Hz. İsâ ve Hz. Âdem (a.s.)'in Durumları
"Allah katında İsa'nın durumu, kendisini topraktan yaratıp, sonra "ol" demesiyle olmuş olan Âdem'in durumu gibidir. (Bu) Rabbinden gelen gerçektir. Öyle ise şüphelenenlerden olma." (Âl-i İmrân, 3/59-60).
Bu meselde açıkça görüldüğü gibi, Hz. İsâ (as)'ın sıfatı -ki o da babasız, "kün" (ol) emriyle oluşudur- Hz. Âdem'in anasız ve babasız yine "kün" (ol) emriyle topraktan yaratılışına benzetilmektedir. İsa (as)'ın garîb hali, Âdem (as)’in haline temsil edilmiştir. Bu temsilin faydası şudur: Hristiyanlar İsâ (as)daki garib haller yüzünden (hâşâ), onu Allah, Allah'ın oğlu, üçün üçüncüsü gibi iddialarla ulûhiyyete nisbet etmişlerdir. Allah, bu temsille, Hz. İsa'dan daha garib ve şaşılacak bir şekilde, babası da olmaksızın, Hz. Âdem'i topraktan yaratmış olduğunu bildirir.[1] Böyle iken o da Allah'ın kuludur ve bundan hiç şüphe etme. Ey Peygamberim, seninle daha da tartışacak olurlarsa, bundan sonraki âyetin gereği olarak, onları "mübâhele"ye (karşılıklı lânetleşmeye) çağır.[2]
Allah'ın İpine Sarılanlar
"Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini işte böyle açıklar." (Ali İmran: 3/103)
"Allah'ın ipi" O'nun tarafından belirlenen hayat tarzıdır. O bir "ip"tir, çünkü müminlerin Allah'la ilişkilerini sağlam tutar ve aynı zamanda onları birbirine bağlayıp, bir toplum halinde birleştirir. Hz. Peygamber Kur'an'ı "Allah'ın gökten yere uzanmış ipi" olarak tanıtmıştır. Buna göre Allah'ın ipine sarılmak bir anlamda Kur'an'a sarılmaktır.
"Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın" ifadesi, müslümanların Allah'ın yoluna en büyük önemi vermeleri, dini, tüm ilgilerinin merkezi yapmaları ve onu yaymak için güçlerinin sonuna kadar çabalayıp, ona hizmette işbirliği yapmaları anlamına gelir. Bu ipi gevşettikleri ve onun ana prensiplerinden uzaklaştıkları anda bölücülükten şikayet etmeye başlayacaklar ve daha önceki peygamberlerin kavimleri gibi bölümlere ve alt bölümlere ayrılacaklardır. Bunun bir sonucu olarak, geçmiş peygamberlerin ümmetleri bu dünyada da, ahiret'te de rezil olmuşlardır.
Verdiğimiz ayet dolaylı bir ifadeyle, birliği ve kardeşliği bozmayı, yani Allah'ın kitabına sarılmamayı "ateşten bir çukurun kenarına gelmek" olarak nitelendirmektedir.
İnsanlar arasında düşünce ayrılıklarının olması doğaldır. Bu, Allah'ın yasası gereğidir: "Rabbin dileseydi, insanları bir tek ümmet yapardı. Ama ihtilaf edip durmaktadırlar." (Hud: 11/118)
Allah insanları zeka, düşünce ve yetenek bakımından farklı yarattığına göre onlar arasında düşünce ayrılıklarının olması da doğaldır. Fakat bu ayrılıkların, düşünce ölçüsünde kalması, büyüyüp düşmanlığa dünüşmemesi gerekir. Çünkü düşünce farkı, bir ölçüde insanları rekabete, ilerlemeye sevk ederken; bunun büyüyüp düşmanlığa dönüşmesi yıkıcı olmaktadır.
İşte düşünce ayrılıklarını sınırlamak, düşmanlık sınırına vardırmamak için herkesin Allah'ın sınırlarında durması, Allah'ın kitabına sarılması, o genel prensiplerin dışına çıkmaması gerekir. İnsanlar o genel prensipler içinde kaldıkça dost olurlar. Aralarında bazı düşünce ayrılıklarının olması; birbirlerini sevmelerine, anlayışlı davranmalarına engel olmaz.
İslam'dan önce Arap kabileleri düşman kamplara bölünmüştü ve bu kamplar incir çekirdeğini doldurmaz nedenler için savaş yapıyorlardı. İnsan hayatı kudsiyetini kaybetmişti ve insanlar vicdansızca öldürülüyordu. Eğer İslam lütfedip onları kurtarmasaydı, düşmanlık ateşi tüm Arabistan'ı yakabilirdi. Bu lütuf, bu ayetlerin nazil olduğu dönemde Medine'de elle tutulur bir şekilde gözlenebiliyordu. Yıllardan beri birbirine düşman olan Evs ve Hazreç kabileleri İslam'ı kabul ettikten sonra birbirleriyle kardeş olmuşlardı. Sadece bununla da kalmamış, tarihte hiç eşine rastlanmayacak bir şekilde Mekke'de gelen muhacirlerin rahat etmesi için emsalsiz fedakarlıklar yapmışlardı.
Hz. Muhammed (s.a.v), Kur’an ile, düşmanlarına karşı cesur, şiddetli; birbirlerine karşı şefkatli, birbirlerini seven ideal bir toplum kurmuştu. Kur'an her zaman böyle bir toplumun kurulmasını sağlamaya kadirdir. Yeter ki insanlar onun genel prensiplerine gönülden sarılsın, o prensiplerin dışına çıkmasınlar.[3]
Kâfirlerin Amelleri Fayda Sağlamayacaktır- Kavurucu Soğuk Bir Rüzgar
"O inkâr edenlerin ne malları, ne de evladları kendilerine, Allah'a karşı hiçbir fayda sağlamayacaktır. Onlar ateş halkıdır. Onlar orada ebedî kalacaklardır. Bu dünya hayatında sarfettikleri şeylerin durumu, tıpkı kendilerine zulmeden kimselerin ekinlerini vurup (onları) mahveden dondurucu rüzgarın durumu gibidir. Allah onlara zulmetmedi, onlar kendilerine yazık ettiler." (Al-i İmrân, 3/116-117).
Bu temsilde, müşebbeh, kâfirlerin bu dünya hayatında sâlih amel diye yaptıkları harcamalardır. Bunların onlara faydası, bu dünyada kalır. Ailesine, akrabasına, vatanına fayda sağlar. İddia ettikleri akraba ziyareti ve çocuk terbiyesi gibi amelleri sadece bu dünyada kalır. Bunlar küfür üzerine bina edildiği için, inkâr, ahirette onları yakar ve boşa çıkarır. Bu meseldeki "müşebbehin bih" ise, şiddetli ve kavurucu soğuğun çarpıp mahvettiği ekinlerin acıklı halidir. Vech-i şebeh, bu felaket gelmezden önce alınacak olan koruyucu tedbirdir ve o tedbir de îmandır. Bu tedbir dünyada iken alınmadığı için, kâfirlerin âhirette, iyi amelleri de, emelleri de işte böylece boşa gidecektir. Bu hale düşmekten sakınmalıdır.[4]
Ayet, daha önceki konumuza başlangıç yaptığımız Ali İmran: 3/10 ayetinde olduğu gibi değişmez bir gerçeği tekrarlıyarak başlıyor. Allah'a iman duygusundan kaynaklanmayan bir çabanın/hayrın sahibine faydası dokunmayacağını gözümüzün önünde bir tablo gibi canlandırıyor. Hayır yaptıklarını zannederek harcadıkları malların, yardımı olur diye düşündükleri çocukların, küfre sapanları azaptan kurtaramayacağı, onların bir "ateş dostu" olarak cehennem'de ebedi kalacaklarını bildiriyor. Ve bu gerçeği canlı bir örnekle karşımıza çıkarıyor.
Bu örnekte "Ekin"(hars), insan hayatını sembolize eder. Çünkü insan, hayatta iyi ve kötü işleri eker ve ahiret'te bunları biçer. "Rüzgar" da, kafirleri yani mallarını bağışlayıp, insanlar yararına harcamaya sevkeden yüzeysel ve iki yüzlü bir yardım isteğini temsil etmektedir. "Kavurucu soğuk" ise insanın tüm iş ve faziletlerini anlamsız kılacak bir şekilde İlahi Kanuna uymamayı ve ona inançtaki eksikliği ifade eder. Allah bu misalle şu dersi öğretir:
Hava, tahılların yetişmesi için yararlı olabildiği gibi, eğer içinde kavurucu soğuk varsa, zararlı olup onları yok da edebilir. Aynı şekilde sadaka verip yardım etmek de ahiret'te toplanacak olan hesabın çoğalmasına yardım ettiği gibi, eğer küfürle zehirlenmişse aynı ürünü mahvedebilir de. Allah hem insanın, hem onun sahip olduğu servetin ve hem de onun etkinlikte bulunduğu alanın Hakimi'dir. Eğer Allah'ın kulu, Rabbinin Hakimliğini kabul etmez veya kanunsuz olarak tapınma nesneleri bulup, Onun nimetlerini tüketmede, O'nun kanunlarını çiğnerse, suçlu olacaktır. Aksine bu harcamaları için cezalandırılacaktır. Böyle bir insanın verdiği sadaka, efendisinin hazinesinden bir miktar para çalıp, onu efendisinin istemediği şekilde harcayan kölenin verdiği sadakaya benzer.
Ekime hazırlanmış bir tarla karşısında bulunuyoruz. Biraz sonra tarla ekilmiş ve ansızın bir kasırga esmeye başlamıştır. Soğuk, yakıcı ve donlu bir kasırga. Bütün yakıcılığı ile o tarlayı yakıp kavuruyor. Buradaki kelime bile öfkeyle atılmış gibi, işleyici bir ses tonuyla aynı manayı tasvir ediyor. Ve bir de bakıyorsunuz ki, ekinin bütünü soğuktan yanmış ve harab olmuş. Bir anda herşey bitiyor. Ve ekilenin hepsi kapının önünde. Bu, dıştan her ne kadar hayır ve güzellik içinde olsa da, küfredenlerin şu dünya hayatındaki infakları ve ellerindeki evlat ve malları için birer örnektir. Hepsi yokluğa mahkumdur.
Bu kaçınılmaz sonda Allah onlara zulmetmiyor. Onlar Allah'ın nizamını/düzenini geriye itmelerinden ve sapıklığı seçtiklerinden dolayı kendi nefislerine zulmediyorlar. Kur'an açık bir şekilde göstermektedir ki, dünyadaki bütün zulümler insan elinin ürünüdür. Allah en küçük anlamda bile zulmetmez. Yaratıcı düzen bozulmadan korunduğu sürece zulüm asla söz konusu olmaz.[5]
"Ey iman sahipleri! Kendi dışınızdan hiç kimseyi sırdaş edinmeyin. Sizi sarpa sardırıp perişan etmekten çekinmezler. Size sıkıntı verecek şeyi pek severler. Ağızlarından kin ve öfke taşmaktadır. Göğüslerinin saklamakta olduğu ise daha büyüktür. Eğer aklınızı işletirseniz Allah size ayetlerini açık seçik göstermiştir." (Ali İmran: 3/118)
"Siz öyle kişilersiniz ki, onlar sizi sevmedikleri halde siz onları seversiniz. Ve Kitap'ın tümüne inanırsınız. Onlar ise sizinle karşılaştıklarında inandık derler; başbaşa kaldıklarında size öfkelerinden parmak uçlarını ısırırlar. De ki onlara: "Kininizle geberin." Allah, göğüslerin içindekileri çok iyi bilmektedir." (Ali İmran: 3/119)
Başlık olarak verdiğimiz "parmak uçlarını ısıranlar" ifadesi Ali İmran: 3/119 ayetinin içinde yer almaktadır. Fakat ayetin kendinden önceki ayetle olan ilişkisi nedeniyle biz Ali İmran: 3/118 ayetini de çalışmamıza ilave etmeyi uygun gördük.
"Ey iman edenler sizden başkalarını kendinize sırdaş edinmeyin" ayetinde geçen "bitane" kelimesi elbisenin iç yüzündeki astar demektir. Bundan dolayı bir kimsenin sırlarını bilen pek sıkı dostuna, kişinin özel adamlarına, seçkin yakınlarına da "bitane/sırdaş" denir. Yaratıcı Kudret'in "sizden başkaları" buyruğunun kapsamına İslam dışındaki bütün din mensupları, inkarcı ateistler ile münafıklar da girmektedir. Bu şu anlama gelmektedir:
"Ey iman edenler! Sizin dininize mensup olmayan, yani samimi müslümanların dışında kalan kimseleri özel adamlarınız, seçkin yakınlarınız edinerek, onları sırlarınıza, plan ve programlarınıza bilgi noktasında ortak kılmayın. Çünkü onlar, sizin dininizi parçalamaktan, aranıza ayrılık ve karışıklık tohumları ekmekten, işlerinizi bozmaktan hiç geri kalmazlar. Onlar her zaman için size aykırı düşecek çalışmalar içerisindedirler. Mümkün olan her şeyde, ellerinden gelen bütün aldatma ve hilelerle sizlere zarar vermeye çalışırlar.
Çokça zarar görmeniz, sıkıntılarla karşılaşmanız onların arzu ettikleri şeylerdir. Onlar size zor gelecek, sizleri sıkıntıya düşürecek şeyleri arzulayıp dururlar. Bu gibi kimseler size dininiz ve dünyanızda mümkün olacak derecede zarar vermekten başka bir şey düşünmezler. Nasıl olur da, içlerinde gizledikleri asıl niyetleri bu olan kişileri sizler, beraber oturup kalktığınız danışman/sırdaş veya sizin iyiliğinize olan şeyleri gösterecek kimseler sanarak yanınıza alırsınız?
Tarih şuna şahittir ki: Müslümanlar; ne zaman gizli ve açık inançlarıyla savaşan bu düşmanlarının ipine bağlanmışlar, onlardan fikir edinmişler, sırdaş, arkadaş, yardımcı, haberci, danışman olarak onları dinlemişlerse, Allah onlara hep hezimet vermiş, düşmanlarını karşılarında diretmiş, boyunlarını onların önünde eğdirmiş ve suçlarının cezalarını kendilerine tattırmıştır. Allah'ın sözü ebedidir ve Allah'ın kanunu geçerlidir. Kim yeryüzünde görülen Allah'ın kanununu görmezse, gözleri ancak alçaklık ve kölelik görür.
Kafirlerin, münafıkların ve ateistlerin öfkeleri .ağızlarından taşmaktadır. Onlar bu konuda kendilerini tutmaya çalışmakla birlikte, bazen müslümanlara olan kinlerinin rahatlıkla anlaşılabilecek şekilde ağızlarından kaçırıverirler. Onların bir takım sözleri müslümanlara karşı gizledikleri kinlerinin bir yansımasıdır. Sinelerinde gizli kinleri ise açıkladıklarından çok daha fazladır. Düşmanlıkları yüzlerinden okunur ve ağızlarından kaçırdıkları sözlerden anlaşılabilir. Kısacası kalplerinde müslümanlara ve İslam'a karşı gizledikleri kini aklı başında herkes anlayabilir. İşte bu gerekçeler yüzündendir ki düşünüp akletmemiz ve bu doğrultuda yürümemiz için Allah bize ayetlerini açıklamıştır.
Ali İmran: 3/119 ayetinde ise "sevgi"(hubb) iman sahiplerinin şaşmaz bir niteliği olarak gösterilmektedir. İman sahipleri kendileri dışındakileri severler, fakat imandan yoksun olanlar yukarıda da ifade ettiğimiz gibi aynı şeyi yapmazlar. Yine iman edenler Allah’ın indirmiş olduğu bütün kitaplara ve bütün vahiylere inandıkları halde münafıklar onlarla karşılaştıklarında "iman ettik" derler, fakat yanlız başlarına kaldıklarında öfkeden parmaklarını ısırırlar. Bu davranışları onların müslümanlara karşı olan kinlerinin aşırılığının ne derece fazla olduğunu anlatmaktadır.
Ayet, daha sonra müslümanları Kitap ehline haketmedikleri halde duydukları bu sevgi yüzünden uyarmakta ve onlara karşı takmılması gereken doğru tavrı şöyle öğretmektedir. "De ki: Öfkenizden ölün." Müminleri istediğiniz kadar kıskanın, istediğiniz kadar kin besleyin, ancak şunu bilin ki; Allah mümin kulları üzerindeki nimetini tamamlayacak, dinini kemale erdirecek, sözünü en üstün kılacak, kullarını galip getirecektir. Ölünceye dek kininiz artıp dursun. O sizin kalplerinizde nelerin gizlendiğini, içinizde sakladığınız kini ve kıskançlığı, müminlere karşı duyduğunuz hasedi bilir. Allah sizi, dünya hayatında beklentilerinizin tersi olan şeyleri göstermek suretiyle, ahirette de ebediyyen kalacağınız, asla kurtulamayacağınız ve içinden çıkmayacağınız şiddetli bir ateş azabı ile cezalandıracaktır.[6]
Ateş Yiyenler
"Şunda kuşkunuz olmasın ki, zulme başvurarak yetimlerin mallarını yiyenler, karınlarına doldurmak üzere bir ateş yemekten başka bir şey yapmazlar. Ve onlar yakın bir zamanda, korkunç acılar veren bir azaba dalacaklardır." (Nisa: 4/10)
Kur'an yetimler ve yetim hakları konusunda çok titiz davranmıştır. "Dini yalan sayan kimdir?" sorusuna Kur'an'ın verdiği cevabın ilk cümlesi şudur: "O kişidir ki, yetimi itip kakar, azarlar." (Maun: 107/1-2)
Yetime ikramda bulunmamak en büyük nankörlüklerden sayılır.[7] Yetimi korumak, yedirip doyurmak bir mükemmellik belirtisidir.[8]
Yetime kucak açıp onu korumak, Allah'la aramızdaki engellerden birini aşmak olarak gösterilir.[9]
Yetim malına tecavüz bir yana, el sürmek bile yıkıcıdır.[10] Ganimet türü gelirlerin bir kısmı yetimlere ayrılacaktır. Onların malına dokunmak helal rızıkları da haram hale getirir ve insanı, temizi pisleme gibi beyinsiz bir duruma düşürür.[11]
Yetimlerin horlanması, bir toplumun zulüm ve merhametsizliğe yenik düşmesinin belirtisi sayılır. Yetimler Allah'ın topluma emanetidir ve bu emanete hainlik etmek Allah'ın öfke ve lanetine yol açar.
Kur'an, yetim malına tasallutu, ateş yemek olarak değerlendirir. Hz. Peygamber, yetimlerin haklarına tecavüzü, öldürücü yedi büyük günahtan biri olarak göstermiştir.[12] Şunu da, belirtelim ki, yetim hakkı yemenin cezası, İslam inanışına göre, bu dünyada mutlaka başlar ve ahirette devam eder.
Kur'an, yetime muamelenin ihsan cinsinden olmasını istiyor. Bu demektir ki, toplumun yetimi hukuksal yönden koruması yeterli olmaz. Ona muamele şefkat, ilgi, sevgi, koruma ve kucaklama şeklinden olmalıdır. İhsan kavramının esasını bunlar oluşturur. Bir hadisde şöyle deniyor:
"Mahşer günü ağzından alevler fışkıran bir topluluk ortaya getirilecektir. Bunlar yetim hakkı yiyenlerdir."
Hz. Peygamber miraç gecesi bir takım insanların ağızlarından sokulan ateş mızraklarının vücudlarının alt kısmından çıktığına tanık olduğunu, bu insanların kimliklerini Cebrail'e sorduğunda, bunlar yetim hakkı yiyenlerdir, cevabını aldığını söylüyor.[13]
Yine bir hadislerinde Hz. Peygamber(s.a.v.)şöyle buyurmuştur:
"Ben ve yetime arka çıkan, cennette şu iki parmağım gibi yan yana olacağız."[14]
İslam düşüncesinin, insan hayatında kutsal varlıklar olarak gördüğü ve kayıtsız, şartsız saygı ve sevgi beslediği bazı tipler vardır. Bu tipler, İslam Peygamberinin ifadesiyle "kendileri hürmetine rızıklandığımız ve Yaratan'dan merhamet gördüğümüz varlıklardır." Bunlar: Yetim, ihtiyar, mazlum, genel ve kısa bir söyleyişle, çaresizlerdir. Verdiğimiz hadiste ele alman, yetimlerdir.
Kur'an ve hadis'in, insanlık ve merhamet adına bir nevi gösterge olarak tanıdığı ve tanıttığı ilk tip, yetimdir. Öyle ki, yetimin korunduğu ve saygı gördüğü bir toplumu, İslam esprisi, bütün insancıl değerlere saygı gösteren ve Allah'ın istediği yönde yürüyen bir toplum olarak kabul eder. İslam Peygamberinin, üzerinde titreyerek durduğu ana konuların başında yetim ve yetim hakları gelmektedir.
Merhamet ve şefkatin en mükemmel habercisi ve temsilcisi olan Yüce Peygamber'in, yetimin ikram ve itibar gördüğü evi, rahmet ve bereketin belirdiği bir mekan olarak gösterdiğini biliyoruz. Yetimin horlandığı toplumlarsa merhamet, insanlık ve mertlik adına hiçbir değere sahip olmayan toplumlar olarak görülmektedir. Yetime iyilik ve şefkat kollarını açmayan yürekler güzelliklere ebediyyen kapalı yüreklerdir. Onlarda iyi ve güzel adına en küçük bir filizi yeşertmek imkan dışıdır.
Neden böylesine önemsenmiş ve neden bu kadar şaşmaz bir ölçü kabul edilmiştir yetim? Bu soruya detaylı bir cevap vermek için, İslam düşüncesinin anne ve baba anlayışını ve anne ve babanın insan hayatındaki evrensel yerini açıklığa kavuşturmak gerekir. Anne-baba sevgisi, özellikle anne sevgisi, kainatta yerine bir başka şeyi koyamayacağımız tek değer, biricik kudrettir. Fransız şairi Rimbaud'nun, tam Muhammedi bir espriyle ifade ettiği gibi: "Hayat, yaşama gücü ve zafer yeşerten gülüş ve bakış, yalnız anne-babadan gelmektedir."
Bu gülüş ve bakıştan yoksun kalan benlikler, bunlar dışındaki bütün değerleri kendilerine versek de yine boynu bükük, yine mağdur ve mahcupturlar. İslam Peygamberi bu mahcupluk ve boynu büküklüğe, saygıların en büyüğünü göstermemizi istemektedir.
Muhammed Mustafa (s.a.v.), yetim ve öksüzdü. Bu, bir anlamda, insanlığın o eşsiz şahsiyete göstereceği hürmetin, yetime gösterilecek hürmete yaklaştırıldığmı vurgulamaktadır. Gerçekten de, İslam toplumlarının vicdanı, yetime saygı ve sevgi de daima ve şaşmadan, kendi peygamberine saygı ve sevgiden bir parça görmüştür. Bilmiştir ki, yetimin sevindirilmesi, Allah Resulü'nün merhamet, şefaat ve sevgisini her şeyden çok tahrik edecektir.
Son Peygamber'in yetim oluşu, İslam düşüncesinde şöyle bir eğilimin yaşamasına da sebep teşkil etmiştir: Yetimler, Yaratıcının özel koruma ve iltimasına muhatap olan insanlardır. Bu yüzden insanlık tarihinin en büyük isimleri arasında yetim olanlar gözden kaçmayacak bir yer işgal etmelidirler ve etmişlerdir. Böyle olmasaydı, insanlık tarihinin en büyük inkılabını gerçekleştiren Son resul yetim olmazdi. Bu incelik Kur’an'ın, yetimler konusunda Hz. Peygainber'in dikkatini çeken beyanlarında açıkça görülebilir.
"O Rabbin seni, yetim olarak bulup da barındırmadı mı? Seni, ne yapacağını kestiremez bir gariplik içinde bulup da yönlendirmedi mi? Seni yoksul ve çaresiz bulup da nimetlere garketmedi mi? O halde, sen de yetimi horlayıp azarlama. Yoksul ve çaresizi de kovma." (Duha: 93/6-10)[15]
Hurma Lifi Kadar Zulme Uğratılmayanlar
"Bakmaz mısın, şu benliklerini ak-berrak gösterip duranlara! Hayır, sandıkları gibi değil. Ancak Allah, dilediğini temizleyip aklar. Ve bir hurma lift kadar zulme uğratılmazlar." (Nisa: 4/49)
Ayet özel olarak Yahudileri, genel olarak da "övünme ve kendini temize çıkarma, kurtulmuşluk iddiasmda bulunma" noktasmda tüm insanları ilgilendirmektedir.
Yahudiler daha önce de belirttiğimiz gibi kendilerini Allah'ın oğulları ve dostları olarak görüyor, Cennete ise ancak Yahudi ve Hıristiyan olanların gireceğini söylüyorlardı. Yine onlar dua ve ibadetlerinde çocuklarını öne geçirerek "çocuklarımızın günahları olmadığı gibi bizim de günahımız yok", hatta ölen çocukları için "onlar bizim iyi amellerimizdir, bize şefaat edecek ve bizi temize çıkaracaklar" diyorlardı. İşte ayet, Yahudilerin kendilerini temize çıkarma adı altmda Allah'a karşı uydurdukları yalanı ortaya koyuyor ve gerçeğin hiç de onların düşündükleri gibi olmadığını bildiriyor.
Ayette geçen "fetil" kelimesi bizim türkçe çeviride verdiğimiz gibi hurma çekirdeğinin ortasında bulunan incecik kıl demektir. Bu örnekle Yaratıcı Kudret adaletinin inceliğini ve en mükemmel bilginin kendi katında olduğunu anlatmak istemiş, böylece her şeyin O'na döndürüleceği günde ceza olarak hiçbir kimseye bu anlamda en küçük bir haksızlık/zulüm yapılmayacağını bildirmiştir. Müfessirler ayetin sonunda yer alan "zulmedilmezler" zamirinin, ya kendilerini temize çıkaranları, ya da Allah'ın temize çıkardığı kimseleri içerdiği konusunda iki görüş ileri sürmüşlerdir. Birinci görüşe göre anlam; kendilerini temize çıkaran kimseler bu temize çıkarma sebebiyle adaletli bir şekilde cezalandırılacaktır. İkinci görüşe göre ise anlam; Allah'ın temize çıkardığı kimseye nefsinin temizliği sebebiyle, Allah sevabını verecek ve onun mükafatını eksiltmeyecektir.
Ayetin tüm insanları ilgilendiren genel uyarısına gelince; insan, insanlığının ve imanının zorunlu sonucu olarak iyi ve güzel davranacaktır. Ancak bu davranışlarına dayanarak kendisinin kurtulduğunu ve bütün noksanlardan sıyrıldığını söyleyemez, işte bu ayetle Kur’an, böyle bir hükmü sadece Allah'ın verebileceğini açıkça göstermektedir. Peygamberlere bile, vahyin bildirmesi dışında, böyle bir hükme varma yetkisi verilmemiştir.
Ebedi hayatı veya sonsuz kurtuluşu garantilemiş olmak iddiasına Kur'an'da ve İslam literatüründe Allah'ın tuzağından emin olmak (el-emn min mekrillah) denir. Kendisi için hiç bir korku ve endişenin kalmadığı, her şeyi kesinlikle sağlama aldığı yolunda bir kuruntu ve sanı içinde olan, bir tür mutlak kudret edasına bürünmüştür. Böyle olunca da bu, gizli bir Allah'lık iddiasıdır ve bunun içindir ki, bu kuruntunun ortaya çıkardığı günah şirk benzeri bir illettir.
Hiç kimse, Allah'ın lütuf ve merhametine güvenme dışında bir emin olma çemberine sahip değildir. İlginçtir ki, emn ile imanın aynı kökten gelmesine rağmen, iman Allah'a teslimiyet, emn ise Allah'ı devre dışı tutmaktır.
Kurtuluşu engelleyecek hiçbir şeyin kalmadığını iddia etmek veya Allah'ın tuzağından emin olmak, Cenab-ı Hakk'ın kuluna kötülüğü veya oyun oynadığı anlamında yorumlanamaz. Buradaki tuzak veya aldatma (mekr) kulun kendi oyununa getirilmesidir. Prensip şudur: "Çirkin tuzak ve hile, sadece onu sergileyene musallat olur."[16] Bu ilkeyi koyan ayet, anılan sonucu, insanın yeryüzünde kibir ve Firavunlukla kendisini tek kuvvet sanmasının zorunlu bir uzantısı olarak veriyor. Bu ise, bir fıtrat kanunudur ki, Kur’an bunu Faatır (yaratılış kanunlarını koyan kuvvet) Suresi'nde vermekle bu gerçeğe ayrıca dikkat çekmiştir. Ve unutmamak gerekir ki Allah'ın isim-sıfatlarından biri de Faatır'dır.
Allah'ın mekrine uğramanın belirtilerinden biri de, Allah'a ters bir yol tutulmuş olmasına rağmen dünya nimet ve refahında iyi ve seçkin bir durumda olmaktır. Ve insanı aldatan da budur. Bu duruma, bir ayet ve hadisten alman bir deyimle istidrac (cezayı büyütmek için âsiye mühlet ve imkân vermek) denmektedir.
İstidraca yer veren hadis şöyledir: "Allah'ın bir kula, o kulun isyan ve kötülüğüne rağmen istediği her şeyi verdiğini görürseniz, bunun Allah'ın istidracından başka bir şey olmadığını bilin."[17]
Kurban istidracı "insanın bilmediği bir yönden, beklemediği bir zamanda yakalanması" anlamında kullandığı ayetlerinde şöyle diyor:
"Biz ayetlerimizi yalanlayanları bilemeyecekleri bir yönden ve beklemedikleri bir zamanda yakalayıp helak ederiz." (Araf: 7/182)
Bu ayetin devamındaki beyan ise, istidrac ile Allah'ın mekri arasındaki ilişkiye de dikkat çekerek şöyle diyor; "Ben o azmışlara mühlet veriyorum; ama benim tuzağım çok zorlu, çok yıkıcıdır. "
Istidracm geçtiği hadisi ifadeye koyan Hz. Peygamber'in bunun ardından, bir ilahi vesika olarak şu ayeti okuduğunu da görüyoruz:
"Kalbi kararıp şeytana uyanlar, yapılan ihtarları unutunca, üzerlerine her şeyin kapısını açtık. Nihayet, kendilerine verilenlere tam ferahlık ve şımarma noktasına geldiklerinde onları ansızın yakalayıverdik de, bütün beklentilerinden mahrum kaldılar." (En'am: 6/43-44)
Demek oluyor ki, ne dünya nimet ve refahına aldanmak, ne de ibadetlere güvenerek "ben kurtuldum, ben cennetliğim" diye böbürlenmek yönüne gitmemeliyiz. Allah Resulü bu noktada insanlığa şu ihtarda bulunuyor:
"Sizden herhangi biriniz cennetteki davranışlarını sergiler de, cennetle arasında bir kol boyu mesafe kaldığı bir sırada ilahi karar devreye girer ve cehennemlik hareketlere koyulur ve ateşe giriverir." Aynı konuda insanın kulağını büken bir hadisi şerif de şöyledir:
"Kul bazen, cennetlik olduğu halde, dış görünüşte cehennemlikler gibi davranıyor olabilir. Ve kul bazen cehennemlik olduğu halde dış görünüşte cennetliklerin amellerini sergileyebilir."[18]
İşin esası şudur ki, davranışların neye yaradığı son nefeste belli olur. Ve dış görünüşe asla güvenilmez."[19]
Sonsuz kurtuluş meselesinde ilim de ölçü değildir. Allah ilimde en ileri noktalara varmış kişileri (er-rasihun fi’l-ilm) şu şekilde duaya çağırırken, en yüce mertebelerden biri, belki de birincisi olarak tanıttığı ilme bile güvenmemeyi önermiştir. Ali İmran suresi 7 ve 8. ayetlerde şöyle deniliyor:
"İlminde derinleşmiş olanlar şöyle yakarırlar: "Ey Rabbimiz! Bize hidayet verdikten sonra gönüllerimizi yanıltıp saptırma. Ve senin katından bir rahmet bağışla. Sen gerçekten bağışı çok olansın."
Hz. Mevlana, bir yerde bu ölümsüz gerçeğe dikkat çekerken şöyle yakarıyor:
"Ey darda kalanların imdadına yetişen Allah'ım! Bize doğruyu ve güzeli göster. İlim ve servetle şımarmak bir aldanıştan başka bir şey değildir."
Allah'a yönelmiş gönül, ebedi kurtuluşu kendi elinin ürünü değil, Allah'ın lütfü bilir. Ve o, Cenab-ı Rasul'ün şu niyazındaki espriyi kavramaya çalışır:
"Ey kalpleri halden hale çeviren Allah'ım! Bizim kalplerimizi senin dinin üzre sabit kıl."[20]
Allah Elçi'sinin bu duayı sık sık tekrarladığını duyan Hz. Aişe şu soruyu sormaktan, kendini alamamıştır.
"Ey Allah'ın Resulü! Bu duayı çok tekrarlıyorsun. Sen de mi kalbinin bulunduğu halden başka bir hale geçmesinden endişelisin?" Peygamberler Sultanı bu soruya şu ürpertici cevabı vermiştir:
"Ben bile emin olma hakkına sahip değilim, ey Aişe. Kulların kalpleri, rahman olan Allah'ın iki parmağı arasındadır. Allah istediği anda kulunun kalbini başka bir hale sokuverir." [21]
Şunu bir kez daha altını çizerek belirtmeliyiz ki: Kur’an Allah'ı devre dışı tutup kurtuluşun artık zedelenmeyeceğini, hiçbir tehlikenin kalmadığını söyleyenleri korkunç bir akıbetle tehdit etmektedir.[22]
Emn illetinin tehlikesine dikkat çeken yaratılış prensibi, Araf suresinin 99. ayetinde şöyle verilmiştir:
"Allah'ın tuzağından kendilerini emin mi sanıyorlar? İşin esası şu ki, Allah'ın tuzağından, sadece hüsrana uğramış bir topluluk emin olabilir."
Emin olmanın en zehirli türü, ibadetlere güvenerek kurtuluşu garanti ettiğini söylemektir. Böyle bir yola sapmanın ne büyük bir aldanış olduğunu anlamak için Hz. Peygamberin "ibadetlerinize güvenerek ebediyyen kurtulduğunuzu söylemeyin; ben bile ibadetlerime güvenerek böyle bir şey söyleyemem" şeklindeki uyarısını hatırlamak gerekir.
Ebedi kurtuluş, davranışlar üstü bir keyfiyettir ve yalnız Allah'ın lütfuyla elde edilir, amel ve ibadet kıstasıyla ölçülemez. Ameller bu işte sadece karine yani belirtidir, garanti belgesi değil. Davranışlarını garanti belgesi sananlar aldanırlar. Hz. Peygamber böylelerine en ağır dersi vermiştir. Diyor ki:
"Ben cennetteyim diyen, cehennemliktir."[23]
O halde sürekli tedirginlik ve korku içinde mi olacağız? Hayır. Prensip şöyle konmuştur. Ne korkuya yenik düşmek, ne de emin olma veya ümide yenik düşmek… İş, bu ikisi arasındaki denge noktasını yakalamaktır ki, sıratı müstakim (dosdoğru yol) işte budur.[24]
Hurma Çekirdeğinin Üzerindeki Benek
"Erkek veya kadın olsun, mümin olarak yararlı işler yapan herkes cennete girer. Ve kendileri zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar." (Nisa: 4/124)
Türkçe çeviride "zerre" olarak verdiğimiz ifadenin Kur'an dilindeki karşılığı "nakir" kelimesidir. Nakir; hurma çekirdeğinin üzerindeki noktacığa/beneğe denir ki hurma buradan filizlenir.
Nisa: 4/49 da olduğu gibi bu ayette de Cenab-ı Hakk hurma örneğini vermekte ve yapılacak her hayırlı işin karşılıksız kalmayacağını, kulun lehine olan en küçük bir noktanın bile ilahi adalette değerlendirmeye koyulacağını bize anlatmaktadır.
Yine ayet, imandan kaynaklanmayan bir davranışın Allah katında bir kıymetinin olmayacağının uyarısını yapmakta ve yapılan işlerin kabul edilebilmesi için imanın şart olduğu gerçeğini bir kez daha vurgulamaktadır. Ayetin anlatmak istediği bir başka özellik te, kadın ve erkek arasında mümin olduktan sonra hiçbir farkın olmadığı ve Allah'ın ihsan ve lütfunun bir cinsiyet konusu değil, bir iman konusu olduğunun bilinmesidir.
Verdiğimiz bu ayette "haksızlığa uğratılmama konusunda" neden başka bir meyvanın değil de hurmanın örnek olarak gösterildiği sorusu akla gelirse, bu soruya şöyle yaklaşmak mümkündür. Hurmanın sıcak bir ülke olan Arabistan'da yetiştirilen tek ve en önemli bir meyve olması, aynı zamanda o ülke insanlarının geçimlerinde/ekonomilerinde değişmez bir yeri bulunması, gıda olarak da sürekli tüketildiği için yakından tanınması/bilinmesi bu örnekliğin gerekçesi olabilir.
Rahmetli Seyyid Kutub'un tesbitine göre üzerinde durduğumuz ayetin en çarpıcı ve etkileyici yönü: Zilzal Suresi'nde yeralan "artık kim bir zerre miktarı iyilik yapmışsa onu görür ve kim bir zerre miktarı kötülük yapmışsa onu görür" (Zilzal: 99/7-8) ayetini genel bir kural olarak yorumlayan ve müslüman olsun veya olmasın salih amel işleyen herkesin cennete gireceği tezini savunan bazı İslam düşünürlerinin de yanlışlığını ortaya koymada taşıdığı açık ve kesin hükümlerdir.[25]
Karga Kadar Bile Olamayanlar
"Derken Allah, kardeşinin cesedini nasıl saklayacağını ona göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi, O dedi ki: "Bana yazıklar olsun! şu karga kadar bile olamıyor muyum ki, kardeşimin cesedini saklayayım." Bu arada pişmanlık duyanlardan olmuştu." (Maide: 5/31)
Ayet, insanoğlunun yeryüzünde "kıskançlık" yüzünden işlediği ilk cinayetinin ardından duyduğu derin pişmanlığı içermekte ve ortada kalan cesedi ne yapması konusundaki acizliğini ve bu noktada bir kargadan bile daha cahil olduğunu bize anlatmaktadır. Aynı zamanda çekememezlik, kıskançlık ve haksızlığın insanı dünyada da, ahirette de nasıl kötü sonuçlara düşüreceğinin işaretlerini vermektedir.
Cinayet iki kardeş arasında ortaya çıkmıştır ve bunlar Hz. Adem (a.s.)'ın iki oğlu olan Habil ve Kabil'dir. Maide: 5/27 de açıklandığı gibi bu cinayetin en ilginç yönü Allah'a ibadet yani, kutsala yaranma savaşı sırasında işlenmiş olmasıdır. Kur'an bu gelişmeleri şöyle sıralamaktadır.
"Onlara Adem'in iki oğlunun haberini de gerçek olarak oku. Hani ikisi birer kurban sunmuşlardı da birinden kabul edilmişti, Ötekinden kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen) "Seni mutlaka öldüreceğim." dedi. Öteki: "Allah sadece takva sahiplerinden kabul eder" dedi." (Maide: 5/27)
"Beni öldürmek için elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatmayacağım. Şu bir gerçek ki ben, alemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım." (Maide: 5/28)
"Ben istiyorum ki, sen benim günahımı da senin günahını da yüklenip ateş halkından olasın. İşte budur zalimlerin cezası." (Maide: 5/29)
"Nihayet nefsi onu kardeşini öldürmeye ısındırdı, o da onu öldürdü. Böylece hüsrana uğramışlardan oldu." (Maide: 5/30)
Sonunda ilahi hikmet Kabil'i kardeşinin ölüsü hususundaki aczi ile başbaşa bırakmayı diledi. Ve bir karga kadar bile olamamanın çaresizliği ile yüz-yüze getirdi. Kabil, öldürdüğü kardeşinin cesedini nasıl örteceğini düşünürken, ona kardeşini nasıl gömeceğini öğretmek üzere bir karganın gönderildiğini görüyoruz.
Rivayete göre Allah'ın gönderdiği iki karga dövüşmüş, biri diğerini öldürmüş. Gagası ve ayaklarıyla yeri eşeleyip, öldürdüğü kargayı gömmüş. Bunu gören Kabil de kardeşini toprağa gömmeği öğrenmiş.
Bu ayette ilk insanın tabiata bakarak medeniyeti yavaş yavaş öğrendiğine işaret vardır. Demek ki ilk insan, ölüyü gömmeyi bilmiyordu. Gömülmeyen ceset kokuşur, cesette canlıların yaşamasına zararlı mikroplar ürer. Onu gömmek, tabiatın ve insan sağlığının korunması bakımından önemli bir aşamadır. İşte ilk insan, çevreye bakarak ölüyü gömmeyi öğrenmiştir. Bunu öğretmek, Allah'ın ona verdiği ibret alma yeteneğiyle olduğundan, Allah'ın insana lutfudur. Karganın gelip, onun karşısında öldürdüğü bir hayvanı gömmesi, raslantı değil, insanın öğrenmesi için Allah'ın şevkiyle olmuştur.
Böylece Allah, bir kargayı örnek göstererek cehaleti ve aptallığından dolayı Hz. Adem(a.s.)'ın suçlu oğlunu uyarmıştır. Ve o bir cesedi saklama konusunda karganın kendinden daha donanımlı olduğunu gördükten sonra, yalnızca pişman olmakla kalmamış, aynı zamanda kardeşini öldürmekle kötü bir iş yaptığını anlamaya başlamıştır. "Yaptığına pişman oldu" ifadesinde bu anlam gizlidir.
Yine ayetten anlaşılıyor ki, Kabil'in duyduğu pişmanlık, tevbe pişmanlığı değildi. Öyle olsaydı şüphesiz Allah onun tevbesini kabul ederdi. Ancak bu pişmanlık, yaptığı işin karşılığını görememekten ve katlanmak zorunda kaldığı eziyet ve yorgunluktan ileri geliyordu.
Hz. Adem'in iki oğlunun kıssası, Yahudileri, Hz. Peygamber ve bazı önde gelen sahabelerini öldürme planlarından dolayı ince ve anlamlı bir biçimde kınamaktadır.
İki olay arasındaki benzerlik ortadadır. Yahudilerin Hz. Peygamberi ve bazı sahabeleri öldürme planları, Hz. Adem'in suçlu oğlunun Allah'tan sakınan kardeşini öldürme nedeninden kaynaklanıyordu. Allah lütuf ve nimetini takva sahibi olmadıklarından kitap ehlinden çekip, kendisinden korkmaları nedeniyle ümmi Araplara verdiği için Yahudiler Hz. Peygamberi ve ashabını kıskanıyorlardı. Sorunu soğukkanlı düşünüp neden mahkum edildiklerini hesaplayarak, Allah'ın gazabını üzerine çeken hatalarını düzeltmek yerine, kendilerini öncekinden daha fazla mahkum edeceğini bile bile yapıyorlardı bunu.
Bu nedenle Maide: 5/32 ayette, Hz. Adem'in zalim oğlunun gösterdiği aynı öldürme belirtilerini gösterdiklerinden dolayı, Allah İsrailoğulları'na öldürmekten vazgeçmelerini emrediyor.
"İşte bu yüzden biz, İsrailoğulları üzerine şunu yazdık: Kim bir kişiyi, bir kişiye karşılık yahut yeryüzünde bir fesad sebebiyle olmaksızın öldürürse, insanları toptan öldürmüş gibidir. Ve kim bir kişiye hayat verir-yaşatırsa insanlara toptan hayat vermiş gibidir. Andolsun, resullerimiz onlara açık seçik kanıtlar getirmişlerdir. Ama onlardan bir çoğu bunun ardından da yeryüzünde zulüm ve azgınlığa sapmaktadır." (Maide: 5/32)
Bu, insan hayatının kutsallığını vurgulamak içindir; insan hayatının korunması için herkesin ve her bir kişinin başkasının hayatının kutsallığını kabul edip, onun korunmasına yardım etmesi gerekir.
Haksız yere bir başkasının hayatını alan, yalnızca bir kişiye zulmetmekle kalmamış, aynı zamanda insan hayatının kutsallığıyla ilgili hiçbir duygu, başkalarına karşı hiçbir merhamet duygusu taşımadığım göstermiş demektir. Bu nedenle o tüm insanlığın düşmanı demektir. Çünkü herkes aynı tür katı kalpliliğin kurbanı olursa, tüm insanlığın sonunun gelmesi kaçınılmazdır. Buna karşılık, eğer bir kişi tek bir insan hayatının korunmasına yardım ederse, tüm insanlığa yardım etmiş demektir. Bu yardımı o insanın, tüm insan soyunun devamına katkıda bulunacak niteliklere sahip olduğunu gösterir.[26]
[1] Ş. Mansur, s.111-112; Beyzavî, I, 164.
[2] Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 45.
[3] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 64-66.
[4] Ş. Mansûr, s.329-331; Hakim Tirmizi, s.7. Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 46.
[5] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 67-69.
[6] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 70-73.
[7] Fecr: 89/17.
[8] İnsan: 76/8.
[9] Beled: 90/15.
[10] En'am: 6/152; İsra: 17/34.
[11] Nisa: 4/2.
[12] Buhari, Vasaya.
[13] Hadisler için bk. Heytemi, 1/196-197.
[14] Buhari, Talak, 26.
[15] Yaşar Nuri Öztürk, KDSP, S. 107 108. Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 74-78.
[16] Fatır: 35/43.
[17] bk. Heytemi; Zevacir, 1/69.
[18] Heytemi, 2/76.
[19] Bk. Heytemi, 1/69.
[20] Heytemi, 1/69.
[21] Heytemi, 1/69.
[22] bk. A'raf: 7/97-99; Nahl: 16/45; İsra: 17/68 69; Mülk: 67/16-17.
[23] Heytemi, 1/20.
[24] Yaşar Nuri Öztürk, İBG, S. 115-119. Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 79-85.
[25] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 86-87.
[26] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 88-92.