Bu Blog içinde Ara

21 Haziran 2012 Perşembe

Hz. İsâ ve Hz. Âdem (a.s.)'in Durumları

Hz. İsâ ve Hz. Âdem (a.s.)'in Durumları


"Allah katında İsa'nın durumu, kendisini topraktan ya­ratıp, sonra "ol" demesiyle olmuş olan Âdem'in durumu gibidir. (Bu) Rabbinden gelen gerçektir. Öyle ise şüphelenen­lerden olma." (Âl-i İmrân, 3/59-60).
Bu meselde açıkça görüldüğü gibi, Hz. İsâ (as)'ın sıfatı -ki o da babasız, "kün" (ol) emriyle oluşudur- Hz. Âdem'in anasız ve babasız yine "kün" (ol) emriyle topraktan ya­ratılışına benzetilmektedir. İsa (as)'ın garîb hali, Âdem (as)’in haline temsil edilmiştir. Bu temsilin faydası şudur: Hristiyanlar İsâ (as)daki garib haller yüzünden (hâşâ), onu Allah, Allah'ın oğlu, üçün üçüncüsü gibi iddialarla ulûhiyyete nisbet etmişlerdir. Allah, bu temsille, Hz. İsa'dan daha garib ve şaşılacak bir şekilde, babası da ol­maksızın, Hz. Âdem'i topraktan yaratmış olduğunu bildi­rir.[1] Böyle iken o da Allah'ın kuludur ve bundan hiç şüphe etme. Ey Peygamberim, seninle daha da tartışacak olurlarsa, bundan sonraki âyetin gereği olarak, onları "mübâhele"ye (karşılıklı lânetleşmeye) çağır.[2]

 Allah'ın İpine Sarılanlar


"Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerini­zin arasını uzlaştırıp ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetle­rini işte böyle açıklar." (Ali İmran: 3/103)
"Allah'ın ipi" O'nun tarafından belirlenen hayat tarzıdır. O bir "ip"tir, çünkü müminlerin Allah'la ilişkilerini sağlam tutar ve aynı zamanda onları bir­birine bağlayıp, bir toplum halinde birleştirir. Hz. Peygamber Kur'an'ı "Allah'ın gökten yere uzanmış ipi" olarak tanıtmıştır. Buna göre Allah'ın ipine sa­rılmak bir anlamda Kur'an'a sarılmaktır.
"Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın" ifadesi, müslümanların Allah'ın yoluna en büyük önemi ver­meleri, dini, tüm ilgilerinin merkezi yapmaları ve onu yaymak için güçlerinin sonuna kadar çabalayıp, ona hizmette işbirliği yapmaları anlamına gelir. Bu ipi gevşettikleri ve onun ana prensiplerinden uzaklaştıkları anda bölücülükten şikayet etmeye başla­yacaklar ve daha önceki peygamberlerin kavimleri gibi bölümlere ve alt bölümlere ayrılacaklardır. Bu­nun bir sonucu olarak, geçmiş peygamberlerin üm­metleri bu dünyada da, ahiret'te de rezil olmuşlar­dır.
Verdiğimiz ayet dolaylı bir ifadeyle, birliği ve kardeşliği bozmayı, yani Allah'ın kitabına sarılmamayı "ateşten bir çukurun kenarına gelmek" olarak nitelendirmektedir.
İnsanlar arasında düşünce ayrılıklarının olması doğaldır. Bu, Allah'ın yasası gereğidir: "Rabbin dileseydi, insanları bir tek ümmet yapardı. Ama ihtilaf edip durmaktadırlar." (Hud: 11/118)
Allah insanları zeka, düşünce ve yetenek bakı­mından farklı yarattığına göre onlar arasında dü­şünce ayrılıklarının olması da doğaldır. Fakat bu ayrılıkların, düşünce ölçüsünde kalması, büyüyüp düşmanlığa dünüşmemesi gerekir. Çünkü düşünce farkı, bir ölçüde insanları rekabete, ilerlemeye sevk ederken; bunun büyüyüp düşmanlığa dönüşmesi yı­kıcı olmaktadır.
İşte düşünce ayrılıklarını sınırlamak, düşman­lık sınırına vardırmamak için herkesin Allah'ın sı­nırlarında durması, Allah'ın kitabına sarılması, o genel prensiplerin dışına çıkmaması gerekir. İnsan­lar o genel prensipler içinde kaldıkça dost olurlar. Aralarında bazı düşünce ayrılıklarının olması; bir­birlerini sevmelerine, anlayışlı davranmalarına en­gel olmaz.
İslam'dan önce Arap kabileleri düşman kampla­ra bölünmüştü ve bu kamplar incir çekirdeğini dol­durmaz nedenler için savaş yapıyorlardı. İnsan ha­yatı kudsiyetini kaybetmişti ve insanlar vicdansızca öldürülüyordu. Eğer İslam lütfedip onları kurtarmasaydı, düşmanlık ateşi tüm Arabistan'ı yakabilir­di. Bu lütuf, bu ayetlerin nazil olduğu dönemde Me­dine'de elle tutulur bir şekilde gözlenebiliyordu. Yıl­lardan beri birbirine düşman olan Evs ve Hazreç kabileleri İslam'ı kabul ettikten sonra birbirleriyle kardeş olmuşlardı. Sadece bununla da kalmamış, tarihte hiç eşine rastlanmayacak bir şekilde Mek­ke'de gelen muhacirlerin rahat etmesi için emsalsiz fedakarlıklar yapmışlardı.
Hz. Muhammed (s.a.v), Kur’an ile, düşmanları­na karşı cesur, şiddetli; birbirlerine karşı şefkatli, birbirlerini seven ideal bir toplum kurmuştu. Kur'an her zaman böyle bir toplumun kurulmasını sağla­maya kadirdir. Yeter ki insanlar onun genel pren­siplerine gönülden sarılsın, o prensiplerin dışına çıkmasınlar.[3]

Kâfirlerin Amelleri Fayda Sağlamayacaktır- Kavurucu Soğuk Bir Rüzgar


"O inkâr edenlerin ne malları, ne de evladları kendilerine, Allah'a karşı hiçbir fayda sağlamayacaktır. Onlar ateş halkıdır. Onlar orada ebedî kalacaklardır. Bu dünya haya­tında sarfettikleri şeylerin durumu, tıpkı kendilerine zulm­eden kimselerin ekinlerini vurup (onları) mahveden dondu­rucu rüzgarın durumu gibidir. Allah onlara zulmetmedi, onlar kendilerine yazık ettiler." (Al-i İmrân, 3/116-117).
Bu temsilde, müşebbeh, kâfirlerin bu dünya hayatında sâlih amel diye yaptıkları harcamalardır. Bunların onlara faydası, bu dünyada kalır. Ailesine, akrabasına, vatanına fayda sağlar. İddia ettikleri akraba ziyareti ve çocuk terbiye­si gibi amelleri sadece bu dünyada kalır. Bunlar küfür üzerine bina edildiği için, inkâr, ahirette onları yakar ve boşa çıkarır. Bu meseldeki "müşebbehin bih" ise, şiddetli ve kavurucu soğuğun çarpıp mahvettiği ekinlerin acıklı hali­dir. Vech-i şebeh, bu felaket gelmezden önce alınacak olan koruyucu tedbirdir ve o tedbir de îmandır. Bu tedbir dünyada iken alınmadığı için, kâfirlerin âhirette, iyi amelle­ri de, emelleri de işte böylece boşa gidecektir. Bu hale düşmekten sakınmalıdır.[4]
Ayet, daha önceki konumuza başlangıç yaptığı­mız Ali İmran: 3/10 ayetinde olduğu gibi değişmez bir gerçeği tekrarlıyarak başlıyor. Allah'a iman duygu­sundan kaynaklanmayan bir çabanın/hayrın sahibi­ne faydası dokunmayacağını gözümüzün önünde bir tablo gibi canlandırıyor. Hayır yaptıklarını zannede­rek harcadıkları malların, yardımı olur diye dü­şündükleri çocukların, küfre sapanları azaptan kur­taramayacağı, onların bir "ateş dostu" olarak cehennem'de ebedi kalacaklarını bildiriyor. Ve bu gerçeği canlı bir örnekle karşımıza çıkarıyor.
Bu örnekte "Ekin"(hars), insan hayatını sembo­lize eder. Çünkü insan, hayatta iyi ve kötü işleri eker ve ahiret'te bunları biçer. "Rüzgar" da, kafirleri yani mallarını bağışlayıp, insanlar yararına harca­maya sevkeden yüzeysel ve iki yüzlü bir yardım is­teğini temsil etmektedir. "Kavurucu soğuk" ise insa­nın tüm iş ve faziletlerini anlamsız kılacak bir şekil­de İlahi Kanuna uymamayı ve ona inançtaki eksik­liği ifade eder. Allah bu misalle şu dersi öğretir:
Hava, tahılların yetişmesi için yararlı olabildiği gibi, eğer içinde kavurucu soğuk varsa, zararlı olup onları yok da edebilir. Aynı şekilde sadaka verip yardım etmek de ahiret'te toplanacak olan hesabın çoğalmasına yardım ettiği gibi, eğer küfürle zehir­lenmişse aynı ürünü mahvedebilir de. Allah hem in­sanın, hem onun sahip olduğu servetin ve hem de onun etkinlikte bulunduğu alanın Hakimi'dir. Eğer Allah'ın kulu, Rabbinin Hakimliğini kabul etmez veya kanunsuz olarak tapınma nesneleri bulup, Onun nimetlerini tüketmede, O'nun kanunlarını çiğnerse, suçlu olacaktır. Aksine bu harcamaları için cezalandırılacaktır. Böyle bir insanın verdiği sada­ka, efendisinin hazinesinden bir miktar para çalıp, onu efendisinin istemediği şekilde harcayan kölenin verdiği sadakaya benzer.
Ekime hazırlanmış bir tarla karşısında bulu­nuyoruz. Biraz sonra tarla ekilmiş ve ansızın bir ka­sırga esmeye başlamıştır. Soğuk, yakıcı ve donlu bir kasırga. Bütün yakıcılığı ile o tarlayı yakıp kavuru­yor. Buradaki kelime bile öfkeyle atılmış gibi, işleyici bir ses tonuyla aynı manayı tasvir ediyor. Ve bir de bakıyorsunuz ki, ekinin bütünü soğuktan yanmış ve harab olmuş. Bir anda herşey bitiyor. Ve ekilenin hepsi kapının önünde. Bu, dıştan her ne kadar ha­yır ve güzellik içinde olsa da, küfredenlerin şu dün­ya hayatındaki infakları ve ellerindeki evlat ve mal­ları için birer örnektir. Hepsi yokluğa mahkumdur.
Bu kaçınılmaz sonda Allah onlara zulmetmiyor. Onlar Allah'ın nizamını/düzenini geriye itmelerin­den ve sapıklığı seçtiklerinden dolayı kendi nefisle­rine zulmediyorlar. Kur'an açık bir şekilde göster­mektedir ki, dünyadaki bütün zulümler insan elinin ürünüdür. Allah en küçük anlamda bile zulmetmez. Yaratıcı düzen bozulmadan korunduğu sürece zu­lüm asla söz konusu olmaz.[5]

"Ey iman sahipleri! Kendi dışınızdan hiç kimse­yi sırdaş edinmeyin. Sizi sarpa sardırıp perişan et­mekten çekinmezler. Size sıkıntı verecek şeyi pek se­verler. Ağızlarından kin ve öfke taşmaktadır. Göğüs­lerinin saklamakta olduğu ise daha büyüktür. Eğer aklınızı işletirseniz Allah size ayetlerini açık seçik göstermiştir." (Ali İmran: 3/118)
"Siz öyle kişilersiniz ki, onlar sizi sevmedikleri halde siz onları seversiniz. Ve Kitap'ın tümüne ina­nırsınız. Onlar ise sizinle karşılaştıklarında inandık derler; başbaşa kaldıklarında size öfkelerinden par­mak uçlarını ısırırlar. De ki onlara: "Kininizle geberin." Allah, göğüslerin içindekileri çok iyi bilmekte­dir." (Ali İmran: 3/119)
Başlık olarak verdiğimiz "parmak uçlarını ısı­ranlar" ifadesi Ali İmran: 3/119 ayetinin içinde yer al­maktadır. Fakat ayetin kendinden önceki ayetle olan ilişkisi nedeniyle biz Ali İmran: 3/118 ayetini de çalışmamıza ilave etmeyi uygun gördük.
"Ey iman edenler sizden başkalarını kendinize sırdaş edinmeyin" ayetinde geçen "bitane" kelimesi elbisenin iç yüzündeki astar demektir. Bundan dola­yı bir kimsenin sırlarını bilen pek sıkı dostuna, kişi­nin özel adamlarına, seçkin yakınlarına da "bitane/sırdaş" denir. Yaratıcı Kudret'in "sizden başkala­rı" buyruğunun kapsamına İslam dışındaki bütün din mensupları, inkarcı ateistler ile münafıklar da girmektedir. Bu şu anlama gelmektedir:
"Ey iman edenler! Sizin dininize mensup olma­yan, yani samimi müslümanların dışında kalan kimseleri özel adamlarınız, seçkin yakınlarınız edi­nerek, onları sırlarınıza, plan ve programlarınıza bilgi noktasında ortak kılmayın. Çünkü onlar, sizin dininizi parçalamaktan, aranıza ayrılık ve karışık­lık tohumları ekmekten, işlerinizi bozmaktan hiç geri kalmazlar. Onlar her zaman için size aykırı dü­şecek çalışmalar içerisindedirler. Mümkün olan her şeyde, ellerinden gelen bütün aldatma ve hilelerle sizlere zarar vermeye çalışırlar.
Çokça zarar görmeniz, sıkıntılarla karşılaşma­nız onların arzu ettikleri şeylerdir. Onlar size zor gelecek, sizleri sıkıntıya düşürecek şeyleri arzulayıp dururlar. Bu gibi kimseler size dininiz ve dünyanız­da mümkün olacak derecede zarar vermekten başka bir şey düşünmezler. Nasıl olur da, içlerinde gizledikleri asıl niyetleri bu olan kişileri sizler, beraber oturup kalktığınız danışman/sırdaş veya sizin iyili­ğinize olan şeyleri gösterecek kimseler sanarak ya­nınıza alırsınız?
Tarih şuna şahittir ki: Müslümanlar; ne zaman gizli ve açık inançlarıyla savaşan bu düşmanlarının ipine bağlanmışlar, onlardan fikir edinmişler, sır­daş, arkadaş, yardımcı, haberci, danışman olarak onları dinlemişlerse, Allah onlara hep hezimet ver­miş, düşmanlarını karşılarında diretmiş, boyunları­nı onların önünde eğdirmiş ve suçlarının cezalarını kendilerine tattırmıştır. Allah'ın sözü ebedidir ve Allah'ın kanunu geçerlidir. Kim yeryüzünde görülen Allah'ın kanununu görmezse, gözleri ancak alçaklık ve kölelik görür.
Kafirlerin, münafıkların ve ateistlerin öfkeleri .ağızlarından taşmaktadır. Onlar bu konuda kendile­rini tutmaya çalışmakla birlikte, bazen müslümanlara olan kinlerinin rahatlıkla anlaşılabilecek şekil­de ağızlarından kaçırıverirler. Onların bir takım sözleri müslümanlara karşı gizledikleri kinlerinin bir yansımasıdır. Sinelerinde gizli kinleri ise açıkla­dıklarından çok daha fazladır. Düşmanlıkları yüzle­rinden okunur ve ağızlarından kaçırdıkları sözler­den anlaşılabilir. Kısacası kalplerinde müslümanla­ra ve İslam'a karşı gizledikleri kini aklı başında herkes anlayabilir. İşte bu gerekçeler yüzündendir ki düşünüp akletmemiz ve bu doğrultuda yürüme­miz için Allah bize ayetlerini açıklamıştır.
Ali İmran: 3/119 ayetinde ise "sevgi"(hubb) iman sahiplerinin şaşmaz bir niteliği olarak gösterilmektedir. İman sahipleri kendileri dışındakileri sever­ler, fakat imandan yoksun olanlar yukarıda da ifade ettiğimiz gibi aynı şeyi yapmazlar. Yine iman eden­ler Allah’ın indirmiş olduğu bütün kitaplara ve bü­tün vahiylere inandıkları halde münafıklar onlarla karşılaştıklarında "iman ettik" derler, fakat yanlız başlarına kaldıklarında öfkeden parmaklarını ısırır­lar. Bu davranışları onların müslümanlara karşı olan kinlerinin aşırılığının ne derece fazla olduğunu anlatmaktadır.
Ayet, daha sonra müslümanları Kitap ehline haketmedikleri halde duydukları bu sevgi yüzünden uyarmakta ve onlara karşı takmılması gereken doğ­ru tavrı şöyle öğretmektedir. "De ki: Öfkenizden ölün." Müminleri istediğiniz kadar kıskanın, istedi­ğiniz kadar kin besleyin, ancak şunu bilin ki; Allah mümin kulları üzerindeki nimetini tamamlayacak, dinini kemale erdirecek, sözünü en üstün kılacak, kullarını galip getirecektir. Ölünceye dek kininiz ar­tıp dursun. O sizin kalplerinizde nelerin gizlendiği­ni, içinizde sakladığınız kini ve kıskançlığı, mümin­lere karşı duyduğunuz hasedi bilir. Allah sizi, dünya hayatında beklentilerinizin tersi olan şeyleri göstermek suretiyle, ahirette de ebediyyen kalacağınız, asla kurtulamayacağınız ve içinden çıkmayacağınız şiddetli bir ateş azabı ile cezalandıracaktır.[6]

 Ateş Yiyenler


"Şunda kuşkunuz olmasın ki, zulme başvurarak yetimlerin mallarını yiyenler, karınlarına doldur­mak üzere bir ateş yemekten başka bir şey yapmaz­lar. Ve onlar yakın bir zamanda, korkunç acılar ve­ren bir azaba dalacaklardır." (Nisa: 4/10)
Kur'an yetimler ve yetim hakları konusunda çok titiz davranmıştır. "Dini yalan sayan kimdir?" soru­suna Kur'an'ın verdiği cevabın ilk cümlesi şudur: "O kişidir ki, yetimi itip kakar, azarlar." (Maun: 107/1-2)
Yetime ikramda bulunmamak en büyük nankör­lüklerden sayılır.[7] Yetimi korumak, yedirip doyurmak bir mükemmellik belirtisidir.[8]
Yetime kucak açıp onu korumak, Allah'la aramızda­ki engellerden birini aşmak olarak gösterilir.[9]
Yetim malına tecavüz bir yana, el sürmek bile yıkıcıdır.[10] Ganimet türü gelirle­rin bir kısmı yetimlere ayrılacaktır. Onların malına dokunmak helal rızıkları da haram hale getirir ve insanı, temizi pisleme gibi beyinsiz bir duruma düşürür.[11]
Yetimlerin horlanması, bir toplumun zulüm ve merhametsizliğe yenik düşmesinin belirtisi sayılır. Yetimler Allah'ın topluma emanetidir ve bu emane­te hainlik etmek Allah'ın öfke ve lanetine yol açar.
Kur'an, yetim malına tasallutu, ateş yemek ola­rak değerlendirir. Hz. Peygamber, yetimlerin hakla­rına tecavüzü, öldürücü yedi büyük günahtan biri olarak göstermiştir.[12] Şunu da, belir­telim ki, yetim hakkı yemenin cezası, İslam inanışı­na göre, bu dünyada mutlaka başlar ve ahirette de­vam eder.
Kur'an, yetime muamelenin ihsan cinsinden ol­masını istiyor. Bu demektir ki, toplumun yetimi hu­kuksal yönden koruması yeterli olmaz. Ona muame­le şefkat, ilgi, sevgi, koruma ve kucaklama şeklin­den olmalıdır. İhsan kavramının esasını bunlar oluşturur. Bir hadisde şöyle deniyor:
"Mahşer günü ağzından alevler fışkıran bir topluluk ortaya getiri­lecektir. Bunlar yetim hakkı yiyenlerdir."
Hz. Pey­gamber miraç gecesi bir takım insanların ağızların­dan sokulan ateş mızraklarının vücudlarının alt kısmından çıktığına tanık olduğunu, bu insanların kimliklerini Cebrail'e sorduğunda, bunlar yetim hakkı yiyenlerdir, cevabını aldığını söylüyor.[13]
Yine bir hadislerinde Hz. Peygamber(s.a.v.)şöy­le buyurmuştur:
"Ben ve yetime arka çıkan, cennet­te şu iki parmağım gibi yan yana olacağız."[14]
İslam düşüncesinin, insan hayatında kutsal var­lıklar olarak gördüğü ve kayıtsız, şartsız saygı ve sevgi beslediği bazı tipler vardır. Bu tipler, İslam Peygamberinin ifadesiyle "kendileri hürmetine rızıklandığımız ve Yaratan'dan merhamet gördüğü­müz varlıklardır." Bunlar: Yetim, ihtiyar, mazlum, genel ve kısa bir söyleyişle, çaresizlerdir. Verdiğimiz hadiste ele alman, yetimlerdir.
Kur'an ve hadis'in, insanlık ve merhamet adına bir nevi gösterge olarak tanıdığı ve tanıttığı ilk tip, yetimdir. Öyle ki, yetimin korunduğu ve saygı gör­düğü bir toplumu, İslam esprisi, bütün insancıl de­ğerlere saygı gösteren ve Allah'ın istediği yönde yü­rüyen bir toplum olarak kabul eder. İslam Peygam­berinin, üzerinde titreyerek durduğu ana konuların başında yetim ve yetim hakları gelmektedir.
Merhamet ve şefkatin en mükemmel habercisi ve temsilcisi olan Yüce Peygamber'in, yetimin ikram ve itibar gördüğü evi, rahmet ve bereketin belirdiği bir mekan olarak gösterdiğini biliyoruz. Yetimin horlandığı toplumlarsa merhamet, insanlık ve mert­lik adına hiçbir değere sahip olmayan toplumlar ola­rak görülmektedir. Yetime iyilik ve şefkat kollarını açmayan yürekler güzelliklere ebediyyen kapalı yü­reklerdir. Onlarda iyi ve güzel adına en küçük bir fi­lizi yeşertmek imkan dışıdır.
Neden böylesine önemsenmiş ve neden bu kadar şaşmaz bir ölçü kabul edilmiştir yetim? Bu soruya detaylı bir cevap vermek için, İslam düşüncesinin anne ve baba anlayışını ve anne ve babanın insan hayatındaki evrensel yerini açıklığa kavuşturmak gerekir. Anne-baba sevgisi, özellikle anne sevgisi, kainatta yerine bir başka şeyi koyamayacağımız tek değer, biricik kudrettir. Fransız şairi Rimbaud'nun, tam Muhammedi bir espriyle ifade ettiği gibi: "Ha­yat, yaşama gücü ve zafer yeşerten gülüş ve bakış, yalnız anne-babadan gelmektedir."
Bu gülüş ve bakıştan yoksun kalan benlikler, bunlar dışındaki bütün değerleri kendilerine versek de yine boynu bükük, yine mağdur ve mahcupturlar. İslam Peygamberi bu mahcupluk ve boynu büküklüğe, saygıların en büyüğünü göstermemizi istemek­tedir.
Muhammed Mustafa (s.a.v.), yetim ve öksüzdü. Bu, bir anlamda, insanlığın o eşsiz şahsiyete göste­receği hürmetin, yetime gösterilecek hürmete yaklaştırıldığmı vurgulamaktadır. Gerçekten de, İslam toplumlarının vicdanı, yetime saygı ve sevgi de da­ima ve şaşmadan, kendi peygamberine saygı ve sev­giden bir parça görmüştür. Bilmiştir ki, yetimin se­vindirilmesi, Allah Resulü'nün merhamet, şefaat ve sevgisini her şeyden çok tahrik edecektir.
Son Peygamber'in yetim oluşu, İslam düşünce­sinde şöyle bir eğilimin yaşamasına da sebep teşkil etmiştir: Yetimler, Yaratıcının özel koruma ve ilti­masına muhatap olan insanlardır. Bu yüzden insan­lık tarihinin en büyük isimleri arasında yetim olan­lar gözden kaçmayacak bir yer işgal etmelidirler ve etmişlerdir. Böyle olmasaydı, insanlık tarihinin en büyük inkılabını gerçekleştiren Son resul yetim olmazdi. Bu incelik Kur’an'ın, yetimler konusunda Hz. Peygainber'in dikkatini çeken beyanlarında açıkça görülebilir.
"O Rabbin seni, yetim olarak bulup da barındır­madı mı? Seni, ne yapacağını kestiremez bir garip­lik içinde bulup da yönlendirmedi mi? Seni yoksul ve çaresiz bulup da nimetlere garketmedi mi? O hal­de, sen de yetimi horlayıp azarlama. Yoksul ve çare­sizi de kovma." (Duha: 93/6-10)[15]

Hurma Lifi Kadar Zulme Uğratılmayanlar


"Bakmaz mısın, şu benliklerini ak-berrak göste­rip duranlara! Hayır, sandıkları gibi değil. Ancak Allah, dilediğini temizleyip aklar. Ve bir hurma lift kadar zulme uğratılmazlar." (Nisa: 4/49)
Ayet özel olarak Yahudileri, genel olarak da "övünme ve kendini temize çıkarma, kurtulmuşluk iddiasmda bulunma" noktasmda tüm insanları ilgi­lendirmektedir.
Yahudiler daha önce de belirttiğimiz gibi kendi­lerini Allah'ın oğulları ve dostları olarak görüyor, Cennete ise ancak Yahudi ve Hıristiyan olanların gi­receğini söylüyorlardı. Yine onlar dua ve ibadetle­rinde çocuklarını öne geçirerek "çocuklarımızın gü­nahları olmadığı gibi bizim de günahımız yok", hat­ta ölen çocukları için "onlar bizim iyi amellerimizdir, bize şefaat edecek ve bizi temize çıkaracaklar" diyorlardı. İşte ayet, Yahudilerin kendilerini temize çıkarma adı altmda Allah'a karşı uydurdukları ya­lanı ortaya koyuyor ve gerçeğin hiç de onların dü­şündükleri gibi olmadığını bildiriyor.
Ayette geçen "fetil" kelimesi bizim türkçe çeviri­de verdiğimiz gibi hurma çekirdeğinin ortasında bu­lunan incecik kıl demektir. Bu örnekle Yaratıcı Kud­ret adaletinin inceliğini ve en mükemmel bilginin kendi katında olduğunu anlatmak istemiş, böylece her şeyin O'na döndürüleceği günde ceza olarak hiç­bir kimseye bu anlamda en küçük bir haksızlık/zu­lüm yapılmayacağını bildirmiştir. Müfessirler aye­tin sonunda yer alan "zulmedilmezler" zamirinin, ya kendilerini temize çıkaranları, ya da Allah'ın temize çıkardığı kimseleri içerdiği konusunda iki görüş ile­ri sürmüşlerdir. Birinci görüşe göre anlam; kendile­rini temize çıkaran kimseler bu temize çıkarma sebebiyle adaletli bir şekilde cezalandırılacaktır. İkin­ci görüşe göre ise anlam; Allah'ın temize çıkardığı kimseye nefsinin temizliği sebebiyle, Allah sevabını verecek ve onun mükafatını eksiltmeyecektir.
Ayetin tüm insanları ilgilendiren genel uyarısı­na gelince; insan, insanlığının ve imanının zorunlu sonucu olarak iyi ve güzel davranacaktır. Ancak bu davranışlarına dayanarak kendisinin kurtulduğunu ve bütün noksanlardan sıyrıldığını söyleyemez, işte bu ayetle Kur’an, böyle bir hükmü sadece Allah'ın verebileceğini açıkça göstermektedir. Peygamberle­re bile, vahyin bildirmesi dışında, böyle bir hükme varma yetkisi verilmemiştir.
Ebedi hayatı veya sonsuz kurtuluşu garantile­miş olmak iddiasına Kur'an'da ve İslam literatürün­de Allah'ın tuzağından emin olmak (el-emn min mekrillah) denir. Kendisi için hiç bir korku ve endi­şenin kalmadığı, her şeyi kesinlikle sağlama aldığı yolunda bir kuruntu ve sanı içinde olan, bir tür mutlak kudret edasına bürünmüştür. Böyle olunca da bu, gizli bir Allah'lık iddiasıdır ve bunun içindir ki, bu kuruntunun ortaya çıkardığı günah şirk ben­zeri bir illettir.
Hiç kimse, Allah'ın lütuf ve merhametine gü­venme dışında bir emin olma çemberine sahip değil­dir. İlginçtir ki, emn ile imanın aynı kökten gelmesi­ne rağmen, iman Allah'a teslimiyet, emn ise Allah'ı devre dışı tutmaktır.
Kurtuluşu engelleyecek hiçbir şeyin kalmadığını iddia etmek veya Allah'ın tuzağından emin olmak, Cenab-ı Hakk'ın kuluna kötülüğü veya oyun oynadı­ğı anlamında yorumlanamaz. Buradaki tuzak veya aldatma (mekr) kulun kendi oyununa getirilmesidir. Prensip şudur: "Çirkin tuzak ve hile, sadece onu sergileyene musallat olur."[16] Bu ilkeyi ko­yan ayet, anılan sonucu, insanın yeryüzünde kibir ve Firavunlukla kendisini tek kuvvet sanmasının zorunlu bir uzantısı olarak veriyor. Bu ise, bir fıtrat kanunudur ki, Kur’an bunu Faatır (yaratılış kanun­larını koyan kuvvet) Suresi'nde vermekle bu gerçeğe ayrıca dikkat çekmiştir. Ve unutmamak gerekir ki Allah'ın isim-sıfatlarından biri de Faatır'dır.
Allah'ın mekrine uğramanın belirtilerinden biri de, Allah'a ters bir yol tutulmuş olmasına rağmen dünya nimet ve refahında iyi ve seçkin bir durumda olmaktır. Ve insanı aldatan da budur. Bu duruma, bir ayet ve hadisten alman bir deyimle istidrac (ce­zayı büyütmek için âsiye mühlet ve imkân vermek) denmektedir.
İstidraca yer veren hadis şöyledir: "Allah'ın bir kula, o kulun isyan ve kötülüğüne rağmen istediği her şeyi verdiğini görürseniz, bunun Allah'ın istidracından başka bir şey olmadığını bilin."[17]
Kurban istidracı "insanın bilmediği bir yönden, beklemediği bir zamanda yakalanması" anlamında kullandığı ayetlerinde şöyle diyor:
"Biz ayetlerimizi yalanlayanları bilemeyecekleri bir yönden ve bekle­medikleri bir zamanda yakalayıp helak ederiz." (Araf: 7/182)
Bu ayetin devamındaki beyan ise, istidrac ile Allah'ın mekri arasındaki ilişkiye de dikkat çekerek şöyle diyor; "Ben o azmışlara mühlet veriyo­rum; ama benim tuzağım çok zorlu, çok yıkıcıdır. "
Istidracm geçtiği hadisi ifadeye koyan Hz. Peygamber'in bunun ardından, bir ilahi vesika olarak şu ayeti okuduğunu da görüyoruz:
"Kalbi kararıp şeytana uyanlar, yapılan ihtarla­rı unutunca, üzerlerine her şeyin kapısını açtık. Ni­hayet, kendilerine verilenlere tam ferahlık ve şı­marma noktasına geldiklerinde onları ansızın yakalayıverdik de, bütün beklentilerinden mahrum kaldılar." (En'am: 6/43-44)
Demek oluyor ki, ne dünya nimet ve refahına al­danmak, ne de ibadetlere güvenerek "ben kurtuldum, ben cennetliğim" diye böbürlenmek yönüne gitmemeliyiz. Allah Resulü bu noktada insanlığa şu ihtarda bulunuyor:
"Sizden herhangi biriniz cennetteki davranışla­rını sergiler de, cennetle arasında bir kol boyu me­safe kaldığı bir sırada ilahi karar devreye girer ve cehennemlik hareketlere koyulur ve ateşe giriverir." Aynı konuda insanın kulağını büken bir hadisi şe­rif de şöyledir:
"Kul bazen, cennetlik olduğu halde, dış görünüşte cehennemlikler gibi davranıyor olabi­lir. Ve kul bazen cehennemlik olduğu halde dış görü­nüşte cennetliklerin amellerini sergileyebilir."[18]
İşin esası şudur ki, davranışların neye yaradığı son nefeste belli olur. Ve dış görünüşe asla güvenilmez."[19]
Sonsuz kurtuluş meselesinde ilim de ölçü değil­dir. Allah ilimde en ileri noktalara varmış kişileri (er-rasihun fi’l-ilm) şu şekilde duaya çağırırken, en yüce mertebelerden biri, belki de birincisi olarak ta­nıttığı ilme bile güvenmemeyi önermiştir. Ali İmran suresi 7 ve 8. ayetlerde şöyle deniliyor:
"İlminde de­rinleşmiş olanlar şöyle yakarırlar: "Ey Rabbimiz! Bize hidayet verdikten sonra gönüllerimizi yanıltıp saptırma. Ve senin katından bir rahmet bağışla. Sen gerçekten bağışı çok olansın."
Hz. Mevlana, bir yerde bu ölümsüz gerçeğe dik­kat çekerken şöyle yakarıyor:
"Ey darda kalanların imdadına yetişen Allah'ım! Bize doğruyu ve güzeli göster. İlim ve servetle şımarmak bir aldanıştan başka bir şey değildir."
Allah'a yönelmiş gönül, ebedi kurtuluşu kendi elinin ürünü değil, Allah'ın lütfü bilir. Ve o, Cenab-ı Rasul'ün şu niyazındaki espriyi kavramaya çalışır:
"Ey kalpleri halden hale çeviren Allah'ım! Bizim kalplerimizi senin dinin üzre sabit kıl."[20]
Allah Elçi'sinin bu duayı sık sık tekrarladığını duyan Hz. Aişe şu soruyu sormaktan, kendini ala­mamıştır.
"Ey Allah'ın Resulü! Bu duayı çok tekrar­lıyorsun. Sen de mi kalbinin bulunduğu halden baş­ka bir hale geçmesinden endişelisin?" Peygamberler Sultanı bu soruya şu ürpertici cevabı vermiştir:
"Ben bile emin olma hakkına sahip değilim, ey Aişe. Kulların kalpleri, rahman olan Allah'ın iki parmağı arasındadır. Allah istediği anda kulunun kalbini başka bir hale sokuverir." [21]
Şunu bir kez daha altını çizerek belirtmeliyiz ki: Kur’an Allah'ı devre dışı tutup kurtuluşun artık zedelenmeyeceğini, hiçbir tehlikenin kalmadığını söy­leyenleri korkunç bir akıbetle tehdit etmektedir.[22]
Emn illetinin tehlikesine dikkat çeken yaratılış prensibi, Araf suresinin 99. ayetinde şöyle verilmiş­tir:
"Allah'ın tuzağından kendilerini emin mi sanı­yorlar? İşin esası şu ki, Allah'ın tuzağından, sadece hüsrana uğramış bir topluluk emin olabilir."
Emin olmanın en zehirli türü, ibadetlere güve­nerek kurtuluşu garanti ettiğini söylemektir. Böyle bir yola sapmanın ne büyük bir aldanış olduğunu anlamak için Hz. Peygamberin "ibadetlerinize güvenerek ebediyyen kurtulduğunuzu söylemeyin; ben bile ibadetlerime güvenerek böyle bir şey söyleye­mem" şeklindeki uyarısını hatırlamak gerekir.
Ebedi kurtuluş, davranışlar üstü bir keyfiyettir ve yalnız Allah'ın lütfuyla elde edilir, amel ve ibadet kıstasıyla ölçülemez. Ameller bu işte sadece karine yani belirtidir, garanti belgesi değil. Davranışlarını garanti belgesi sananlar aldanırlar. Hz. Peygamber böylelerine en ağır dersi vermiştir. Diyor ki:
"Ben cennetteyim diyen, cehennemliktir."[23]
O halde sürekli tedirginlik ve korku içinde mi olacağız? Hayır. Prensip şöyle konmuştur. Ne korku­ya yenik düşmek, ne de emin olma veya ümide ye­nik düşmek… İş, bu ikisi arasındaki denge noktası­nı yakalamaktır ki, sıratı müstakim (dosdoğru yol) işte budur.[24]

Hurma Çekirdeğinin Üzerindeki Benek


"Erkek veya kadın olsun, mümin olarak yararlı işler yapan herkes cennete girer. Ve kendileri zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar." (Nisa: 4/124)
Türkçe çeviride "zerre" olarak verdiğimiz ifade­nin Kur'an dilindeki karşılığı "nakir" kelimesidir. Nakir; hurma çekirdeğinin üzerindeki noktacığa/be­neğe denir ki hurma buradan filizlenir.
Nisa: 4/49 da olduğu gibi bu ayette de Cenab-ı Hakk hurma örneğini vermekte ve yapılacak her hayırlı işin karşılıksız kalmayacağını, kulun lehine olan en küçük bir noktanın bile ilahi adalette değer­lendirmeye koyulacağını bize anlatmaktadır.
Yine ayet, imandan kaynaklanmayan bir davra­nışın Allah katında bir kıymetinin olmayacağının uyarısını yapmakta ve yapılan işlerin kabul edilebil­mesi için imanın şart olduğu gerçeğini bir kez daha vurgulamaktadır. Ayetin anlatmak istediği bir baş­ka özellik te, kadın ve erkek arasında mümin olduk­tan sonra hiçbir farkın olmadığı ve Allah'ın ihsan ve lütfunun bir cinsiyet konusu değil, bir iman konusu olduğunun bilinmesidir.
Verdiğimiz bu ayette "haksızlığa uğratılmama konusunda" neden başka bir meyvanın değil de hur­manın örnek olarak gösterildiği sorusu akla gelirse, bu soruya şöyle yaklaşmak mümkündür. Hurmanın sıcak bir ülke olan Arabistan'da yetiştirilen tek ve en önemli bir meyve olması, aynı zamanda o ülke insanlarının geçimlerinde/ekonomilerinde değişmez bir yeri bulunması, gıda olarak da sürekli tüketildi­ği için yakından tanınması/bilinmesi bu örnekliğin gerekçesi olabilir.
Rahmetli Seyyid Kutub'un tesbitine göre üzerin­de durduğumuz ayetin en çarpıcı ve etkileyici yönü: Zilzal Suresi'nde yeralan "artık kim bir zerre mikta­rı iyilik yapmışsa onu görür ve kim bir zerre miktarı kötülük yapmışsa onu görür" (Zilzal: 99/7-8) ayetini ge­nel bir kural olarak yorumlayan ve müslüman olsun veya olmasın salih amel işleyen herkesin cennete gi­receği tezini savunan bazı İslam düşünürlerinin de yanlışlığını ortaya koymada taşıdığı açık ve kesin hükümlerdir.[25]

Karga Kadar Bile Olamayanlar


"Derken Allah, kardeşinin cesedini nasıl saklaya­cağını ona göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi, O dedi ki: "Bana yazıklar olsun! şu karga kadar bile olamıyor muyum ki, kardeşimin cesedini saklayayım." Bu arada pişmanlık duyanlardan ol­muştu." (Maide: 5/31)
Ayet, insanoğlunun yeryüzünde "kıskançlık" yü­zünden işlediği ilk cinayetinin ardından duyduğu derin pişmanlığı içermekte ve ortada kalan cesedi ne yapması konusundaki acizliğini ve bu noktada bir kargadan bile daha cahil olduğunu bize anlat­maktadır. Aynı zamanda çekememezlik, kıskançlık ve haksızlığın insanı dünyada da, ahirette de nasıl kötü sonuçlara düşüreceğinin işaretlerini vermekte­dir.
Cinayet iki kardeş arasında ortaya çıkmıştır ve bunlar Hz. Adem (a.s.)'ın iki oğlu olan Habil ve Ka­bil'dir. Maide: 5/27 de açıklandığı gibi bu cinayetin en ilginç yönü Allah'a ibadet yani, kutsala yaranma sa­vaşı sırasında işlenmiş olmasıdır. Kur'an bu geliş­meleri şöyle sıralamaktadır.
"Onlara Adem'in iki oğlunun haberini de gerçek olarak oku. Hani ikisi birer kurban sunmuşlardı da birinden kabul edilmişti, Ötekinden kabul edilme­mişti. (Kurbanı kabul edilmeyen) "Seni mutlaka öl­düreceğim." dedi. Öteki: "Allah sadece takva sahip­lerinden kabul eder" dedi." (Maide: 5/27)
"Beni öldürmek için elini bana uzatırsan, ben se­ni öldürmek için elimi sana uzatmayacağım. Şu bir gerçek ki ben, alemlerin Rabbi olan Allah'tan korka­rım." (Maide: 5/28)
"Ben istiyorum ki, sen benim günahımı da senin günahını da yüklenip ateş halkından olasın. İşte bu­dur zalimlerin cezası." (Maide: 5/29)
"Nihayet nefsi onu kardeşini öldürmeye ısındır­dı, o da onu öldürdü. Böylece hüsrana uğramışlar­dan oldu." (Maide: 5/30)
Sonunda ilahi hikmet Kabil'i kardeşinin ölüsü hususundaki aczi ile başbaşa bırakmayı diledi. Ve bir karga kadar bile olamamanın çaresizliği ile yüz-yüze getirdi. Kabil, öldürdüğü kardeşinin cesedini nasıl örteceğini düşünürken, ona kardeşini nasıl gö­meceğini öğretmek üzere bir karganın gönderildiği­ni görüyoruz.
Rivayete göre Allah'ın gönderdiği iki karga dö­vüşmüş, biri diğerini öldürmüş. Gagası ve ayakla­rıyla yeri eşeleyip, öldürdüğü kargayı gömmüş. Bu­nu gören Kabil de kardeşini toprağa gömmeği öğ­renmiş.
Bu ayette ilk insanın tabiata bakarak medeni­yeti yavaş yavaş öğrendiğine işaret vardır. Demek ki ilk insan, ölüyü gömmeyi bilmiyordu. Gömülme­yen ceset kokuşur, cesette canlıların yaşamasına za­rarlı mikroplar ürer. Onu gömmek, tabiatın ve in­san sağlığının korunması bakımından önemli bir aşamadır. İşte ilk insan, çevreye bakarak ölüyü gömmeyi öğrenmiştir. Bunu öğretmek, Allah'ın ona verdiği ibret alma yeteneğiyle olduğundan, Allah'ın insana lutfudur. Karganın gelip, onun karşısında öl­dürdüğü bir hayvanı gömmesi, raslantı değil, insa­nın öğrenmesi için Allah'ın şevkiyle olmuştur.
Böylece Allah, bir kargayı örnek göstererek ce­haleti ve aptallığından dolayı Hz. Adem(a.s.)'ın suçlu oğlunu uyarmıştır. Ve o bir cesedi saklama konusun­da karganın kendinden daha donanımlı olduğunu gördükten sonra, yalnızca pişman olmakla kalma­mış, aynı zamanda kardeşini öldürmekle kötü bir iş yaptığını anlamaya başlamıştır. "Yaptığına pişman oldu" ifadesinde bu anlam gizlidir.
Yine ayetten anlaşılıyor ki, Kabil'in duyduğu pişmanlık, tevbe pişmanlığı değildi. Öyle olsaydı şüphesiz Allah onun tevbesini kabul ederdi. Ancak bu pişmanlık, yaptığı işin karşılığını görememekten ve katlanmak zorunda kaldığı eziyet ve yorgunluk­tan ileri geliyordu.
Hz. Adem'in iki oğlunun kıssası, Yahudileri, Hz. Peygamber ve bazı önde gelen sahabelerini öldürme planlarından dolayı ince ve anlamlı bir biçimde kı­namaktadır.
İki olay arasındaki benzerlik ortadadır. Yahudi­lerin Hz. Peygamberi ve bazı sahabeleri öldürme planları, Hz. Adem'in suçlu oğlunun Allah'tan sakı­nan kardeşini öldürme nedeninden kaynaklanıyor­du. Allah lütuf ve nimetini takva sahibi olmadıkla­rından kitap ehlinden çekip, kendisinden korkmala­rı nedeniyle ümmi Araplara verdiği için Yahudiler Hz. Peygamberi ve ashabını kıskanıyorlardı. Soru­nu soğukkanlı düşünüp neden mahkum edildikleri­ni hesaplayarak, Allah'ın gazabını üzerine çeken hatalarını düzeltmek yerine, kendilerini öncekinden daha fazla mahkum edeceğini bile bile yapıyorlardı bunu.
Bu nedenle Maide: 5/32 ayette, Hz. Adem'in zalim oğlunun gösterdiği aynı öldürme belirtilerini gösterdiklerinden dolayı, Allah İsrailoğulları'na öldürmek­ten vazgeçmelerini emrediyor.
"İşte bu yüzden biz, İsrailoğulları üzerine şunu yazdık: Kim bir kişiyi, bir kişiye karşılık yahut yer­yüzünde bir fesad sebebiyle olmaksızın öldürürse, insanları toptan öldürmüş gibidir. Ve kim bir kişiye hayat verir-yaşatırsa insanlara toptan hayat vermiş gibidir. Andolsun, resullerimiz onlara açık seçik ka­nıtlar getirmişlerdir. Ama onlardan bir çoğu bunun ardından da yeryüzünde zulüm ve azgınlığa sap­maktadır." (Maide: 5/32)
Bu, insan hayatının kutsallığını vurgulamak içindir; insan hayatının korunması için herkesin ve her bir kişinin başkasının hayatının kutsallığını ka­bul edip, onun korunmasına yardım etmesi gerekir.
Haksız yere bir başkasının hayatını alan, yalnızca bir kişiye zulmetmekle kalmamış, aynı zamanda in­san hayatının kutsallığıyla ilgili hiçbir duygu, baş­kalarına karşı hiçbir merhamet duygusu taşımadı­ğım göstermiş demektir. Bu nedenle o tüm insanlı­ğın düşmanı demektir. Çünkü herkes aynı tür katı kalpliliğin kurbanı olursa, tüm insanlığın sonunun gelmesi kaçınılmazdır. Buna karşılık, eğer bir kişi tek bir insan hayatının korunmasına yardım ederse, tüm insanlığa yardım etmiş demektir. Bu yardımı o insanın, tüm insan soyunun devamına katkıda bu­lunacak niteliklere sahip olduğunu gösterir.[26]



[1] Ş. Mansur, s.111-112; Beyzavî, I, 164.
[2] Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 45.
[3] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 64-66.
[4] Ş. Mansûr, s.329-331; Hakim Tirmizi, s.7. Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 46.
[5] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 67-69.
[6] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 70-73.
[7] Fecr: 89/17.
[8] İnsan: 76/8.
[9] Beled: 90/15.
[10] En'am: 6/152; İsra: 17/34.
[11] Nisa: 4/2.
[12] Buhari, Vasaya.
[13] Hadis­ler için bk. Heytemi, 1/196-197.
[14] Buhari, Talak, 26.
[15] Yaşar Nuri Öztürk, KDSP, S. 107 108. Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 74-78.
[16] Fatır: 35/43.
[17] bk. Heytemi; Zevacir, 1/69.
[18] Heytemi, 2/76.
[19] Bk. Heytemi, 1/69.
[20] Heytemi, 1/69.
[21] Heytemi, 1/69.
[22] bk. A'raf: 7/97-99; Nahl: 16/45; İsra: 17/68 69; Mülk: 67/16-17.
[23] Heytemi, 1/20.
[24] Yaşar Nuri Öztürk, İBG, S. 115-119. Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 79-85.
[25] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 86-87.
[26] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 88-92.