözünüzde samimi iseniz, atalarımızı diriltip getirin.[126]

Netebevveu:


Konaklarız. Bir kimse bir yere inip orada konakladığında "tebevvee’l-mekân" denir.

Netk:


Netk[127], bir şeyi şiddet­le cezbetmek demektir. Bunun so­nucu olarak, "bir şeyi yerinden koparıp atmak" anlamında tefsir edilir. Nitekim, erkekten zürriyeti çekip koparan rahime, "nâtık" denir. "Bakirelerle evlenin, onların rahimleri (ntk) daha cazibeli ve ağızları daha temizdir" hadisindeki ve Nisa: 4/154 ayetindeki bu anlamdadır.[128]

Neva:

Neva[129], çekirdek demek olan "nevat"ın çoğul ismi maka­mında cins isimdir. Nevat, yeni çekirdek ağaç tohumlarına karşı­lık gelir. Hab ise dane demektir ve ot tohumları için kullanılır. An­cak, ot ve ağaç ikisi de bitki oldu­ğundan, " nevat" ı tanenin içindeki bitkisel öz gibi düşünmek mana bakımından daha uygun olacak­tır. Buna "nevat" kelimesinin kü­çülmüşü olarak "nüveyye" de de­nilir. Fransızlar'ın "nuvayya" de­yiminin buradan alındığı sanıl­maktadır. [130]

Nezîr:


Nezîr, Münzir manasınadır. Sakınılması için korkunç şeyleri haber veren, insanları Allah'ın azabından korkutan uyarıcı demek­tir.

Nezr:


Nezr[131], ahid ve adak de­mektir. Nezr, bir kimsenin üzeri­ne vacib olmayan hayırlı bir işi kendine vacip kılarak "yapaca­ğım" diyerek taahhüt etmesidir. Öyleki kendilerine vacip olmayan iyi işleri yerine getirenler kendile­rine vacip olan işleri öncelikle ye­rine getirirler. [132]

Nifak-Münafık:


"Ne-fe-qa" fîil kökünden gelir. Bu fiilin manası "geçmek, tükenmek"dir. Nefak kelimesi de bu fiilden türeyip "tünel" anlamındadır. Tünel ise, bir ucundan girilip diğer ucundan çıkılan yoldur.[133]
İmruu'1-Kays, "nefak" kelimesini, tünel manasını akla getirecek şekilde gizli yol manasına alır ve şöyle der:
"Onları, (o) gürültülü bir gecede yağmurun ortaya çıkardığı gibi tünellerden dışarı çıkarmıştı.[134]
Görüldüğü gibi İmruu'1-Kays, burada "enfâk" kelime­sini maddi bir gizlilik yani, yuva manasında kullanmıştır. Bu kullanışın manevi mefhumlardan olan inanç ve akideyle ilişkisi yoktur. Nitekim Suyûtî, "münafık" isminin İslâm'la mana kazanan ve Kur'ân'la ortaya çıkan bir kavram olduğunu belirtir ve münafık'ın bu manasıyla daha önceden bilinme­diğini[135] söyler.
İbn Manzûr ise, az farklı bir yaklaşımla İslâm'dan önceki dönemde münafık'ın ancak lügat manasının bilindiğini fakat küfrünü gizleyip imanını izhar eden manasıyla bilinme­diğini ifade etmiştir.[136]
Anlaşıldığı üzere Suyûtî ile İbn Manzûr'un bu husus­taki görüşleri birbirine çok yakındır. Zira bu kelime aslı itibariyle tarla faresinden alınmıştır. Şöyle ki, bu hayvanın iki yuvası vardır. Bunlardan birine en-nafika, ikincisine de el-kasi'a adı verilir. Aynı zamanda birinin sathı (ağzı) yeryüzüne çok yakın olur. Derindeki yuvadan düşman geldiğinde, tarla faresi bu yufka topraklı yuvayı delerek kaçar. Şayet yukarıdaki yuvadan gelirse, bu sefer de daha derindeki yuvaya kaçmayı tercih eder. [137]
Nifak, zahiri olarak İslâm'ı kabul edip onunla amel etmemektir. Münafık ise, müslümanlardan korktuğu veya herhangi bir menfaat temini yahut müslümanların arasına fitne ve fesâd tohumu saçmak, dünyevî bir menfaat elde etmek için İslâm'a girdiğini söyleyen kişi veya ilk etapta İslâm'a gerçekten girip, daha sonra herhangi bir sebepten dolayı mürted olan, ancak irtidadını gizleyip, müslüman olduğunu iddia eden kişi demektir.[138]
Çok sisli ve engebeli bir kavram olan "nifak", esasında bir inanç sahtekarlığıdır. İnanıp inanmama nokta-i nazarından bir buhran, bir istikrarsızlık, ikiyüzlülük[139], bir kalp hastalığıdır.[140] Ve sanki onların durumu iki uç arasında gidip gelen bir deprenişe benzemektedir. Depremler sürekli olduğunda üzerinde hiçbir şeyi sabit ve yerleşmiş olarak bırakmaz. Nifak da itikadı anlamda ruhları gönülleri, dimağları, bedenleri sarsan, kalelerin temel taşlarını söküp havaya fırlatan, iyilik ve dürüstlük namına ne varsa hepsini adeta bir güve gibi yiyip bitiren veya en azından tamiri mümkün olamayan yaralar açan bir çalkalanma ve bir yıkımdır.[141]

Nikâh:


Nikâh[142], bir şeyi, bir şe­ye eklemek, katmak anlamından alınan, zinanın zıddı olarak cinsel birleşmeyi meşru kılan sözleşme demektir. Şer'an, kadının kadınlı­ğından yararlanma üzerine kuru­lan bir sözleşmedir. [143]

Nu’ammirhu:


Onun ömrünü uzatırız. "Ta’mîr" İhtiyarlık çağına varıncaya kadar ömrü uzatmak manasınadır.

Nukaddisu:


"Takdis ederiz" Takdis, temizlemek, demektir. "Arz-ı mukad­dese" ve "Ruhu'1-Kuds" terkiplerinde de bu manada kullanılmıştır. Bu ke­limenin zıddı tencis (pisletmek)tir. Allah'ı takdis etmek demek, onu yüceltme, ululama ve şanına lâyık olmayan şeylerle O'nu anmaktan uzak durma demektir. Müslim'in Sahih"inde şöyle rivayet edilmiştir: Rasulullah (s.a.v.) rükû ve sücudunda: O, çok tesbih edilen çok takdis edilen, meleklerin ve Ruh'un Rabbi'dir." derdi.[144]

Nükisu ala ruûsihim:[145]


Nekestuhu: Çevirdim, altını üstüne getirdim ... Üntükise: Çevrildi/döndürüldü. Yani nefislerine /benliklerine/vicdanlarına danıştıklarında doğruyu buldular ve doğru düşünce(ler) edindiler. (Ancak) sonra içinde bulundukları bu durumlarından döndürülüp çevrildiler. Ardından gerçeğe uymayan bir şekilde ve dikkafalılıkla/kendini beğenmişlik­le (Hz. İbrahim'e karşı) mücadeleye giriştiler. [146]
... İlk kavillerine/öğreti, görüş, doktrin ve düşüncelerine döndüler. Kutebî, "Yani konuşamadığını bildikleri şeye (put) geri döndürüldüler" demiştir. [147]
... Yani döndürüldüler. Bu; durumun aleyhlerine çevril­mesinden ya da önceki sapık düşüncelerine dönmelerinden ibarettir. [148]
Orijinal metin şu anlama gelir: "Başları üzerinde geri döndürüldüler." Bazı müfessirler bu ifadenin "utançtan başlarını önlerine eğdiler" anlamına geldiğini söylemişler­dir. Fakat bu yorum konunun bütünlüğüne ve metnin ifa­desine uymamaktadır. Bu ifadenin en doğru yorumu şu ol­sa gerek:
Kavmi, İbrahim'in cevabını düşündüklerinde, kendilerini kimin kırdığını bile söylemeye güç yetiremeyen güçsüz putları ilah edindikleri için hatalı olduklarını fark ettiler. Fakat hemen sonra düşüncelerini saptıran inatçılık ve cehalete kapılıp tekrar eski sapıklıklarına döndüler." [149]
Sonra inkarlarına, cehaletlerine ve dikkafalılıklarına (tekrar) döndüler.[150]... "Sonra tekrar eski inanç ve tartışmalarına döndüler" cümlesinde hoş bir istiare vardır. Onların haktan batıla dönmeleri, istiare yoluyla, kişinin başının aşağıya, ayakları­nın yukarıya gelecek şekilde dönmesine benzetildi [151]
"Nükisu ala ruûsihim" ifadesinin bu ayette mecazi anla­mıyla yer aldığı ve aslında "ruus"un somut anlamdaki re's ile/kafayla hiçbir ilgisinin bulunmadığı, aksine eski düşün­celer, inançlar, inkarlar, cehaletler, görüşler, tartışmalar vs. anlamına geldiği gayet açıktır. Bu realitenin Türkçe meal­lerde pek yankı bulmadığı görülmektedir.
Elmalı: ... yine tepeleri üstü ters döndüler ...
Çantay: Sonra (eski) kafalarına döndürüldüler.
Yine mücadeleye döndüler "Külliyat-ı Ebi'l-Bekaa"
D.İ.B.: ... kafalarında olan eski inançlarına dönerek...
Bilmen: ... başları üzerine döndürüldüler ...
Yavuz: ... yine eski kafalarına (akıllarına) döndüler ...
Davudoğlu : ... yine (eski) kafalarına döndürüldüler...
Ateş: ... yine eski kafalarına döndürüldüler ...
Bulaç: ... yine tepeleri üstüne ters döndüler ...
T.D.V.: ... tekrar eski inanç ve tartışmalarına döndüler ...
Y.Öztürk: ... yine kendi kafalarına döndürüldüler ...
Atay: ... kafalarındaki eski inançları depreşerek...
A. Öztürk: ... eski kafalarına döndüler ...
Koçyiğit: ... tekrar eski kafalarına dönmüşler ...
Hizmetli: ... eski kafalarına döndürüldüler ...
Varol: ... yine eski kafalarına döndürüldüler ...
Piriş: ... eski kafalarına döndüler ...
Çantay, D.İ.B., Yavuz, Davudoğlu, Ateş, T.D.V., Atay, A. Öztürk, Koçyiğit, Hizmetli, Varol ve Piriş'in mealleri; "eski kafalar, eski inançlar ve tartışmalar" şeklinde özetlenebilir. Bu mealler klasik ve çağdaş müfessirlerin yorumlarıyla örtüştüğü ve ifadedeki deyimsel temayı belirginleştirdiği için doğrudur. Bununla beraber "eski kafa" deyimi zaten Türk­çe'de de bulunmakta ve kişiye ait eski düşünce, inanç, an­layış vs.'yi sembolize etmektedir.
Elmalı, Bilmen, Bulaç'ın mealleri ise bizce, ayetin ulaş­tırmak istediği mesajı yansıtmamaktadırlar. "Tepeleri üstü ters dönmek" ve "başları üzerine dönmek" gibi mealler "ruus" kelimesinin malum somut anlamından vazgeçememenin doğurduğu hatalı ve nesnel şartlarda belki de anlamlı herhangi bir karşılığa tekabül etmeyen tercümelerdir
Y. Öztürk'ün "kendi kafalarına döndürüldüler" şeklin­deki meali de maksudu/hedefi belli olmayan bir tercüme­dir. Çünkü "kendi kafaları" tabirinin kompoze etmek iste­diği "kafa"nın niteliği bu haliyle belli olmamaktadır. Bu "kafa"mn "eski" mi "şimdiki" mi olduğu anlaşılmamakta­dır. Burada mahzuf bir "eski" kelimesinin bulunduğunu parantez açarak olmasa bile taksim çizgisiyle açıklayabilir­di.
Sonuç olarak bizce ayetin tercümesinin aşağıdaki şekil­lerde olmasında herhangi bir sakınca yoktur:
- Eski düşüncelerine döndürüldüler/döndüler.
- Eski inançlarına döndürüldüler/döndüler.
- Eski kafalarına döndürüldüler/döndüler.
- Eski sapıklıklarına döndürüldüler/döndüler.
- Özlerindeki ilk hallerine döndürüldüler/döndüler.
- Özlerine/ilk hallerine döndürüldüler/döndüler.
Örnek:
Sonra yine eski kafalarına/eski inançlarına döndüler. Sen gerçekten biliyorsun ki bunlar konuşmazlar (dediler).[152]

Nûh:


Nûh kelimesi Kur'ân'da, Hz. Nuh'un ismi olarak geçer. Alusî, "Nûh" kelimesinin Arapça olma­dığını, Arapça'ya sonradan girdi­ğini ifade etmiştir. Kirmanî'de, "Nûh" kelimesinin "sakin", anla­mına geldiği belirtilmiştir.
Hakim'in Müstedrek'inde, Nûh peygamberin asıl isminin Abdu'l-Caffâr olduğu, ancak çok nahva ve buka etmiş olmasından (çok ah çekip ağladığından) dola­yı kendisine "Nûh" denildiği kay­bedilmiştir. Bu rivayet gerçeği ifade etmemektedir. Müstedrek'te, Hz. Nuh'un Hz. İdrîs'ten önce yaşadığı ifade edilmiş, ancak çoğun­luk ulemaya göre Hz. Nûh, Hz. İdrîs'ten sonra yaşamıştır. [153]

Nukr:


Nukr; görülmemiş, korkunç, kötü demektir.

Nunekkishu:


Onu ters çeviririz. "Tenkîs" Bir şeyi baş aşağı çevirmektir. Bir şe­yi baş aşağı çevirdiğinde "Nekestu şey’en neksen" dersin, "Summe nukisu alâ ruusihim: Sonra yine eski kafalarına döndürüldüler"[154] âyetinde de bu mânâda kullanılmıştır.

Nunsihâ:


"Unuttururuz." Unutturmak mânâsına gelen insâdan geniş za­mandır. Aslı ise zikrin zıddı olan nisyandır. O âyeti kalplerden sileriz, demektir.

Nûr:


Işığın gözümüze teması anın­da iç alemle dış dünyanın karşı­laşmasında parlayan ve yayıldığı nesnelerin görüntüsünü ortaya çı­karan saf ve latif tecellisine "nûr" denir. Nûr[155], ışığın özel bir görüntüsü olması hasebiyle ışık­tan farklı olsa da bazan ona karşı­lık olarak kullanılır.
O halde nûr, güzel bir tecelli ayeti olan latif/ince bir ışık tecellisidir. Bu nedenle sürekli olarak övgü amacıyla kullanılır. Karanlı­ğın karşıtı olan nûr, Râgıb'ın de­diği gibi ışık kavramından daha kapsamlıdır. Işığa, ışığın kırılma­sına, yansımasına nûr dendiği gi­bi, gerek duyusal, gerek akılla il­gili bütün karanlıkların zıddı ola­rak vicdanî basirette ortaya çıkan, afakî ve enfüsî tecelliyatın tümü­ne de nûr denilir.
Nûr kelimesi sözlükte, Gü­neş, Ay, ateş gibi yoğun cisimlerin dışlarına taşan nitelik ve özellikler için kullanılır. Bu özelliklerin, bu durumun, şeref ve değerinin hissedilmesi, görünen şeylerin açık ve parlak olması itibariyledir. Nûr kelimesi, gören göz nuru olarak adlandırılıp "gözümün nu­ru", "filanın gözünün nuru zayıf­ladı", ayrıca kör için, "gözünün nurunu kaybetti"  denilir. Buna göre insanın bir basarı bir de basi­reti vardır. Basar, ışığı ve renkleri algılayan dış gözdür. Basîret ise akıl yeteneğidir. Her iki idrak de idrakın ortaya çıkmasını gerekli kılar. Dolayısıyla bunun ikisi de nurdur.
Nûr kelimesinin anlamı gör­meden çok akletmeye daha ya­kındır. Bununla birlikte aklın nur­ları da tümüyle kusursuz değil­dir. Gerçekten akıl ve basîret gö­zünde Kur'ân ayetleri basar gö­zünde güneş nuru gibidir. Güneş ışığına nûr denildiği gibi Kur'âna da nûr ismi verilir. [156]
Nûr, on şekilde tefsir edilir:
1. İslâm dîni
"Allah'ın nurunu (dinini) ağızlarıyla söndürmeyi irade ediyorlar. Allah ise nurunu (dînini) tamamlamaktan (muzaffer/üstün kıl­maktan) başkasını istemez." [157]
"Allah dilediği kimseyi nuruna (dînine) hidâyet eder." [158]
"Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmeyi irade ediyorlar. Allah ise nurunu tamamlayacaktır." [159]
2. İmân
"Kendisine, insanlar içinde onunla yürüyecek bir nûr (kendisiyle hidâyet bulacağı bir îmân) kıldığımız /yaptığımız kimse..." [160]
"Sizin için kendisiyle yürüyeceğiniz bir nûr (hidâyet bulacağınız îmân) kılsın/yapsın..." [161]
"Onları zulumâttan nura (küfürden îmâna) çıka­rır." [162]
3. Hudâ/hidâyet
"Allah semaların ve arzın nurudur (hadisi, yol göstericisi/rehberidir). Nurunun (hidâyetinin (yolgöstermesinin /rehberliğinin) meseli..." [163]
4. Nebi
"Nûr üstüne nurdur (nebi neslinden gelen nebi­dir.)" [164]
5.  Gündüzün ışığı/aydınlığı
"Zulumâtı/karanlıkları ve nuru (gündüzün ışığı­nı/aydınlığını) yapmıştır." [165]
6. Ayın ışığı /aydınlığı
"İçlerinde qameri bir nûr (ayı, semadakiler ve yerdekilerin kendisi ile aydınlandığı bir ışık) kılmıştır/yapmıştır."[166]
"Münîr bir qamer (yeryüzündekiler için aydın­lık/ışık saçan bir ay)..." [167]
7. Allah'ın Kıyamet Günü Sırat üzerinde mü'minlere vereceği ışık[168]
"Sa'y edecek önlerinde onların nurları (Allah'ın mü'minlere Sırat üzerinde vereceği ışık)..." [169]
"(Münafıklar Sırat üzerinde onlara diyecek ki): "Bize bakın da nurunuzdan iktibas edelim" (ışığını­zın aydınlığında yürüyelim)." [170]
"Onların nurları (Allah'ın Sırat üzerinde mü'minlere vereceği hidâyet) sa'y edecek önlerinde..." [171]
8. Tevrat'taki helâl, haram, hükümler ve mev'ızeler
"Şüphesiz Tevrat'ı Biz indirdik; onda bir hidâyet ve bir nûr (helâlin, haramın, emr ve nehyin beyanı -ki bu, karanlıktaki ışık mesabesindedir) vardır." [172]
"De ki: "Musa'nın (insanlar için bir nûr ve hidâyet ol­mak üzere) getirdiği (karanlıkta ışık mesabe­sinde olan, helâl ve haramı, emr ve nehyi beyan eden) o kitabı (Tevrat'ı) [173] kim indirdi?" [174]
"Andolsun ki Biz Mûsâ ve Harun'a vermiştik bir furkân, bir ziya [175] (ışık)..." [176]
9. Furkân/Kur'ân’daki helâl ve hara­mın beyanı
"O halde Allah'a, O'nun Rasûlü'ne ve indirdiğimiz nu­ra (karanlıkta ışık mesabesinde olan; helâlin, haramın, emr ve nehyin beyan edildiği Kur'ân'a) îmân edin!" [177]
"Ve o'nun beraberinde indirilen nura (Nebi'nin (s.a) beraberindekine: onda bulunan ve karanlıktaki ışık mesabesinde olan beyana) tâbi olanlar..." [178]
10. Mübarek ve yüce Rabbimizin nuru
"Arz Rabbinin nuruyla aydınlanacak." [179]

Nusb:


Nusb[180], meşakkat, be­dende zahmet, azabda elem, mal ve evlat acısı demektir. [181]

Nusebbihu:


"Tesbih ederiz" Tesbih, Allah'ı kötülükten uzak tutmak ve ten­zih etmektir.[182] Bu kelime koşmak, gitmek ve yüzmek manalarına gelen sebh kelimesinden türemiştir. "Zira gündüz vakti senin uzun boylu koşuşturman (meşguliyetin) vardır"[183] mealindeki âyette de bu manada kul­lanılmıştır. Tesbih eden kimse, Allah'ı tenzihe koşan kimse demektir.

Nusub:


Nusub, mansub (dikil­miş) manasına tekildir veya "nisab"ın veyahut "nusbe"nin çoğu­ludur. "Nusub"un çoğulu da "ensâb"dır.
Bazı müfessirler bunu "asnâm" (putlar) diye tefsir etmişler­dir. Ancak bazı müfessirler, "asnâm" ile "ensâb" arasındaki farka işaret ederek; "Asnâm resimli ve nakışlı putlar, nusub ise dikili taş­lardan olan putlardır. Nakışlı ve­ya resimli olması şart değildir. Vesen gibidir." demişlerdir.
Nitekim Peygamberimiz, hu­zuruna boynunda haç ile giren Adiyy bin Hatim'e "Boynundaki şu putu (vesen) at." buyurmuştur. Demek ki, nusub, evsen (putlar) kabilinden hürmet için konulan taşlardır. Zamanımızda buna "akide" derler. Bunlar tek parça bir taştan olacağı gibi, birçok taşın birleşmesiyle de meydana gelebi­lir getirebilir. "Ensâb" birçok nu­sub demektir.

Nüsük


Kur'ân'da 7 âyette çeşitli sigalarıyla geçmektedir, kelimenin asıl manası ibadettir. "Nüsük", gümüşün eritilip kalıba dökülmesidir. Gümüşten kalıba dökülen her parçaya "nesîke" denir. Bu kelimenin müfredi olan, "en-nesike" Arap dilinde Allah rızası için boğazlamak, kurban etmek ve ibadet et­mek"[184] manalarını ifade etmektedir. Bu lafzın aslı "temizle­mek ve yıkamak" manasında olan "el-ğasl" den alınmıştır.
Nefsini günah kirlerinden temizleyip ibadete veren kişiye de "nâsik" adı verilir. Bunun sebebi de, sanki ibadet yapan kişi, bu ibadetiyle, günahlarını ve manevi kirlerini temizlemiş olmaktadır.[185]
İbn Manzûr'un naklettiğine göre Sa'lebe "nâsik" nedir? diye sorulmuş; Bunun üzerine o, "nâsik" kelimesinin "gümüşün kalıba dökülüp arıtılması" ameliyesinden alındığını açıklamış ve buradan da "nâsik" in "nefsini günahlardan temizleyene ve Allah'a has kılana verilen bir isim olduğunu"[186] belirtmişti.
İslâm'dan önceki dönemde bu kelime, "boğazlanan hayvanın" adıydı. Nitekim o, dönem şairlerinden, Zuheyr b. Ebî-Sulmâ bir şiirinde şöyle der:
"(Doğan) onu (bağırtlak kuşunu), kurbanların, başını kana buladığı kurban taşı gibi bırakarak gözetleme kayasının tepesine uçup gitti.[187]
"Nüsük" kelimesinin Kur'ân'daki manalarını kısaca şöyle özetlememiz mümkündür:[188]
Kurban kesmek anlamında; (Oruçdan, ya sadakadan yahud da kurbandan (biriyle) fidye vacip olur).[189]
Umumî ifadeyle ibadet tarzları; “De ki; Şüphesiz benim namazım da, ibadetlerim de...”[190]
Hacc'ın gerekleri anlamında; “hacc'a ait ibadetlerinizi bitirince..."[191]
Netice olarak câhiliye döneminde "kurban" manasında kullanılan bu kelime, İslâmî dönemle beraber gelişerek daha farklı bir boyut kazanmıştır. Sanki Allah yolunda ibadet eden kişi, kendisini O'nun yoluna kurban edebilecek bir durum içerisine girmiştir. Dolayısıyla da bu kişiye "nasik" denmiştir. Bu, kelimenin manasına mecazî bir yaklaşımdır. Bundan başka hakikat olarak, kurban kesmek anlamına gelir. Son olarak da, ibadet tarzları ve haccın gereklerini içine alır olmuştur.[192]

Nuşûr-Neşr:


Nûşûr; "Neşr" in mastarıdır. Ölü, dirildiğinde "Neşera’l-meyyitu" denilir. A'şâ şöyle der:
İnsanlar gördükleri şeylerden dolayı, "dirilen ölüye hayret!" deyinceye kadar.
Nuşûr, "neşr" gibi zan geçişli bazan geçişsiz olur. Geçişli olursa bir şeyi açıp yay­lak manasına gelir. Dilimizdeki "neşr", "neşriyat ve "menşur" bu anlamdadır. Bunun geçişsizine "intişar" denilir ve ölmüş bir şe­yin dirilip kalkması manasınadır. Kur'ân'da "nüşûr" genellikle bu anlamda geçmektedir. Geçişlisine de "inşar" denilir. "Enşernâ bihi beldeten meyte" gibi. Yayılma an­lamına gelmekle birlikte "diril­me" demektir. [193]
Nüşür, dört şekilde tefsir edilir:
1. Hayat, canlılık
"O, semadan (yukarıdan/bulutlardan) belli bir ölçü ile su indirendir. Onunla ölmüş bir beldeyi neşrettik (ölmüş bir beldeye canlılık/hayat verdik). İşte siz de böyle çıkarılacaksınız." [194]
"Allah odur ki, rüzgârları gönderir de bir bulut kaldı­rıp onu ölmüş bir beldeye sevkeder, derken ona ölü­münün ardından hayat verir. İşte nüşûr da böyledir (ölü toprağın su ile canlanıp bitkiler bitirdiği gibi, siz de ölümünüzün ardından dirileceksiniz/ha­yat bulacaksınız)." [195]
2. Ba's: diriliş/diriltiliş
"Onlar ne ölüme, ne hayata, ne de nüşûra mâlikler (onlar ne de diriltmeye: Ölüleri diriltmeye kadirler)." [196]
"Arzdan ilahlar edindiler; onlar mı neşredecekler (arzdan ölüleri onlar mı diriltecekler)'?!" [197]
"Ve nüşûr (ölümün ardından diriltilmek suretiyle dönüş) O’nadır." [198]
"Hayır, onlar nüşûr ümit etmiyorlar (ölümden sonra diriltilmekten haşyet duymuyorlar)." [199]
3. Yaymak/yayılmak
"Ve rahmetini (yağmuru) neşredendir (yayandır)." [200]
"Rabbiniz size rahmetinden neşretsin (rızkını si­ze yaysın)." [201]
"Ve O ki, rahmetinin önünde rüzgârları neşrediciler (nuşran) (rüzgârları ve bulutları yağmur için yayıcılar) olarak göndermekte..." [202]
"O ki, rahmetinin önünden rüzgârları müjdeleyici olarak gönderir. Nihayet bunlar yüklü bulutları kaldırdıklarında Biz onları ölmüş bir beldeye sevkederiz de ona su indiririz, derken onunla ürünün her türlüsünden çıkarırız, işte ölüle­ri de böyle çıkaracağız. Gerektir ki tezekkür edersiniz ."[203]
"...ve rahmetinin önünde rüzgârları neşredicilet (nuşran) [204] (rüzgârları ve bulutları, yağmur için yayıcılar) olarak gönderen mi?!" [205]
"...sonra, beşer olup intişar ediyorsunuz (yayılı­yorsunuz)." [206]
4. Dağılmak/ayrılmak
"...yemeği yediniz mi hemen intişar edin (dağı­lın)!" [207]
"Artık o salât tamamlandımı arzda intişar edin (dağılın)!" [208]
"Gündüzü de bir nüşûr (onda rızık aramak için dağıldıkları bir vakit) yaptı." [209]

Nuşûz:


Nuşûz[210], yükseklik ve tümseklik anlamından kaynakla­narak, kadının kocasına kafa tu­tup, isyankâr bir davranış içine girmesidir. Kendisini kocasından üstün görerek ona itaati bırakma­sıdır. [211]
Nüşûz, dört şekilde tefsir edilir:
1. Kadının kocasına isyan/itaatsizlik et­mesi
"Nüşûzlarından korktuğunuz (kocalarına is­yan/itaatsizlik ettiklerini bildiğiniz) kadınlara nasi­hat edin, (isyandan/itaatsizlikten vazgeçmezlerse) onları yataklarında yalnız bırakın, (yine vazgeçmez­lerse) onları dövün. Size itaat ettikleri takdirde artık aleyhlerine bir yol aramayın! Şüphe yok ki Allah çok yücedir, çok büyüktür." [212]
2. Kocanın eşlerinden birini di­ğerine/diğerlerine tercih etmesi
"Şayet bir karı, kocasının nüşûzundan yahut yüz çevirmesinden korkarsa (diğer kadınlarını kendi­sine tercih ettiğini bilirse), sulh yolu (mal) ile sulh yaparak aralarını düzeltmelerinde kendileri için bir günah yoktur."[213]
3. Ayağa kalkmak için doğrulmak
"Size, "Ünşuzû" (doğrulun, oturduğunuz yerden kalkın) denildiğinde, fenşuzû (hemen oturduğu­nuz yerden doğrulup kalkın)..." [214]
4. Hayat vermek/canlandırmak
"Kemiklere bak: onları nasıl nüşûz ediyoruz (hayat veriyoruz)." [215]

Nutk:


Nutk, bir düşünceyi ifade için Seslenilen ve çoğunluğu dille çıkarılan, bu nedenle dil, lisan, sözlük de denilen tekil ve birleşik geçerli olan sözlerdir. "Adem'e isimleri öğretti"[216] kuralı ile insana özgüdür. Nutkun iki bariz özelliği var­dır. Biri sözlü delalet, diğeri vaz'î delalet. Bu ikisinden yalnız birisi düşünülerek benzetme veya mecaz yoluyla nutuk denilişine de çok rastlanır.
Örneğin hiç ses çıkarmadan yazı gibi özel işaretler kullanıla­rak bir şey anlatmaya mecazî nu­tuk denilir. "Bu kitap gerçeği nutk eder"[217] âyeti, gibi. Güverci­nin ötmesine "natakati'1-hamâme", udun çalmasına "natakate'l-ûdu" denilmiştir.

Nuzl-Nüzul:

Nüzul, ziyafet ve ikram demektir. Nuzl, bir misafire ilk geldiğinde ikram edilmek üzere hazırlanan yiyecek, içecek ve di­ğer hediyelerdir ki, Türkçe'de bu­na "konukluk" denir. Nuzl, misa­fir gelir gelmez ikram için sunu­lan şey, ziyafet, ikram demektir.



[1] el-Keşşaf, 1/11
[2] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 246-247. (6200-6206)
[3] Kalem: 68/2, Tekasür: 102/8.
[4] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 247-248. (5777, 6059)
[5] İnşirah: 94/3.
[6] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 248. (5917)
[7] Maide: 5/12.
[8] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 248. (1599)
[9] Maide: 5/59.
[10] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 249. (1723)
[11] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 249. (5452)
[12] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/15.
[13] Tâ-Hâ: 20/10
[14] Neml: 27/7.
[15] Kasas: 28/29.
[16] Mâide: 5/64
[17] Bakara: 2/24
[18] Tahrîm: 66/10
[19] Buruc: 85/3. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 284-285.
[21] İhlas: 114/1.
[22] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 249. (223)
[23] Al-i İmran: 3/52.
[24] Al-i İmran: 3/52.
[25] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 249-250. (374, 1611,1619,1769, 2511)
[26] Bahr, 7/481
[27] Bakara: 2/48
[28] Duhân: 44/41
[29] Şu'arâ: 26/93
[30] Saffat: 37/25
[31] Haşr: 59/11
[32] Haşr: 59/12
[33] Muhammed: 47/7
[34] Hacc: 22/40
[35] Al-i İmrân: 3/126
[36] Enfâl: 8/10
[37] Bakara: 2/250
[38] Âl-i İmrân: 3/147
[39] Şûrâ: 42/41
[40] Muhammed: 47/4
[41] Kamer: 54/10.
[42] Kurlubî, 18/199
[43] Nâzi'ât: 79/1.
[44] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 250. (5552-5553)
[45] İsrâ: 17/83
[46] En'âm: 6/26
[47] Tâ-Hâ: 20/42. Birinci açıklama ile ikinci açıklama arasında, maddenin kökü ve anlamı itibariyle farklılık bulunmaktadır. İlkinin kökü nun-hemze-ye olup "uzak kalmak"; ikinci maddenin kökü ise vav-nun-ye olup "zayıflık/zaaf manasındadır. Üstad Muhammed Fuad Abdu'l-Baki de el-Mu'cemu'l-Müfehres li-Elfâzı'l-Qur'âni'l-Kerîm adlı eserinde birinci anlamı nun-hemze-ye kökünde, ikinci anlamı da vav-nun-ye kökün­de vermiştir.
[48] Kasas: 28/76. Burada bahis konusu olan lafız ise, hem bir önceki Tâ-Hâ: 20/42'dekinden, hem de birinci açıklamada verilen örnek­lerden kök itibariyle farklıdır. Çünkü burada kullanılan tenûu [ağır gelirdi] kelimesinin kökü nun-vav-hemze harfle­ridir. Dolayısıyla kök itibariyle de, anlam itibariyle de ön­cekilerden farklıdır. (Çeviren) Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 342-343.
[49] İsra: 17/83; Fussilet: 41/51
[50] Zemahşeri, Keş­şaf, 1997,c.2,s.645.
[51] Semerkandi, B. Ulum, 1996, c. 2 s. 343.
[52] îsfahani, Müfredat, tsz-, 510.
[53] Nisaburi, Burhan, 1996, c. 2 s. 20.
[54] Zuhayli, Veciz, 1996, s. 483..
[55] Sabuni, Sajvet, 1995, c. 3 s.402.
[56] Abdulcelil Bilgin, Kur'an'da Deyimler ve Kur'an'ın Anlaşılmasındaki Rolü, Pınar Yayınları, İstanbul, 2003: 173-175.
[57] Nebe’: 78/15.
[58] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 250. (5373-5374)
[59] Râgıb, Müfredat, “Nebe’e” maddesi.
[60] Nisa: 4/83.
[61] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 251. (1403)
[62] Bakara: 2/61, 246, Maide: 5/27.
[63] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 251. (370)
[64] el-İsfahânî, a.g.e., s. 733, krş. Jeffery, a.g.e., s. 276, 277.
[65] el-Huzelî, a.g.e., 1, 129.
[66] el-İsfehânî, a.g.e., s. 733. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 39.
[67] Kurtubî, II/40
[68] Beled: 90/10.
[69] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 251-252. (5836-5837)
[70] Necm: 53/1.
[71] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 252. (4569-4570)
[72] Târık: 86/3
[73] Nahl: 16/16
[74] Sâffât: 37/88
[75] Necm: 53/1
[76] Vâkıa: 56/75
[77] Rahmân: 55/6. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 355-357.
[78] Kehf: 18/34.
[79] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 253. (5398)
[80] Kurtubî: 20/257
[81] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 253. (6382-6383)
[82] Al-i İmran: 3/185
[83] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 253-254. (223, 1244,4127)
[84] Kurtubî, 17/22
[85] Nisa: 4/124.
[86] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 254. (1476)
[87] Rûhu'l-meâni, 30/115
[88] Sebe': 34/6
[89] Nisâ: 4/105
[90] Ba­kara: 2/128
[91] Nüh: 71/15
[92] Enbiyâ: 21/30
[93] İnsan: 76/20
[94] Münâfîkûn: 63/4
[95] Zümer: 39/60
[96] Nisâ: 4/51
[97] Nisâ: 4/60
[98] Bakara: 2/258
[99] Fîl: 105/1
[100] Hâkka: 69/7
[101] Fecr: 89/6-7
[102] Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 302-304.
[103] Bahr, 8/491
[104] Tevbe: 9/37.
[105] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 254-255. (2528-2535)
[106] Tâ-Hâ: 20/115
[107] Secde: 32/14
[108] Bakara: 2/237
[109] Bakara: 2/106
[110] Ancak bu anlamda kullanılması, unutmayı nefyeden bir edat veya bir mana ile birlikte sözkonusu olur. (Çeviren)
[111] Ala: 87/6
[112] Kehf: 18/63
[113] Kehf: 18/73. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 306-307.
[114] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 255-256. (459-461)
[115] el-İsfahânî, a.g.e., s. 746.
[116] es-Sedûsî, Katâde b. De’ame, Kitâbu'n-Nâsih ve'l-Mensûh (nşr. Hatim Salih), Beyrut, 1988, s. 6.
[117] el-Curcânî, a.g.e., s. 140,
[118] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 162-163.
[119] A'râf: 7/175
[120] Naziat: 79/2.
[121] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 256. (5554)
[122] İbn Manzûr, a.g.e., V, 207.
[123] Ebû Temmâm, a.g.e., I, 60
[124] Izutsu, Kurân'da Allah ve İnsan, s. 86.
[125] Antara, a.g.e., s. 152.
[126] Duhân: 44/34-36. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 149-151.
[127] A’raf: 7/171.
[128] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 256. (2320-2321)
[129] En’am: 6/95.
[130] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 256. (1986-1987)
[131] Kıyamet: 76/7.
[132] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 256-257. (5504)
[133] el-İsfahânî, a.g.e., s.766; Jeffery, a.g.e., s. 272.
[134] İmruu'1-Kays, a.g.e., s. 55.
[135] es-Suyûtî, a.g.e., 1, 301. :
[136] İbn Manzûr, a.g.e., X, 35.
[137] Küçükkalay, Hüseyin, Kur'ân Dili Arapça, Konya, 1969, s. 163.
[138] Konuyla ilgili geniş bilgi için bkz. el-Meydânî, a.g.e., I, 53.
[139] Nisa: 4/142, 143.
[140] Bakara: 2/10.
[141] Kılıç, a.g.e., s. 27. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 86-88.
[142] Bakara: 2/221.
[143] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 257. (770)
[144] Müslim, Salât 223
[145] Enbiya: 21/65.
[146] Zemahşeri, Keşşaf, 1997, c.3 s. 125-126.
[147] Semerkandi, B. Ulum, 1996, c. 2 s. 450.
[148] Mülekkin, Garib, 1987, s. 256.
[149] Mevdudi, Tefhim, 1986, c. 3 s. 286.
[150] Zuhayli, Veciz, 1996, s. 328.
[151] Sabuni, Safvet, 1995, cA s. 96.
[152] Abdulcelil Bilgin, Kur'an'da Deyimler ve Kur'an'ın Anlaşılmasındaki Rolü, Pınar Yayınları, İstanbul, 2003: 183-186.
[153] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 257. (5367-5368)
[154] Enbiyâ: 21/65
[155] Nûr: 24/35.
[156] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 257-258. (3513,3517)
[157] Tevbe: 9/32
[158] Nûr: 24/35
[159] Saff: 61/8
[160] En'âm: 6/122
[161] Hadîd: 57/28
[162] Bakara: 2/257
[163] Nûr: 24/35
[164] Nûr: 24/35. Bu iddia, son derece keyfî olup, hiçbir delile dayanmamak­tadır. Ayetin tamamı okunduğunda, bu kendiliğinden anla­şılır. Ayrıca, "nebi neslinden" olmanın -İbni Nûh örneğinde olduğu gibi- tek başına hiçbir önemi yoktur. (Redaktör)
[165] En'âm: 6/1
[166] Nûh: 71/16
[167] Furkân: 25/61
[168] Bu nûr'un, Sırat üzerinde verileceği iddiası mesnetsizdir. (Redaktör)
[169] Hadîd: 57/12
[170] Hadîd: 57/13
[171] Tahrîm: 66/8
[172] Mâide: 5/44
[173] Kur'ân'ın hiçbir âyetinde, "Tevrat'ın Mûsâ'ya/Mûsâ'ya Tev­rat verildiği" yahut "Musa'nın Tevrat'ı getirdiği" ifade edil­memiştir. (Redaktör).
[174] En'âm: 6/91
[175] Âyette, açıklama konusu olan nûr lafzı geçmemektedir-(Çeviren).
[176] Enbiyâ: 21/48
[177] Teğâbün: 64/8
[178] A'râf: 7/157
[179] Zümer: 39/69.
[180] Sad: 38/41.
[181] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 258. (4100)
[182] Talha b. Ubeydullah şöyle rivayet etmiştir: "Subhânellah'ın tefsirini Rasulullah (s.a.v.)'a sordum. Şöyle cevap verdi: "O, her türlü kötülükten Allah' ı (c.c.) tenzih etmektir."   Kurtubi, I/276
[183] Müzzemmil: 73/7
[184] el-Kurtubî, a.g.e., II, 386.
[185] ag.e., II, 332.
[186] İbn Manzûr, a.g.e., X, 499.
[187] Zuheyr, a.g.e., s. 178.
[188] Konuyla ilgili bkz., 'Ûde, a.g.e., s. 241.
[189] Bakara: 2/196.
[190] En'am: 6/162.
[191] Bakara: 2/200.
[192] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 51-53.
[193] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 258-259. (3569)
[194] Zuhruf: 43/11
[195] Fâtır: 35/9
[196] Furkân: 25/3
[197] Enbiyâ: 21/21
[198] Mülk: 67/15
[199] Furkân: 25/40
[200] Şûrâ: 42/28
[201] Kehf: 18/16
[202] Furkân: 25/48
[203] A'râf: 7/57. Hafs ve Asım kelime­yi, buşran [müjdeci], İbn Amir ise nuşran [yayıcı] şeklinde okumuşlardır.
[204] Hafs ve Asım buşran [müjdeleyici]'; İbn Âmir ise nuşran [yayıcı] şeklinde okumuştur. [(Mukâtil b. Süleyman da nuşran kıraatini tercih ettiği için anlam ona göre verilmiştir. (Çeviren)].
[205] Neml: 27/63
[206] Rûm: 30/20
[207] Ahzâb: 33/53
[208] Cuma: 62/10
[209] Furkân: 25/47. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 265-268.
[210] Nisa: 4/34.
[211] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 259. (1351)
[212] Nisâ: 4/34
[213] Nisâ: 4/128
[214] Mücâdele: 58/11
[215] Bakara: 2/259. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 357-358.
[216] Bakara: 2/3.
[217] Casiye: 45/29.