Bu Blog içinde Ara

23 Haziran 2012 Cumartesi

İKİ YAŞINDAN BULÛĞ ÇAĞINA KADAR ÇOCUĞUN ŞAHSİYET YAPISI 2

8- Kılık-Kıyafet Âdabı:


Rasûlüllah'ın (s.a.v.), saç, traş, elbisenin rengi ve onunla sokağa çıkmak gibi konularda çocuğun görüntüsüne, kılık ve kıyafetine ihti­mam gösterdiğini görmekteyiz

A) Saç Ve Traş Âdabı:


İbn Ömer'in (r.a.) rivayetine göre Peygamber (s.a.v.) saçının bir kısmı traş edilmiş, diğer bir kısmı bırakılmış bir çocuk gördü. Derhal , bunu yapmalarını yasakladı ve şöyle buyurdu: "Ya tamamını traş edin veya hepsini olduğu gibi bırakın!"[285]
Yine İbn Ömer'den (s.a.v.) rivayet edildiğine göre Rasûlüllâh (s.a.v.) yarım traş yani, başın bir kısmını traş edip bir kısmını da bırakmayı (kaze") yasakladı.[286]
Ibnu'l-Kayyım, Ahkâmu'l-Mevlûd'ünde, hadis üzerine şu açıklamayı yapmaktadır: Bu dört şekilde olur:
1- Başın muhtelif yerlerinin rastgele traş edilmesi,
2-  Hıristiyan papazların yaptığı gibi ortasının. traş edilip yan­larının bırakılması,
3- Ayak takımı güruhunun yaptığı gibi yanlarının traş edilip or­tasının bırakılması,
4- Başın ön tarafının traş edilip arka tarafının bırakılması. Bun­ların hepsi Peygamber'in (s.a.v.) yasakladığı traş türünden (kaze) dir. Şüphesiz Allah daha iyi bilir.
Bizzat Peygamber (s.a.v.) çocukları traşı ile ilgilenmiştir.
Abdullah b. Ca'fer'den (r.a.) rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.v.) Ca'fer'in vefatından üçgün sonra ailesine gelerek: "Bugünden sonra artık kardeşime ağlamayın" dedi. Sonra da "Kardeşimin oğullarım yanıma çağırın" dedi. Derken bizi huzuruna getirdiler. Adeta biz kuş yavruları gibiydik. Peygamber (s.a.v.): "Bana berberi çağırın" dedi ve başımızı traş etmesini emretti.[287]
Kız çocuklarının saçı hakkında da Peygamber'in (s.a.v.) talimatı bulunmaktadır.
Esmâ'dan (r.a.) rivayet edildiğine göre bir kadın Peygamber'e (s.a.v.) geldi ve:
“Ya Rasûlullah! Benim kızım çiçek hastalığına yakalandı ve saçları döküldü. Ben onu evlendirdim. Ona başka saç ilave edeyim mi? dedi. Peygamber (s.a.v.):
“Başka saç ilave edene de ettirene de Allah lanet etsin! buyurdu. [288]
Böylece müslüman çocuğun saç modelinin diğer çocukların saç modelinden farklı olduğunu görmüş bulunuyoruz. O halde müslüman çocuk, Allah Rasûlünün emir ve tavsiyelerini çiğneyerek batı mukallidi aktörlerin arkasından gitmemelidir.[289]

B) Elbise Adabı:


Amr b. Âs (r.a.) anlatıyor: Rasûlüllah (s.a.v.) benim üzerimde sarıya boyanmış iki elbise gördü ve:
“Bunu sana anan mı emretti? dedi. Ben:
“Onları ben yıkarım, dedim. Rasûlülah (s.a.v.):
“Hatta onları yak! buyurdu.[290]
Başka rivayette Peygamber (s.a.v.): "Bunlar gayr-i müslimlerin giysilerindendir; onları giyme" buyurmuştur.[291]
İmam Gazzâlî, Ihya'sında, çocuğun giyeceği elbise hakkında şu açıklamada bulunmuştur: "Oğlan çocuklarına ipek ve (sırıtacak biçimde) renkli değil de beyaz elbiseler sevdirilir. Sözkonusu kıyafet şeklinin, kadınların ve kadın gibi davranan erkeklerin işi olduğu,.er­keklerin bundan kaçındığı ve bunun onlara mekruh olduğu çocukların yaranda anlatılır. Bir oğlan çocuğunun üzerinde ipek veya (sırıtacak biçimde) renkli bir elbise görülmesi halinde, bunun yadırganması ve ye­rilmesi uygun düşer. Çocuk lüks, konfor ve pahalı elbiseleri giymeye alıştırılmış olan çocuklardan korunur."
İpek giyinmek haramdır. Çocuğun artık dünyaya gözlerini açmasından itibaren kıhk-kıyafet hususunda gayr-i müslimlere benze­meme/uymama konusunda Rasûlüllah'ın (s.a.v.) koyduğu kaideye göre, sünnete alıştırılır ve yasaklanan elbise türlerinden uzaklaştırılır. Bu kaideyi sahabenin ciddiyetle uyguladığım görmekteyiz:
Abdullah b. Yezid anlatıyor: Abdullah b. Mes'ud'un yanında idik. Derken üzerinde ipek gömlek bulunan bir oğlan çocuğu geldi. Abdullah b. Mes'ud çocuğa:
“Bunu sana kim giydirdi? dedi. Çocuk:
“Anam giydirdi, dedi. Bunun üzerine Abdullah b. Mes'ud gömleği ikiye böldü ve:
“Anana söyle, sana bundan başka gömlek giydirsin! dedi.[292] İmam Kâsânî, erkeklere ipek giyinmenin haram oluşu mevzuunda şunları söyler: "Erkek olduktan sonra haramlıkta küçük ile büyüğün arasında bir fark yoktur. Çünkü Peygamber (s.a.v.): "ipek ile altın ümmetimin erkeklerine haramdır" buyurarak bu hükmü erkeklere ge­tirmiştir. Ne var ki ipek giyen küçük çocuğun günahı kendisine değil, giydirenedir. Çünkü çocuk mes'ul ve mükellef değildir., Nitekim kendi­sine sunulması durumunda içki içen çocuğun günahı kendisine değil, o içkiyi verenedir. Elbise konusu da böyledir."[293]
Ibnu'l-Kayyım diyor ki: "Kadınların sıfat ve özellikleri gelişeceğinden dolayı oğlan çocuğuna ipek giydirmesi veliye.haramdır."[294]

9- Kur'an Dinleme Adabı:


Ez-Zühri der ki: "Kur'an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki, merhamet olunasınız" ayeti,[295] Rasûlüllah (s.a.v.) Kur'an'dan ne zaman birşey okusa, hemen kendisi de okuyan ensardan bir delikanlı hakkında nazil oldu.[296]

II- Doğruluk Ahlakı:


Doğruluk ahlâkı, İslâm ahlâkının önemli bir esasıdır. Bunu elde etmek ve sağlamlaştırmak için çaba göstermeye büyük ihtiyaç vardır. Allah'ın Rasûlü, bu ahlâkın çocukta yerleşmesine ihtimam gösteriyor, ana babanın çocuğa yalan söylemek gibi bir vartaya düşmemesi için on­ların çocukla olan ilişkilerini kontrol ediyor ve şu genel prensibi koyuyordu: Çocuk bir insandır. Beşerî ilişkilerde onun birtakım hakları vardır. Hangi yolla olursa olsun ana-babamn onu aldatması, onunla olan muamele ve münasebetlerde umursamaz bir tavır takınması caiz değildir.
Abdullah b. Âmir anlatıyor: Birgün anam beni çağırdı. Rasûlüllah (s.a.v.) da evimizde oturuyordu. Anam:
“Gel, sana birşey vereceğim! dedi. Rasûlüllah (s.a.v.) anama:
“Ona ne vermek istemiştin? dedi. Anam:
“Bir hurma vermek istemiştim, cevabını verdi. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
- Haberin olsun, eğer ona birşey vermeyecek olsaydın, sana bir ya­lan (günahı) yazılırdı.[297]
Ebu Hüreyre'den (r.a.) rivayet edildiğine göre Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Kim bir çocuğa "Buraya gel, sana birşey ve­receğim" der de, sonra vermezse bir yalan (günahı) yazılır."[298]
Ebu'l-Havrâ anlatıyor: Ali'nin oğlu Hüseyin'e (r.a.):
“Rasûlüllah'dan (s.a.v.) neyi ezberledin? diye sordum. O da:
"Sana şüphe veren şeyi bırak, şüphe vermeyen şeye bak! Zira doğruluk gönül yatkınlığı, yalan ise kuşkudur."[299]
Selef, ister büyüklerin çocuklara, isterse çocukların kendi akran­larına olsun verdikleri sözde durmayı da içine alan bu doğruluk ahlâkının yerleştirilmesine dikkat etmiştir.
Ebu'l-Ahvas, Abdullah'ın (r.a.) şöyle söylediğni nakleder: 'Talan düşünce ve yalan sözlerden kaçının! Çünkü yalan ne ciddiyetle ve ne de şaka ile bağdaşır. Sizden biriniz çocuğuna söz verip de sonra yerine getirmezlik yapmasın!"[300]
Süleyman b. Davud'un aynı şekilde oğluna: 'Yavrucuğum! Vaadde bulunduğun zaman, ondan cayma! Aksi halde sevgiyi nefretle değiştirmiş olursun" dediği rivayet edilmiştir.[301]

III- Sır Tutma Ahlâkı


Rasûlüllah (s.a.v.), çocukların sırları saklama ahlâkı ile yetiştirilmelerine itina göstermiştir. Çünkü bu ahlâk, çocuğun şimdiki ve gelecekteki olgunluğunu, ailenin selamet ve hareketini, toplumun muhafazasını ve yapısını temsil eder. Sır tutmayı alışkanlık haline geti­ren çocuğun iradesi güçlü olur. Böyle bir çocuk diline hâkim olur, zor za­manda dehşete düşmez, cesur ve dayanıklı olur. Bu karakter ve ahlâk yapısıyla da toplum içinde itimat telkin eder.
Abdullah b. Ca'fer (r.a.) anlatıyor: Birgün Rasûlüllah (s.a.v.) beni terkisine aldı. Bana sır olarak bir söz söyledi, Ben onu hiçbir kimseye söylemem. Rasûlullah'ın (s.a.v.) def-i hacet için siper olarak kullanmayı en çok sevdiği şey hurmalık veya tümsek bir yer/tepecik idi.[302]
Daha önce de geçtiği üzere Peygamberin (s.a.v.) hizmetine koşan Enes, anasının yanına dönmekte gecikmişti. Bunun üzerine anası:
“Niye geciktin? diye sordu. Enes:
“Rasûlüllah (s.a.v.) beni bir haceti için göndermişti, dedi. Anası:
“Hacet neydi? diye sordu. Enes:
“O bir sırdır, dedi. Bu cevap üzerine anlayışlı, zeki ve basiretli mü'min kadın, çocuğa sır tutmasını öğretme konusunda analara bir ders vererek:
“O halde Rasûlüllah'ın (s.a.v.) sırrını hiçbir kimseye söyleme! dedi.[303]

IV- Güven Ahlâkı:


Güven ve itimat çocukluk çağından peygamberlik dönemine kadar Efendimiz Muhammed'in (s.a.v.) nitelendiği asil bir ahlâktır. Hatta müşrikler O'nu "doğru" ve "güvenilir" (es-Sâdık el-Emîn) olarak tavsif etmişlerdir. Bunda, islam'a davet hususunda müslüman çocuğun ge­leceğini etkileyen ders ve ibretler vardır. Rasûlüllah (s.a.v.), babasının malı konusunda çocuğun sorumluluğunu sınırlamıştır. Buna göre çocuk, israf ve savurganlık yapmadan malı koruyabiliyorsa "güvenilir" olmak­tadır. Nitekim "Çocuk babasının malı konusunda çobandır. O da sürüsünden (mala göz kulak olmaktan) sorumludur" hadisi bunu ifade etmektedir.[304]
Rasûlüllah'ın (s.a.v.) güven ahlâkına, bunun çocukta kökleşmesine, ihtimam gösterdiğim, bu hususta çocuğun yanlışına razı olmadığını, buna aykırı hareket etmesi durumunda kulağını bükerek onu cezalandırdığını görmekteyiz.
Abdullah b. Büsr anlatıyor: Anam bir salkım üzümle beni Rasûlüllah'a (s.a.v.) göndermişti. Ben de Rasûlüllah'a (s.a.v.) ulaştırmadan Önce ondan biraz yedim. Nihayet onu götürünce Rasûlullah (s.a.v.) kulağımı tuttu ve "Ey hilekâr!" dedi.[305]

V- Kin Ve Öfkeden Kurtulma Ahlâkı:


Kalbin kin ve öfkeden temizlenmesi, insanda psikolojik dengeyi gerçekleştirir, topluma faydalı olmaya sevkeder ve insanın iyilik duygu­sunun zirve noktaya çıkmasını sağlar. Peygamber (s.a.v.), henüz gelişme çağında bir çocuk olan Enes b. Malik'e sabah-akşam ruhunun kirlerini yıkamasını; kendisine kötülük eden kimseyi affetmesini, kal­bini, şeytanın vesvese ve zararının kalıntılarından temizlemesini tembihlemiştir. Bu önemli ve ilginç tembihi birlikte dinleyelim.
Enes (r.a.), Rasûlüllah'ın (s.a.v.) kendisine şöyle dediğini rivayet eder: 'Yavrucuğum! Hiçbir kimseye kin ve düşmanlığın olmadığı halde sabahlama ve akşamlama imkanın varsa, bunu yap! Yav­rucuğum! Bu benim sünnetimdir. Kim benim sünnetimi hayata geçirirse, gerçekten beni ihya etmiş olur. Beni ihya eden kimse de benimle birlikte cennette olur."[306]
O halde cennet ve Allah'ın Rasûlü ile birlikte olmak, gönlü kıskançlık, kin ve düşmanlıktan temizlenebilen kimseler için sözkonusudur.[307]

VI- Çocuklara Karşı Rasûlüllah’ın (s.a.v.) Ahlâkından Pratik Bîr Örnek


Bu üniteyi bitirirken, bütün ümmetin önderi olan Rasûlüllah'ın (s.a.v.) çocuklara karşı nasıl muamele ettiğini; emir ve yasak getir­diğini, onlarla şakalaştığını, onları takip ettiğini, arkalarına durup gülümsediğini, öfkelenmediğini, azarlamadığını, kaza ve kader inancını pratik olarak onların gönüllerine yerleştirdiğini gösteren bir örnek ver­mek istiyoruz. Faydalı bazı ilave bilgiler taşıdığı için, ilgili hadisin fa­rklı yanlarını da zikredeceğiz.
Enes b. Malik (r.a.) anlatıyor: Peygamber'e (s.a.v.) on sene hizmet ettim. Vallahi bana asla "öf" bile demedi. Yine herhangi bir şey için "Niçin böyle yaptın? Şöyle yapsaydın!" demedi."[308]
Müslim'in rivayetine göre de Enes şöyle söyler:
Peygamber (s.a.v.) ahlâk bakımından insanların en güzeli idi. Birgün beni bir hacet için göndermişti. Ben: "Vallahi, gitmiyorum" de­dim. Oysa içimden Peygamber'in (s.a.v.) bana emrettiği işe gitmek is­tiyordum. Derken dışarı çıktım. Nihayet çarşıda oyun oynayan çocuklara uğradım. Aniden Rasûlüllah (s.a.v.) arkamdan ensemi tutuverdi. Hemen O'na baktım, gülüyordu. O:
“Enescik! Sana emrettiğim yere gittin mi? dedi. Ben:
“Evet, gidiyorum ya Rasûlullah! dedim.
Enes der ki: Vallahi O'na dokuz sene hizmet ettim. Yaptığım birşey için "Şöyle şöyle yapsaydın!" dediğini bilmiyorum.[309]
Ahmed'in rivayetine göre ise Enes şöyle söyler: Peygamber'e (s.a.v.) on sene hizmette bulundum. Bana emredip de gevşeklik gösterdiğim veya yapmadığım bir işten dolayı beni kınamamıştır. Ehl-i beytinden bi­risi beni kınadığı zaman da şöyle derdi: "Bırakın onu! Eğer olması tak­dir edilseydi, o iş olurdu."
Bu rivayetler Rasûlüllah'ın (s.a.v.) pratik hayatta çocukların ahlâk yapısına gösterdiği ihtimamı ortaya koymaktadır. Böylece onlar, to­plumda kendilerini bekleyen materyalist propagandalar önünde daha mazbut, daha ahlâklı yetişecekler ve günümüz cahili toplumun alıştığı gayr-i İslâmî akımların fırtınaları karşısında, sahip oldukları İslam ahlâkını kaybetmeyeceklerdir.[310]

V- Duygusal Ve Psikolojik Yapısı

Giriş:


Duygu, gelişmekte olan çocuğun ruh dünyasında geniş bir yer tu­tar. Ona kimlik kazandırır ve ruhunu olgunlaştırır. Eğer çocuk duyguyu dengeli bir şekilde elde ederse, hayatı boyunca ölçülü ve mutedil bir in­san olur. Ama öyle değil de aşın veya zayıf duygu sahibi olursa, sonu iyi olmayan birtakım problemlerle karşılaşır. Aşırı duygu kişiyi hayatın sıkıntılarını ciddiyetle göğüslemeyen şımarık ve umursamaz bir insan, zayıf duygu ise kişiyi çevresindekilere karşı sert ve katı bir insan tipi haline getirir. Bundan dolayı duygusal yapının, çocuk ruhunun olgunlaştırılmasında önemi büyüktür. Bu yapının, kazandırılmasında en büyük rolü oynayan ana babadır. Çünkü onlar, duygu şualarının temel kaynağıdır, sıcak duygu ve analık-babalık nimeti sebebiyle çocuğun sığınacağı sağlam yerdir. Bu itibarla bu bölümün sonunda, ana babanın veya onlardan birinin az şefkat gösterdiği yetim ile kız çocuğuna büyük önem verildiğini göreceğiz. Rasûlüllah (s.a.v.) bunlara ayrı bir değer vermiş ve özel bir alâka göstermiştir. Yetime karşı baba rolünü üstlenen bir İslam toplumu ne güzel bir toplumdur. Kız çocuğunun bakım ve eğitimine ihtimam gösteren, erkek kardeşinin yanında ona eşit muamelede bulunan bir ana baba ne güzel bir ana-babadır.
Çocuğun his ve duygusunu nasıl inşa edebiliriz ve gelecekte mute­dil bir insan olması için onun hakkını nasıl verebiliriz? Hadis-i şeriflerden çıkardığımız uygulamalı şu altı esas bu sorunun cevabı ola­caktır:[311]

I- Çocukları Öpmek, Şefkat Ve Merhamet Göstermek


Çocuğun heyecan ve öfkesini sükûnete kavuşturmada öpmenin büyük bir tesiri olduğu gibi, his ve duygularını harekete geçirmede de onun aktif bir rolü vardır. Ayrıca bu, büyük ile.küçük arasındaki sevgi bağlarının güçlendirilmesinde sağlam bir irtibatın kurulmasına da se­bep olmaktadır. Öpmek, kalbin çocuğa olan merhametinin bir göstergesi ve büyüğün küçüğe gösterdiği tevazuun bir delilidir. Öpmek, çocuğun kalbini dolduran parlak bir nurdur; onun içini açar ve çevresindekilere karşı duyarlığını artırır. Netice olarak Öpmek, tamamen Peygamber'in (s.a.v.) çocuklar için uyguladığı bir sünnettir.
Hz. Aişe anlatıyor: Bir grup bedevi Rasûlüllah'ın (s.a.v.) huzuruna gelerek:
“Siz çocuklarınızı öpüyor musunuz? dediler. Rasûlüllah:
“Evet, dedi. Onlar:
“Fakat biz vallahi öpmüyoruz, dediler. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.v.):
“Allah sizin kalbinizden merhameti aldıysa ben ne yapabil­irim? buyurdu.[312]
EBU Hüreyre (r.a.) anlatıyor; Peygamber (s.a.v.) Hz. Ali'nin oğlu Hasan'ı öpmüştü. Derken Akra’ b. Habis:
-  Benim on çocuğum var, onlardan hiçbirisini öpmedim, dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.):
“Merhamet etmeyene merhamet edilmez, buyurdu.[313]
Enes de (r.a.) Peygamberin (s.a.v.), çocuklara ve aile fertlerine karşı insanların en merhametlisi olduğunu söylerdi.[314]
Şüphesiz çocuklara şefkat ve merhamet göstermek, peygamberimi­zin sıfatlarından biridir. Bu sıfat, cennete girmek ve Allah'ın rızasını kazanmak için bir vesiledir.
Enes (r.a.) anlatıyor: Bir kadın Hz. Aişe'ye gelmişti. Aişe (r.a.) ona üç hurma verdi. Bir hurmayı da kendisine ayırdı. Derken iki çocuk hur­malarını yediler ve analarına baktılar. Anaları elindekini de ikiye bölerek çocuklara yarımşar hurma daha verdi. Çok geçmeden Peygam­ber (s.a.v.) geldi ve Aişe olayı anlattı. Bunun üzerine şöyle buyurdu: "Buna neden teaccüp ediyorsun? Kadın çocuklarına merhamet ettiği için Allah da ona rahmetiyle muamele etti."[315]
Enes'den (r.a.) rivayet edilen şu hadis, Peygamber'in (s.a.v.) çocuklara olan merhametini bariz bir şekilde ortaya koymaktadır: "Namaza başlayınca ben uzatmak istiyorum. Fakat bir çocuğun ağlamasını duyunca da namazı hafif tutuyorum. Çünkü biliyorom ki, yavrusunun ağlamasından ötürü anası sıkıntıya düşer."[316]
Ebu Katâde de (r.a.) şöyle diyor: Rasûlüllah (s.a.v.), kerimesi Zeyneb'in kızı Ümâme kucağında olduğu halde insanlara namaz kıldırdı. Secdeye vardığında onu bırakır, ayağa kalktığında kucağına alırdı."[317]
İnsan, çocukların babalarına hayvanlara acımayı öğrettiklerini ve onlara Allah'ın rahmetini hatırlattıklarını görünce gerçekten hayret ediyor.
Fahreddin er-Râzî'nin naklettiğine göre, bir balık avcısı vardı. Birgün bir balık tuttu. Adamın yanında kızı da bulunuyordu. Kızı balığı alarak suya attı ve: "Bu balık dalgınlığından bu ağa düşmüştür" dedi. Bu hadise üzerine er-Râzî şu yorumu yapıyor: "îlâhi! Bu kız çocuğu şu balığın dalgınlığına acıdı ve onu tekrar denize attı. Bizi ise şeytanın vesvesesi avladı ve bizi senin rahmet denizinden çıkardı. Fazl u kere­minle sen bize merhamet eyle, bizi İblisin vesvesesinden kurtar ve bizi tekrar rahmet denizine at!"[318]
Rasûlüllah'ın (s.a.v.) haber verdiği şu enteresan tablo da, anaların çocuklarına olan şefkat ve merhamet duygusunu göstermesi bakımından oldukça manidardır:
Ebû Hüreyre'den (r.a.) rivayet edildiğine göre Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Vaktiyle iki kadın çocuklarıyla birlikte bulunurk­en, kurt gelerek çocuklardan birini almıştı. Derken Hz. Davud'un huzu­runda muhakeme oldular. O, (hayatta olan) çocuğun büyük kadına ait olduğuna hükmetmişti. Sonra kadınlar dışarı çıktılar. Süleyman b. Dâvud onlan çağırarak şöyle dedi: "Bana bıçak getirin de çocuğu sizin aranızda pay edeyim." Bunun üzerine küçük kadın: "Allah sana rahmet buyursun! Bu onun oğludur; onu ikiye bölme!" dedi. O da çocuğun küçük kadına ait olduğuna hükmetti.[319]
Bu olayda yaşça büyük olan ananın kalbinin katılığı görülmektedir. Oğlunu kurt kapıyor ve ona olan üzüntüsünü açığa vur­muyor, aksine kadın kalbi bir yana, erkek aklının bile düşünemeyeceği bir katılık sergiliyor, sonra da arkadaşının oğlunu çalmaya teşebbüs ediyor.  Çünkü   ananın  iki   çocuk   arasından  kendi   yavrusunu
Ayırd edememesi makul olmadığı gibi, iki çocuğun tamamen birbirine benzemeleri de makul değildir. Hadis, büyük olan ananın katı yürekliliğini, küçük olanın da kalbinin merhametini göstermektedir.[320]

II- Çocuklarla Şakalaşmak:


Rasûlüllah'ın (s.a.v.), bazan üzerine alıp taşıyarak, bazan koşu düzenleyerek, bazan adını tasgir sigasıyla küçülterek ve bazan da gülüşerek çocuklarla şakalaştığmı gösteren birçok rivayet ve uygulama­lar bulunmaktadır. Pedagojik bir görev olan bu uygulamaları ana baba yerine getirmek suretiyle Hz. Peygamber'e (s.a.v.) uymak durumun­dadır.
Câbir (r.a.) anlatıyor: Rasûlüllah (s.a.v.) ile beraberdik. Derken yemeğe davet edildik. Giderken gördük ki, Hüseyin çocuklarla birlikte yolda oynuyor. Hemen Peygamber (s.a.v.) insanların önüne geçti. Sonra (Hüseyin'i kucaklamak için) kollarını açtı. Çocuk ise yakalanmamak için şuraya buraya kaçmaya başladı, ö esnada Rasûlullah (s.a.v.) çocukla gülüşüyordu. Nihayet onu yakaladı ve bir elini çocuğun çenesinin altına diğer elini de ensesine koydu. Çocuğa sarılarak öptü ve şöyle dedi: "Hüseyin bendendir, ben de ondanım. Kim onu severse Allah da onu sevsin. Hasan ile Hüseyin torunlardan iki torundur,"[321]
Ebû Hüreyre (r.a.) der ki: Şu iki kulağım duymuş ve şu iki gözüm görmüştür ki Rasûlüllah (s.a.v.) iki eliyle Hasan'ın veya Hüseyin'in iki avucunu tutar, sonra çocuğun iki ayağını kendi ayağı üzerine koyar ve "yukarı çık!" derdi. Çocuk ayaklarım Rasûlüllah'ın (s.a.v.) göğsüne koyuncaya kadar çıkardı. Sonra Rasûlüllah (s.a.v.): "Ağzım aç!" derdi. Sonra çocuğu öper ve: "Allahım! Bunu sev, çünkü ben bunu seviyorum" derdi.[322]
Enes (r.a.) der ki: Rasûlüllah (s.a.v.) huy ve ahlâk bakımından insanların en güzeli idi. Benim sütten kesilmiş Ebu Umeyr adında bir kardeşim vardı. Peygamber (s.a.v.) bize geldiğinde: "Ey Ebu Umeyr! Ne yaptı nuğayrr derdi. Nuğayr, kardeşimin oy­nayıp durduğu bir kuş idi. Peygamber (s.a.v.) evimizde iken ba­zan namaz vakti gelirdi. O hemen altındaki yaygının süpürülüp üzerine su serpilmesini emrederdi. Sonra namaza durur, biz de arkasında dururduk ve bize namaz kıldırırdı."[323]
Enes b. Malik'in (r.a.) rivayetine göre Rasûlüllah (s.a.v.) bazan beni "ey iki kulaklı!" diye çağırırdı. (Ravi Ebu Üsame der ki:) Yani onunla şakalaşırdı.[324]
Enes der ki: Rasûlüllah (s.a.v.) toplamakta olduğum bir (tür) bak­layı bana künye olarak taktı.[325]
İbn Abbas (r.a.) der ki: Rasûlüllah (s.a.v.) Mekke'ye geldiğinde kendisini Muttaîib oğullarından küçük çocuklar karşıladı. Rasûlüllah (s.a.v.) onlardan birini bineğinin önüne, bir diğerini de arkasına aldı.[326]
İbn Abbas'dan (r.a.) gelen rivayete göre Arafat'tan Müzdelife'ye hareket ederken Üsâme, Rasûlüllah'ın (s.a.v.) terkisinde idi. Sonra Müzdelife'den Mina'ya inerken de Rasûlüllah (s.a.v.) Fadl (b. Abbas)'ı terkisine aldı. Her ikisi de der ki: Peygamber (s.a.v.) Akabe cemresine taş atıncaya kadar telbiyeye devam ederdi.[327]
Abdullah b. Şeddâd anlatıyor: Rasûlüllah (s.a.v.) cemaate namaz kıldırırken (torunu) Hüseyin gelerek secde esnasında boynuna bindi. Peygamber (s.a.v.) secdeyi uzattı. Hatta insanlar birşey meydana gel­diğini sandılar. Peygamber (s.a.v.) namazım bitirince cemaat:
“Secdeyi uzattın ya Rasûlallah! Hatta biz bir şey meydana gel­diğini sanmıştık. Bunun Üzerine Peygamber (s.a.v.):
“Oğlum (Hüseyin) benim sırtıma çıkmıştı. Acele davranıp ih­tiyacını yerine getirmeden onu indirmeyi hoş görmedim" buyurdu.[328]
Sahabe de bu konuda Rasûlüllah'ın (s.a.v.) yolunu izlemiş; çocuklarıyla şakalaşmış, onlann seviyesine inmiş, onlarla eğlenmiş ve oynaşmışlardır.
Ebû Süfyân anlatıyor: Muâviye'nin yanına varmıştım. Sırt üstü yatmış, göğsünde bir oğlan veya kız çocuğu vardı ona okşayıcı sözler söylüyordu. Ben: "Ey mü'minlerin emiri! Bunu kendinden uzaklaştır!" dedim. Bunun üzerine o şöyle dedi" Ben Rasûlüllah'ın (s.a.v.) "Kimin bir çocuğu varsa, onunla eğlensin/oynaşsin!" buyurduğunu işitim.[329]
Ömer (r.a.) der ki: Erkeğin aile fertleri içinde çocuklar gibi olması; yumuşak huylu ve çocuklarıyla şakalaşması gerekir. Kendisinden bek­lenen arzu edildiğinde ise olgun adam (gibi) hareket eder.[330]
Hatta Ömer (r.a.) çocuklarına karşı katı yürekli davranan bir görevlisinin işine son vermiştir. Muhammed b. Selâm diyor ki: Ömerb. Hattâb bir iş için bir adamı görevlendirmişti. Derken adam çocuğunu öperken Ömer'i gördü ve:
“Emiru'l-mü'minin (devlet başkanı) iken onu öpüyorsun! Eğer ben öyle olsaydım öpmezdim, dedi. Hz. Ömer:
“Senin kalbinden merhamet alındıysa benim suçum ne! Allah an­cak merhametli kullarına rahmet eder, dedi. Hz. Ömer adamı görevden aldı ve şöyle dedi: Sen yavruna merhamet etmiyorsun! İnsanlara nasıl merhamet edeceksin?[331]
Netice itibariyle Allah'ın Rasûlü çocuklarla şakalaşır, eğlenir ve onlann seviyesine inerdi. O, çocukların hakkını vererek, kabalık ve katılıktan uzak bir şekilde onların ruh ve gönül dünyasını bu güzel ve samimi duyguyla okşar ve beslerdi.[332]

III- Çocuklara Hediye Vermek:


Hediyeler genel olarak insanları psikolojik yönden etkiler. Bu etki­lenme çocuklarda daha fazladır. Rasûlüllah (s.a.v.) insanlar arasında sevginin oluşması için bir kural koymuş ve şu sözüyle ümmete öğütte bulunmuştur: "Hediyeleşiniz ki birbirinizi sevesiniz."[333]
Bu genel bir prensiptir. Peygamber (s.a.v.) çocuk duygusunun inşasında, o duygunun harekete geçirilmesinde, eğitim ve yönlendiril­mesinde hayli önemli olan bu prensibi pratik olarak bize açıklamış bu­lunmaktadır.
Ebû Hüreyre'nin (r.a.) rivayetine göre, Rasûlüllah'a (s.a.v.) ilk meyve getirilir ve "Allah'ım! Bize memleketimizde, meyveleri­mizde ve ölçeğimizde bereket üstüne bereket veri" der, sonra o meyveyi orada bulunan en küçük çocuğa verirdi.[334]
Ishak b. Yahya b. Talha anlatıyor: Amcam İsa b. Talha ile beraber mescidde idim. Derken Saib b. Yezid içeri girdi, beni yanına çağırarak:
"Şu yaşh adama git ve ona: "Amcam îsa b. Talha sana Rasûlüllah'ı (a.a.v.) görüp görmediğini soruyor" de!
Ben de gittim ve:
“Rasûlüllah'ı (s.a.v.) gördün mü? dedim. Bunun üzerine o şu cevabı verdi:
“Evet, Rasûlüllah'ı (s.a.v.) gördüm, ben ve yanımdaki çocuklarla birlikte ona gitmiştik ve onu bir sepet içindeki hurmadan yerken bul­muştuk. Yanında bazı sahabiler de vardı. Bize de avuç avuç hurma ver­di ve başlarımızı sıvazladı.[335]
Aişe (r.a.) der ki: Necâşî'den Rasûlüllah'a (s.a.v.) hediye olarak bir zinet eşyası gelmişti. Bunların içinde Habeş işi kaşı olan altın bir yüzük de bulunuyordu. Rasûlüllah (s.a.v.) altın yüzükten kaçınarak onu bir çöple veya parmaklarının ucuyla aldı. Sonra Ebu'l-Âs ile kerimesi Zeyneb'ten dünyaya gelen torunu Ümâme'yi çağırdı ve: "Ey kızcağızım! Bunu zinet olarak talan?" buyurdu.[336]

IV. Çocuğun Başını Sıvazlamak


Bir önceki maddede geçtiği üzere Peygamber (s.a.v.) çocukların başlarını sıvazlamak suretiyle his ve duygularını okşardı. Onlar da bu sevgi, şefkat ve merhamet duygusuyla kendilerinin büyükler tarafından sevilip ihtimam gösterildiğini hissediyorlardı. Enes (r.a.) der ki: Rasûlullah (s.a.v.) ensan ziyaret eder, onların çocuklarına selam verir ve onların başlarını sıvazlardı.[337]
Mus'ab b. Abdillâh anlatıyor: Abdullah b. Sa'lebe hicretten dört sene önce doğmuştu. Mekke'nin fethedildiği yıl Rasulüllah'a (s.a.v.) götürüldü. O da çocuğun yüzünü sıvazladı ve bereket duasında bulun­du. Rasûlüllah'in (s.a.v.) vefat ettiğinde çocuk ondört yaşında idi.[338]
Abdullah b. Ca'fer (r.a.) der ki: Rasulüllah (s.a.v.) eliyle başımı üç defa sıvazladı. Sıvazladığı zaman "Allah'ım! Ca'fer'e evlat ihsan eyle" diye dua ederdi.[339]
Peygamber (s.a.v.) çocukların başının yanısıra mübarek elleriyle yanaklarını da sıvazlardı. Böylece o, çocukla ilgilenir ve onu sevindirir­di.
Sahabenin çocuklarından Câbir b. Semura anlatıyor: Rasulüllah (s.a.v.) ile birlikte öğle namazını kıldım. Sonra ailesinin yanına çıktı, ben de onunla beraber çıktım. Derken onu çocuklar karşıladılar. On­ların yanaklarını birer birer sıvazlamaya başladı. Benim de yanağımı sıvazladı. Onun elinde bir serinlik ve koku hissettim, sanki elini bir ko­kucu sepetinden çıkarmıştı.[340]
Bu rivayet, birden fazla olmaları durumunda hiçbir ayırım yapma­dan adaletli bir şekilde çocukların yanaklarının sıvazlanmasını ortaya koymaktadır. Bu da, Rasûlüllah'ın (s.a.v.) çocuklara karşı takındığı ince ve hassas tavır ve davranışlardan biridir.[341]

V. Çocuğu Güzel Karşılamak


Çocukla karşılaşmak kaçınılmaz bir durumdur. İlk karşılaşma çocuk için oldukça önemlidir, ilk karşılaşma iyi olursa çocuk konuşmayı sürdürebilir ve sorulan suallere cevap verebilir. Derken bu hareket onun gönlünün ve aklından geçen şeylerin açılmasına sebep olur. Pro­blemlerini açarak düşüncelerini ifade eder. Bütün bunlar çocuğun sevgi, sevinç ve şaka ile güzel karşılanması halinde gerçekleşir..
Peygamber (s.a.v.) bizzat uygulamasıyla bunu ümmete göstermiş bulunmaktadır.
Abdullah b. Ca'fer anlatıyor: Rasulüllah (s.a.v.) yolculuktan geldiği zaman ehl-i beytinin çocukları tarafından karşılanırdı. Bir defa yine bir yolculuktan gelmişti. Herkesten önce beni karşılamaya götürmüşlerdi. O da beni önüne aldı. Sonra Fatıma'nın iki oğlu Hasan ile Hüseyin'den biri getirildi, onu da arkasına aldı. Böylece Medine'ye bir hayvan üzerinde üç kişi olarak girdik.[342]

VI. Çocuğun Durumunu Sormak Ve Araştırmak


Çok defa çocuk evden çıkar, yolunu kaybeder ve caddede sersem olarak dolaşır. İşte o zaman ana baba hemen çocuğun ardına düşer ve acele davranarak kısa zamanda onu bulabilirse, bu, çocuğun ruhunda büyük bir etki bırakır. Bunun geciktirilmesi ise o nisbette çocuğun ağlamasını, acı ve korkusunu artırır. Bundan dolayı Rasulüllah (s.a.v.), Hasan ile Hüseyin'i bulmak için bizzat kendisi acele davranmış, ash­abının da kendisine yardımcı olmalarını ve yollara dağılmalarını iste­miştir.
Selman (r.a.) anlatıyor: Rasûlüllah'ın (s.a.v.) etrafında idik. Derk­en Ümmü Eymen (r.a.) gelerek:
"Ya Rasûlallah! Hasan ile Hüseyin kayboldu" dedi. Gün de biraz ilerlemişti. Hemen Rasulüllah (s.a.v.):
"Kalkın da çocuklarımı arayın" buyurdu.
Bunun üzerine herkes bir yönü tuttu, ben de Peygamber'in (s.a.v.) yöneldiği tarafa gittim» Nihayet Peygamber (s.a.v.) Sefh-ı Cemel'e geldi ve Hasan ile Hüseyin'in birbirine kenetlenmiş olduklarını gördü. Bir de baktı ki kuyruğu üzerine dikilmiş ve ağzından ateş kıvılcımı çıkan bir yılan! Rasulüllah (s.a.v.) hemen o yılana doğru koştu. Yılan derhal sanki konuşurcasına Rasûlüllah'a (s.a.v.) yöneldi ve sonra taşların arasına girerek kayboldu. Sonra Rasûlüllah (s.a.v.) Hasan ile Hüseyin'in yanma gelerek onları birbirinden ayırdı. Sonra yüzlerini sıvazladı ve şöyle dedi: "Anam babam feda olsun, Allah'ın nezdinde siz ne değerli çocuklarsınız!"
Sonra da onlardan birini sağ omuzuna, diğerini de sol omuzuna aldı. Ben dedim ki:    .
"Ne mutlu size, ne güzel binit sizin binitiniz!" Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Ne güzel binenler; Hasan ile Hüseyin! Babalan ise bunlardan daha hayırlıdır."[343]
Bu olayda açıkça görülmektedir ki, yılandan korktukları için birbi­rine kenetlenmiş Hasan ile Hüseyin'i kurtarmak için Rasûlüllah (s.a.v.) acele davranmış, onları birbirinden ayırmış, yüzlerini okşamış, dua etmiş, her ikisini omuzuna almış, sonra da: "Binen çocuklar ne güzel!" diyerek onları övmüştür. Bütün bunlar, çocuğa gösterilen şefkatin âdil, sağlıklı ve dengeli olması konusunda Peygamber'in (s.a.v.) çok titiz ve dikkatli olduğunu göstermektedir.[344]

VII. Kız Çocuğuna Ve Yetime Özel İlgi Göstermek


Kız çocuğu ile yetim, şefkat, merhamet ve korumaya, diğer çocuklardan daha çok muhtaçtır. Çünkü bunlar zayıflık, güçsüzlük ve eziklik duygusuyla yaşarlar. Ayrıca toplum nezdinde bunların itibarı diğer çocuklara göre daha düşüktür. Gerçekten klasik ve çağdaş tüm cahilî toplumlar onların haklarını çiğnemiştir. Allah'ın kanun ve şeriatım uygulamaya koymaktan uzaklaşan bir ailenin, bir toplumun ve bir mil­letin yaşadığı coğrafyada, bu iki zayıfa; kız çocuğu ile yetime zulüm ve haksızlık yapılır. Cahiliye cahiliyedir; kılık değiştirerek ruh ve yapısıyla tekerrür eder. Eski ve klasik cahiliye, herkesin gözü önünde hiç utan­madan, alçakça ve şerefsizce zulüm sancağım kaldırıyor ve teşhir ediy­ordu. Çağdaş ve modern cahiliye ise zulüm ve haksızlığı raconuna uydu­rarak bazı anayasa maddeleriyle adeta şirin göstermiş, türü ne olursa olsun rezalet ve ahlâksızlığı yaşamada kız çocuğu ile yetim'için sınırsız bir hürriyet kapısını açmıştır. Böylece sözkonusu aile ve toplumlarda bu iki zayıf sınıf yok olup gitmiştir. Bütün bunlar karşısında onları kurtar­acak yegâne nizam islamdır. islam onların haklarını savunur, onlara zulüm ve baskı yapanlara karşı kor. Hattâ herhangi bir zulüm ve vahşet sergilendiğinde, bu zulüm ve vahşetin mahkûm edilip adaletin gerçekleşmesi, bâtılın yok olup hakkın varolması için iman etmiş gönülleri bir bakıma tehdit ederek mücadeleye çağırır, onları teşvik ederek harekete geçirir. Kız çocuğu ve yetim hakkında aşağıda zikre­deceğimiz birçok ayet-i kerîme ve hadis-i şerif, bizim görüş ve tesbitlerimizi doğrulayan belgeler durumundadır. Çünkü beşeriyeti yaratan Allah, şeriatının esas alınmaması halinde zulmün olacağını ve güçlünün zayıfı ezeceğini bilmektedir. Bu yüzden Peygamber (s.a.v.) bu iki zayıf sınıf hakkında şu uyanda bulunmuştur:
"Allah'ım! Ben şu iki zayıfın, yani yetim ile kadının hakkının gasp ve zayi edilmesinin günah ve haram olduğunu in­sanlara söylüyor, onları bundan sakındırıyor ve engelliyorum. (Sen şahit ol!)"[345]
Şimdi sözkonusu iki zayıfı kurtarmak için uygulamakla yükümlü olduğumuz kaide ve prensiplerin neler olacağı sorusuna cevap vermek istiyoruz.[346]

A. Kız Çocuğunun Eğitimi


"Evin ıslahında en önemli faktör, bizce kadının eğitim ve öğretim seviyesinin yükseltilmesi, yeterli Ölçüde din ve ahlâkı öğrenebilmesi için okullardan faydalandırılması, ev sohbetleri ve araştırmaları yaparak çalışma alanının genişletilmesidir. Üstün ahlakta darb-ı mesel olmuş birçok fazilet örneği kadın bulunmaktadır. Nesîbe bint-i Ka'b, Esma bint-i Ebî Bekir, Safiyye bint-i Abdilmuttalib, Havle bint-i Ezver ve Sekme binti'l-Hüseyin onlardan birkaçıdır.
"Eğitimci olarak hazırladığında anayı hazırlamış olursun soylu bir halkı."
Üzülerek söylemeliyiz ki ülkemizde kız öğrencilere uygulanmakta olan eğitim programları ve öğrenim metodları oldukça yetersizdir. Onla­ra kazandırılması gereken bilgiler verilememektedir. Bu da İslam toplu­munun geleceği için hiç de iyi bir durum değildir.
Kızlar bugün okullarımızda müzik, yabancı dil, uzay geometrisi, usûl ve kanun okumakta ama çocuk eğitimi, sağlık, psikoloji, din, ahlâk ve ev düzeni ve ekonomisinden hiçbir şey bilmemektedir. Bu eğitim me­todu hedefe nasıl ulaştırabilir?
Bundan dolayı islam dünyasındaki başarısızlığın ve geri kalmışlığın sebebi, kızların eğitim probleminde aranmalıdır. Ana Sâliha bir kadın ise artık onun oğlunun, kelimenin tam manasıyla "adam" ola­cağını beklemelisiniz. Alimlerin biyografilerini okuduğunuz zaman, on­ların birçoğunun büyük olmasındaki sirnn, analarının onlara telkin et­tikleri sağlam prensipler olduğunu görürsünüz.
Hz. Ali hakka gönül verip Rasûlüllah'a (s.a.v.) destek vermişse, Muâviye hilim ve deha sahibi olmuşsa, Abdullah b. Zübeyr ve Zübeyr'in kendisi cesur ve yiğit ise, bütün bunların sır ve hikmeti Fatıma bint-i Esed, Safiyye bint-i Abdilmuttalib, Esma bint-i Ebî Bekir ve Hind bint-i Utbe'de düğümlenmektedir. Eğer çocuk babasının sırrı ise, her kap an­cak içindeki sıvıyı sızdırır. Bebeklik yıllarında beşiğinde yüksek ahlâka ve yiğitliğe teşvik eden anasının ninnilerini dinleyen bir çocuk, hikmet ve fazilet sahibi üstün bir insan olmaya layıktır, işte Abdullah b. Abbas, anası Ümmü'1-Fadl binti'l-Hâris el-Hilaliyye'nin tesiriyle bulunduğu se­viyeye yükselmiştir. Bu çağın analarının yaptığı gibi, ilk zamandan iti­baren kulağı hayasız müzik programlarında, şarla ve türkülerde olan bir çocuk da laubali, hafif meşrep, gevşek ve korkak yetişmeye layıktır. Ana, tüm dünyanın hocasıdır. Sağ eliyle beşiği sallayan kadın, sol eliyle de dünyayı sarsar. O halde evi ıslah edebilmemiz için, evin direği ve ruhu olan anayı ıslah etmemiz gerekir."[347]
Bu girişten sonra, kız çocuğunun eğitiminde esas olan şu üç temel kaideye geçebiliriz.

1- Kız Çocuğundan Hoşlanmamanın Yasaklanması


Herşeyden önce Kur'an cahiliye toplumlarında yaygın bir şekilde gündem konusu yapılan ve yapılacak olan kızlar konusunda insanların düşünce ve bakış açılarını sağlıklı bir yapıya kavuşturmuş, onların, hayatta erkeği tamamlayan, buna bağlı olarak birtakım haklan ve görevleri bulunan Allah'ın yarattığı varlıklar olduğunu ifade etmiştir. Düşünce ve bakış açısını düzeltmekle Kur'an yolun, başından itibaren kızlara güzel davranmaya ve onlara karşı görevin yerine getirilmesine insan psikolojisini hazırlamıştır. Bundan dolayı Kur'an, tedavi etmek üzere, asr-ı saadetin başında, kadınların hayatında yeni inkılaba sebep olan dejenere olmuş kafaları ve hasta ruhları tasvir etmektedir:
"Onlardan biri kız (çocuğu) ile müjdelendiği zaman, öfkelenmiş, ol­arak yüzü kapkara kesilir. Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir. Onu, aşağılık duygusu içinde kalarak yanında mı tutsun yoksa toprağa mı gömsün? (bunu düşünür.) Bakın, verdikleri hüküm ne kadar kötüdür."[348]
Sonra Kur'an insan psikolojisini sarsarak sormaktadır. Cehaletten uyandırmak için vicdanına sormaktadır: "Diri diri toprağa gömülen kız çocuklarına "Hangi suçla öldürüldünüz, günahınız neydi?" diye sorulduğu zaman..."[349]
Rasûlüllah (s.a.v.) ise şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz Allah üç şeyi; analara başkaldırmayı, diri diri kızları toprağa gömmeyi, çocuğa birşey vermeyi vadettikten sonra onu aldatmayı yasak­lamıştır."[350]
İbn Ömer'den gelen rivayete göre, bir adamın yanında kızları bu­lunuyordu. Adam onların ölümünü temenni etmişti. İbn Ömer derhal öfkelenerek "onların rızkım veren sen misin?" demiştir. [351]
Şu hadis de, kızlara bakışı düzeltme, onları çirkin görmeme ve on­lara yakın olma konusunda Peygamber'in (s.a.v.) ana babalara bir me­sajıdır: "Kız çocuklarını çirkin görmeyin! Zira onlar sempatik ve cana yakındırlar."[352]
Yüce Allah şöyle buyurur: "Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. O dilediğini yaratır; dilediğine kız çocukları, dile­diğine de erkek çocukları bahşeder. Veya onları hem erkek hem de kız çocukları olmak üzere çift verir. Dilediğini de kısır yapar. O herşeyi bilendir ve herşeye gücü yetendir."[353]
Ibnü'l-Kayyım, bu ayet için şu güzel açıklamayı yapmaktadır: "Yüce Allah kan ile "kocanın durumunu dört kısma ayırmış ve ara­larında takdir buyurduğu çocuğu onlara bahşettiğini bildirmiştir. Kulun Allah'ın bahşettiğini hoş görmemesi, O'nun gadabı için yeterli sebeptir. Allah ayette "kız çocukları"nı önce zikretmiştir. Bazılarına göre bunun hikmet ve sebebi, kız çocuklarını teselli etmek ve gönüllerini almaktır. Çünkü ana baba onları yük görüyordu. Diğer bazı alimlere göre de -ki bu daha güzel bir yaklaşımdır- Allah dilediğini yapar, ana baba değil! Çünkü ana baba genellikle oğlan çocuklarını ister. Yüce Allah da dile­diğini yaratacağını bildirerek, ana babanın istemediği ama kendisinin dilediği sınıfi sözkonusu etmekle başlamıştır. Kanaatimce bunun bir başka sebebi daha var: Diri diri toprağa gömecek kadar azgınlaşan cahiliyenin sona bıraktığı kız çocuklarına Allah öncelik hakkı vermiş ve şunu demek istemiştir: "Size göre sona bırakılan bu sınıf benim nezdim-de önce zikredilmeye değer niteliktedir."
Âyette Allah'ın "kız çocuklarını, yani "inâs" kelimesini nekre (belirsiz isim), "erkek çocuklan"ın, yani "ez-Zükûr" kelimesini de ma'rife (belirli isim) kılması düşünmeye değer, önce zikretmek suretiyle kızlarda görülen eziklik ve eksikliği telâfi etmiş, erkek çocuklarım "ma'rife" kılmakla da onları ertelemeden doğan eksikliği gidermiştir. Çünkü "nekre" bir kelimeyi "ma'rife'" kılmak onu yüceltmek, övmek ve şöhretli duruma getirmek demektir. Yüce Allah adeta şöyle buyur­muştur: "O, dilediğine sizin de bildiğiniz toplumun at binebilen seçkin sınıfını bahşeder." Sonra ayette iki zayıf cinsi birlikte ifade edince, her bir cinse öncelik ve sonrahk hakkını vermek için de "erkek çocukları'nı, yani "zükrân" kelimesini önce zikretmiştir. Şüphesiz Allah bundan kas-dedileni daha iyi bilir. Allah Teala kadınlar hakkında şöyle buyur­muştur: "Eğer onlardan hoşlanmazsanız, biliniz ti, Allah'ın, hakkında çok hayır kılacağı bir şeyden de hoşlanmamış olabilir­siniz."[354]
Kızlar da öyledir. Kul için bazan onlarda dünya ve ahiret hayrı olabilir. Kız çocuklarından hoşlanmamanın ayıp ve çirkinliği konusun­da, Allah'ın razı olup kuluna verdiğini beğenmemesi günah olarak ye­ter.
Salih b. Ahmed der ki: Babamın bir kız çocuğu doğduğunda "Peygamberler, kızların babalan olmuşlardır" derdi.
Ya'kub b. Bahtân da der ki: Benim yedi kızım dünyaya geldi. Ne zaman bir kız çocuğum doğmuşsa Ahmed b. Hanbel'in yanına varmışımdır ve bana şöyle demiştir: "Ey Ebu Yusuf! Peygamberler kız çocuklarının babalarıdır." Onun bu sözü benim üzüntümü giderirdi."[355]
Kız çocuğunun eğitimi konusundaki birinci kaide şöyle özetlenebilir: Kızlar hakkındaki bozuk düşünceyi izale etmek, onları çirkin görmemek, Allah razı olup ana babaya bağışladığı için onu sev­mek, hayrın, kulun kendi için seçtiğinde değil, Allah'ın kul için tercih ettiğinde olduğunu bilmek.[356]

2- Kız Çocuğu İle Oğlan Çocuğu Arasında Eşit Davranmak


İslam düşüncesi, Allah'ın kendilerine kız ve oğlan verdiği ana ba­baya, çocuklara davranış metodunu öğretmiş, bunun da adalet ve eşitlikle olacağını bildirmiştir. Hattâ Peygamber (s.a.v.) bunun, cennete girme yollarından birisi olduğunu ifade etmiştir. Bunun için de oğlanı kıza tercih etmemek gerekir. Sevgide, bahşişte, mal ve hediye takdi­minde, bilgi ve kültür kazandırmada, ilişkilerde hattâ öpmede eşitlik şarttır.
İbn Abbas'dan (r.a.) rivayet edildiğine göre Rasulüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Kimin bir kız çocuğu olur da, onu toprağa gömmez, hor görmez ve oğlan çocuğunu ona tercih etmezse, Allah onu cennete koyar."[357]
Enes (r.a.) anlatıyor: Peygamberin (s.a.v.) huzurunda bir adam bulunuyordu. Adam oğlunu dizi üzerine oturttu. O sırada adamın kızı geldi, onu da önüne oturttu. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) "Onlar arasında eşit davranmadın; âdil davranmalıydın" buyurdu.[358]
İşte Rasulüllah (s.a.v.) oğlan ve kız çocuklarına karşı, insan toplu­luklarının bilmediği, çocuk eğitimi konusundaki batılı kaynakların öğretmediği, kendilerini eğitimci ve psikolog olarak tanıtan kimselerin bile akıllarından geçmeyen bir incelik ve hassasiyette davranıyordu.

3- Kız Çocuklarından Dolayı Elde Edilen Eğitim, İyilik Ve Sabır Sevabı


İslam şeriatı, insan psikolojisiyle çatışmak için değil, onu eğitmek ve yetiştirmek üzere bir siyaset izlemiştir. Kız çocuklarını terbiye et­meye mukabil bol ecir, onlara gösterilen sabır ve tahammüle mukabil de büyük sevap vardır. Bu ecir ve sevap ana babanın acısını dindirmek ve onları rahatlatmak, kız çocuklarını yetiştirme hususunda onların önem ve rolünü bildirmek için va'dedilmiştir.
Konuyla ilgili hadisler şunlardır:
a) Enes'den (r.a.) rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Bulûğ yaşına kadar iki kız çocuğunun bakım ve terbiyesini üzerine alan kimse, kıyamet gününde benimle bera­ber şu şekilde gelir" buyurdu ve parmaklarını birleştirdi.[359]
b) Âişe (r.a.) anlatıyor: iki kızıyla birlikte bana bir kadın geldi. Benden birşeyler istiyordu. Ama yanımda bir tek kuru hurmanın dışında birşey bulamadı. Derken onu kendisine verdim. Kadın onu iki kızına bölüştürdü. Kendisi ondan birşey yemedi. Sonra kalktı ve gitti. Ardından Peygamber (s.a.v.) yanıma geldi. Olup biteni ona anlattım. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Bir kimse herhangi bir şeyle şu kız çocuklarıyla imtihan edilir de onlara iyi davranır ve ba­karsa, kız çocukları onun için cehennem ateşine karşı perde olurlar."[360]
c) Ebu Saîd el-Hudri'den (r.a.) rivayet edildiğine göre Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Kimin üç kızı veya kızkardeşi yahut iki kızı veya iki kızkardeşi olurda onlara iyi davranır ve Allah'tan korkarsa, ona cennet vardır."[361]
d) Ebu Hüreyre'den (r.a.) rivayet edildiğine göre Rasulüllah (s.a.v.) şöyle  buyurmuştur: "Kimin üç kızı olur da onların külfet ve sıkıntılarına katlanırsa cennete girer."[362]
Hadisin başka bir rivayeti ise şöyledir: Bir adam:
“Ya Rasûlallah, iki kızı olursa, deyince, Peygamber (s.a.v.):
“İki de öyle, cevabını vermiş, adam tekrar:
“Ya Rasûlallah, bir kızı olursa, deyince de Peygamber (s.a.v.) yine:
“Bir de öyle, cevabını vermiştir.
e)  Ukbe b. Âmir el-Cühenî, Rasulüllah'dan (s.a.v.) şu hadisi işittiğini söylemiştir: "Kimin üç kızı olur da onlara katlanır; elindekilerden onları yedirir, içirir ve giydirirse, kız çocukları onun için kıyamet gününde cehennem ateşine perde/engel olurlar..."[363]
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi kız çocuklarının eğitiminin rolü büyüktür. Çünkü onlar geleceğin anaları ve yarının toplumunun kuru­cularıdır. Onlar, kahramanları dünyaya getiren, yakın zamanda tarih ve dünyayı sarsan dinamiklerdir. O halde herkes lazım ve kızkardeşini eğiterek toplumun ıslâhı için katkıda bulunmalıdır.[364]

B. Yetim Kız Ve Oğlan Çocuğunun Eğîtimi


Peygamber (s.a.v.), yetimlik safhasının bulûğ öncesi dönem olduğunu bildirmektedir. İhtilam (bulûğ-ergenlik) meydana geldiği za­man artık yetimlik sıfatı çocuktan kalkar.
Enes'den (r.a.) gelen rivayete göre Rasulüllah (s.a.v.) şöyle buyur­muştur: "Bulûğdan sonra yetimlik yoktur."[365]
Yetimin eğitimim üç maddede özetleyebiliriz:[366]

1- Yetime Bakmanın Ve Onu Eğitmenin Sevabı


Bulûğ yaşından önce babasını kaybetmiş olan[367] yetime bak­maya gönül ve vicdanları davet ve teşvik eden bazı hadisleri burada sıralamak istiyoruz. Yetim, her türlü ilgi ve yardıma layıktır. Çünkü o, eğitim almak için temel taşlardan birini yitirmiş bulunmaktadır.
a) Sehl'den (r.a.) rivayet edildiğine göre Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Ben ve yetime bakan cennette şöyleyiz." Peygamber (s.a.v.) orta ve işaret parmaklarını göstererek aralarını ayırdı.[368]
b) Ömer'den (r.a.) rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Evlerinizin Allah'a en sevimli geleni* içinde ikram gören bir yetimin bulunduğu evdir."[369]
c) Ebu Hüreyre'den (r.a.) rivayet edildiğine göre Rasulüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Müslümanlar hakkında en hayırlı ev, içinde kendisine iyi bakılan bir yetimin bulunduğu evdir. Müslü­manlar hakkında en kötü ev ise, içinde kendisine iyi davranılmayan bir yetimin bulunduğu evdir. Ben ve yetime bakan cennette şu iki parmak gibiyiz."[370]
Peygamber (s.a.v.) katı kalplilere ve Allah'ın kendisine verdiği ni­metlerin farkında olmayan tiplere, onları titretecek ve sarsacak şekilde faydalı bir reçete sunmaktadır:
Ebu'd-Derda (r.a.) anlatıyor: Bir adam Peygamber'e (s.a.v.) gele­rek, katı yürekliliğinden şikayet ediyordu. Bunun üzerine adama şu nasihatta bulundu: "Kalbinin yumuşamasını ve ihtiyaç duyduğun şeyi öğrenmek mi istiyorsun? Yetime merhametli ol, onun başını sıvazla ve yemeğinden ona yedir ki kalbin yumuşasın ve ihtiyaç duyduğun şeyi elde edesin."[371]
Islah ve terbiyede yetim tamamen oğul gibi muamele görmelidir. Ne fazla sıkıştırılman ve katı davranmalı ne de hatalarını görmezlikten gelerek gevşek davranmalıdır.
Esma b. Ubeyd der ki: Ibn Sîrîn'e:
"Benim yanımda bir yetim var" dedim. Bunun üzerine bana şöyle dedi:
"Çocuğuna yaptığını ona yap; çocuğunu dövdüğün gibi onu da döv!"[372]
Şümeyse el-Atekiyye de şöyle der: Aişe'nin (r.a.) yanında yetimin edep ve terbiyesi konuşuluyordu. Bunun üzerine Hz. Aişe: "Ben yetimi, uslanıncaya kadar döverim" dedi.[373]
Rasulüllah (s.a.v.), babalanı şehid olup da yetim kalan çocuklara yardım ederdi.
Esma bint Umeys anlatıyor: Ca'fer ve arkadaşları şehid olduk­larında Rasûlüllah'ın (s.a.v.) huzuruna varmıştım. (O gün) ben kırk deri tabaklamış, hamurumu yoğurmuş, çocuklarımı yıkayarak temizleyip. kokulamıştım. Hemen Rasûlüllah (s.a.v.): "Ca'fer'in çocuklarını bana getirin" buyurdu. Ben de hemen çocuklan Peygamber'e (s.a.v.) getirdim. Onları kokladı ve gözyaşlarını döktü. Ben:
“Anam babam sana feda olsun ya Rasûlallah! Seni ağlatan hadise nedir? Ca'fer ve arkadaşlanndan sana bir haber geldi mi? dedim. Pey­gamber (s.a.v.):
“Evet, onlar bugün şehid olmuşlardır, buyurdu.[374]

2. Yetîmîn Malını Korumak Ve Onun Namına Ticaret Yapmak


Ebu Şurayh Huveylid b. Artır el-Huzâî'den (r.a.) rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Allahım! Ben şu iki zayıfın, yani yetim ile kadının hakkının gasp ve zayi edilmesi­nin günah ve haram olduğunu insanlara söylüyor, onları bun­dan sakındırıyor ve engelliyorum. (Sen şahit ol!)"[375]
Hz. Aişe anlatıyor: Bir adamın yetim bir kızı vardı. Derken onunla evlendi. Adamın hurma salkımı vardı. Yetim kız mal ve hurmada ona ortak oldu. Adam kızı kendi için tutuyordu ama nefsinden de bir şey gelmiyor, şehevî yönden bir şey duymuyordu. Bunun üzerine "Eğer (evlendiğiniz takdirde) yetim kızlar hakkında adaleti yerine ge­tiremeyeceğinizden   korkarsanız,   size   helal   olan   (başka) kadınlardan ikişer, üçer ve dörder evlenin. Onlar arasında da adalet yapamayacağınızdan korkarsanız bir tane alın veya elle­rinizin altında bulunan cariyelerle yetinin. Zulüm ve haksızlık yapmamanız için en uygun olan budur"[376] ayeti nazil oldu.[377] Başka bir rivayet ise şöyledir: Urve, sözkonusu ayeti Aişe'ye so­runca şu cevabı almıştır: "Ey kızkardeşimin oğlu! Bu,velisinin terbiye­sinde bulunan yetime (yetim bir kız)dır. Velisi yetîmenin mal ve güzelliğine rağbet eder, mehrini noksan vermek ister. Bunun üzerine mehri ikmal edip adalet gözetmedikçe velilerin yetim kızlarla nikahlanmaları yasaklandı ve onların dışında helal olan kadınlarla evlenmeleri emredildi.
Aişe (r.a.) diyor ki: Bu ayetten sonra halk, kadınlar hakkında Rasûlüllah'dan (s.a.v.) fetva istedi; onlarla ilgili hukukî durumu sordu. Bunun üzerine Allah Teâlâ "Senden kadınlar hakkında fetva is­tiyorlar. De ki: Onlara ait hükmü size açıklıyor: Kendilerine yazılmış olan (miras)ı vermeyip kendileriyle evlenmek iste­diğiniz yetim kadınlar hakkında Kitabta size okunan ayetler (de Allah hükmünü açıklamaktadır)"[378] ayetini indirdi.
Bu ayetle Allah onlara şunu açıklamış olmaktadır: Yetim kız varlıklı ve güzel olduğu zaman veliler onunla evlenmeyi isterler ve meh­rini tam olarak vermezlerdi. Malı az olup pek de güzel olmayan yetime arzu edilmediği zaman da onu bırakırlar ve başka bir kadın arayışına girerlerdi. Aişe diyor ki: "Onlar madem arzu etmediklerinde onu bırakıyorlar, öyleyse arzu ettiklerinde de onların ancak adaleti yerine getirip mehrini tastamam vermeleri halinde onunla evlenmeleri mümkündür."[379]
Aişe (r.a.) "Zengin olan çekinsin (iffet göstersin). Fakir olan da meşru şekilde yesin..."[380] ayeti hakkında şöyle demiştir: "Bu ayet ye­timin velisi hakkında indirilmiştir. Veli fakir olduğu vakit, yetimin malından malı miktarınca uygun şekilde yiyebilir."[381]
İbn Abbas (r.a.) der ki: 'Yetimin malına yaklaşmayın, ancak rüşdüne erinceye kadar en güzel bir tarzda (onun malını kul­lanıp geliştirebilirsiniz)"[382] ayeti ile "Yetimlerin mallarını haksızlıkla yiyenler, karınlarına ancak ateş koymaktadırlar. Za­ten onlar alevlenmiş ateşe gireceklerdir"[383] ayeti nazil olduğu zaman, yanında yetim bulunan kimse yetimin yiyecek ve içeceğini kendi yiyecek ve içeceğinden ayırmış, fazla gelen miktarı yetim yiyene kadar ve bozulana kadar bekletmeye başlamıştı. Derken bu uygulama onlara ağır geldi ve durumu Rasûlüllah'a (s.a.v.) bildirdiler. Bunun Üzerine şu ayet nazil oldu: "Ve sana yetimlerden soruyorlar. De ki: Onların durumunu düzeltmek daha iyidir. Eğer onlara karışır (birlikte yaşar)sanız onlar sizin kardeşlerinizdir."[384] Artık onlar bunun üzerine yiyecek ve içeceklerini onların yiyecek ve içeceklerine karıştırdılar.[385]
Yetimin malıyla ticaret yapmaya gelince, bu konuda da nebevî tal­imat bulunmaktadır:
Malik b. Enes'den (r.a.) rivayet edildiğine göre Ömer b. Hattab (r.a.): 'Yetimlerin mallarında ticaret yapınız ki zekat onları tüketmesin” demiştir.[386]
Amr b. Şuayb'ın dedesinden rivayetine göre Peygamber (s.a.v.) kal­ka konuşma yaptı ve şöyle buyurdu: "Dikkat edin! Kim malı olan bir yetimin velisi olursa, o malla ticaret yapsın. Onu zekatın yiyip tüketmesine bırakmasın."[387]

3. Yetimlerini Terbiye Eden Ve Evlenmeyen Ananın Sevabı


Avf b. Malik'ten rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Ben ve yanakları moraran kocasından dul kalıp çocuğuna sabreden (darlık ve sıkıntılara tahammül ederek ev­lenmeyen) kadın cennette şu iki parmak gibiyiz; birbirimize yakınız."[388]
Böylece Rasûlüllah'ın (s.a.v.) iki zayıftan, yani kız çocuğu ile ye­timden herbirine gösterdiği ihtimamı, dul kadının onlara gereken ilgiyi göstermesi için verdiği mesajı ve dul kadının da her türlü ikram ve hürmete layık olduğunu İfade eden müjdeyi görmüş oluyoruz.[389]

VIII. İfrat Ve Tefrite Düşmeden Çocuk Sevgisinde Denge


Büyük üstad Muhammed Hıdır Hüseyin[390], çocuk sevgisinde denge zaruretine işaret etmekte ve şu bilgileri vermektedir:
"Bazı insanlar, terbiyenin, çocukların ruh ve gönül dünyasında büyük bir etkiye sahip olduğunu bilirler. Fakat aşırı sevgiden doğan çok şefkat ve merhamet, o insanların güç ve salâbetini fazlasıyla kırmaktadır. Bu psikoloji zamanla, çocuklarının anormal davranışları ve kötü alışkanlıkları karşısında onları sessiz ve mukavemetsiz duruma sokar, bu ihmalkârlık çocukları sahte arzu ve şehvet dolu bir hayata; çılgın eğlence ve oyun yerlerine sürükler. Hayır, bu, hikmet ve İslam aile nizamıyla bağdaşmayan bir şefkattir. Kaldı ki şehvet dolu rezil bir hayata geçişten vahim sonuçlar doğar. Yakınlık ve şefkat oranında bab­alarla çocuklar arasinda uzaklık ve soğukluk meydana getirir, baba­ların zor ve sıkıntılı günler geçirmelerine, acı acı düşünmelerine sebep olur. Biz bu aşırı şefkati hoş karşılamamakla, ıslah ve eğitim metod-larını bilmeyen insanların yaptığı gibi çocuğun tüm arzu ve isteklerinin karşısına çıkılmasını kasdetmiyoruz. Çünkü böyle bir şey, çocukla izzet-i nefsi arasında engel olur; şahsiyet gelişimi, hür düşünce ve medenî cesareti önler. Derken çocuk bulunduğu çevrede ayak topu veya istedik­leri yerde kullandıkları bir maşa gibi oyuncak haline gelir. Faydalı eğitim, sevgi mahsûlü ve eseri olarak meydana gelen eğitim şeklidir. Bu yolla şiddet, sertlik ve taşkınlık yavaş yavaş giderilebilir. Ana baba da çocuğunun şu şekilde dua etmesini temin ederler: "Rabbim! Küçükken beni yetiştirdikleri için sen de onlara merhamet et!"[391]
Yazar sözünü şöyle sürdürür: "Bazı aile reisleri şimdiye kadar çocuk eğitiminin önemini anlamış değildirler. Onlar çocuğun bütün arzu ve isteklerini yerine getirmekle büyük bir gevşeklik göstermekte ve di­lediğini yapmak üzere onu kendi haline serbest bırakmaktadırlar. Çok defa da kalabalık toplantı yerlerinde ona medhiye düzerek ve kendi­sinde olmayan özellikleri sayarak aşırı övgüde bulunmuşlardır. Bu yaptıkları gerçekten çok fena birşeydir. Keşke onlar bunun farkında ol­salardı! Böyle yapmakla onlar, o zavallı çocuğa tüm güzel âdap kapılarını yüzüne kapayan ve kendisiyle mutluluk arasında perde olan bir tuzak kurmuşlardır."[392]
Görüldüğü üzere şefkat, merhamet ve duygusal yapı dengeli ol­ması durumunda, Allah'ın izniyle her zaman meyvesini veren bir yapı ve keyfiyet arzetmektedir. Şefkat ve merhameti yemek öğününe benzet­ebiliriz. Çok yemek hastalık ve hazımsızlığa yol açtığı gibi, aşırı şefkat ve merhamet de ciddiyetsizlik ve gevşekliğe götüren naz hastalığına se­bep olur.
Şimdi bu sevgi, şefkat ve merhamet dengeli bir duruma nasıl ge­tirilebilir, sorusunu Üç maddede cevaplandırmak istiyoruz:
a) İnsanın Kendisinde ve Çocuğunda Şeriatı Tatbik Etmesi:
Ana baba sevgisinin bir hududu olduğu gibi, çocuk sevgisinin de bir sınırı vardır. Allah ve Rasulünün sevgisi ise her sevgiden önce gelir. Allah ve Sasulünün emri ile çocuk veya ana babanın arzulan çatıştığı zaman bu sevgi ölçü kabul edilir. Böyle bir durumda mü'min Allah ve Rasulünün sevgisine, emirlere uymaya ve yasaklardan uzaklaşmaya bakar.
Enes'den (r.a.) rivayet edildiğine göre Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle bu­yurmuştur: "Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki hiçbiriniz, ben kendisine babasından çocuğundan ve bütün in­sanlardan daha sevimli olmadıkça iman etmiş olmaz."[393]
Rasûlüllah (s.a.v.) minberde iken (torunu) Hasan'm ayağı kayıp sürçmüştü. Rasûlüllah (s.a.v.) hemen indi, Hasan'ı aldı ve "Mallarınız ve çocuklarınız bir fitne (imtihan vesilesi)dir"[394] ayetini okudu.[395]
Efendimiz İbrahim'in (a.s.) oğlunu kurban etmek suretiyle Allah'ın emrine Öncelik tanımasıve oğlunun da ona boyun eğmesi, düşünen ve ibret alan insanlar için örnek bir hadisedir.
b) İnsanın Misafirperver ve Cömert Olması:
Rasûlüllah (s.a.v.) Hasan'ı alarak öptü. Sonra da şöyle buyurdu: "Gerçekten çocuk bir nevi cimrilik, korkaklık, bilgisizlik ve üzüntü se­bebidir."[396]
Havle faint-i Hakîm'den (r.a.) rivayet edildiğine göre Rasûlüllah (s.a.v.), kızının iki oğlundan (Hasan ve Hüseyin'den) birini kucağına al­arak (evinden) çıkmış ve şöyle buyurmuştu: "Şüphesiz siz insanı, cimri, korkak ve bilgisiz kılarsınız. Hiç şüphesiz siz Allah'ın lütfettiği rızık ve kokulu meyvelerdensiniz."[397]
Zemahşerî, hadisle alâkalı şu açıklamayı yapar: "Çocuk, malını kendisine bıraktırmak için babasını cimriliğe, ilim tahsilinden meşgul ettiği için cehalete, öldürülüp de kendisinden sonra çocuğun kalma­masından endişe ettiği için korkaklığa, çocuğun başına gelen olaylardan kederlendiği için de üzüntüye sokar. "Şüphesiz siz Allah'ın lütfettiği rızık ve kokulu meyvelerindensiniz" sözü de, babalarının koklaması, öpmesi ve dolayısıyla çocukların, Allah'ın bitirdiği nazık ve kokulu mey­veler cümlesinden olması demektir.[398]
Geleceğe yönelik ekonomik kaygılar yüzünden çocuğun ana baba için cimrilik sebebi olması bir nevi hastalıktır. Bunun tedavisi ise misa­fire ikramda bulunmaktır. Sahabe bunu yapmış, Rasûlüllah (s.a.v.) on­ların yaptığına sevinmiş ve Allah'ın da hoşuna gitmiştir. Ebu Hüreyre anlatıyor: Bir adam Kasulüllah'a (s.a.v.) gelerek:
“Ben muhtacım, dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) bir zev­cesine haber gönderdi. O da:
“Seni hak dinle gönderen Allah'a yemin ederim ki, yanımda su­dan başka birşey yok, dedi. Sonra başka bir zevcesine haber gönderdi. O da onun gibi söyledi. Nihayet bütün zevceleri aynı şeyi söylediler. Bu­nun üzerine Rasûlüllah (s.a.v.):
“Bu zatı kim misafir edecek? Allah ona rahmet etsin! buyurdu. Hemen ensardan Ebu Talha adında bir adam kalkarak:
“Ben ya Rasûlallah! dedi.
Ve o zatı evine götürdü. Karısına: "Yanında birşey var mı?" diye sordu. Kadın: "Hayır! Sadece çocuklarımın yiyeceği var" dedi. Adam: "Sen onlan bir şeyle oyala ve uyut! Misafirimiz içeri girdiğinde lambayı söndür ve ona biz de yiyormuşuz gibi göster. O yemeğe dav­randığında lambaya kalk sonra onu söndür!" dedi. Kadın da öyle yaptı. Böylece oturdular ve misafir yemeğini yedi. Ama kendileri aç olarak ge­celediler. Sabah olunca Peygamber'e (s.a.v.) vardı. O da şöyle buyurdu:
“Karı-koca her ikinizin misafire yaptığınıza Allah taaccüp etti/ sevindi.
Bunun üzerine Allah şu ayeti indirdi: "Kendileri sıkıntı ve zaru­ret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler."[399]
Şu ölçü ve dengeye balan! Bu planın güzelliği, çocuklarının ih­tiyacı olmasına rağmen misafire ikram edebilmektir. Bu güzelliği batılı eğitimin yakalayabilmesi mümkün değildir.
Ömer b. Hattab anlatıyor: Rasûlüllah (s.a.v.) birgün bize sadaka vermemizi emretti. Bu da yanımda malımın olduğu bir zamana rast­lamıştı. Ben "Eğer birgün Ebu Bekir'i geçeceksem bugün geçebilirim" dedim. Malımın yansını ben getirdim. Bunun üzerine Rasûlüllah (sav):
 “Aile efradına neyi bıraktın? dedi. Ben:
“Bir o kadar, dedim.
Ebu Bekir ise yanında bulunan malın hepsini getirdi. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.v.):   
“Ey Ebu Bekir! Aile efradına neyi bıraktın? dedi. O:
“Allah ve Rasûlünü onlara bıraktım, dedi. Bunun üzerine ben:
“Artık seninle ben hiçbir zaman yarışamam, seni geçemem! de­dim.[400]
c) Çocuğun Hastalığına ve Ölümüne Sabretmek ve Bunun Sevabını Allah'tan Beklemek:
1- Çocuğun Hastalığına Sabretmek:
Ebu Hüreyre'den (r.a.) rivayet edildiğine göre Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Mü'min erkek ve mü'mine kadının kendinde, çocuğunda ve malında bela ve musibet eksik olmaz. Nihayet o günahsız ve hatasız olarak Allah'a kavuşur."[401]
Muhammed b. Hâlid, bir sahabi olan dedesinden Rasûlüllah'tan (s.a.v.) şu hadisi işittiğini söylemiştir: "Kul kendisi için cennette hazırlanmış bulunan derece ve makama kendi ameliyle ulaşanı ay acaksa, Allah onun bedenine, malına veya çocuğuna bela ve musibet verir."
Başka bir rivayette şu ziyade mevcuttur: "Sonra Allah o kulu bu bela ve musibete sabrettirir. Nihayet o kulu kendi katından hazırlamış olduğu derece ve makama ulaştınr."[402]
2. Çocuğun Ölümüne Sabretmenin Sevabı:
Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Erkek çocuğa gelince, onun ana babası mü'min kimselerdi. Bu yüzden çocuğun onlan azgınlık ve in­karcılığa sürüklemesinden korktuk. Böylece istedik ki Rableri onun yerine kendilerine ondan daha temiz ve daha merhametlisini versin."[403]
İbn Kesir der ki Ayet "...Çocuk sevgisinin, ana babasını küfürde çocuğuna tabi olmasına sevketmesinden korktuk..." manasına gelmekte­dir.
Katâde şöyle der: "Şüphesiz ana babası çocuğun doğumuna sevin­miş, öldürülmesine de üzülmüştü. Eğer çocuk kalacak olsaydı, ana ba­basının helaki onun yüzünden olacaktı. O halde insan Allah'ın kaza ve takdirine rıza göstersin. Allah'ın hoşlanmadığı şeylerde mü'min için kaza ve takdiri, hoşlandığı şeylerde mü'min için kaza ve takdirinden daha hayırlıdır."[404]
Musa'dan (r.a.) rivayet edildiğine göre Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Kulun çocuğu öldüğü zaman Allah meleklerine: " - Kulumun çocuğunun ruhunu aldınız mı? der. Onlar:
“Evet, derler. Allah:
“Kulumun gönlünün meyvesini aldınız mı? der. Onlar:
“Evet, derler. Allah:
“Kulum ne söyledi, der. Onlar:
“Sana hamdetti ve "İnna lillah ve inna ileyhi râciûn" (Biz Allah için varız ve biz O'na döneceğiz) dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Kulum için cennette bir ev yapın ve adını da "hamd evi" (beytü'1-hamd) koyun."[405]
Enes (r.a.) anlatıyor: Rasûlüllah (s.a.v.) oğlu ibrahim'in yanına girdi. Artık ibrahim can veriyordu. Rasûlüllah'ın (s.a.v.) iki gözü yaş dökmeye başladı. Bunun üzerine Abdurrahman b. Avf:
Sen de mi ya Rasûlallah? dedi. Rasûlüllah (s.a.v.):
“Ey İbn Avf! Bu durum bir merhamet ve şefkattir, buyurdu. Son­ra o göz yaşını bir diğeri takip etti. Bu defa Rasûlüllah (s.a.v.): "Göz yaş döker ağlar ve kalp üzülür. Biz, ancak Rabbimizin razı olacağı sözleri söyleriz. Ey İbrahim! Biz, senin ayrılışınla çok mahzunuz" buyurdu.[406]
Hadis hafızı İbn Hacer, bu hadis üzerine şu açıklamayı yapmak­tadır; "İbn Battal ve diğer âlimler der ki: Bu hadis mubah olan ağlamayı ve caiz olan üzüntüyü izah etmektedir. Bu da, Allah'ın hükmüne öfke duymaksızın gözün yaş dökmesi, kalbin rikkat ve merhametiyle olur. ilk anlaşılan şey budur. Bu hadis, çocuğu öpmenin ve koklamanın, süt kardeşliği ve süt emmenin meşru oluşu, çocuğun ziya­ret edilmesi, can çekişen hastanın yanma varılması, aile fertlerine me­rhamet edilmesi, gizlenmesi daha uygun olmakla birlikte üzüntü ve kederin açığa vurulmasının caiz oluşu gibi hükümler ihtiva etmektedir. Aynca hadis, hitap esnasında başka birisinin kasdediîebileceğini da ifade etmektedir. Bütün bunlar Peygamber'in (s.a.v.) çocuğu İbrahim'e yaptığı hitap tarzından anlaşılmaktadır. Çünkü ibrahim, küçük olması ve ölümle karşı karşıya gelmesi dolayısıyla o anda hitabı anlayacak du­rumda değildi. Ancak Peygamber (s.a.v.) bu hitabıyla, yaptığının yasak kapsamına girmediğini göstermek için orada bulunanları kasdetmiştir."[407]
Enes'den (r.a.) rivayet edildiğine göre Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Buluğa ermemiş üç çocuğu ölen bir müslümanı Allah, çocuklara olan merhameti sebebiyle cennete sokar."[408]
Ebû Hüreyre'denfr.a.) rivayet edilen hadiste de Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Üç çocuğu ölen bir müslümana cehennem ateşi dokunmaz. Yalnız yemini bozmayacak kadarı (yani, az bir zaman) bu hükmün dışındadır (ateşe girse bile orada pek az kalır)."[409]
Hadiste geçen “yemini bozmayacak kadar” ifadesini “içinizden oraya (cehenneme) uğramayacak hiçbir kimse yoktur.”[410] (ayetiyle açıklamaktadır. Ayette geçen "uğramak" (vürûd), cehennemin sırtı üzerine kurulmuş köprüden/sırattan geçmek demektir.
İbn Hacer, bu iki hadis üzerine şu açıklamayı yapmaktadır: "Çocukların ergenlik yaşına erişmemeleri, kendilerine günahın yazılmaması demektir.
Halil der ki: "Çocuk buluğa erişti" deyimi, amel defterine tescil edilmek üzere yaptığının yazılması için kullanılır. Hadiste geçen ve "buluğ" diye tercüme edilen "hins" kelimesi "günah" manasına gelmek­tedir. Nitekim Allah Teâlâ "Onlar büyük günah (şirk)[411] üzerinde ısrar ediyorlardı" buyurmaktadır.[412]
Bunun, yeminini bozması durumunda çocuğun sorumlu tutulacağı bir yaşa ulaşması manasına geldiği görüşünde olan da vardır.
Râğib şöyle der: Buluğun "hins" kelimesiyle ifade edilmesi, o dönemde artık insanın yaptıklarından sorumlu tutulmasından do­layıdır. Hadiste özellikle "günah"ın zikredilmesi, günahın buluğ dönemiyle birlikte meydana gelmesinden ötürüdür. Çünkü çocuk bazan yaptıklarından sevap kazanır, özellikle çocuğun zikredilmesi ise, ona karşı sevgi, şefkat ve merhametin çok fazla olması sebebiyledir. Buna göre, buluğa erişmesinden sonra çocuğunu kaybeden kimse sözkonusu sevabı elde edemez. Ama genel prensib olarak çocuğun kaybedilmesinde sevap vardır. Çünkü müslümanlann çocukları cennettedir. Çocuklarına merhametleri sebebiyle babalarını affeden Allah'ın, onlara merhamet etmemesi uzak bir ihtimaldir.
Mühelleb der kic Alimlerin ekseriyeti (cumhur), müslümanlann çocuklarının cennette olacağı kanaatindedir. Azınlığı oluşturan bir gur­up âlim ise bu konuda tevakkuf etmiş; .çekimser kalarak bir fikir belirt­memiştir."[413]
Beyhakî, el-İ'tikâd adlı kitabının "Çocuklar İslam Fıtratı Üzere Doğarlar" bölümünde şunları söyler: Yüce Allah, mü'minin neslini -onun gibi amel etmemiş olsalar bile- kendisine katmak suretiyle ümmetine lütuf ve ikramda bulunmuştur. Onların cennete gireceklerine dair birçok rivayet gelmiş, bu rivayetlerle de onların âhiret saadetine nail olacaklarını öğrenmiş bulunuyoruz.
O rivayetlerden bir kısmı şunlardır: Ebû Hüreyre'nin (r.a.) rivaye­tine göre Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır; "Müslümanların çocukları    cennetin   ayrılmaz    minikleridir/vazgeçilmez parçalarıdır."[414]
Yine Ebû Hüreyre'nin (r.a.) rivayetine göre Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Müslümanların çocukları cennette bir dağdadır, İbrahim (a.s.) ve (zevcesi) Sâre onları üzerlerine almışlardır. Kıyamet günü geldiği zaman onları babalarına vereceklerdir."
Muâviye b. Kurrâ'rin, babası vasıtasıyla -Peygamber'in (s.a.v.), oğlu ölen bir adama yaptığı başsağlığı ziyareti esnasında  yaptığı riva­yete göre Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Ey adam! Oğlunla uzun bir hayat yaşaman mı yoksa yarın cen­net kapılarından birisine geldiğinde, onun senden önce gelerek sana kapıyı açtığını görmen mi daha güzeldir? Adam:
“Ya Nebiyyallâh! Tabii ki onun benden önce cennet kapılarında bulunması bana daha sevimlidir, dedi. Rasûlüllah (s.a.v.):
“İşte bu sana verilecektir, buyurdu. Derken ensardan bir adam kalkarak:
“Ya Nebiyyallâh! Canım sana feda olsun, bu müjde sadece özel ol­arak bu adama mı aittir? Çocuğu ölen bir müslüman için de aynı müjde var mıdır? dedi. Peygamber (s.a.v.):
“Çocuğu ölen bir müslüman için de bu müjde bahis konusudur, dedi.
İmam Şafiî (r.a.) der ki: Müslümanlann çocuklarının cennete gire­ceklerine dair hadisler bulunmaktadır."
Konuyla ilgili hadisleri maddeler halinde sıralamak istiyoruz:
a) Ümmü Habîhe'den rivayet edildiğine göre Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Buluğa ermemiş Üç çocuğu ölen bir müslümanın çocukları kıyamet gününde getirilir ve nihayet cennet kapısında durdu­rulur. Onlara şöyle denir:
“Cennete girin! Onlar:
“Babalarımız girmedikçe hayır! derler. Bunun üzerine onlara:
“Siz ve babalarınız birlikte cennete girin! denir.[415]
b) Ukbe b. Âmir'den rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "üç çocuğunu kaybeden bir kimse, onların ecir ve sevabını Allah'tan beklerse cennet ona vacib olur."[416]
c) Üsâme b. Zeyd (r.a.) anlatıyor: Peygamber'in (s.a.v.) kerîmesi "Oğlum can vermek üzeredir, hemen bize gel!" diye Rasûlüllah'a (s.a.v.) haber göndermişti. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) kerîmesine selam göndererek şöyle diyordu: "Aldığı da verdiği de Allah'a aittir. O'nun katında herşey belli bir süre iledir. Sabretsin ve sevabını beklesin!" Daha sonra kerîmesi yemin ederek Rasûlüllah'ın (s.a.v.) mutlaka gel­mesi gerektiğini söylemek üzere elçiyi tekrar gönderdi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) kalktı. Onunla birlikte Sa'd b. Ubâde, Muâz b. Cebel, Übeyy b. Ka’b ve Zeyd b. Sabit de kalktılar. Derken çocuk Rasûlüllah'a (s.a.v.) arzedildi. O da onu kucağına aldı. Ama çocuk can çekişiyordu. Bu hadise üzerine Rasûlüllah'ın (s.a.v.) gözleri doldu ve gözyaşı döktü. Sa'd:
“Bu ne ya Rasûlallah! deyince, Rasûlüllah (s.a.v.):
“Bu bir rahmettir. Allah onu kullarının kalplerine koymuştur. Allah ancak merhametli olan kullarına rahmet eder, buyurdu.[417]
d)  Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: Bir kadın Peygamber'e (s.a.v.) çocuğunu getirerek:
“Ya Rasûlallah! Bunun için Allah'a dua et! Üç tanesini toprağa verdim, dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.):
“Gerçekten sen sağlam ve kuvvetli bir engel ile cehennemden ko­rundun! Onlar cennetin ayrılmaz minikleridir/vazgeçilmez parçalarıdır. Onlardan birisi babasıyla karşılaşır, elbisesinin bir tarafından tutar ve cennete girmedikçe ondan ayrılmaz."[418]
e) Ebu Saîd el-Hudrî anlatıyor: Bir kadın Rasûlüllah'a (s.a.v.) gele­rek:
“Ya Rasûlallah! Erkekler senin hadisini (söz ve konuşmalarını) götürdü. Bize de bir gününü ayır da o gün sana gelelim. Allah'ın sana öğrettiğinden bize de öğretirsin, dedi. Rasûlüllah (s.a.v.):
“Şu ve şu gün toplanın! buyurdu. Derken kadınlar toplandılar. Rasûlülah (s.a.v.) da yanlarına gelerek Allah'ın kendisine öğrettiğinden onlara da öğretti. Sonra şöyle buyurdu: "İçinizden hiçbir kadın yoktur ki, üç çocuğunu Önden (âhirete) göndersin de onlar ona cehennem ateşinden bir perde olmasınlar."
Bunun üzerine bir kadın:
“ îkiyi de, ikiyi de, ikiyi de! deyince Rasûlüllah (s.a.v.):
“İkiyi de, ikiyi de, ikiyi de, buyurdu.[419]
f) Saîd Ibnu'l-Müseyyib diyor ki: Hiç günah işlememiş bir çocuğun cenaze namazını kıldıran Ebû Hüreyre'nin arkasında namaz kıldım. Onun şöyle dediğini işittim: "Allah'ım! Onu kabir azabından koru!"[420]
g) Ümmü Kays bint Mıhsan anlatıyor: Oğlum vefat etmişti. Onun üzerine titrerdim. Onu yıkayacak olan kimseye:
“Oğlumu soğuk su ile yıkama! Aksi halde onu katletmiş olursun! dedim. Bunun üzerine Ukkâşe b. Mıhsan, Rasûlüllah'a (s.a.v.) giderek Ümmü Kays'm sözünü anlattı. Peygamber (s.a.v.) gülümsedi ve Ümmü Kays'ın dediğini söyledi.
Râvî diyor ki: "Ümmü Kays uzun zaman yaşadı. Onun kadar uzun ömürlü başka bir kadın bilmiyoruz."[421]
h) Hasan el-Basrî[422] diyor ki: Cenaze namazı kıldıracak olan kimse çocuk üzerine Fatiha suresini okur ve şöyle dua eder: "Allah'ım! Bu çocuğu (cennette) bizi karşılayıcı ve bizim için âhiret mükafatı kıl!"[423]
ı) Mekhûl'den rivayet edildiğine göre Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle bu­yurmuştur: "Mü'minlerin çocukları cennettedir. Babaları İbrahim (a.s.) onları himaye etmektedir."[424]
j) Muhammed b. Sîrîn'den rivayet edildiğine göre Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Güzel olmakla birlikte kısır olan kadını bırakın.[425] Ama siyah olmakla birlikte çok doğurgan olan kadınla evlenin! Çünkü ben kıyamet gününde diğer ümmetlere karşı sizinle, hatta yavaş davranan eksik ve düşük yavru ile ifti­har edeceğim. O yavruya "Sen, anan ve baban birlikte cennete gir!" denilir.[426]
k) Abdulmelik b. Umeyr ve Asım b. Behdele 'den rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Müslüman ümmetlerin çocuklarına kıyamet gününde "cennete girin" denilir. Onlar hemen ana-babalarmın eteklerine yapışırlar ve: "Rabbimiz! Ana-babamızı isteriz!" derler. Bunun üzerine onlara: "Siz, ana ve bab­alarınız cennete girin" denilir. Sonra eksik ve düşük olan çocuk gelir ve ona "Cennete gir" denilir. Ağır ve yavaş davranan çocuk: "Rabbim! Ana-babamı isterim" der ve nihayet onlar da çocukla birlikte cennete girer."[427]
l)Enes'den (r.a.) rivayet edildiğine göre Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "İbrahim benim oğlumdur. O memede iken Öldü. Onun iki tane süt anası vardır. Süt emzirme süresini cennette tamamlayacaklardır."[428]
m) Bir grup sahabeden rivayet edildiğine göre Rasûlüllah (s.a.v.) Şöyle buyurmuştur: "Kıyamet gününde çocuklara[429]:
“Cennete girin, denilir. Onlar:
“Ya Rabb! Ana ve babalarımız girmeden biz de girmeyiz, derler ve girmek istemezler. Bunun üzerine Allah Teala:
“Neden onların ağır ve yavaş davrandıklarını görüyorum? Cennete girin! buyurur. Onlar:
“Ya Rabb! Babalarımızı isteriz, derler. Bunun üzerine Allah:
“Siz ve babalarınız cennete girin! buyurur.[430]
Şüphesiz saliha bir eş, çocuğun Ölümü üzerine gösterilmesi gerek­en sabır ve metanette büyük rol oynar; kocasını sabır ve metanete davet eder, analık duygusallığını yenerek kocasının gönlüne sürür koyar, işte önümüzde bu tesbitimizi pekiştiren bir hadise bulunmaktadır. Bu had­ise, aynı zamanda her saliha hatun için de güzel bir örnektir.
Enes (r.a.) anlatıyor: (Üvey babam) Ebu Talha'nın bir oğlu ölmüştü. O sırada kendisi dışarıdaydı. Karısı Ümmü Süleym oğlunun öldüğünü görünce, bir şey hazırladı (yani yıkadı, kefenledi) ve onu evin bir tarafina koydu. Derken Ebu Talha geldi ve:
“Oğlan nasıldır? dedi. Karısı:
“Sâkinleşti. Ben onun istirahat etmiş olmasını umuyorum, dedi. Nihayet sabah olunca kocası boy abdesti aldı.[431] Evden çıkmak istey­ince karısı ona çocuğun öldüğünü bildirdi. Kocası Ebu Talha Peygamber'le (s.a.v.) beraber namaz kıldı. Sonra kendileriyle ilgili olup bitenleri Peygamber'e (s.a.v.) anlattı. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.):
"Umarım Allahu Teala bu gecenizi sizin için bereketli kılmıştır" buyurdu.
Ensardan bir şahıs: "Ben onların dokuz çocuğu olduğunu gördüm, hepsi de Kur'an okurdu" dedi.[432]
İmam Nevevî, çocuğunu kaybeden babaya taziyede bulunma konu­sunda şunları söyler: imam Şafiî der ki: Hz. Ali'nin oğlu Hüseyin'in (r.a.) bir oğlu ölmüştü. Kendisinde bir üzüntü ve tasa görülmemişti. Bundan dolayı da onu kınayanlar olmuştu. Bunun üzerine o şöyle dedi: "Ehl-i beyt olarak biz, Allahu Teala'dan isteriz. O bize verir. Hoşumuza gitmeyen birşeyi O, kendisinin sevdiği bir şeyde irade ve takdir buyur­duğu zaman artık biz ona rıza gösteririz."
Oğlunun ölümü sebebiyle taziyede bulunmak üzere bir adam arka­daşına bir mektup göndermişti. Mektuba şunları yazmıştı: İmdi, gerçekten çocuk yaşadığı sürece babası için bir üzüntü ve imtihan vesi­lesidir. Babasından önce ölmesi durumunda ise çocuk ahirette bir rah­met sebebidir. O halde çocuktan dolayı başından geçen olaylara üzülme ve ona mukabil Allah'ın lütfettiği rahmetini zayi etme!" (615)
Böylece iyi bir evladın bütünüyle hayır olduğunu görmüş oluyoruz. Ana babasından sonra yaşayan bir çocuk dua ve istiğfarda bulunmak suretiyle onların derecelerini yükseltir. Onlardan önce ölen bir çocuk ise cennete girmelerine sebep olur. Bundan dolayı Îbnu'l-Kayyım çocuktan bahsederken diyor ki: "Ana babasından sonra yaşarsa onlara fayda ve­rir. Onlardan önce ölürse yine faydası dokunur."[433]

VI- Fizîksel Yapı


"Çocuklarımıza Kur'an'ı ve atıcılığı öğretmekle emrolunduk"[434]
Hâlid b.Velîd(r.a.)[435]

Giriş:


Oyun, çocukta doğuştan gelen bir tabiat ve Allah'ın onda yarattığı, bir içgüdüdür. Bunun temelinde çocuğun fiziksel gelişiminin mükemmel bir tarzda tamamlanması yatmaktadır. Çünkü insan yavrusu, canlılar arasında en uzun süre içinde gelişimini tamamlayan varlıktır. Kasların ve tüm bedenin gelişimi çocukluk döneminde gerçekleşir. Artık o dönemden sonra kas, kemik, göğüs, ciğer ve diğer uzuvların daha sağlam ve daha kuvvetli bir şekilde gelişmesi.zorlaşır. Bu dönemden sonra bir insanın aktif bir sporcu veya atletik bir vücuda sahip olamayacağı dikkate alınırsa, onun "çocukluk dönemi geçtikten sonra spor yap­madan ben vücudumu sağlam ve atletik bir yapıya kavuşturmak istiy­orum" sözünün doğruluk derecesi ve başarı oranı gerçekten zayıftır. Bu yüzden küçüklüğünde çocuğun bedensel yapısının hakkını vermek gere­kir. Tabiî küçükken ana babasını veya kendisiyle ilgilenen kimseleri kaybetmiş olan çocuklar, bunu daha sonraki yıllarda kısmen telafi ede­bileceklerdir.
îlk dönem âlimleri çocuğun beden yapısının ve oyun oynamasının önemine dikkat çekmiş bulunmaktadır, imam Gazzâlî, Ihyâ'sında diyor ki: "Kur'an mektebinden gelen çocuğun yorulmayacak şekilde güzelce oyun oynamasına ve okulun yorgunluğunu üzerinden atmasına izin ve­rilmelidir. Çünkü çocuğun oyun oynamasını engellemek ve onu sürekli öğretimle meşgul etmek, kalbini öldürür ve zekasını işletmez hale geti­rir. Onun için hayat çekilmez bir hale gelir ve nihayet dersten kurtul­mak için kaçacak bir yol arar."
Çocuğun oyun ve sporla meşgul olmasını engellemek bazan tehlike sinyalleri de verir. Çok geçmeden o gelişir, büyür ve nihayet eninde so­nunda bedensel veya ruhsal bir hastalık olarak ortaya çıkar.
Buluğ çağına girdiği zaman çocuğun, şer'î hükümlerle mükellef olduğunu, çocukluk dönemini geride bırakıp büyük ve küçük günahlardan hesaba çekileceği, söz, fiil ve davranışlarının amel defte­rine yazılacağı yeni bir hayata başladığını biliyoruz. Ayrıca bu şer'î hüküm ve dinî vecibelerin sağlam bir bünyeye, sağlıklı ve eğitilmiş bir vücuda ihtiyaç duyduğunu da biliyoruz. Namaz, oruç, hac ve cihad, bu dinin temel direkleridir; güçlü ve aktif bir mü'mine muhtaçtır. O halde hep birlikte düşünüp kendimizi sorgulamamız gerekiyor: Çocuğun bed­en yapısını oluşturmak için başvuracağımız yollar ve bu yapının esas­ları nelerdir? İşte Peygamber'in (s.a.v.) söz, fiil ve tatbikatına baktığımızda, bunların dört esasta toplandığım görüyoruz. Bu esasları uygulamakla çocuğun sağlam bir bünyeye kavuşmasını sağlamış oluruz.[436]

I- Çocuğun Yüzücülük, Atıcılık Ve Biniciliği Öğrenme Hakkı:


Ömer b. Hattab (r.a.) diyor ki: "Çocuklarınıza yüzücülüğü, atıcılığı ve ata sıçrayarak binmeyi öğretiniz."
Bu sözden, özellikle çocuğun belli spor dallarını öğrenme hakkı açıkça anlaşılmaktadır. Çocuğun bunları öğrenmesi, şimdiki ve gelecek­teki hayatında önemli bir fonksiyon icra eder. En önemlisi de kendine olan güveni sağlar. Çünkü sözkonusu sporları öğrenmeyen bir çocuk büyüdüğünde psikolojik korku ve tehlike hisseder. Ama bunların dışında bazı spor dalları var ki, onları ileriki yaşlarda da yapabilir.
Peygamber (s.a.v.) henüz küçük yaşta iken dayıları Neccâr oğullarının bahçesinde yüzmüş ve çocuklarla oynamıştır.[437] O, çocukları atıcılığa teşvik etmiştir.
Hz. Ali diyor ki: Peygamber (s.a.v.) yalnız Sa'd için kendi ana ve babasının isimlerini biraradâ zikrederek: "Ey kuvvetli çocuk, anam bab­am sana feda olsun at!" buyurmuştur.[438]
Ebu'l-Âliye'den rivayet edildiğine göre de Rasûlüllah (s.a.v.) atıcılık yapmakta olan bir gurup delikanlıya uğramıştı. Onlara: "Atınız ey İsmail oğulları! Çünkü sizin atanız da atıcı idi" buyurmuştur.[439]
Görüldüğü gibi bu rivayetler, çocuğun beden eğitimim sağlamak için Hz. Peygamber'in (s.a.v.) gösterdiği hassasiyeti açıkça ortaya koy­maktadır.[440]

II- Çocuklar Arasında Spor Yarışmaları Düzenlemek


Spor yarışmaları düzenlemek, çocuğun bedensel yapısının oluşturulmasında ve geliştirilmesinde oldukça etkili bir yoldur. Bu yol, çocuğun kendi fizik yapısına, oyun ve spora gereken ihtimamı göstermesine destek verir. Peygamber (s.a.v.) amcası Abbas oğullarının çocukları arasında koşu yarışı düzenlemiş ve yarışı kazanan çocuğa kucağını açmıştı.
Abdullah b. Hârîs (r.a.) anlatıyor: Rasûlüllah (s.a.v.) Abbas'tn çocukları Abdullah'ı, Ubeydullah'ı ve Kesîr'i yanyana getirir ve şöyle derdi: "Kim önce koşup bana gelirse ona şu kadar ödül var!" Çocuklar da koşarak gelirler; kimi Rasûlüllah'ın (s.a.v.) sırtına, kimi göğsüne çıkmaya çalışırdı. O da onları öper ve kucaklardı."[441]
Görüldüğü üzere Rasulullah (s.a.v.), aralarında bir kıskançlık ol­masın diye yarışmaya katılan çocukların hepsine sevgi ve alâka gösteriyor, onları mükafatlandırıyordu.[442]

III- Yetişkinlerin Çocuklarla Birlikte Oyun Oynaması:


İslam ümmetinin önderi olan Rasûlüllah'ın (s.a.v.), çocuklarla bir­likte oyun oynadığını gösteren birkaç hadis sunmak istiyoruz. Tabiî Hz. Peygamber'in (s.a.v.), ana babaları ve yetişkinleri eğitmek, onların da kendisine uyarak çocuklarıyla beraber oynamalarım sağlamak için bunu yaptığını biliyoruz.
Konuyla ilgili rivayetler şunlardır:
a) Ebû Eyyûb Ensâri anlatıyor: Rasûlüllah'ın (s.a.v.) yanına girmistim. Hasan ile Hüseyin Hz. Peygamber'in (s.a.v.) önünde ya da kucağında oynuyorlardı. Ben:
“Onları seviyor musun ya Rasûlallah? dedim. Bunun üzerine O:
“Nasıl sevmem onları? Onlar benim dünya fesleğenlerimdir; on­ları koklarım, buyurdu.[443]
b)  Ömer b. Hattab diyor ki: Hasan ile Hüseyin'i Peygamber'in (s.a.v.) iki omuzunda gördüm. Ben:
“Altınızdaki at ne güzel! dedim. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.):
“Ne güzel atlıdır onlar! buyurdu.[444]
c) Berâ b. Âzib anlatıyor: Rasûîüllah (s.a.v.) namaz kılarken Ha­san ile Hüseyin veya onlardan birisi gelir sırtına binerdi. Peygamber (s.a.v.) başını (secdeden) kaldırdığında eliyle onu tutardı. (Namazı ta­mamladıktan sonra):
“Ne güzel binittir sizin binitiniz! buyururdu.[445]
d)  Câbir (r.a.) anlatıyor: Rasûlüllah'm (s.a.v.) yanına girmiştim. Hasan ile Hüseyin sırtına binmiş elleri ve dizleri üzerinde yürüyor ve şöyle diyordu: "Ne güzel devedir sizin deveniz. Ne güzel yüklersiniz siz!"[446]
e) Hz. Aişe diyor ki: Habeşliler mescidde oynuyorlardı. Rasûlüllah (s.a.v.) bana perde oldu da onların oyunlarına bakıp seyrediyordum. Böylece seyretmeye devam ettim. Nihayet bakmaktan ayrılan ben ol­dum. Oyun ve eğlenceye düşkün genç yaştaki bir kızın bunu ne ölçüde arzu edeceğini artık siz takdir edin![447]
Bu rivayetlerde Hz. Peygamber'in (s.a.v.), torunları Hasan ile Hüseyin başta olmak üzere çocuklarla çeşitli oyunlar oynadığı görülmektedir. Böyle yapmakla Rasûlüllah (s.a.v.) oyunun çeşitliliği düşüncesini göstermiş oluyordu. Ayrıca Rasûlüllah'ın (s.a.v.), daha canlı ve istekli oynamaları için oyuna katılan çocukları övdüğü, takdir ve te­brik ettiği de görülmektedir. Böylelikle onlar, bıkmadan ve usanmadan severek oyunu sürdürecekler, aynı anda hem bedenî hem de ruhî gıdalarını almış olacaklardır.[448]

IV- Çocukların Çocuklarla Birlikte Oynaması


Çeşitli işler sebebiyle çoğu zaman ana baba meşguldür. Böyle bir durumda onlar, çocuğun, kardeşleriyle veya komşu, mahalle ve yakınlarının çocuklarıyla oynamasına izin verir. Ana baba, kaba sözlü ve kötü ahlâklı olmamaları için çocuğunun terbiyeli ve güzel ahlâk sahi­bi çocuklarla oyun oynamasını tercih eder.
Rasûlüllah (s.a.v.) muhtelif yerlerde çocukların oyun oynadığını görmüş ve onları yadırgamamıştır.
Câbir (r.a.) anlatıyor: Rasûlüllah (s.a.v.) ile beraberdik. Derken bir yemeğe davet edildik. Giderken Hüseyin'in çocuklarla birlikte yolda oy­nadığım gördük. Peygamber (s.a.v.) hemen insanların önüne geçti. Son­ra (Hüseyin'i kucaklamak için) kollarını açtı. Çocuk ise yakalanmamak için şuraya buraya kaçmaya başladı. O esnada Rasûlüllah (s.a.v.) çocukla gülüşüyordu. Nihayet onu yakaladı ve bir elini çocuğun çenesinin altına diğer elini de ensesine koydu. Çocuğa sarılarak öptü ve şöyle dedi: "Hüseyin bendendir, ben de ondanım. Kim onu severse Allah da onu sevsin. Hasan ile Hüseyin torunlardan iki torun­dur."[449]
Bizzat Peygamber de (s.a.v.) çocukluk yıllarında çocuklarla oyun oynamıştı. O esnada Cebrail gelmiş, O'nu tutarak göğsünü açmıştı.[450]
Uhud savaşından az önce Peygamber (s.a.v.) iki çocuğun güreşine şahit olmuştu. Peygamber (s.a.v.) onlardan birini savaşa kabul etmiş diğerini kabul etmemişti. Kabul edilmeyen çocuk bu karara itiraz ede­rek "Yâ Rasûlallah! Onu nasıl kabul ediyorsun? Şayet ben onunla güreşecek olsam onu yıkarım!" Derken Peygamber'in (s.a.v.) önünde güreş tuttular ve dediği gibi onu yendi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) ikisini birlikte savaşa kabul etti.
Kız çocuklarının oyunu ise oğlan çocuklarının oyunlarından fa­rklıdır, İslam alimleri şu hadise dayanarak kız çocuklarının mücessem, yani üç buutlu oyuncaklarla oynamalarını caiz görmüştür.
Hz. Aişe anlatıyor: Rasûlüllah (s.a.v.) Tebuk veya Hayber gazvesinden dönmüştü. Aişe'nin sofasında bir perde- vardı. Rüzgâr esince, perdenin bir tarafını oyuncak kız bebekleri görünecek şekilde açtı. Bu­nun üzerine Rasûlüllah (s.a.v.):
“Ey Aişe! Bu nedir? dedi. Aişe:
-“Bunlar benim kizlarımdır, dedi. Peygamber (s.a.v.) onlar arasında bezden yapılmış iki kanatlı bir at gördü ve:
“Oyuncakların ortasında gördüğüm şu nedir? dedi. Aişe:
“O attır,, dedi. Rasûlüllah (s.a.v.):
“Onun üzerindeki nedir? dedi. Aişe:
“İki kanattır, dedi. Rasûlüllah (s.a.v.):
“İki kanatlı at, öyle mi? Aişe:
“Süleyman peygamberin kanatlı atının olduğunu işitmedin mi? dedi.
Aişe diyor ki: "Rasûlüllah (s.a.v.) öyle güldü ki, azı dişlerini bile gördüm."
Yine Hz. Aişe diyor ki: Ben Rasûlüllah'ın (s.a.v.) yanında oyuncak bebeklerle oynardım. Arkadaşlarım bana gelirler fakat Rasûlüllah'tan (s.a.v.) utanarak saklanırlardı. Rasûlüllah (s.a.v.) onları bana gönderir, benimle beraber oynarlardı.[451]
Çocukların oyunu konusunda dikkat edilmesi gereken iki noktayı hatırlatmak istiyoruz:
Bir canlıyı hedef edinmek kesinlikle yasak bir oyundur.
Saîd b. Cübeyr anlatıyor: İbn Ömer Kureyş'ten birkaç gence uğramıştı. Bunlar bir kuşu (veya tavuğu) hedef dikmişler ona ok atıyorlardı. Hedefe isabet etmeyen her oku kuşun (veya tavuğun) sahi­bine veriyorlardı. îbn Ömer'i görünce hemen dağıldılar. Bunun üzerine Ibn Ömer:
“Bunu kim yaptı? Bunu yapana Allah lanet etsin. Rasûlüllah (s.a.v.): "İçinde can olan bir şeyi hedef edinen kimseye lanet etmiştir" dedi.[452]
İkinci nokta ise, akşamdan az önce çocuklar oyunu bitirerek eve girmelidir. O vakitte sokak ve caddelerde şeytanların dağıldığını haber veren hadisler bulunmaktadır. Emrin Rasûlüllah'tan (s.a.v.) geldiğini bilmeleri için çocuklar bu hadisleri ezberlemelidir.
Cabir'den (r.a.) rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Gece karanlığı bastığı zaman çocuklarınızın dışarı çıkmalarına engel olun. Çünkü şeytanlar o zaman dağılır. Gece­nin bir bölümü (akşamla yatsı arası) geçtiğinde onları bırakın!"[453]
Yine Cabir'den (r.a.) rivayet edildiğine göre Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Gecenin ilk saatleri geçinceye kadar çocuklarınızı dışarı çıkmaktan men edin! Çünkü o vakitte şeytanlar dağılır."[454]

V- Çocuklar Îçîn Sporun Faydaları


Ergenlik çağına erişenler için oyun boşuna geçirilen bir zaman ol­masına rağmen, çocuklar için çok önemli ve yerinde bir hareket sayılmalıdır. Oyuna dalan bir çocuk, fiziksel yapısıyla birlikte düşünme ve muhakeme yeteneğini geliştirir, problemlerin çözümünde, ferdî ve iç­timaî görevlerde belli bir olgunluk ve pratiklik kazandırır. Ailenin ve sosyal çevrenin büyük rol oynadığı okul öncesi dönem, çocuğun ruh ve zeka gelişimi için gerçekten çok önemlidir. Bu dönemde çocuğun içinde bulunduğu oyun ortamı, onun ideal olgunluk derecesine ulaşmasına ze­min hazırlar. Tecrübe ve birikimini arttırarak gelecek için olgun ve şahsiyetli bir yapı kazanmasını sağlar. Bu yüzden oyun bir zaman kaybı/israfi şeklinde değil, çocuğun gelişimi için kaçınılmaz bir esas ola­rak değerlendirilmelidir. Çocuklarını evde veya komşu çocuklarıyla be­raber oyun oynamaktan mahrum eden ana babalar, onlan, sadece gelişebilmeleri için şart olan temel ihtiyaçlarından mahrum etmiş ol­maktadırlar!
Netice itibariyle oyunun faydalarını maddeler halinde şu şekilde sıralamak mümkündür.
1- Fiziksel boyut: Canlı ve hareketli bir oyun, kas ve pazulann gelişimi için zarurettir.
2- Pedagojik boyut:  Oyun,  çocuğun birçok  araç  ve  gereci öğrenmesine yol açar. Oyun esnasında çocuk çeşitli şekiller, renkler, ha­cimler ve giysiler tanır. Diğer kaynaklardan elde edemediği birçok bil­giyi çok defa o sırada görerek öğrenir.
3- Sosyal boyut: Oyun esnasında çocuk, diğer çocuklarla nasıl sos­yal ilişkiler kuracağını, yardımlaşma ve dayanışma esaslarını ve yetişkinlerle nasıl hareket edeceğini öğrenir.
4- Ahlâkî boyut: Oyun esnasında çocuk, ilk aşamada doğru ve yanlış kavramlarını, adalet, doğruluk, dürüstlük, emanet ve centilmen­lik gibi temel değerleri öğrenir.
5- Üretici boyut: Oyun vasıtasıyla çocuk, üretici gücünü ortaya koyabilir ve aldığı fikirleri deneyebilir.
6- Kişisel boyut: Oyun esnasında çocuk kendisiyle ilgili birçok şeyi keşfedebilir. Arkadaşlarıyla olan münasebetlerinde kendisinin güç ve yeteneğim tanır, kendisini onlarla karşılaştırır. Ayrıca problemlerini ve bunların üstesinden nasıl gelebileceğini öğrenir.
7- Tedavi boyutu: Oyun vasıtasıyla çocuk, çeşitli baskılar sonucu doğan stres ve gerilimi üzerinden atar. Bu yüzden birtakım baskı ve yaptırımların fazlasıyla uygulandığı evlerden gelen çocuklar, diğer çocuklara nisbetle daha çok oynarlar. Ayrıca oyun, kin ve düşmanlığı bertaraf etmek için en güzel yoldur.[455]

VII. İlmî Ve Fikrî Yapı


"Çocuklarınıza ilim talep etmelerini emrediniz."[456]
Hz.Ali

Giriş:


Tarihte İslâm dini gibi mensuplarının eğitim ve öğretimine düşkün bir din yoktur. Ayrıca dünyada İslâm düşünce sistemi gibi öğrencilerinin eğitim ve öğretimi konusunda titizlik gösteren bir ideoloji de bulunmamaktadır. Bu nokta İslâm düşmanları tarafından da doğrulanmıştır. Cambridge Üniversitesi Islâmî Araştırmalar profesörü Dr. Arthur J. Arberry diyor ki: "İslâm'ın insanlık alemi üzerinde takdir ve şükranla anılmaya değer birçok izleri bulunmaktadır. Elimizdeki birçok kaynak, sanat, teknik, edebiyat, bilim ve siyasetin yükseltilmesinde müslümanların katkısını ortaya koymaktadır. Gerçek odur ki, eğer müslümanlar, tarih boyunca kendilerini diğer milletlerden ayıran öğrenim ve Öğretime düşkün olmasalardı, sözkonusu yüksek ilmî hedefleri gerçekleştirmede başanlı olamazlardı. Erkek ve kadınlarıyla onlar, Rasûlüllah'ın (s.a.v.) "Çin'de de olsa ilim talep edin"[457] davetine icabet etmişlerdir."[458]
İlmî ve fikrî yapının oluşturulmasında, çocuklarına sağlam bir al­tyapı kazan dırabilmeleri için ana babanın takip etmesi gereken temel esasları açıklamak gerekir. Çünkü bu yapı, çocuğun oluşum ve gelişimini sağlayan en Önemli faktör sayılır. Zira bunun temelinde "akıl" unsuru vardır. Akıl, zihniyet ve anlayış sağlıklı olursa artık bu, ana baba için bahtiyarlık olur. Aksi bir durumda ise aha baba, kendile­rine savaş açan, din, örf ve kültürüne yabancı olan, buna bağlı olarak da -Allah korusun- Cehennem ile karşılaşacak olan düşman bir nesil dünyaya getirmiş olurlar.
Kanaatimiz odur ki, ele alacağımız ilmî yapıya ilişkin bu esaslar, ilim, öğrenim ve ulema sevgisi konusunda ruhî yönden çocuğu tedâvî edecek ve ona moral kazandıracaktır. Ayrıca eğitim için başarılı ve iyi bir hocanın seçilmesinde ana babanın rolünün ne kadar büyük olduğu da anlaşılacaktır. Çünkü hoca, çocuğun akıl ve kalbinin aynasıdır. Ho­canın güzel gördüğünü çocuk da güzel karşılar. Bundan dolayı, ana ba­banın ciddi olarak ihtiyaç duyduğu sözkonusu esasları bilmek gerek­mektedir. Sırasıyla bu esaslar şunlardır:[459]

I- Çocuğa İlim Sevgisini Ve Âdabını Kazandırmak:


Peygamber (s.a.v.), ilim talebi ve tahsili için çocukluk döneminin değerlendirilmesi hakkında temel bir kaide ortaya koymuştur. Her nes­lin bir sonraki nesle intikal ettirdiği bu kaide, çocuklarını ilim talebi ve sevgisine teşvik etmeleri için velilerin himmet ve gayretlerini artıran önemli bir âmil olmuştur. Çünkü :
"İlim talebi her müslümana farzdır."[460] Bu hususta küçük-btiyük, erkek-kadın, oğlan-kız arasında bir fark yoktur, ilim öğrenmek, kulun Allah'a yaklaştığı en faziletli ibadettir. Bundan dolayı da çocukluk dönemi, ilmî ve fikrî yapının oluşturulmasında en verimli dönem olmuştur.
Konuyla alâkalı Ebu'd-Derdâ'nm Rasûlüllah'tan (s.a.v.) rivayet ettiği hadis şudur: "Küçüklüğünde ilim öğrenen kimsenin durumu, taş üzerine nakşetmeye benzer. Büyüklüğünde ilim öğrenen kimsenin durumu da, su üzerine yazı yazan kimseye benzer."[461]
İbn Âbidin bu hadisi bahis mevzuu ettikten sonra, şair Niftûye'nin kendi için söylediği şu şiiri nakleder:
Yetişkinlikte öğrendiklerimi unuttuğumu gördüm. Küçüklükte bellediklerimi ise unutmadım.
İlim, çocuklukta öğrenmekle olur. Hilim iae yetişkinlikte olur.
Yaşlılıktan sonra ilim zorlanmaktır. Kalp, kulak ve göz zayıfladığı zaman.
Çocuklukta açsa kalbi muallim,
Görür orada "taşa nakşetmek gibidir ilim."[462]
Sehâvî[463] bu mânayı destekler nitelikte şu hadisleri zikreder:
Ebû Hüreyre (r.a.), Peygamber'den (s.a.v.) şu hadisi rivayet etmek­tedir: "Kim gençliğinde Kur'an'ı öğrenirse, Kur'an onun etine ve kanına karışır. Kim de yaşlılık döneminde öğrenir de, Kur'an ondan (unutulup) kurtulmasına rağmen, o kimse (okuyarak) onu terketmezse, ona da iki sevap vardır."[464]
İbn Abbâs da şöyle demektedir: "Bulûğ çağına gelmeden önce Kur"an'ı okuyan kimseye henüz çocukken hikmetler verilmiştir."
Sahabe, tâbiûn ve hadis alimleri, çocukların Kur'an öğrenmesinin, onların ilmî gelişiminde büyük etkisinin bulunduğunu, hafızalarını daha sağlam ve daha kuvvetli duruma getirdiğini ifade etmişlerdir.
Hatib el-Bağdâdî,[465] bazı selef âlimlerinin hayatını ve onların çocuklarına gösterdikleri ihtimamı sözkonusu etmiş bulunmaktadır. Bunlardan el-Hasan diyor ki: "Bize çocuk ve gençlerinizi gönderin. Çünkü onların akıl, zekâ ve hafızası daha müsaittir; duyduklarını daha iyi ezberlerler."
Said el-Asbahî de şöyle der: Geceleyin Abdullah b. Mübarek'in ilim meclisine giderdim. Yanımda akranım da olurdu. Herkesten önce oraya ben varırdım. Abdullah b. Mübarek yaşlılarla beraber gelirdi. Ona:
“Şu çocuklar gerçekten bizi geçti, denilince O:
“Bunlar bana sizden daha çok ümit veriyor. Sizler ne kadar yaşayacaksınız? Ama umarım Allah bunları olgunluk merhalesine ulaştırır. Said diyor ki: "Benden başka onlardan hiçbir kimse kalmadı."
el-A'meş şöyle derr'lsmail b. Racâ'mn okul çocuklarına geldiğini ve hadisinin unutulmaması için onlara rivayette bulunduğunu gördüm."
Yahya b. Humeyd et-Tavîl anlatıyor: Hammâd b. Seleme'ye git­miştik. Önünde çocuklar vardı, onlara hadis rivayet ediyordu. Hemen biz de yanına oturduk. Nihayet işini bitirince biz ona:  ,
“Ey Ebû Seleme! Biz senin ahalin içinde yaşlı olanlarız. Biz sana geldik, oysa sen bizi bıraktın ve şu çocuklara yöneldin, dedik. Bunun üzerinde o:
“Rüyamda kendimi bir nehrin kenarında kovayla su alıp şu çocuklara verirken gördüm, dedi.
Yahya b. Yeman da, kendisine henüz bıyığı terleyen bir çocuk gel­diğinde onun, A'raf ve Yusuf surelerinin başından yetmişer ayet oku­masını isterdi. Eğer okuyabilirse ona hadis rivayet eder, değilse rivayet etmezdi.[466]
Hasan b. Ali çocuklarına ve yeğenlerine şu tavsiyede bulunurdu: "Öğrenin! Bugün siz halkın küçüklerisiniz ama yarının büyükleri ola­caksınız, içinizden ezber yapmayanlar yazsın!"[467]
Atâ b. Ebî Eabâh da çocuklara şöyle derdi: 'Yazın! Güzel yazamay­an ve beceremeyenler için biz yazarız. Yanında defteri-kalemi olmayan­lara biz veririz."[468]
Bedîuzzamân el-Hemedânî bir yeğenine yazdığı ilim tahsili konu­sunda ciddiyete teşvik eden mektubunda şunları söylüyordu: "Ben olduğum sürece sen benim çocuğumsun, ilim senin işindir, okul me­kânındır, defter ve kalem dostlarındır. Bu imkanı değerlendirmezsen, artık gerisini sen düşün, ben senin dayın değilim vesselam!"[469]
Lokman oğluna:
“Yavrucuğum! Elde ettiğin hikmet nedir? dedi. Oğlu:
“Beni ilgilendirmeyen (mâlâyâni) şeylere aldırış etmem, cevabını verdi. Lokman:
“Yavrucuğum! Bir başka şey daha var: Âlimlerin ilim ve sohbet meclislerinde bulun, onların dizinin dibinden ayrılma! Çünkü Allah sağanak yağmurla ölü ve kuru araziyi dirilttiği gibi, hikmet nuruyla da ölü kalbi diriltir. Yavrucuğum, üç şey için ilim öğrenme ve yine üç şey için onu terketme! Tartışmak, övünmek ve gösteriş yapmak için ilim öğrenme! Küçümseyip rağbet etmemek, insanlardan utanmak ve bilgi­sizliğe nza göstermekten dolayı da ilmi terketme! Yavrucuğum, alim­lerle cedel ve münakaşaya girme! Çünkü bu onların hoşuna gitmez ve bundan dolayı seni terkederler. Bilgisiz ve avanak olanlarla da tartışma! Çünkü onlar sana cahilce davranırlar, çirkin ve kaba konuşarak seni üzerler. Fakat ilimde senden üstün olanlara ve senden aşağıda olanlara sabır ve metanet göster. Alimlere sabreden, onların yanından ayrılmayan, nezaket ve yumuşaklıkla onların bilgilerinden is­tifade edenler ancak onların kervanına katılabilir. Yavrucuğum! Şüphesiz ilim ve hikmet, miskin ve gariplerin hükümdarların meclisle­rinde oturmalarına zemin hazırlamıştır."[470]
Yahya b. Hâlid oğluna: "İlmin her çeşidini al! Çünkü kişi bilmediği şeyin düşmanıdır. Ben senin herhangi bir ilmin düşmanı olmanı iste­miyorum" dedi ve şu şiiri okudu:
Al muhtelif ilim ve disiplinden payın Üstün olur her disiplinde bilgisi olan
Bilmediğinin olursun düşmanı sen Bildiğinle olursun sürekli barışık/dost sen.
Abdulmelik b. Mervân da ilim öğrenmeyi hayat için bir saadet kaynağı olarak görmüş ve çocuklarına bu ruhu devamlı telkin etmiştir.
Tarih boyunca tüm ilim, fikir ve davet adamları, küçük yaştan iti­baren çocukların ilim ve irfanla mücehhez olmaları için üstün gayret sarf etmişlerdir. Ahmed Şevki'nin ifade ettiği gibi, hiç önemsenmeyen hatta toplum tarafından sevilmeyen yaramaz bir çocuk, zaman gelir büyük işler başarır ve içinde büyüdüğü toplumun medar-ı iftiharı olur. Bu yüzden her çocuğu ilme teşvik etmek gerekir, ilim sevgisinin aşılanması durumunda, ana babanın baskı ve ısrarı olmadan çocuk ken­diliğinden ilim tahsiline koşar, bu uğurda uykusuzluğa sıkıntı ve zor­luklara severek katlanır.[471]

II- Çocuğun Bir Miktar Kur'an Ve Sünnet Ezberlemesi


Çocuğun itikâdi yapısını işlerken temas ettiğimiz gibi, akıl ve düşünce açısından onun olgunlaştırılmasında Kur'an ve Sünnet'in önemi tartışılmaz. Kur'an ve Sünnet, bütün ilimlerin kaynağıdır; akıl ve zekayı aydınlatır, onlara kuvvet kazandırır. Bundan dolayı en. azından çocuk, Kur'an-ı Kerim'den Amme cüzünü, sünnetten de kırk hadis ezberlemelidir. Bu kitabın sonuna çocuk için gerekli pedagojik kırk hadis koymuş bulunuyoruz.
Sahabe ve selef-i salihinin çocuklara ilk telkin ettikleri ve öğrettikleri şey Kur'an ve sünnet idi. Çünkü bunlar, çocuğun ilmî şahsiyetini oluşturan temel taşlardır. Bundan dolayı da "Siyaset" adlı kitabında İbn Sînâ der ki: "Çocuk öğrenim için müsait duruma geldiği zaman, önce ona Kur'an öğretilir ve dinin temel esasları anlatılır.
Çocukların hadis ezberine ne derece önem verdiklerini gösteren bir örnek vermek istiyoruz:
Buhârî anlatıyor: Henüz ilk mektepte iken aklıma hadis ezberi geldi. O sırada yaşımı sorana, on veya ona bastığımı söylerdim. Sonra mektepten çıktım. Dahilî ve diğer alimlere gelip gitmeye başladım. Birgün o, insanlara "Süfyan Ebu'z-Zübeyr'den, o da ibrahim'den..." diye­rek bir rivayette bulundu. Bunun üzerine ben "Ebu'z-Zübeyr, ibrahim'den rivayet etmemiştir" deyince beni kovdu. Ben ona "Eğer var­sa git aslına bak!" dedim. O da derhal gidip baktı. Sonra döndü ve "O nasıldır, yavrum?" dedi. Ben de onun ez-Zübeyr, bu ez-Zübeyr'in de Ibn Adiyy olduğunu ve ibrahim'den rivayette bulunduğunu söyledim. Bu­nun üzerine o eline kalemi aldı, defterindeki yazısını düzeltti ve "Doğru söyledin" dedi. Buhârî o esnada onbir yaşında idi. Onaltı yaşına gir­diğinde Îbnu'l-Mübarek ile Vekî'in hadis kitabını ezberledi. Bundan iki yıl sonra Kadâya's-Sahâbe ve't-Tâbiîn adlı kitabım, daha sonra da Me­dine'de Rasûlüllah'ın (s.a.v.) kabri yanında "Tarih"i yazdı.
Hâşid b. tsmaü diyor ki: Buhârî, henüz bir çocukken bizimle bir­likte Basra'nın hocalarına gider gelirdi ama duyduklarım yazıya geçirmezdi. Bu şekilde onaltı gün geçtikten sonra nihayet biz onu kınadık ve bu davranışını tenkide tabi tuttuk. Bunun üzerine o şöyle dedi: Siz benim dedikodumu yaptınız ve yazmamı isteyip durdunuz. Haydi yazdıklarınızı bana bir gösterin bakalım! Biz de onları çıkardık. Bunlar onbeşbin hadisin üzerindeydi. Buhârî onlann hepsini ezbere okudu. Nihayet biz, artık yazdıklarımızın onun hafızasında olduğuna hükmettik.[472]

III- Eğitim İçin İyi Bir Hoca Ve İyi Bir Okul Seçilmesi:


İlk müslüman nesiller, çocuklarına kaliteli bir eğitim verebilmek için iyi bir okulun seçimi konusunda üstün bir gayret gösteriyorlardı. Çünkü okul, çocuğun akıl ve ruh dünyasını yansıtan ayna ve onun be­slendiği kaynak durumundadır. Çocuğun ahlâkî yapısını işlerken de ifade ettiğimiz gibi sahabe ve tabiun neslinin, çocuklarının ilimden önce edep almalarım öğütlemeleri, bu hususta onların gösterdikleri ihti­mamı ortaya koymaktadır. Onlar iyi bir hocaya ulaşmak için yolculuk yapmak zorunda kaldıklarında, herhangi bir sıkıntı duymadan, gönül rahatlığıyla ve severek bunu yaparlardı. Bilinen bir husustur ki, yolcu­luğun ana babaya yüklediği birtakım maddi külfetleri vardır. Fakat sağlıklı bir şekilde çocuğa ilmi yapı kazandırabilmek için onlar buna ko­laylıkla katlanabiliyorlardı. Bundan dolayı "Siyaset" adlı kitabında Ibn Sina şöyle der: "Çocuğun hocasının akıllı, mütedeyyin, pedagojik for­masyonu iyi, öfke ve hafiflikten uzak, vakur ve ağırbaşlı, hareket ve davranışları mutedil ve külfetsiz, nazik ve zarif, mürüvvet ve nezaket sahibi tatlı bir şahsiyet olması gerekir." Tarih boyunca, müslüman idar­eciler de kendi çocuklarının eğitimi için iyi bir hoca bulma konusunda gerekeni yapmışlardır.
Ebû Davud'un hizmetçisi Ebu Bekir b. Câbir anlatıyor: Bağdat'ta idim. Akşam namazını kıldıktan sonra kapı çalınarak açıldı. Baktım ki bir hizmetçi, halife Ebu Ahmed el Muvaffak'ın izin istediğini söylüyor. Derhal Ebu Davud'un yanına girdim ve durumu bildirdim. O da izin verdi halife içeri girdi ve oturdu. Sonra Ebû Dâvûd ona yönelerek;
“Böyle bir vakitte şeref vermenizin sebebi nedir? dedi. Halife:
“Üç husus, dedi. Ebû Dâvûd:
“Nedir onlar? dedi. Halife:
“Basra'ya gideceksin. Muhtelif bölgelerden talebelerin gelip sen­den ilim almaları için orayı vatan edineceksin, dedi. Ebû Dâvûd:
“Bu bir. ikincisini söyle, dedi. Halife:
“Çocuklarıma "Sünen" kitabını rivayet edeceksin, dedi. Ebû Dâvûd:
“Peki tamam. Üçüncüsünü söyle, dedi. Halife:
“Onlar için ayrı ve özel olarak rivayette bulunacaksın. Çünkü halifelerin çocukları Öyle herkesle oturup kalkmazlar, dedi. Bunun üzerine Ebû Dâvûd:
İşte bu isteğini yerine getirecek durumda değilim. Çünkü eşrafıyla, zayıfıyla insanların hepsi ilimde eşittir, dedi. Olayı anlatan ravi diyor ki: Artık ondan sonra halifenin çocukları gelip otururlardı. Ancak onlarla diğer gelen insanlar arasında bir perde çekilirdi. Böylece onlar herkesle birlikte hadis dinlerlerdi.[473]
Rivayete göre Utbe b. Ebî Süfyan oğlunun hocasına şöyle demiştir: Ey Abdussamed! Önce kendini düzeltmekle işe başlamalısın. Çünkü çocukların gözleri senden ayrılmaz. Senin güzel gördüklerin onların nezdinde güzeldir. Çirkin gördüklerin de onların nezdinde çirkindir. Al­lah'ın kitabını onlara öğret. Yalnız öğretirken ne onları bıktıracak şekilde zorla ne de büsbütün Kur'an'ı ihmal edecek kadar onları başıboş bırak. Onlara güzel şiirleri, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) hadislerini ve büyüklerin hikmetli sözlerini oku. Birini mükemmel duruma getirmed­en ve onların anlamalarına tam olarak firsat vermeden başka bir ilme geçme. Çünkü aynı anda, yoğun bir şekilde kulağa değişik bilgilerin gelmesi, sağlıklı olarak onların anlaşılmasında güçlük ve kargaşa mey­dana getirir. Benimle onları tehdit et ve benim yokluğumda gerekirce onları cezalandır. Onlara hastalığı teşhis ettikten sonra ilacını ver^n şefkatli ve yumuşak bir doktor gibi davran. Onlara dinine düşkün yöneticilerin biyografilerinden ve hayat tarzlarından bahset. Kadınlarla konuşmaktan onları sakındır. Terbiye için onları bana havale etme, bfen onları sana emanet ettim. Onların daha iyi durumda olmaları için senin istek ve temennilerine -inşaallah- hazırım."[474]
Mâverdî, şu sözleriyle hoca seçiminin önem ve lüzumunu vurgula­maktadır: 'Yavrusu için hoca ve terbiyeci seçiminde baba, ana veya stit ana seçiminde gösterdiği gayret ve hassasiyeti hatta daha fazlasını göstermek zorundadır. Çünkü çocuk ahlak, âdap ve birtakım alışkanlıkları baba ve anasından ziyade hocasından alır. Zira eğitim maksadıyla çocuk, öğretmeniyle birlikte daha uzun süre olmakta, onun emir ve tavsiyelerine uymakla yükümlü tutulmaktadır. Böyle olunca, hoca öğrencisine sadece Kur'an okutmakla, şiir ve lügat ezberletmekle kalmamalı, onun iffet ve takva sahibi, mütedeyyin, olgun, yüksek ahlak sahibi olmasına, inanç ve amelle ilgili lüzumlu bilgileri öğrenmesin^ özen göstermelidir. Sırasıyla bu saydıklarımızın tamamım yapamamamı durumunda, Allah korkusu, dine bağlılık şuuru ve gerekli amelî-fıkhî meseleleri vermek kaçınılmazdır."[475]
Üzülerek söylemeliyiz ki, bugün günümüz dünyasında Islara düşmanları kin kusan haçlı saldırılarını sürdürmekte ve müslüman çocuğu bozmak için alçak inkar sancağım yükseklerde tutmaktadırlar. Bundan dolayı onlar çocuk eğitimi için dînî hayattan uzak ve inançsız öğretmeni tercih etmekte ve çocuğu Allah'ın yolundan uzaklaştırıcak çağdaş/modern okul hazırlamaktadırlar. Tabii ki bu gelişmeler müslümanlann gaflet ve bilgisizlikleri yüzünden olmaktadır. Bizim bu . tesbitimiz, rastgele söylenmiş ölçüsüz bir söz değil, bugün yaşadığımız bir realitedir, imansız müsteşriklerin ve hınstiyan misyonerlerin ıür^f ve açıklamaları, konu hakkında açık bir belge durumundadır. Onların şu planına bir bakınız! 1952'de ölen papaz Samuel Zewemer "Mehdü 1-Islâm" adlı kitabında, müslüman çocuklara kurduğu tuzağı Şöyle açıklıyor: "Batı tarzı bir ahlâk eğitimi ve okul öğretimi, henüz ergenlik çağına girmemiş tüm çocuklarda olumlu ve yararlı sonuçlar ortaya koy­maktadır. Bir defa ben müsîüman öğrencileri toplayarak önlerine yerküreyi temsil etmek üzere bir top koydum. Sonra onun üzerinde kuv­vetli bir ışık çevirdim. Bu gösteriyle ben onları, Ramazan ayındaki oruç emrinin Allah katından gelmediğini, çünkü bazı ülkelerde bu farzın ye­rine getirilemeyeceği konusunda ikna ettim."[476]
Kinini tutup fırsat gözeten bu alçak ve suçlu adam -ki gerçekten çocuklarını bu tip öğretmenlere gönderen veliler daha suçludur bunun­la da yetinmemiş, 1935 yılında Kudüs'te, İslâm ülkelerinde görev yapan bütün misyonerler için bir sempozyum düzenledi. Burada onların İslâm ülkelerinde islâm inancı karşısında karşılaştıkları sıkıntı ve problemle­ri dinledikten sonra, müslüman çocuğun akıl ve fikrini bozma nok­tasında şu sözleri sarfederek hedeflerini açıkladı: "Müslümanların diy­arında siz, Allah'a kulluğu bilmeyen ve bilmek de istemeyen bir nesil hazırladınız. Müslümam islâm'dan kopardınız ama onu hnstiyanlığa sokamadınız. Netice olarak emperyalizmin istediği şekilde; rahatlık ve tembelliği seven, bela ve musibetlere hiç aldırış etmeyen müslüman bir kuşak geldi. Artık bu kuşağın dünyadaki arzu ve hedefi sadece şehvettir; öğrenimi şehvet içindir, mal, eşya ve para biriktirmesi şehvet içindir, idealindeki makam ve statü şehvet içindir. Ayrıca o, şehvetlere ulaşmak için elinden gelen herşeyi yapacaktır."[477]
Kahire, Arap Dil Kurumu üyesi -ki bu, cahil ve gafil İslâm ülkelerinin anlaşılmaz ilginç tutumlanndandır- kindar müsteşrik Gibb "İslâm Nereye Yürüyor" (îlâ Eyne Yesîru el-Islâm) adlı kitabın önsözünde şöyle diyor: "Çağdaş okullar ve basın yoluyla yapılan eğitim ve kültür faaliyetleri, hiç farkına varmadan müslümanlar arasında bir tesir icra edebilmiş ve hayatlarının genelinde dinden hayli uzak­laşmalarına sebep olmuştur. Kuşkusuz bu, İslâm dünyasıni kendi med­eniyetine yaklaştırabilmek için çaba harcayan Batının bıraktığı her girişimde, ilerde ürününü verecek çekirdek bir yapı demektir. Gerçekte İslâmiyet, güç ve önemini biraz kaybetmiş olsa bile bir akidedir. Aynı zamanda o, sosyal hayata hakim bir otorite olması gerekirken, bugün fonksiyonunu yitirmiştir."[478]
Rahmetli eski Şeyhu'l-Ezher Muhammed Hıdır "Misyoner okul­larındaki müslüman çocukları" başlığım taşıyan yazısında bu problemi ele almakta ve islâm toplumunu uyarmaktadır. Söz konusu yazıyı bura­da okuyuculara sunmak isityoruz. Umanz bunda aklı olan veya hazır bulunup kulak veren kimseler için bir öğüt vardır:
"Ailesine bağlı, din, toplum ve milletine faydalı olacak şekilde çocuğunu yetiştirme imkanı varken, böyle yapmayıp da o tertemiz yav­rusunu hiçbir ahit ve antlaşma tanımayan, çocuğa sürekli inkar ve sapıklığı empoze eden bir kadronun kucağına ativeren bir insan tipini düşünebiliyor musunuz? işte bu insan tipi, doğru yolda gitmesini sağlamak, içinde yaşadığı toplumun iman ve saadetine sevinen, inkar ve bedbahtlığına da üzülen bir üye durumuna getirmek üzere Allah'ın kendisine hediye ettiği çocuğu, islâm diniyle savaşmak ve Islâmi. değerleri katletmek için kurulan okullara -ki bunlar bizim toprak­larımızda "Misyonerlik Kurumları" (Cem'iyyâtü't-Tebşîr) adını alan okullardır- gönderen bilinçsiz bir müslümam sembolize etmektedir.
Yavrusunu bu tür okulların duvarları arasına atan bir babanın suç ve günahı, ekonomik endişelerle çocuklarını öldüren babaların suç ve günahlarından daha az değildir. Söz konusu okullarda öğretmen ka­drosunun, çocuklar ve dînî tanımama noktasında çocuklar mesabesinde olan insanlar üzerinde etki bırakması, onların, müslüman çocuklarına gayr-i İslâmî inançları aşıladıklarını, o inançları hayata geçirmeye sevkettiklerini ve İslâm şeriatına dil uzattıklarını gösteren önemli bir gösterge değil midir?
Çocuğunu misyoner yetiştiren okullara veren bir kimse sadece bir ferdi öldürmekle kalmayıp birçok insanı katletmekte ve dolayısıyla tüm ümmete karşı bir cinayet işlemektedir. Bunu biz abartarak söylemiyoruz. Bu tür okullarda eğitim gören çocuk bazen öğretmen ol­makta ve tıpkı papazlar gibi birçok müslüman evladının dînî ve milli duygularını tahrip etmektedir. Bu okulların mezunlarından olup da müslümanların yönetimini ellerinde bulunduranların gayr-i İslâmî kültürle yetişen yetkililere nisbetle daha kaba, daha düzenbaz ve İslâm'a karşı daha saygısız davrandıklarını zaman bize göstermiş bu­lunmaktadır.
Şüphesiz bu okullarda öğrenci bazı bilgiler elde etmektedir. Fakat kaybettiği dinî ve millî duygulara nisbetle bu bilgiler, kayda değer birşey değil aksine bunlar, kişileri büyüleyici özelliğe sahip kaprislerdir. Bu. kaprisler, adamın, tertemiz yavrusunun elinden tutarak onu dininin ve milletinin horlandığı bir iklime götürmesine yol açmaktadır. Bu at­mosfer içinde, çok geçmeden o saf ve temiz yavru değişmekte, kirli ve paslı duruma gelmektedir. Neticede de bu okulların birçok mezununda gördüğümüz ve duyduğumuz olumsuz gelişmeler meydana gelmektedir.
Şam'da bulunduğum günlerde şöyle bir olaya rastladım: Yüksek rütbeli bir subay, İslâmî Eğitim Okulu'nun sahibi olan hocaya çocuğunu getirmişti. Subay hocaya oğlunu bir yabancı okula kaydettirdiğini, ora­da çocuğun inancım bozduklarını ve nihayet çocuğun, kendisini ve anasını hırıstiyanlığa davet ettiğim anlattı. Sonra pişman ve üzüntülü bir vaziyette hoca efendiden çocuğun ruh ve kalbini tedavi etmesini, bel­ki arınabilir düşüncesiyle ona İslâm'ın güzelliklerim anlatmasını rica etti.
Geçen Ramazan ayında başına intikal eden papazın İslâm'a saldırısını ve ona gösterilen tepkileri okuyucular unutmamıştır. Adam söz konusu okulların birinde,  kendisinden ders  alan Müslüman çocuklarının dinine hiç saygı göstermeden İslâm'a dil uzatmıştı. Orada bulunan ve kalbinde biraz iman olan bir öğrenci, papazın İslâm düşmanlığına tahammül edememiş, tepki göstermek suretiyle onu zor durumda bırakmıştı. Bu olayda mü'minler için gerçekten ibretli dersler vardır. Biz bu tip misyonerleri ve onlann faaliyet gösterdikleri eğitim kurumlarını doğrusu pek yadırgamıyoruz. Onlar kendilerine sunulan planı uygulamakla görevlerini yerine getirmektedirler. Ancak biz çocuklarını, inaç, amel ve ahlâk bakımından yara almadan ve birtakım karanlıklara maruz kalmadan çıkamadıkları bir çevreye atan müslüman kardeşlerimizin durumunu yadırgıyor ve onları uyarmak is­tiyoruz. Şüphesiz öteki alemin azap ve karanlığı daha sürekli ve daha dehşetlidir."[479]
Önemine binaen, başka meselelere de girerek konuyu bir bakıma dağıttığımızın farkındayız. Bu hususta okuyucuların mazur göreceğini umuyoruz.[480]

IV-Çocuğun İyi Derecede Arapça Öğrenmesi:


Arapça, bütün Islâmî ilimlerin anahtarıdır. Çocuğun dili ne kadar kuvvetli olursa, ileriki yıllarda arzu ettiği herhangi bir ilim dalında da o kadar güçlü ve başarılı olur. Arapça, Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şerifin dilidir. Hz. Peygamber (s.a.v.) bu dili öğrenmeye ve öğretmeye teşvik etmiş, bu konuda çocukların yetiştirilmesine de ayrı bir önem vermiştir. Müslümanların çocuklarına Arapçanın yazılışını ve okunuşjınu öğretmeleri karşılığında Bedir esirlerinin bırakılacağını kabullenmesi[481] Hz. Peygamberin bu husustaki hassasiyetini göstermektedir. Bu anlaşmada her esir, on sahabe çocuğuna iyi derecede Arapça öğretmekle kendisini kurtaracak fidyeyi ödemiş oluyordu.
İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor; Bedir savaşında elimizde bazı esirler vardı. Verecekleri bir fidye de yoktu. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.v.) onların, ensann çocuklarına yazıyı öğretmelerini fidye olarak kabul etti. Derken ensardan bir çocuk babasına geldi. Babası:
“Neyin var? dedi. Çocuk:
“Öğretmenim beni dövdü, dedi. Bunun üzerine babası:
“İğrenç adam Bedir'in intikamım almak istiyor! Artık ona bir daha gitmezsin, cevabını verdi.[482] Herhangi bir çocuğun dil hatası yapması, sahabe başta olmak üzere selef-i salihini çok rahatsız ederdi.
Hz. Ömer birgün ok atışı yapan bir gurup çocuğa rastlamıştı. Çocuklardan birisi konuşma esnasında "Ya Emîra'l-Mü'minin! Innenâ Kavmun Müteallimîn"[483] diyerek cümlenin son kelimesinde gramer hatası yapmıştı. Halbuki kelimenin telaffuzu "müteallimûn" şeklinde ol­malıydı. Bu hata üzerine Hz. Ömer hemen öfkelenmiş ve şöyle demişti: "Vallahi sizin ok atışında yaptığınız bir yanlışlık benim yanımda diliniz­de yaptığınız bir hatadan daha sevimli ve daha hafiftir."[484]
Müslüman çocukların bu tür dil bilgisi eksikliğinden kaynaklanan hataları çoğalınca, Hz. Ali (r.a.) bu problemin üzerinde durdu. O, bu hataların büyümesinden endişe ettiği için derhal alimlerden dil kaidele­rini sistemleştirmelerini ve bunları çocuklara öğretmelerini istedi.
Ebu'l-Esved ed-Düelî'ye birgün kızı "Gökyüzü ne kadar güzel" ma­nasında "Mâ Ahsene es-Semâ" diyeceği yerde yanlışlıkla "Gökyüzünün en güzel varlığı nedir?" anlamına gelen "Mâ Ahsenu's-Semâ?" demişti. Bu soruya babası:
“Yıldızlarıdır, cevabını verince kızı şöyle dedi:
"Ben bunu kasdetmemiştim. Ben, gökyüzündeki varlıktan sor­mayı değil, ona duyduğum teaccübü kasdetmiştim." Oysa bu manayı kasdeden kızın, kaide icâbı 'Mâ Ahsene es-Semâ" demesi gerekirdi. Genç nesilde bu tür dil hatalarını gören Ebu'l-Esved, halife Hz. Ali'ye giderek durumu bildirmişti. Bunun üzerine Hz. Ali, Ebu'l-Esved1 e yazı malzemeleri vererek ondan nahiv kaidelerini sistematik hale getirmesi­ni istedi.
Selef-i salih de ilim yolcusu çocuklarına nasihat ederken, diğer bütün ilimlerin anahtarı olması sebebiyle Arap dili ve edebiyatına ihti­mam göstermelerini tembih ederdi. Abdulmelik b. Abdilaziz b. Ebî Se­leme el-Mâcişûn anlatıyor: el-Münzir b. Abdillah el-Hızâmî'ye git­miştim. O sırada ben küçük denecek yaşta idim. Ben konuşunca, dil kaidelerine uygun bir şekilde sarfettiğim düzgün ifadelerim onun dik­katini çekti ve bana:
“Sen kimsin? dedi. Ben de ona:
“Abdulmelik[485] b. Abdilaziz b. Ebî Seleme'yim dedim. Bunun üzerine o bana:
“Sen hemen ilim tahsil et! Çünkü sende bunu yapabilecek atlyapı var; dil problemin olmadığı için derhal tefsir, hadis ve fikıh gibi temel Islâmî ilimlere başlayabilirsin, dedi.[486]
 İmam Şafiî de çocukluğunu, dilleri bozulmamış olan Arap kabile­lerinin yanında kalarak geçirmiş ve onlardan Arapçayı öğrenmişti. Bu yüzden Arap dili ve edebiyatı konusunda alimler arasında farklı ve müstesna bir yeri vardır.
İbn Sînâ "Siyaset" adlı kitabında konuyla ilgili şunları söyler: "Çocuk "recez" diye bilinen şiir ve kasideleri, inanç esaslarıyla ilgili bir akîde metnini ezberlemelidir. Çünkü "recez" in nakil ve ezberi daha ko­laydır. Çünkü beyitleri daha kısa, vezni daha hafiftir. Şiirlerden; edebin fazileti, ilmin övülmesi, cehaletin yerilmesi, ana babaya iyilik etmenin sevabı, misafire ikram edilmesi gibi tüm iyilik ve güzellik temalarını işleyenler tercih edilmelidir. Çocuk Kur'an hıfzını tamamlar ve dilin esaslarını iyi derecede öğrenirse, o zaman tabiat ve kabiliyetine uygun ilim ve meslek dalına yönlendirilir."
Ebu'l-Hasan el Mâverdi de, çocuğa iyi derece Arap dilini öğretmenin ehemmiyetini şu şekilde açıklar: "Çocuk eğitim öğretim aşamasına geldiğinde, yapılacak şey Arapça ile birlikte Kur'an öğretimine başlamaktır. Çünkü Allah Teâlâ kitabını Arap diliyle indir­miş, dinin hükümlerini o dille anlatmış, Rasûl (s.a.v.) de sünnetini o dille tebliğ etmiştir.' Tarih boyunca dînî, hikemî, ciddi ve şaka dolu gayr-i ciddi kitaplar hep Arapça olarak telif edilmiş, ümmet için vesika nite­liğindeki yazışma, doküman ve mektuplar şimdi de bu dille gerçekleşmektedir. O halde bu toplum içinde büyüyen bir çocuğun Arapçayı öğrenmesi gereklidir. Aksı halde dinini bilemediği gibi toplum içinde de zayıf ve eksik olur."[487]
"Ayrıca Arapça akıcılık, tatlılık, beyan, ifade ve gramer zenginliği, alfabesinde bulunan normal harf sayısı gibi diğer dillerde olmayan birçok özelliği taşıyan farklı bir lisandır. Edebi zevk ve sanat itibariyle de Arapçanın ayrı bir yeri vardır. Bu yüzden de Arap olmayan birçok hükümdar bu dili öğrenerek özel meclis ve törenlerinde kul­lanmışlardır."
İmam Mâverdi şu tesbitiyle îbn Sina'nın en kolay yoldan Arapça öğrenme konusundaki görüşünü desteklemektedir:
"Dil eğitimi ve öğretiminde izlenmesi gereken metod, anlaşılması en kolay ve en hafif kitaplan seçmek, öğrencileri nadir kullanılan garip ve yabancı kelimelerle, nahiv ilminin incelikleriyle ve aruz divanlarıyla meşgul etmemektir. Çünkü bunlar, asıl üzerinde durulması gereken mana ve muhtevaya mani olur. Lafız ve kelimeler mana ve muhtevaya vakıf olmak için öğrenilir, insan, lafızları öğrenmek için ömrünü tüketirse, o lafızların ifade ettiği manalar ihmal edilmiş olur. Ancak li­sanın ilmini yapan ve bunu meslek edinen filolog ve edebiyatçılara diyecek bir şey yoktur. Dil öğreniminde Arap şiirlerinden ve Arap tarihinde vuku bulan hadiseleri ifade eden haberlerden istifade edilmelidir. Fakat bunların seçimine dikkat edilmeli, çocuk, dinin esaslarını ihtiva eden, ilim, zühd, şecaat, cömertlik ve güzel ahlâka teşvik eden hikmetli şiirleri ezberlemelidir. Böylece çocuk üstün sıfatları ve faziletleri tanır, onlara karşı özlem ve sevgi ile büyür ve onları alışkanlık haline getirir. Netice itibariyle de çocukta ifade gücü ve düzgün konuşma melekesi gelişir, sözün güzelini çirkininden ayırır, ince ve üstün manalara nüfuz eder.[488]

V- Çocuğun Îyi Derecede Yabancı Bîr Dil Öğrenmesi


Çocuk iyi derecede Arapçayı öğrendikten, Kur'an ve sünnetten bir miktar ezber yaptıktan sonra artık aynı, şekilde bir yabancı dil öğrenebilir. Düşmanların sinsi plan, oyun ve emellerini deşifre ederek onların kurdukları tuzaktan emin olacak, uluslararası diplomatik ilişkilerde istihdam edilecek ve özellikle batıda gelişen pozitif bilimleri müslumanlara aktaracak bir İslâm neslinin inşası için bu gereklidir. Rashulüllah (s.a.v.) Mekke'den Medine'ye hicret ettiği sırada ilk yaptığı iş bu olmuştur.
Zeyd b. Sabit anlatıyor: Rasûlüllah (s.a.v.) bana yahudilerin yazısını (Süryânîceyi) öğrenmemi emretmişti. Ben de onun için öğrendim. Rasûlüllah (s.a.v.) bana "Vallahi yazışmalarım konusunda hiçbir yahudiye güvenmiyorum" dedi. Ben de onların (dil ve) yazısını onbeş gün[489] içinde çok iyi bir şekilde Öğrendim. Artık Rasûlüllah (s.a.v.), yahudilere mektup yazacak olsa yazıyor ve onlardan mektup gelse onu okuyurdum.[490]
Selef de Arapçanın yanısira çocuklarına yabancı başka bir dili öğretmeyi teamül haline getirmiştir. Ömer b. Kays anlatıyor: Ibnu'z-Zübeyr'in (r.a.) yüz hizmetçisi vardı. Onlardan her biri başka bir dil/ lehçe konuşuyordu. Ibnu'z-Zübeyr de onların her biriyle kendi diliyle konuşurdu. Ben onun dünya işlerine baktığımda "Bu adam bir an olsun Allah'ı (ve ahireti) niyaz etmemektedir" derdim. Ahiret için yaptıklarına baktığımda ise, "Bu adam bir an olsun dünyayı istememektedir" der­dim.[491]

VI- Çocuğun İlgi Ve Kabiliyetine Göre Yönlendirilmesi:


Az önce Zeyd b. Sabit'in Süryânîce öğrendiği bahis mavzuu edil­mişti. Hiç kuşku yok ki sahabenin, Zeyd'i Peygamber'e (s.a.v.) takdim ederek aday göstermesi, onun dil'konusunda ilgi ve kabiliyetini bildikle­rinden, Süryânîce öğrenme hususunda Rasûlüllah'ın (s.a.v.) arzusunu yerine getirebileceğine güvendiklerinden dolayıdır. Bu hareket, çocuğun ruhen arzu ettiği, ilgi ve merak duyduğu ilim ve mesleğe yönlendirilmesi gerektiğini göstermektedir. Bunun yapılması halinde çocuk, akranı içinde üstün basan ve performans göstererek toplumuna katkıda bulunur. Allah kendilerinden razı olsun selef alimleri asırlarca önce bu realiteyi gündeme getirmişlerdir. İbn Sina, çocuğun istediği her meslek ve sanatın onun için sözkonusu olamayacağı, kendi yapısına ve becerisine uygun bir sanat ve meslek dalına teşebbüs etmesi gerektiği görüşündedir.
Yûnus b. Habib aruz ve şiir öğrenmek için ünlü filolog Halil b; Ahmed'e sık sık gider gelirdi. Derken bu, Yûnus'a ağır geldi. Birgün hocası Halil ona şairin "Gücünün yetmediği şeyi bırak, yapabildiğin şeye geç" manasındaki şiirinin hangi vezinden olduğunu sordu. Yûnus bu soruya cevap veremeyince hocası Halil ondan, şiirin beytinin İkincimisrasını sorunun yerine koymasını istedi.[492]
İmam Buhârî, önceleri fıkıh öğrenmeyi ve bu ilim dalında derin­leşmeyi düşünmüş ve buna teşebbüs etmişti. Derken Muhammed b. Ha­san ona: "Git, hadis ilmiyle meşgul ol" dedi. Çünkü O, Buhârî'nin hadis ilmine daha yatkın ve daha başarılı olacağını sezmişti. Gerçekten onun bu tavsiyesine uyan Buhârî, ehl-i hadisin büyüğü ve imamı olmuştur.[493]

VII. Evde Îyi Bîr Kütüphanenin Oluşturulması Ve Bunun Çocuğun Yapısı Üzerindeki Tesiri:


Çocuğun Kur'an, hadis ve dil öğrenebilmesi için evde İslâmî ilmî bir kütüphanenin bulunması gerekir. Böylece çocuk kütüphanenin ka­zandırdığı o güzel atmosferde büyür, yetişir ve ondan beslenir.
Abdullah b. Seleme, babası Seleme'nin şöyle dediğini nakleder: Babam Bedii b. Varkâ bana bir mektup verdi ve: "Yavrucuğum! Bu Rasûlüllah'in (s.a.v.) mektubudur, ona uyun. Bu yazılı malzeme sizde bulunduğu sürece iyilik ve doğrulukta devam edersiniz" dedi. Peygamber'in (s.a.v.) birtakım emir ve tavsiyelerini ihtiva eden bu rivayette mektubun, Ali b. Ebî Talib (r.a.) tarafından yazıldığım ifade eden kayıt da bulunmaktadır.[494]
Semura b. Cündeb (r.a.), oğlu Süleyman'ın kendisinden devraldığı ve rivayet ettiği nüshasında birçok hadisi biraraya getirmişti. Bu hadis mecmuasının, Semura'mn çocuklarına gönderdiği mektup olduğu bilin­mektedir. Ibn Sîrin, bu mektubun "çok ilim" ihtiva ettiğini söyler.[495] Bütün bunlar, evde çocuğa kuvvetli ilmî bir yapı kazandıracak faydalı bir kütüphane kurulmasının önemini göstermektedir. Bu bakımdan Câhız der ki: "Bir edebiyatçı-yazar ve onun miraslarından oluşan kita­pları üstün ve kaliteli olursa, çocuk da o nisbette ilmin zevkini tadacak ve bırakılmasını yanlış bulacaktır. Ayrıca çocuk böyle bir ilim, kültür ve edep ikliminde geliştiğinden babasının yolunu takip edecek, kitaplara bakmayı ve kafi derecede yapılacak ilim yolculuğunu alternatif bir ka­zanç yolu olarak görecektir."[496]
Şehid imam Hasan el-Benna, Encau'l-Vesâil adlı eserinde, evde kurulacak bir kütüphanenin fonksiyonunu şu şekilde anlatmaktadır: "Basit veya kitap sayısı az da olsa evde bir kütüphane oluşturmanın ge­rekliliğini ifade etmek istiyorum. Bu kitaplar, islâm tarihi, islâm alim­lerinin ve büyüklerinin biyografileri, Islâmi yolculukları ve fetihleri konu alan kaynaklardan teşekkül etmelidir. Sağlık için eve bir ecza dol­abı nasıl gerekliyse, akıl ve düşüncenin ıslahı için de İslâmî bir kütüphane aynı şekilde kaçınılmazdır. Magazin, hayasız ve ahlâksız basm-yaym karşısında çocuklarım bunlardan baskı ve tehditle engel­leme yerine -çünkü böyle bir yöntem onların merak edip daha çok yönelmelerini beraberinde getirir- onları iyiye ve güzele yönelten faydalı kitap, dergi ve gazetelere kanalize etmelidir.[497]

VIII. İlîm Talebi Ve Tahsili Konusunda İslam Alimlerinin Çocukluk Yılları:


İslâm büyüklerinin hayat hikayelerini anlatmak, çocuğun uyan­masında, duygularının yanısıra akıl ve düşünce sisteminin harekete geçirilmesinde rol oynar. Bu yol, çocuk eğitiminde uygulanan nebevî metodlardan birisidir. Aynı zamanda bu, çocukların ileri seviyede ilmî bir geleceğe doğru yürümelerinde bir nevi katalizör özelliği taşımaktadır, işte çocuklara bu yapının kazandırılmasında çekirdek ol­ması düşüncesiyle bazı örnek biyografileri sunacağız. Bilindiği üzere, daha önce İbn Abbâs gibi Kur'an ve hadis ezberinde enteresan örnekler verilmişti. Burada ise şunları ilave etmek istiyoruz:
1. Süfyân b. Uyeyne:
Ahmed b. Nadr el-Hilâlî'nin babası anlatıyor: Süfyan b. Uyeyne'nin meclisinde idim. Süfyan, mescide giren bir çocuğa baktı. O me­cliste bulunanlar, yaşı küçük olduğu için Süfyan'ı küçümsüyorlardı. Bu­nun üzerine Süfyan: "Daha önce siz de böyleydiniz. Allah size lütfetti"[498] dedi ve devam etti: Ey Nadr! Henüz on yaşımda, boyum beş karış, yüzüm dînâr gibi, elbiselerim küçük, kollarım kısa, eteğim bir parça ve ayakkabım fare kulakları gibi iken benim, Zührî ve Amr.b. Dînâr gibi muhtelif alimlere gidip geldiğimi, onların arasında çivi gibi otur­duğumu, hokka-divitimin bir ceviz, kalemliğimin bir muz, kalemimin bir badem gibi (küçük) olduğunu bir görseydin! Ben meclise girdiğimde orada bulunanlar, "Şu küçük hocaya yol açın" derlerdi. Bu hatırasını anlattıktan sonra Süfyan tebessüm etti ve güldü.
Ravi Ahmed diyor ki: Babam da tebessüm etti ve güldü.[499]
2. Mâlik b. Enes:
Malik diyor ki: Anama "gidip hadis ve ilim yazacağım, ne dersin?" dedim. O da bana: "Gel de ilim elbiselerini giydireyim" dedi. Bunun üzerine o bana en güzel elbiselerimi giydirdi ve başıma sarık sardı. Son­ra da "işte şimdi git, oku ve yaz!" dedi.
Yine anası der ki: "Rabîa'ya git, ilminden önce onun edebini öğren!"[500]
3. imam Şafiî:
Allah kendisinden razı olsun imam Şafiî diyor ki: Benim maddi imkanım hiç yoktu. Henüz çocuk yaşlarımda
-onüç yaşımdan daha küçükken- ilim tahsiline başladım Divana gider, yazı yazabilmek için  orada kullanılmış kağıtların çıkmasını beklerdim.[501] Buvaytî'nin naklettiğine göre imam Şafiî, henüz çocukken Mâlik b. Enes'in ilim meclisinde bulunuyordu. Derken fetva sormak Üzere bir adam Mâlik'e geldi ve:
"Ben, şu bülbül hiç sessiz kalmaz, devamlı öter diye Üç talak ile yemin etim" dedi. Mâlik:
"Yeminini bozmuş oldun! diyerek cevap verdi. Adam gittikten sonra Şafiî, Mâlik'in birkaç arkadaşına yönelerek "Bu fetva gerçekten yanlıştır" dedi. Durum Malik'e bildirildi. Mâlik'in meclisi oldukça hey­betliydi, hiçbir kimse ona cevap vermeye ya da onu reddetmeye cesaret edemezdi. Bazan zabıta müdürü gelerek, ilim meclisinde imam Mâlik'in başında dururdu. Derken Malik'e:
“Şu çocuk senin verdiğin fetvanın yanlış olduğunu iddia ediyor! dediler. Malik:
“Bunu nereden söyledin/çıkardın? dedi. Şafiî:
“Şu kıssayı Peygamber'den (s.a.v.) bize rivayet eden sen değil misin? dedi ve devam etti: Fâtıma bint Kays (s.a.v.) Peygamber1 e (s.a.v.) "Ebû Cehm ile Muâviye bana evlenme teklifinde bulundu" deyince, Pey­gamber (s.a.v.) "Ebu Cehm, sopasını onsuzundan yere koymaz. Muâviye ise fakirdir, maddi imkanı yoktur" demişti. Şimdi soruyorum, Ebu Cehm'in sopası hiç devamlı omuzunda olur mu? Peygamber (s.a.v.) bu­nunla ekser hâli kasdetmiştir. Bunun üzerine Mâlik, Şafiî'nin ilim ve muhakeme gücünü öğrenmişti. Şafiî diyor ki: Medine'den çıkmak iste­diğimde, vedalaşmak üzere Mâlik'in yanına gitmiştim. Ayrılacağım za­man bana şunları söyledi: "Yavrum, Allah Teâlâ'dan kork! Allah'ın sana verdiği bu nuru günahlarla söndürme." imam Mâlik "nûr" ile ilmi kas-dediyordu. Çünkü Mevlâ, "Allah bir kimseye nûr vermemişse artık onun nuru  olmaz"[502] buyurmaktadır.  Bu  rivayette  kuş  "bülbül" şeklindedir. Başka bir rivayette "kumru" geçmektedir.[503]
4. Ahmed b. Hanbel:
Ahmed b, Hanbel, henüz küçüklüğünde Kur'an'ı ezberlemiş, oku­ma ve yazmayı öğrenmişti. Sonra o yazı yazmak için divana yönelir ve kendi kendine şöyle derdi:
"Ben henüz ondört yaşımda küçük bir çocukken önce mektebe son­ra divana gider gelirdim." Ahmed b. Hanbel, çocukluğunda olgun ve mümtaz bir yetişme tarzının izlerini taşıyordu. Ediplerden birisi "Ben çocuklarıma birtakım masraflar yapıyor, yetişmeleri için eğitmek üzere özel hocalar getirtiyorum ama onların iflah olduklarını göremiyorum. Fakat yetim bir çocuk olan Ahmed b. Hanbel'e siz bir bakın, nasıl başarılı oluyor?" diyerek onun ilim, edep ve güzel haline hayranlığını gizleyemiyordu.[504]
5. Ebu Yûsuf (İmam Ebû Hanife'nin arkadaşı ve öğrencisi):
Ebu Yusuf anlatıyor: Ben hadis ve fikıh öğreniyordum. Maddi du­rumum da zayıftı. Birgün ben Ebu Hanife'nin yanında iken babam gel­di. Hemen beni alıp götürdü ve bana şöyle dedi: "Yavrucuğum! Ebu Hanife ile o kadar dolaşma! Çünkü onun ekmeği kızarmış; hali vakti yerindedir. Sen ise geçim için çalışmaya muhtaçsın." Bunun üzerine ben de babama itaat etmeyi tercih ederek derslerin çoğundan uzak kaldım. Derken Ebu Hanife beni göremeyince araştırmış ve soruşturmuştu. Ben de tekrar onun meclisinde bulunmaya karar verdim. Bu gecikmeden sonra ona gittiğimin ilk günü bana "Bize gelmekten seni engelleyen birşey mi var?" dedi. Ben "Geçim derdi ve babama olan itaat" dedim ve oturdum. Orada bulunan insanlar dağılınca Ebu Hanife bana bir kese vererek "Bununla ihtiyacını gör" dedi. Baktım, kesede yüz dirhem vardı. Ebu Hanife bana "ilim halkasından ayrılma. Bu parayı harcayıp bitir­diğin zaman bana haber ver!" dedi. Ben de artık halkaya devam ettim. Bir müddet geçince bana yine yüz dirhem verdi. Sonra geçimimi üzerine aldı. Ben ona hiçbir ihtiyaç bildirmedim ve hiçbir şeyimin bittiğini de söylemedim. Adeta o ihtiyacı hisseder ve gerekli şeyin tükendiğini bilir­di. Nihayet malım çoğaldı ve artık ihtiyaç duymadım."
Ali b. el-Ca'd'ın rivayetine göre Ebu Yusuf diyor ki: "Babam ibrahim b. Habîb vefat etti. Ben küçük yaşımda bir yetim olarak anamın himayesinde kaldım. Derken anam beni hizmetçi/işçi olarak bir çamaşırcının yanına verdi. Ben ise çamaşırcıyı bırakıp Ebu Hanife'nin halkasına uğruyordum. Onun meclisline oturuyor ve ders dinliyordum. Anam da hemen arkamdan ders halkasına geliyor, kolumdan tutarak beni çamaşırcıya götürüyordu. Ebu Hanife bana ilgi gösteriyordu. Çünkü o bende ilim öğrenmeye karşı bir aşk ve heyecan görüyordu. Ben anamın arzusunu yerine getirmeyip durmadan Ebu Hanife'ye gidince birgün Ebu Hanife'ye şöyle dedi:
"Bu çocuğu bozan sensin. Hiçbir şeyi olmayan yetim bir çocuktur. bu. Ben onun karnını el örgülerimle/işlerimle doyuruyorum. Onun, ken­disini idare edebilecek ve. kendisine bakabilecek küçük bir kazanç yolu­nun olmasını istiyorum." Bunun üzerine Ebu Hanife kadına: "Git, sen saçmalıyorsun be kadın! ilim öğrencisi olan bu çocuk, fıstık yağıyla yapılmış paluze yemiştir" dedi. Kadın da hemen ayrıldı ve Ebu Ha­nife'ye "Sen akılsız ve bunak bir ihtiyarsın" dedi.
Ebu Yusuf diyor ki: Sonra ben Ebu Hanife'den ayrılmadım. O malıyla beni destekliyor, geçimimi üstleniyor ve hiçbir ihtiyacımı bırakmıyordu. Netice itibariyle Allah bana ilim lütfetti ve beni yükseltti. Nihayet bana kadılık görevi verildi. Halife Harun Reşid ile ot­uruyor ve sofrasında onunla birlikte yemek yiyordum. Birgün Harun Reşid'e paluze takdim edilmişti. Bana "Ye bundan Yakup (Ebu Yusuf) ye! Çünkü bize hergün böylesini yapmazlar" dedi. Ben: "Bu nedir ey mü'nıinlerin emiri?" dedim. O da: "Bu, fıstık yağıyla yapılmış paluzedir" dedi. Tabîi ben buna güldüm. Bunun üzerine bana: "Neden güldün?" dedi. Ben: "Hayırdır. Allah emiru'l-mü'minîne ömür versin" dedim. O: "Hayır, mutlaka bana söyleyeceksin" dedi ve ısrar etti. Ben de hadiseyi başından sonuna kadar anlattım. Halife bunu ilginç buldu ve şöyle dedi: "Vallahi ilim insanı yükseltir, din ve dünya saadetini temin eder."
Halife, Ebu Hanife'yi rahmetle andıktan sonra da şöyle dedi: "O, başındaki gözüyle göremediğini akıl gözüyle, yani basiret ve firasetiyle görürdü."[505]
6. Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî:
Mücâşî b. Yusuf anlatıyor: Medine'de imam Mâlik'in yanında bu­lunuyordum. O, insanlara fetva veriyordu. Derken imam Ebu Ha­nife'nin öğrencilerinden henüz genç yaşta olan Muhammed b. Hasan imam Mâlik'in yanına geldi. Bu hadise, onun, imam Mâlik'ten Muvatta' adlı eserini rivayet etmesinden önce oluyordu. Muhammed Malik'e:
“Mescidin dışında su bulamayan cünüp kimse hakkında ne der­sin? dedi. Mâlik:
“Cünüp mescide giremez, cevabını verdi. Muhammed:
“Nasıl öyle olur? Namaz vakti gelmiş, o da suyu görüyor! dedi. Bunun üzerine Malik "Cünüp mescide giremez" sözünü gene tekrarla­maya başladı. Muhammed soru üzerinde çok durunca, Malik ona:
“Peki bu konuda sen ne dersin? dedi. O:
“Teyemmüm eder ve mescide girer. Sonra suyu mescidden alır, dışarı çıkar ve boy abdesti alır, cevabını verdi. Malik:
“Nerelisin sen? diye sordu. Muhammed:
“Yere işaret ederek "Buralıyım" dedi ve sonra kalktı. Orada bulu­nanlar, bu, Hanife'nin arkadaşı ve öğrencisi Muhammed b. Hasan'dır, deyince Malik:
“Muhammed b. Hasan nasıl yalan söyler, o kendisinin Medineli olduğunu söyledi? dedi. Orada bulunanlar, Muhammed'in yere işaret ederek "buralıyım" dediğini hatırlatınca Malik:
“Bu cevap bana ötekinden daha harika ve daha müthiş geldi, dedi.[506]
7. Ibnu'l-Cevzî:
İmam Îbnu'l-Cevzî, ilme başladığı sıralarda, düçar olduğu sıkıntılardan ve onlara karşı gösterdiği övgüye değer sabrından bahse­derken diyor ki: ilim öğrenmenin zevk ve lezzeti içerisinde ben, iste­diğim ve arzuladığım şeylerden dolayı, bana baldan daha tatlı gelen sıkıntılarla karşılaşıyordum. Çocukluk çağımda yanıma kuru ekmekleri alarak hadis talebine çıkardım. Bağdat'taki İsâ nehri'nin kenarına otu­rurdum. Çünkü bu kum ekmekleri ancak suyun yanında yiyebilirdim. Her lokma alışımda üzerine bir de su içerdim. Himmet ve gayretimin gözü, ilim tahsilinin lezzetinden başka birşey görmezdi. Nihayet bu himmet bende meyvesini verdi. Artık ben Rasûlüîlah'ın (s.a,v.) hadisini, şemail ve âdabını, sahabe ve tabiînin hallerini çok duymak ve çok rivayet etmekle tanınmıştım."
Yine Ibnu'I-Cevzî şöyle devam ediyor: Ben tek ilim ve disiplinle yetinmedim. Aksine fikıh ve hadis dinlerdim. Zâhid ve sufilerin sohbet ve meclislerine katılırdım. Sonra lügat okudum. Rivayette bulunan, vaaz ve nasihat edenlerden hiçbir kimseyi terketmedim. Gelen yabancıların yanlannda olur ve faziletleri seçerdim. Hadis dinlemek için hocaları dolaşırdım. Beni geçen olmasın diye koşmaktan nefesim kesilirdi. Sa­bah olurdu yiyecek birşeyim olmazdı, akşam olurdu yine yiyecek birşeyim olmazdı. Allah beni hiçbir zaman bir mahluka boyun eğdirmedi. Eğer hallerimi açsaydım, bunlar çok uzun sürerdi.[507]
8. Ibn Sînâf
İbn Sînâ, on yaşma vardığında Kur'an'ı ve edebiyatı iyi derecede öğrenmiş, usûl-i din, matematik, ve cebir'den birçok şeyler ezberlemiş mantık ilmini Euclid[508] ve Mecistî'yi[509] okumuş ve hocası filozof Ebu Abdillah en-Nâtilî'yi kat kat geçmişti. Bununla beraber o, fıkıh için İsmail ez-Zâhid'e gider gelirdi. Tabiat ve ilahiyat gibi ilimlerin tahsi­liyle meşgul olurdu. Allah da ona ilimlerin kapılarım açtı. Sonra tıp il­mine heves etti. Bu konuda yazılmış olan kitapları inceledi. Para kazan­mak için değil, öğrenmek ve öğretmek için muayene ve tedavi etti. Tıbbı o kadar öğrendi ki, kısa zamanda gelmiş geçmiş tabipleri geçti. Bu alan­da eşsiz ve benzersiz duruma geldi. Bu ilmin üstadlan, tıbbın çeşitli konularını, tecrübeye dayanan muayene ve tedavi yöntemlerini öğrenmek üzere ona gider gelirdi. O sırada yaşı onaltı civarında idi. ilimle meşgul olduğu esnada, tam olarak bir gece bile uyumadı. Gündüz yalnız mütalaa ile meşgul oldu. Kendisine bir mesele müşkil geldiğinde abdest alır, camiye gider ve namaz kılardı. O zor meseleyi kolay­laştırması, girift ve kapalı yönlerini açması için Allah'a duâ ederdi, ilminde, amelinde, zekasında ve yazdığı eserlerde asrının nadirlerin-dendi. Muhtelif ilimlere ait olmak üzere büyük-küçük yüze yakın eser yazdı. Allah Teâlâ ona rahmet eylesin![510]

IX. Îlim Ve Kur'an Ehlî, Rasûlüllah'a (s.a.v.) Hizmet Aşkıyla Tutuşan Mücahid Bîr Çocuğa Örnek:


Zeyd b. Sabit anlatıyor: Buas harbinde ben altı yaşımda idim. Bu, hicretin beş yıl öncesine tekabül ediyordu. Derken Rasûlüllah (s.a.v.) Medine'ye geldi. O sırada ben onbir yaşımda idim. Beni Rasûlüllah'a (s.a.v.) götürerek dediler ki: "Hazrec kabilesinden olan bu çocuk 16-17 sûre okuyabilmektedir." Ben de Peygamber'e (s.a.v.) onları okudum. Be­dir ve Uhud'a katılmam için bana izin verilmedi ama Hendek'e katıldım." İbn Ömer diyor ki: Zeyd b. Sabit hem Arapçayı hem de İbraniceyi iyi yazıyordu. Rasûlüllah (s.a.v.) ile beraber Zeyd b. Sâbit'in ilk iştirak ettiği harp Hendek idi. O esnada onbeş yaşındaydı. O gün Zeyd, kazıdan dolayı yığılan toprakları taşıyan mtislümanlar arasındaydı. Rasûlüllah (s.a.v.) "Ne güzel çocuk!" diyerek onu takdir etmişti. O gün uyku basınca Zeyd uyumuştu. Derken Umara b. Hazm gelerek onun silahım almıştı ama o bunun farkında değildi. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.v.) "Ey uyku babası, uyudun nihayet silahın git­ti!" dedi ve devam etti. "Bu çocuğun silahının nerede olduğunu bilen var?" Umara b. Hazm "Ben almıştım yâ Rasûlallah!" dedi ve silahı yer­di. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.v.) mü'minin korkutulmasım, ciddi ol­arak ya da oyun ve şaka yoluyla eşyasının alınmasını yasakladı."[511]

VIII. Sağlık Yapısı

Giriş:


İslâmiyet genelde insan sağlığına, özelde çocuk sağlığına önem vermiş, birçok öğretisinde beden sağlığını koruyabilmek için en iyi bir şekilde tedavi yolunu teşvik etmiştir. Beden, insana verilmiş bir emanet olduğu için bu emanetin korunması vacip olmuştur, insanda meydana gelen hastalık bir "takdir-i ilahi" olmasına rağmen, yine bir "takdir-i ila­hi" olan ilaç ve tedavi ile o hastalığın giderilmesi tavsiye edilmiştir.
Câbir b. Abdillah'dan (r.a.) rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Her hastalığın bir ilacı vardır. İlaç has­talığa isabet ettiği zaman Allah'ın izniyle iyileşir."[512]
Üsâme b. Şerik anlatıyor: Peygamber'in (s.a.v.) huzurunda bulu­nuyordum. Bir grup bedevî gelerek:
“Yâ Rasûlallah! Tedavi olabilir miyiz? dediler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.):
"Evet, ey Allah'ın kullan! Tedavi olunuz. Çünkü Allah (c.c.) her hastalığın mutlaka bir şifasını koymuştur ama bir hastalık hariç" buy­urdu. Sahabe:
“Nedir o? diye sual sorunca, Pegyamber (s.a.v.):
“Yaşlılıktır, cevabını verdi.[513]
Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: Dedim ki, "Yâ Rasûlallah! Tedavi için kullandığımız ilaçlar, şifa niyetiyle okuduğumuz dualar ve (tehlike ve düşmandan) sakınmak için kullandığımız (kalkan gibi) koruyucu şeyler hakkında ne buyurursun. Bunlar Allah'ın takdirinden birşeyi geri çevirir mi? Peygamber (s.a.v.) "Bunlar da Allah'ın takdirindendir" buyurdu.[514]
Bu hadisler, Peygamber'in (s.a.v.), müslüman ferdin her türlü ra­hatsızlık ve hastalıktan kurtulması konusunda gösterdiği hassasiyeti ve "Allah'ın yanında kuvvetli mü'minin zayıf mü'minden daha hayırlı olduğu" gerçeğini açıkça ifade etmektedir.
Hastalıklardan korunabilmek için, çocuğun sağlık yapısının temel­leri veya hastalanma oranını aza indirmek için gerekli sağlık kuralları üzerinde durmak lazımdır, işte Rasûlüllah'ın (s.a.v.) hadislerini ve uy­gulamalarını dikkate aldığımızda, çocuk sağlığı için başlıca şu sekiz esası görmekteyiz:[515]

A. Çocuğun Sağlık Yapısının Esasları:

1. Çocuğa Yüzücülük, Atıcılık, Binicilik, Güreş Tutuşturmak Ve Koşuculuk Gibi Spor Dallarının Kazandırılması:


Daha önce fizikî yapının esaslarını işlerken, çocuğun yüzücülük, binicilik ve atıcılık öğrenme hakkının olduğunu, velilerin bunları çocuklarına öğretmeleri konusunda Hz. Ömer'in valilere genelge gönderdiğini, Peygamber'in (s.a.v.) çocukları sıraya dizerek aralarında koşu müsabakası düzenlediğini ve Uhud savaşına girmeden önce iki çocuğun tuttuğu güreşi seyrettiğini sözkonusu etmiştik. Buna göre bed­en eğitimi ve spor, en güzel bir şekilde çocuğun fizik yapısını zinde tu­tar. Buna bağlı olarak çocuğun sağlam bünyesi -Allah'ın dilediği müstesna olmak üzere- tabii olarak hastalıklara mukavemet eder ve do­layısıyla hasta olmaz.
Sözkonusu sporların faydalarını burada saymaya gerek yoktur. Herhangi bir doktordan bunları dinlemek ve ilgili hadis-i şerifin ver­mek istediği mesajı "yakîn" derecesinde anlamak mümkündür. Çünkü yalnız yüzücülüğün, vücudun tüm kaslarım harekete geçirdiğini ve vücudun birçok hastalığını giderdiğini bilmek yeterlidir. Bu konu için burası müsait değil, tıp literatürüne bakılmalıdır.[516]

2. Çocuğun Misvak Sünnetine Alıştırılması:


Peygamber'in (s.a.v.) misvaka ihtimam gösterdiği hatta onu
"Eğer ümmetime meşakkat verecek olmasaydı, her namaz esnasında onların misvak kullanmalarını emrederdim"[517] bu­yurduğu herkesçe bilinmektedir. Çocuk misvak kullanmayı alışkanlık haline getirir, düzenli ve sürekli olarak dişlerini temizlemeye başlarsa, dişlerin çürümesinden veya diş eti rahatsızlığından meydana gelen
birçok hastalığın önüne geçmiş olur. Bugün modern tıp, misvakın fonk­siyonunu, dişlere faydalı kimyasal maddeler ihtiva ettiğini ve aktif ola­rak diş etlerini beslediğini ortaya koymuş bulunmaktadır.
Misvak, Arap yarımadası ve tüm İslâm ülkelerinde bol miktarda bulunur ve çok da ucuzdur, İmam Nevevî, Müslim şerhinde, "misvak" adı verilen Erâk ağacının dalı yerine başka şeylerin de geçebileceğini ifade etmektedir. Çünkü asıl maksat dişlerin temizliğidir. Bu durumda yanında temizlik yapmak için birşey olmayan insan, dişlerini eliyle veya sert bir bezle temizler. Burada önemli olan nokta, çocuğun misvak sünnetine ve (diş firçası gibi) herhangi bir aletle dişlerini temiz tutmaya alıştırılın asıdır.[518]

3. Çocuğun Tırnak Temizliği Ve Genel Temizliğe Dikkat Etmesi:


Temizlik, İslâm dininin üzerinde önemle durduğu temel bir konu­dur. Namaz kılmak isteyen bir çocuğun abdest alması, elbiselerinin ve namaz kılacağı yerin temiz olması gerekir. Bütün bunlar, çocuğun yedi yaşında emrolunduğu, onyaşında -kılmadığı takdirde- dövüldüğü namaz farizasını yerine getirmesi için şarttır.
Tırnakların kesilmesi ve temizlenmesi, sahih bir hadis-i şerifte geçtiği gibi beş fıtrattan birisidir. Bu temizliği alışkanlık haline getiren bir çocuk, ellerini tırnaklarını altında bulunan kir ve mikroplan uzaklaştarmış olur. Bu kir ve mikroplar, çocuğun elini ağzına koymasından dolayı çoğu zaman birtakım hastalıklara yol açmaktadır.[519]

4. Yemede-Îçmede Hz. Peygamberin Sünnetlerine Uyulması:


Daha önce yemek âdabı konusunda ele alındığı üzere çocuk, yemeği önünden almaya alıştırılmalı, canı istediği gibi eli tabağa dalmamalidir. Hazımsızlık ve sindirim problemi olmaması için çocuğa ye­mek âdabı ve sünneti kazandırılırsa, iç hastalıklarının birçoğundan kurtulmuş olur.
Mıkdam b. Ma'dikerib'den rivayet edildiğine göre Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur; "İnsan, midesinden daha fena bir kap doldurmamıştır. Adem oğluna, belini doğrultan ve ayakta tutan birkaç lokma yeter. Eğer bu miktardan fazla mutlaka alması gerekiyorsa,  midenin  üçtebiri yiyecek,  üçtebiri içecek ve üçtebiri de nefesi için ayrılmalıdır."[520]
Hadiste geçen içecekle ilgili Rasûlüllah'in (s.a.v.) tatbikatı da çocuğa öğretilmelidir. Enes diyor ki: Rasûlüllah (s.a.v.) birşey içtiği za­man üç defa nefes alır ve "Bu daha kandırıcı, daha sağlıklı ve (boğazdan kolay geçtiği için) daha rahattır" buyururdu. Enes de: "Ben de üç nefesde içiyorum" derdi.[521] Bu yüzden çocuk, birşey içerken bardağa solu­maktan sakındırılmalıdır.
Ebu Katâde'den rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.v.) kabın içine solumayı yasaklamıştır."[522] Çocuk suyu oturarak içmelidir. An­cak zemzem suyunu ayakta kıbleye yönelerek içer. Çünkü bu sünnettir.
Ebû Hüreyre'den (r.a.) rivayet edildiğine göre Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Sizden biriniz ayakta su içmesin. Kim unutur da içerse kusuversin."[523]

5. Çocuğun Sağ Yanı Üzerine Uyuması:


Bu uyuma şekli, müslümanin hayatında olması gereken sağlıkla ilgili nebevî bir uygulamadır. Birçok faydası olan bu uyuma şeklini Rasûlüllah (s.a.v.) sahabeye tavsiye etmiştir. O, şöyle buyurmuştur:
"Yatağına geldiğin vakit namaz için aldığın abdest gibi abdest al. Sonra sağ yanına yat ve "Allah'ım! Kendimi sana teslim ettim, yüzümü sana çevirdim, işimi de sana havale ettim. Se­vabını 'umarak ve azabından korkarak sırtımı sana dayadım. Senden başka sığınacak ve kurtulacak yer yoktur. İndirdiğin ki­tabına ve gönderdiğin Peygamberine iman ettim" de. Bunlar son sözün olsun. Eğer o gece ölürsen, fıtrat üzere iken ölmüş olur­sun."[524]

6. Çocuğun Tabîi Tedavi Şeklini Öğrenmesi:


Yumuşaması için bedenin ovulması ve masaj yapılması, her yaştaki insanın ihtiyaç duyduğu bir husustur. Yetişmekte olan çocuk bu uygulamayı ana babasının irşadıyla öğrenirse, insanlar için faydalı bir bilgiyi elde etmiş ve iyi bir beceri kazanmış olur. Peygamber (s.a.v.) bu tabii tedavi şeklini çocuğa öğretmiş ve mübarek vücudu üzerinde de bu­nun eğitimini yaptırmıştır.
Ömer (r.a.) anlatıyor: Pegyamber'in (s.a.v.) yanma varmıştım. Gördüm ki, Habeşli bir çocuk onun sırtına masaj yapıyor. Ben 'Ya Rasûlallah! Bir şikayetin mi var?" .deyince, Rasûlüllah (s.a.v.): "Dün gece deve beni yere atmıştı" cevabını verdi.[525]

7. Yatsıdan Sonra Uyumak Ve Sabah Namazı İçin Erken Uyanmak:


Çocuğun sabah namazını vaktinde kılmaya alışması, erken uyan­ması demektir. Erken, zinde ve uykusunu almış olarak uyanabilmesi için çocuğun erken uyuması gerekir, Hz. Ömer, çocuklarım uyuttuktan sonra yatsı namazını birlikte kılmak için Rasûlüllah'ın (s.a.v.) yanına gelirdi.
İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: Rasûlüllah (s.a.v.) bir gece yatsı na­mazını geciktirmişti. Derken Hz. Ömer: "Namaz, yâ Rasûlallah! Kadınlar ve çocuklar uyudu" diye seslendi. O sırada Rasûlüllah (s.a.v.), başından su damlayarak ve: "Ümmetime sıkıntı verecek olmasaydım, şu vakitte onların namaz kılmalarını emrederdim" diyerek dışarı çıktı.[526]
Ayrıca Müslüman çocuk, dininin farzlarını yerine getirmekle sağlığına yönelik bir takım kazançlar da elde eder. Şöyle ki: Molekülü üç oksijen atomundan ibaret olan ozon gazı, sabah namazı vakti havada yayılır. Bu gazın, hücrelerin aktif olmasından dolayı arttığı ve birçok hastalığı yok ettiği sabittir. İşte çocuğun bu gazı teneffüs etmesi, na­mazını kılarken hiç farkına varmadan bünyesini kuvvetlendirir. Bu yüzden Rasûlüllah'ın (s.a.v.) sabah namazı için erken kalkmaya mâni olan yatsı sonrası oturup konuşmayı (müsâmere) hoş karşılamadığı[527] bilinmektedir.
Böylece İslâm'da din ile dünyanın arasının ayrılmadığını görüyoruz. Kim çocukları üzerinde dini tatbik etmek isterse, dünya ni­meti onun peşinden gelir. Erken kalkmanın ikinci bir faydası daha vardır. O da rızkın artmasıdır. İbn Abbâs, sabahleyin bir oğlunun uyu­duğunu görünce ona: "Kalk, rızıklarm taksim edildiği bu saatte uyuyor musun?" dedi.[528]
Peygamber (s.a.v.) de günün erken saatlerinde kerimesi Fâtıma'nın yanma girmiş, onun uyuduğunu görünce uyandırmış ve ona şöyle demiştir: "Kalk da Rabbinin rızkına şahit ol!"[529]

8. Çocukları Bulaşıcı Hastalıklardan Uzak Tutmak:


Peygamber (s.a.v.), büyüğüyle-küçüğüyle tüm ümmeti ilgilendiren genel bir kaide ortaya koymuştur. O da, bulaşıcı hastalık taşıyan in­sanın topluluğa karışmaması ve hiçbir kimseyi ziyaret etmemesidir. Sağlıklı insanların korunması için bu kaidenin uygulanması gerekir.
Çocukluk merhalesinde bulaşıcı birtakım hastalıklar vardır. Böyle bir durumda ebeveyn çocuğu dost ve akraba ziyaretine götürmekten sakınmalıdır. Ayrıca çocuğunu, evinde bulaşıcı bir hastalığa yaka­lanmış çocuğu bulunan bir kimsenin ziyaretine iyileşinceye kadar götürmemelidir. Bu hususta Rasûlüllah'ın (s.a.v.) ortaya koyduğu kaide çok açıktır: "(Bulaşıcı) hastalığı olan kimse, sağlıklı olanın yanına gel­mesin!"[530]
Aynı şekilde    hasta çocuğunu, hastalık geçmesin diye diğer kardeşlerinden uzak tutmalıdır. Hasta olan çocukta kompleks meydana gelmemesi için bu uygulamanın, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) emir ve tav­siyesi olduğu kendisine hatırlatılmalı ve öğüt verilmelidir. Böylece çocuk bu uygulamayı emredenin Hz. Peygamber (s.a.v.) olduğunu, müslüman çocuğun da peygamberini sevmesi, itaat etmesi ve mesajına kulak vermesi gerektiğini farkeder.[531]

9. Nazardan, Cin Ve Şeytanın Kötülüğünden Korumak İçin Çocuklara Okumak:


Yalnız tıbb-ı nebevîye has olan bu tedavi şekli, çocuk sağlığını kor­umada başvurulan önemli bir esastır. Peygamber (s.a.v.) bunu çocuklara yapmış ve ana babanın da öyle yapmalarını teşvik etmiştir.
İbn Abbâs (r.a.) dan rivayet edildiğine göre Rasûlüllah (s.a.v.) Ha­şatı ile Hüseyin'e korunmaları için:
"Her şeytan, (yılan ve akrep gibi) zehirli hasenattan ve dok­unan her kötü gözden Allah'ın mükemmel olan kelimelerine (Kur'an ayetlerine, Allah'ın isim ve sıfatlarına)  sığınırım"
duasını okur ve "Babanız ibrahim de ismail ile Ishak'a yaptığı bu duâ ile Allah'a sığınırdı" derdi.[532]
Esma Bint Umeys:
“Yâ Rasulallah! Ca'fer'in çocuklarına hemen nazar değiyor. Onlar için şifa dileğiyle okutayım (veya muska yaptırayım) mı? dedi. Rasûlüllah (s.a.v.):
“Evet, eğer kaderi geçebilen birşey olsaydı, onu ancak göz (değmesi) geçebilirdi, buyurdu.[533]
Urve b. Zübeyr'den rivayet edildiğine göre Rasûllullah (s.a.v.) Ümmü Seleme'nin evine girmişti. Evinde ağlamakta olan bir çocuk vardı. Orada bulunanlar çocuğa göz değdiğim ifade ettiklerinde Rasûlüllah (s.a.v.) "Göz değmesinden korunmak için ona şifa dileğiyle okutsaydınız ya” buyurdu.[534]
Amr b. el-Âs, Ihlas, Felak ve Nâs surelerini (muavvizât) yazar ve çocuğun yastığına koyardı. Hastalıklardan bu tür bir korunma şekline, bunu peygamberlerinden öğrenen sadık mü'minlerden başkası inana­maz.[535]

B. Nebevi Tedavi Usulleri


Burada, hastalığa yakalanan çocuklara tatbik edilecek en önemli nebevî tedavi şekillerinin ne olabileceği sorusu akla gelmektedir. Bu so­ruya cevap olarak, daha önce üzerinde durulduğu gibi tedavi ve doktor muayenesinin önem ve lüzumunu hatırlattıktan sonra şu nebevî tedâvî usullerinin dikkate alınmasını öneriyoruz:[536]

1. Hasta Çocuğun Tedavisini Hızlandırmak:


Hastalanan çocuğun hemen doktora yetiştirilmesi, ciddi ve teh­likeli boyuta ulaşmadan hastalığın hafifletilmesinde ve mikrobik vak'anın giderilmesinde büyük rol oynar. Birçok hastalığın temelinde, tıbbî müdahale konusunda ana babanın tembelliği yatmaktadır. Bun­dan dolayı Rasûlüllah'ın (s.a.v.) bu noktada da bize rehberlik yaptığını görmekteyiz:
Hz. Aişe anlatıyor: Üsame'nin (r.a.) ayağı kapının eşiğine takılarak yere düştü ve alnı yarıldı.
Rasûlüllah (s.a.v.) bana:
“Onun kanını sil, buyurdu. Fakat ben tiksindiğim için dediğini yapamadım. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.v.) onun alnındaki kanı emerek yüzünden atmaya başladı ve şöyle buyurdu: "Eğer Üsame kız ol­saydı, onu evlendirmek için süsleyip güzelce giydirecektim."[537]
Atâ b. Yesâr anlatıyor: Üsame b. Zeyd Medine'ye ilk geldiğinde bedeninde çiçek hastalığından meydana gelen çıbanlar çıkmıştı. O sırada Üsame henüz bir çocuktu ve sümüğü dudakları üzerinden akıyordu. Bu yüzden de Âişe (r.a.) ondan tiksiniyordu. Derken Rasûlüllah (s.a.v.) eve girdi ve Üsame'nin yüzünü yıkamaya ve öpmeye başladı. Bunun üzerine Hz. Âişe (bir bakıma pişmanlık duyarak) "Vallahi bundan böyle ben Üsame'yi hiçbir zaman kendimden uzak tut­mayacağım (ve öz yavrum gibi bakacağım)" dedi.[538]
İşte Rasûlüllah (s.a.v.) çocuklara bu şekilde davranıyor, incitmeden ve tiksinmeden çocukları tedavi ediyordu.[539]

2. Hasta Ziyareti:

Ziyaret, hasta çocuk için psikolojik bir tedavi usulüdür. Çünkü etrafında kendisini ziyarete gelen büyükleri gören çocuk, hastalığa karşı ruhen güç ve mukavemet kazanır. Gelen misafirlerle yavaş yavaş konuşmaya ve hareket etmeye başlar. Böyle bir ziyaret yerinde bir de çocuğa duâ edilirse, tabii çok daha iyi olur. Peygamber'in (s.a.v.) bu yöntemi uyguladığını görmekteyiz.
Enes (r.a.) anlatıyor: Peygamber'e (s.a.v.) hizmet eden bir yahudi genç vardı. Birgün genç hastalandı. Rasûlüllah (s.a.v.) ziyaret etmek üzere ona gitti ve başucunda oturarak ona:
“Müslüman ol, dedi. O da yanındaki babasına bakınca babası:
“Oğlum, Ebu'1-Kasım'a itaat et! dedi ve genç müslüman oldu. Hz. Peygamber hastanın yanından çıkınca:
“Onu cehennem ateşinden kurtaran Allah'a hamdolsun, buyurdu.[540]
Böylece Rasûlüllah (s.a.v.) mü'miniyle kafiriyle çocukları ziyaret eder ve onlara özel önem verirdi.[541]

3. Ûd-i Hindî Île Tedavi:


Ümmü Kays bint-i Mihsan anlatıyor: Bademcik iltihabından mey­dana gelen boğaz hastalığından (uzre) dolayı elimle kendisine müdahele ettiğim bir oğlumla Rasûlüllah'ın (s.a.v.) yanma girmiştim. Durumu gören Rasûlüllah (s.a.v.):
“Niçin ellerinizle sokup sıkıştırmak suretiyle (bilinçsiz ve ilkel bir yöntemle) çocuklarınızın boğaz hastalığını tedavi etmeye kalkışıyor­sunuz? Şu ûd-i hindiyi kullanmaya devam ediniz. Çünkü bu hint bitki­sinde yedi türlü şifa vardır. Onun şifa verdiği hastalıklardan birisi de zâtü'1-cenb (akciğer veremi) dir. Boğaz hastalığı için de ağızdan verilir" buyurdu.[542]
Ûd-i Hindî, su ile ıslatmak suretiyle ilaç ve buhur olarak kullanılan ve "kust" adı da verilen Hindistan kaynaklı güzel kokulu bir bit­kidir.
Ibnu'l-Kayyım'ın da ifade ettiği[543] gibi kust, "bahrî" ve "hindî" olmak üzere iki türlüdür. Bahrî[544] olan türün rengi beyazdır. Kul­lanımı daha kolay ve daha yumuşak olan bu türün birçok faydası vardır. Hindî olan tür ise siyaha yakın ve "bahrî" den daha hararetlidir.[545]

4. Kan Aldırma Ve Yürümekle Tedavi:


Ikrime diyor ki:
İbn Abbâs'ın kan alan üç hizmetçisi vardı. İkisi onun ve ailesinin iş ve hizmetini görür, birisi de onun ve ailesinin kanını alırdı. Ibn Abbâs, Rasûlüllah'ın (s.a.v.) "Kan alan kul/köle ne iyidir! Kanı giderir, sırtı hafifletir ve gözü aydınlatır" dediğini yine onun "Kan aldıracağınız en uygun gün onyedinci, ondokuzuncu ve yirmibirinci günlerdir. Tedavi olduğunuz en iyi ilaç burun damlası (seût), ledûd (bir tür şurup), kan aldırma (hacamat) ve müshildir" buyurduğunu naklederdi.[546]
Ümmü Seleme (r.a.) kan aldırmak için Rasûlüllah'tân (s.a.v.) izin istemişti. Rasûlüllah (s.a.v.) da Ebu Taybe'ye emrederek onun kanını al­masını istemişti. Râvi diyor ki: "Ebu Taybe'nin Ümmü Seleme'nin ya süt kardeşi veya henüz ergen olmamış çocuk olduğunu sanıyorum."[547]

5. Duâ Ve Nefes Etme (Rukye) İle Tedavi:


Humeydb. Kays el-Mekkî(r.a.) anlatıyor: Caferb. Ebî Talib'iniki oğlu Rasûlüllah'a (s.a.v.) getirilmişti. Rasûlüllah (s.a.v.) çocukların dadısına:
“Bunları zayıf görüyorum, acaba neden? diye sordu. O da:
“Ya Rasûlallah! Onlara hemen nazar değiyor. Senin tasvibini bi­lemediğimiz için de şifa dileğiyle onlara okutamadık, dedi. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.v.):
“Onlan okutun! Eğer kaderin önüne geçebilecek birşey olsaydı, onu mutlaka nazar geçerdi" buyurdu.[548]
Sâib b. Yezîd (r.a.) anlatıyor: Teyzem beni Rasûlüllah'a (s.a.v.) götürerek:
“Ya Rasûlallah! Yeğenimin sancısı var, dedi. O da benim başımı sıvazladı ve bana bereket duasında bulundu.[549]
Cuayd diyor ki: Doksandört yaşında olduğu halde Sâib b. Yezîd'in gayet sağlam ve dimdik ayakta olduğunu görünce bana: "Göz ve kulak sağlığımın Rasûllullah'ın (s.a.v.) duası sayesinde iyi olduğunu bilmek­teyim" dedi.
Burada, bilinmesinde ve tatbik edilmesinde fayda gördüğümüz sünnet ve müstehap olan bazı duaları sıralamak istiyoruz:
a) İbn Abbâs'dan rivayet edildiğine göre Rasûlüllah (s.a.v.) sıtma (humma), tüm ağrı ve sancılara karşt sahabeye
"Büyük olan Allah'ın adıyla, tazyikle kanı fışkırtan/kanı ke­silmeyen damarın şerrinden ve ateşin hararetinden azamet sa­hibi olan Allah'a sığınırım." duasını öğretirdi.[550]
b) Âişe (r.a.) anlatıyor: Bir insan bir yerinden şikayet ettiğinde veya onda bir yara yahut yaralanma olduğunda Peygamber (s.a.v.) şehadet parmağını yere koyar sonra kaldırır ve:
 "Allah'ın adıyla, yurdumuzun toprağı bazımızın tükrüğü  ile. Bununla hastamız Rabbimizin izni ile şifa bulsun diye" duâ ederdi.[551]
c) Âişe (r.a.) anlatıyor:  Bizden  birisi  rahatsız olduğunda Rasûlüllah (s.a.v.) onu sağ eliyle sıvazlar sonra:
"Ey insanların Rabbi! Şu rahatsızlığı gider, şifa ver! Şifa veren ancak sensin. Senin şifandan başka hiçbir şifa yoktur. Hastalık izi bırakmayan şifa ihsan et!" derdi.[552]
d) Âişe (r.a.) diyor ki: Rasûlüllah (s.a.v.) rahatsız olduğu vakit ken­dine muavvizât (Ihlas, Felak ve Nas surelerini) okur ve üflerdi. Ağnsı fazlalaştığı zaman da onun üzerine ben okuyor ve bereketini umarak kendi eliyle onu sıvazlardım.[553]
e) Ebu Saîd el-Hudrî'den (r.a.) rivayet edildiğine göre Cebrail (a.s.) Peygamber'e gelerek:
“Yâ Muhammed! Rahatsızlığın var? demiş, o da:
“Evet, cevabını vermişti. Bunun üzerine Cebrail:
"Allah'ın adıyla, sana eziyet veren herşeyden, herkesin ve her hasetçinin nazarından (şifa dileğiyle) sana okuyorum. Allah sana şifa versin! Allah'ın adıyla sana okuyorum" dedi.[554]
Ibn Abbâs da şu sözüyle muavvizât okumanın önem ve lüzumuna dikkatleri çekmiştir: "Dünyaya gelen her insanın kalbinde "vesveseci" vardır. Eğer Allah'ı zikrederse o siner. Ama gaflet ederse vesvese verir; kötü şeyler fısıldar. Yüce Allah'ın "O sinsi vesvesecinin şerrinden insan­ların Rabbine sığınırım, de!"[555] sözünün manası da budur."[556]

6. Nazardan Korunmanın Yolu:


Hz, Âişe diyor ki: Nazarı değen kimseye abdest alması emredilirdi. Sonra kendisine nazar değen kimse de, onun abdest suyunda yıkanırdı.[557]
Sehl b. Huneyfin oğlu Ebu Üsame anlatıyor: Âmir b. Rabla, Sehl b. Huneyf i (yani kendisim) boy abdesti alırken gördü ve:
“Hiç güneş görmemiş ten bile bugünkü gördüğüm kadar (güzel) değildir, dedi. Bunun üzerine Sehl hemen yıkıldı. Rasûlüllah'a (s.a.v.) gidilerek:
“Yâ Rasûlallah! Sehl b. Huneyf için yapacak bir şeyin var mı? Vallahi o başını kaldıramıyor! dediler. Rasûlüllah (s.a.v.):
“(Nazarından dolayı) birini itham ediyor musunuz? diye sordu. Onlar:
“Âmir b. Rabia'yı itham ediyoruz, dediler. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.v.) Âmir'i çağırarak ona kızdı ve:
“Sizden biri kardeşini nedeir (nazarıyla) öldürüyor? Ona (maşaallah, bârekallâh diyerek) bereket niyazında bulunsaydm ya! Şimdi onun için bir yıkan! dedi. Amir de hemen yüzünü, ellerini dirsek­lerini, dizlerini, ayaklarım ve böğürlerini bir kap/leğen içerisinde yıkadı. Sonra (o su) Sehl in üzerine döküldü. Sehl de iyileşerek oradakilerle birlikte gitti ve birşeyi kalmadı.[558]

7. Kur'an Ayetî Ve Hadisin Dışında Çocuğa Muska Takmanın Yasaklanması:


Şer'i hükümleri bilmeyen çevrelerin yaptıkları gibi, nazardan ko­ruyacağına inanarak çocuğun ayaklarına bilezik geçirmek, üzerinde mavi boncuk bulunan halkaları takmak, ne olduğu belirsiz muska ve tılsımları asmak haramdır. Rasûlüllah'ın (s.a.v.) özellikle şirk kabul ettiği bu tür uygulamalardan sakınmalıdır.
Amr b. el-Hârık'-tan rivayet edildiğine göre Bükeyr'in anası Mah-rame'yi Hz. Aişe'ye göndermişti. Aişe (r.a.) çocuklarda meydana gelen yarayı da tedavi ediyordu. Bükeyr'in kardeşi Mahreme'nin tedavisini bi­tiren Hz. Aişe, çocuğun ayaklarında iki yeni bilezik görünce şöyle dedi: "Şu iki bileziğin Allah'ın takdir ettiği bir şeyi ortadan kaldıracağını sanıyordunuz? Eğer onların benim rahatsızlığımı tedavi edeceğini bil­seydim, vallahi gümüşten yapılmış bir bilezik şu ikisinden daha temiz­dir (öyle olsa ben kullanırdım).[559]
Bundan dolayı Rashulüllah'ın (s.a.v.), haset ve nazar endişesiyle çocukların göğüs ve yakalarına birşeyler takan cahiliyyenin inaç ve har­eketlerinden çok sakmdırdğmı görmekteyiz. O halde onu dinlemeliyiz, ona uymalıyız ve bid'at işlememeliyiz.
Ebu Kilâbe diyor ki: Rasûlüllah (s.a.v.), henüz bir çocuk olan Fadl b. Abbâs'ın boynunda takılı olan nazar boncuğunu kopardı.[560]

IX. Cinsel Terbiye

Giriş:


İslâm dini, insanın, yaratılışına uygun bir şekilde dengeli ve insi­camlı bir yapı kazanmasına, büyüyüp gelişmesine büyük önem ver­miştir. Bu yüzden ifrat ve tefrite yer vermeden her şeyde ölçülü ve mutedil davranmak, bu dinin en belirgin özelliklerinden biri olmuştur.
İnsandaki cinsel faktörü Yüce Allah yaratmıştır. İçinde insanın da bulunduğu bütün canlı varlıkların beka ve hayatiyeti buna bağlıdır. Allah, çocuk yapmaya imkan verecek bu güç ve arzunun insanda fonk­siyon icra edebilmesi için muayyen bir zaman koymuştur. Şeriat bu "zaman" için "mükellefiyet yaşı" adını vermiştir. Artık çocuk o yaşa gir­mekle yaptığı tasarruflardan sorumlu hale gelmekte ve işlediği amel­lerden hesaba çekilmektedir.
Mevcut cinsel potansiyelin, tahrik edici dış etkenlerden uzak ve sakin bir şekilde devam edebilmesi için İslâm, çocuk psikolojisini dikk­ate almış, onun birtakım emir ve yasaklara uymasını istemiştir. Bunun­la o, cinsel faktörün terbiye edilmesini; sapmadan ve kirlenmeden dengeli ve tertemiz bir şekilde kalmasını hedeflemiştir.
Bu girişten sonra, çocuğun cinsel terbiyesi konusunda ana ba­banın uygulaması gereken ve Rasûlüllah (s.a.v.) tarafından belirlenen kaide ve esaslara geçebiliriz.[561]

1. Yatak Odasına Gîrerken Çocuğun Îzîn İstemesi:


Çocuk, günün büyük bölümünü evde geçirir ve evin her tarafını hızlıca dolaşır. Her zaman onun için izin istemek güç ve zor bir iştir. Bundan dolayı Kur'ari-ı Kerim, üstün tedrici metodu ile küçük çocuklar için izin isteme usulü getirmiş, dinlenmek üzere ana babanın yatak odasında bulundukları sabah namazından önce, (kaylûle uykusu için) öğle vakti ve yatsı namazından sonra hassas üç vakitte onların izin is­temelerini prensip kabul etmiştir. Nihayet buluğ çağına yaklaştığında çocuğun, kapısı kapalı olan bir odada bulunan ana babasının yanma girebilmesi için artık izin istemesi vacip olur. Bu hüküm büyük önem taşıdığından, bizzat Kur'an şu detaylı açıklamayı yapmıştır: "Ey mü'minler! Ellerinizin altında bulunan (köle ve hizmetçileriniz) ve içinizden henüz bulûğa ermemiş olanlar, sabah namazından önce, öğleyin soyunduğunuz vakit ve yatsı namazından sonra (yanınıza gire­ceklerinde) sizden üç defa izin istesinler. Bunlar, üstünüzün açılabileceği üç vakittir. Bu vakitlerin dışında ne sizin için, ne de onlar için bir sakınca yoktur. Birbirinizin yanına girip çıkabilirsiniz, işte Al­lah, ayetleri size böyle açıklar. Allah (herşeyi) bilendir, hüküm ve hik­met sahibidir."[562]
"Henüz bulûğa ermemiş mümeyyiz çocukların ve hiz­metçilerin sözkonusu üç vakitte izin istemeleri, ev hayatlarında birçok kimsenin gaflet ettiği bir edeptir. Bu tavırlarıyla onlar, hizmetçilerin hanımefendilerinin açık yerlerine bakmayacak­larını sanmakta ve bunun, doğuracağı psikolojik, sinirsel ve ahlâki etkilerini küçümsemektedirler. Bugün psikologlar, Çocukların küçükken gözlerinin iliştiği açık sahnelerin tüm hayatlarında etkili olduğunu, bunun tedavisi güç birtakım psi­kolojik ve sinirsel hastalıklar doğurduğunu açıkladıkları halde yine ihmalkâr ana bablar, bulûğ öncesi çocukların bundan etki­lenmediklerini ve duygulanmadıklarını iddia etmektedirler."[563]
Hangi ana baba, yavrusunun tedavisi güç psikolojik ve sinirsel ra­hatsızlıklara duçar olmasını ister? Şüphesiz bu rahatsızlıkların temel sebebi, sözkonusu üç vakitte çocuğa izin istemeyi alıştırma noktasında ana babanın gösterdiği gevşekliktir. Bundan dolayı Rasûlüllah'ın (s.a.v.) izin isteme edebini Enes'e öğrettiğini görüyoruz: Enes diyor ki: Ben, Peygamber'in (s.a.v.) hizmetçisi idim. izin istemeksizin yanına gi­riyordum. Yine birgün geldiğimde Peygamber (s.a.v.) "Olduğun gibi dur, yavrucuğum! Çünkü senden sonra birşey oldu. Bundan böyle asla izin­siz girme!"[564]
Ana baba, çocuğun cinsel içgüdüsünün tabii seyrine destek olabil­mek için onun önünde her zaman avret bölgesini kapalı tutmalıdır. Bu konuda yukarıda zikrettiğimiz Allah ve Rasûlü'nün hayat veren mesajı, herkes için vazgeçilmez prensip olmalıdır.
Mümeyyiz olmayan çocuğun hükmü: Güzel ile çirkin, iyi ile kötüyü seçemeyen ve kadm-erkek münasebetine akıl ermeyen küçük çocuğun özel bir hükmü vardır. "... veya kadınların mahrem yerlerini henüz an­lamayan çocuklardan başkasına zinetlerini göstermesinler..."[565] aye­ti bunu açık olarak ifade etmektedir.
Küçük çocuklar bazan Hz. Aişe'nin yanına gelirler ve onun elbise­sini görürlerdi. Atâ diyorki: Ben, Ubeyd b. Umeyr ile beraber, (Müzdelife'deki) Sebîr vadisinde (hac esnasında) ikâmet etmekte olan Aişe'nin yanına giderdim. Aişe o gün keçeden yapılmış bir Türk cadın içinde idi. Çadırın bir perdesi vardı. Aişe ile bizim aramızda bundan başka bir şey yoktu. Ben Aişe'nin üzerinde gül rengi ile boyanmış bir el­bise gördüm.[566]

2. Çocuğun Bakılması Yasak Olanlardan Gözünü Çevirmeye Ve Mahrem Yerlerini Korumaya Alıştırılması:


Göz, çocuğun dış âleme açılan penceresidir. Onun gördüğü herşey, süratli bir şekilde hafızasında, akıl ve ruh dünyasında iz bırakır. Çocuğun, ilahi murakabe sayesinde evde ve dışarıda kadınların açık yerlerine bakmaktan gözünü çevirmeye alıştırılması, onun gönlünde duyacağı iman lezzetine zemin hazırlar.
Çocuk bazan gevşeklik göstererek, bazan unutarak, bazan da bir an için nefsi ağır basarak şehvetle genç kızlara bakabilir, işte böyle du­rumlarda Rasûlüllah'ın (s.a.v.) tavrı ne olmuştur ve genç sahâbîleri nasıl eğitmiştir. Şimdi bu suale cevap arayalım:
a) Abdullah b. Abbâs diyor ki: Fadl b. Abbâs Rasûlüllah'ın (s.a.v.) terkisinde idi. Derken Has'âm'dan bir kadın fetva sor­mak üzere Rasûlüllah'a (s.a.v.) geldi. Fadl kadına, kadın da Fa di'a bakmaya başladı. Bunun üzerine hemen Rasûlüllah (s.a.v.) Fadl'ın yüzünü öbür tarafa çevirmeye başladı.[567]
b) Fadl b. Abbâs  anlatıyor: Rasûlüllah'ın (s.a.v.) terkisinde idim. Mina'ya doğru yürürken, terkisinde güzel bir kızı olan bir bedevi geli­verdi. O da bizimle birlikte yürüyordu. Ben kıza bakıyordum. O sırada Peygamber (s.a.v.) bana baktı ve derhal yüzümü kızın yüzünden çevirdi. Sonra ben tekrar baktım. Yine derhal yüzümü onun yüzünden çevirdi. Nihayet bunu üç defa yaptı. Oysa ben vazgeçemiyordum. Peygamber (s.a.v.) Akabe cemresini atıncaya kadar telbiyeye devam etti.[568]
c) Abdullah b. Abbâs diyor ki: Fadl b. Abbâs, Rasûlüllah'ın (s.a.v) terkisinde idi. Fadl'ın yüzünü eliyle çeviriyor ve "Ey kardeşimin oğlu! Bugün öyle bir gündür ki, gözü haramdan sakınan, dili ye mah­rem yeri korunan kimsenin günahları affedilir" diyordu.[569]
d) Abbâs Pegyamber'e (s.a.v.):
"Senin, amcaoğlunun yüzünü çevirdiğim gördüm,"  deyince, Rasûlullah (s.a.v.):
"Genç bir kız ile delikanlı bir oğlan gördüm. Ben onların arasına şeytanın girmesinden korktum" buyurdu.[570]
O halde hangi şartlarda olursa olsun, çocuğu yabancı kadınlara bakmaktan sakındırmak" ve bunun tedbirini almak gerekmektedir. Cin­sel içgüdünün erken yaşta hızla kıvama gelmemesi için bu şarttır. Çünkü bu erken gelişme çoğu zaman ahlâkî, ruhsal, fiziksel, bireysel ve toplumsal boyutta birtakım rahatsıtzlıklara ve rizikolara sebep olmak­tadır.
Mısırlı ünlü hatip ve davetçi Abdulhamid Kişk bir konuşmasında, konu hakkında bir Alman bilim adamının şu sözünü nakletmişti: Cin­siyet literatürünü inceledim; konu hakkındaki hal çarelerini ve tedavi yollarını gözden geçirdim. Fakat Kur'an'da Muhammed'e (s.a.v.) indiri­len şu sözden daha güzel bir çözüm yolu ve daha faydalı bir tedavi yöntemi görmedim: "Mü'min erkeklere söyle: "Gözlerini bakılması yasak olanlardan çevirsinler. Mahrem yerlerini ve ırzlarını kor­usunlar. Bu, onlar için daha temizdir. Şüphesiz Allah, onların yaptıklarından haberdardır."[571]
Namazla birlikte yedi yaşında çocuk, kapatılması gereken (avret) yerlerini örtmeye alıştırılır. Böylece o bunun, namazın sıhhati için ge­reken bir şart olduğunu da kavrar. Ayrıca küçüklüğünde -oğlan olsun kız olsun- bu uygulamayı gören çocuk "tesettür" sevgisiyle büyür ve ni­hayet hayatının ayrılmaz bir parçası haline gelir. Ancak kız çocuğu -erkekten farklı olarak- başını da örtmek durumundadır. Böyle çocuk iman ve ahlâk bakımından kuvvetli, terbiyeli ve iyi yetişmiş olur.[572]

3. Yatakların Ayrılması:


Çocukların yataklarının ayrılması, cinsel duygunun/içgüdünün kötü bir şekilde uyarılmaması bakımından önemli bir eğitim esasıdır. Bugün dünyanın hiçbir sisteminde bunun bir benzeri yoktur. Çocuk eğitiminde bu esas, nebevî hareket metodunun tabii bir neticesidir.
Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
"Yedi yaşında iken çocuklarınıza namazı emredin. On yaşına geldiklerinde kılmadıkları takdirde onları dövün. Ayrıca onların yataklarını ayırın!"[573]
Başka bir rivayette de şöyle buyurmaktadır: "Çocuklarınız yedi yaşına vardıklarında onların yataklarını ayırınız. On yaşına ulaştıklarında da namaz kılmamaları halinde onları dövünüz. " [574]
Buna göre yatakları ayırma işi, içgüdünün gelişme kaydettiği on yaşında başlar. Bu iş, iki çocuğun bir yorgan altında uyumaması ile tat­bik edilir. Ayrı iki yorgan altında bir divanda veya ayrı iki yorgan ile aynı döşekte yatmalarında bir sakınca yoktur. Ama birbirlerinden uzak olmaları daha iyidir.
Şâh Veliyyullâh Dihlevî diyor ki: "Yatakların ayrılmasının emredilmesi, o günlerin ergenlik öncesi dönem olmasından kaynaklanmak­tadır. Bu durumda birlikte yatmanın cinsel arzu ve şehvete sebep ol­ması ihtimalden uzak değildir. Bu yüzden, olmadan önce fesat yolunu kapatmak ve tedbirini almak gerekmektedir."[575]
Netice itibariyle şunu söylemeliyiz: Aynı yatakta ve aynı yorgan altında uyumak, hızlı bir şekilde cinsel içgüdünün gelişip büyümesine yol açmaktadır. Bundan dolayı da ateş bacayı sarmadan ve kötü sonuçlar doğurmadan bunun tedbirini almak ve sünnete uymak gerek­mektedir. Bir yorgan altında, ana babanın farkında olmadığı birçok cin­sel sapmalar meydana gelmekte ve suçsuz-günahsız çocukların helak ol­malarına sebep olunmaktadır. Çocuklarını Hz. Peygamber'in (s.a.v.) emir ve tavsiyelerine aykırı bir ortamda bırakan ve onların eğitiminde gevşeklik gösteren, söz konusu meydana gelen olumsuz sonuçlardan so­rumludur. Oysa ana baba bilmelidir ki, Rasûlullah (s.a.v.) "kendiliğinden/hevâdân konuşmaz. Onun konuşması kendisine vahyedilenden başkası değildir."[576]
Rasûlullah (s.a.v.) "Ayırın!" buyurarak bize açık bir emir sun­muştur. Mü'min de bu emre uyarak çocukların yataklarım ayırmak du­rumundadır. Bu parlak nebevî irşad karşısında doğu ve batının eğitim sistemi artık iflas etmiştir.[577]

4. Çocuğun Sağ Yanı Üzerine Uyuması Ve Yüzükoyun Yatmaktan Uzak Tutulması:


Sağ taraf üzerine uyuma konusundaki sünneti yerine getirmek, uyku esnasında meydana gelen birçok tahrik ve tehyiç edici faktörün önüne geçer. Peygamberimiz (s.a.v.) yüzükoyun uyumayı "şeytan yatışı" olarak nitelemiştir. Çocuğun yüzükoyun karnı üzerine uyuması, şehevi duygusunu uyandıracak şekilde tenasül uzvunun sürtünmesine veya kaşınmasına yol açar. Bundan dolayı çocuğun bu şekilde yattığını gören ana baba, onun uyuma pozisyonunu değiştirmeli, sağ yanı üzerine uyu­mayı sevdirmeli ve yüzükoyun yatmaktan uzak tutmalıdır. Kaldı ki, yüzükoyun uyuma şekli, birçok bedensel hastalığı da beraberinde geti­rir, istisnasız bütün doktorlar, söz konusu uyuma pozisyonundan sakınılmasını tavsiye etmişlerdir.[578]

5. Çocuğun Karşı Cinsiyle Beraber Olmaktan Ve Cinsel Duyguyu Tahrik Eden Unsurlardan Uzak Tutulması:


"Eşya zıddıyla bilinir" kaidesinden hareketle şu gerçeği dikkate sunmak istiyoruz; Kız ve erkek çocuklarının bir arada karışık halde bu­lunması ve bunun doğurduğu sonuçlar konusunda Avrupa'nın tesbit ve tecrübesi, temiz ruhlu iffetli insanların tiksinti/ürperti duyacağı boyut­tadır. Bu başarısız tecrübeyi ana babalara ve pedagoglara arz etmek gerekir. Çünkü zayıf karakterli müslümanlar, öteden beri Avrupa'nın eğitim tecrübesine değer vermeye alışagelmişler, vaaz ve hutbelerde görevli hatipler kız-erkek karma eğitimin zararlarını anlatmaya çalışırken onlar adeta bunları dinlemezlikten gelmişlerdi. Yine de "Şüphesiz bunda, kalbi olan veya şahit olarak (zihnini toplaya­rak dikkatle) kulak veren kimse için bir öğüt vardır"[579] ayeti gereğince bu çevreden örnekler vermek istiyoruz.
Günümüz İslâm alimlerinden Vehbi Süleyman el-Ğavcî diyor ki: "Büyük âlim Ahmed Mazhar bana anlatmıştı. İlmi çalışma yapmak üzere Belçika'ya gittiğinde, orada tüm öğrencileri kızlardan oluşan bir ilkokul görmüş. Ahmed Mazhar hoca okulun müdire hanımına:
"Bu merhalede neden kız-erkek karışık vaziyette karma eğitim vermiyorsunuz? " sualini sormuş. Müdire hanım da ona:
"Biz daha önce çocukların o şekilde karışık bulunmalarının zararlarını her yerde hatta ilkokul çağında gördük, " cevabını vermiş.
Bu olayı destekler mahiyette, konu hakkında istatistikî bilgiler de ihtiva eden şu tesbit ve müşahedeleri arzetmek uygun olacaktır:
"Yeni Neslin Başkaldırısı" adlı eserinde Hâkim Landcy diyor ki: "Amerika'da çocuklar vaktinden önce ergenliğe adım atmakta ve çok erken yaşlarda cinsel şuur onlarda iyice ortaya çıkmaktadır. Mesela istatistikî verilere göre 312 kız çocuğundan 255'i onbir ile onüç yaşları arasında ergen olmuştur. Bu çocuklarda, normalde onsekiz ve daha yukarı yaşlardaki kızlarda görülen cinsellik belirtileri tesbit edilmiştir."
Dr. E. Hooker (?) de "Cinsel Yasalar" adlı kitabında şöyle diyor: "Bugün, hiç de garip karşılanmamalıdır ki, bilgili, kültürlü kesimlerde bile yedi-sekiz yaşlarındaki kız çocukları kendi yaşıtları oğlan çocuklarıyla sevişmekte ve çoğu  zaman bu işi  fuhuşa kadar götürmektedirler. Soylu bir ailenin yedi yaşındaki kızı erkek kardeşiyle ve bir grup arkadaşıyla fuhuş yapmıştı. Beş çocuktan oluşan başka bir grup, komşu iki kız çocuğu ve üç erkek çocuğu ile birlikte cinael ilişkiler içerisinde iken görülmüşlerdir. Üstelik onlar bu işe başka çocukları da sevketmişlerdir. Onların yaşça en büyük olanı on yaşında idi. Görünüşte sıkı bir kontrol altında olan dokuz yaşındaki bir kız çocuğu da, birçok aşık oğlanın sevgilisi olma mutluluğu içinde bulunmuştur!"
"Teymur'da bir öğrenci yurdu ile ilgili tutulan bir doktor raporun­da, bir yıl içinde yaşları on ikinin altında olan kız çocuklarının gayr-i meşru ilişkileri hakkında mahkemelere binden fazla dava intikal ettiği ifade edilmektedir."   
"Amerikalı hakim Landcy, okullardaki genç kızların % 45'inin me­zun olmadan önce namuslarının kirlendiğini ve yüksek öğretim aşamasında bu oranın daha da yükseldiğini tahmin etmektedir. Aynı şahıs, liselerdeki erkek öğrencilerin taşıdıkları cinsel duyguların, kız öğrencilere nispeten daha az olduğunu; kız öğrencilerin devamlı atılgan, üstüne giden ve emreden pozisyonunda olduklarını, erkek öğrencilerin ise onlara mahkum olduklarını yazmaktadır."
Üzücü bir durumdur ki, bugün birçok İslâm ülkesi kız-erkek karışık halde karma eğitim sistemine başlamış bulunmaktadır. Bu uy­gulama, toplumu bozmaya, nesillerin bünyesini aşındırmaya ve zayıflatmaya yönelik ciddi bir komplodur.[580]

6. Mümeyyiz[581] Çocuğun Guslün Farzlarını Ve Sünnetlerini Öğrenmesi:


Ergenlik dönemine yaklaşan kız ve oğlan çocuğuna ana babanın, boy abdestinin farzlarını ve sünnetlerini öğretmeleri gerekir. Boy abdesti almayı gerektiren sebepler, tenasül uzvundan çıkan ve "meni" adı ve­rilen maddenin mahiyeti, kısaca "gusul fikhı" hakkında çocukları bilgi­lendirir. Ana babaların çocuklara bu konuları açması, kötü ellerin uzanarak onlara öldürücü zehir sunmalarından daha iyidir.
Ömer b. Hattab (r.a.) diyor ki: "İslâm döneminde büyüyüp de cahiliye devrini tanımayan kimseler İslamı yavaş yavaş bozacaktır."  Bun­dan dolayı baba oğluna, ana da kızına sözkonusu meseleler hakkında İslâm fıkhının hükümlerini mutlaka öğretmelidir.
İnsan hayatında sorumluluk yükleyen "mükellefiyet yaşı" artık  onun hakkında farzların başladığı, Rabbanî emir ve yasakların bağladığı zaman noktasıdır. Bu noktadan itibaren insan, söz ve dav­ranışlarında işlediği küçük ve büyük günahlarından dolayı hesaba çekilir. Sağında ve solunda bulunan, gözetleyen ve dediklerini zabteden iki melekten her biri, iyilikleri ve kötülükleri yazma konusunda yüklendikleri  misyonu icra etmeye  başlar,  işte ana babalar ve eğitimciler bu mes'uliyet şuurunu çocuğa kazandırmalı, onu iyiliğe yönlendirmeli ve kötülükten alakoymalıdır.[582]

7. Mümeyyiz Çocuğun Nur Suresini Ezberlemesi, Mânâ Ve Hükümlerinin Öğretilmesi:


On yaşına vardıktan sonra çocuğun yatağı diğer kardeşlerinden ayrılır. Bu demektir ki, bazı cinsel belirtiler o zaman yavaş yavaş görülmeye başlar. Bu yaşta çocuğun gönlüne, duygu ve içgüdüsünü zab-tu rabt altına alacak ve dolayısıyla fuhuş işlemekten muhafaza edecek birtakım ölçüler koymakla eğitime başlamalıyız. Allah kendilerinden razı olsun ilk müslümanlar çocuklarına Nur suresini öğretirlerdi. Çocuklar için bir nevi koruyucu, fonksiyon icra eden Nur suresini ergen­lik öncesi dönemde özellikle kız çocuklarına ezberletirler, mânâ ve hükümlerini açıklarlardı.
Ünlü filolog Câhız, muallimlerin, genç kızların Nur suresini ezber­lemelerine özel bir önem verdiklerini ifade etmektedir.[583] Halife Hz, Ömer de valilere yazdığı mektupta "Hastalıktan dolayı müstesna olmak üzere hiçbir müslüman kadın hamama girmesin. Kadınlarınıza Nur suresini öğretiniz" buyurmuştur.[584]

8. Cinsel Arzunun Açığa Vurulması Ve Fuhuştan Sakındırmanın Yolu:


Ahlâkî yapıyı, cinsel terbiyeyi ihtiva eden ve fuhuş bataklığına düşmekten sakındıran Nur suresinin çocuğa ezberletilmesi ve öğretilmesi gerektiği bir önceki maddede söylenmişti.
Çocuk guslün farzlarını ve yapılış şeklini öğrendikten sonra artık gayr-i meşru ilişkilere düşmemesi için ciddi bir şekilde uyarılır ve bu konuda onu ikna eden çarpıcı örnekler verilir. Bu örnek açıklamalardan birisi şudur:
Ebu Ümame'den rivayet edildiğine göre Kureyş'ten bir genç Peygamber'e (s.a.v.) gelerek:
"Ya Rasûlallah! Zina etmeme izin ver! " dedi. Orada bulunanlar gence yöneldiler ve seslerini yükselterek ona olan tepkilerini belirttiler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.):
"Onu bana yaklaştırın, " buyurdu. O da yaklaştı ve aralarında şu konuşma geçti:
Peygamber (s.a.v.):
"Böyle birşeyi anan için arzu eder misin?" Genç:
"Hayır, vallahi. Allah beni sana feda eylesin! " Peygamber (s.a.v.):
"Hiçbir insan da böyle birşeyi anası için istemez. Peki ya kızın için bunu arzu eder misin? " Genç:
"Hayır, vallahi ya Rasûlallah! Allah beni sana feda eylesin." Pey­gamber (s.a.v.):
"Hiçbir insan da kendi kızı için böyle birşey arzu edemez. Peki ya halan için bunu ister misin? " Genç:
"Hayır, vallahi ya Rasûlallahî Allah beni sana feda eylesin." Pey­gamber (s.a.v.):
"Hiçbir insan da halası için böyle birşeyi arzu edemez. Peki ye teyzen için bunu ister misin? " Genç:
"Hayır, vallahi ya Rasûlallah! Allah beni sana feda eylesin. " Pey­gamber (s.a.v.):
"Hiçbir insan da teyzesi için böyle birşeyi arzu edemez," dedi.
Sonra Rasûlüllah (s.a.v.) elini gencin üzerine koyarak şu duayı yaptı: "Allahım! Bu gencin günahını bağışla, kalbini tertemiz eyle, iffet ve namusunu muhafaza eyle!" Râvi diyor ki: "Artık o günden sonra o genç hiçbir şeye dönüp bakmadı; en nefret ettiği şey zina oldu."[585]
Aynı şekilde caydırıcılık olması bakımından zinadan dolayı tatbik edilecek had cezası da çocuğa öğretilir. Ebû Hüreyre ve Zeyd b. Halid el-Cühenî'nin rivayetlerine göre, iki bedevi Rasûlüllah'a (s.a.v.) geldi. On­lardan birisi:
"Benim oğlum şu adamın işçisi idi. Derken onun karısıyla zina etmiş. Bana oğluma recm (taşlama) cezası gerektiği söylendi. Ben de (oğlumun cezadan kurtulması için) bu adama yüz koyun ve bir de cariye fidye verdim. Sonra ben bunu ulemaya sordum. Onlar da bana; (henüz bekar olan) oğluma yüz değnek ile bir yıl sürgün cezası[586] lazım gel­diğini ve bunun karısına da recm cezası icabettiğini söylediler, dedi. Bu­nun üzerine Rasûlüllah (s.a.v.):
"Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ben aranızda elbette Allah'ın kitabı ile hükmedeceğim: Cariye ile koyunlar sana geri verilir, oğlun da yüz değnek ile bir yıl sürgün cezasına çarptırılır. Haydi ey Üneys! Bunun karısına git. Eğer suçunu itiraf ederse ona recm cezasını tatbik et! buyurdu. Ravi diyor ki: Üneys kadına gitti. Kadın da suçunu itiraf etti. Rasûlüllah (s.a.v.) kadının recmedilmesini emretti.[587]

9. Erken Evlilik:


İçinde yaşadığımız asırda, erken evliliğin birtakım dezavantajları olduğu söylense de, özellikle geçim derdinin temin edilmesi halinde onun avantajları ağır basar. Geçim derdinin temin edilmesi ve maddi problemin giderilmesi hususunda ana babanın desteği ile yeni evlenen delikanlının kazancı arasında bir fark yoktur. Bugün toplumda görülen sosyal ve psikolojik buhranların ve işlenen cinayetlerin çoğu, evlilik müessesesini geciktirmenin tabii bir neticesidir. Bu noktayı uzun uzadıya tartışacak değiliz. Selef-i salihin hayatından şu örnek tabloları dikkatlere sunmak dayanak olması açısından bize kafi gelecektir. Mad­deler halinde sıralamak istediğimiz rivayetlerin tamamı, hicri 211'de vefat eden büyük hadis alimi Abdurezzak'ın Musannef’inde[588] bulun­maktadır.
a) Urve diyor'ki: Peygamber (s.a.v.) Âişe'yi altı (veya yedi) yaşında iken nikahlamış, dokuz yaşında iken de onunla zifafa girmişti. O sırada oyuncak bebekleri de Âişe'nin yanındaydı. O, onsekiz yaşında iken de Rasûlüllah (s.a.v.) vefat etmişti.[589]
b) Ebu Ca'fer anlatıyor: Hz. Ömer, evlenmek üzere Hz. Ali'nin ke­rimesini istemişti. Hz. Ali:
"O küçüktür, " cevabını verince Hz. Ömer'e:
"Böyle demekle o baştan savmak istiyor, " diyenler oldu. Ömer (r.a.), Hz. Ali ile tekrar görüştü. Bunun üzerine Ali (r.a.):
"Kızı sana göndereyim. Eğer rıza gösterirse, o senin karındır, " dedi. Derken onu Hz. Ömer'e gönderdi. Hz. Ömer gitti kızın (elbisesini kaldırıp) inciğine (topuklarının yukarısına) baktı. Bunun üzerine o:
"Bırak git! Eğer sen mü'minlerin emiri olmasaydın, elbette en­sene vururdum, " dedi (ve oradan öfkeyle ayrılarak babası Hz. Ali'nin yanına gitti).
Hz. Ömer, küçük olmasına rağmen Hz. Ali'nin kerimesiyle evlen­me arzusunu şu gerekçeye bağlamıştı: İkrime anlatıyor: Ömer b. Hattab, Ali b. Ebi Talib'in kızı Ümmü Gülsüm'Ie evlendi. O sırada Ümmü Gülsüm henüz bir oyun çocuğu idi. Hz. Ömer, arkadaşlarının yanına ge­lince, onu tebrik ettiler; bereketli olması için duada bulundular. Orada Ömer (r.a.) şunları söyledi: "Ben kendimdeki his ve enerjiden dolayı ev­lenmiş değilim. Fakat Rasûlüllah'ın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu, işitmiştim: "Benim soy ve akrabalığım dışında her soy ve akra­balık bağı kıyamet gününde kesilecektir."[590]Ben de; Allah'ın elçisi ile benim aramda bir soy ve akrabalık bağının olmasını istedim.
c) Hasan Basrî, Zührî ve Katâde şöyle demişlerdir: Küçük çocukları velileri evlendirdiği vakit, onların nikahı caiz olur.
d) Tâvûs diyor ki: îki küçük çocuğu babaları nikahladıkları zaman, büyüdüklerinde çocuklar muhayyerdirler.
e) Zührî'den rivayet edildiğine göre, Urve b. Zübeyr küçük oğlunu Mus'ab'in küçük kızıyla nikahlamıştır.
f) Hışam b. Urve diyor ki: Babam beş yaşındaki küçük kızını altı yaşındaki bîr oğlanla evlendirmişti. Derken oğlan öldü ve kız onun yak­laşık 4000 (dörtbin) dinarına varis oldu.[591]
Burada, küçük kız çocuğu için evlenme yaşının ne olabileceği soru­suna cevap vermek uygun olacaktır:
"İmam Mâlik, Şafiî ve Ebu Hanife'ye göre bunun ölçü ve sınırı, cin­si münasebete güç yetirebilmesi; ruh ve beden bakımından buna hazır olmasıdır. Kişiden kişiye bu değişebilir. Belli bir yaşla sınırlandırılamaz. Doğru olan görüş de budur. Âişe hadisinde bir sınırlama olmadığı gibi, dokuz yaşından önce evliliğe takat getiren bir yaştakini engelleme ve dokuz yaşında olduğu halde takat getirmeyen bir laz çocuğunun evlenmesine izin vermek de sözkonusu olamaz."[592]

10. Ergenlik Belirtileri:


Çocuğun, ergenlik ve mükellefiyet yaşına girdiğini gösteren iki alamet vardır. Bunlar ihtilam ve kasık tüylerinin çıkmasıdır.
a) İhtilam: Kur'an'm şu ayeti bu noktayı açıklamaktadır: "Çocuklarınız ergenlik çağına girdiklerinde, kendilerinden öncekiler izin istedikleri gibi onlar da izin istesinler."[593]
Ali b. Ebi Talib diyor, ki: Rasûlüllah'ın (s.a.v.) şu sözü hafızamdadır: "Ergenlik çağına girdikten (ihtilam) dan sonra ye­timlik yoktur. Gece-gündüz susmak da yoktur."[594]
b) Kasık tüylerinin çıkması: Atıyye el-Kurazî anlatıyor: Kurayza savaşında (müslümanlar tarafından esir alınan) bizler Rasûlüllah'a (s.a.v.) gösterildik. (Kontrolden) sonra kasığında tüy bitmiş olan erkek esirler öldürüldü. Tüy bitmemiş olanlar ise salıverildi. Ben de henüz tüy bitmeyenlerden ve bundan dolayı da salıverilenlerden idim."[595]
Semura b. Cündeb'den rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Müşriklerin yaşlılarını öldürün. Henüz tüylenmemiş çocuklarını bırakın."[596]
"Çocuk onbeş yaşına geldiğinde, artık şer'i cezalar onda tatbik edilir."[597]