PSİKOLOJİK ETKENLER
Pek çok davetçinin davet yolundan saparak nahoş bir şekilde köşesine çekilmesine yahut da korkunç bir sapmaya sürükleyen en önemli sebeplerden bir tanesi de psikolojik etkenlerdir. Nice davet-çiler vardır ki hastalığı sebebiyle köşesine çekilmiş, hareket içerisindeki bazı şahıslarla olan şahsi kırgınlığı yüzünden hareketten uzaklaşmıştır. Yine niceleri de bazı zorluklar ve olaylar sebebiyle, hayatın sunduğu aldatıcı güzelliklerden etkilenerek ya da etrafında davet adına yapıları çalışmalardan ümitsizliğe düşerek davasından uzaklaşmıştır! ..
İşte davetçileri davet yolundan alıkoyan bu ve buna ben zer etken ve sebeplere bağlı olarak psikolojik etkenler engeli şu hastalıklar altında özetlenebilir:
A- Hastalıkla ilgili etkenler
B- Aşırı heyecanla ilgili etkenler
C- Bela ve musibetlerle ilgili etkenler
D- Aldatıcı (fitneye düşürücü) etkenler
E- Ümitsizlikle ilgili etkenler
Şimdi bu beş noktanın her birini sırasıyla açıkladıktan sonra bunların tedavisine geçeceğiz. Hedefimiz Allah'ın (c.c.) rızasına ulaşmaktır. O'ndan yardım diler, başarıyı da yalnızca O'ndan bekleriz.[1]
A) Hastalıktan kaynaklanan etkenler
Bir davetçinin hasta olması, bazı bedeni afetlere duçar olması cok tabidir. Yine bu davetçinin hastalıktan sonra kuvvetini toplamak, sıhhatine tamamen kavuşarak yine normal sağlıklı haline dönmesi için belli bir dönem istirahat etmesi de çok doğaldır. Tabi olmayan şey ise iyileştikten sonra da hastalığını ve güçsüzlüğünü bahane ederek cemaati tarafından kendisine yüklenecek vazife ve sorumluluklardan kaçmasidır. Kişinin geçirdiği ameliyat ya da müzmin, tehlikeli bir hastalık sebebiyle İslâmi çalışmaların dışında kalmak istemesi ne mantıken, ne de şer'an doğrudur. Nice davetçi-ler vardır ki geçirdiği hastalık ya da herhangi bedeni bir sakatlık sebebiyle İslâm uğruna çalışmaktan vazgeçmişlerdir. Yine nicelerinin, Allah hastalıklarına şifa sakatlıkların afiyet ve sıhhat verdikten sonra bile, şeytan İslâmi çalışmayı ve davet meydanından uzaklaşmayı onlara hoş göstermiştir. Bence bu çeşit davetçiler iman hakikatini gerçekten kalplerine yerleştirmiş Allah'ın omuzlarına yüklemiş olduğu dava yükünü hakkıyla hissetmiş olabilselerdi, hastalık ve benzeri özürler ileri sürerek böyle bir konuma düşmezlerdi.
Biz asrımızda öyle dava adamlarına şahit olduk ki, onlar ölümcül hastalıklar sebebiyle davet ve cihat yolunda yürümekten aciz kaldıkları, gençlerle bir araya gelip onları terbiye etmeye güç yetire-medikleri ölüm döşeğinde oldukları bir demde dahi tembelliğe atalete razı olmamışlar, gençler için kitaplar, broşürler, davet ile ilgili meseleleri görüşmeleri ile alakalı ya da bir yöneticiye emri bil ma'ruf ve nehyi anil münkeri içeren, Allah ve Rasulünün öğütlerini kapsayan mektuplar yazmaktan geri kalmamışlardır. Zira Allah'a davet onların kalplerine öyle yer etmiş, İslâmi çalışma benliklerini öylesine kuşatmıştır ki, ne sıhhat ne de hastalık, onlan davaları için gayretten alıkoyabilmiş, ne kolaylık ne de zorluk onlara sorumluluklarını unutturabilmiş, ne bir musibet ne de rahatlık onları Allah yolunda cihad etmekten alıkoyabil mistir. İşte bu vasfa sahip olan insanlar müslüman nesilleri harekete geçirecek, İslâm gençleri için örnek olabilecek lider kadrosudur. İşte onlar gayret ve samimiyetle-riyle Allah'a davet eden gerçek davetçilerdir.
Suriye'deki İslâm davasının önde gelen simalanndan biri olan Mustafa Sibai Hazretlerine Allah (c.c.) rahmet eylesin. Ömrünün son beş yılından daha fazlasını felçli olarak geçirmesi onu İslâmi çalışmalarından alıkoyamamıştır. Bu durumu ölünceye kadar devam etmiştir. Bu müzmin ölümcül hastalık ne davasını tebliğden ne de gençleri yetiştirmekten alıkoyabiîmiştir... Böyle bir durumda iken davetçiler için "Hayat bana böyle öğretti" adlı meşhur kitabını kaleme almıştır. Gençlerle özel ve genel toplantılarda bir araya gelen, alimler ve davetçilerle müslümanların işlerini müzakere etmek için toplanan da yine odur. Allah (c.c), (verdiği kulluk sözüne) sadık halis abidesi büyük davetçi Sibai'ye rahmet eylesin. Ahirette yüce bir makama erişmesini Rabbimizden niyaz ediyoruz.
İhvanı Müslim'inin genel mürşidi vakar sahibi Ömer Tilmisani de (Allah rahmet eylesin) samimiyetiyle, ihlas ve gayretiyle salih bir Önder canlı bir örnektir... Yakalandığı pek çok tehlikeli ve şifası olmayan hastalığa rağmen davası uğruna ülke ülke dolaşmış, kardeşleriyle biraraya gelmiştir. Özellikle de yakalanmış olduğu son hastalık ölüm döşeğinde iken bile haksız yere, zulmen emniyet kuvvetleri tarafından öldürülen genç bir müslüman hakkında, sorumlu olan kimselere Allah'ı ve sorumluluklarını haürlatan bir mektup yazmasına engel olmamıştır. Bu müslüman gencin bir davetçinin vereceği konferansla ilgili ilanı camii duvarına asmaktan başka da hiçbir suçu yoktu.
Allah (c.c.) büyük mürşid Ömer Tilmisani hazretlerine rahmet eylesin. Onu cennetin en güzel yerlerine yerleştirsin. Bizleri de o yüce mekanda bir araya getirsin.
İşte bu tür davetçiler ve benzerleri nesiller boyunca salih önderler, davetçiler ve davet tarihinde birer unutulmaz abide olarak hatırlanacaklardır. Rabbimizden bu tür insanların sayısını çoğaltmasını ve bu ümmetin onlardan istifade etme lerini niyaz ediyoruz. Allah (c.c.) dualara icabet edendir.[2]
Davetçilerdekî Hastalıktan Kaynaklanan Etkenlerin Tedavisi Nedir?
Madem ki davetçilerin maruz kaldığı her engelle ilgili tedavi metodlannı araştırıyoruz. Öyleyse pek çok davetçiyi davet ve cihattan, İslâmi faaliyetlerden alıkoyan, onları rahat bir hayata ve dünyanın fani nimetleri içerisinde kaybolmaya sürükleyen, hastalık kaynaklı etkenlerinde tedavi yollarını araştırmak bir zarurettir.
Zannımca hu hastalığın sıhhatli bir tedavisi şu basamakları takip etmekle mümkündür:
Birincisi: Herşeyden önce İslâmi toplumlann Allah'ın metodundan ne kadar uzaklaştıktan, ne derece tefrika ve ayrılığa düşerek param parça oldukları hakikatinin kalplerde hissedilmesi. Pek çok İslâm ülkesinde dinsiz ilke ve İnkılapların geçerli olduğunu, tağuti kafir nizamların hakim olduğunu, buna rağmen İslâm ümmetinin kadınıyla erkeğiyle büyük bu gaflet ve dalalet içerisinde olduklarının şuuruna varmak. Eğer bu bilinç kişinin vicdanının derinliklerine kök salmış tüm benliğini bu hakikat kuşatmışsa o davetçiyi hiçbir Şey, şartlar ne olursa olsun asla yolundan alıkoyamaz. Artık o vicdanının derinliklerinden gelen sese kulak vermiş, şu yada bu sebeple davasından asla vazgeçmeyecektir.
Bu söylediklerimizin gerçekleşip hakikat olabilmesi İçin davetçilerin İslâmi faaliyetlerinde Örnek ve önder olarak her şeyden Önce davetçilerin efendisi Hz. Muhammed Mustafa'yı (s.a.v.) örnek alması, daha sonra da tarihte ümmete örnek olmuş peygamberler, alimler, mürşidler ve kendilerini Allah'a adamış davetçilerin yolunu takip etmelidirler. İşte gerçek hareket ve cihad önderleri, davette hareket noktası alınacak kimseler onlardır. Toplumlarını irşat etmek onları hidayete erdirmek için bıkmadan usanmadan çalışanlar da yine onlardır. Onlan ne bir nimet ne de bir külfet, ne rahatlık, ne sıkıntı, ne sıhhat ne de hastalık, ne zenginlik ne de fakirlik asla tebliğ mesuliyetlerini unutturabilmiştir.
Eğer bir davetçi bu söylediğimiz kişilerin yolundan yürür, onlardan etkilenir, onlann nuruyla hareket edip yapaklarını örnek alırsa onlar gibi hissetmeye, onlann duyduklarını duymaya başlar. İşte o zaman, artık ne hastalık ne zayıflık, ne bir bela nede bir engel davet sorumluluğundan kaçmak için bir mazeret teşkil etmez o davetçinin yanında.
İkincisi: Hasta olmadığı halde hastalığını, bir işi yapmaya gücü yettiği halde bir davetçinin zayıflığını ileri sürmesi İslâm'a göre yalancılıktır. Mü'min ise asla yalana olmaz. Evet mü'min korkak olabilir, cimri olabilir, ama yalancı asla!... Zira doğrulukla yalancılık bir mü'minin kalbinde bir arada kesinlikle bulunamaz. Bu gerçeği Ahmed bin Hanbel Hazretlerinin Ebu Hureyre'den rivayet etmiş olduğu hadisi şeriften anlıyoruz: Allah Rasulü (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: "Bir kimsenin kalbinde; iman ve küfür birarada bulunmaz, yalanla doğruluk birlikte bulunmaz, hıyanet ve emanet (eminlik) birarada (asla) toplanmazlar."
İmam Malik Hazretleri de Safvan bin Selim'in şöyle anlattığını rivayet etmektedir: (Allah Rasulüne): "Ey Allah Rasulü! Mü'min korkak olur mu?" denildiğinde "Evet" diye karşılık verdiler. Kendilerine: Mü'min cimri olur mu? diye sorulduğunda da yine: "Evet" karşılığını verdiler. "Mü'min yalancı olur mu? diye sorulduğunda ise: "Hayır" cevabını verdiler.
İslâm'ın nazarında hıyanet sayılan şeylerden bir tanesi de doğru söylediğine inanan bir kimseye yalan söz söylemektir. Bu hakikati Ahmed bin Hanbel Hazretlerinin Nevas bin Seman'dan (r.a.) rivayet ettiği hadisi şeriften anlıyoruz. Bu hadisi şerifte Allah Rasulü (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: "Senin doğru söylediğine inanan bir kardeşine yalan söylüyor olman büyük bir hıyanettir."
Yalancılığın bir kişide bulunması demek onun münafıklık özelliklerinden birini taşıyor manasına geldiği için bu durum günah ve alçaklık olarak yeter de artar bile.
Buhari ve Müslim'in Amr bin As'm oğlu Abdullah'tan rivayet ettikleri bir hadisi şerifte Allah Rasulü (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: "Şu dört haslet her kimde bulunursa o kimse katıksız (halis) bir münafiktır. Her kimde de bu hasletler den bir tanesi bulunursa o özelliğini terkedinceye kadar o kişide nifak hasletlerinden birisi var demektir: (Bu hasletler) Eğer bir şey emanet edilirse hıyanet eder, konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiğinde sözünü yerine getirmez, birisiyle arasında husumet (düşmanlık) olduğu zaman aşırı gider."
Yalancılığın kişiyi Allah'ın yasakladığı haram ve kötülüklere götürüyor olması da günah ve pişmanlık olarak yeter. Zira haramlar ve kötülükler de insanı cehenneme sürükler. Buhari ve Müslim İbni Mes'ud'un zikrettiği bir hadis-i şerifte şunları rivayet etmişlerdir: "... Muhakkak ki yalan fücura (kötülüklere, haramlara) götürür, fücur da (kişiyi) cehenneme götürür, şüphesiz ki yalan söylemeye devam eden kimse nihayetinde Allah katında yalancı olarak yazılır."
Eğer yalanın ve yalancılığın neticesi buysa, o takdirde davetci yalancı olmaktan kedinin aslandan kaçtığı gibi kaçmahdır. Zira daha önce de zikrettiğimiz gibi yalan, imanla asla bağdaşmamaktadır. Kendi tembellik ve ihmallerini mazur göstermek için yalana başvuran, sözleriyle fiilleri birbirine ters düşen davetçilerin bu halleri alınlarındaki kara bir lekedir.
Ey davetçi kardeşim! (bütün bu hakikatleri öğrendikten sonra) davet yolunda tembelliğe, bıkkınlığa düşmeden mazeret göstermeksizin yoluna devam et. Allah'ın bereketi seninle beraberdir. Hasta olmadığın halde hasta gibi görünmekten şiddetle sakın. Zira gerçekten hasta olmadığın halde hasta numarası yapman senin şahsiyetine leke getirir, imanınlada asla bağdaşmaz. Her yaptığını Allah'ın gözetlemekte olduğunu hiç unutma.
Üçüncüsü: Şeytan ne zaman ki bir insana musallat olursa onu pek çok sorumluluk ve görevinden alıkoyar. Hatta bu öyle bir dereceye varır ki vesvese ve desiseleriyle şerri güzel, batılı da sevimli birşeymiş gibi gösterebilir.
Ey dava kardeşim! Ne zaman ki sen şeytana fırsat verir, onun desise ve vesveselerine kanarsın işte o zaman, hiç şüphen olmasın ki o seni Allah'a davet sorumluluğundan alıkoyacaktır. İslâm'ın davanın ve Allah'ın hakkını gözetmeme noktasındaki eksikliğini mazur göstermek için senin önüne yalan, pek çok asılsız özür ve hastalıklar sıralayacak sana asıl vazifeni unutturacaktır.
Öyleyse benim davetçi kardeşim, sana düşen vazife şeytanı baş düşman belleyerek, onun sana çeşitli vesvese ve hilelerle yaklaşmasına firsat vermemendir. Eğer sen gerçek bir mü'min, hakiki bir dava adamrysan şeytan sana asla yaklaşamaz. Davetçi kardeşim! Şeytanın tuzaklarına, vesvese ve hilelerine karşı çok uyanık ol. Rabbinin şu sözlerini belleğinde daima canlı olarak tut. "Şeytan muhakkak ki sizin apaçık bir düşmanınızdır, öyleyse onu düşman belleyin." (Fatir, 6)
"Hiç şüphesiz, şeytanın iman edip Rabİerine tevekkül etmiş kimseler üzerine bir yaptırımı yoktur."
Allah şu beytin sahibine rahmet etsin:
Nefse ve şeytana muhalefet et onlara başkaldir.
Onlar sana samimiyetle nasihatte bile bulunsalar mutlaka altında bir oyun olduğunu unutma.[3]
B. Heyecan Kaynaklı Etkenler
Davetçilerin karşı karşıya kaldıkları, onları davet faali yellerinden alıkoyan psikolojik etkenlerden bir tanesi de heyecan kaynaklı etkenlerdir. Bu tür etkenler bazı davetçilerin üzerlerinde hal ve hareketlerinde açıkça ortaya çıkmaktadır.
Heyecan kaynaklı etkenlerden kastım; atifenin (his ve duygunun), heva ve nefsin akla, doğru olana, hakikate galebe çalmasıdır. Böyle bir durumda kişi, olayları değerlendirirken, meselelerin hakikatini öğrenirken ne şer'i bir ölçüye, ne de akli muhakemeye hiç yer vermez...
Henüz davanın kalplerine tam olarak sirayet etmediği, davet şuurunu tam olarak benliklerinde hissetmemiş bazı davetçilerin, davet vazifesini yerine getirirken sorumlu olduğu bazı kimselerle ulaşamaması, ya da bazı davetçi kardeşlerinin kötü muamelelerinden etkilenmesi sonucu çok değişik, insanı hayrette bırakan acaip tavır ve davranışlara girdiklerini, hatta bazen bu durumun düşmanlık ve nefrete kadar dönüşebildiğine şahit olmuşuzdur.
Bazen bu durum öyle tehlikeli boyutlara ulaşır ki, o kişilerin İslâmi çalışmayı terkettiklerini, bağlı olduklan, yetiştikleri cemaatlerini terkettiklerini, hatta bundan da kötüsü kendi davalanna karşı savaş ilan ettiklerini görürüz. Oysa ki ortada şahsi bazı meselelerden, ferdi bazı anlaşmazlıklardan, yada cemaatin bazı fertleriyle aralarında geçen bazı tatsızlıklardan başkada bir problem yoktur. Bu tür insanlar şahsi çıkarlannı İslâm ve davalarının üstünde tutan kimselerdir. Bu tür insanlann nazarında mesele sanki Yüce Allah'ın davası, ebedi İslâm mesajı değildir de sadece anlaşamadıkları, uyu-şamadıkları insanlarla alakalı basit bir meseledir.
Hiçbir hazırlık yapmaksızın gerekli altyapıyı hazırlayıp şartlan uygun hale getirmeden hemen neticeye ulaşmak isteyen kimi genç davetçiler, dinsiz laik sistemlerin kendi ülke ve halklarını silah ve kuvvet zoruyla yönettiklerini, müslümanîan kendi öz vatanlarında inim inim inlettiklerini görürler, işte bu durum onları daha henüz gerekli şartlar oluşmadığı halde mevcut sistemlere karşı silahlı mücadeleye sevkeder. Kendilerinin hali hazırda davet, yetişme ve terbiye merhalesinde olduklarını unutuverirler.
Önce İslâmi bir terbiyeden geçip, sabır ve tahammül noktasında yetiştikten sonra tebliğ ve bilinçlendirme meydanına çıkmaları İslâm'ın tedricilik metodunun bir gereğidir. Böylece İslâm mesajı, her eve, her mahalleye, her köye, her şehre, toplunun ferdi ve sosyal düzeydeki tüm birimlerine ulaşmış olmalıdır.
Bu sınıfa giren insanlar, maalesef İslâm'ın tedricenlik metodunu, şer'i ölçüleri, aklı selim ile hareket etmeyi bir tarafa bırakarak daha çok his ve duygulan, heyecan ve atifeleriyle hareket ederler. Safları sıklaştırmadan, gerekli tedbirleri almadan, geleceğin hesabını hiç yapmadan ayaklan havada savaşın cazibesine kapılıp giderler.
Kimi davetçiler de, baktılar ki cemaatleri büyük bir başı bozukluk içerisinde, nizamdan, disiplinden yoksun, doğru dürüst bir plan bir programı bile olmayan, farklı farklı grupların, değişik görüş ve yönelişlerin cirit attığı kim-kime dum-duma bir ortamdadır. Bu durumdan etkilenerek "daha ne zamana kadar böyle devam edecek? Ne zamana kadar bölük pörçük kalmaya katlanacağız? Daha ne kadar tabanla lider kadrosu arasındaki güvenin kuvvetlenmesini bekleyeceğiz? Cemaatin hali ne zaman düzelecek? Daha ne kadar bekleyip sabredeceğiz?" demeye başlarlar.
İşte tüm bu problemler yüzünden bazı davetçilerin davalarından vazgeçtiklerini, nesilleri irşad ve tebliğ etme sorumluluklannı bir tarafa bırakarak ümitsizlik içerisinde köşelerine çekildiklerini görürüz. Oysa ki davaları onlardan, bu gibi durumlara sabrederek tüm imkan ve güçlerini seferber edip bu bozukluklan düzeltmeye çalışmalarını, tüm tatsızlıkların, bütün problemlerin çözüleceği gün gelinceye dek sabırla davet yolunda gayret etmelerini istemektedir. İşte o gün geldiğinde, cemaatın yapısı yeniden oluşturulacak, cemaati büyük bir uçurumun eşiğine getiren, cemaat içerisindeki problemlerin asıl kaynağı olan kimseler artık devre dışı kalacaklardır. Herşeye kadir olan Allah elbetteki İslâm cemaatini, iç ve dış düşmanların tuzaklarından koruyacak, o cemaate şeref ve haysiyetini kazandıracak yeni bir lider kadrosu nasip edecektir.
İşte bu sınıftaki insanlar, kendi mizaçlarında var olan heyecan, her şeye küçümser bir gözle balona, davetten uzaklaşma gibi özelliklerini Allah'a davet ve İslâmi faaliyet göstermeden daha önde tutmuşlardır. Oysaki dava sorumluluğu onlardan daha büyük bir heyecan ve şevk içerisinde, ta ki Allah onlara bir çıkış yolu ya da zafer nasip edinceye kadar sabır ve metanetle gayret etmelerini istiyordu.
Davetçi kardeşlerim, burada davetçilerden bazısının yakalandığı psikolojik sebeplerden biri olan aşırı heyecan ya da duygusallık sebebiyle davet yolunda dökülmesi ve aynı zamanda da başka davetçilerin de dökülmesine sebep olmasıyla ilgili bazı örnekleri sizlere arzettim. [4]
Davetçilerdeki psikolojik etkenlerin tedavisi
Elbette mesele şahıslardaki bu aşırı heyecan ve duygusallığın giderilerek bunun yerini şer'i ölçülerin, aklı selimin aldığı daha dengeli daha disiplinli bir şahsiyetin ortaya çıkanlmasıdir. Bunun tedavi yoluda Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed'in çizdiği reçeteyi harftyyen tatbik etmekten geçmektedir. Rasulullah'ın tedavi metodu şu merhalelere sahiptir:
a) Kişinin kızgınlık anındaki konumunu değiştirmesi:
İmamı Ahmed bin Hanbel Hazretlerinin ve başkalarının da rivayet ettikleri bir hadisi şerifte Allah Rasulü (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: "Sizden biriniz kızdığı zaman şayet ayakta ise (hemen) otursun, eğer yine de kızgınlığı geçmemişse o zaman sırt üstü yatsın."
b) Kızgınlık anında abdest almak:
Ebu Davud Allah Rasulünün (s.a.v.) şöyle buyurduklarını nak-letmiştir: "Kızgınlık şeytandandır. Muhakkak ki şeytan ateşten yaratılmıştır. Ateş ise hiç şüphesiz su ile söndürülür. (Öyleyse) sizden her kim kızarsa abdest alsın"
c) Kızgınlık anında hemen susmak:
İmam Ahmed bin Hanbel Hazretleri Rasulullah'ın şöyle buyurduklarını rivayet etmiştir: "Sizden biriniz kızdığı zaman (hemen) sussun."
Kızdığını hissettiğinde şeytandan Allah'a sığınmak (Euzu çekmek):
Buharİ ve Müslim'in rivayet ettiğine göre iki kişi Allah Rasulü'nün yanında birbirlerine sövüyorlardı. Onlardan bir tanesi kızgınlıktan yüzü kıpkırmızı olmuş bir halde arkadaşına sövüyordu (hakaret ediyordu). Bunun üzerine Allah Rasulü (s.a.v.) şöyie buyurdular: "İyi biliyorum ki; eğer kovulmuş şeytandan Allah'a sağınınm" deseydi şu andaki durumu (kızgınlığı) ondan giderdi."
Peygamber Efendimizin kızgınlığı teskin etmek, şerrini asgariye indirmek için ortaya koymuş olduğu metodun en önemli maddeleri
bunlardır.
Davetçi kardeşlerime düşen, Allah Rasulünün (s.a.v.) bu metodunu harfıyyen takip ederek daha disiplinli, daha dengeli, daha ağır başlı ve hilim sahibi olmaktır. Aksi taktirde kızgınlık sebebiyle diğerleriyle bozuşacak belki de İslâm yolunda faaliyetten, birlikte çalıştığı bağlı olduğu cemaatten bile ayrılacaktır.
Gençlerin zafere bir an önce ulaşma noktasındaki duygusal taşkınlıklarının çaresi
Cihadın kurallarına bilfiil uyup zafere götüren esbaba tevessül etmekle mümkündür. Zafere (başarıya) götüren sebepleri şöylece sıralayabiliriz:
1- Nefislerin iman ve takva üzere terbiye edilmesi. Akide, ibadet, ahlak, davranış yol ve sistem olarak Allah'ın indirdiği hareket metoduna bağlı bir çalışma yapmak.
2- Tüm gayret ve çalışmaların, ne şahsi menfaatler, kişisel çıkarlar, nede siyasi çekişmeler için olmaksızın sadece ve sadece yeryüzünde Allah'ın (c.c.) dini hakim olsun, Allah'ın ismi yücelsin diye yapılması...
3- Savaşa tam olarak hazırlanmak. Bu hazırlık; maddi, bedeni, eğitim noktasında, halkın bilinçlendirilmesi ve bu arada tedricilik esasını gözönünde bulundurmayı içermektedir. Böylece Cenabı Hakk'm şu emrine ittiba edilmiş olunur: "Düşmanlarınıza karşı elinizden gelen (ne varsa) kuvveti hazırlayın." (Enfal, 60)
Cihadın kuralları ve başarının sebeplerini yerine getirmekle ilgili söylediğimiz bu gerçeklerden sonra genç davetçinin şartlarını hazırlamadan başarıya ulaşmayı, neticeye kısa yoldan ulaşmayı istemesi şer'an caiz değildir. Daha tam olarak gerekli esbaba tevessül etmeksizin mevcut sistemlerle siyasi çekişmeye girmeside aynı şekilde doğru değildir.
.Eğer gerekli şartları oluşturmadan, henüz tam bir hazırlık yapmış olmaksızın his ve heyecanları doğrultusunda hareket ederlerse belaların en büyüğü, problemlerin en şiddetli ve çetini hiç şüphesiz onları bekliyor demektir. Bundan daha da kötüsü davet tekerleğinin dönmesini engelleyen, davetin yayılıp her tarafa ulaşmasına mani olan bir sebep olur da bunun hiç farkına bile varmaz.
Eskilerin söylediği gibi "Her kim ki bir şeyi şartlan yerine gelmeden (yani üzerine düşeni yapmadan) elde etmek isterse, o şeyden mahrum edilmekle cezalandırılır."
Şu ölümsüz nasihati gençlere armağan eden İmam Hasan El-Benna'nm (Allah (c.c.) razı olsun.)
"...Sizden her kim ki meyveyi olgunlaşmadan (neticeyi, şartları henüz yerine gelmeden elde etmek) koparmak isterse iyi biliniz ki ben hiç bir şekilde o şahısla birlikte değilim. O kişinin yapacağı en hayırlı iş bu davamızdan ayrılarak kendine başka bir dava araması-dır. Her kim de, tohum yeşerip ağaç büyüyünceye, meyve olgunlaşıp toplanacak konuma gelinceye kadar benimle birlikte sabredip bekler işte c kimsenin sevabı, hiç bir iyilik sahibinin iyiliğini karşılıksız bırakmayan yüce Allah'ın (c.c.) kalındadır. Ya zafer ve önderlik yahutta şehadet ve (ebedi) saadettir."
Davetçi genç müslümanlara düşen görev zafere götüren maddi ve manevi sebeplere sımsıkı sarılarak davetteki tedriciliğe uygun olarak davet çalışmalarını yürütmeleridir. Eğer gerçekten akıllıca, belli bir plan ve program dahilinde hareket ederlerse Allah'ın yardımıyla İslâm devletini kurma, İslâm ümmetinin eski şan ve şerefine tekrar sahip olması hedefini mutlaka gerçekleştireceklerdir. Allah'tan başka izzet ve güç sahibi kim vardır...
Cemaat içerisindeki tefrika, başıbozukluk ve parçalanmalar sebebiyle kişinin buna ters tepki olarak davet çalışmasını terketmesinin özürü nedir?
Her şeyden önce bir davetçinin, bazı engeller ve problemlerden etkilenmeyecek bir dava şuuru ve bilincine sahip olması gerekmektedir. O bu inanç ve şuurla davet yolunda emin adımlarla yürüme-lidir.
Eğer o davetçi bulunduğu cemaat içerisinde pek çok problem ve başıbozukluğa, cemaat fertlerinden bazılarının tembellik ve uyuşukluğuna, terbiye noktasında yada metodunda bazı eksikliklere şahit olmuş olabilir. Bütün bu olumsuzluklara rağmen kişinin cemaatten ayrılması bir ters tepki olarak köşesine çekilip her işten el-etek çekmesi asla caiz değildir. İslâm'ın ve davanın maslahatına uygun olan tüm imkan ve gücünü seferber ederek bozuklukları düzeltmeye yanlışlıklan gidermeye çalışmasıdır. Tüm gücüyle cemaatin işlerini daha İyi yürütecek ehil kişileri bulup cemaatı o insanlara teslim etmeye çalışmalıdır.
Davetçiler, davet yolunda yürürlerken imanlarından kaynaklanan bir yakın, azimetlerinden aldıkları bir güç, heyecan yüklü bir ruh, ferasetli bir bakış ve devamlı gayret üzere olmalıdırlar. Her zaman daha sabırlı ve metanetli, daha büyük bir şevk ve aşk ile, daha büyük bir heyecan ile hareket etmelidirler. Allah Teala Hazretleri onlann ayaklarını sabit kılacak, yüklendikleri mukaddes yükü taşımalarında yardımcı olacak, her sıkıştıklarında onlara bir çıkış yolu, her daraldıklarında bir çözüm mutlaka gösterecek, uğruna ter döktükleri gayelerine onları ulaştıracaktır. Yeter ki onlar gereğince iman edip hakkıyla Allah'tan korkan kullar zümresinden olabilsinler.[5]
C. Bela ve Musibet Kaynaklı Etkenler
Davetçilerin önlerine çıkan onlann başarıya ulaşmalarını geciktiren "Psikolojik Etkenlerden bir tanesi de "bela (musibet) kaynaklı etkenler"dir. İşte bu etken davetçilere musallat olarak onları çepeçevre kuşatır ve türlü türlü asılsız batıl uydurmacalarla pek çok kötülüğü söz olsun fiil olsun güzel gibi göstererek davet yolundan alıkoyan Pek çok davetçiyi davet yolundan alıkoyup dökülenler safına geçiren en tehlikeli psikolojik etken bence budur. Zalimlerin tasallutundan emin bir şekilde rahat bir hayat sürmeyi, dolayısıy'a zorluk yerine kolaylığı, bela musibet yerine'selamette olmayı onlara daha sevimli gösterir.
Bazan durum öyle vahim bir hal alırki dünkü davetçiler bugünle tağutların uşağı oluverirler, dalalette ona destek oldukları gibi aynı zamanda da samimiyetle çalışan İslâmi cemaatlere darbe vurmalarında da o zalimlere yandaşlık ederler.
Davetçilerin maruz kaldıkları bu musibetleri şöylece sıra layabiliriz:
a) Hapis, işkence ve sürgün.
b) Mal ve mülke el konulması.
c) Sahtekarlık, üçkağıtçılık ve yalancılık gibi şeylerle itham o-lunmak.
d) Hafife alınmak, dalga geçilmek.
e) Vatandan uzaklaştırılmak, sürgüne gönderilmek.
f) Açlık, fakirlik ve hor görülmek.
g) Çocuk ve kadınları öldürmek, namuslanna dokunmak îa tehdit etmek.
Daha buna benzer sayısız Allah'tan başka hiç kimsenin bilemeyeceği türlü türlü bela ve musibetler...
Hiç şüphesiz, davet halkası içerisinde sırf şahsi çıkarları için bulunan kimselerin başlanna bu belalardan yalnızca birinin gelmiş olması davalarından hatta dinlerinden dönmek için yeterli bir sebeptir. Şanı yüce Allah nede doğru buyurmuşlardır:
"İnsanlardan kimi de Allah'a bir kenardan, (dinin bütününe i-nanmadan) ibadet eder. Eğer kendisine bir hayır gelirse onunla huzura kavuşur (sevinir) ve eğer başına-bir kötülük gelirse yüz üstü döner. O, dünyayı da, ahireti de kaybetmiştir. İste apaçık ziyan budur!" (Hacc, 11)
Dava halkasına sadece ve sadece Allah'ın (c.c.) ismini yüceltmek için girmiş ihlasli kimselere gelince... İşte onlar davet yolunda önlerine çıkabilecek hiçbir zorluk ve fitneden dolayı sarsılmayacak, ucu göklere uzanan yüce dağlar gibi musibet ve sıkıntılar önünde dimdik durarak hak belledikleri yolda yürüyen kimselerdir. Onlar Allah'ın (c.c.) şu yüce fermanının İşaret ettiği kimselerdir: "İnananlardan, Allah'a verdiği sözü yerine getiren adamlar vardır. Kimi, bu uğurda canını vermiş, kimi de beklemektedir. Ahidlerini hiç değiştirmemişlerdir. Bu sebeple Allah, sadıkları doğrulukları ile mükafatlandırır iki yüzlüleri de dilerse azablandinr veya tövbelerini kabul eder. Şüphesiz Allah bağışlayandır, merhamet edendir." (Ahzab, 23-24)
Davet tarihinde sabit olmuş değişmez kurallardan bir tanesi de hakk ile batıl karşı karşıya geldiklerinde aralarında korkunç bir savaşın çıkmasıdır. Tarihin şahit olduğu diğer bir hakikatte hakkın gür sesinin batılın oyunlanna galebe çaldığıdır, işte bela ve musibetlerin gerçek manası davetçi bunlarla karşı karşıya geldiğinde ortaya çıkar. Acaba küfrün bu meydan okuyuşu karşısında yerinde sabit mi kalacak? Yoksa bela ve musibetler şiddetlendikçe o da değişmeye başka bir kimliğe bürünmeye mi başlayacak?
Tağutun kendilerine reva gördüğü işkence ve zulüm kar şısında bir daha konuşmamak üzere ebediyyen susacak mıdır?
Dava ve davetlerinden vazgeçip dünyanın fani nimet ve güzellikleri arasında kaybolup gidecekler mi?
İşte tüm bu gerçekler, davetçi bu ve benzeri belalar başına geldiği zaman ortaya çıkacaktır.
Bela, sıkıntı ve musibetlerle imtihan olunacağını Kur'an-ı Kerim şu ayeti kerimeyle bizlere açık bir şekilde haber vermektedir:
"Elif lam mim. And olsun, biz kendilerinden öncekileri de denemişken, insanlar, "İnandık" deyince, sınanmadan bırakılacaklarını mı sanarlar? Allah elbette doğrulan ortaya koyacak ve elbette yalancıları da ortaya çıkaracaktır." (Ankebut, 13)
Davet yolunda hiç bir fitneden, hiçbir sıkına ve zorluktan yılmayarak cihad ve mücadelelerini devam ettiren kimseler elbette ki Allah'ın rızasını kazanacak, Adn cennetleriyle taltif olunacak kimselerdir. Bu herkesin üzerinde ittifak ettiği değişmez bir sünnetullahtır. Kur'anı Kerim bu hakikati pek çok ayeti kerimede bizlere haber vermiştir.
"Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenleri (sınayıp) bilmeden, sabredenleri (sınayıp) bilmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?"
(Ali İmran, 142)
"Yoksa siz, sizden önce geçenlerin durumu sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Peygamber ve onunla beraber müminler: "Allah'ın yardımı ne zaman?" diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı. Bilin ki şüphesiz Allah'ın yardımı yakındır." (Bakara, 214)
"Rab'leri dualarını kabul etti: "Birbirinizden meydana gelen sizlerden, erkek olsun, kadın olsun, çalışanın işini zayi etmem. Hicret edenlerin, yurtlanndan çıkarıianlann, yolumda işkenceye uğratılanların, savaşan ve öldürülenlerin günahlarını elbette örteceğim. And olsun ki, Allah katından bir nimet olarak onları içlerinde ırmaklar akan cennetlere sokacağım. Karşılıkların en güzeli Allah kaünda-dır." (Ali İmran, 195)
Öyleyse davetçinin şu gerçeği çok İyi anlaması gerek mektedir. Davetin tabiatında mücadele ve savaş vardır. Bela ve musibet ise mücadele ve savaşın tabiadndandır. Bela ve musibetlerle İmtihan olmanın gayesi ise davetçilerin da valannda ne kadar samimi olduklarını ölçmektir. Davetçiler davalannda samimi, tüm zorluk ve musibetlere karşı sabır ve tahammül gösteriyorlarsa, Allah onlar için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir kulun kalbinden dahi geçirmediği sonsuz nimetler hazırlamıştır! ..
Evet davetçiler bunları böylece bilsinler! .. Davet yolu engeller ve dikenlerle döşelidir. İslâm uğruna çalışmak sabrı ve tahammülü gerektiren çok zahmetli bir iştir. İyi bilsinler ki, eğer İslâm davasında istikamet üzere olurlarsa hiç şüphesiz Allah onlara şu iki güzellikten birini nasip edecektir: Zafer ya da şehadet...[6]
Davetçilerin maruz kaldıkları bela ve musibet kaynaklı etkenlerin tedavisi
Birinci olarak: Her şeyden önce bir davetçinin, davet yo lunda bela ve musibetlere maruz kalmanın peygamberlerin yolu olduğunu, tarihin her safhasında davetçilerin ve irşad ehlinin hep bela ve
musibetlere duçar olduklarını bilmesi gerekir. Bu şuura sahip bir davetçi için arük her türlü zorluk kolay, her türlü sıkıntı basit gelmeye başlar, önüne çıkan her türlü sıkına ve zorluğa büyük bir metanetle sabreder. Ta ki Allah (c.c.) onu başarıya ulaşunncaya veyahutta salİhler, şehidler, sıddıklar ve nebilerle hasrolunmak üzere Allah'ın kendisinden razı olduğu bir halde katına alıncaya kadar.
Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) sabır, tahammül ve samimiyet noktasında uyulacak en güzel örnektir. Mekkeli müşrikler onu davasından vazgeçirmek için her türlü işkence ve yıldırma politikasını, zulmün her türlüsünü reva gördükleri halde Allah Rasulü asla yılmamış, davasını tebliğ etmeye devam etmiştir. Her türlü psikolojik ve manevi baskıyı denediler ama O yılmadı yoluna devam etti.
Hakaret, hafife alma ve iftiranın her türlüsünü denediler ama O'nu yolundan geri çeviremediler... Onunla olan her türlü sosyal ve maddi ilişkilerini kesip boykot uyguladılar, ama netice vermedi...
Şahsına karşı her türlü hakareti yaparak horladilar ama O'nu yolundan bir adım dahi geri çeviremediler. Son olarak ta artık O'nu öldürmeye karar verdiler... Bu da Allah'ın yardımıyla bir sonuç vermedi.
Allah'tan hicret izni geldikten sonra Allah rasulüyle (s.a.v.) defalarca savaştılar. Davasını ve bağlılarını ortadan kaldırmak için üzerine ordular gönderdiler. Korkunç savaşlar oldu. Ama bütün bu olanlar, O'nu davasını tebliğden, tüm yeryüzüne kutsal mesajı ulaştırarak bütün dinlere üstün kılmaktan alıkoyamadı. Allah'ın zafer ve fethi gelipte insanlar topluluklar halinde İslâm dinine girmeye başlayıncaya kadar azimle, sabırla, sadece Allah'a güvenip dayanarak, tebliğ ederek, cîhad ederek mücadelesine devam etti.
Kur'anı Kerim'deki Peygamber kıssalarına, Allah Rasulü'nün siretine, sahabenin, selefi salihinin ve tabiinin hayatına şöyle dikkatli bir gözle bakıldığında, küfür ile iman arasındaki savaşın doruk noktasına ulaştığını, mü'min zümrenin samimi davetçilerin işkence ve zulmün hertürlüsüne maruz kalmalarına rağmen hakk üzerine sabit kaldıklarını kolayca görürüz. İşte o müslümanlar inançları uğruna başlarına gelen her türlü bela ve musibete katlanarak mücadelelerini sürdürmüş ve bu hususta kendilerinden sonra gelecek tüm nesiller için en güzel bir örnek olmuşlardır.
Davetçi, Peygamber Efendimizin, ashab-ı kiramın ve selefin o pak, şanlı tarihlerini, davalan uğruna, Allah'ın (c.c.) dinini yüce kılmak için çektikleri sıkıntıları okuyup öğrenince İslâm uğruna çekmiş olduğu sıkıntıların onların çektikleri, İslâm için ortya koyduğu çaba ve gayretin onların yaptıktan karşısında bir hiç olduğunu görür ve kendinin o insanlara nisbetle ne kadar da küçük olduğunu anlar.
Bunun yanında, zorluk ve musibetler karşısında ayaklarını sabit tutacak, davet ve cihad yolunda daha bir güçlü yürüyebileceği, görev ve sorumluluklan yerine getirmede kendini daha bir dayanıklı ve güçlü kılacak bir iman kuvvetiyle kalbinin dolup taşması da işin başka bir fayda yönüdür.
Davetçi kardeşim! Sana düşen, cihad ve sabır noktasında Peygamberlerin, tahammül ve azimet noktasında ashabın ve selefi salihinin yolunu takip etmendir. Böylece davet faaliyetlerini onların metoduyla, cihadı onlann sınırlarını çizdiği çerçevede, bela ve musibetlere karşı sabn da yine onlann gösterdiği sabır ve metanete uygun bir şekilde ortaya koymuş olurlar.
İkinci olarak: Davetçi, eğer Allah yolunda eza ve sıkınalara katlanır, musibet ve belalara karşı sabırlı olursa, Allah'tan başka hiç kimsenin bilemeyeceği kadar çok sevap ve mükafaün Allah katında kendisini beklemekte olduğunun çok iyi farkında olmalıdır. Mahşer gününde Allah'ın (c.c.) ondan razı olup, rahmet nazarıyla bakması yanında dünyada elde edeceği nimetler de bunun cabasıdır.
Pek çok hayır ve nimete daha da önemlisi Rabbinin sevgisine mazhar olacağı gibi çektiği bu sıkınalar aynı zamanda günahlarına keffaret ve kuvvetli bir imana da sahip olmasına vesile olacaktır.
Sabır ehlinin dışında hiç kimse bu nimetlere sahip olmayacaktır. Buna dalalet eden pek çok ayeti kerime ve hadisi nebeviyye vardır:
Bela ve musibetlere sabredenlerle ilgili rahmet müjdesi Kur'anı Kerim'de şu ayeti kerimeyle tesbit edilmiştir:
Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
"Muhakkak ki sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenlere müjdele. Onlara bir musibet geldiğinde: "Biz Allah içiniz ve elbette O'na döneceğiz" derler. Rablerinin mağfiret ve rahmeti onlaradır, doğru yolu bulanlar da onlardır." (Bakara, 155-157)
Ayrıca Cenab-ı Hakk sabredenlere sayısız mükafat vereceğini şu ayet-i kerimede haber vermiştir: "Yalnız sabredenlere mükafatları hesapsız ödenecektir." (Zümer, 10)
Yine Kur'an-ı Kerim sabredenlerin, İman, takva ve sıdk (doğruluk) ehlinden olduklarını haber vermektedir;
"... Zorda, hastalık ve savaş zamanında sabredenler, işte onlar doğru olanlardır, sakınanlar da onlardır." (Bakara, 177)
Müslümanın başına gelen ister bela ister nimet olsun her halükarda karlı ve kazançlıdır.
Müslim'in Peygamber Efendimiz'den (s.a.v.) naklettiği hadis-i şerif bu gerçeği dile getirmektedir. Allah Rasulü (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: "Mü'minin işi (hali) ne acaiptir, onun her işi hayırdır. Bu durum mü'minden başka hiç kimse için geçerli değildir. Başına bir sevindirici hal gelse şükreder ve bu onun için hayır (vesilesi olmuş) oiur. Başına bir musibet gelse ona sabreder bu da onun İçin hayır (vesile si olmuş) oiur."
Yine müslümanın başına gelen her türlü bela ve sıkıntı, her ne kadar günahı çok da olsa günahlarına keffaret olur. Buhari ve Müslim Ebu Hureyre'den (r.a.) Allah Rasulünün şöyle buyurduklarını rivayet etmektedirler: "müslümana isabet eden (başına gelen) ne bir yorgunluk, ne de bir üzüntü, ne bir sıkıntı, ne de bir eziyet, hatta canını yakan bir diken yoktur ki Allah (c.c.) onu günahlarına keffaret kılmış olmasın. " Aynı zamanda müslümanın basına gelen sıkıntı ve belalar Allah'ın ondan razı olup kendisini sevdiğinin de bir işaretidir.
Tirmizi Enes'ten (r.a.) şöyle söylediğini nakletmiştir: Allah Rasuiü (s.a.v.) şöyle buyurdular: "Hiç şüphesiz mükafatın büyüklüğü belanın büyüklüğü nisbetindedir? Eğer Allah bir kavmi severse onları musibetlerle imtihan eder. Her kim bu (belaya) rıza gösterirse Allah da ondan razı olur. Her kim de (beladan dolayı) kızarsa Allah'ın gazabı da o kimseye olur."
Allah'ın rızasını kazanmak, onun rahmetini elde etmek, tüm günahlarından anasından doğmuş olduğu gün gibi temizlenmiş olarak Allah'ın sayısız nimet ve mükafatına mazhar olmak isteyen bir da-vetçi Allah'ın kendisiyle imtihan ettiği bela ve musibetlere sabır ve tahammülle karşılık vermelidir. Böylece davet yolunda hiç bir engel hiç bir sıkıntı ve zorluktan etkilenmeksizin yürüyebilir. Allah sabredip gayret edenlerin mükafatlarını asla zayi etmez.
Üçüncü olarak: Kaza ve kaderin, hayır ve şerrin Allah'tan geldiğine, insanların ecelinin yaratanın elinde olduğunu, başına gelmiş bir şeyden kurtulmanın hiçbir şekil de mümkün olmadığı gibi, başına gelmemiş bir şeyin de (işte şöyle olsaydı, böyle yapmasaydı) başına gelebileceğinin tamamen ihtimal dışı olduğuna tüm kalbiyle iman etmiş olan bir davetçİ bilir ki tüm insanlar kendisine bir şey hususunda yardımcı olmak, fayda vermek isteseler, eğer o şey Allah (c.c.) tarafından takdir edilmemişse bunu yapmaları imkansızdır. Yine aynı şekilde bir konuda kendisine zarar vermek için tüm insanlar biraraya gelmiş olsalar Allah'ın takdir etliği şeyden başkasını yapmaya asla güç yetiremiyeceklerdir.
Davetçi şu ayeti kerimeleri hep göz önünde bulundurur:
"Yeryüzüne ve sizin başınıza gelen herhangi hir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce O Kitap'ta bulunmasın. Doğrusu bu Aîluh'a kolaydır. Bu kaybettiğinize üzülmemeniz ve Allah'ın size verdiği nimetlerle şımarmamanız içindir. Allah kendini beğenip övünen hiç kimseyi sevmez." (Hadid, 22-23)
"De M: "Allah'ın bize yazdığından başkası başımıza gelmez. O bizim mevlamızdır, inananlar Allah'a güvensin."
İşte davetçi böyle bir imana böyle bir kaza-kader inanana sahip olursa artık korkaklık nedir bilmez, zorluklar karşısında büyük bir cesaretle, kendine güvenerek ilerler. Hiç bir engel onun sarsılmaz imanı karşısında duramaz. Hulefai Raşidin'den Hz. AIi(k.v.) düşman karşısında söylediği gibi bir inanç ve ihlasa sahip olur:
Şu iki günün hangisinde ölümden kaçayım; Birinde ölüm takdir edilmiştir diğerinde ise takdir edilmemiştir.
Ölümün takdir edilmediği günden niçin kaçayım? Ölümün yazıldığı günde ise korkunun, kaçmanın ecele faydası yoktur. İşte her davetçi böyle bir imana sahip olmalıdır. Uhud gazvesinde, okçulann yerlerini terketmesi sebebiyle müslümanlann yenilgiye uğraması, pek çok sahabinin şehit, bir çoğunun da yaralanması neticesinde, henüz kalbiyle iman etmemiş, yalnızca dilleriyle müslüman olduklarını söyleyen münafıklar şöyle demişlerdi: "Eğer gerçekten zafer, Hz. Muhammed'ın (s.a.v.) dediği gibi Allah'ın elinde, Allah'ın dostları için olmuş olsaydı bugün mağlup olmuş olmazdık. Bu kadar müslüman hayatım kaybetmezdi."
Zavallılar herşeyin Allah'ın takdiriyle, ecellerin daha Önceden tesbit edilmiş olduğunu ah bir bilselerdi! ..
Kur'an-ı Kerim onların bu yalancı sözlerini şöyle anlatmaktadır: ... "Bu işte bizim fikrimiz alınsaydı, burada öldürülmezdik." Sonra Allah (c.c.) onlara şöyle cevap verilmesini emretmişlerdir.
"De ki: "Evlerinizde olsaydınız, haklarında Ölüm yazılı olan kimseler, yine de devrilecekleri yere varırlardı."
Ayetin manası şöyledir: Şayet evlerinizde kalıp savaşmak için çıkmamış bile olsaydınız, sizden ecelleri gelip Ölecek olanlar, aynen o savaşta öldürülmüş oldukları anda ve aynı şekilde ölüm gelip onları bulacaktı.
Öyleyse, tedbir takdirin önüne geçemez. Sakınmak kaderi önleyemez. Ölmesi takdir edilen kişinin kaçışı yok. Ölecektir. Başına bir musibet gelmesi kaderinde olan kimsede mutlaka o musibetle 134
karsılacaktır. Madem ki durum böyledir korkmanın, korkak olmanın anlamı nedir? Hiç korkmaya gerek var mıdır?
Davetçi kardeşim, sana düşen kaza ve kaderin, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna bütün kalbinle tüm zerrelerinde iman etmendir.
Eğer böyle yaparsan hiçbir engel, hiçbir musibet senin ayağını kaydıramaz, hiç bir zorluk seni davet yolunda dökülenler kafilesine eirdiremez. Allah zorlukta da kolaylıkta da senin yar ve yardımcın olur. Yeter ki sen böyle bir iman ve ihlasa sahip ol.[7]
Davetçilere musallat olan bela ve musibet kaynaklı et kenlerin tedavisi
1) Herşeyden önce davetçinin, bela ve musibetlerin, sıkıntı ve zorlukların Peygamberlerin, davetçilerin ve mürşitlerin maruz kaldıkları kaçınılmaz bir sonuç olduğunu bilmesi gerekir. Ona düşen o kutlu insanlann metodunu takip etmek onların açtığı yoldan yürümektir.
2) Eğer belalara sabreder, inancı uğruna başına gelen eziyetlere katlanırsa Allah Teala'nın ona sabredenlerin mükafatını sıddıklann makamını vereceğine yakinen inanmalıdır. Zira Allah (c.c), hiç bir gözün görmediği, hiç bir kulağın işitmediği, hiç bir kulun gönlünden dahi geçirmediği en güzel nimet ve lezzetleri onlar için hazırlamıştır.
3) Hayatta karşılaştığı hayır ve şer adına ne varsa, hepsinin levhi mahfuzda yazılı, değişmesi mümkün olmayan bir ahn yazısı olduğunu, dolayısıylada başına her ne gelirse (Allah'ın kaderine) razı ve teslim olmaktan başka çıkar yolunun olmadığı gerçeğini tüm gücüyle kalbine yerleştirmeye çalışmalıdır. Kaza ve kader Allah'tandır.
Davetçi kardeşim, madem ki hal böyledir, öyleyse senin vazifeli, bela ve musibet kaynaklı etkenleri şifa verici İslâm merhemiyle, koruyucu iman iksiriyle tedavi etme hususun da acele etmendir. Böyle yaparsan işte o zaman zorluklara tebessümle karşılık verirsin. Kaza ve kadere razı olur, davet yolunda hiç bir sıkıntıdan etkilenmeden dimdik azimle yürürsün. Birbirini kovalayan gün ve gecele-
rin gebe olduğu bela ve musibetler seni asla yerinden oynatamaz Bir çok insanın gafil olduğu bir gerçek, Allah'ın mutlaka nurunu tamamlayacağıdır. O her şeye güç yetiren Kadiri mutlaktır.[8]
D. Aldatıcı (fitneye düşürücü) Etkenler
Pek çok davetçinin şeytanın tuzağına, heva ve hevesin vesvesesine uyup dalalet ve sapkınlığa düşmesine, davet yolunda dökülenlerden olmasına sebebiyet veren "Psikolojik Etkenler'den bir tanesi de insanı "akan, fitneye düşüren etkenler"dir.
Davetçilerin hayatlarında maruz kaldıkları çok tehlikeli etkenlerden biri de bence budur. Nice meşhur, parmakla gösterilen da-vetçileri yoldan çıkaran, mevki makam düşkünü veya sahtekar bir tüccar haline getiren bir amil de işte budur.
Bu aldatıcı (fitneye düşürücü) sebepleri şöylece sıralaya biliriz:
a- Makam Mevki,
b- Dünya hayatının nimetleri,
c- Kadın fitnesi,
d- Şöhret düşkünlüğü, kendini gösterme tutkusu ve buna benzer birbiriyle iç içe girmiş pek çok fitneler vardır. Kişilerin gerçek kimliğini ortaya çıkaran da işte bu fitnelerdir. Kimin ne olduğu o zaman belli olur.
Davetçilerin maruz kaldıklan bu fitnelerden tek bir tanesi bile, tam olarak imanın kalplerine yerleşmediği, imanın tadına varamamış, tüm benliğiyle onu hissedememiş kimseleri yoldan çıkarmak için yeter de artar. Bu fitnelerden biri bile kişiyi davasından vazgeçi-rebiliyorsa, bu fitnelerden pek çoğunun musallat olduğu kişinin hali nicedir! Elbette ki onun düşüşü daha büyük, sapkınlığı daha da tehlikeli olacaktır.
Birisi çıkıp şöyle bir soru yöneltebilir: Davet meydanına şöyle bir göz attığımızda davet halkasına çok genç yaşlarda girmiş, davet içerisindeki en yüksek sorumluluklara kadar tırmanmış, davet noktasında pek çok aydalı işler yapmış, gayretleri sayesinde hareketin mesafe katettiği kimselere rastgeliyoruz. Nasıl oluyorda bu meziyete sahjp insanlar mevki-makam fitnesiyle, ya da başka bir fani nimetin cazibesine kapılarak yükseksen derecelik bir dönüş yapıp mevki-makam delisi, dünyanm kulu kölesi olabiliyorlar.?
Bunun cevabı şudur: Başlangıç ne ise sonuçta odur. Başlangıcı aüzel olanın sonu da güzel olur. Başlangıcı berbat olanın nihayeti de berbat olur. Samimi olarak davet halkasına katılmış, dava uğruna her türlü sıkıntı ve meşakkete katlanmış, davasını yüceltmekten başka bir kederi olmamış, ne yaptıysa sırf Allah (c.c.) için yapmış, Rabbinden başka hiçbir şeyden korkmadan, Yaratanın mesajını insanlara tebliğ etmiş bir davetçiyi ele alalım. Bu davetçi kutlu bir başlangıçla işe başlamış, iman ve istikamet üzere sonuna kadar İslâm davasını tebliğ etmekle meşgul olmuştur. Böyle bir davetçinin önüne çıkan, mevki ve benzeri hiçbir fitneye kapılmaksızm, Allah'ın kendisinden razı olduğu bir halde Rabbine kavuşacağı mutlaktır. O, ne malın ne de evlatların fayda vermediği günde Allah (c.c.) o kulundan razı olacaktır.
Bir de davet halkasına belli bir menfaat icabı girmiş, başlangıçtan itibaren hep yüksek bir mevkiye gelme arzusuyla yanmış, müslümanlar başarıya ulaştığında kendisine de yüksek bîr makam verilmesi hedefiyle çalışmış, dünyasını elde etmek için dini alet ederek hep fırsat kollamış bir davetçiyi düşünelim.
Bu kimse bozuk bir niyetle kötü bir başlangıç yapmıştır. Kendi egosunu tatminden, heva ve hevesine tabi olmaktan başka bir hedefi yoktur. Dünyanın fitneleriyle pislenmiş makam mevki, kendini gösterme çamuruyla kirlenmiştir. Böyle bir kimsenin basit bir dünyalık karşılığında davasını ve dinini satabileceğinde hiç şüphe yoktur. Nifak pazannda tacirlik yapan aşağılık herifin tekidir o. Kendini bilen samimi davetçiîer arasında beş paralık bile yeri yoktur o herifin. Başlangıcı berbat olduğu gibi nihayeti de elbette berbat olacaktır. Bundan kurtuluşunun tek çaresi hatasını anlayıp halisane bir şekilde tevbe etmesidir. Çünkü Allah halisane bir şekilde kendisine yönelip tevbe edenleri affeder.
Buhari ve Müslim'in Abdullah îbni Mes'ud'dan rivayet ettikleri uzun bir hadisi şerifte Allah Rasulünün (s.a.v.) işaret buyurdukları hakikatte budur:
"... Kendinden başka ilah olmayan Allah'a andolsun ki, sizden biriniz cennet ehlinin amelini yapar (yapar da) kendisiyle cennet arasında bir karıştık bir mesafe kaldığında kitapda yazılmış olan (yani levhi mahfuzda yazılı olan kaderi) gerçekleşir, cehennem ehlinin bir amelim işler ve cehenneme girer..."
Burada da şöyle bir soru sorulabilir. Hayatında hep cennet eh-lınin amelini yapıp da hayatının son demlerinde bir kişi nasıl olur da cehennem ehlinin amelîni işleyip de cehenneme girer. Böyle bir gaflete nasıl düşer?
Bunun cevabı çok da kolaydır:
Aslında o kişi baştan beri cehennem ehlindendi. Zira yaptığı amel ihlas ve samimiyetle değil, sırf şahsi menfaatler elde etmek için yapılmış riyakarane işlerdi. Müslim'in İman kitabında rivayet ettiği hadisi şerif bu manaya işaret etmektedir: Allah Rasulü hadisin bir bölümünde şöyle buyurmaktadır:
(... Kişi, insanlara zahirde, cennet ehlinin ameli gibi gözüken bir iş işler...)
Bir kimse yaptığı amelleri ihlasla sırf Allah'ın rızasını ve ahiret yurdunu elde etmek için yapmıyorsa o halde yaptıklarını şan-şeref, heva ve hevesini tatmin etmek için riyakaren yaptığı aşikardır.
Ne güzel söylemiştir şu sözlerin sahibi: "Başlangıç sonuçtur. Başlangıcı güzel olanın nihayeti de güzel olur. Başlangıcı berbat olanın nihayeti de berbat olur."
Davalannda samimi olan, yaptıklarını istikamet üzere yapan, gizli ve aşikar hallerinde Allah'ın murakabesi altın da olduğu şuuruyla hareket edenleri, elbette ki Cenabı Hakk hayatlarının son demlerinde fitneye düşmelerine göz yummayacak, fazl-u keremiyle onlara yardım edip,, başarıya ulaştıracaktır. Dünya hayatında Allah'a verdikleri söze sadık olarak ihlas ve iman üzere onlan katına alacak, Adn cennetlerine sokacaktır. Su fitne ve fesadın, şehvet ve nefislerin ayyuka çıktıkları çağımızda, nice davetçilere şahit olmuşuzdur. Onlar hakk üzere sabit kaldırlar, Allah'ın dini uğruna ihlasla istikamet üzere mücadelelerini sürdürdüler. îmanlanndaki sebattan gayret ve fedakarlıklarıma kendilerinden sonra gelen genç nesillere en güzel en muhteşem örnekleri vererek küfrün bağrına, karanlıkların ortasına nur saçan abideler olarak yerleştiler.
İmam Hasan el-Benna, şehid Seyyid Kutup, Şeyh Mustafa Sibai, büyük mürşid Hasan el-Hudeybi, büyük davetçi Abdülaziz el-Bedri ve daha onlarca iman abideleri, bu konuda zikredilebilir. Onlardan kimileri Rablerine kavuşmuş kimileri de sıralannı beklemektedirler. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmemişlerdir. İşte bu insanlar, tarih boyunca hayırla yadedilecek, genç nesillerin açtıkları yoldan ilerleyecekleri iman ve ihlas abideleridir.
Yine şu fitne fesat devrinde nicelerine şahit olduk. Yönetimde en yüksek mertebelere ulaşan, tebliğ, halkın şuurlanmasi gibi faaliyetlerde bulunurken türlü türlü sıkıntılara katlanmış, fitnelere boyun eğmemiş insanlar vardır.
Ne zaman ki davetçilerin mallan, bedenleri noktasında imtihan edildiklerini, vazifeleri başında hatta kendi evlerinde dahi takibata uğradıkalannı tutuklanıp işkence edildiklerini, maaşlan kesilerek riaklannın kısıtlandığını gördükleri zaman, dinsiz tağuti sistemlerin kendilerine mevki, makam, şan, şöhret, mal servet gibi şeylerle göz kırptıklarını hissedince hemen yüzseksen derecelik bir dönüş yaptıklarını, gerisin geriye döndüklerim görmüşüzdür. Yönetimin uşaklan, sistemlerin belkemiği olmuşlardır. Artık tağutlar kirli işlerim onlara yaptırıyorlar. Ama ne yazık ki bu yaptıklanyla, ucuz bir dünyalık için dinlerini davalarını satmış, yaratılmışların en aşağılıktan olmayı haketmişlerdir.
Onlar ahiretlerinİ kaybettikleri gibi dünyalannı da ma'mur edememişlerdir. Zira tağuti yönetimler o insanlan kullanmaktaki gayelerine ulaştıklan zaman, aynen bizlerin eskimiş ayakkabıları çıkarıp çöpe attığımız gibi onları bir köşeye atarlar. Artık ne Allah'ın ne de insanların yanında en ufak bir değeri yoktur.
Ahiretlerini de kaybetmişlerdir. Zira Cenabı Hakk'ın da Nisa suresinin 145. ayetinde beyan buyurdukları gibi:
"Münafıklar hiç şüphesiz cehennemin en alt çukurundadırlar." MünafikJann, riyakarların, kendini göstermekten hoşlanan, makam ve mevkileri için dinlerini davalarını satanların yeri elbetteki cehennemin en dibidir. Yine bu konuyla ilgili olarak Allah Rasulü (s.a.v.) şöyle haber vermektedirler: "Ümmetim üzerine korktuğum şeylerin en korkuncu Allah'a şirk koşulmasidir. Ama bundan güneşe, aya yada bir puta tapacaklarını söylemiyorum. 'Velakin Allah'ın dışında başka maksatları gözeterek yapacakîan amelleri ve gizli şehveti kastediyorum."
Davetçilerdeki gizli şehvet yalnızca mevki, kendini gösterme ya da belli bir makama ulaşma hırsıyla sınırlı değildir. Kadın fitnesinin arkasından kemik görmüş köpeğin salya çıkararak peşinden koştuğu gibi koşmak, zengin olmak, büyük servet sahiplerinden biri olmak İçin gecesini gündüzüne katarak çalışmak, çok taraftar edinmek için duyulan aşırı hırs, elbisesi, evinin iç dizaynı ve dekoru, yemeklerin çeşit ve kalitesi, arabasının markası noktasında gösteridiğİ aşın titizlikle gizli şehvet içerisinde zikredîlebilecek özelliklerdendir.
İşte tüm bu fitneler, davetçilerin önüne çıkan, onların aldanarak peşlerinden sürüklenmesine, tüm gayret ve enerjilerini o yolda harcamalarına sebebiyet veren en önemli amillerden bir tanesidir. Dolayısıyla da davetçilerin ayağını kaydıran, onları fesada, dünyaya bağlanmaya, heva ve hevesinin peşinde koşup gününü gün etmekten, mal biriktirip hava atmaktan başka bir derdi olmayan basit insanlar derecesine düşüren de yine bu amildir.
Nice davetçiler görmüşüzdür. Şehvete kapılarak güzel bir kadının peşinden sürüklenip gitmiştir. Yoldan çıkmasında, davasını ve hatta dinini terketmesinde en büyük faktör yakalandığı bu kadın fitnesi olmuştur. Bazı davetçiler vardır ki; mal mülk sevgisine kaptırarak bütün her şeyini servet elde edip biriktirme noktada harcamıştır. Bu durumu onu davet mesuliyetinden, îslâmi eörevlerini yerine getirmekten alıkoymuştur. Nihayetinde onlar da dökülenler kafilesine katılmışlardır.
Yine öyle davetçiler gelip geçmiştir ki, onları dünyanın fani güzellikleri aldatmış, gününü gün etmek bu fani lezzetleri elde etmek için davasından çarkederek hevasına, midesine, gösterişe, paraya, nefsi emmaresine kul-köle olmuşlardır. Nefsinden başka derdi olmayan, bu tür fani lezzetler peşinde koşan birisinin nihayetinde tepetakîak yuvarlanması elbette ki en olağan sonuçtur.
Davetçi kardeşim! İşte bu tür fitnelerden, dünyanın cazibesine kapılmaktan kendini koru. Kişiyi davasından uzaklaştıran hal ve durumlardan şiddetle kaçın. Tek derdinin dünya olmasına müsaade etme. Yoksa sen de helak olanlardan olursun. Allah kendisinden korkan samimi kullarının yar ve yardimcısıdır.
Davetçileri fitneye düşüren bu faktörlerin tedavisi nedir? Elbette ki İslâm tüm zaman ve mekana hitap eden sis temiyle, müslümanlann, özellikle de davetçilerin başına geîen, onlan yollarından çeviren bütün psikolojik ve manevi hastalıkların en etkili ve sağlıklı çözüm yollarını da göstermiştir. Kim ki bu metodu uygular İslâm'ın bu noktada söylediklerini harfiyyen yerine getirirse Allah'ın izniyle bu ve buna benzer tüm hastalıklardan kurtulur. Toplum içerisinde parmakla gösterilen, ahlak ve davranışlanyla insanlara örnek bir şahsiyet oluverir.
Tedavinin merhaleleri şunlardır:
Birincisi: Herşeyden önce davetçinin, şeytanın vesveselerinden, heva ve hevesinin aldatmacasından, nefsi emmarenin hezeyanından kendini kurtarması gerekmektedir. Zira bu aldatıcı gizli faktörler sebebiyle pek çok davetçi doğru yoldan ayrılmıştır. Ne zaman ki bir davetçi içten gelen bu seslerin tatlı nağmelerine kapılıp ipin icunu onlara teslim eder, işte o zaman fitnelerin en büyüğüyle karşı karşıya kaldı demektir. Öyleyse bu fitnelerden kurtulmanın, heva ve hevesin, şeytan ve nefsi emmare'nin oyununa gelmemenin yolu nedir?[9]
Şeytanın Vesvesesinden Kurtulmak
Davetçi herşeyden Önce şeytanı düşman bilerek onu altetmek i-çin elinden geleni ardına koymamacasına gayret etmelidir.
Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Şeytan hiç şüphesiz sizin düş-manmızdir. (Öyleyse siz de onu düşman edinin." (Faur, 6)
Bir davetçinin kalbi imanla dolup taşan tevekkül ehli biri olması gerekir. Allah'ın (c.c.) katından lanetlenerek kovulmuş olan şeytandan daima Allah'a (c.c.) sığmmalıdır ki Allah (c.c.) onu şeytanın şerrinden emin eylesin: Bu konuda Cenabı Hakk şöyle buyurmaktadır
"Kur'an okuyacağın zaman, kovulmuş şeytandan Allah'a sığın. Doğrucu şeytanın, inananlar ve yalınız Rablerine güvenenler üzerinde bir nüfuzu yoktur. Onun nüfuzu sadece Onu dost edinenler ve Allah'a ortak koşanlar üzerindedir." (Nahl, 98-100)
Kalbinin en ücra köşelerine kadar imanın sirayet ettiği takva ehli biri olmaladır ki içinden gelen sesin şeytanın vesvesesi mi yoksa ilahi bir ilham mı? Gittiği yolun selamete mi yoksa dalalete mi götürdüğünü farkedebilsin. Kadiri Mutlak Allah Teala Hazretleri şöyie buyurmaktadırlar:
"Allah'a karşı gelmekten sakınanlar, şeytan tarafından bir vesvese uğrayınca, Allah'ı anarlar ve hemen gerçeği görürler." (Araf,
201)
Fisk ve fücur ehli Allah'a isyan etmiş kimselerle alakasını tamamen koparmalıdır. Çünkü onlarla dost olmak demek yaratanını unutup şeytanın tuzağına düşmüş olmak demektir: Yüce Allah (c.c.) bu konuda şöyle ferman buyurmuşlardır: "Ayetlerimizi çekişmeye dalanları görünce, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan yüz çevir. Şeytan sana unutturursa hatırladıktan sonra arak zulmedenlerle beraber oturma." (En'am, 68) 142
Unuttuğunda kendisine hatırlatacak, hatırladığında yapmasına rdımcı olacak, yoldan çıktığında kendisini doğru yola yöneltmek için üzerine titreyecek salih bir arkadaş sahibi olma noktasında çok özen göstermelidir. İşte bu, Tirmizi'nin rivayetinde İslâm peygamberinin: "Mü'minden başkasıyla asla arkadaşlık yapma, takva sahibinden başkası da kesinlikle yemeğinden yemesin" diye emrettiği gerçektir.
Allah (c.c.) değişmez kitabında bunu ne kadar güzel bir şekilde ifade buyurmuşlardır.
"O gün dostlar birbirine düşmandır. Yalnız takva sahipleri hariç." (Zuhruf, 67)
Davetçinin kendini nevasının vesveselerinden kurtarması için söylediğimiz yöntem nefs-i emmare'nin hezeyanlarından kurtulma konusunda söyleyeceklerimizin tıpatıp aynısıdır. Zira sebepler aynı sebeplerdir. Bu hastalığa götüren etkenler aynıdır. Böyle olunca tedavi metoduda aynı olmak zorundadır...
Burada davetçinin önemle üzerinde durması gereken başka bir yol daha göstereceğim. O da ona göre, en uygun olan metodu almasıdır.
Davetçinin şu hakikatleri çok iyi bilmesi gerekmektedir. Allah insan nefsini yarattığı zaman ona hem şer, hemde hayr kabiliyetini vermiştir. Onu seçme hürriyeti, irade gücü, akli muhakeme ve fıtrat temizliği gibi özelliklerle donatmıştır. İşte bu özelliği sayesinde insanın hayır yönü şerr yönüne baskın ve galip gelebilir. İsyan, fisk ve fücur yolundan kendini koruyarak hidayet yolunda emin bir şekilde yürüyebilir. Aynca Allah insanı ideolojiler karmaşasında bocalayacak, heva ve heveslerin bataklığında saplanıp kalacak bir halde terk etmemiş, ona hayatını hidayet üzere bilinçli bir şekilde sıran müstakimden ayrılmadan yürüyebileceği metod ve yöntemi en açık şekliyle bildirmiştir.
Allah'ın (c.c.) insana seçme hürriyetini verdiğine delil O'nun şu sözüdür.
"Biz ona yolu gösterdik: (O) ya şükredici veya nankör olur." (insan, 3)
İrade kuvvetini verdiğine delil ise şu ayeti kerimedir:
"Ama kim heveslerden menederse, (onun için) gidilecek yer cennettir." (Naziat, 40-41)
Akli muhakeme gücü verdiğine dair :
"Dünya hayatı sadece bir oyun ve eğlenceden başka hir şey değildir. (Allah'ın azabından) korunanlar için elbette ahiret yurdu daha iyidir. Düşünmüyor musunuz?" (En'am, 32)
Kur'an-ı Kerim'de aklın kullanılmasını, onunla eşyanın hakikatine bakılıp incelenmesi ve muhakeme edilmesini emreden onlarca ayeti kerime vardır.
Allah'ın insanı fıtraten temiz yarattığına gelince bunada delil şu ayeti ceiiledir:
"Sen yüzünü, Allah'ı bİrleyici olarak doğruca dine çevir: Allah'ın yaratma kanununa (uygun olan dine dön) ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez, işte doğru din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler." (Rum: 30)
Allah'ın metod ve yöntemi açıkladığına dair delil şu ayeti kerimedir:
"Her ümmet içinde, kendilerinden kendi üzerlerine bir şahid getirdiğimiz gün, seni de bunların üzerine şahit getirmiş olacağız. Sana bu kitabı, her şeyi açıklayan ve müslümaniara yol gösterici, rahmet ve müjde olarak indirdik!" (Nahl, 89)
Bütün bunların dışında şunu da unutmamak gerekir. Allah Teala şer'i yükümlülükleri kolay olarak, beşeri güce uygun ve insanlardan zorluk ve meşakkati kaldırmak maksadıyla indirmiştir. Zira Kur'an'daki bu konuyla İlgili değişmez ilke şudur; "Allah sizin için kolaylık ister, sizin için zorluk istemez." Yine değişmez kaidesi; "Allah ancak gücünüz kadar sorumluluk verir." Yine değişmez metodu: "Allah size dinde bir zorluk kılmamışür." sözleridir...
Şu apaçık bir hakikattir, insan ne zaman seçimini hayır yönünde kullanır, hakkın yerine gelmesi için iradesini kuvvetlendirir, işleri akim muhakemesinden geçirir, fitraü gereği hidayet üzre olup Allah Teala'nin insanlar için indirdiği kolay ve çok hassas olan Rabbani metoda tabi olur... İşte o zaman hiç şüphesiz günahlardan korunmuş muttakilerin yoluna girmiş, Allah'ın seçkin hayırlı kullarının izinden yürümüş olur. Öyle ki böyle bir insanın nefsi en yüce nefis merhalesine ulaşarak, hevadan etkilenmeyen, şehvetle sarsılmayan, dünyevi arzular sebebiyle buhrana düşmeyen, şeytanın bile kendisiyle mücadele edemeyeceği tatmin olmuş itmi'nana ermiş mü'min bir nefis olur.
Böylece, fıtratından gelen saflık ve temizlik, sarsılmaz iman, Allah'ın metoduna sımsıkı sanlarak onun şeriatine tabi olup davet yolunda Allah'ın dini yüce olsun diye cihad etmek o nefsi asli hüviyetine ulaştırır.[10]
İkincisi: Davetçi meylettiği, arzulayıp peşinden koştuğu tüm nefsani aldatmacaların kendisi, davası ve dini açısından bir fitne olduğunu çok iyi bilmelidir. Mal fitnedir. Çocuklar fitnedir. Kadınlar fitnedir. Dünya hayatının güzellikleri fitnedir. Liderlik arzusu fitnedir. Kendini gösterme, meşhur olma arzusu yine ayrı bir fitnedir.
İmtihan ve sınanma fitne kelimesinin içerdiği manalardandır. Genelliklede bu gibi aldatmacalarla fitneye düşen kimse imtihanı kesinlikle kaybeder. Sonuçta helak olup hüsrana uğrayanlar zümresine dahil olur.
Mal ve çocuklann bir imtihan vesilesi yani fitne olmalarını Rabbi Teala'nın şu sözünden anlıyoruz: "İyi biliniz ki (hiç şüphesiz) mallarınız ve çocuklarınız bir fitnedir, ve muhakkak "büyük mükafat Allah kalındadır." (Enfal, 28)
Tirmizi, Allah Rasulü'nün şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Her ümmet için bu fitne (imtihan vesilesi) vardır. Benim ümmetimin fitnesi maldır."
Kadınların fitne oluşuna gelince bu konuda Buhari ve Müslim
Peygamber Efendimizin şöyle buyurduklarını rivayet etmişlerdir-"Benden sonra erkekler için kadından daha zararlı bir fitne bırakmadım."
Dünya hayatı güzelliklerinin fitne oluşunu ise Allah'ın (c.c.) şu sözünden anlıyoruz:
"Onlardan kimilerini denemek için kendilerini yararlandırdığımız dünya refahında gözün kalmasın. Rabbinin sana verdiği nimet hem daha değerli, hem daha kalıcıdır." (Taha, 131) Sahihayn'de (Buhari-Müslim) Ebu Said el-Hudri'nin (r.a.) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasululiah (s.a.) mimbere oturdu. Biz de etrafını çevreledik ve şöyle buyurdular:
"Benden sonra sizin için korktuğum şey dünya güzelliklerinin ve süslerinin sizlere (kapılarını) açmasıdır."[11]
Liderlik arzusunun fitne oluşunu ise Şeyhayn'm Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri hadisi şeriften anlıyoruz:
"Şüphesiz sîzler liderlik için çok hırslı olacaksınız, (ama o) kıyamet günü sizin için pişmanlık olacaktır..."
Liderlik hırsı, Allah rızasının neyde ve nasıl olacağını bilmeyenler için elbette hüsran ve pişmanlık olacaktır. Ve her kim ki Allah'ı gazaplan-dıran bir yöneticiliği (sorumluluğu) sırf mevcut tağutları razı etmek maksadıyla kabul ederse Allah'ın dininin dışına çıkmış olur. Bu gerçeği Hakim'in iyi bir senetle Cabir bin Abdullah'tan rivayet ettiği hadisten öğreniyoruz. Rasululiah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: "Her kim ki Allah'ı kızdıran bir şey ile sultanın rızasını kazanırsa Allah'ın dininden çıkmış olur."
Gösteriş sevgisinin fitne olduğunu ise daha önce zikri geçmiş o-lan şu hadisi şerife dayanarak söylüyoruz: "Ümmetim için korktuğum şeylerin en korkuncu Allah'a şirk koşmaktır. Bununla onların güneşe yada aya veyahutta bir puta tapacaklannı söylemek istemiyorum. Kastettiğim, Allah'tan başkası için yapılan ameller ve gizli şehvettir."
İste bu saydıklarımız aldancı, insanı kulluktan uzaklaştıran, riatinde bizleri özellikle sakındırdığı fiillerdir. Madem ki bunlar hirer fitne, öyle ise davetçinin böyle şeylere özenmesi nedendir? Neden butür saplantılara yöneliyorlar? Ve kendilerini hangi sebepten dolayı böyle bir tehlikeye atabiliyorlar?
Bilmiyorlar mı, görmüyorlar mı ki, nice davet önderleri parmakla gösterilen büyük davetçiler, dünyaya meyletmeleri, güç kuvvet sahibi olmak istemeleri, mevki ve makam hırsı, kendi şahsiyetlerini ön plana çıkararak meşhur olma arzusuyla davet yolunda birer birer dökülmüş, tağutlann (kuyruğu) yaltakçısı, mevki makam kulu, dinar ve dirhem kölesi olmuşlardır. Öyle ki artık davalarının ve İslâmî çalışmadaki kardeşlerinin apaçık bir düşmanı olmuşlardır. Zalimle birlikte zul-müne, tağutla birlikte tuğyanına ortak olmuşlardır. Hem de kime karşı? İslâm için samimi bir şekilde gayret eden o yolda cihat eden kimselere karşı! Bu durumu bu hakikati küçük büyük iyi ve kötü herkes bilmektedir, inkar edenler ise yalnızca mütekebbirlerdir.
Öyleyse davetçi kardeşim sana düşen görev akideni sarsan, dinin için fitne olan seni fesada ve doğru yoldan ayrılmaya götüren bu aldatmacalardan bu fitnelerden şiddetle uzak durmandır. Hiç şüphesiz bu, akidenin selameti, davanın istikbali ve nefsinin emniyeti açısından en doğru olandır. Ama eğer böyle yapmayıp tersini yaparsan işte o zaman hüsrana uğrayıp heîak olanlardan biri olmandan korkulur. Allah'a (c.c.) andolsun ki O gayret edip sabredenlerin mükafatım asla zayi edici değildir.
Üçüncüsü: Eğer bir davetçi nefsinin taşkınlıklarından, nevasının arzularından kurtulmak, tüm fitnelerden emin olmak istiyorsa o zaman şu hakikatleri belleğinin en mümtaz köşesine yerleştirsin. Bunlar:
-Dünya gerçeği.
-Ölüm gerçeği.
-Ahiret gerçeği.
-Örnek alma gerçeği.
Dünya gerçeğine gelince. Bu gerçeği Allah Rasulü birden fazla hadisi şerifinde beyan buyurmuştur.
îirmizi Abdullah b. Mes'ud'un (r.a.) şöyle anlattığını rivayet e-der. Rasulullah (s.a.) hasır üzerinde uyudu. Kalktığında hasır vücudunda iz yapmıştı. Dedi ki: "Ey Allah Rasulü sana yumuşak bir döşek edinsek" bunun üzerine Rasulullah (s.a.): "Benim dünyayla ne ilişkim var? Ben dünyada bir ağaç altında gölgelenip daha sonrada orayı terkedip giden bir yolcudan başka bir şey değilim." buyurmuşlardır.
Yine Tirmizi Ebu Sehi es-Saidi'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Allah Rasulü (s.a.) buyurdular ki: "Şayet dünya, Allah katında bir sivrisineğin kanadı kadar etseydi Allah ondan kafire bir yudumluk su bile vermezdi."
Tirmizi'nin Ebu hüreyre'den yaptığı başka bir nakilde de Ebu Hureyre (r.a.) Rasulullah'dan şöyle duyduğunu haber vermektedir: "İyi biliniz ki, Allah Teala'nin zikri ve benzeri şeyler, bilen ve Öğrenmeye çalışan kimse dışında, dünyadaki herşey ve dünya lanetlenmiştir."
Mademki dünya melundur. Allah katında bir sivrisineğin kanadı kadar dahi kıymeti yoktur. Sanki bir yolcunun altında konaklayıp daha sonrada terkedip gittiği bir yer gibidir. Öyleyse bir davetçinin dünyaya aldanması, ona boyun eğip herşeyiyle ona yönelmesi nedendir?
Ölüm gerçeğine gelince: İnsanın ömrü ne kadar uzun olursa olsun, ne kadar uzun bir hayat sürerse sürsün mutlaka dünyayı terkedeceği an, hayata veda edip mezarlık sakinlerinden birisi olacağı gün gelip çatacaktır.
Kur'an-ı Kerim bu hakikati pek çok ayeti kerimede kat'i bir surette dile getirmiştir: Cenabı Hak şöyle buyurmuştur.
"Her nefis ölümü tadacaktır." (Ali imran, 185)
"Deki: (Ey habibim) Kendisinden kaçtığınız ölüm hiç şüphesiz sizleri (birgün) yakalayacaktır." (Cum'a, 8)
"Nerede olursanız olun ölüm sizi elbette geîip bulacaktır." (Nisa,
78)
Selef daima ölüm ve ölümden sonrasını düşünürlerdi: Mü'minlerin Emin Ömer (r.a.) şöyle diyordu: "Her geçen gün; falanca öldü filanca öldü denilir. Elbette Ömer öldü denileceği gün de bir gün mutlaka gelecektir." Ömer'in oğlu da şöyle diyordu:
"Akşamladığın zaman sakın ha sabahı bekleme, sabahladığın zaman da sakın ha akşamı bekleme. Sıhhatli olduğun zaman hasta olacağın gün için hazırlan, sağlığında da ölümün için hazırlan." Buhari rivayet etmiştir.
Şu sözler selefe ait sözlerdir: Ey arkadaşım sakın ha bolluk sebebiyle gururlanma. Ömür biter, hayat sona erer. Kabristana bir cenaze taşındığı an bil ki ondan sonra taşınılacak sensin.
Madem ki ölüm kaçınılmazdır? Her nefis bir gün mutlaka ölümü tadacaktır. Öyleyse dünya hayatının güzellikleri bir davetçiyi neden aldatıyor? Neden dünyanın peşinden koşanlardan birisi de o oluveriyor? Onun gösterisine ve fani lezzetine neden aldanıyor? Neden ölümden sonraki hayat için didinip uğraşmıyor? Neden?
Ahiret gerçeğine gelince: İşte iyilik yada kötülüklerin karşılığının görüleceği diyar. Dünyada ekilenlerin biçileceği yurt. Dünyada ameli güzel olanlar güzel cennet bahçelerine, ameli çirkin olanlar ise konaklanacak yerlerin en kötüsü olan cehennem çukurlarına gidecekler. Allah ne doğru sözlüdür.
"işte o zaman, kim azgınlık yapmış ve dünya hayatını tercih etmişse, muhakkak ki, o alevli ateş onun barınağı olacak. Kim Rabbinin makamından korkmuş, nefsini de kötü arzulardan koru-muşsa, onun barınağı da muhakkak cennet olacaktır." (Naziat, 37-41)
Kur'anı Kerim ahiret ahvalini şu şekilde anlatmaktadır. Emzikli analar o günün dehşetinden emzirdiği çocuğunu bırakıp kaçacak,insanlar içmedikleri halde o günün dehşetinden sarhoş olacaklar dır. Kişi en sevdiği kardeşinden, anasından, babasından kaçacak çocukların o günün dehşetinden "saçları ağaracak, güneşin insanlara çok yaklaşması sebebiyle tere gömülecekler, ve o gün kişi Rabbinin huzuruna tek başına yalnızca ameliyle birlikte çıkacak ve o ameli nisbetince ya kazananlardan yada ebediyyen kaybedenlerden olacaktır.
Şu sözlerin sahibine Allah rahmet etsin:
"Ölümden sonra kişi için ölümden Önce bina ettiği yerden başka hiçbir mesken yoktur. Her kim ki hayr ile yaptıysa kalacağı yer ne güzeldir. Her kim de şerr ile yaptıysa vay o evi inşa edenin haline." Evet madem ki ölümden sonraki hayat bu minval üzredir. Korku içinde korku, dehşet içinde dehşet, vardır.
Öyleyse davetçi neden o büyük gün için hazırlanmadı? Gerekli azığını yanına almadı? Niçin İslâm'ın dosdoğru çizgisinde yürümedi? neden ahirette biçmek istediğini dünyada ekmedi? Neden dünyaya, mala, mevkiye aldandı? Neden Allah'ın gölgesinde gölgele-nenlerden olmak İçin salih amel işlemedi? Neden gerçek manada Allah'tan hakkıyla korkan takva sahibi bir kul olmadı?
Örnek alma gerçeğine gelince: İşte bu, davetçileri her türlü dünyevi fitne etkisinde kalma probleminden kurtaracak en Önemli tedavi yollarından bir tanesidir. Ne zamanki bir dava adamı Allah Rasulü'nün (s.a.) hayatının mutlak olarak Allah'ın yarattığı tüm mahlukattnın en faziletlisi, en yücesi olduğunu, sahabe ve Hülefai Raşidin devrinin devir lerin en faziletlisi olduğu ve bu konuda ümmetin icma ettiğini ve işte o insanların hayatının gerçek bir zühd, kanaat ve azla yetinme timsali olduklarını bilir işte o zaman kendi haline bakar kendinden utanır, nefsinin zavallılığını farkeder. Oysaki o dünyanın hiçbir lezzetini terketmediği halde her türlü gösteriş ve riyakerane işleri yaptığı halde kendinin iyi bir davetçi olduğunu zannediyordu! !
İşte Allah Rasulü (s.a.) hasır üzerinde yatardı. Dünyadan göçüp gittide bir defa olsun buğday ekmeğiyle doymadı. Bir gömlekten hiçbir giyeceği yoktu. Aylar aylan kovalar buna rağmen e-• de bir defa ocağın yakılıp yemek pişirildiği görülmediği çok zamanlar olurdu.
Açlıktan dolayı karnını bağlardı. Allah Rasulü (s.a.) vefat ettiği man evinde yamalı bir elbise ve sert bir izardan[12] başka hiçbir şey yoktu. Rasulullah (s.a.) vefat ettiğinde zırhı bir yahudide rehin olarak duruyordu.
Eğer Allah Rasulü (s.a.) dünyayı onun güzellik ve ihtişamını isteseydi bütün bunlar ona koşarak gelirlerdi. Ama o başkalannı kendi neftine tercih ediyor, fakirlikten asla korkmayan bir kimse gibi bol bol dağıtıyor ümmetine en güzel bir örnek oluyordu.
Peygamber Efendimizin dünya hayatinin güzellik ve servetini onun bolluk ve ihtişamını istemediğini te'kid eden diğer bir olayda Tirmizi'nin rivayetine göre Ailah (c.c.) ona:
Mekke'nin dağlarını altın yapmayı teklif etti. O ise: "Hayır, Ey Rabbim. Oysaki (benim istediğim) bir gün doyup bir gün aç kalmaktır. Aç kaldığımda sana yönelirim ve seni anarım, doyduğumda ise sana şükreder hamdederim." buyurdular.
İşte Ebu Bekr es-Sıddık (r.a.) Hazretleri, kendisine su ve bal sunulup eline verildiği zaman hıçkırarak ağlamaya başladı. Ağlaması kesilince "Allah Rasulü'nün halifesi nedir seni bu hale sokan" diye sorduğumuzda bize şöyle cevap verdi: "Allah Rasulü (s.a.) ile birlikteydik. Birde baktım ki kendinden birşeyi uzaklaştırıyor ama bir şey görmüyordum" dedim ki: "Ey Allah'ınRasulü kendinden uzaklaştırdığın şey nedir, oysaki ben hiçbirşey görmüyorum? Dedi ki: "Dünya bana kendisini sundu ve ben de ona "benden uzak ol (bana yaklaşma)" dedim ve o da bana: "Öyleyse artık sen bana asla ulaşamazsın" dedi." Ebu Bekr sözüne devamla:
"İşte bu olay bana çok zor geldi. Rasulullah'ın yaptığının tersine bir iş yaptimda dünya gelip beni buldu diye korktum." Bu hadiseyi örtmek için kullandıkları bir çeşit peşta-
Ebu ed-Dünya'nm oğlu ve el-Bezzar rivayet etmişlerdir. Rezin, Zeyd b. Eşlem'in şöyle anlattığını rivayet etmiştir: Ömer su istedi. Bunun üzerine ona bal karıştırılmış bir su getirildi, û da bunun üzerine: "O (su) çok güzel ama ben Allah'ın (c.c.) her istediklerine ulaşan bir kavme şöyle dediğini duyuyorum.- "Siz güzellikleri dünya hayatında harcadınız onlardan dünyada istifade ettiniz." Bu yüzden dolayıda iyiliklerimizin karşılığının dünyada peşinen veriliyor olmasından korktum" dedi ve o suyu içmedi"
Hz. Ömer mü'minlerin emiri olmasına rağmen iki omuzu arasında üç yamalık bulunan bir elbise giyerdi. (Bunu İmam Malik rivayet etmiştir.)
Taberani iyi isnadıyla Abdullah b. Şeddad şöyle rivayet etmiştir: "Cuma günü Aftan oğlu Osman mimberde gördüm. Üzerinde aden yapımı dört beş dirhem kıymetinde kaba bir peştemal (izar) vardı, sakallan uzun yüzü güzeldi.
Bezzar Cabir'den (r.a.) şöyle rivayet etmiştir. Ali ve Fatıma'nın (r.a.) düğününe katıldık. Ondan daha güzel bir düğün görmedik.
Yağ ve hurma ikram edildi, biz de yedik. Zifaf gecesi Fatıma'nın döşeği koç postundandı.
Müslim Cabir'den (r.a.) şöyle anlattığını rivayet etmiştir. Allah Rasuiü Kureyş kervanının önünü kesmek için bizi gönderdi. Ebu Ubeyde'yi de başımıza emir yaptı. Azık olarak bir torba hurma verdi. Başka da birşeyimiz yoktu. Ebu Ubeyde bize hurmadan sadece birer tane veriyordu. "Bir hurmayla nasıl idare ediyordunuz?" denildiğinde şöyle cevap verdiler: Bebeğin emmesi gibi biz de hurmayı emiyorduk, daha sonrada üzerine su içiyorduk ve bu bize gün boyunca geceye kadar yetiyordu. Sopalarımızla ağaçlara vurup yapraklarını silkeliyor daha sonrada onlan ıslatıp yiyorduk.
Müslim Utbe b. Gazvan'm (r.a.) şöyle anlattığını rivayet ediyor. Rasulullah'la (s.a.) birlikte olan yedi kişinin yedincisi de bendim. Yanımızda ağaç yaprağından başka yiyecek namına hiçbirşey yoktu. Öyleki (onları yemekten) avuçlarımız yara olmuştu. Bir hırka buldum onu ikiye ayırarak Sa'd b. Malik'le paylaştım. Yarısıyla ben diğer yarısıyla da Sa'd. İçimizden bugüne ulaşan kimse yoktur ki İslâm beldelerinden bir beldeye emir olmuş olasın Allah katında küçük nefis itibariyle ise büyük gururlu bir kimse olmaktan Allah'a (c.c.) sığınırım.
Buhari ve Hakim Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Suffe ehlinden yetmiş kişiyi tanıdım. Onlardan üzerinde abası (cübbesi) olan bir kişi dahi yoktu. Ya bir peştemali vardı yada boyunlarına tutturuldukları bazılannm baldırlarının yarısına kadar kiminde de dizlerine kadar uzanan bir bez parçası vardı. Avret mahallini gizlemek içinde o örtüyü eliyle toplayıp tutarlardı.
Bütün bu anlattıklarımız Peygamber (s.a.) ashabının ve kendinden sonra gelen halifelerinin içinde bulundukları ya şantıya nisbetle deryadan bir damla mesabesindedir. Onlar züht ve takvada, kanaat ve elindekiyle yetinmede, tevazu ve iffette, dünyadan uzaklaşıp ahirete yönelmede tam bir örnek abidesiydiler. Onlar açlıklarını giderecek kadar bir lokma, avretlerini örtecek kadar bir elbise, kendilerini gölgelendirip sığınabilecekleri mütevazı bir evden başka hiçbir dünyalık istememişlerdir.
Eğer dünya ve nimetlerini, onun refah ve şatafatını isteselerdi daha öncede zikrettiğimiz gibi dünya bütün ihtişamıyla gelir onlara boyun eğeredi Onlannda dillere destan Kisra sarayları gibi köşkleri, Kayser'in debdebesi gibi ihtişamları, her türlü konfor ve dünya zinetîeri olurdu. Ama onlar ahireti dünyaya tercih ettiler. Gelecek tüm nesillere örnek oldular. Allah'ın "dinini yüceltmek için hiçbir dünya fitnesine, zinetine kanmadan hiçbir lezzete tamah etmeden herşeylerini Allah yolunda feda ettiler.
Davetçiler! Davet yolunda nasıl yürümeniz gerektiğini Öğrendiniz mi? Mevki-makam, dünya, mal ve tüm fitnelere karşı nasıl direceğinizİ anladınız mı? Evet tek çare Rasuîullah'a (s.a.) tabi olmaktır.
Bu kervanın başını çeken kutlu ashabın, dinden sonraki halifelerinin izlerini takip etmektir. Evet onları zühd ve lüksten kaçmada
kanaat ve başkasından dilenmemek noktasında, tevazu ve iffet ko nusunda hep örnek almalısınız, İşte beJki o zaman onların ikame ettikleri izzete, inşa ettikleri şerefe nail olursunuz. Bu Allah için hiçte zor değildir.
Demekki nefis kaynaklı tüm fitnelerden kurtulmanın çaresi şudur.
1. Şeytanın vesvesesinden hevanın arzu ve isteklerinden, nefti emmarenin taşkınlıklarından kurtulmak.
2. Hayatta karşılaşılan bu nefsani fitnelerin tamamı bir imtihan ve sınamadır, bakarsın kazanılır çoğu kerede kaybedilir.
3. Dünya, Ölüm, ahiret ve örnek alma gerçeklerini daima canlı bir şekilde göz önünde bulundurmalıdır ki bu gerçekler sayesinde öğüt alıp doğru yolu bulabilsin.
Davetçiler İslâm'ın şifalı merhametini, İmanın koruyucu ilacını kullanarak dünyaya ram olmaktan, onun zinet ve fitnelerine kapılmaktan, güç ve kuvvetine teslim olmaktan kendilerini korusunlar. Tüm eksik sıfatlardan münezzeh ve kemal sıfatlarına sahip olan Allah iman edenlerin daima yanındadır. İşte onlar gerçekten doğru yolu bulanlardır.[13]
[10] Çağdaş salsınlar karşısında "Müslüman Genç" adlı kitabın, nefis, şeytan ve hevanın meydan okuyuşu bölümünden alınmıştır.