İNSANOĞLUNUN NUTFE OLUŞUNDAN CENNET VEYA CEHENNEMDE KARAR KILIŞINA KADARKİ AŞAMALARI
Allah'u Teâla şöyle buyurmuştur:
"Andolsun biz insanı çamurdan meydana gelen bir süzmeden yarattık. Sonra onu bir nutfe olarak sağlam bir karar yerine koyduk. Sonra nutfeyi alakaya çevirdik, alakayı mudga'ya çevirdik. Mudğayı da kemiklere çevirdik, kemiklere et giydirdik. Sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli Allah, ne yücedir! Sonra siz bunun ardından öleceksiniz. Sonra siz kıyamet günü mutlak diriltileceksiniz."
Bu ayette Allah'u Teâlâ, Ademoğlunun nutfe oluşundan -hatta toprak ve su oluşundan- kıyamet günündeki dirilişine kadar merhalelerini topluca zikretmiştir. İnsanın ilk yaratılış aşaması çamurdan bir süzme olmasıdır. Sonra aşağılık bir sudan meydana gelen bir süzme -ki bu, bütün vücuttan süzülmüş olan nutfedir- haline gelir Bu halde kırk gün kalır. Sonra Allahu Teâlâ, bu nutfeyi alaka'ya çevirir. Alaka siyah, bir kan pıhtısıdır. Bu da aynı şekilde ikinci bir 40 gün kalır. Bu merhalede azalan, suret ve şekli takdir edilir.
Ceninin, şekillenen ve yaratılan ilk organın hangisi olduğunda ihtilaf edilmiştir.
Bazıları bunun "kalp," kimileri "akıl," kimileri" karaciğer" ve kimileri de "omurga kemikleri" olduğunu söylemişlerdir.
İlk görüşün sahipleri şöyle delil getirmişlerdir.
"Kalp, hayatın sentezi durumundaki tabii hararetin kaynağı olan temel bir uzvudur. Öyleyse ilk yaratılan uzvun kalp olması gerekir. Anatomi ve otopsi uzmanları, nutfe iyice sertleşince, içerisinde siyah bir noktanızı görüldüğünü söylerler."
İlk yaratılan uzvun akıl olduğunu söyleyenler de şöyle delil getirmişlerdir:
"Beyin, insanın temel uzvudur. Hislerin toplandığı bölgedir. Canlılara mahsus olan şey ise hareket ve irade özellikleridir. Bunun kökü ve hareket noktası da akıldır. Madem ki canlılara mahsus özellikler, hissetme ve iradeli hareket etmedir ve madem ki bunlar beyinden kaynaklanmaktadır, öyleyse ilk yaratılan uzvun beyin olması gerekir."
İlk yaratılan uzvun karaciğer olduğunu söyleyenler ise şöyle delil getirmişlerdir:
"Canlıların kendisiyle kaim olduğu beslenme ve gelişme özellikleri, karaciğerden kaynaklanmaktadır. Tabii nizam, ilk yaratılan uzvun karaciğer, sonra kalp, sonra da beyin olmasını gerektirmektedir. Çünkü canlıların ilk anı gelişme ve büyüme ile başlar. Bu esnada onun ne hissetmeye, ne de iradeli bir harekete ihtiyacı vardır. Zira henüz bitki mesabesindedir. Dolayısıyla bu aşamada, gelişip büyümeden ' başka bir şeye ihtiyacı yoktur. Bu yüzden his ve irade gücü ona ancak ruh üflenince verilir. Bu ise, yaratılışının dördüncü aşamasında gerçekleşir. Öyleyse onda yaratılan ilk uzuv gelişip büyüme aletidir ki, bu da karaciğerdir. Anatomi ve otopsi uzmanları ittifak halinde müşahede etmişlerdir ki, canlıların vücudu yaratılırken birbirine yakın karaciğer kalp ve akıl şekillerine benzeyen üç nokta ilk olarak görülmektedir. Daha sonra hamilelik günlerinin uzamasına göre gittikçe birbirlerinden uzaklaşmaktadırlar."
Anatomi alimlerince bilinenler bu kadardır. Bu noktalardan hangisinin ilk olarak yaratıldığı meselesine gelince, kıyas, evleviyyet ve tahmin dışında ellerinde buna ait bir delil yoktur. Allahu a'lem. [2]
Yaratılış Merhaleleri:
Bundan sonra ceninin eklemleri, azaları, kemikleri, damarları ve sinirleri yaratılır. Kulağı, gözü, ağzı yarılıp açılır. Bitişik olan boğazı açılır ve orada dili yaratılır. Şekil ve suretinin çizgileri belirlenir. Kemiklerine et giydirilir. En sağlam ve güçlü bağlarla birbirine bağlanır. Bu bağ "Onları biz yarattık ve bağlarını sıkıca bağladık" [3] ayeti kerimesinde sözü geçen bağdır. Kendisiyle bağlanılan şey anlamındaki "işar" ile bağlanmış anlamındaki "esir" kelimeleri buradan türemiştir.
İmam Ahmed,"Ravh b.Ubade'den, o da Ebu Hilâl'den, o da Sabit'ten, o da Safvan b. Muhriz'den, şunu nakletmiştir:"
“Allah'ın nebisi Hz. Davud (a.s.), Allah'ın azabını zikrettiği zaman, eklemleri çözülür ve vücudunun bağı tutmaz olurdu. Nihayet Allah'ın rahmetini zikrettiği zaman eski haline gelirdi." [4]
Ceninin Meniden Terkip Edilip Yaratılması:
Hipokrat "Ceninler" kitabının 3. bölümünde şöyle der:
"Sana şunu anlatayım: Gelişmekte olan bir meni görmüştüm. Şöyle ki, ahaliden bir kadının güzel bir cariyesi vardı. Değeri düşmesin diye cariyenin hamile kalmasını istemiyordu. Derken cariye kadınların "Bir kadın hamile kalacağı zaman erkeğin menisi rahminden çıkmaz, içerde kalır" dediklerini duymuş ve bu kafasında yer etmiş. Sonra da kendini gözetmeye koyulmuş ve zaman zaman meninin dışarı çıkmadığını hissetmiş. Derken haber bana ulaştı. Ben de cariyeye arkaya doğru sıçramasını emrettim. Yedi defa sıçradı ve dış kabuğu soyulup iç zan kalmış, çiğ bir yumurtaya benzeyen meni yere düştü ve ses çıkardı. Derim ki: Ceninin beslenmesi için anne rahmindeki fazlalıklar o tarafa akar. Bu cenindeki beyaz ve ince sinirler açıkça görülüyordu. Bu göbeğin ortasında gördüğün şeydir. Göbeğin dışında başka ber yerde bulunmaz. Çünkü ruh, buradan bedene yol bulur. Ayrıca ilim öğrenmek isteyen herkesin bileceği diğer bir açık konuya da temas ederek bir takım kıyaslarla bunu açıklıyor ve diyorum ki, meni bir zar içerisinde olup, kadında toplanan ve rahme inen kan ile beslenmektedir.
Meni, bahsettiğimiz göbek ipi yoluyla havayı çeker ve bu zar içerisinde onu teneffüs eder. Kadından akıp gelen kan ile beslenip büyür.
Kadın hamile olduğu müddetçe, eğer çocuğu sağlıklı ise hayız kanı gelmez. Bu, ilk hamilelik ayından dokuzuncu aya kadar böyle devam eder. Fakat kadının vücudundan süzülen bütün kanlar ceninin etrafında, dış zar üzerinde toplanır. Bu arada cenin nefes almaktadır. Göbek ise bunların cenine ulaşma yoludur. Böylece gıda oraya gider ve cenini besleyip büyütür. Meni, cenin haline gelince diğer zarlar yaratılır ve birinci zarın içinde gelişerek uzanır. Pek çok renklerde olurlar. Yaratılışı ise ilk zarın oluşması gibidir. Bu zarlar içerisinde ilk önce yaratılanlar, ikinci aydan sonra yaratılanlar ve üçüncü ayda yaratılanlar vardır. Başlangıçta hepsinin faydası görülmez. Bazılarının faydası ise, ancak en son safhada görülür. Bu yüzden bir kısmı birinci, bir kısmı ikinci ve bir kısmı da üçüncü ayda yaratılırlar. Bu zarlar göbekte adeta birbirlerine bağlanmış gibi dururlar. Çocuğun nefes alıp beslendiği göbek şeridi, bu zarların ortasında olur. Oraya kan indiği vakit cenin ondan beslenir ve bu zarlar kan ile cenin arasına girerler."
Bu yüzden Allahu Teâlâ "Sizi annelerinizin karınlarında üç karanlık içerisinde yaratmadan yaratmaya geçirerek
yaratmaktadır." [5] buyurmuştur. Bu zarlardan her birinin kendine mahsus bir karanlığı vardır. Allah'u Teâla yaratılış merhalelerim ve bunları nasıl halden hale intikâl ettirdiğini anlatmış ve cenin üzerindeki zarların karanlıklarından söz etmiştir. Müfessirlerin çoğunluğu derler ki:
"Bu karanlıklar karındaki karanlık, rahim karanlığı ve döl yatağı karanlığıdır. Bunlardan her birisi cenin üzerindeki bir perdedir."Diğer bir kısım müfessirler ise "Bu karanlıklar, babaların bellerindeki karanlık, annelerin karınlarındaki karanlık ve döl yatağı karanlığıdır" demişlerdir. Bu konudaki en zayıf görüş ise "Gecenin karanlığı, karındaki karanlık ve rahimdeki karanlık" sözüdür. Bu söz isabetsizdir. Çünkü, cenin nazarında gece ile gündüz arasında bir fark yoktur.
Yine Hipokrat diyor ki "Kadın, hamile kaldığı zaman akıp gelerek rahminin etrafında taplanan kandan dolayı acı hissetmez. Hayız kanı geldiği zamanki gibi bir bitkinlik de duymaz. Zira bu kan, aydan aya değil hergün azar azar sükûnetle ve acı vermeden rahme iner.
Bu kan rahme geldiği zaman cenin onunla beslenerek büyür ve gelişir.
Bundan pek uzak olmayan bir ihtimale göre ise ceninin eti ve vucüdu yaratıldığı zaman zarlar oluşur. O büyüdükçe zarlar da büyür. Böylece bu zarlar için cenin haricinde bir boşluk meydana gelir. Anneden kan geldiği zaman, cenin onu çeker, onunla beslenir ve etlenmeye başlar. Beslenmeye elverişli olmayan kirli kan ise zar kanallarına akar. Böylece kendisi için bir hava boşluğu oluştuğu an kanı alabilen bu zarlara döl yatağı adı verilir. Cenin tamamlanıp kâmil bir şekle gelerek besleneceği kadar kanı almaya başlayınca, zarlar genişler ve zikrettiğimiz aletlerden olan döl yatağı ortaya çıkar. İç kısmı genişledikçe dışı da genişler. Zira dış kısmı buna daha uygun olup uzandığı bir yeri vardır."
Ben de derim ki; işte bundan dolayı hamile kadın hayız görmez. Bilakis gördüğü kan alışılmış hayız kanı olmayıp, bir hastalıktan kaynaklanmaktadır. Bu görüş Hz. Aişe'den gelen iki rivayetten birisidir. Ahmed'in mezhebindeki meşhur görüş de budur. Öyle ki, onun talebeleri bu görüşten başkasını tanımazlar.
Ebu Hanife de bu görüştedir. İmam Şafii Hz. Aişe'den yaptığı rivayette ve nakledildiğine göre, İmam Ahmed -ki üstadımız İbn Teymiyye de bu görüşü tercih etmiştir- hamile kadının adet vakitlerinde gördüğü kanın, hayız kanı olduğuna hükmetmişlerdir. Bu görüşün hücceti açıktır. Bu hüccet de kadının hayız vaktinde mutad kanı gördüğü zaman oruç ve namazı terkedeceğini gösteren delillerin umum ifade etmesidir. Allah herhangi bir durumu bundan istisna etmemiştir. Bu kanın çocuğu beslemek için akıp gitmesine gelince, bilinen bir husustur ki, bu durum, çocuğun gıda ihtiyacından artakalan kanın hayız esnasında dışarı çıkmasına mani değildir. Dolayısıyla çocuğun beslenmesi ile annenin hayız görmesi birbiriyle çelişmez.
Diğer görüşün sahipleri "Hamile kadın doğuruncaya, hamile olmayan kadın ise bir hayız ile hamilelikten beri olduğunu gösterinceye kadar onlarla cima edilmez" [6] hadisini hüccet getirerek kadının hayız görmesini, hamile olmadığına delil saymışlardır. Buna göre hamile bir kadın hayız görse, bu hayız onun hamile olmadığını göstermez.
Diğerleri buna şöyle cevap vermişlerdir:
"Hayız, açık bir alâmettir. Kadın hamile iken hayız görürse bunun hamile sayılmamaya delil olamayacağını açıklamıştık. Bu yüzden iddetin tamamlanması ile zahiren hayız hükmü verilir ve kadın hamile iken batn talak ile boşanır. Hz. Peygamber, kadınlan iki kısma ayırmıştır: Hamileliği belli olan kadın ve hamile olduğu zannedilen kadın. Birincisinin hamilelikten beri olduğunun işareti olarak çocuğunu doğurmasını, ikincisi için de hayız görmesini hükme bağlamıştır. İşte hadisin delalet ettiği mana budur. Yoksa hamile kadının normal adet vakitlerinde kan görmesine rağmen oruç tutup namaz kılacağına delalet etmemektedir. [7]
Kemiklerle Uzuvların Yaratılması:
Hipokrat diyor ki: "Kemikler hararetten dolayı sertleşirler. Zira hararet, tıpkı dal ve budakları birbirine bağlanmış bir ağaç gibi kemikleri sertleştirerek birbirine bağlar.
İçte ve dışta sinirler, omuzlar arasında, baş ve yan taraflarda pazular ve bilekler yaratılır ve aynı şekilde iki ayak arasındaki boşluk oluşmaya başlar. Derken her eklemde onu sımsıkı bağlayan sinirler yaratılır."
Ben de derim ki; işte insanın bağlandığı bağ, bu bağdır." Hipokrat devamla diyor ki:
"Daha sonra ağız kendiliğinden açılmaya başlar, etten burun ve kulaklar terkib edilir, kulak yerleri delinir."
Peygamber (s.a.v.) secde esnasında şöyle dua ederdi:
"Benim yüzüm, kendisini yaratıp şekillendiren, kulak ve gözünü yarıp var eden zata secde etti" [8]
Hadis-i şerifteki vav harfi her ne kadar tertip ifade etmese de, kulağın önce zikredilmesi, yaratılışındaki önceliğine uygun düşmektedir. Hipokrat sözlerine şöyle devam eder:
"Daha sonra ceninin bağırsakları genişler ve bir hava boşluğu oluşur. Eklemler birbirine bağlanır. Nefes ciğerden ağız ve burna doğru yükselir ve cenin teneffüs etmeye başlar. Sonra karnı ve bağırsakları açılır. Nefes artık göbekten değil ağızdan girmeğe başlar. Sözünü ettiğimiz bu aşamalar tamamlanınca ceninin çıkma vakti gelir, mide ve bağırsaklarındaki artıklar mesaneye, inmeye başlar ve mide ile bağırsaklardan mesaneye oradan da idrar yollarına giden bir menfez oluşur. Bütün bunlar ceninin nefes alıp vermesiyle açılır ve genişler, şekillerine göre birbirlerinden ayrılırlar."
"Ceninin karnı genişleyip bağırsakların hava boşluğu iyice belirginleşince, mesane ve zekere doğru mecburen bir
yol açılır.
Meni terkip olunduğu zaman, ondan her bir parça, ait olduğu uzvu oluşturmak için gruplar halinde toplanırlar. Kemik cüzleri kemikte, sinir cüzleri sinirde toplanır ve böylece bütün azalar oluşturulup cenin meydana getirilmiş olur."
"Pek çok kadınların karınlarındaki ceninlerin bozulmuş olduğunu ve 30 gün sonra da düştüğünü görüyoruz."
"Dikkat edersen, otuz gün sonra düşen bir ceninin mafsallarının belirgin bir hale geldiğini görürsün."
"Bu, ancak düşüğe bakmak suretiyle anlaşılabilir. Zira cenin bizim müdahelemizle değil, aksine kendi kendine düşer."
"Cenin terkip edildiği vakit, mafsalları arasında bir uyum göze çarpar, uzuvları büyür, kemikleri sertleşir ve harekete geçer. Annesinin vücudundan yağlı kan alır ve bu şekilde bekler. Böylece bu kan ağaç dallarının hareketi gibi kemik başlarında hareket eder."
"İşte cenin de böylece hareket edip sağa sola döner." [9]
Ceninin Bir Bütün Olarak Yaratılışı:
Hipokrat aynı kitabının ikinci bölümünde şöyle der:
"Sonra cenin terkip edilir ve erkek çocuğun tamamlanması 32 gün, kız çocuğunki ise 42 gün sürer. Zaman zaman bu günlerden biraz fazla veya biraz eksik de olabilir."
"Cenin eğer erkek ise 32 günde, kız ise 42 günde tamamlanıp şekle girer."
"Bunu kadının temizlenme süresinde görebiliriz. Zira kadın, kız doğurduğu vakit 42 gün içerisinde temizlenir. Bu süre, kadın kız çocuk doğurduktan sonra temizleninceye kadar geçirdiği maksimum süredir. Bazan da istisnai bir durum olur ve 35 gün zarfında temizlenir.
Kadın, erkek bir çocuk dünyaya getirdiği zaman da, en fazla 32 günde temizlenir. Bazan da istisnai olarak 25 gün zarfında temizlenir."
"Hayız kanı, ceninin çıktığı yerden çıkar. Erkek çocuk 32 günde şekillendiği gibi, böylece doğurduktan sonra annesi de 32 gün zarfında temizlenir. Kadın, kız çocuk doğurduğu vakit, ceninin terkip edildiği gün sayısınca, yani 42 gün zarfında temizlenir."
"Lohusa kadınlardan, doğum yaptıktan sonra günlerce kan akmaya devam eder. Zira, kadın hamile kaldığı zaman, cenin ilk yaratıldığı esnada şekilleninceye dek fazla gıdaya ihtyaç duymaz. Cenin 42 günü doldurduğu zaman, gerektiği şekilde beslenir. 40 gün içerisinde cenine akarak toplanan kana gelince, kadın doğuruncaya kadar kalır. Doğum yaptığı zaman 40 gün boyunca akar."
Ben de derim ki; bu konuda Peygamberden nakledilen iki sahih hadis vardır. Şimdi bu hadisleri ve birbirlerini nasıl tasdik ettiklerini zikredelim ve ardından, Hipokrat'ın sözlerini-eleştirerek; Allah'ın kuvveti, başarıya ulaştırması ve öğretip irşad etmesiyle o sözlerdeki yanlışlıkları açıklayalım.
İbn-i Mesud, Sadık-ı Masduk olan Hz.peygamberin şöyle buyurduğunu nakletmektedir:
"Şüphesiz, sizden birinizin annesinin karnındaki yaratılışı, 40 gün içerisinde nutfe olarak tamamlanır. Sonra o kadar bir sürede pıhtı olur. Sonra o kadar bir sürede bir parça et haline gelir. Derken Allah meleği gönderir ve kendisine ruh üflenir. Meleğe 4 kelime emrolunur: Rızkını, ecelinin, amelinin ve cennetlik yahut cehennemlik olacağını yazması... Kendisinden başka ilah olmayan Allah'a kasem olsun ki, sizden biriniz cennetliklerin amelini yapar, hatta cennetle kendisi arasında ancak bir arşınlık mesafe kalır, fakat kitap kendisini geçer de cehennemliklerin amelini yapar ve cehenneme girer. Ve yine muhakkak ki, sizden biriniz cehennemliklerin amelini yapar, hatta cehennemle kendisi arasında ancak bir arşınlık mesafe kalır. Fakat kitap onu geçmiş olur da cennetliklerin amelini yapar ve cennete girer."[10]
Başka bir rivayette " Muhakkak ki Ademoğlunun anne karnındaki yaratılışı 40 günde tamamlanır" diğer bir rivayette ise, "40 gece" ibaresi vardır. Buhari'dek lafız" 40 gün ve 40 gece" şeklindedir. Hadisin kimi rivayetleri işe şöyledir:
"Sonra Allah, bir meleği şu 4 kelimeyle gönderir. O da onun amelini, ecelini, rızkını ve cehennemlik veya cennetlik olduğunu yazar. Daha sonra da ona ruh üflenir."
Huzeyfe b. Useyd Rasûlullah'tan şöyle rivayet etmiştir.
"Nufte, 40 veya 45 gecede rahimde karar kıldıktan sonra melek onun yanına girerek "Ya Rabbi! bedbaht mı olacak, yoksa said mi ? diye sorar ve bunlar yazılır. Sonra "Ya Rabbi! “Erkek mi olacak, yoksa dişi mi ? diye sorar ve bunlar da yazılır. Derken ameli, eseri, eceli ve rızkı da yazılır. Sonra sahifeler dürülür de artık oraya, ne bir şey eklenir, ne de eksiltilir. " [11]
Ahmed b. Hanbel, Süfyan'dan, o da Amr'dan, o da Ebul Fadl'dan, o da Huzeyfe b. Useyd el Gıfari'den, Rasûlullahın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Nutfe 40 gecede rahimde yerleştikten sonra, melek onun yanına girer ve "Ya Rabbi! Bedbaht mı yoksa said mi olacak? diye sorar. Allah da söyler ve bunlar yazılır. Sonra yine "Erkek mi yoksa dişi mi olacak" diye sorar. Allah yine söyler ve bunlarda yazılır. Derken ameli, eseri, başına gelecek musibeti ve rızkı yazılır. Sonra da sahifeler dürülür de artık bunlara ne bir ekleme, ne de eksiltme yapılır." [12]
Amir b. Vasile, Abdullah b. Mesud'un şöyle dediğini işitmiştir:
"Şaki (cehennemlik kişi), annesinin karnında şaki olandır. Said (cennetlik kişi) ise başkasından ibret alandır." Müteakiben Amir, Rasûlullah'ın ashabından Huzeyfe b. Useyd denilen bir zata gelerek bunu İbn Mesud'un bir sözü olarak rivayet etmiş ve "Bir adam amelsiz nasıl şaki olabilir?" diye sormuş. Huzeyfe ise ona şöyle demiş: "Sen buna mı şaşıyorsun?" Gerçekten ben Rasûlullah'ın şöyle buyurduğunu işitmişimdir:
"Nutfenin üzerinden 42 gün geçince Allah ona bir melek gönderir. Melek ona şekil vererek onun kulak, göz, deri, et ve kemiklerini yaratır. Müteakiben "Ya Rabbi! Erkek mi olacak dişi mi?" diye sorar. Rabb'in dilediği hükmü verir. Ve melek de yazar. Sonra yine "Ya Rabbi! Eceli ne olacak?" diye sorar. Rabbin yine dilediği hükmü verir ve melek de yine yazar. Sonra melek tekrar "Ya Rabbi! Rızkı ne olacak? diye sorar. Rabbin dilediği gibi hükmeder ve melek yine yazar. Derken melek elinde sahifeyle birlikte çıkar ve artık ona emredilen şeylere ne bir ekleme, ne de eksiltme yapar." [13]
Diğer bir rivayet şu şekildedir:
"Şu iki kulağımla Rasûlullahı işittim, şöyle buyurdu:
"Nutfe rahmin içine 40 gecede düşer. Sonra yanına melek girer (Züheyr diyor ki: Zannedersem "Onu yaratacak olan melek" dedi) "Ya Rabbi! Erkek mi olacak dişi mi? der. Allah da onu erkek veya dişi yapar. Yine melek "Ya Rabbi! Sağlam mı olacak sakat mı?" der. Allah da onu sağlam veya sakat yapar. Sonra melek tekrar" Rızkı ne olacak? Eceli ne olacak? Huyu ne olacak?" der. Nihayet Allah onu şaki veya said yapar."
Yine başka bir rivayet şöyledir:
"Allah, biiznillah birşey yaratmak istediği vakit, rahime müvekkel bir meleği kırk küsur gecenin bitiminde gönderir." Sonra ravi hadisi sonuna kadar anlatmıştır.'İbn Mesud hadisiyle Huzeyfe b. Useyd hadisi, nutfenin 40 günden sonraki hali hususunda ittifak halindedirler. Buhari'nin rivayetinde geçtiği gibi, Huzeyfe hadisi bunların 40 gün sonra ve ruh üflenmeden önce yazıldığını açıkça tefsir etmektedir. İbn Mesud hadisine gelince, bu yaratma ve yazma işi her ne kadar 40 gün sonra ve ruha üflenmeden önce olmuşsa da, bu hadisin rivayetlerinden birisi Huzeyfe hadisiyle uyuşmaktadır. Nitekim Buhari'nin rivayetinde şu lafızla geçmişti. "Sonra Allah, meleği dört kelimeyle gönderir. O da onun amelini, rızkını, ecelini ve şaki yahut said olacağını yazar. Müteakiben ona ruh üfler." Bu da açıkça gösteriyor ki, meleğin sorması ve yazması, ona ruh üflenmeden öncedir. Bu da bu hususta Huzeyfe hadisiyle uyuşmaktadır.
İbn Mesud hadisinin diğer rivayeti ise şöyledir:
"Sonra ona ruh üfler ve dört kelime ile emrolunur." Bu ibarede, meleğe emredilen kelimelerin ruh üflenmesinden önce olduğuna dair açık bir ifade yoktur. Zira bu cümle vav ile atfedilmiştir. Kendinden bir önceki cümleye de, geçmiş kelamın tümüne de atfedilmesi caizdir. O takdir de mana şöyle olur:
"Bu aşamalarda yaratılışı tamamlanır ve meleğe onun rızkını, ecelini ve amelini yazması emredilir." Ruha üflemenin nufte, alaka ve mudğa aşamalarında sonra geldiğini açıklamak üzere de "Sonra ona ruh üfler" sözünü cümleler arasına sıkıştırmıştır. Ruha üflenme bölümünde nasıl "sonra" kelimesi ve "dört kelime ona emredilir" sözünde ise nasıl "ve" kelimesi getirildiğini düşün. O halde Allah'a hamdolsun, böylece bu hadisler ittifak etmiş oldu.
Geriye şu söz kalıyor:
"Huzeyfe hadisi ilk kırk günün hemen akabinde yaratılışın başladığına, İbn Mesud hadisi ise bunun ikinci kırk günün akabinde olduğuna delalet etmektedir. Bu iki hadis arasında nasıl telif yapılabilir?
Cevap: Huzeyfe hadisi bunun 40 günden sonra olduğunu açıkça ifade etmektedir. İbn Mesud hadisine gelince, tasvir ve yaratmanın vakti hususunda diğer hadislerle çelişmemektedir. Bu hadiste ancak nutfenin merhaleleri, her 40 günde bir değişmesi ve üçüncü kırk günden sonra ona ruh üflenmesi açıklanmıştır. Bu ise, Huzeyfe hadisi ile çelişmemekte, bilakis Huzeyfe hadisi onu tahsis etmektedir. Hülasa bu iki hadis, ilk kırk günden sonra meydana gelen şeyler hususunda müşterektirler.
Huzeyfe hadisi, ceninin tasvir ve yaratılış başlangıcının ilk 40 günden sonra olması ile tahsis edilmiş, İbn Mesud hadisi ise, ona ruhu üflenmenin ikinci 40 günden sonra olmasıyla tahsis edilmiştir. Böylece bu iki hadis, meleğin bu zaman zarfında çocuğun durumunun takdir edilmesine dair Rabbinden izin istemesi hususunda ittifak etmiş olurlar. Hülasa, Rasulullah'ın kelimeleri doğru çıkmış ve birbirlerini tasdik etmiştir.
İbn Mesud hadisinde iki mesele ele alınmıştır:
1- Nutfe ve değişikliğe uğraması,
2- Allah'ın ceninde takdir ettiği şeyleri, meleğin yazması.
İşte Peygamber, hadiste bu iki durumu bildirmiştir.
Ahmed b. Hanbel, İbn Mesud'un Peygamberden rivayet ettiği hadisi, şöyle naklediyor:
"Gerçekten nutfe, bulunduğu hal üzere ve değişmeksizin rahimde 40 gün kalır. Üzerinden 40 gün geçince alaka haline gelir. Sonra aynı sürede mudga olur. Sonra aynı sürede kemikler haline gelir. Allah onun yaratılışını düzenlemek istediği vakit ona meleği gönderir. Ona vekil olan melek şöyle der:
"Ya Rabbi! Erkek mi olacak dişi mi? Şaki mi olacak, Said mi? Uzun mu olacak, kısa mı? Eksik mi olacak, fazla mı? Rızkı ne olacak? Eceli ne olacak? Sağlıklı mı olacak hasta mı?" Sonra bütün bunları yazar."Bu hadiste gerçekten bir şifa vardır. Üçüncü 40 günden sonra meydana gelen hadise, ona ruh üflenirken yaratılışının düzenlenmesidir.
Şüphe yok ki, cenine ruh üflenip can verilirken, yaratılışı hususunda ilk 40 günden sonraki yaratmaya ek olarak bir takım işler meydana gelmiştir. İlki, yaratılmanın başlangıcı idi. Bu da onun düzenlenmesi ve kendisine takdir edilen şeylerin tamamlanmasıdır. Nitekim Allah'u Teâlâ, semadan önce arzı yarattı. Daha sonra semayı yarattı ve ardından arzı düzene soktu, yaydı ve yaratılışını tamamladı. Bu fiillerden biri Allah'ın meskendeki fiili, diğeri ise bu meskende oturanlarla ilgili fiilidir. Nutfedeki yaratma ve şekillendirme işi 40 gün sonra, bitkilerin gelişmesi gibi aşamalı olarak gerçekleşmektedir. Bu hadise bitki ve canlılarda müşahâde edilmektedir. Nitekim civcivin yumurtadaki halini düşündüğün zaman, bunu daha iyi anlarsın. Demek ki işkal (anlam karışlıklığı), Allah ve Rasûlünün kelamının anlaşılmamasından kaynaklanmaktadır. Yani işkal bizim anlayışımızda vardır. Yoksa masum olan Peygamberin açıklamasında değil. Bu açıklamalar, elhamdülillah seni sarihlerin tekellüfüne muhtaç bırakmayacaktır. Bu konuyu düşün ve bu yaptığımız telif ile onların tekellüfleri arasında bir mukayese yap. Basarı, ancak Allah iledir. Yardım, sadece Allah'tan istenir. [14]
Ceninin Şekillendirilmesi:
Hipokrat "Gıda" kitabında şöyle der:
"Cenin 35 günde şekillenir. 70 günde hareket etmeye başlar ve 110 günde kamil bir hale gelir. Diğer bir kısım ceninler 50 günde şekillenir, 100 gün sonra hareket etmeye başlar. 300 günde kamil bir hale gelirler. Diğer bir kısım ceninler 40 günde şekillenir, 80 günde hareket eder ve 240 gün sonra doğarlar. Bir başka kısım ceninler ise 45 günde şekillenir, 90 günde hareket eder ve 270 gün sonra doğarlar."
"Doğum hadisesi yedinci, sekizinci, dokuzuncu ve onuncu aylarda olabilir."
Ben de derim ki: Hareket iki türlüdür:
1- İradeli olmayan tabii hareket: Bu, ona ruh verilmeden önce olur.
2- İradeli hareket: Bu da ancak ruhun üflenmesinden sonra olur.
Bu yüzden Hipokrat, birinci hareketle ikinci hareket arasında ayrıım yapmıştır.
İnsanın yaratıcısı olan Allah'tan gelen dosdoğru vahyin belirttiğine göre, yaratılış her 40 günde bir diğer bir aşamaya intikal etmektedir. İlk 40 günde nutfe, sonra bu sürede alaka, sonra aynı sürede mudga haline gelmekte, nihayet, 120 gün sonra ona ruh üflenmektedir. Bunu açıkça görüyor gibiyiz. Bu bilgilere muhalif olan açıklamalara gelince, onu haber veren kişinin elinde kesin bir şey yoktur.
Ellerindeki en güçlü delilleri, bozuk kıyas, müşahede ettiği şeylerin kaynağını etraflıca bilemeyen anatomi ve masum olmayan birini taklid edip her dediğinin peşinden gitme adetidir. Bilmeyen birisi onların açıklamalarının bütün tabiat alimlerince ittifak edilen ve asılları bir olan gerçekler olduğuna inanır. Sonra da hata ederek onları taklid eder. Onlar ise, haber verdikleri hadiseleri bizzat müşahade etmiş değillerdir. Ellerindeki en sağlam dayanak gelmiş geçmiş rivayetçilerin rivayetlerini şerhetmek ve rahimdeki cenini, kendilerine haber verildiği şekilde bulmak olmuştur. Fakat bunun ötesinde hamileliğin başlangıcı ve nutfenin değişen durumları hakkında, hiç bir bilgileri yoktur. Taklid ettikleri kişiler de sırf hipoteze dayanmaktadırlar. Hipokrat şöyle diyor:
"Biz farzediyoruz ki, tıp bilginleri cima esnasındaki ilk vakte itibar ettiler, sonra da bahsettikleri duruma ulaşıncaya dek gün saydılar, sonra da kadının karnını yarıp gördüler ki, durum aynen kendilerine bildirildiği şekildeymiş."
Osa ki, bu yalan ve iftiranın en son noktasıdır. Zira onlar böyle bir iddiada bulunmamışlardı. "Bundan şu kadar gün sonra ceninin durumu şöyle şöyle olur" dedikleri halde nasıl böyle bir iddiada bulunabilirler? Ellerinde bilgi kaynağı olarak, sadece bir takım genel kurallar, kıyaslar ve "Şöyle şöyle olması gerekir, tabiat nizâmı şöyle şöyle olmasını gerektirir" gibi sözler vardır. Onların çoğu, bu bilgilerini ay ile güneşin hareketlerinden, ayın eksilip azalmasından üçleme, dörtleme, altılama ve karşılaştırmadan elde etmektedirler. Diğer bir kısmı bunları reddetmiş ve bu iddiaları bir kaç vecihten iptal etmiştir. Kimileri, bunları en layık, en uygun ve en münasiplik kuralına havale ederken, kimileri de denizci günlerine ve o günlerde tabiatın değişmesine havale ederler. Böylece birbirlerini reddeder ve sözü uzatmamak için zikretmediğimiz bir takım delillerle sözlerini iptal edip dururlar.
Ellerindeki en sağlam yöntem anotomi (otopsi) ve değişmez bir ölçü olan tümevarım kuralıdır. Biz bunları inkâr etmiyoruz. Ne var ki, ceninlerde oluşan değişik haller konusunda bu kurallar asla vahiyle çelişmemektedir. Bu insanların müşahedeye dayanarak haber vermediklerini gösteren delillerden biri de şu sözleridir:
"Yedinci ayda doğan cenin, dokuz günde nutfe, sonraki 8 günde kan pıhtısı, diğer 9 günde et parçası haline gelir ve diğer 12 günde de şekil alır. Bu günler toplandığında 38 gün eder. Böylece ilk 40 günde cenini mudga haline getirmiş olurlar. Oysa bu, apaçık bir yalandır. Cenin ancak 80 günden sonra mudga haline gelir. Bu, sadece vahiyle veya müşâhadeyle bilinebilir.
Onlarda ise bu ikisi de yoktur.
Onlar ceninin hallerini doğum aylarına kıyas etmiş ve yalnızca bu kıyasa itibar ederek doğum aylarından herhangi birinde doğan ceninin nutfe olması gerektiğine hükmetmişlerdir. Yani "Şu kadar günde nutfe, şu kadar günde alaka ve şu kadar günde mudga haline gelecek" dediler. Sonra da bu sayıları toplayarak ceninin hareket etme vaktini tayin ettiler.
Böylece, sıfatları ve isimleri hususunda iftira attıkları gibi, yaratışı konusunda da yaratıcı ve alim olan Allah'a iftirada bulundular. Zira, bu insanların, peygamberlerin getirdikleri bilgiden hiç bir nasipleri yoktur. Bilakis Allahu Teâlânın şu ayetinde bahsettiği duruma düşmüşlerdir. "Peygamberler onlara apaçık delilleri getirince, yanlarındaki ilim ile sunardılar" [15]
Peygamberlerin getirdiği şeyleri inkar edip onlardan yüz çevirenlerin akibeti başka ne olabilirdi ki? İçinde hakkın da batılın da bulunduğu tabiat bilimlerinde, yorgunluğu çok, fakat faydasıaz olan matematik bilimlerinde ve yanlışları doğrularından kat kat fazla olan astronomi bilimlerinde ulaşabilecekleri en son nokta ne olabilir ki? Nazil olan vahiyden alınmış ilim nerede, tutarsız bir görüşten alınmış olan zan nerede? Yine Rasûlullahın Cibril vasıtasıyla Allah'tan aldığı vahiyden kaynaklanan ilim nerde, bir an bile vahiy nuruyla aydınlanmayan ve sadece tecrübe ile tahminlere dayanan bir kişinin görüşünden kaynaklanan bilgi nerede?
Filozofların akılları ile kesin olarak bildiği şeylerin, Peygamberlerin getirdiği şeylere nisbeti; fersiz bir kandilin güneş ışığına nisbeti gibidir. Nuh (a.s.)'ın ömrü kadar bir hayat yaşamış bile olsan filozofların üzerinde ittifak ettikleri bir mesele bulamazsın. Bunların hepsi, hangi konuda olursa olsun, Peygamberlerin getirdiği her şeye mutlaka muhaliftirler. Oysa ki Peygamberler, akla muaruz şeyler değil, ancak aklın idrak edemeyeceği şeyler getirmişlerdir. Peygamberlerin getirmiş olduğu şeyler, akıl yönünden üç kısımdır, bir dördüncüsü elbette yoktur:
1- Akıl ve fıtratın kavrayabileceği kısım
2- Akıl ve fıtratın ana hatlarıyla anlayıp ayrıntılarını kavrayamayacağı kısım,
3- Aklın kavramaktan acze düştüğü kısım.
4- Aklı selimin muhal görüp batıl olduğunu anlayabildiği şeylerdir.
Her ne kadar ilim ve marifet iddiasında bulunan bazı cahiller, Peygamberlerin getirdiği şeylerin bir bölümünün bu dördüncü kısımdan olduğunu zannetseler de peygamberler bundan beridir. Bu, ya peygamberlerin getirdiği şeyleri kavrayamamalarından, ya da aklın hükmünü bilmemelerinden, yahutta her ikisini de anlayamamalarından kaynaklanmaktadır. [16]
Hamilelik Süresi ve Bu Esnada Ceninlerin Farklı Durumları:
Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur.
"Biz insana, anne babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınması ve sütten kesilmesi 30 ay sürdü." [17]
Allah'u Teâlâ, hamilelik ve sütten kesilme süresinin 30 ay olduğunu bildirmiştir. Bakara süresinde de süt emme süresinin tam iki yıl olduğunu bildirmişti. Böylece 30 aydan geriye kalan sürenin hamilelik için elverişli olduğu anlaşılır ki, bu da 6 aydır.
Bütün fakihler, düşük olmadıkça kadının 6 aydan daha az bir sürede doğum yapamayacağı hususunda müttefiktirler. Bu, fakihlerin sahabe-i kiramdan aldıkları bir görüştür.
Beyhaki ve diğerleri Ebu Harb b. Ebi'l Esved ed-Düelf den şunu rivayet etmişlerdir:
"Altı aylıkken doğum yapmış bir kadın Hz. Ömer'in huzuruna getirilir. Hz. Ömer kadını recmetmeye karar verir. Bu durum Hz. Ali'ye bildirilince, kadının recmedilemeyeceğini söyler. Hz. Ömer bunu haber alınca onu yanına çağırır ve meseleyi sorar. Hz. Ali:
"Anneler, çocuklannı emzirmeyi tamamlamak isteyen kimse için, tam iki yıl emzirirler." [18] ve "Onun taşınması ve sütten kesilmesi 30 ay sürdü." [19] ayetlerin okuyarak "Altı ay hamilelik süresi iki yıl ise tam süt emzirme süresidir. O halde kadına hadd cezası uygulanamaz" der. Bunun üzerine Hz. Ömer kadını serbest bırakır."
Hz. Osman'a da 6 aylıkken doğum yapmış bir kadın getirilir. Hz. Osman kadının recmedilmesini emreder. Bunun üzerine Hz. Ali "Ona recm cezası uygulanamaz. Zira Allah'u Teâlâ, "Onun hamileliği ve sütten kesilmesi 30 ay sürer" ve "Sütten kesilmesi iki senede olur "buyurmuştur" der. Bunun üzerine Hz. Osman recmden vazgeçilmesini emreder. Ne var ki kadının recmedilmiş olduğunu görür." [20]
Davud b. Ebi Hinde, İkrime'den o da İbn Abbas'tan-rivayet ettiğine göre, İbn Abbas şöyle demiştir:
"Kadın 9 aylıkken doğum yapınca 21 ay süt emzirmesi kafidir. 7 aylıkken doğum yapınca 23 ay süt emtirmesi kafidir. 6 aylıkken doğum yapına 24 ay süt emzirmesi kâfi gelir. Nitekim Allahu Teâlâ "Taşınması ve sütten kesilmesi 30 ay sürdü" buyurmuştur. [21]
Allahu Teâlâ şöyle buyurur:
"Allah her dişinin neyi yüklendiğini ve rahimlerin neyi eksiltip neyi artırdığını bilir." [22] İbn Abbas diyor ki: "Rahimlerin neyi eksilttiğini" ayetinden murat 9 aydan eksik olan süre, "neyi artırdığını" ayetinden murat da 9 aya eklenen süredir. İbn Abbas'ın Mücahit ve Said b. Cübeyr gibi arkadaşları da bu görüştedirler.
Mücahid ayrıca şöyle demiştir:
"Kadın hamile iken hayız görürse, bu, çocuktan yapılan bir eksilme olur, "Neyi artırdığını" ayetinden murad şudur: Hamilelik süresi 9 ayı geçtiği zaman çocuktan eksiltilen şey tamamlanmış olur."
"Eksilme hamile kadının gördüğü kandır. Bu da çocuktan eksiltme demektir. Artırma ise hamilelik süresinin 9 ayı geçmesidir ki, eksiklğin tamamlanması demektir."
Hasan Basri şöyle der:
"Rahimlerin eksilttiği şey" düşük olmasıdır. "Artırdığı şey" de kadının 10 aylıkken doğum yapmasıdır."
İkrime ise şöyle der:
"Rahimlerin eksilttiği şey" hamilelikten sonra görülen hayızdir. Kadın hamileyken, hayız gördüğü gün sayısınca hamilelik günleri -temiz olarak- artar. Hülasa kaç gün hayız görmüşse hamilelik süresi de o kadar uzar."
Katade der ki:
Eksilme, düşük demektir. Artma ise 9 aydan fazla olan süredir. " Said b. Cübeyr şöyle demiştir:
"Kadın hamileyken aybaşı olduğu zaman bu çocuk için eksilme demektir. Zira çocuğun gıdası eksilmiş ve hamilelik süresine ziyade yapılmıştır (eksiltir) ve (artırır) kelimeleri mef'ûlleri hazfedilmiş iki fiildir. Bu mefüller mevsule masına recidirler. Noksanlık demektir." elli (suçekildi, azaldı) ayetindeki [23] fiili de bundan türemiştir. Zıddı, ziyade kelimesidir."
Sonuç olarak ayetin manası şöyledir:
"Allahu Teâlâ hamilelik süresini, ona arız olan ziyade ve noksanlığı bilir. Her dişinin neyi yüklendiğini, erkek mi dişi mi olacağını bildiği gibi, bunu da -başkaları değil-ancak Allah bilir.”
Bu, Allah'tan başkasının bilmediği gayp nevilerinden biridir. Nitekim hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: "Gaybın anahtarları beştir. Bunları Allah'tan başkası bilemez:
1- Kıyametin ne zaman kopacağını Allah'tan başkası bilemez.
2- Yarın ne olacağını Allah'tan başkası bilemez.
3- Yağmurun ne zaman yağacağını Allah'tan başkası bilemez.
4- Rahimlerde olan şeyleri Allah'tan başkası bilemez.
5- Allah'tan başka hiç bir kimse nerede öleceğini bilmez. '[24]
Hülasa, rahimlerde olan şeyleri, çocuğun orada kalacağı süreyi, onun vücudundan eksilen ve ona eklenen şeyleri sadece Allahu Teâlâ bilmektedir. Çocuğun düşük olup olmaması, kadının kan görmesi, hayızdan kesilmesi gibi bu sözün dışındaki görüşler bunun uzantıları ve tabi sonuçlan niteliğindedirler. Ayetten maksat, çocuğun anne karnında kalış süresinin ve onunla ilgili olan ziyade ve noksanlıkların zikredilmesidir. [25]
Hamilelik Süresi:
İbnül-Münzir şöyle der:
Alimler en uzun hamilelik süresi hakkında ihtilâf etmişlerdir. Bir gruba göre en uzun 2 süresi yıldır. Bu görüş Hz. Aişe'den rivayet edilmiştir. Dahhak ile Herim b. Hayyan'dan rivayet edildiğine göre her ikisi de annelerinin karnında ikişer yıl kalmışlardır. Bu, Süfyan b. Sevri'nin sözüdür.
İkinci bir görüşe göre hamilelik süresi 3 yıl olabilir. Rivayet edildiğine göre, Leys b. Sa'd şöyle demiştir: "Abdullah b. Örner'in azadlı cariyesi 3 yıl hamile kaldı." Üçüncü bir görüşe göre en uzun hamilelik süresi 4 yıldır. Bu görüş ise İmam Şafii'ye aittir.
Ben de derim ki; bu konuda İmam Ahmed'den 2 rivayet vardır:
1- Dört yıldır,
2- İki yıldır.
İmam Malik'in bu konudaki görüşü hakkında, ihtilâf edilmiştir.
Talebelerine göre, en meşhur görüşü İmam Şafii'nin de söylediği 4 yıldır. İbni Macişün da bu görüşü ondan nakletmiştir. Fakat 5 yıl hamile kaldıktan sonra doğum yapan kadının kıssası kendisine ulaşınca, bu görüşünden vazgeçmiştir.
Dördüncü bir görüşe göre, hamilelik süresi 5 yıl olabilir.
Abbad b. el-Avvam'dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
"Bizim evdeki bir kadın 5 yıllık hamileyken, doğum yaptı. Çocuk doğduğunda saçları şuraya değiyordu. (Omuzuna işaret etti). Çocuğun yanından bir kuş geçince "kıştkışf'dedi.
İbn Aclan'dan rivayet edildiğine göre, karısı beş yıl hamile kalmıştır.
Beşinci bir görüşe göre kadın altı veya yedi yıl hamile kalabilir. O zaman çocuğu karnında ölü bir halde olur. Bu görüş de Zühri'ye aittir. Zühri der ki, "Said b. Malik'e yedi yıl hamile kalmış olan bir kadın getirilmişti. "Bir kısım alimler de şöyle demişlerdir. "Bu konuda içtihad yaparak bir vakit belirleyip sınırlama yapmak caiz değildir. Çünkü biz, Kur'an'ın açıklamasında en az hamilelik süresini bulduk. Bu da altı aydır. Bunu söyler ve buna uyarız. Fakat hamileliğin en son süresi hakkında Kur'anda belirlenmiş bir vakit görmedik"
Bu da Ebu Ubeyd'e ait bir görüştür. Ebu Ubeyd Hz. Aişe hadisini, "Ondan rivayet eden kadın meçhuldür" diyerek reddetmiştir.
İlim ehlinden sayılan bütün müslümanlar şu hususta icma etmişlerdir: Kadın evlendikten sonra 6 aydan daha az bir sürede bir çocuk dünyaya getirirse, bu çocuk kadının kocasına ait değildir. Eğer evlendikten sonra 6 aylıkken çocuğu doğurursa o zaman çocuk kocaya aittir. Bu ve benzer olağanüstü hadiseler de gösteriyor ki, tabiatçilerin varacakları en son nokta olan tabiatın, kahir ve kadir bir Rabbi vardır.
O Rabb, dilediği şekilde tasarrufta bulunur, istediği gibi ve çeşitli yaratır ki, varlığını, birliğini, kemal sıfatlarını ve yüce vasıflarını aklı selim kullarına göstersin.
Değilse, bu büyük farklılığı ve olağanüstü zıtlığı mücerret olarak tabiat nasıl gerçekleştirebilir? Şu insan nevinin aşağıdaki dört şekilde yaratılmasını tabiat nasıl becerebilir?
1- Hz. Adem (a.s.) gibi ne bir erkekten ne de bir dişiden,
2- Hz. Havva gibi dişiden değil, sadece erkekten.
3- Hz. Mesih gibi erkekten değil, sadece dişiden.
4- Geri kalan insanlar gibi, hem erkekten, hem dişiden...
Bu terkibi, takdiri, şekillendirmeyi şu azaları, onları birbirine bağlayan bağları, kuvvet ve kabiliyetleri, dışarı açılan menfezleri ve şu aşağılık meniden terkip edilen hayret verici olayları tabiat nasıl düzenleyebilir?
Şayet Allah'ın harikulede sanatı olmasaydı pis kabul edilen menideki şu olağanüstü haller görülmeyecekti:
"Ey insan, kerim olan Rabbine karşı seni aldatan nedir? O ki seni yarattı, düzene koydu ve ahenkli bir biçim verdi. Dilediği herhangi bir surette seni terkip etti.” [26]
"Ne yeryüzünde, ne de gökyüzünde hiç 'bir şey Allah'a gizli kalmaz. Sizi rahimlerde dilediği gibi şekillendiren O'dur.” [27] O'ndan başka ilah yoktur, güçlüdür hikmetlidir. Allahu Teâlâ; kendi haline, yoktan var edişine, sağlam sanatına, hayretengiz yaratışına, gücünün alâmetlerine ve ondaki hikmet nişanelerine bütün kulları şahid tutmak suretiyle en açık bir şekilde kendi zatına delalet etmiştir.
Şanı yüce olan Rabbimiz insanı, yaratılışının başlangıç ve tamamlanışına bakmaya çağırmış ve şöyle buyurmuştur:
"Öyleyse insan neden yaratıldığına bir baksın. Atılan bir sudan yaratıldı. Bel kemiği ile kaburga kemikleri arasından çıkan. " [28]
"Ey insanlar, eğer dirilişten şüphe ediyor iseniz (bilin ki) biz sizi topraktan, sonra nutfe (sperma) dan, sonra alaka (embriyo) dan, sonra yaratılışı belli belirsiz bir çiğnem et parçasından yarattık ki, size (kudretimizi) açıkça gösterelim. Dilediğimizi belirli bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz. Sonra sizi bir bebek olarak çıkarıyoruz. Sonra da güçlü çağınıza erişmeniz için sizi büyütüyoruz. Sizden kimileri öldürülüyor ve sizden kimileri de, ömrün en kötü çağına itiliyor ki, bildikten sonra bir şey bilmez hale gelsin." [29]
"Yakinen inanacaklar için yeryüzünde nice ayetler var. Kendi canlarınız da da öyle. Artık görmez misiniz?” [30]
Düşünüp akledecek kimseler için Kur'an'da bu tür ayetler pek çoktur. Bu, senin tarafından, senin aleyhinde bir şahittir. Tabiat ve bir takım sınırlı güçler nerede, bu yaratma, muhkem kılma, yoktan var etme, şu kemiklerin uzuv uzuv ayrılması, şekil, miktar, fayda ve sıfatlarının farklılığına rağmen birbirlerine bağlanması nerede?
Nutfedeki şu damarları, eti ve sinirleri yaratan kimdir?
Şu kapı ve menfezleri, onun için açan, kulağını ve gözünü var eden kimdir?
Konuşacağı dili, göreceği gözleri, işiteceği kulakları ve de dudakları onun için terkip eden kimdir?
O nutfedeki göğsü ve içine bakmış olsan harikulade şeyler göreceğin faydalı organları yoktan var eden kimdir?
Yiyecek ve içeceklerin toplandığı, yolların ve kanalların nüfuz ettiği vücudun her parçasını sulayan havuzu ve dolabı orada kim yarattı? Her parça kendine mahsus kanaldan içer, asla ondan şaşmaz.
"Her bölük kendi içecekleri yeri bilmiştir" [31] Ayrıca fayda ve menfaatlerin kendisiyle tamamlandığı bu kuvvetleri ondan çekip alan kimdir?
Nutfeye en ince bilgileri ve şahane sanat kabiliyetini veren, bilmediklerini ona öğreten, isyankârlığını ve takvasını ilham eden; canlı, konuşan, duyan, gören, bilen, söz söyleyen, emreden, yasaklayan, semanın kuşlarına, denizin balıklarına ve çöllerin vahşi hayvanlarına onu musallat eden, kendi dışındaki yaratıkların bilmediklerini bilen bir şahıs haline gelinceye dek onu yaratılış merhalelerinde, aşamadan aşamaya, tabakadan tabakaya nakleden kimdir?
"Kahrolası insan, ne kadar da nankördür!
Allah onu hangi şeyden yarattı?
Nutfeden. Onu yarattı, ona biçim verdi.
Sonra ona yolu kolaylaştırdı.
Sonra onu öldürdü, kabre koydu. [32]
Sonra dilediği zaman onu yeniden diriltir." [33]
İnsana İşitme ve Görme Nimetlerinin Verilme Vakti:
İnsanın yaratılışı hususunda söz söyleyen bir taife, işitme ve görme yeteneklerinin, doğup anne karnından çıkmasından sonra insana verildiğini iddia etmiş ve şu ayeti delil getirmişlerdir:
"Siz hiç bir şey bilmezken Allah sizi annelerinizin karnından çıkardı ve şükredesiniz diye sizin için işitme, gözler ve gönüller yarattı." [34]
Ayrıca insanın anne karnında hiç bir şey görmediğini ve hiç bir ses işitmediğini, dolayısıyla burada ona kulak ve gözün verilmesinin bir anlamı olmadığını delil olarak ileri sürdüler. Oysa bu söyledikleri doğru değildir.
Ayette onlar için bir delil de yoktur. Çünkü buradaki vav tertip ifade etmez. Hatta ayet, onların aleyhinde bir delildir. Zira annesinin karnındayken insanın kalbi yaratılmıştır. [35] Huzeyfe b. Useyd hadisi yukarıda geçmişti. Doğrusu şudur: Nutfenin üzerinden 42 gece geçince, Allah ona bir melek gönderir. Sonra onu şekillendirir, onun işitmesini, görmesini, derisini ve etini yaratır. İşitmeden maksat kulak, görmekten maksat gözdür. Zira işitme ve görme kabiliyetleri bu organlara tevdi edilmiştir.
Bilfiil görmeye gelince bu, onu engelleyen zarın ortadan kalkmasına bağlıdır. Çocuğun anne karnından çıkmasıya bu zar ortadan kalkınca, yapılması gereken yapılır ve çocuk bilfiil görmeye başlar. Allahu alem. [36]
6 Aylık Ceninin Hareket Edip Yer Değiştirmesinden Sonraki Halleri:
Cenin bu vakitte, perdesini ve üzerindeki zan yırtmaya ve bulunduğu yerden rahmin ağzına doğru hareket etmeye başlar. Eğer cenin güçlü, onu örten zarları ve göbek şeridi daha zayıf ise doğum olayı gerçekleşir. Şayet cenin zayıf, zarı ve göbek şeridi daha güçlü ise, ya onların bir kısmını yırtar ve doğmaz, böylece 8. ayın tamamlanmasına kadar 40 gün boyunca hasta olarak kalır -bu 40 gün zarfında doğarsa ölür, büyümesi ve yaşaması mümkün değildir- ya da telafisi mümkün olmayacak derecede bütün zarları yırtar ve doğmadığı takdirde ölür. Bu durumda şayet düşük olmaz ise annesini de öldürür. Eğer telâfisi mümkün olacak derecede zarları yırtılmış ise orada kalır, fakat ölmez. Hareket ederek yöneldiği rahim ağzındaki yerinde durur. Hareket etmesinden sonra, şayet doğmazsa bu 40 gün zarfında hastalıklarla karşı karşıya gelir. Çünkü büyüyüp geliştiği yerden ayrılmış, yer değişikliğinden dolayı göbek şeridi sökülmüş ve ayrıca annesi de rahmine bağlı olan göbek şeridinin sökülüp zarların uzanması sebebiyle bu esnada hastalığa maruz kalmışdir. Zira ceninin bağları söküldüğü zaman annesine yük olur. [37]
Çocuğun Anne-Babasına veya İkisine Birden Benzemesinin, Erkek veya Dişi Olmasının Sebebi ve Hamilelik Esnasında Erkek veya Dişi Olduğunu Gösteren Bir Alamet Var mıdır?
Yukarıda geçtiği gibi Allahu teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Sizi rahimlerde dilediği gibi şekillendiren O'dur" [38] Enes b. Malik şöyle rivayet etmiştir:
Ümmü Süleym, Hz. Peygambere, uykusu esnasında erkeğin gördüğünü gören kadının ne yapması gerektiğini sordu. Peygamber:
"Kadın bunu gördüğü vakit yıkansın "buyurdu.
Ümmü Süleym utanarak "(kadında) böyle bir şey olur mu?" diye sorunca Hz. peygamber:
"Evet, olur. Yoksa benzerlik nereden oluyor? Erkeğin suyu koyu ve beyazdır. Kadının suyu ise ince ve sarıdır. Bunlardan hangisi üstün veya önce gelirse benzerlik ondan olur." Buyurdu. [39]
Hz. Aişe rivayet ediyor:
"Bir hanım Resûlullaha "Kadın ihtilâm olur da suyu görürse yıkanır mı? diye sordu. Rasulullah:
"Evet" cevabını verdi. Hz. Aişe kadına "Allah hayrını versin "deyince Peygamber "Bırak onu. Benzerlik bunda başka bir sebepten mi olur? Kadının suyu erkeğin suyuna üstün gelince çocuk dayılarına benzer, erkeğin suyu kadınınkine galip gelirse çocuk amcalarına benzer" buyurdu. [40]
Hz. Sevban şöyle rivayet ediyor:
"Rasûlullahın yanında ayakta duruyordum. Derken Yahudi hahamlarından biri gelerek "Esselamu aleyke ya Muhammed!" dedi. Bunun üzerine ben onu öyle ittim ki, az daha devriliyordu. "Beni niçin itiyorsun?" diye sorunca:
"Ya Rasûlâllah desene!" dedim. Yahudi:
"Biz onu ancak ailesinin koyduğu ismiyle çağırırız" dedi. Peygamber:
"Hakikaten benim adım ailemin bana isim olarak verdiği Muhammed'dir" buyurdu. Müteakiben Yahudi Sana bazı şeyler sormaya geldim" dedi. Rasûlullah "Söylediğim zaman sana fayda verecek bir şey mi?" diye sordu. Yahudi:
"İki kulağımla dinliyorum" cevabını verdi. Peygamber yanındaki bir sopa ile yere bir takım çizgiler çizerek "Sor" dedi. Bunun üzerine Yahudi:
"Arz başka bir arzla ve semavatlar başka semavatlarla değiştirildiği zaman insanlar nerede olacak?" diye sordu. Peygamber:
"Köprünün yanında, karanlık içinde olacaklar" cevabını verdi. Yahudi:
"Peki kıyamet gününde insanlardan (köprüyü) ilk geçen kim olacak?" diye sordu. Peygamber:
"Fakir muhacirler" buyurdu. Yahudi:
"Cennete girerken onların hediyesi ne olacak?" dedi. Peygamber:
"Balık ciğerinin ziyadesi" buyurdu. Yahudi:
"Onun arkasından yiyecekleri ne olacak " diye sordu. Peygamber:
"Onlara cennetin etrafında otlayan cennet öküzü kesilecek" buyurdu. Yahudi:
"Onun üstüne ne içecekler? dedi. Peygamber:
"Orada Selsebil adı verilen bir kaynaktan" buyurdu. Yahudi:
"Doğru söyledin" dedi ve ekledi:
"Hem ben sana yeryüzünde yaşayanlardan bir Peygamberden yahut bir veya iki kişiden başka hiç kimsenin bilemeyeceği bir şeyi sormaya geldim." dedi. Peygamber:
"Acaba söylersem sana bir faydası olur mu? diye sordu. Yahudi:
"İki kulağımla dinlerim" dedi ve ilave etti:
"Sana çocuğun nasıl meydana geldiğini sormaya geldim" dedi. Rasûllulah:
"Erkeğin menisi beyaz, kadının menisi sarıdır. Bunlar bir araya gelir de erkeğin menisi kadının menisine galebe çalarsa, Allah'ın izni ile erkek çocuk doğururlar. Kadının menisi erkeğin menisine galebe çaldığı zaman da Allah'ın izni ile kız doğururlar" buyurdu. Yahudi:
"Vallahi doğru söyledin, sen gerçekten bir peygambersin" dedi. Sonra çekilip gitti, müteakiben Rasûlullah (a.s.):
"Hakikaten bu adam bana soracağını sordu. Ama ben onun sorduklarından bir şey bilmiyordum. Ta ki Allah onları bana bildirdi.",buyurdu.[41]
Kasım b. Abdurrahman babasından, o da Abdullah b. Mesud'dan rivayet ediyor. İbn Mesud şöyle demiştir:
"Rasûlullah ashabıyla konuşurken yanına bir Yahudi geldi. Derken Kureyş'den bir adam "Ey Yahudi! Şu adam kendisinin Peygamber olduğunu iddia ediyor" dedi. Bunun üzerine Yahudi "Ona ancak bir Peygamberin bileceği bir şey soracağım" diyerek geldi, oturdu ve "Ey Muhammed! İnsan neden yaratılır?" diye sordu. Peygamber "Ey Yahudi! Hem erkeğin nutfesinden hem de kadının nutfesinden, her ikisinden yaratılır. Erkeğin nutfesi koyu bir nutfedir, kemik ve sinir ondan yaratılır. Kadının nutfesine gelince cıvık bir nutfedir ve et ile kan da ondan yaratılır" dedi.
Müteakiben Yahudi kalkü ve "Senden öncekiler de böyle diyorlardı." dedi." [42]
Bu hadisler şu meseleleri ihtiva etmektedir:
1- Mesele: Ceninin sadece erkeğin suyundan yaratıldığını iddia eden tabiatcilerin tam tersine, hem erkeğin ve hem de kadının menilerinden yaratılmaktadır. Nitekim Allahu teâlâ şöyle buyurmuştur.
"Bir baksın hele insan, neden yaratıldı? . Atılan bir sudan yaratıldı. Bel kemiği ile kaburgalar arasında çıkan" [43]
Zeccac der ki: Ehli lügatin ifadesine göre ayette geçen kelimesinin müfredi olan göğüste gerdanlığın takıldığı yer demektir.
Ebu Ubeyde şöyle der:
Süs eşyasının göğüste asıldığı yerdir. Bütün lügat ulemasının görüşü de budur.
Ata ise şöyle demiştir:
"İbni Abbas'tan rivayete göre ayetten murat erkeğin bel kemiği ile kadının kaburga kemilderidir. Kadının gerdanlık astığı yerdir."
Kelbi, Mukatil, Süfyan es-Sevri ve tefsir ulemasının çoğunluğu bu görüştedir. Bu, yukarıda geçen hadislere de uygundur. Bu yüzden Allah, yoktan var etme kanununu canlılar, bitkiler ve sair yaratıklarda olduğu gibi iki asıl arasında da icra etmiştir. Bitkilerin; su, toprak ve havadan oluşmaları gibi canlılar da erkek ve dişiden meydana gelmektedirler. Allah'u Teâlâ bu sebeple "O gökleri ve yeri yoktan var edendir. Onun nasıl bir çocuğu olabilir, halbuki bir hanımı da olmamıştır." [44] buyurmuştur. Çünkü çocuk, ancak erkek ile karısı arasında meydana gelir.
Adem babamız, Havva annemiz ve Hz. Mesih'in yaratılışları bu gerçeğe ters düşmez. Zira Allah'u Teâla Adem'in toprağını, çamur haline gelinceye kadar, su ile karıştırdı. Sonra pişmiş çamur haline gelinceye kadar ona havayı ve güneşi gönderdi. Sonra ona ruh üfledi. Havva ise Adem’den çekilip çıkarılmıştır. Onun parçalarından bir parça idi. Hz. Mesih ise Meryem'in suyundan ye meleğin nefesinden yaratılmıştır. Bu nefes onun babası mesabesindedir. [45]
Çocuğun Anne Babasına Benzemesi, Erkek Veya Kız Olması:
2- Mesele: Kadın ve erkeğe ait menilerden birinin öne geçmesi, çocuğun; menisi öne gelene benzemesine sebep olmakta, aynı şekilde ikisinden birinin galebe çalması, çocuğun, menisi galebe çalanın cinsinden olmasına sebep olmaktadır. Burada iki kavram karşımıza çıkmaktadır:
Öne geçme ve üstün gelme... Bu iki özellik bazan aynı tarafta, bazan da biri bir tarafta, diğeri bir tarafta olur. Eğer erkeğin menisi, kadının menisine hem üstün gelir, hem de öne geçerse çocuk erkek olur ve babasına benzer. Eğer kadının menisi, erkeğin menisine galebe çalar ve öne geçerse çocuk kız olur ve annesine benzer. Şayet biri öne geçer, diğeri de üstün gelirse çocuk, menisi öne geçene benzer ve menisi üstün gelenin cinsiyetinden olur.
Bu konuda iki işkal ortaya çıkmaktadır: [46]
1. İşkal:
Çocuğu erkek veya dişi olmasının sebebi tabiat değildir. Bu ancak yaratıcının dilemesine bağlıdır. Bu yüzden sahih hadiste şöyle buyurulmuştur:
"Sonra melek sorar:
"Ya Rabbi! Erkek mi olacak dişi mi? Rızkı ne olacak? Eceli ne olacak? Şaki mi olacak said mi? "Müteakiben Allah dilediği hükmü verir ve melek de yazar" [47] Demek oluyor ki, çocuğun erkek ve dişi olması cehennemlik, cennetlik oluşu, rızkın ve ecelin belirlenmesinde olduğu gibi Hallakul-alim olan Allah'ın takdiririne bağlıdır. Sevban hadisine gelince, bunu yalnızca Müslim rivayet etmiştir. [48] Buhari'deki ibare ise şöyledir:
"Benzerliğe gelince, bunun sebebi ikisinden birinin menisinin üstün gelmesi veya öne geçmesidir." [49] Bu yüzden peygamber "Hangisi galebe çalar ya da öne geçerse çocuk ona benzer" buyurmuştur. [50]
2. İşkal
Çocuğun hangi babaya ait olduğunu bulma sanatıyla uğraşanlar (kâif) onun, anneye benzemesine değil, annesiyle cima edene benzemesine itibar ederler. Bu yüzden Hz.Peygamber Iian[51] çocuğu hakkında şöyle buyurmuştur: "Ona bakın, eğer şu şu vasıfları varsa Şerik b. Es-Semha'ya, yani zina zanlısına aittir. Yok şu sıfatlan varsa Bilal b. Ümeyye'ye aittir."
Böylece Hz. Peygamber çocuğun annesine değil babasına benzemesine itibar etmiştir.
l. Cevap: Yukarıdaki bu iki işkale şöyle cevap verilebiliri
Allahu Teâlâ, rahme konulusundan en son safhasına kadar nutfeyle ilgili olarak cehennemlik veya cennetlik olmasını, rızkını, ecelini ve başına gelecek musibete varıncaya kadar takdir edeceği her şeyi takdir etmiştir. Çocuğun erkek veya kız olmasında bir takım sebeplerin varlığı inkâr edilemez. Nitekim benzerliğin de sebepleri vardır. Zira sebep, müsebbibi (Allah'ı) bu işi yapmaya zorlamaz. Bilakis Allah, dilediğinde sebebin gerektirdiği sonucu yaratır, dilediği zaman da o sebebin gereklilik özelliğini kaldırır.
Yine dilerse, o sebebin tam tersi olan bir sonucu yaratır. Kısaca, bazan sebebin gerektirdiği sonucu yaratır, bazan sebebin gerekliliğini kaldırır, bazan da sebebin zıddı olan sonucu yaratır. Öyleyse zorlayıcı olan unsur, yalnızca Allah'tır. Sebep ise tasarruf edilendir, tasarruf eden değil; hükmedilendir, hükmeden değil; idare edilendir, idare eden değil... O halde erkek veya dişiliğin bir sebebinin bulunması ile meleğin, Rabbine ceninde hangi cinsiyeti yaratacağını „ sorması arasında bir tezat yoktur. Bu yüzden Allahu Teâlâ erkek veya dişi olmanın O'nun dilek, ilim ve kudretine dayanan ve O'ndan kaynaklanan hususi bir bağışın neticeleri olduğunu haber vermiştir.
Şöyle sorulabilir:
Meleğin "Ya Rabbi! Erkek mi olacak dişi mi?" diye sorması "Rızkı ne olacak? Eceli ne olacak? diye sorması gibidir. Başka bir takım sebeplerle meydana gelmiş olsa bile bu, cima eden-kişiden kaynaklanan bir sebebe dayanmamaktadır.
Cevap: Evet, çocuğun erkek veya dişi olması, cima hadisesinden kaynaklanan zorlaycı bir sebebe dayanmaz. Olsa olsa, sebebin cüzlerinden bir cüzdür. Sebebin geriye kalan tamamı, karı-kocanın haricindeki şeylerden kaynaklanmaktadır. Bu konuda şunu söylemek yeterlidir: Eğer Allah, sebebin müsebbibe iktizasına izin vermez ise, gereken sonucu yaratmaz. Demek ki, erkek veya dişi olmanın, Allah'ın dileğine dayanması, sebebin varlığına engel değildir. Aynı şekilde bunların bir sebep ile meydana gelmeleri, Allah'ın dileğine dayanmalarına engel değildir. Çünkü sadece sebep ile yetinilmesi zorunluluğu yoktur.
Sevban hadisini Müslim'in tek başına rivayet etmesine gelince, evet, bu doğrudur. Hadis sahihtir, tan edilecek bir yönü de yoktur. Fakat bu hadiste erkeklik ve dişiliğin zikredilmesi konusunda kalp mutmain olamamaktadır. Acaba bu kelimeler doğru mu hıfzedildi, yoksa hatalı mı? Çünkü sıhhatinde ittifak edilen diğer hadislerde geçtiği üzere "(Meninin galebe çalması veya öne geçmesi ancak çocuğun anne babasına) benzemesi ile ilgili bir husustur." Gördüğün gibi, bu konu üzerinde düşünmek gerekiyor. [52]
Kaifin [53] Anneye Değil de Babanın Benzerliğine İtibar Etmesinin Sebebi:
2. Cevap
Kaif, çocuğun annesine değil de babasına benzeyişine itibar eder. Çünkü çocuğun o anneden olduğu kesin olarak bilinen bir gerçektir. Çocuk annesine ister benzesin, ister benzemesin bu konuda benzerliğe itibar edilmez. Zaten sadece babalık davasında Kaif’e ihtiyaç duyulur.
Bu yüzden Sahabe-i Kiram ile ekseri hadis alimlerine göre, çocuk iki anneden hangisine aittir diye değil, iki babadan hangisine aittir diye araştırılır. İki baba adayı çocuğa sahiplendiği zaman, çocuk Kaif e gösterilir ve kesin bir cima olayı bilinmiyorsa, kime benziyorsa onun nesebine katılır. Eğer bir cima olayı biliniyorsa, çocuğun başkasına benzemesine artık itibar edilmez.
Benzerlik, kendisinden daha kuvvetli olan cima ve kesin hüccet bulunmadığı zaman, delil olur. Evet, sizin dediğiniz gibi, babalara benzemesine itibar edilir. Ama aynı şekilde iki kadın bu çocuğa sahiplense çocuk kaife gösterilir ve hangisine daha çok benziyorsa onun çocuğu sayılır. Öyleyse hem babalarda, hem da annelerde benzerlikle amel etmiş olduk.
İmanı Ahmed b. Hanbel (annelik iddiasında bulunan) iki kadın hakkında da Kâif e itibar edileceğini ifade etmiştir. Bir Yahudi kadın, müslüman bir kadının çocuğuna sahiplendiği zaman da kaife itibar edilir mi?" diye kendisine sorulunca "Bunu hoş görmem" cevabını verdi. Safilere ait iki rivayetin en sahihi de budur, ikinci rivayette ise şöyle demişlerdir:
"Annelik iddiasında bulunan iki kadın arasında kaife itibar edilmez. Çünkü anneyi yakinen bilmek mümkündür. Baba ise böyle değildir." Fakat kadınlar hakkında da kâife itibar etme görüşü sahihtir. Zira çocuk, bazen anneye, bazen de babaya çeker. Yukarıda zikrettiğimiz Aişe, Ümmi Seleme, Abdullah b. Selâm, Enes b. Malik ve Sevban hadisleri buna delildir. Annenin yakinen bilinmesi mümkün olmadığı zaman kâife itibar edilmesine bir engel yoktur. Nitekim kesin bilinen bir cima hadisesi olmadığı zaman, iki erkek arasında benzerliğe itibar ediyoruz.
Süleyman b. Harb. Hammad'dan o da Hişam b. Hassan'dan o da Muhammed b. Sirin'den şu sözü nakleder:
Velid, bizi İbni Sirin'in dokuz çocuğu olarak hacca götürmüştü. Sonra Medine'ye uğradık. Zeyd b. Sabit'in yanına girdiğimiz vakit ona "Şunlar İbni Sirin'in çocukları " denildi. Bunun üzerine Zeyd "Şu ikisi bir anneye, şu ikisi bir anneye şu ikisi de bir anneye ait" dedi ve isabet etti."
Hipokrat "Ceninler" adlı kitabında şöyle diyor:
"Erkeğin menisi kadının menisinden daha fazla olunca, çocuk babasına çeker. Kadının menisi erkeğin menisinden fazla olunca, çocuk annesine çeker."
"Meni bedenin tüm organlarından süzülüp gelir. Sıhhatli kişinin menisi sıhhatli, hasta kişinin menisi de sağlıksız olur."
"Kel olanlar kel, ela gözlüler ela, gözü şaşılar da şaşı çocuklar doğurur."
"Ete gelince, ona et eklenerek gelişir ve büyür. Sonra orada mafsallar yaratılır. Ceninin her bir bölümü çıkmış olduğu organa benzer (O organı meydana getirir).
Kör, benekli, vücudunda bir iz veya başka bir alamet bulunan kimseler, genellikle böyle kimselerden doğmuşlardır. Dede veya dayılarına benzeyen çocuklar çoktur. Erkek çocuklar genellikle babalarına, kızlar ise annelerine benzerler." [54]
Çocuğun Çirkin veya Güzel Olmasının Bazı Sebepleri:
Çocuğun çirkin veya güzel olmasının bir takım harici sebepleri de vardır. Bunlardan biri de anne babanın aklından geçen düşüncelerdir. Özellikle kadın cinsi münasebet esnasında ve ondan sonra ceninin yaratılmasına kadarki zamanda müşahede edip gördüğü, hatırladığı ve arzuladığı kişileri düşünürse çocuk o kişilere benzeyebilir. Zira kadın, o kişiyi sevip arzu etmektedir. Bu arzu ve düşünce ona karşı devam ederse cenin o kimseye benzer. Zira tabiat, nekledicilik özelliğine sahiptir. Tabiatın bu kabiliyet ve özelliği herkesçe bilinmektedir.
Kahire'deki Tabiplerin Reisi bana şu olayı anlatmıştı:
"Bir yeğenimi yanıma oturttum, gözü rahatsız olanlara sürme çekiyordu. Kısa bir zaman sonra gözünde ağrı başladı. Sonra iyileşti ve tekrar sürme çekmeye başladı. Fakat gözü yine hastalandı. Artık anladım ki, gözü hasta olan insanların gözlerine baktığı için hastalamyormuş. Çünkü tabiat nakledicilik özelliğine sahiptir."
Tabipler der ki:
"Hamile kadının ayva ve elma yemeye devam etmesi çocuğun yüzünü güzelleştirir ve rengini durulaştırır."
Tabipler, hamile kadının çirkin resimlere, soluk renklere bakmasını, dar ve sıkıcı evlerde oturmasını sakıncalı görürler. Zira bütün bunlar cenini etkilerler. [55]
Hamileliği Gerektiren Şeyler:
"Ceninler" adlı kitabında Hipokrat şöyle der:
Cinsi münasebet esnasında erkeğin menisi rahmin içine ulaşır, dışarı dökülmez ve rahmin ağzında kalır, sonra da rahmin ağzı kapanırsa kadın hamile kalır. Rahmin ağzı kapanıp içerisinde iki meni karıştığı zaman, hamilelik tamamlanmış olur. Erkek ile kadın aynı anda boşalır, iki meni birbirine karışarak rahimde kalır ve rahim kapanırsa kadın yine hamile kalır. Kadının hamile kalması için üç yerde tedbir almak gerekir:
1- Cinsi münasebetten önce: Nutfeyi kabul etmesi için rahmin hazırlanması.
2- Cinsi münasebet esnasında: Nutfenin, rahmin içindeki yerine ulaştırılması ve boşalmanın aynı anda gerçekleşmesi.
3- Cinsi münasebetten sonra: Nutfenin rahimde kalıp rahmin onu tutması ve dışarı çıkıp bozulmaktan koruması.
Ben de derim ki; Mezkur sebepler, hamileliği mutlaka gerektirmez. Aksine onu gerektiren asıl şey, daha önce de açıkladığımız gibi, ancak Allah'ın dilemesidir. Allahu a'lem. [56]
Çocuğun Çıkış Şekli:
Yaratan, yoktan var eden ve suret veren Allah, cenini oluşturup ona şekil verince yukarıya kadar başı ve alt kısma kadar ayaklarını yaratır. Allah onun çıkmasına izin verdiği vakit baş aşağı döner ve başı, vücudunun diğer uzuvlarından önce çıkar. Tabipler ve anotomi uzmanları bu hususta ittifak etmişlerdir. Bu, cenine ve annesine yapılan ilahi bir yardımdır. Zira ilk olarak başı çıkınca geriye kalan vücudu hiç bir eğrilmeye ihtiyaç duymadan kolayca çıkar. Çünkü ilk olarak ceninin ayakları çıkacak olsaydı, ellerinin rahme takılmayacağından emin olunamazdı. Eğer bir tek ayağı ilk olarak çıkacak olsaydı, diğer ayağının ona yetişmesi esnasında rahme takılmayacağından emin olunamazdı. Şayet önce iki eli çıkmış olsaydı, bu sefer de başının rahme takılmayacağından emin olunamazdı. Çünkü bu durumda baş arka tarafa bükülür. Ya da göbek şeridi boynuna veya omuzuna dolanır. Cenin aşağı doğru inerek, göbek şeridinin upuzun durduğu bir yere gelince, burada göbek şeridi onun boyun ve omuzlarına dolanır ve sonuçta ya göbek seri çekilerek anne son derece acı hisseder ya da cenin ölür veya çıkması çok zor olur, hasta ve şişkin olarak doğar. Demek ki hakimlerin hakimi olan Allah'ın hikmeti, çocuğun anne karnında baş aşağı dönerek, ilk olarak başının çıkmasını ve vücudun geri kalan kısmının onu takip etmesini gerektirmiştir. [57]
Çocuğun 8 Aylıkken Doğunca Ölü doğmasının 7, 9 veya 10 Aylıkken Doğunca Yaşamasının Sebebi:
Cenin 7 ayını doldurunca baş aşağı dönüp çıkması için kendisinde tabi ve güçlü bir hareket meydana gelir. Cenin şayet kendisini kuşatan ve rahme bağlı olan zarları delebilecek kadar yaratılışça ve soya çekim yönünden tabi bir güce sahip bulunursa, bu hareket ve yer değişikliği, kendisini incitmeksizin sağlam, güçlü ve sağlıklı olarak 7. ayda doğar.
Şayet bunları yapabilecek gücü yoksa; ya yer değiştirme hareketinden kaynaklanan zarar ve acıdan dolayı takatsiz düşer ve ölü olarak doğar ya da annesinin karnında kalır, hastalanır ve iyileşip önceki dinçliğini ve gücünü kazanıncaya kadar takriben 40 gün bu halde bekler. Eğer 8. ayda doğarsa, acıdan kurtulamamış ve hasta bir halde doğar. Takatsiz düşer, iyileşemez ve gelişme gösteremez. Şayet bu 40 günü geçirip 9. aya varıncaya kadar rahimde kalır da güçlenir, iyileşir ve eski canlılığını tekrar kazanarak hastalıktan tamamen kurtulursa, sağlıklı olarak doğmaya elverişli bir hale gelir. Sağlıklı olmaya en uygun olan ceninler, rahimdeki bu hareketten sonra en uzun süre kalanlardır. Bunlar da 10. ayda doğan çocuklardır. 9-10. aylar arasında doğanlara gelince, onların durumu ilk hareketten sonra geçirdikleri süreye göre değişir.
Bazı tabipler şöyle demişlerdir:" 8. ayda doğan çocuğun yaşamayışının sebebi, iki çeşit zararın peş peşe vuku bulmasıdır:
1- Doğum için 7. ayda rahim içinde hareket edip yer değiştirmesi,
2- Ani bir değişiklikle rahimdeki yerinden, dünya atmosferine geçmesi. Gerçi bu değişiklik bütün çocuklarda vaki olur. Fakat 7. ayda doğan çocuk, ilk hareketten kaynaklanan zarardan ve rahim içerisindeyken kendisine arız olabilecek hastalığa yakalanmadan önce doğar ve kurtulur. 9. ve 10 ayda doğanlara gelince, bu hastalıklardan kurtulup iyileşinceye kadar rahimde kalmaktadırlar. Böylece peş peşe iki zarar ile karşılaşmazlar. 8. ayda doğan çocuk ise ardarda iki zarar ile karşılaşır ve yaşaması mümkün olmaz. Bu hastalık 8. ayda doğan bütün çocuklara arız olur. Bu tür hamile kadınların 8. ayda en kötü durumda, bundan önceki ve sonraki aylardan daha ağır bir halde olduğunu müşahede etmen, bütün bunların doğru olduğunu göstermektedir. Çünkü annelerin durumları ceninlerin durumlarına bağlıdır." [58]
Çocuğun Ağlaması ve Vücudunun Bir Yerine İşaret Etmesinin Manası:
Çocuğun doğum esnasında ağlaması onun sıhhatli ve güçlü olduğuna delâlet eder. Çocuk elini veya parmağını bir uzvu üzerine koyduğu zaman, bu hareket o uzvun ağrıdığını gösterir. Bütün canlılar ağrıyan yerlerine eli, ağzı, başı ve kuyruğu ile tabii olarak işaret ederler. Bebek konuşamadığı için sair hayvanlar gibi parmağı veya eliyle ağrıyan yerine işaret eder. [59]
Çocuklar Anne Karnında İken Doğumlarından Sonraki Hallerinden Daha Güçlü ve Arız Olacak Hastalıklara Karşı Daha Dirençli Olurlar
Bu yüzden doğumlarından sonra onlara çok daha dikkat edip titiz davranmak gerekir. Zira ağacın dal ve budakları, ağaca bitişik-ve bağlı olduğu müddetçe, fırtınalı rüzgârlar bile onu sarsıp yerinden sökemez. Fakat ondan ayrılıp başka bir yere ekildiği zaman, esen en hafif bir rüzgâr bile onu yerinden söker atar.
İşte, cenin de anne rahminde kaldığı müddetçe böyledir. Kuvvetli olur ve dikkatsizlikten kaynaklanıp kendisine anz olan hastalıklarla eziyetlere karşı dirençlidir. Oysa rahimden ayrılıp doğmasından sonra, bunların en azına bile dayanamaz. Aynı şekilde ağacın üzerindeki meyve de koparılmadan önce daha güçlü ve sağlam olur.
Alışılmış bir şeyden ayrılmak, özellikle bu ayrılış aniden meydana gelirse, yer değiştiren kimseye ağır gelir. Cenin, rahimden ayrılırken alıştığı bir ortamdan, ansızın yabancı bir ortama geçmektedir. Böyle bir geçişin şiddeti, aşamalı bir geçişin şiddetinden çok daha fazladır. Bu yüzden Hipokrat şöyle der: "Çok az bir çalışmayla anlaşılır ki, yetersiz olsa bile çocuğun devamlı aynı tarz üzere beslenmesindeki tehlike, ona aniden daha iyi yiyeceklerin verilmesinin doğuracağı tahlikelerden daha az ve beden sağlığı açısından daha emniyetlidir.
Hülasa, cenin alışmış olduğu gıda ve tenefüs ortamından ani bir şekilde aynlmaktadır." Bu geçiş dünyada karşılaştığı ilk zorluktur. Daha sonra zorluklar peşpeşe gelir ve en son olarak zorlukların en zoru olan " Büyük zorluk" veya rahatlıkların en rahatı olan "Büyük rahatlık" ile karşı karşıya gelir. Bu yüzden ilk zorluğun başlaması esnasında, şeytanın da kuyruk sokumuna vurup dürtlüklemesiyle çocuk ağlamaya başlar. [60]
Çocuğun Rahimdeki Hayatı ile Dünyadaki Hayatı Arasında Hissettiği Farklılıklar:
Cenin, rahimde iken kendisine uygun gıdaları alıyor ve yine kendisine yetecek miktarda annesinin kanından tabi bir şekilde besleniyordu. Doğduktan sonra da yine kendi yapısına uygun olan sütü emmeye başlar. Ne var ki, bunu kendi irade ve isteği ile yaptığından, ihtiyacından fazlasını almaya başlar. Üstelik süt sıhhatli olduğu gibi, kirli ve bozuk da olabilmektedir. Böylece, kusmaya ve vücudun dört unsuru olan safra, balgam, sevda ve kanı almaya başlar. Annesinin karnında iken hiç görmediği acı, sızı ve belalarla karşılaşır. Çünkü rahimde iken kendisine eziyetin ulaşmasını engelleyen perde ve zarlar bulunuyordu. Doğduğu zaman hiç alışkın olmadığı başka perde ve zarlar kendisine hazırlanır. Çoğu zaman sıcak, soğuk ve dünya atmosferiyle başbaşa kalır. Oysa ki annesinin karnında iken bütün ihtiyaçlarını göbek şeridiyle almaktaydı. Kendisi için en sıhhatli ve uygun olanı da buydu. Zira, annesinin kalbi ve atar damarları sıhhatli bir şekilde çalışmak suretiyle onu beslemekteydi. Aniden dünya atmosferine çıkan çocuk, tıpkı hamamdaki sıcak ve elverişli bir ortamdan, birdenbire çıplak bir halde fırtınalı ve eziyet verici bir havaya çıkan adama benzemektedir.
Kısacası, çocuk alıştığı bir ortamdan birdenbire daha şiddetli ve daha çetin bir ortama geçmektedir. Bu da yaratıcı ve alim olan Allah'ın hikmetinin bir parçasıdır Allah, böylece alıştığı şeylerden daha faziletli, faydalı ve uygun duruma geçebilmesi için kulunu alıştırmaktadır. Nitekim:
"Andolsun, tabakadan tabakaya bineceksiniz" [61] ayetiyle bu gerçeğe işaret etmiştir. "Tabakadan tabakaya", bir halden başka bir hale geçeceksiniz anlamına gelmektedir. İnsanın ilk tabakası nutfe oluşudur. Sonra alaka, sonra mudğa, sonra cenin ve derken çocuk olur. Ardından süt emer, sütten kesilir. Ayrıca sağlıklı olur, hasta olur, zengin olur, fakir olur. Afiyet içerisinde yaşar, belalara müptela olur. Velhasıl ölünceye kadar çeşitli insani aşamalardan geçer, sonra diriltilir, sonra Allah'ın huzuruna getirilir ve en sonunda cennete veya cehenneme gider. Ayetin manası "Halden hale, menzilden menzile, durumdan duruma, binip geçeceksiniz" demektir.
Said b. Cübeyr ile İbn Zeyd şöyle derler:
"Dünyadan sonra ahirete intikal edeceksiniz. Fakirlikten sonra zengin, zenginlikten sonra da fakir olacaksınız."
Ata der ki "Şiddetten şiddete geçeceksiniz. Tabak ve tabaka, hal ve durum manasına gelir. Bu yüzden "Filan, çeşitli tabakalar (durumlar) üzere oldu" denir."
Amr b. el-As hayatını anlatırken "Üç tabaka (hal) üzere oldum" demiştir.
İbnul-Arabi der ki:
"Tabak, değişirken meydana gelen hal demektir."
Nutfe oluşundan doğum anına kadar ceninin anne karnındaki bazı tabakalarından bahsetmiştik. Şimdi de doğumundan itibaren en son varacağı vakte kadar aşıp geçeceği tabakaları zikredelim:
Rahimdeki cenin, kuvvetlice yerine bağlanması açısından ağaç üzerindeki meyveye benzer. Meyve en son aşamasına gelince ağırlığı, olgunluğu ve kendisini tutan damarların kesilmesi sebebiyle bir müddet sonra ağaçtan ayrılır. İşte bu şekilde ceninin de zarları yırtılır ve kendisini rahim ile döl yatağı arasında tutan damarlardan ayrılır ve kaygan nemler üzerinde akıp gider. Çocuğun kayganlığı, ağırlığı, zarların yırtılması ve damarların ayrılması, onun çıkmasına yardım eder. Sonra rahim iyice açılıp genişler. Hatta annenin bazı mafsaları da açılıp genleşir. Daha sonra kısa bir zamanda eski haline döner. Mütehassıs tabip ve anatomi uzmanları bunu itiraf ederek şöyle derler:
"Bu, ancak ilahi bir yardım ve keyfiyetini anlamakta akılların acze düştüğü bir tedbir sayesinde gerçekleşmektedir. "Yaratanların en güzeli Allah, ne yücedir".
Cenin anne karnından ayrıldığı vakit, tabii bir sebeple ağlamaya başlar. Tabii sebep, alışkanlığından ve bulunduğu yerden ayrılmasıdır. Bir de harici bir sebeple ağlar ki, bu da şeytanın onu kuyruk sokumundan dürtüklemesidir. Annesinin karnından ayrıldıktan sonra çocuk elini ağzına götürür. Üzerinden 40 gün geçince rahimde iken geçirdiği aşamalara benzer durumlarla karşılaşır. 40 günlük olduğu zaman gülmeye başlar. Bu, kendini ilk idrak edişidir. 2 aylık olunca rüyalar görmeye başlar. Daha sonra temyiz yaşına kadar, aşama aşama idrak ve temyiz kabiliyetleri gelişir. Çocuğun belli bir temyiz yaşı yoktur. İnsanlardan kimi 5 yaşında mümeyyiz hale gelir. Nitekim Mahmud b. Rebi "Ben, beş yaşındayken Peygamberin su kuyusundaki kovadan yüzüme su serptiğini hatırlıyorum" demiştir. [62]
Bu yüzden çocuğun kulaklarının sağlıklı olduğunun anlaşılması için maksimum 5 yaş sınır kabul edilmiştir.
Kimi insanlar da daha küçük yaşta, mümeyyiz olur ve 5 yaşından küçükken başından geçen şeyleri hatırlar. İyas b. Muaviye'nin şu sözünü daha önce de zikretmiştik:
"Annemin beni doğurduğu günü hatırlıyorum. Karanlıktan bir ışığa çıktım. Sonra tekrar karanlığa geçtim." Bu konu annesine sorulunca şöyle dedi:
"Doğru söylemiş. Rahimden dışarıya çıkınca yanımda onu örtecek hiç bir şey yoktu, ben de üzerine leğeni kapattım." Bu çok hayret verici ve nadir görülen bir olaydır. Çocuk yedi yaşına girince temyiz yaşına ulaşır ve namaz kılması emredilir. Nitekim Amr b. Şuayb babasından, o da dedesinden, Rasûlullahın şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Çocuğunuza yedi yaşındayken namaz kılmasını emrediniz. On yaşında kılmazsa onu dövünüz ve yataklarını aralarında ayırınız." [63]
Peygamber (a.s.) sütten kesilmiş bir kız çocuğunu, anne babasından birini seçmede muhayyer bırakmıştı: Abdul Hamid b. Cafer b. Abdullah b. Rafı b. Sinan el-Ensari babasından, o da dedesi Rafi b. Sinan'dan, rivayet olun-duğuna göre, kendisi müslüman olmuş karısı ise müslüman olmayı kabul etmemiş. Bilahâre Peygambere gelerek "Bu kız benimdir. Çünkü henüz sütten kesilmiş veya buna benzer bir haldedir" demiş. Rafı'de "Bu, benim kızımdır" demiş. Bunun üzerine Peygamber Rafi'ye "Sen bir köşeye otur" kadına da "Sen de bir köşeye otur" buyurmuş. Kızcağızı da aralarına oturtmuş. Sonra onlara "Çocuğu çağırın" demiş. Derken kız annesine yönelmiş, bunun üzerine Peygamber "Allah'ım, onu doğruya ilet" diye dua etmiş ve çocuk babasına yönelmiş o da çocuğu almış.[64] Bu hükümden daha güzel, daha adil ve daha mantıklı bir hüküm olamaz.
"Abdul-Hamid b. Cafer el-Ensari'nin rivayetine göre, dedesi müslüman olmuş fakat (dedesinin) karısı müslüman olmayı kabul etmemiş ve henüz buluğ çağına ulaşmamış küçük çocuğunu alıp Peygambere getirmiş. Peygamber de babayı bir tarafa, anneyi de bir tarafa oturtmuş ve çocuğu muhayyer bırakmış. Sonra "Allah'ım, ona doğru yolu göster" diye dua etmiş ve çocuk babasına gitmiştir." [65]
Ayrıca Ebu Hureyre'nin rivayetine göre, Peygamber bir çocuğu babasını veya annesini seçme hususunda muhayyer bırakmıştı. [66]
Çocuğun muhayyer bırakılma yaşının 7 ile sınırlanmasına gelince, merfü hadislerde buna itibar edilmemiştir. Bu konuda sadece Hz. Ali ile Ebu Hüreyre'den rivayet edilen bir eser zikredilmektedir. Umara el-Cermi der ki:
"Hz. Ali, annemi veya babamı seçme hususunda beni muhayyer bıraktı. Ben o zamanlar 7 veya 8 yaşındaydım." Halbuki bu eser 7 yaşından küçüklerin muhayyer bırakılmayacağını göstermemektedir. Bilakis, bu çocuğun yedi yaşında muhayyer bırakıldığı hususunda ittifak edilmiştir.
Ebu Hureyre rivayet ediyor:
"Bir kadın Peygambere gelerek "Ya Rasulallah! Kocam oğlumu almak istiyor. Oysa bu çocuk bana İnebe kuyusundan su getiriyor ve bir takım faydaları dokunuyor" dedi. Bunun üzerine Peygamber:
“Şu baban, şu da annen, dilediğinin elinden tut" dedi. Derken çocuk annesinin elinden tuttu ve kadın onu aldı götürdü. Peygamber çocuğun yaşını sormadı."
Hadisten anlaşıldığına göre, çocuk olsa olsa annesine kuyudan su getirecek bir yaştaymış. O halde ister merfu, ister mevkuf olsun hiç bir muhayyerlik hadisinde 7 yaş sınırlaması yoktur. Hadisler gösteriyor ki, çocuk anne babasını tanıyıp ayırdedecek yaşa gelince, ikisi arasında tercih etmede muhayyer bırakılabilir, Allahu a'lem.
Aynı şekilde müslümanlığının sıhhati de 7 yaşında olmasına bağlı değildir. Bilakis ne zaman İslâmı anlayıp tarif
edebilirse, müslümanlığı sahih kabul edilir.
El-Harki, çocuğun 10 yaşında olmasını şart koşmuştur. Ahmed b. Hanbel, vasiyyet konusunda bunu ifade etmiştir. Oğulları Salih ile Abdullah'ın amcası Ebu Talib'in İshak b. İbrahim Ebu Davud'un ve İbn Mansur'un rivayetlerinde çocuğun vasiyetinin sahih olması için 10 yaşında olmasını şart koşmuştur. Ebu Talip ona "Peki 10 yaşından küçük olursa" diye sorunca "Sahih olmaz" cevabını vermiştir.
Ahmed b. Hanbel, İshak b. İbrahim'in rivayetinde, çocuğun 10 yaşında namaz kılmadığı zaman dövülmesini, bu görüşüne delil getirmiştir.
Çocuğun müslümanlığına gelince, el-Muğni'de diniliyorki:
"Çocuğun müslümanlığını sahih görenlerin çoğu, ne 10 yaşında olma şartını koşmuş, ne de her hangi bir sınır belirlemişlerdir."
İbnul Munzir'de bunu Ahmed b. Hanbel'den nakletmiştir:
"Çocuk yedi yaşında olunca müslümanlığı sahihtir. Zira Hz. Peygamber (a.s.) "Yedi yaşında onlara namaz kılmayı emrediniz" buyurmuştur. Bu da gösteriyor ki, 7 yaş çocukların ibadetlerinin sahih olması için bir sınırdır. Öyleyse bu yaş, onların müslümanlığının sahih olması için de sınır olur. İbnu Ebi Şeybe der ki:
"Çocuk 5 yaşında müslüman olduğu zaman, müslümanlığı sahih kabul edilir. Çünkü Hz. Ali'de 5 yaşında müslüman olmuştur."
Ebu Eyyüb der ki: "Üç yaşındaki çocuğun Müslümanlığı sahihtir. Küçük veya büyük kim olursa olsun hakka İsabet ederse, onu kabul ederiz. Gerçi bu çocuk, hemen hemen İslâmı idrak edemeyecek bir yaştadır ve ne dediğini de bilemez. Sözlerinin bir hükmü de yoktur. Fakat bu yaşta olur da, söz ve fiilleri İslâmı bilip idrak ettiğine delalet ederse, diğerleri gibi onun müslümanlığı da sahihtir."
Demek ki üstad Ebu Eyyüb üç yaşındaki çocuğun İslam’ı idrak ettiği zaman müslümanlığının sahih olduğunu tasrih etmiştir. El Meymuni şöyle der:
"Ahmed b. Hanbel'e" On yaşında müslüman olan, buluğa ermemiş bir çocuk hakkında ne dersin?" dedim. "Onun müslümanlığını kabul ederim" dedi. Ben "Bu konuda hangi delili getiriyorsun?" diye sorunca "Çünkü on yaşındaykan namaz kılmadığı için onu dövüyorum ve aralarında yataklarını ayırıyorum" cevabını verdi. Fadl b. Ziyad der ki: "Ahmed b. Hanbel'e "Müslüman olan bir Hristiyan çocuğa nasıl muamele edersin? diye sordum. Şöyle cevap verdi. "On yaşına gelince onu islami hükümleri yapmaya zorlarım. Çünkü Hz. Peygamber "Çocuklarınıza 7 yaşında namazı emrediniz. 10 yaşında kılmazlarsa onları dövünüz" buyurmuştur." Bu, ondan nakledilen bir rivayettir. Ondan diğer bir rivayet şöyledir: "Yedi yaşındaki çocuğun müslümanlığı sahihtir."
Ebul-Haris şöyle demiştir: Ahmed b. Hanbel'e soruldu: "Küçük bir çocuk, İslâm'ı kabul ederek kelime-i şehadet getirip akil baliğ olmadığı halde namaz kıldı. Sonra da İslam’dan döndü. Yaşı küçük olduğu halde bu çocuğun müslümanlığı sahih olur mu?"Ahmed b. Hanbel "Evet" dedi. "Yedi yaşına gelir de müslüman olursa, İslâmi hükümleri yerine getirmeye zorlanır. Zira Hz. Peygamber "Onlara yedi yaşında namazı öğretiniz" buyurmuştur. Hz. Peygamber onlara yedi yaşında namazın öğretilmesini emrettiğinden' dolayı namaz kılmak artık onlara vacip olmuştur."
Salih, babası Ahmed b. Hanbel'den şöyle rivayet ediyor:
"Yahudi veya Hıristiyan bir çocuk 7 yaşında iken müslüman olursa, islami hükümleri uygulaması için zorlanır. Çünkü, 7 yaşına geldiği zaman namaz kılması emredilmiştir. Ben "Peki 6 yaşında olursa? diye sorunca "Hayır namaz kılmaya zorlanmaz" cevabını verdi. [67]
On Yaşındaki Çocuk ile İlgili Bazı Hükümler:
Çocuk on yaşına ulaşınca gücü, aklı ve ibadetlere tahammülü artar. Hz. Peygamberin emrettiği gibi namazı terkettiği zaman dövülür. Bu dayak, onu terbiye edip namaza alıştırmak içindir. On yaşına gelince temyiz ve idrak kabiliyetinin güçlendiği yeni ve farklı durumlarla karşılaşır. Bu yüzden çoğu fakihler bu durumda iman etmesinin ona vacip olduğu ve iman etmediği takdirde cezalandırılacağı görüşündedirler. Ebul Hattab ve diğerlerinin görüşü budur. Bu görüş çok kuvvetlidir. Her ne kadar taferruatlı hususlarda mükellefiyet ondan kaldırılmışsa da, yaratıcı olan Allah'ı tanıma ve O'nun birliğini, Peygamberinin doğruluğunu ikrar etme cihazı kendisine verilmiştir. Fen ve sanatları anlama, dünyasıyla ilgili maslahatları kavrama kabiliyeti ona verildiği gibi, Allah'ı tanıma konusunda da akıl yürütüp istidal etme gücü ona verilmiştir. Öyleyse Allah ve elçisini inkâr etme hususunda hiç bir mazereti olamaz. Üstelik Allah'a ve elçisine iman etmeyi gerektiren deliller, öğrenmiş olduğu bütün ilim ve sanatlardan daha açıktır. Nitekim Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Bu Kur'an bana vahyolundu ki, onunla sizi ve ulaştığı herkesi uyarayım." [68] Yani Kur'anın ulaştığı kimseleri uyarayım. Kendisine Kur'an ulaşan ve onu anlayabilen bütün insanlar onunla uyarılmaktadır.
Çocukların, bunakların ve fetret devrinde ölenlerin imtihan edileceğine dair rivayet edilen hadisler ancak İslâmi idrak edemeyen kimselerin imtihan edileceğine delâlet etmektedir. Çünkü bu kimseler, davetin kendilerine ulaşmadığını ve İslâmi idrak edemediklerini söyleyerek hüccet getireceklerdir. Fakat sanat ve ilimlerin inceliklerini kavrayan kimselerin, bu hücceti öne sürmeleri mümkün değildir. Buluğ çağına ulaşmayan çocuğa dünyevi hükümlerin terettüp etmemesi, uhrevi hükümlerin de terettüp etmeyeceğini göstermez. Bu söz, Ebu Hanife ve arkadaşlarından da rivayet edilmiştir ve son derece kuvvetli bir görüştür. [69]
Buluğ Çağına Yakın veya Buluğ Çağındaki Çocuklarla İlgili Bazı Hükümler:
Çocuğa, on yaşından buluğ çağına kadar "murahik" veya "ihtilam olma çağına yaklaşmış" denilir. 15 yaşına ulaşınca ihtilam olması, ön tarafında sert kılların çıkması, sesinin kalınlaşması ve burnunun uç kısmının ikiye ayrılması gibi bir takım değişik haller ona arız olur. Sari (kanun koyucu) bunlardan şu ikisine itibar etmiştir: îhtilâm olması ve kılların bitmesi:
1- Çocuğun ihtilam olması:
Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Ey iman edenler, ellerinizin altında bulunan köleler, cariyeler ve sizden henüz ihtilam çağına ulaşmamış çocuklar üç vakitte izin istesinler.” [70]
"Çocuklarınız ihtilam olma çağına erdikleri zaman, kendilerinden öncekilerin izin istedikleri gibi izin istesinler”. [71]
Hz. Peygamber ise şöyle buyurmuştur.
"Şu üç kişiden kalem kaldırılmıştır: İhtilâm oluncaya dek çocuktan, iyileşinceye dek deliden ve uyanıncaya dek uyuyun kimseden"
Muaz b. Cebel'e de şöyle buyurmuştur:
"İhtilam çağına ulaşmış olan her kişiden dinar al" [72]
Çocuklarda belli bir ihtilam olma yaşı yoktur. Kimi çocuklar 12 yaşında kimileri de 15 veya 16 yaşlarında ya da daha ileriki yaşlarda ihtilam olurlar. Hiç ihtilam olmayanlar da vardır. Böyle ihtilam olmayan çocukların kaç yaşında buluğ çağına erdikleri hususunda fakihler ihtilaf etmişlerdir. Evzai, Ahmed, Şafii, Ebu Yûsuf ve Muhammed'e göre çocuk 15 yaşına geldiği zaman akıl baliğ olduğuna hükmedilir.
Maliki Ulemasının 3 görüşü vardır:
1- 14 yaşında,
2- 18 yaşında,
3- 15 yaşında. Bu görüş imam Malik'ten rivayet edilmiştir.
Bu konuda Ebu Hanife'den 2 rivayet vardır:
1-14 yaşında,
2- Oğlan çocuk 18, kız ise 14 yaşında bulûğ çağına erişir.
Davudu Zahiri ve arkadaşları şöyle demişlerdir:
"Çocuğun buluğ çağı için belli bir yaş sınırı yoktur. Bu sınır, ancak ihtilam olmasıdır."
Bu, güçlü bir görüştür. Gerçekten de Peygamberden, çocuğun buluğ çağı için bir sınır tayin ettiği rivayet edilmemiştir. 15 yaş sınırı getirenlerin öne sürebilecekleri tek delil İbn Ömer hadisidir. Şöyle ki, İbn Ömer 14 yaşında savaşmak için Peygambere arzedildiğinde, Peygamber onu askerliğe kabul etmemiş fakat daha sonra 15 yaşında arz edilince kabul etmiştir. Her ne kadar bu hadisin sıhhatinde ittifak edilmişse de, buluğ çağına ulaştığı gerekçesiyle Peygamberin onu kabul ettiğini gösteren bir delil, hadiste yoktur.
Bilâkis, ilk önce onun küçük olduğunu ve savaşmaya güç yetiremeyeceğini görmüş, bilâhare 15 yaşına gelince savaşabileceğine kanaat getirerek onu kabul etmiş olabilir. Bu yüzden ona ihtilam olup olmadığını da sormamıştır. Yüce Allah ahkamın terettüp etmesini ancak ihtilam olmaya bağlamıştır. Rasûlullah da böyle yapmıştır. İbn Ömer'in orduya kabul edilip edilmemesiyle ilgili olarak rivayet ettiği bu hadis dışında, yaş hususunda Peygamberden bir tek hadis bile rivayet edilmemiştir. Bu yüzden çocuğun buluğa erdiğine hükmedilecek yaş hususunda fukaha muhtelif görüşler ileri sürmüşlerdir.
İmam Ahmed, çocuğun ihtilam olmadıkça kadınlara mahrem olmayacağını söyleyerek ihtilam olmasını şart koşmuştur.
2- Ahkâmın terettüp etmesi için itibar edilen 2. durum, oğlan veya kız çocuğun ön tarafında sert kılların bitmesidir. Bu konuda ince tüylere itibar edilmez. Bu, Ahmed'in ve Malik'in de görüşüdür. Şafinin iki görüşünden birisi de budur. Şafii diğer görüşünde şöyle demiştir. "Bu, müslümanlar için değil, kafirler için buluğ alametidir. Zira müslüman çocuklarının buluğa erdiklerini şahitlikle ve buluğa eren çocuğun sözünün kabul edilmesiyle bitmek mümkündür. Kâfir çocukları ise böyle değildir."
Ebu Hanife ise "Çocuğun sesinin kalınlaşmasına ve burun ucunun ikiye ayrılmasına itibar edilmediği gibi, ne ön tarafından sert kılların çıkmasına, ne de diğer hiç bir haline itibar edilmez" demiştir. Oysa ki kılların çıkmasını buluğ alâmeti sayanlar Sahihayndaki şu hadisi delil getirmişlerdir.
"Hz. Peygamber Kurayza oğullarına verilecek ceza hakkında Sa'd b. Muaz'ı hakem tayin etti ve Sa'd muhariplerin öldürülüp çocuk ve kadınların esir edilmeleri hükmünü verdi. Müteakiben erkeklerin etek mahallerinin açılmasını emretti. Sert kıl çıkmış olanlar muhariplerden sayıldı, henüz kıl bütmemiş olanlar ise çocuklar grubuna dahil edildi. Atiyye diyor ki:
"Benim hakkımda şüpheye düştüler. Sonra Hz. Peygamber kıllarım bitmiş mi bitmemiş mi diye bana bakmalarını emretti. Onlar da baktılar ve henüz kılların bitmediğini görünce beni çocuklar grubuna kattılar."
Peygamberden sonra Ashabı Kiram da buna göre amel edegelmişlerdir. Hz. Ömer, görevli memuruna "Eteğinden ustura geçmeyen hiç kimseden cizye alma" diye yazmıştır.
Beyhaki, İbnu Uleyye'den, o da İsmail b. Ümeyye'den, o da Muhammed b. Yahya b. Habban'dan rivayet ettiğine göre, söylediği şiirinde genç bir kıza ibtiharda bulunan bir çocuk Hz. Ömer'in huzuruna getirildi. Ömer "Etek traşı mahalline bakın" dedi. Henüz kılların bitmediği görülünce ona had vurulmasını engelledi."
Ebu Ubeyd der ki: "İbtihar, bir kadına, kendisiyle zina yaptığını söyleyerek iftira etmektedir. "Rivayet edildiğine
göre Hz. Osman b. Affan'ın huzuruna, hırsızlık yapmış olan bir genç getirildi. Osman "Onun etek traşı mahalline bakınız" dedi. Henüz kıllarının bitmediğini gördüler ve Hz. Osman onun elini kesmedi.
İbn-i Ömer'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Çocuk hadd cezasını gerektiren bir iş yapar da baliğ olup olmadığında ihtilaf edilirse onun etek traşı mahalline bak."
Bütün bunlar gösteriyor ki, çocuğun etek mahallinde sert kılların bitmesi, onun baliğ olduğunun alâmetidir. Bu alâmet, hem müslüman hem de kâfir çocukları hakkında geçerlidir. Buluğ çağına ulaşıp ulaşmadığının bilinmesi amacıyla veya buna benzer bir ihtiyaçtan dolayı yabancının avret yerine bakmak caizdir. Muteahhirun alimlerinden biri şöyle demiştir:
"Çocuğun etek traşı mahalli açılır ve bakacak olan kişi arkasını döner. Sonra ikisi birden bir aynaya karşı dururlar. Bakacak olan görevli aynaya bakar ve kıl bitip bitmediğini görür." Bu görüş, onun kendiliğinden söylediği bir sözdür. Ne Rasûlullah veya herhangi bir sahabi bunu yapmış, ne de önceki imamlardan birisi böyle bir şeye itibar etmiştir. [73]
Kalemin Mükellefiyetleri Yazma Vakti:
Çocuğun akıl baliğ olduğu kesin olarak bilinirse, mükellefiyetler ona terettüp etmeye başlar, erkeklerle alakalı bütün hükümler sabit olur ve olgunluk devresi başlar. Zeccac der ki, "Olgunluk devresi ortalama olarak 17 ile 40 yaş arasıdır."
İbn Abbas, Ata'nın kendisinden yaptığı bir rivayette şöyle demiştir:
"Olgunluk devresi ihtilamla başlar."
Yahya b. Yamer ile Süddi de bu görüşü tercih etmişlerdir. Mücahid, İbn Abbas'tan "33 yaş" ve ayrıca "30 yaş" dediğini rivayet etmiştir,
Dahhak: "20 yaş" demiştir.
Mukatil ise, "18 yaşında" demiştir.
Zühri, lafza bakarak hüküm vermiş ve şöyle demiştir:
"Olgunluk çağı, insanın baliğ olmasından, 40 yaşına ulaşıncaya kadarki zamanıdır."
Olgunluk çağı, buluğ ile 40 yaş arasındaki bir mertebedir. Eşüdd (olgunluk çağı) kelimesi şiddet manasına gelmektedir. Bu da kuvvet ve celalet demektir. Şedid: "kuvvetli adam" eşüdd ise "daha kuvvetli" anlamına gelmektedir.
Ferra, "Eşüdd kelimesinin tekili kıyas gereğince "şiddet" olur. Bu kelimenin tekilini işitmedim" demiştir. Ebül-Heysem ise En'um kelimesinin tekili nasıl "nimet" ise bunun tekili de şiddet'tir" demiştir.
Bir kısım lügat ehli "Bunun tekili şiddet" kelimesidir" derken diğer bir kısmı da "eşüdd" kelimesinin "enukk" gibi tekil olduğunu söylemişlerdir. Bu iki görüşü de İbnül Enbari rivayet etmiştir. [74]
İnsanın Geçirdiği Aşamalar:
İnsan, 40 yaşından sonra aşama aşama eksilmeye ve gücü zayıflamaya başlar. Nitekim güç kazanması da aşamalar halinde gerçekleşmiştir. Allahu teâlâ şöyle buyurur:
"Allah ki, sizi bir zayıflıktan yarattı. Sonra zayıflığın ardından da bir kuvvet verdi. Sonra kuvvetin ardından da zayıflık ve ihtiyarlık verdi." [75] İnsanın kuvveti iki zayıflık arasında, hayatı ise iki ölüm arasındadır. O ilk önce nutfe, sonra alaka, sonra mudga, sonra anne -karnında bulunduğu müddetçe- cenindir. Oradan çıktığı vakit artık bebektir. 7 günü tamamlayıncaya dek sadiğ (kudretsizdir. Çünkü sudgu (gözüyle kulağı arasındaki saçları) henüz kuvvetsizdir.
Daha sonra süt emdiği müddetçe Radi (süt emen) süt kesildiği zaman da "Katim (sütten kesilmiş bebektir. Hareket edip emeklemeye başladığı zaman artık Daric (emekleyen)dir. Raciz der ki:
Ah, keşke çıkmadan ziyaret etseydim,
Emekleyen çocuğun annesini,
Çocuğun boyu 5 karışa ulaşınca artık "Hümasi" (beşli), dişleri dökülünce mesgur (dişleri düşmüş), döküldükten sonra tekrar bitince "musseğir" (dişleri çıkmış), 7 yaşlarına gelince Mümeyyiz (idrak eden), 10 yaşına gelince Mütera' ri (yetişkin) ve Naşi (gelişmiş), ihtilam çağına ulaşınca "Yafi" (yetişmiş oğlan) Murahik (buluğa yaklaşmış), Münahiz lilhülm (ihtilam olmaya yakın), buluğ çağına ulaşınca "Baliğ", gücünü toplayınca "Hazevver" ve "Hazver" (güçlenmiş) denilir. Bütün bu durumlarda, bıyıkları yeşermedikçe adı "çocuk" tur. Bıyıkları yeşerip favorileri çıkmaya başlayınca artık "Bakil" (yeşermiş) denir. Zira yüzünde kıllar çıkmıştır. Daha sonra bu aşama ile sakalının tamamen çıkması arasında "feta" (genç) ve gençliğin ilk merhalesi oluştuğu için"şarih" (taze delikanlı) adını alır. Cevheri der ki:
"Feta" genç, "fetat" ise genç kız anlamına gelir."Feta" kelimesi ihtiyar olsa bile köleler için de kullanılır. Nitekim hadisi şerifte:
"Sizden biriniz kölem ve cariyem demesin. Fakat Feta'm ve Fetat'ım desin" Duyurulmuştur. Cömert olan kişiye de feta denilir.
İnsanın sakallan tamamen çıkınca, 40 yaşına kadar "Şâbb" (genç) denir. Sonra 60 yaşına kadar ihtiyarlık alametleri görülmeye başlanır. Sonra ihtiyarlık devresi başlar. Saçlarına kır düşmeye başlayınca "Şabe" (saçları ağardı), kırlık artınca "Başına kır düştü", biraz daha artınca "Şemit" (saç-sakala beyaza karışmış), saçının beyazlığı galebe çalınca "Eysem" (Boz), saçı sakalı bembeyaz alev gibi tutuşunca "Müteka'vis" (Piri fani), kuvveti azalınca "Herim" (Kocamış ihtiyar), durumlan değişip acziyeti ortaya çıkınca artık "ömrün reziline itilmiş" demektir. Artık ona ölüm, elin ağza olan yakınlığından daha yakındır. [76]
Ecelin Gelip Çatmasından Sonraki Haller:
İnsana takdir edilen ecel elip çattığı zaman, kendisini dâr-ı fena'dan dâr-ı beka'ya götürecek olan Rabb'inin elçileri gelir ve bir bakış mesafesi yakınına otururlar. Sonra ruhları kabzetmekle görevli olan melek ona yaklaşır ve ruhunu ister. Eğer bu, güzel bir ruh ise melek "Ey güzel cesetteki güzel nefis! Razı olarak çık! Sana müjdeler olsun!. Rahat, hoş rızık ve gazap etmeyen bir Rabb ile sevin" der ve damlanın testiden çıkması gibi, canı kolayca bedeninden çıkar. Melekler onu tuttukları zaman, bir an bile ellerini bırakmazlar. Üzerine güzel kokular saçarlar. Cennet kefeni ve güzel kokularla onu kefenleyip namazını kılarlar. Yeryüzünde bulunan en güzel misk kokusu orada tüter. Sonra Esrau'l-Hasibin (Hesap görenlerin en süratlisi) olan Allah'a ilk defa arzedilmek üzere göğe yükseltilir. Melekler onu en yakın semaya getirince izin isterler ve semanın kapıları ona açılır. Sema melekleri onun namazını kılarlar, Mukarrep melekler onu ikinci semaya kadar teşyi edip uğurlarlar. Böylece bu hal üçüncü, dörüncü semalara ve nihayet Allah'ın bulunduğu semaya varıncaya kadar devam eder. Sonra Rabb'ini rububiyyet selamıyla selamlar:
"Allah'ım! Selam Sensin. Sendendir selam! Ey celâl ve ikram sahibi Allah'ım, sen ne yüce ve mübareksin!" Allah dilerse, secde etmesine müsaade eder. Sonra da onun cennet fermanını verir ve "Kulumun defterini illiyyin (yücelerin yücesi)ne yazıp kaydedin. Sonra onu tekrar arza götürün. Zira ben onları arzdan yarattım. Yine oraya döndüreceğim ve bir kez daha oradan çıkaracağım" der. Sonra ruhu arza döner ve insanların kendini yıkadıklarını, kefenlediklerini, taşıdıklarını ve teçhiz ettiklerini görür ve "Beni öne geçirin, beni öne geçirin!" der. Kabir çukuruna konulup arkadaşları kendisini bırakıp gittiklerinde, ruh tekrar cesedine girer. Hatta arkadaşlarının yerdeki ayak seslerini işitir. O vakit kabir imtihancısı iki melek yanına gelir ve onu oturtarak sorarlar:
"Rabbin kim?"
"Dinin ne?"
"Peygamberin kim?"
O da hemen "Rabbim Allah, Dinim İslâm ve Peygamberim Muhammed'dir" der. Bunun üzerine melekler onu tasdik ederler ve söylemiş olduğu bu söz üzere yaşadığı, bu söz üzere öldüğü ve yine bu söz üzere diriltileceği müjdesini ona verirler.
Daha sonra bir görüş menzili mesafesi kadar kabri genişletilir ve kendisi için hasırlar serilir. Sonra güzel yüzlü ve hoş kokulu bir genç ona bağışlanır. "Seni sevindirecek şeylerden dolayı sana müjdeler olsun" der. O "Sen de kimsin? Yüzün hayırlı bir yüze benziyor" deyince genç "Ben senin salih amelinim" der. Sonra kabirden cehenneme bir pencere açılır ve "Allah'ın senden çevirdiği şeye bak" denir. Sonra cennete bir pencere açılır ve "Allah'ın senin için hazırladığı şeylere bak" denir. O da bunların hepsini görür.
Günahkâr nefse gelince, bütün bunların tam zıddıyla karşılaşır. Göç etmesine izin verildiği vakit, ona siyah suratlı melekler iner. Yanlarında cehennemden bir koku ve ateşten bir kefen vardır. Bir bakış mesafesi yakınına otururlar. Derken canları kabzetmeyle görevli melek yaklaşır ve ruhunu isteyerek "Ey pis bedendeki pis nefis, çık! Sana kaynar su ve irin müjdeler olsun! O şeklinden başka daha çeşit çeşit azaplar vardır" der. Sonra melekler onun bedeninde uçuşurlar ve ta bedeninin derinliklerinden ruhunu söküp alırlar. Bu çekip alma ile birlikte dikenin, ıslak yünden sökülüp alınması gibi, damarları ve sinirleri paramparça olur. Melek onu yakaladığı zaman, bir an bile elini bırakmaz. Sonra yeryüzündeki bozulmuş cesetlerin en çirkef kokusu getirilerek üzerine saçılır ve bu kokuyla kefenlenir. Sema ile arz arasındaki bütün melekler ona lanet eder. Sonra semaya çıkarılır, girmesi için izin istenir. Fakat semanın kapıları ona açılmaz. Derken Alemlerin Rabbi'nden bir nida duyulur:
"Onun defterini siccin (aşağıların aşağısı)na yazıp kaydedin ve kendisini yeryüzüne iade edin" der. Ruhu yeryüzüne fırlatılıp atılır. O da cenazesinin hazırlandığını, kefenlendiğini ve taşındığını bizzat görür ve tabut içerisinde olduğu halde "Eyvahlar olsun! Nereye götürüyorlar onu?" diye feryat eder. Nihayet ceset kabir çukuruna konulduğu vakit ruhu tekrar iade edilir ve iki melek yanına gelerek Rabbini, dinini ve peygamberini ona sorarlar. Fakat dili dolaşır da "Bilmiyorum"der. Melekler ona "Bilemedin, okuyamadm" diyerek ona öyle bir vuruş vururlar ki, insan ve cinlerin dışındaki her şeyin işiteceği bir çığlık koparır. Sonra üzerine kabri daraltılır, hatta kaburga kemikleri birbirine geçer. Sonra ateşten bir sergi yapılır. Derken kabirden cennete bir pencere açılır ve "Allah'ın senden çevirdiği şeye bak" denir. Ardından cehenneme bir pencere açılarak "Cehennemde oturacağın yere bak" denir. O da bunlann hepsini görür. Derken kör, sağır ve dilsiz bir insan ona getirilir. "Sen de kimsin? Yüzün kötülük getiren bir yüzdür" der. O da "Ben senin kötü amelinim" cevabını verir.
Daha sonra berzah aleminde mümin, amellerine göre nimetlendirilirken, facir de amellerine göre azablandınlır. Her organa, bu organın işlediği günaha uygun bir azap yapılır. İnsanların etlerini yırtıp parçalayan ve namuslanyla oynayan gıybetçilerin, dudakları ateşten makaslarla kesilir. Yetim malını yiyenlerin, karınlarına kasıp kavuran bir ateş doldurulur. Faiz yiyenlerin boğazlarından taşlar yutturulur ve tıpkı kirli kazanç içerisinde yüzdükleri gibi, kan nehrinde yüzerler. Farz namazı terkedip, uyuyanların başlarına, iri kayalarla vurulur. Büyük yalan söyleyen yalancıların avurdlarından ensesine, burun deliğinden ensesine ve gözünden ensesine kadar, demir mahmuzlarla parçalanıp yırtılır. Tıpkı yalanlarının köşe bucağı parçalayıp yarması gibi.. Zinakâr kadınlar, göğüslerinden asılırlar. Zina eden erkek ve kadınlar, kızdırılmış fırına kapatılır ve zina işledikeri yerlerinden, yani belden aşağı kısımlarından azab görürler. Eğlence, oyun ve tembellikle vakit öldüren ruhlara gamlar, kederler, üzüntüler ve ruhî elemler musallat olur. Yılan, çıyan ve kurtların etlerinde yaptığı tahribatı, bu elem ve ızdıraplar onun ruhunda yapar. Nihayet Allah, âlemin ecelinin sona erip, dünyanın dürülmesine izin verince, 40 gün boyunca erkeklerin menisine benzeyen beyaz ve yoğun bir yağmur yağdınr. Cesetler de kabirlerinde ot ve ağacın büyümesi gibi büyümeye başlarlar. Cenin tamamlanıp doğum vakti yaklaşınca Allah İsrafil'e emreder de diriliş safhası için sura üner. Bu, üçüncü nefhadır. Bundan önce ölüm nefhası ondan da önce dehşet nefhası vardı. Derken arz parça parça çatlayıp, onlardan ayrılır. Bir de bakarsın ki, hepsi kalkmış, bakıyorlar. Mümin "Bizi öldürdükten sonra dirilten Allah'a hamd-olsun, dönüş O'nadır" der. Kâfir ise "Vay halimize! Bizi yattığımız yerden kim diriltti? İşte Rahman'ın vadettiği şey budur. Demek Peygamberler doğru söylemiş" der [77]
Daha sonra insanlar yalınayak, çıplak, sünnetsiz ve dilsiz olarak mahşere sürülecekler. Her nefsin beraberinde, onu sevkeden bir saik ve aleyhinde şahitlik yapan bir şahit vardır. Orada sevinç içerisinde olanlar da var, ümitsizlik içerisinde helak olanlar da... Ağlayanlar da var, gülenler de...
"O gün öyle yüzler var ki, ışıl ışıl parlar, Güler, sevinçlidir.
O gün öyle yüzler var ki, tozlanmış,
Karanlıklar onlan bürümüştür." [78] Nihayet sayıları tamamlanıp yeryüzünde toplandıkları zaman gök yanlır, yıldızlar saçılır, sema melekleri inerek mahşer ehlini çepeçevre kuşatırlar.
Sonra ikinci semanın melekleri iner ve dünya semasını melekler kuşatır. Derken bütün sema melekleri bu minval üzere inerler. Onlar bu haldeyken ansızın Rabbül-Alemin, kesin hüküm vermek için gelir, yeryüzü onun nuruyla aydınlanıp parlar.
Mücrimler müminlerden ayrılırlar. Mizan ortaya dikilir, divan getirilip hazırlanır. Şahitler çağrılır. O gün eller, diller, ayaklar ve deriler de şahitlik eder. Ruh ile ceset birbirleriyle davalanıncaya kadar Allah'ın huzurunda husûmet devam eder. Ceset der ki:
"Ben akletmeyen, işitmeyen ve görmeyen bir ölü idim. Sen ise işitir, görür ve aklederdin. Benim içimde istediğin şeyi yapıyordun." Bunun üzerine ruh "Sen de bizzat günah işledin ve saldırganlık yaptın" der. Derken Allah, aralarında hüküm verecek bir meleği onlara gönderir. Melek "Sizin durumunuz, gözü gören bir kötürüm ile vücudu sağlam bir körün durumu gibidir. Bunlar bir bostana girerler. Kötürüm "Meyveleri görüyorum, fakat almak için ayağa kalkamıyorum" der. Kör ise "Ben kalkabilirim, fakat bir şey göremiyorum" karşılığını verir. Bunun üzerine kötürüm "Beni kaldır ki, meyvelere ulaşayım" der ve bunu yaparlar. Şimdi hangisine ceza verilmelidir?" diye sorar.
Onlar da "İkisine birden" cevabını verince melek "işte sizin durumunuz da böyledir" der. Bilâhare Allahu Teâlâ bütün semavat ve arz ehlinin, her salih ve facirin, her mü'min ve kâfirin razı olacağı hükmünü verir. "Herkese yaptığının karşılığı tam olarak verilir." [79] "Kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür. Ve kim zerre ağırlığınca şer yapmışsa onu görür. " [80]
Derken bir münadi seslenir:
"Her ümmet tapındığı şeyin peşinden gitsin." Putperestler putlarıyla, haça tapanlar haçlarıyla, velhasıl her müşrik tapındığı ilanıyla birlikte gider, onlardan ayrılmaya güçleri yetmez. Nihayet hepsi birden cehenneme tepetaklak yuvarlanırlar. Geriye sadece ehli tevhid kalır. Onlara da "Siz de insanların gittiği yere gitmez misiniz?" denir. Onlar "En çok ihtiyacımız olduğu bir anda insanlardan ayrıldık. Bizim beklediğimiz bir Rabbimiz vardır" derler. Onlara "Sizinle O'nun arasında O'nu tanıyabileceğiniz bir alamet var mıdır?" diye sorulur. Onlar "Evet, onun bir benzeri yoktur" derler. Derken Allah tanımadıkları bir surette onlara teceli eder ve "Ben sizin Rabbinizim" der. Onlar "Senden Allah'a sığınırız. Rabbimiz bize gelinceye kadar bizim yerimiz burasıdır. Rabbimiz geldiği zaman biz O'nu tanırız" derler. Bunun üzerine Allah, onların evvelce gördükleri ilk surette gülerek onlara tecelli eder ve "Ben sizin Rabbinizim" der. Onlar da "Evet, sen bizim Rabbimizsin" derler ve secdeye kapanırlar. Fakat dünyada namaz kılmayanlar ve gösteriş için namaz kılanlar secdeye gidemezler. Allah onların secde etmelerine mani olur. Sonra Allah yürür ve onlar da peşinden giderler. Derken sırat köprüsü kurulur. Mahlukât o tarafa doğru sevk edilir. Köprü kaygan ve karanlıktır. Nur olmaksızın köprüyü geçmek mümkün değildir. İnsanlar oraya vardıklarında dünyadaki iman, ihlas ve amellerine göre aralarında nur paylaştırılır. Kiminin nuru güneş gibi, kiminin nuru yıldız gibi, kiminin nuru ise kandil gibidir. Nurun zayıflık ve kuvvetine göre farklı farklıdırlar.
Sonra sıratın bir yanına emanet, bir yanına de sıla-i rahim gönderilir. Artık emanete ihanet eden ve akrabalık bağlarını kesen hiç bir kimse, onu aşıp geçemez. İnsanların sırattan geçişleri dünyada iken sıratı müstakimdeki gidişatlarının farklılığına göre değişiklik gösterir. Kimisi şimşek gibi, kimi rüzgar gibi, kimi kuş veya küheylan (soylu at) gibi; kimisi koşarak, kimisi yürüyerek, kimisi emekleyerek, kimisi de sürünerek sıratı geçerler. Sonra sıratın iki yanına büyüklüğünü ancak Allah'ın bildiği mahmuzlar ve çengeller konur.
Dünyanın, onları Allah'a itaat edip O'nun rızasını kazanmaktan ve O'na kulluk etmekten engellediği oranda, bu çengeller de onları sıratı geçmekten engeller.
Kurtulan müslümanlar olduğu gibi, derileri yırtılan müslümanlar da, bu çengellerle paramparça olanlar, tepetaklak cehenneme atılanlar da vardır. Artık münafıkların nuru, sırat üzerindeyken, en çok muhtaç oldukları bir sırada söndürülmüştür. Tıpkı dünyada da iman nurlarının söndürülüp, kâfirlere verilmeyen zahiri bir nurun, kendilerine verilmesi gibi. Nitekim onların müslümanlığı da sadece dış görünüşten ibaret idi. Münafıkların nurları böylece söndürüldüğü zaman, müminlere dönerek "Ne olur, yanımızda durun da -sıratı geçmek için- sizin nurunuzdan alalım" derler. [81] Bunun üzerine müminler ve melekler "Arkanıza dönün de nuru (orada) arayın" [82] derler.
Denildiğine göre ayetin manası, "Dünyaya dönün de, müminlerin yaptığı gibi, sıratı geçebileceğiniz nuru imandan alın" demektir.
Başka bir tefsire göre "Arkanıza, nurların paylaştırıldığı yere dönün de sıratı geçebileceğiniz nuru orada arayın" demektir.
Daha sonra münafıklarla ehli iman arasına "Kapısı olan bir sur çekilir" Müminlere yakın olan "îç kısmında rahmet," münafıklara yakın olan "Dış yönünde de azap vardır." (Münafıklar) onlara seslenirler: "Biz de sizinle beraber değil miydik?" (Müminler) Derler ki;
"Evet ama, siz kendi canlarınıza kötülük ettiniz, (başımıza belalar gelmesini) gözetlediniz, şüphe ettiniz, kuruntular sizi aldattı. Allah'ın emri (ölüm) gelinceye kadar, o çok aldatıcı şeytan sizi Allah ile aldattı. Bu gün artık ne sizden, ne de kâfirlerden fidye, alınmaz varacağınız yer ateştir. O'dur sizin layığınız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir" [83]
Müminler sırat köprüsünü geçtikleri zamanki müminden başkası onu geçemez-cehenneme girmekten emin olurlar. Orada cennet ile cehennem arasında kemerli bir köprü üzerinde tutulurlar. Dünya yurdunda iken aralarında meydana gelen haksızlıklardan dolayı birbirlerinden kısas haklarını alırlar. Nihayet, tertemiz bir hale geldikleri vakit cennete girmelerine izin verilir. Cennet ehli cennete, cehennem ehli de cehenneme girince, alaca renkli bir koç halinde "ölüm" getirilir ve cennet ile cehennemin arasında durdurulur. Sonra "Ey cennet ehli!" diye nida edilir. Onlar da korku içerisinde bakarlar. Ardından "Ey cehennem ehli!" diye nida edilir. Onlar ise sevinç içerisinde bakarlar. Onlara "Bunu tanıyor musunuz?" diye sorulur. "Evet" cevabını verirler. Hepsi onu tanımıştır. Sonra "İşte bu ölümdür" denir ve cennet ile cehennem arasında boğazlanır. Ve en sonunda şöyle nida edilir:
"Ey cennet ehli! Sonsuzluk var, ölüm yok! Ey cehennem ehli! Sonsuzluk var ölüm yok!"
Bu durum, insanın başlangıcı olan nutfenin, varacağı en son merhaledir. Bu başlangıç ile ulaşılan son nokta arasında bir takım haller ve tabakalar vardır. Güçlü ve âlim olan Allahu Teâlâ, mutluluk veya badbahtlık hedefine ulaşıncaya dek insanın bu merhalelerden geçmesini ve tabakadan tabakaya binmesini takdir buyurmuştur.
"Kahrolası insan, ne kadar da nankördür.
Allah onu hangi şeyden yarattı?
Nutfeden. Onu yarattı, ona biçim verdi.
Sonra ona yolu kolaylaştırdı.
Sonra onu öldürdü, kabre koydu.
Sonra dilediği zaman, onu yeniden diriltir.
Hayır! O, (Allah'ın) emrettiğini yapmadı" [84]
Yüce Allah'tan dileriz ki, bizi, kendi katından güzelliğin eriştiği kimselerden eylesin. Üzerine bedbahtlık galebe çalan dünyada ve ahirette hüsrana uğrayanlardan eylemesin. Şüphesiz O, duaları işitendir.
Allah bize yeter, O ne güzel vekildir. Amin, Amin, Amin...
Hata ve noksanlıklarla tanınan ve kadir olan Rabbının affını ümid eden fakir kul Abdullah b. Ali b. Aydoğdu el-Hanbeli (Allah mağfiret eylesin) 807 yılında, mübarek Ramazan ayının 22'sinde bu kitabın istinsahını tamamladı. Hamd, yalnızca Allah'a aittir. Allah bize yeter, O ne güzel vekildir. [85]
[1] Mû'minûn: 23/12-16
[2] İbn Kayyim El-Cevziyye, İslamda Çocuk Bakımı Ve Terbiyesi, Esra Yayınları: 317-319.
[3] İnsan: 76/28
[4] İbn Kayyim El-Cevziyye, İslamda Çocuk Bakımı Ve Terbiyesi, Esra Yayınları: 319-320.
[5] Zümer: 39/6
[6] Ahmed b. Hanbel: 3/62,87, 321 Ebû Dâvûd: 2157
[7] İbn Kayyim El-Cevziyye, İslamda Çocuk Bakımı Ve Terbiyesi, Esra Yayınları: 320-324.
[8] Müslim: 771
[9] İbn Kayyim El-Cevziyye, İslamda Çocuk Bakımı Ve Terbiyesi, Esra Yayınları: 324-326.
[10] Buhari: 3208 Müslim: 2643
[11] Müslim: 2644
[12] Ahmed b. Hanbel 4/6,7
[13] Müslim: 2645
[14] İbn Kayyim El-Cevziyye, İslamda Çocuk Bakımı Ve Terbiyesi, Esra Yayınları: 326-334.
[15] Gâfır: 83
[16] İbn Kayyim El-Cevziyye, İslamda Çocuk Bakımı Ve Terbiyesi, Esra Yayınları: 334-338.
[17] Ahkâf: 46/15
[18] Bakara: 2/233
[19] Ahkâf: 46/15
[20] Muvatta: 2/825'
[21] Ahkâf: 46/15
[22] Ra'd: 13/8
[23] Hud: 11/44
[24] Buhâri: 1039
[25] İbn Kayyim El-Cevziyye, İslamda Çocuk Bakımı Ve Terbiyesi, Esra Yayınları: 339-343.
[26] İnfîtar: 82/5-6
[27] Al-i İmran: 3/5-6
[28] Tarık: 86/5-6
[29] Hace: 5
[30] Zariyat: 51/20-21
[31] Bakara: 2/60
[32] Abese: 80/17-22
[33] İbn Kayyim El-Cevziyye, İslamda Çocuk Bakımı Ve Terbiyesi, Esra Yayınları: 343-348.
[34] Nahl: 16/ 78
[35] Zira ayeti kerimede "Ve sizin için kalpler yarattı" buyurulmaktadır. Eğer işitme ve görmenin anne 'karnından çıktıktan sonra yaratılmış olduğunu söylersek ayete göre, kalbin de doğumdan sonra yaratıldığını söylemeniz gerekir. Oysa durum böyle değildir.
[36] İbn Kayyim El-Cevziyye, İslamda Çocuk Bakımı Ve Terbiyesi, Esra Yayınları: 348-349.
[37] İbn Kayyim El-Cevziyye, İslamda Çocuk Bakımı Ve Terbiyesi, Esra Yayınları: 349-350.
[38] Al-i İmran: 3/6
[39] Buhari: 282 Müslim: 311
[40] Müslim: 314
[41] Müsilim: 315
[42] Ahmed b. Hanbel 1/465
[43] Tarık: 86/5-7
[44] En'am: 6/101
[45] İbn Kayyim El-Cevziyye, İslamda Çocuk Bakımı Ve Terbiyesi, Esra Yayınları: 350-355.
[46] İbn Kayyim El-Cevziyye, İslamda Çocuk Bakımı Ve Terbiyesi, Esra Yayınları: 355-356.
[47] Müslim: 2644
[48] Müslim: 315
[49] Buhâri: 3329
[50] İbn Kayyim El-Cevziyye, İslamda Çocuk Bakımı Ve Terbiyesi, Esra Yayınları: 356.
[51] Bir kimse karısına zina isnadında bulunur ve çocuğunun’ başkasına ait olduğunu iddia ederse, karı-koca mahkeme huzurunda lanetleşirler.( Bkz. Nur; 24/6)
[52] İbn Kayyim El-Cevziyye, İslamda Çocuk Bakımı Ve Terbiyesi, Esra Yayınları: 356-359.
[53] Kaif: Çocuğun kime ait olduğnu bulma sanatıyla meşgul olan kimse.
[54] İbn Kayyim El-Cevziyye, İslamda Çocuk Bakımı Ve Terbiyesi, Esra Yayınları: 359-361.
[55] İbn Kayyim El-Cevziyye, İslamda Çocuk Bakımı Ve Terbiyesi, Esra Yayınları: 361-362.
[56] İbn Kayyim El-Cevziyye, İslamda Çocuk Bakımı Ve Terbiyesi, Esra Yayınları: 362-363.
[57] İbn Kayyim El-Cevziyye, İslamda Çocuk Bakımı Ve Terbiyesi, Esra Yayınları: 363-364.
[58] İbn Kayyim El-Cevziyye, İslamda Çocuk Bakımı Ve Terbiyesi, Esra Yayınları: 364-366.
[59] İbn Kayyim El-Cevziyye, İslamda Çocuk Bakımı Ve Terbiyesi, Esra Yayınları: 366.
[60] İbn Kayyim El-Cevziyye, İslamda Çocuk Bakımı Ve Terbiyesi, Esra Yayınları: 366-367.
[61] İnşikak: 19
[62] Buhâri: 76
[63] Ahmed b. Hanbel 2/180, 187 Ebû Davud 495
[64] Ebû Davut: 2244
[65] Nesai: 3594
[66] Ahmed b. Hanbel: 2/246
[67] İbn Kayyim El-Cevziyye, İslamda Çocuk Bakımı Ve Terbiyesi, Esra Yayınları: 368-376.
[68] En'am:19
[69] İbn Kayyim El-Cevziyye, İslamda Çocuk Bakımı Ve Terbiyesi, Esra Yayınları: 376-377.
[70] Nur: 24/58'
[71] Nur: 24/59
[72] Ahmed b. Hanbel: 6/100 Ebû avud: 4398
[73] İbn Kayyim El-Cevziyye, İslamda Çocuk Bakımı Ve Terbiyesi, Esra Yayınları: 378-382.
[74] İbn Kayyim El-Cevziyye, İslamda Çocuk Bakımı Ve Terbiyesi, Esra Yayınları: 382-383.
[75] Rum: 30/54
[76] İbn Kayyim El-Cevziyye, İslamda Çocuk Bakımı Ve Terbiyesi, Esra Yayınları: 384-385.
[77] Yasin: 36/52
[78] Abese: 38-41
[79] Nahl: 16/lll
[80] Zilzal: 99/7, 8
[81] Hadid: 5713
[82] Hadid: 57/15
[83] Hadid: 57/13-15
[84] Abese: 80/17-23
[85] İbn Kayyim El-Cevziyye, İslamda Çocuk Bakımı Ve Terbiyesi, Esra Yayınları: 386-396.