Temizlenip Arınmış Olanlar
"Hiç tartışmasız bu, Kur'an'ı Kerim'dir. Titizlikle saklanan bir Kitap'tadır. O'na, temizlenip-arınmış olanlardan başkası dokunamaz. Alemlerin Rabbinden indirilmiştir." (Vakıa: 56/78-80)
Başlık olarak verdiğimiz Vakıa: 56/79 ayeti, kafirlerin "Kur’an'ı Muhammed'e Allah vahyetmiyor. O'na cinler ve şeytanlar ilka ediyorlar" şeklindeki iddialarına bir reddiyedir. Nitekim bu iddiaların cevabı Kur'an'ın çeşitli yerlerinde verilmiştir. Örneğin;
"O Kur'an'ı şeytanlar indirmedi. Bu onlara yaraşmaz ve zaten yapamazlar da, çünkü onlar işitmekten uzaklaştırılmışlardır." (Şuara: 26/210-212)
Aynı konu bu ayette de ele alınmıştır. "İlla’l-Mutahharun" (temiz olanlar hariç) Yani Kur’an'ın vahyolunmasma, nüzulüne, değil şeytanların müdahale etmesi, tahir (temiz) olan meleklerden başkası onun yanına dahi yaklaşamaz. Melekler için "mutahharun" ifadesinin kullanılmasının nedeni, Allah'ın onları her türlü kötülükten arınmış varlık kılmış olmasıdır.
Bu ayeti Enes bin Malik, İbn Abbas, Said bin Cübeyr, İkrime, Mücahid, Katade, Ebu’1-Aliye, Süddi, Dahhak ve İbn Zeyd yukarıda açıkladığımız şekilde yorumlamışlardır. Nitekim ayetin siyak ve sibakından da aynı anlam çıkmaktadır. Çünkü bu ayet, kafirlerin Tevhid ve Ahiret akidesi hakkında yanlış düşünceleri beyan edilirken onların bu yanlışlarının vurgulanması sadedinde zikredilmiştir.
Kur'an'ın yüce bir kitap olduğu ve hiç kimsenin ona müdahale edemeyeceği gerçeğinden hareketle yıldızlar üzerine yemin edilmiştir. Çünkü O, Allah indinde mahfuzdur ve ayrıca Hz. Peygambere nazil olurken pak ve temiz (Mutahharun) meleklerden başkası O'na yaklaşamaz.
Görüldüğü gibi bu ayetten, "Kur^an'a abdestsiz dokunmak yasaktır" şeklinde fikhi bir hüküm çıkarmak doğru değildir ve açıkça ayetin nüzul (indiriliş) sebebinin de bu olmadığını söyleyebiliriz. Ancak, Allah indinde bu kitaba temiz olanların dışında hiç bir mahluk nasıl yaklaşamaz ise, dünyada da bu kitaba, ilahi bir kitap olarak iman edenlerin, temiz olmadan ona dokunmaktan kaçınmaları gerektiği öne sürülebilir.
Bu konuda bir takım farklı yorumlar, tesbitler ve içtihatlar tefsir, fıkıh ve fetva kitaplarında yeralmıştır. Biz bu noktadaki detaylara girmiyor, ayette kastedilenin sadece Levhi Mahfuz'daki melekler olduğunu tespitle yetiniyoruz.[1]
85- Allah'a Güzel Bir Borç Verenler
"Allah'a kim güzel bir borç verecek ki, O, onun verdiğini kat kat artırsın. Böyle birisi için onur verici bir ödül de vardır." (Hadid: 57/11)
Ayet, Allah yolunda mal harcamanın, Allah'a ödünç vermek gibi olduğunu ve Allah'ın, bunun karşılığını kat kat vereceğini bildirerek müminleri Allah yolunda harcamaya teşvik etmektedir.
Ayette geçen "Karz-ı Hasen" terkibi Kur’an'da, başta Bakara, Maide, Hadid, Teğabün ve Müzemmil surelerinde olmak üzere yedi yerde geçmektedir. Bu terkip, İslam hukukunda "faizsiz ödünç" hakkında daha yaygın şekilde kullanılmışsa da, burada malın iyisinden, beğenileninden sırf Allah rızası gözetilerek yapılan yardım, hayır ve sadakaya delalet etmektedir. Nitekim bu ayetin ne gibi bir mana ve hükme delalet ettiği hakkında Hz. Ömer'e sorulduğunda: "Bu Allah yolunda infaktır." demiştir.
Allah'ın kendisine verdiği malı, kişinin O'nun yolunda sarfetmesini, Allah'ın Karz-ı Hasen (güzel bir borç) olarak nitelemesi, O'nun insanoğluna bir lütfudur. Ancak, halis niyetle ve bu dünyada şahsi hiçbir çıkar beklemeden, gösteriş ve şöhret niyeti olmaksızın verilmesi şartıyla. Üstelik verildikten sonra teşekkür beklenilmemeli ve sadece Allah'ın rızası için sarfedilmelidir. Bu şekilde verilen "karz" (borç) için Allah'ın, birincisi; kat kat karşılığını vermek, ikincisi; kendi lütfuyla ayrıca mükafatlandırmak şeklinde iki vaadi vardır.
İbn Mesud'un rivayet ettiğine göre Ebu Dehda El-Ensari, bu ayet nazil olduğunda Rasulullah'a,
"Ya Rasulallah! Allah bizden borç mu istiyor?" diye sordu. Rasulullah:
"Evet, ya Ebu Dehda Allah borç istiyor" diye cevap verdi. Bunun üzerine Ebu Dehda Rasulullah'tan elini uzatmasını istedi ve O'nun elini alarak:"Ben bağımı Allah'a borç (Karz-ı Hasen) olarak veriyorum" dedi.
İbn Mesud, Ebu Dehda'nın bağında 600 hurma ağacı olduğunu ve O'nun bağı içindeki evinde ailesiyle birlikte oturduğunu söyler. Bu hadiseden sonra Ebu Dehda evine gelir ve hanımına:
"Ey Dehda'nın annesi! Bu bağı ve evi boşaltacağız. Çünkü ben bu bağı Allah'a borç verdim" der. Hanımı ise ona:
"Ya Ebu Dehda, çok kârlı bir alışveriş yaptın" diye cevap verir. Daha sonra da eşyalarını ve çocuklarını alarak bağdaki evini boşaltırlar."[2]
Bu rivayetten o dönem müslümanlarının nasıl bir karakterde oldukları, ayrıca Allah'ın, karşılığında kat kat ve fazladan mükâfat vereceği, Karz-ı Hasen'in ne olduğu, çok açık bir şekilde anlaşılmaktadır. [3]
86- Allah'ın Zikri İle Kalpleri Yumuşamayanlar
"İman etmekte olanların, Allah'ın ve haktan inmiş olanın zikri için kalplerinin "saygı dolu bir korku ile yumuşaması" zamanı gelmedi mi? Onlar, bundan önce kendilerine kitap verilmiş, sonra üzerlerinden uzun bir süre geçmiş, böylece kalpleri de katılaşmış bulunanlar gibi olmasınlar. Onlardan çoğu da fasık olanlardı." (Hadid: 57/16)
Ayet, iman ettikten sonra ayağı sürçen ve Allah'ın kitabına farkında olmadan sırt dönen insanları uyarmakta mucize bir beyandır. Aynı hatalı yoldan giderek perişan olan kitap ehli diğer topluluklara örnek gösterilmiştir. Hitap son derece açık ve ürperticidir. İman sahipleri şu konuda uyarılmaktadır: Allah'ın zikrine yani Kur'an'a sırt dönmeyin. Buradaki zikir, Kur’an manasına değil de Allah'ı anmak manasına düşünüldüğünde ayetin esprisi büyük ölçüde kaybolacağından manayı garantilemek için "Hak'tan inen" deyimine de yer verilmiştir. Yani saygıya çağrıldığımız şey Allah'ın kitabıdır.
İkinci olarak Ehlikitap'ın zamanla bozulduklarına, kalplerinin karardığına ve saptıklarına dikkat çekilerek Allah'ın kitabına uzak kalmanın sonucu örneklendirilmiştir.
Bu ayet, zaman içinde Kur'an'a uzak düşüp vahyin kabulleri yerine,geleneğin kabullerini koyan İslam dünyasına mucize bir Kur'an ihtarıdır. Kalpler katılaşmış, şekil ruhu örtmüş, iç dünyalar kararmıştır. Bu çoraklık ancak Kur’an'ın nefesiyle canlılık ve berekete döndürülebilir.
Ayette geçen "iman edenler" ifadesi, "Müslüman olduklarını söyleyerek Resulullah ve arkadaşlarının saflarına katılan ama İslam'ın sorunlarına kalplerinde yer vermeyen kimseler" için kullanılmıştır. O dönemde, tüm küfür güçleri İslam'ı yok etmek için hazırlanmış ve daha yeni oluşan İslam toplumunu her yanından kuşatmışlardı. Müslümanlar Arabistan'ın her yerinde zulüm altında inliyorlardı. Bu zulüm dolayısıyla yoksul vaziyette Medine'ye hicret etmişlerdi ve Medine'deki müminler bir yandan muhacir kardeşlerine güçlerinin fazlasını kullanarak yardım ederlerken, diğer yandan kafirlerle yapılan savaşta onca fedakârlıklarda bulunuyorlardı.
İşte bu kimseler ortamı bildikleri ve bizzat olanları gördükleri halde Müslüman olduklarını iddia etmelerine rağmen, hiç aldırış bile etmiyorlardı. Verdiğimiz ayette sözkonusu kimseler "sizler nasıl müslümansmız" denilerek utandırılmaktadır. Öyle ki, îslam'ın en nazik döneminden bile kalpleri Allah'ın zikri ile yumuşamamaktadır.
"İslam için sizlerin kalbinde hiç fedakarlık hissi yok mudur? Müslüman olmak bu mudur ki sizler Islam tehdit altındayken ve sizlere Allah adına çağrı yapıldığı halde hiç hareket etmiyorsunuz? Allah, sizden yardımda bulunmanızı istemekte ve verdiklerinizi "Karz-ı Hasen" olarak adlandırmaktadır. Üstelik bu nazik ortamda malını, dininden üstün tutan kimselerin münafıklar olduğunu bildirmektedir." Ancak bu kimseler her şeye rağmen Allah'tan korkmaz ve O'nun emirlerine boyun eğmezler.
Ayetin sonunda yer alan "onların çoğu da fasık olanlardı" cümlesi şu anlama gelmektedir. Yani, Yahudi ve Hıristiyanlar, kendilerine gönderilen peygamberlerden asırlarca sonra dalalet çukuruna düşüp ahlaken çöktüler. Sizler ise şimdiden ahlâki zaaflar göstermeye başladınız! Oysa Allah'ın Resulü aranızda bulunmakta, Kur’an halâ nazil olmaya devam etmektedir. Üstelik iman etmenizin üstünden pek zaman geçmiş değil. Fakat sizlerin durumu daha şimdiden, asırlardır Allah'ın kitabını tahrif eden Yahudi ve Hıristiyanların durumuna benzemektedir.
Kalplerin katılaşmasından sonra fasıklıktan başka ne gelir? Doğrusu şu insan kalbi çabucak değişiverir, çabucak unutuverir. Aydınlıklarla donanarak parladığı ve ışık ışık kanatlandığı demlerden sonra uzun bir süre Allah'ı zikretmekten uzak kalınca katılaşır. Aydınlığını yitirir, körelir ve kararıp söner. Şu halde gönüllerin huşu ve huzur ile Allah'ı anmaları gerekir. Aydınlanıp arınmalar için üzerlerine gidilmesi icap eder. Katılığın ve donukluğun hakim olmaması için sürekli uyanık tutulması gerekir.
Fakat donmuş, katılaşmış, hareketsiz hale gelmiş bir kalpten hemen ümit kesilmemelidir. Çünkü onda yeniden hayat emaresinin görülmesi, aydınlıkların parlaması ve böylece Allah'ın zikrine koşması mümkündür. Çünkü Allah öldükten sonra yeryüzünü de diriltir. Hayat doldurur, bitki ve çiçeklerle süsler, yiyecek meyveler bitirir. Kalpler de tıpkı böyle Allah dilediği zaman dirilir:
"Bilin ki muhakkak Allah ölümden sonra yeryüzünü canlandırıyor." (Hadid: 57/17)
Yeryüzünün dirilişi gibi bu Kur'an da kalbleri diriltir. Ona gıda verir, sular ve ısındırır! [4]
87- Dünyâ Hayatı
"Bilin ki, dünya hayatı oyun, oyalanma, süslenme, aranızda övünme ve daha çok mal ve çocuk sahibi olmaktan ibarettir. (Bu) tıpkı yağmurun bitirdiği, ekincilerin hoşuna giden bitkiye benzer; sonra o kurur ve onu sapsarı görürsün, sonra da çör-çöp olur. Âhirette çetin azab da vardır. Allah'ın bağışlaması ve rızası da vardır; Dünya hayatı ise, aldatıcı bir faydalanmadan ibarettir." (Hadîd, 57/20).
Bu meselde, Allah Teâlâ, dünyanın halini ve çabuk geçişini, faydasının azlığını, yağmurun bitirdiği, gelişip büyüdüğü zaman çiftçilerin hoşuna giden bitkilerin haline benzetmiştir.[5] Dünya böyle tek mevsimlik bitkilere benzer. Dünya oyun, eğlence, süs, övünme gibi küçük işlerdir; âhiret ise rızâ, mağfiret, azab, cennet ve cehennem gibi büyük işlerdir.[6] O halde ahirete yönelmelidir.[7]
88- Kalplerine İman Yazılanlar
"Allah’a ve ahiret gününe inanan bir topluluğun, Allah'a ve resulüne karşı çıkanlarla sevgiye dayalı bir dostluk kurduğunu göremezsin. Bunlar onların ister babaları olsun, ister çocukları olsun, ister kardeşleri olsun, ister akrabaları olsun. Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendisinden bir ruhla desteklemiştir. Onları, altlarında ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; sürekli kalacaklardır orada. Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır. Allah'ın hizbi işte bunlardır. Dikkat edin, Allah'ın hizbi başarıya ulaşanların ta kendileridir." (Mücadele: 58/22)
Bu ayette, prensip itibarıyla, iki hususa değinilmiştir. Prensip bakımından, hem hak dine iman etmek, hem de bu dine düşman olan kimselere sevgi beslemek gibi iki zıt tavrın, bir kişide aynı anda bulunması imkansızdır. Kesinlikle bir yanda iman, diğer yanda Allah ve Resulü'nün düşmanlarına sevgi beslemek gibi bir tavır olamaz. Çünkü bir insan hem kendi nefsini, hem de nefsinin düşmanlarını aynı zamanda sevemez. Dolayısıyla müminlik iddiasında bulunan bir kimse, aynı zamanda İslam düşmanıyla da dostluk ilişkilerini sürdürüyorsa şayet, bu kimsenin müminlik iddiasının doğru olabileceği şeklinde bir tereddüte düşülmemelidir.
Ayrıca bir yanda müslüman olduğunu söyleyip, diğer yandan, İslam düşmanlarıyla dostluklarını devam ettiren kimselerin, (kendileri hakkında) mümin mi, münafık mı olduklarını tekrardan ciddi bir şekilde düşünmeleri gerekir. Yani mümin mi, münafık mı olmak olmak istiyorlar, buna karar vermelidirler. Şayet dürüst kimselerse, bunun ahlâki bakımdan iki yüzlülüğün en aşağı tabakası olduğunu anlayacaklardır. Sonuçta da aynı anda iki ata birden binmekten vazgeçmelidirler. İman, onlardan açıkça şu iki seçenekten birini tercih etmelerini ister: Mümin olmak istiyorlarsa, İslam'a zarar veren her türlü ilişkiyi kesmelidirler, fakat ilişkiler onlar için İslam'dan daha önemli ise, bu sefer müminlik iddialarından vazgeçmelidirler.
Bu anlatılanlar ilke itibarıyla böyledir. Fakat Allah sadece bu konuda ilkeleri beyan etmekle kalmamış, ayrıca yalan yere Müslümanlık iddiasından bulunan kimselere gerçek örnekler vermiştir ki, zaten onlar bizzat bu kimseleri biliyorlardı. Yani onlar, gerçek müminlerin, İslam'a zarar veren tüm ilişkilerini keserek, bir cemaat haline geldiklerini bizzat görüyorlardı. Bu öyle bir vakıadır ki, tüm Araplar Bedir ve Uhud savaşlarında bunu açıkça müşahade etmişlerdir.
Mekke'den Medine'ye hicret eden sahabe, Allah rızası için kendi akraba ve kabilelerine karşı savaşmaktan asla çekinmemişlerdir. Ebu Ubeyde (r.a.) babası Abdullah b. Cerrah'ı, Mus'ab b. Umeyr (r.a.) kendi kardeşi Ubeyd b. Umeyr'i ve Hz. Ömer (r.a.) kendi dayısı As bin Hişam bin Muğiyre'yi öldürmüştür. Hz. Ebu bekir (r.a.) oğlu Abdurrahman ile çarpışmaya hazırlanırken, Hz. Ali (r.a.) ve Hz. Hamza (r.a.) ve Hz. Ubeyde bin Haris (r.a.) en yakın akrabaları Utbe, Şeybe ve Velid bin Utbe'yi öldürmüşlerdir.
Hz. Ömer (r.a.) Bedir esirleri hakkında, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e:
"Bunların hepsini öldürelim, üstelik herkes kendi akrabasını öldürsün" demiştir. Aynı savaşta Musab bin Umeyr'in öz kardeşi Ebu Aziz bin Umeyr esir düşer. Ensardan bir sahabenin onu bağladığını gördüğünde Musab bin Umeyr, onu bağlayan sahabeye,
"Onu sıkıca bağla, çünkü annesi çok zengindir. Bu yüzden sana oldukça fazla fidye verir" der. Bunun üzerine kardeşi Ebu Aziz,
"Kardeşim olmana rağmen nasıl böyle konuşursun?" diye söylenir. Musab ise:
"Şimdi sen benim kardeşim değilsin. Benim kardeşim, seni şu anda bağlayan kimsedir" diye cevap verir. Yine Bedir Savaşı'nda, Hz. Peygamberin damadı, Ebu’1-As esir düşer ve hiç kimse kendisine özel bir muamele yapmayarak, diğer esirlere nasıl davranıyorlarsa aynı şekilde davranırlar. İşte böylece ihlâslı müminlerin nasıl davrandıkları ve Allah'ın dinine nasıl bağlı oldukları gerçek bir şekilde sergilenmiştir.
İman, taklitten kurtulup tahkik derecesine yükseltildiği; sağlam şuur ve anlayış, duygu ve düşünce atmosferi içinde zevkine erildiği zaman, insanın benliğini sarar ve akılla birleşip bütün değerlerin üstünde yer alır. Mümin bu çizgiye gelince dini uğruna göze alamayacağı fedakarlık, aşamayacağı engel kalmaz. Ashab-ı Kiram'm, Allah'a ve Resulullah'a olan imanı böyle bir derecede bulunuyordu. Peygamber mektebinin verdiği yüksek irfan onlann bütün hücrelerine sızmış, ruhlarını doldurup kalp ve kafalarını aydınlatmıştı. Artık dünyevi bütün değerler böyle bir iman cevheri karşısında sönük kalmış, başta canları olmak üzere her şeylerini feda etmekten derin zevk duymuşlardır.
Şüphesiz kendini imanın bu yüksek irfan derecesine getirmek için çırpman gerçek müminlerden yana ilahi inayet tecelli eder ve onlara beş büyük lütufta bulunur:
1) Tahkiki iman kalplerine yazılır.
2) İlahi yardıma mazhar kılıp üstün gelmelerini sağlar.
3) Ahiret Alemi'nde onları sonsuz saadet yurdunun nimetleriyle hoşnut eder.
4) Dünyada da, ahirette de ilâhi rızasına layık görüp onlara en üstün iltifatını bahşeder.
5) İlâhi dostluk mertebesine eriştirerek onları korktuklarından umduklarına kavuşturur.
Ayet, "Allah'tan yana olanların (Hizbullah) umutlarını gerçekleştirip kurtuluşa ereceklerini" söyleyerek biter. Allah'tan yana olanlar/o seçkin zümreler felaha ermeyecektir de kimler erecektir?
Böylece insanlık iki ana fırkaya ayrılıyor. Allah'ın fırkası… Şeytanın fırkası… İnsanlık iki ana bayrak altında toplanıyor. Hak ve batıl bayrağı. Bir kişi ya Allah'ın fırkasından olacaktır ki o zaman hak bayrağı altına girmiş olsun… Yahut ta şeytandan yana olacaktır ki, o zaman da batılın bayrağı altına girecektir. Bu iki sınıf birbirinden tamamen ayrıdır ve kesinlikle içice ve yanyana olamazlar.
Soy, aile, akraba, vatan, ırk, kavim, asabiyet değil... İman... Yalnız ve yalnız iman… Kim Allah'ın fırkasından yana olur ve Hak bayrağı altında toplanırsa, o ve bu bayrak altında toplananların hepsi Allah yolunda kardeştir. Renkleri değişik olabilir, vatanları ayrı olabilir, kabileler farklı, aileleri başka başka olabilir. Ama hepsi de Allah'ın fırkası altında toplanmanın dağılmaz bağı ile bağlanırlar birbirlerine. Bu bayrağın altında bütün renkler silinir, bütün ayrılıklar erir..
Kim de şeytanın aldatmasına kapılır ve batıl bayrağının altında toplanırsa, artık bir daha onunla Allah'tan yana olanların arasında hiçbir bağ kalmaz. . Ne toprak bağı, ne ırk bağı. Ne vatan bağı, ne renk bağı. Ne akrabalık bağı, ne kavim bağı... Ne soy bağı... O, bütün bu bağlılıkların üzerine oturduğu ana bağı kopardığı için bütün bu bağlarda kopmuş bitmiştir.
Bir hadiste "Allah'tan yana olanların" nitelikleri Resulullah (s.a.v)'in dilinden şöyle belirtilmiştir:
Allah gizlenenleri, müttakileri ve iyileri sever. Onlar ki; kayboldukları zaman aranmazlar, hazır oldukları zaman çağrılmazlar, kalpleri hidayet kandilidir. Onlar kapkaranlık fitnelerin hepsinden çıkıp kurtulurlar. İşte bunlar Allah'ın, kendileri hakkında "İşte onlar, Allah'ın hizbidir. Dikkat edin; Allah'ın hizbi, felaha erenlerin kendileridir."[8]
Sözü yine Allah Resulü ait bir dua ile noktalıyalım:
"Ey Allah'ım! Bana bir facirin, bir fasıkın bir şey ihsan etmesine izin verme ki, kalbimde ona karşı bir sevgi meydana gelmesin. Çünkü sen, indirdiğin ayette, Allah'a ve Ahiret gününe iman edenlerin, Allah ve Resulüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin diye buyurdun."[9]
89- Münafıklar, Yahudiler ve Şeytan- Durumları Şeytanın Durumuna Benzeyenler:
"İkiyüzlülük edenleri görmedin mi, kitab ehlinden inkâr eden kardeşlerine: "Eğer siz, (yurdunuzdan) çıkarılıp (sürülürseniz), mutlaka biz de sizinle beraber çıkarız, size karşı hiç kimseye uymayız." derler. Allah onların yalancı olduklarına şâhidlik eder. Andolsun ki eğer onlar, çıkarılsalar (bunlar) onlarla beraber çıkmazlar; eğer onlarla savaşılsa, onlara yardım etmezler, yardım etseler bile arkalarına dönüp kaçarlar, sonra (bir daha) kendilerine yardım edilmez. Onların kalblerindeki sizin korkunuz, Allah'ınkinden fazladır. Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur. Onlar toplu olarak, sizinle savaşamazlar, ancak müstahkem şehirlerde, yahud duvarların (kalelerin ardından) sizinle savaşmak isterler. Kendi aralarındaki çekişmeleri şiddetlidir. Sen onları birlik sanırsın, oysa onların kalbleri dağınıktır. Çünkü onlar aklını kullanmayan bir topluluktur. (Bu yahûdîlerin durumu) kendilerinden az önce işlerinin günahını tadmış olan, ahirette de kendileri için acı bir azab bulunan kimselerin (Bedir'de cezalarını bulan putperestlerin) durumu gibidir. (Münafıkların durumu da) tıpkı şeytanın durumuna benzer ki, insana "İnkâr et." deyip, insan da inkâr edince: "Doğrusu ben senden uzağım, ben âlemlerin Rabbi olan Allah'dan korkarım." der. Nihayet ikisinin de sonu, içinde ebedî olarak kalacakları ateş olacaktır. Zâlimlerin cezası budur." (Haşr, 59/11-17).
Birinci meselde, Benî Nadîr yahudîlerinin durumu, kendilerinden az önce yaptıklarının cezasına çarpılan Bedir ehlinin durumuna benzetilmektedir. Yahut da Benî Kaynuka yahudîlerinin durumuna benzetilmektedir. Çünkü her iki gurup, yani müşrikler ve Benî Kaynuka hakka karşı gelmeleri ve ona boyun eğmemeleri yüzünden, daha dünyada iken inkârlarının kötü akıbetine uğramışlardır.[10] Böylece ibretlik bir mesel, bir nümûne olmuşlardır.
İkinci meselde, yahûdîleri müslümanîara karşı kışkırtan münafıklar, şeytana benzetilmişlerdir. Çünkü Şeytan insanları, inkâra varıncaya kadar tahrik ederek, kışkırtır ve aldatır. Tam inkâr edince de, "Ben senden beriyim, ben Allah'dan korkarım." diyerek onları yalnız bırakır ve uzaklaşır.[11] Bunda benzetme yönü, işte şeytanın bu iki yüzlülüğüdür. Nitekim şeytan Bedir'de de Ebû Cehil'e, Enfâl Sûresi kırk sekizinci âyette ifade edildiği gibi, "Bu gün insanlardan sizi yenecek kimse yoktur; Doğrusu ben de size yardımcıyım." demişti ve sonunda da onları yalnız bırakmıştı. Şeytan böylece kendisinin azabtan kurtulacağını zanneder. Halbuki her iki taraf da ateştedir.[12] Demek ki böyle şeytan rolünü üstlenen ikiyüzlü insanlar vardır.[13]
Şeytan, yaratılışı ve yapısı gereği durmadan her fırsattan yararlanarak insanın kalbine, beyninin bazı noktalarına inkâr, şüphe ve inat sinyalleri gönderir. İyice şüpheye sokup sapıttırdıktan sonra, Allah'ın vereceği azabı ve o dehşetli günü hatırladıkça ve bir de ahirette hesap faslı başladığında aldattığı insana: "Ben senden beriyim. Kendi akıl ve iradenle kendini küfür çukuruna attın. Doğrusu ben, alemlerin Rabbı Allah'tan korkarım" der.
İşte verdiğimiz ayette yahudilere yardım sözü verip sonra sözlerinde durmayan münafıklar şeytana, onların sözüne kanıp Hz. Peygamber (s.a.v.)'e karşı gelen yahudiler de şeytanın kandırıp küfre soktuğu insana benzetilmektedir. Yani bu münafıklar, şeytanın insanlara yaptığını Yahudilere yapmaktadırlar. "Bu gün siz Müslümanlara karşı savaşın, biz sizinleyiz" diyorlar ama vakit gelince onlara sırt çevirecek ve başlarına ne geldiğini sormayacaklardır.
Şeytan da aynı şekilde kâfirleri aldatır. Tıpkı Kureyş kâfirlerine Bedir Savaşı'nda, "Bugün nıüslümanlar size karşı koyamaz" diyerek onları şişirdiği gibi. . Şeytan "Bugün insanlardan sizi yenecek kimse yoktur, ben de sizin yanınızdayım" (Enfal: 8/48) demişti ama, iki ordu yüzyüze geldiğinde kaçarak, "Ben sizden uzağım. Ben sizin göremediğinizi görüyorum. Ben Allah'tan korkarım, çünkü Allah'ın cezası çetindir" gerçeğini itiraf etmişti.
Şeytanın kullandığı en büyük silah, insanı gurura sevketmektir. Gururun esas anlamı, aldanmak ve bu aldanışla eşya ve olayları çarpık görmektir. O halde şeytanın başarısı, onun kuvvetinden değil, insanın kuvvetlerini, insanın aleyhinde kullanabilmesinden kaynaklanıyor. "Şeytan insanlara, vaadlerde bulunur, onları hayâle sevkeder. Ve şeytan insanlara gururdan başka bir şey vaadetmez." (Nisa: 4/120) şeytanın bu, gururu istismar hünerine, daha ilk insanın sürçmesi anlatılırken dikkat çekilmiştir.[14]
İnsan şeytana uymakla tam bir aptallık içindedir. Çünkü Allah'ın insan üzerindeki etkisi şeytanınkinden daha köklü ve yaratılıştan olmasına rağmen, insan bunu gafletle örterek çok daha zayıf bir etkinin esiri olmaktadır, Kur'an, Allah'la şeytanın etkilerini karşılaştırmış ve şu sonuca varmıştır:
"Şeytanın tuzak ve hilesi zayıftır." ( Nisa: 4/76) Bu zayıf tuzağa düşen insanın, yaratılıştan gelen sıcak ve kuşatıcı ilahi etkiye iyice göz yummuş olması gerekir ki; işte üzerinde durduğumuz ayette şeytanın kendisi de bu zavallılığa dikkat çekiyor.
Bütün bu oyun ve aldatmaların sonu, insanın rezil ve perişan olmasıdır. Kur’an şöyle diyor:
"Şeytan, insanı rezil ve perişan eden bir varlıktır." (Furkan: 25/29)
Özetle: "Nefsine vezir olan, şeytana rezil olmaz." (NŞ) [15]
90- Allah’ı Unutanlar Gibi Olanlar
"O kimseler gibi olmayın ki, Allah'ı unuttular da, Allah da onlara öz benliklerini unutturdu. Yoldan çıkmışların ta kendileridir onlar." (Haşr: 59/19)
İnsanı insan yapan öz, Allah'ın içimize üflediği nefhadır. Bu yüzden Allah'a yakınlıkla gerçek benliğimize yakınlık arasında doğru orantı vardır. Allah'ı unutmak ise zorunlu olarak gerçek benliğimizi unutmak ve kadavra benlikle uğraşmak olacaktır.
Allah'ı unutmak, insanın kendisini unutması demektir. Çünkü O'nun kölesi olduğunu unutan kimse, bu dünyadaki konumunu yanlış değerlendiriyordum. Sırf bu temeldeki yanlışlık dolayısıyla onun tüm hayatı yanlış bir yolda harcanır gider. Allah'tan başka kimsenin kulu olmadığını unutan kimse, Allah'a itaat etmez ve hakikatte kulu olmadığı kimselere kulluk yaparsa, sırf bu hatası dolayısıyla tüm hayatı mahvolur. İnsanın bu dünyadaki asıl konumu kulluktur. Ve o mutlak anlamda özgür değildir. Fakat o, sadece ve sadece bir tek Allah'ın kuludur ve başka hiç kimsenin kölesi değildir. Bunu idrak etmeyen bir kimse, gerçekte kendini unutmuştur. Fakat bildiği halde bu gerçeği unutan kimse, zaman zaman bir kafir ve müşriğin hareket ettiği gibi davranabilir. Kişinin devamlı sırat-ı müstakim üzerinde yürüyebilmesi için hiçbir zaman Allah'ı unutmaması gerekmektedir. Bundan gafil olduğunda kendini de unutacağından, gafleti fıskına sebep olur.
Allah'ı unutmak, dünya tutkusuna sebep olur. Gaflet ile dünya peşinden koşmak, ahiret için hiçbir hazırlık yapmamak, nefsi ibadet ve takva ile temizlemeye çalışmamak, canı unutmak demektir. İşte, kim Allah'ı unutursa, Allah da ona canını unutturur. Çünkü canı düşünmek, onu temizlemeyi gerektirir. Canı temizlemek de Allah'ı anmakla olur. Allah'ı unutan, kendi canını da unutmuş, yani ihmâl etmiş olur. Canı ihmal etmenin sonucu da onu ahiret azabına atmaktır. Elbette canlarını ateşe atanlarla, onu kurtarıp ahiret bahçelerine sokanlar bir olmaz. Kurtuluş ve başarıya erenler, Allah'ı unutmayan, O'nu itaat ve ibadet ile anarak nefislerini temizleyen cennetliklerdir.
Kur'an'ın bir başka ayeti de "Allah'ı unutturmaya giden sebeplere" şöyle dikkat çekmektedir:
"Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız, sizi Allah'ı anmaktan/Allah'ın zikri olan Kur'an'dan alıkoymasın. Böyle bir şey yapanlar, hüsrana uğramışların ta kendileridir." (Münafikun: 63/9)
Bu ayetin muhatabı Müslüman olduğunu söyleyen herkestir. "Ey iman edenler" ifadesi Kur’an'da bazen müminlere, bazen Müslüman olduklarını iddia edenlere, bazen de genel olarak Müslümanlara hitaben kullanılmıştır. Nerede, kime hitap edildiği ayetin öncesinde ve sonrasında (siyak ve sibak) yer alan ayetlere bakılarak anlaşılır.
Burada "mal ve çocukların" özellikle zikredilerek vurgulanması, insanların umumiyetle mal ve çocuklarının hatırı için imanın sorumluluklarından yüz çevirmeleri nedeniyledir. Çünkü insan umumiyetle bunlar yüzünden nifak, iman zaafı, fısk ve itaatsizliğin bataklığına saplanır. Aslında kastedilen, insanı Allah'tan gafil eden dünyadaki her şeydir. Allah'tan gaflet, her kötülüğün asıl sebebidir. Şayet insan her an başıboş olmadığını, Allah'ın bir kulu olduğunu, Allah'ın kendisinin her yaptığından haberdar olduğunu ve yaptıklarından bir gün hesaba çekileceğini hatırında tutarsa, işte o zaman hiçbir sapıklık ve dalâlete düşmez. Beşeri zaafları dolayısıyla bir hata yapsa bile, hata yaptığını anlar anlamaz kendine çeki düzen verir.
Allah'ı unutmak veya Allah'ı anmayı unutmak aynı zamanda insanın iç dünyasını karartan ve Allah'ın üzerimizdeki haklarını zedeleyen büyük günahlardan biridir.
İnsanın ölümsüz yanı, içinde taşıdığı sonsuzluk tohumudur ve o tohum Allah yani Yaratıcı Kudret kökenlidir. Bu bakımdan insanın Allah'ı unutması, kendi benliğine ters düşmesidir. Bunun içindir ki Kur'an bu unutma (nisyan) kavramı üzerinde ısrarla durur ve insanı bundan kaçınmaya çağırır.
O halde, Allah'ı unutmanın yerini ve çerçevesini iyi anlamak için Kur'an'daki nisyan(unutma) kavramını görmek gerekir.
İnsanın kendine tevdi edilen şeyi unutması olarak tanıtılan "nisyan" kökünden türeyen kelimeler Kur^an'da 40 küsur yerde kullanılır. Varoluş, tekamül, Yaratıcı ile ilişki, bireysel ve toplumsal haklarla ilgili birçok temel prensip, nisyan kavramı ile yakın bir beraberlik içinde verilmektedir.
Kur'an dilinin aşılmaz ustası Rağıb el-İsfahani, nisyanın ya kapasite yetersizliğinden, ya gafletten, yahut da kasttan kaynaklandığını ve sonuçta insanın, hafızasına emanet edilen şeyi bir kenara bıraktığını söylüyor.
Şunu hemen belirtmeliyiz ki, Kur'an'daki nisyan, sıradan unutmak değildir. Bu, daha çok "ihmal ve umursamazlığın sonucu olan yarı kasıtlı bir unutmadır ki ilahi kelâm bunu insanın savsaklayıcı yanının bir uzantısı saymaktadır.
Bunun içindir ki, Kur'an, Allah'ı unutan insanın Allah tarafından unutulacağını açıkça beyan eder. Nisyanın karşıtı (ve nisyandan kurtulmanın yolu) "zikir" dir ki o da, hatırda tutmak için anmak demektir. Allah'ı unutmamanın yolu Allah'ı zikretmek yani anmaktır.
Mutlak kudret ve mutlak ego, unutmak gibi bir noksandan uzaktır. "Rabb ne karanlığa gömülüp şaşırır, ne de unutur." (Taha: 20/52; Meryem: 19/64) Bunun bir anlamı da, fragmanter varlığın, varlık derecesine uygun olarak, unutmaya bulaşacağıdır. Nitekim, parça kudret olan insanın belirgin niteliklerinden biri de unutmaktır. Bu illet, Adem babamızın tipik özellikleri arasında sayılacak kadar dikkat çekicidir.[16]
İnsanın nisyanı, genellikle bir nankörlük ve vurdumduymazlıkla atbaşı gitmektedir.[17] Bunun içindir ki, insanın nimete şükrü unutarak düştüğü sapma ve azgınlık çok büyük felaketlere sebep olmakta ve onu Allah'ın bir kenara itmesine veya küçültücü muamelelere maruz bırakmasına yol açmaktadır.[18]
Nisyan dengeyi bozarak insanı tökezletir. Bu yüzden nisyanın sonsuzluğa ilişkin olmasıyla, iğretiye ilişkin olması arasında fark yoktur. Çünkü "denge, görünmeyen dünya ile görünen dünyanın barıştırılması anlamını da taşıyor." Bu barışmayı bozmak, dengeyi bozmaktır. Ve Kur’an: "Dünyadan nasibini de unutma" (Kasas: 28/77) diyerek bu sırra işaret etmiştir.
Nisyanın en tehlikelisi insanın kendi benliğini unutmasıdır. Kur'an, insanın özüyle varlığın esası, yani Allah arasında beraberlik gördüğüne göre, insanın kendi özünü unutması bir anlamda Allah'ı unutması, Allah'ı unutması da kendi benliğini unutmasıdır. Kur’an bunu kendi üslûp güzelliği ve özelliği içinde verirken şu ifadeleri kullanır; "Onlar Allah'ı unuttular, Allah da onları unuttu." (Tevbe: 9/67)
"O kimseler gibi olmayın ki, Allah'ı unutmuşlardır, Allah da onlara kendi benliklerini unutturmuştur. " (Haşr: 59/19)
Kur'an'ın bu yaklaşımına dayanırsak şunu söyleyebiliriz: İnsanı sevmenin, insanı gaye varlık bilmenin esası da, Allah' tanımaktan geçer.
Hümanizmin çekirdeği Allah'tır. Allah'ı unutmuş bir hümanizm insana kuru avuntudan gayrı bir şey veremez.
Benliğini unutmanın bir görünümü de başkalarına verdiği öğütlerin kendi hayatında tersini yapmaktır ki, buna en çok din temsilcileri, özellikle Yahudi din büyükleri arasında rastlanır. Kur'an, Beni İsrail hahamlarının bu bahtsız tavırlarına ısrarlı bir biçimde parmak basar. Bir yerde şöyle diyor;
"İnsanlara iyiyi ve doğruyu emredip dururken kendi benliklerinizi unutuyor musunuz?" (Bakara: 2/44; Maide: 5/13-14)
Allah'ı unutmaya giden yol, Allah'ı anmayı, teknik deyimiyle zikri unutmaktan geçiyor. Bu yüzden, unutma illetine yakalanıp öze ters bir yön izlemenin çaresi Allah'ı anmak, yani Zatı Mutlak'ı esas alan bir meditasyona hayat bünyesinde yer vermektir.[19]
Allah'ı anmayı unutturan bir numaralı kuvvet şeytan'dır.[20]
İnsan özünü unutmayı hızlandıran sebeplerden biri de, Allah'ı sevip anan kulları alay konusu etmektir.[21]
Kur'an, insanı kendi dışındaki dünyayı, özellikle yaratılış sırrını unutmamaya çağırır. Bu noktada Allah'ın ayetlerini unutmamaya özellikle dikkat çekilir.[22]
İnsan, kendi içine kıvrılan bir benlik olarak, kendi yaratılışını, bu yaratılıştaki etapların sergilediği hayranlık verici oluş sırrını unutmamalıdır. Bunu unutursa Mutlak Yaratı'cının kudretini göremez ve O'nun karşısında küstahlığa yeltenir.[23]
Nihayet, Kur'an, son peygamber bağlılarını hem unutmanın doğuracağı bozukluklara karşı uyarmak, hem de onların unutma illetinin sonuçlarından ilahi bir rahmetle korunduklarını göstermek üzere, bağlılarına şu duayı önerir: "Ey Rabbimiz! Unutur veya hata edersek, bizi bundan hesaba çekme." (Bakara: 2/286)
Allah'ı unutmanın yıkıcı belirişlerinden biri de Allah'a yakarıştan, terminolojik ifadesiyle "duadan nasipsiz hale gelmek, duadan kopmaktır." İnsan için duaların kabul edilmemesinden daha büyük felâket, hiç dua edemez hale gelmektir. Biz bu konuyla ilgili detayları "Dua'yı Yaşamak" adlı kitabımızda geniş olarak verdiğimizden burada sadece işaret etmekle yetiniyoruz. [24]
91- Kur'ân'ın Şânı Büyüktür
"Biz bu Kur'ân'ı bir dağa indirseydik, Allah korkusundan onu, başeğmiş, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlara, düşünsünler diye veriyoruz." (Haşr, 59/21)
Biz bu Kur'ân'ı, onca büyüklüğüne ve katılığına rağmen dağlara indirseydik ve o da mânâsına vakıf olup içindekileri anlasaydı, saygıyla boyun eğer, Allah korkusundan parça parça olurdu. Ey insanlar bu Kur'ân karşısında sizin kalbleriniz nasıl yumuşamaz, nasıl saygı duymaz, Allah'ın emrini anlayıp, kitabı düşününce kalbleriniz nasıl parçalanmaz.[25] Bundan maksad, emânet âyetinde olduğu gibi, Kur'ân okunurken, onun başlara vurucu ikâz ve mânâlarını düşünürken, insanın kalbinin katılığına ve saygısının az oluşuna tevbîh için bir temsil ve tahvildir.[26] İşte Kur'ân'ın şânı, azameti, kadri, rütbesi böyle yüce, böyle uludur.[27]
92- Birbirine Kenetlenmiş Bir Bina Gibi Olanlar
"Hiç şüphesiz Allah, kendi yolunda, sanki birbirine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever." (Saff: 61/4)
Verdiğimiz ayetten öncelikle, müminlerin ancak canlarını feda etme tehlikesini göze aldıklarında, Allah'ın rızasını kazanabilecekleri anlaşılmaktadır. Ayrıca Allah'ın ancak şu üç vasfa sahip olan orduyu benimsediği vurgulanmaktadır:
a) İmanlı ve Allah yolunda savaştıklarının şuuruna ermiş askerlerden meydana gelmiş,
b) Dağınık olmayıp, disiplin içinde ve düzenli saflar halinde savaşan,
c) Düşmana kurşunlu kaynatılmış duvarlar gibi (sağlam ve sarsılmaz bir şekilde) karşı koyan bir ordudur bu.
Özellikle bu ordunun son özelliği dikkat çekicidir. Çünkü hiçbir ordu savaş meydanında, şu aşağıdaki özellikleri uhdesinde bulundurmaksızın kurşunla kaynatılmış duvarlar gibi duramaz.
I- İnanç ve hedef bakımından mükemmel bir görüş birliği, yani subaylar ve erler arasında mükemmel bir dayanışma olmalıdır.
II- Askerler birbirine samimi bir şekilde bağlı olmalıdır. Ancak bu bağlılık, gayeye ihlâsla sarılmadıkça ve ortada yüce gaye olmadıkça gerçekleşemez. Aksi takdirde, savaş gibi çetin bir imtihanda, niyetlerdeki zaafların saklı kalması mümkün değildir. Dolayısıyla güven sarsıldığında, askerler itimatlarını kaybeder ve birbirlerinden şüphe etmeye başlarlar.
III- Yüksek derecede ahlak sahibi olmalıdırlar. Şayet bir ordunun subay ve erleri ahlaken zayıf kimselerse, aralarında saygı ve sevgi yok demektir. Bu ahlâki zaafları dolayısıyla da birbirleriyle kavga ve tartışma yapmaktan kurtulamazlar.
IV- Ordu mensupları arasında, gaye ve hedefe duyulan arzu ve onu elde etmek için gösterilen kararlılık, öyle bir etkileşim meydana getirir ki, hiç bir güç onları yenemez ve onlar, savaş meydanında kurşunla kaynatılmış duvarlar gibi sağlam, sarsılmaz bir şekilde çarpışırlar.
İşte bu esaslar, Rasulullah (s.a.v.)'in liderliğinde muhteşem bir askeri güç meydana getirmiştir. Bu güce, en büyük kuvvetler bile karşı koyamamış ve asırlarca tüm dünya onlarla baş edememiştir.
Cihad ferdi olduğu kadar da sosyal bir sorumluluktur, Çünkü İslam'a karşı çıkanlar, topluca birlikler halinde karşı çıkarlar ve üzerine büyük yığınlarla birlikte saldırırlar. Bunun için mücahitlerin de düzenli bir birlik halinde bulunmaları ve düşmanlarını düzgün saflar halinde karşılamaları gerekir. Düzenli saflar, sağlam ve dayanıklı birlikler halinde olmaları gerekir.
Bu din toplumun dinidir. Birbiriyle uyuşan ve birbirine bağlı toplumlar inşa etmek ister. Bu nedenle yalnız başına bir köşeye çekilip ibadet eden veya tek başına cihad eden yahud tek başına yaşayan kişiler bu dinin tabiatından uzaktırlar. Cihadın gereklerinden ve ayrıca hayata hakimiyet durumunda ortaya çıkacak düzenden uzaktırlar. Halbuki Allah'ın müminler için sevdiği manzarayı inandıkları dinin tabiatı çiziyor kendilerine. gidecekleri yolu aydınlatıyor ve Kur’an'ın, canlandırdığı kuvvetli yardımlaşma ve destekleşmeyi "kenetlenmiş bir duvar gibi saf halinde" tabiriyle ifade ediyor.
Öyle bir duvar ki bütün tuğlaları sımsıkı birbirine sarılmış, kenetlenmiş ve birbirinin yardımcısıdır. Her tuğlanın ayrı bir görevi var. Ve her biri ayrı bir deliği kapar. Çünkü bir tuğla yerinden kaldırılacak olursa yapı bütünüyle yıkılır. Öne alınsa, arkaya itilse yerinden kımıldatılsa bina çöker. Bir tuğla; altındaki, üstündeki, sağındaki ve solundaki tuğlalarla bağlantısını kaybedecek olursa binanın tamamı yıkılır. Bu ifade bir gerçeğin ortaya konuluşudur. Yoksa genel manada bir benzetme değildir. İslam topluluğunun yapısını canlandırmaktadır. Bu topluluk içerisinde ferdler arası bağlılıkları anlatmaktadır. Duygu bağlantısını, hareket bağlantısını belirtmektedir. Belirli bir hedefe yönelen ve belirli bir düzene bağlı olan toplumun fertleri arasındaki ilişkileri ve dayanışmayı sergilemektedir.
Kısaca söylemek gerekirse; bu benzetmede, ferdlerin cismen tekdüzen bir şekil ile terbiye ve asayişleri konu edildiği gibi, kalben niyet ve imanlarının da bir kelime etrafında toplanacak ve birbirini sevip sayacak bir surette samimiyet ve kararlıkta olması söz konusudur.
Ama üzülerek ifade etmek gerekir ki Kur'an'ın "Allah'ın ipine topluca yapışın ve parçalanmayın." (Ali İmran: 3/103) emrine rağmen yeryüzü sahnesinde yeralan Muhammed ümmeti tefrika/bölünüp parçalanma illetinden yakasını kurtarabilmiş değildir.
Belki de bu bölünüp parçalanma Hz. Peygamber'in söylediği şu sözlerin ve kaçınılmaz gerçeğin en yalın bir tecellisidir:
"Aziz ve yüce Allah'tan ümmetim için üç şey diledim de bunların ikisini bana verdi, üçüncüsünü kabul etmedi. Allah'tan ümmetime kendileri dışında düşman musallat etmemesini rica ettim, bu dileğimi kabul etti. Ve O'ndan, ümmetimi suda boğarak helak etmemesini diledim; bunu da kabul etti. Nihayet O'ndan, ümmetimi birbirine düşürmemesini rica ettim, bu isteğimi geri çevirdi."[28]
93- Allah'ın Nurunu Söndürmek İsteyenler
"Onlar, Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Oysa Allah, kendi nurunu tamamlayıcıdır; kafirler hoş görmese bile." (Saf: 61/18)
Verdiğimiz ayetin Hicri 3'de Uhud Savaşı'ndan sonra nazil olduğuna dikkat edilmelidir. O dönemde İslam, sadece Medine ile sınırlıydı. Ve müslümanların sayısı da bir kaç bini aşmıyordu. Tüm Arapların bu dini yoketmeye kararlı oldukları bir dönemdi. Ve üstelik müslümanlar, Uhud Savaşı'nda yenilmişler ve kendilerine olan güvenleri de sarsılmıştı. Bu yüzden civardaki kabileler de İslam aleyhine cesaret bulmuşlardı. İşte bu şartlar altında Allah, İslam nurunun sönmeyeceğini ve aksine daha da ışıldayarak tüm dünyaya yayılacağını müjdelemiş ve bu müjde aynıyla vuku bulmuştur. Allah'ın dışında o dönemlerde, İslam'ın geleceğinin ne olacağını kim bilebilirdi? Nitekim beşeri imkânlar ölçüsünde olayı değerlendirdiğimizde, o dönemlerde İslam nurunun, her yönden esen şiddetli rüzgarların söndürebileceği zayıflıkta olduğunu görürüz.
Kafirler/Müşrikler, Allah'a ibadet etmelerinin yanısıra, başkalarına da ibadet etmiş ve Allah'ın halis dinine karşı başka dinleri de karıştırarak, onu karma bir din edinmişlerdir. Bu kimseler, sadece Allah'a kulluk etmeye ve O'nun yol göstericiliği doğrultusunda hayatlarını düzenlemeye razı olmamışlardır. Onlar heva ve heveslerine göre istediklerini ilâh edinmekte, istedikleri düşünce ve akideye göre hayatlarını düzenleyip diledikleri gibi medeniyetlerini oluşturmakta ısrar etmişlerdir. Allah'ın Resulü ise, böyle insanlarla uzlaşmaya varması için gönderilmemiştir. O'nun gönderilme sebebi, Hak dini Allah'ın yol göstericiliğinde hayatın her kesimine hakim kılmaktır. Ve O, bu görevini hangi durumda olursa olsun ifa edecektir. Kafir müşrikler onu kabul etseler de, etmeseler de, tüm güçleriyle karşı koysalar da, Rasul muhakkak misyonunu tamamlayacaktır. Bu meydan okuma Kur'an'da biri Tevbe: 9/33, diğeri Fetih: 48/28 de olmak üzere iki kez daha yapılmıştır. Bu ayette ise üçüncü kez tekrarlanmaktadır.
"Kafirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır" ayeti büyük bir gerçeği dile getirmektedir. Ve peygamber hayatta iken Allah nurunu tamamlamış, müslümanların dinini ikmal etmiş, nimetlerini bütünleştirmiş ve kendileri için din olarak İslam'ı seçmişti. Bugün de bu gerçek zaman zaman canlı bir hareket halinde ortaya çıkmakta ve müslümanlara yapılan bunca baskı, sindirme ve ağır eziyetlere rağmen, çeşitli hile ve oyunlarla müslünıanlar saf dışı edilmiş olmakla beraber bu nabız canlı canlı çarpmaktadır yine. Çünkü Allah'ın nurunu ağızlardan çıkan nefesler söndüremez. Bu aydınlığı kulların elinden demir ve ateş bombardımanı yok edemez. Ne kadar zalim diktatörler ve Siyonistlerin eliyle hazırlanmış olan uydurma kahramanlar hedeflerine ulaştıklarını sansalar da Allah'ın nuru sönmeyecektir.
Nur, Kur'an'da 40 küsur yerde geçer. Yine ışık ve parıltı manasına gelen "ziya" ise 3 yerde geçer. Ancak Kur'an, ziya'yı nura göre daha "asli" bir ışık olarak verir. Yunus: 10/5 ayeti "güneşi ziya, ayı nur" olarak verir. Nuh: 71/16 ayeti de ayı nur diye tanıtır. Bu ayetler, güneşin ışığı olan ziyayı, ayın ışığı olan nura göre daha temel bir ışık halinde vermektedir.
O halde nur, ziyaya nisbetle daha ikincil, araz bir ışıktır. Bir başka deyimle ziya bizatihiye daha yakın ışık, nur daha bağımlı ışıktır. Böyle olunca da Kur'an'daki "Allah göklerin ve yerin nurudur" ayetine dayanarak zatı ilahiyi nurla eşitlemek yanlış olur.
Bizatihi ışık, tıpkı bizatihi varlık gibi, sadece Allah'tır. Ancak insan bizatihi ışığı kavrama gücünde olmadığından bağlı ve bağımlı ışık onun yerine konarak, insana hitap edilmiştir. İnsana hitabında, Allah, bizatihi ışık yerine, daima iğreti ışıkları (ziya, nur) kullanıyor. Bu, insanın varlık yapısı bakımından bir zorunluluktur. Bu yüzden, Nur: 24/35 ayeti "Allah, göklerin ve yerin nurudur" diyerek, bizatihi nuru anlatmada, onun tecellisini kullanmıştır. Çünkü insan, nurun bundan fazlasına ne tahammül edebilir, ne de onu kavrayabilir. Nitekim, Hz. Musa, Allah'ı görmek istediğinde ona, Allah'ın tecelli edeceği dağa bakması söylendi ve Musa bu tecelliye bile dayanamayarak kendinden geçip yere yığıldı.[29]
Işık, görmeyi sağlamasına rağmen, şiddetli hale geldiğinde bizzat kendisi görmeye engel olmaktadır. Bizatihi ışık veya kaynak ışık olan Cenab-ı Hak, işte bu yüzden, en açık ve en aydınlık varlık olmasına rağmen görülmüyor. Yani O, tasavvufta çok kullanılan bir ifade ile, "zuhurunun şiddetinden ötürü gizlidir." Buradaki "gizli", bizim tarafımızdan görülemez anlamındadır.
Nur, Kur'an'da 140 yerde geçen ve ateş ve sıcaklık anlamına gelen "nar" ile aynı köktendir. "Nur ve nar", ışık temasının temel ayeti olan Nur: 24/35'de yan-yana kullanılmaktadır. Burada "nar", dokunuşuyla nuru ortaya çıkaran araç olarak veriliyor: "O'nun yağı ışık fışkırtır; ona bir nar dokunmasa bile o, nur üzerine nurdur. "
Demek oluyor ki, pozitif oluş prensibi, zulmete (karanlık) karşı aydınlık olan iki tecelli sergiler: Nar ve Nur. Bunların ilki celâl (kahır, negativite, kabz, çelişme), ikincisi cemal (lütuf, pozitivite, bast ve uyum). Ve bu oluşta motor unsur nar, yani kahr ve celâldir.
Nur, genel adlarından biri de kitap olan vahyin yine genel adlarından biridir.[30] Bu iki genel ad, bazı ayetlerde yan yana kullanılmakta ve böylece kitap ile ışık arasındaki ilişkinin erdiriciliğine ve kaçınılmazlığına dikkat çekilmektedir.[31]
Vahy ve özellikle Kur'an hem nur, hem de münir (nurlandıran, ışık saçan) olarak nitelendirilmektedir.[32] Vahye karşı çıkanların sahip olmadıkları en önemli değer "kitabı münir" (nurlandıran, aydınlık getiren kitap)'tır. Bu deyimin Kur'an bünyesindeki kullanımına bakarak diyebiliriz ki, kitabı münir, duyulara dayalı, entellektüel bilgiye karşı duyularüstü ilahi kaynaklı doğrudan bilgidir. O, varlığın esasından direkt gelen şaşmaz ve zamanüstü bilgidir.
Vahyin temsilcisi olan Hz. Peygamber tanık, müjdeci, uyarıcı, çağırıcı olmanın yanı sıra bir "siracı münir" (aydınlatan kandil) olarak da anılıyor.[33] İlginçtir ki, Kur'an bu sirac (kandil) sıfatını bir de güneş için kullanır.[34] Buna dayanarak diyebiliriz ki, madde dünyası için güneşin yeri neyse, ruh ve mana dünyası için son Peygamber'in yeri odur. Bu anlamda vahy ve resul, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için gönderilmiş ilahi lütuflardır.[35]
94- Acı Bir Azaptan Kurtaracak Ticaret Yolu
"Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak bir ticareti size haber vereyim mi? Allah'a ve O'nun Resulüne iman ederseniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad ederseniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz." (Saf: 61/10-11)
"Ticaret" kişinin mal, vakit, emek, zihin ve yeteneklerini ortaya koyarak kâr elde etmesidir kısaca. Bu bakımdan iman ve Allah yolunda cihad etmek, ticarete benzetilmiştir. Ve ayetin müminlere hitaben "iman edin" şeklindeki ifadesi; ihlâslı müminler gibi davranın, sözde kalmayın ve imanınız için her türlü fedakârlığı yapmaya hazır olun" anlamında bir emirdir.
Ticaret, biri maddi, diğeri manevi olmak üzere iki kısımdır ve bunlar birbirini tamamlayıcı özelliktedir. İslam'ın koyduğu ticaret ahlâkı, iki kısmın birarada yürütülmesini gerekli kılar.
Maddi kazanç, Allah yolunda harcandığı takdirde bütünüyle manevi kazanca dönüşür. İşte 10. ayet böyle bir kazancın asıl sermayesinin iki ana değer taşıdığını açıklamaktadır:
a) Allah'a ve Peygamberine dosdoğru iman,
b) Allah yolunda mal ve can ile cihad..
Böylece Kur’an, iman için temiz bir kalble, cihad için de mali ve bedeni güce işarette bulunuyor. O halde mümin üç yönlü bir gelişme ve yükselmeye muhtaçtır.
1) Kalbi gelişme ve yükselmeyle "tahkiki imana" (taklidi olmayan, sözde kalmayan),
2) Bedeni gelişmeyle iyi çalışma ve başarılı cihada,
3) Mali gelişmeyle müslüman kardeşlerini desteklemeye yol bulur.
Böylesine kapsamlı bir ticaretin ise, iki dünyevi, üçü uhrevi (Ahirete yönelik) olmak üzere beş büyük kazancı söz konusudur.[36]
1) Dünyada hür ve bağımsız olup örnek millet düzeyinde kendi öz kültür kaynaklarıyla ayakta durabilmek.
2) Allah'ın sevgi ve yardımına layık olup yine Allah yolunda, insanlığın mutluluğu için fetihler yapmak.
3) Hayırlı ve faziletli amellerde bulunup günahların temizlenmesiyle ruhen arınma çizgisine erişmek,
4) Böylesine bir arınmayla Cennet'e ve oradaki yüksek nimetlere erişebilme düzeyine gelebilmek.
5) Ölmeden önce sözünü ettiğimiz böylesine büyük bir kurtuluşla müjdelenmek.
Sahabe, anlattığımız bu ticaretin ilk temsilcileri :ve başarılı uygulayıcılarıdır. Onlar sadece Allah'a ve Resulüne iman etmekle kalmadılar, imanın gereği olan canlarıyla, mallarıyla Allah yolunda cihad ettiler. O sebeple ebedi saadet yurduyla ve nimetiyle müjdelendiler ve insanlık tarihine şeref damgasını vurarak örnek hizmetlerde bulundular.
Verdiğimiz bu ayetteki "ticareti" detaylandıran bir başka ayet de Tevbe Suresinde geçmektedir. Bu ayette Cenab-ı Hakk "Hiç şüphesiz Allah, müminlerden karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere canlarını ve mallarını satın almıştır" buyurmaktadır. (Tevbe: 9/111)
Bu ayette, Allah ile kulları arasındaki ilişkinin doğasını belirleyen İslam inancı görüşü, bunu bir "mukavele" (anlaşma) olarak tanımlamaktadır. Bu özellik, inancın sadece metafizik bir kavram olmayıp, aslında, hayatlarını ve mallarını Allah'a satmak karşılığında, ölüm sonrası hayatta da Allah'ın kendisine vereceği vaadini kabul etmek suretiyle kul tarafından yapılan bir anlaşmadır. Bu mukavelenin taşıdığı içeriği tam olarak anlayabilmek için, ilk önce bu anlaşmanın doğasını kavramaya çalışalım.
Herşeyden önce şu hususa dikkat etmeliyiz ki, kulun hayatını ve sahip olduğu herşeyi, gerçekten Allah'a satması diye bir şey söz konusu değildir. Çünkü insanın hayatının ve sahip olduğu her şeyin gerçek malik'i zaten Allah'tır. Bunlara sahip olma hakkı, insanın sahip olduğu ve kullandığı herşeyin yaratıcısı olan sadece Allah'ındır. Bu nedenle dünyevi anlamda bir şeyin satımı ya da alımı, katiyetle söz konusu değildir. Çünkü insanın satabileceği kendisinin hiçbir mülkü yoktur ve herşey zaten evvelemirde O'na ait olması hasebiyle Allah'ın da satın alacağı hiç birşey yoktur. Bununla birlikte Allah'ın insana kullanma yetkisi verdiği bir "irade ve seçme hürriyeti" vardır ve söz konusu mukavele de buna dairdir.
Elbetteki kuldaki bu hürriyet, insanın kendi hayatı ve mallarına mutlak sahiplik hakkı konusundaki gerçek konumunda herhangi bir değişiklik getirmez. Onlar Allah'ındır. Onlara ise, sadece kendinden herhangi bir zorlama ve cebir olmadan, bunları istediği yönde iyiye ya da kötüye kullanma selahiyeti verilmiştir. Bu da insana, "hayatı ve elinin altında bulunan herşeyin gerçek sahibinin Allah olduğunu itiraf etmesi ya da etmemesi hürriyetinin tanındığını" ifade eder.
İşte Tevbe: 9/111 ayetinde geçen "mukavele"(alışveriş) bu hürriyeti gönüllü olarak, Allah'ın iradesine bırakmak, O'na havale etmekle ilgilidir. Başka türlü ifade etmek gerekirse, Allah insana, ona verilen bu özgürlüğe karşılık, hayatı ve sahip oldukları üzerinde Malik'ul-Mülk olarak Allah'ı tanıyor ve kendisini de bunların sadece bir emanetçisi olarak mı görüyor, yoksa sanki bunların sahibi o imiş gibi mi davranıyor diye imtihan etmek ister.
Bu yönüyle, Allah'ın indinde bu mukavelenin (alışveriş) şartları şunlardır: "Eğer siz gönüllü olarak ve herhangi bir baskı altında kalmadan hayatınızın, sahip olduklarınızın ve bu dünyadaki herşeyin aslında benim, bana ait ve kendinizi de sadece onların emanetçisi olduğunu kabul etmeye ve görmeye razı olursanız, ben de bunun karşılığında size sonsuz ahiret hayatında cennetler vereceğim. "
Allah'la böyle bir pazarlık yapan kimse mümindir. Dolayısıyla iman, aslında bu alışverişin/ticaretin başka bir adıdır. Öte yandan bu pazarlığı yapmayı reddeden veya yaptıktan sonra sanki böyle bir sözleşme/sorumluluk (Misak) altına girmemiş tavrını takman kişi ise "kafir" dir. Çünkü teknik olarak "küfür" kelimesi, böyle bir pazarlığı reddedişe uygulanan bir terimdir.[37]
95- Allah'a Yardım Edenler
"Ey iman edenler, Allah'ın yardımcıları olun; Meryem oğlu İsa'nın havarilerine:"Allah'a gidişte/ yönelirken benim yardımcılarım kimlerdir1?" demesi gibi. Havariler de demişlerdi ki "Allah'ın yardımcıları bizleriz." Böyle İsrailoğullarından bir zümre iman etmiş, bir zümre de küfre sapmıştı. Nihayet biz de iman edenleri düşmanlarına karşı destekledik, onlar da üstün geldiler." (Saf: 61/14)
Allah'ın dininin üstün gelmesi, yayılması ve yücelmesi için yardımcı olan kişiler, Allah'ın yardımcıları olarak isimlendirilirler. Allah insanlara serbest irade vermiştir. İnsan ister isyan eder, ister itaat eder. Ancak ikna yoluyla insana itaat yolu açık bırakılmıştır. Çünkü Allah, serbestlik bahşettiği alanlarda insanlara isteklerini zorla kabul ettirmez. Tam tersine nasihat ve muhakeme yoluyla kabul ettirmek ister. İnsanları tavsiye ve nasihatla doğru yola ulaştırmak Allah'ın işi olduğundan Allah, İslam'ı yaymak için güçlerinin son noktasına kadar çabalayanları "yardımcıları ve dostları" olarak adlandırır.
Gerçekten bu, bir kulun ulaşabileceği en üst derecedir. Çünkü namaz kılarken, oruç tutarken ve bu gibi diğer ibadetleri yaparken insanın konumu sadece kul olmaktır. Fakat o, Allah'ın dininin yayılmasına çalıştığında, Allah'ın "dostu ve yardımcısı" olma gibi eşsiz ve yüce bir konuma yükselmektedir. Bu da bir insanın bu dünyada ruhi yücelme ile kazanabileceği en yüksek makamdır.
Ancak buna rağmen bazı kimselerin zihninde, "Allah herşeye Kadir’dir ve tüm mahlukattan müstağnidir. O, kimseye muhtaç değildir ama herkes O'na muhtaçtır. O halde bir kul Allah'a nasıl ve ne şekilde yardım edebilir?" gibi bir soru akla gelebilir. Bu sorunun cevabı şöyle verilebilir:
Bu kimselere, "Ensarullah" (Allah'ın yardımcıları) denmesinin nedeni, Alemlerin Rabbı olan Allah'ın bir kimseye muhtaç olmasından ötürü değildir. Allah, insanlara dünya iman-küfür, itaat-isyan konusunda seçme hürriyeti vermiştir. O, insanları kendi gücüyle mümin ya da kafir olmaya zorlamaz.
Fakat O; bu gayeyle insanlara yol göstermesi, telkin ve tebliğde bulunması için peygamberler göndermiş, kitaplar inzal etmiştir. Bu tebliğ ve telkini kendi iradesiyle kabul eden kişi mümindir. Fiilen tabi olduğunda da, müslim ve abiddir. Allah'tan çekinerek/sakınarak yaşarsa muttaki, hayır için yansırsa muhsin, bununla kalmayarak bu tebliğ ve talimi yaymaya, insanları ıslaha çalışır, küfür ve fısk yerine sadece Allah'a itaate dayanan bir nizam kurmak için uğraşırsa "Ensarullah"tır.
Allah, yukarıda verdiğimiz ayette de açıkça beyan ettiği gibi, bu kimseleri kendisine yardımcı olanlar şeklinde nitelemiştir. İşte bu ifadeyle kastolunan budur. Şayet asıl maksat, Allah'a değil, Allah'ın dinine yardım etmek olsaydı, "Ensarullah" yerine "Ensaru dinillah", "Yensurullah" yerine "yensuru dinellah" ve "in tensurullah" yerine de "in tensuru dinellah" denilmesi lazım gelirdi. Ancak görüldüğü gibi, Allah sürekli olarak bu ifadeyi kullanmış olduğundan, Allah'a yardım kastedildiği açıkça anlaşılmaktadır. Fakat bunun anlamı, bu kimselerin Allah'ın bir ihtiyacını giderdikleri ve Allah'ın bizzat kendi gücüyle (cebir) olmayıp, peygamberler ve kitaplar vasıtasıyla olmasını dilediği bir işe iştirak ettiklerinden ötürü kendilerine "Allah'ın yardımcıları" denmiştir.
Yine ayette nasıl Hz. İsa'ya inananlar, ona inanmayıp düşman olanlara üstün gelmişse, Hz. Muhammed(s.a.v.)'e inananların da ona inanmayıp düşman olanlara üstün geleceklerine işaret edilmekte ve müslümanlarm, sonunda düşmanlarına üstün geleceği müjdesiyle sûre sona ermektedir.[38]
Gerçekten de öyle olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.v.) Mekke'de çok sıkıntı çekmiş, Mekkeliler ona rağbet etmemişlerdir. Allah'ın Elçisi hac günlerinde:
"Hangi adam, Rabbimin risaletini duyurmam için beni barındırır, Kureyş Rabbimin risaletini tebliğ etmemi engelledi" derdi. Sonunda Allah, Medine’li Evs ve Hazreç kabilelerinden bazı kimseleri ona bağladı. Bunlar O'na biat ettiler ve kendi yurtlarına göçtüğü takdirde onu her türlü görünür tehlikeden koruyacaklarına söz verdiler.
Ne garip rastlantıdır ki Hz. Peygamber (s.a.v.)'e biat edenler de tıpkı Hz. İsa'nın havarileri gibi on iki kişi idi.[39] Bunlar sözlerinde durdular. Medine'ye göç eden Hz. Peygamber ve arkadaşlarını barındırdılar, korudular. Bundan dolayı Medinelilere Ensar (yardımcılar) dendi. Bunlar Allah'ın dininin yayılması için çok fedakârlıklar gösterdiler, gerektiğinde mallarını, hatta canlarını İslam uğrunda feda etmekten kaçınmadılar. Sonunda bu ayetlerin inişiyle birlikte Allah'ın yardımı görünmeye, zafer ve fetihler birbirini izlemeye başladı. Hz. İsa'ya inananlar, sonunda inanmayanlara nasıl üstün gelmiş ise, Hz. Muhammed'e inananlar da inanmayanlara üstün geldiler. Allah'ın vaadi gerçekleşti, hak batılı yendi. Allah'ın izniyle yine bir gün İslam bütün dünya dinlerinin üstüne çıkacaktır.
Ayette geçen "havari" ifadesi "Hor" kelimesinden türemedir ve beyaz anlamındadır. Nitekim elbise temizleyicisine "havari" denir. Çünkü o elbiseleri temizleyerek onları beyazlatmaktadır. Yine saf maddelere de "havari" denir. Örneğin elekten geçen maddelerin adı havaridir. Ayrıca "karşılık beklemeyen arkadaş, dost" karşılığında da bu kelime kullanılır. İbn Seyyide, "Bir kimseye aşırı derecede yardım eden şahsa havari denir" demektedir.[40]
96- Kitabla Amel Etmeyen Âlimler-Kitap Yüklü Eşekler
"Kendilerine Tevrat öğretildiği halde onunla amel etmeyenlerin hali, sırtına kitab yüklenmiş eşeğin haline benzer. Allah'ın âyetlerini yalanlayanların hali ne çirkindir! Allah zâlimler topluluğunu doğru yola eriştirmez." (Cum'a, 62/5).
Bu âyette Yahudiler, bilhassa yahudi âlimleri kitap yüklü merkeplere benzetilmişlerdir. Çünkü onlar Tevrât’ı öğrenmişler; fakat onunla amel etmemişlerdir. Bedenlerine uymuşlar, kitaplarından istifâde etmemişlerdir.[41] Onu sadece okuyup ezberlemişler, fakat onda bulunan Hz. Peygamberin sıfatını ve onun müjdesini inkâr etmişlerdir.
Benzetme yönü de, eşeğin yüklendiği kitaplardan, taşıdığı ağırlık, zahmet ve yorgunluğundan başka bir istifadesinin olmayışıdır. Zâten bu hayvan aptallığı ve akılsızlığı ile bilinir. Temsil, okuduğuyla, öğrendiğiyle amel etmeyen her âlime yöneliktir.[42]
Verdiğimiz bu ayette kendilerinin Allah'ın dostları, seçkin kavmi olduklarını iddia eden yahudilerin davranışı kınanıyor: Evet, Allah onlara peygamber göndermiş, Kitap indirmiştir ama onlar o Kitabın buyruklarını gereği gibi uygulamamışlardır. Yolları Kitabın söylediklerine uymaz. Bu halleriyle onlar, tıpkı sırtında kitap taşıyan eşeğe benzerler. Eşek nasıl taşıdığı kitaplardan yararlanmazsa onlar da aralarında bulunan Kitaptan yararlanmazlar. Yararlansalar, dinin ruhunu anlar, Hz. Muhammed (s.a.v.)'e gelen vahiylerin de Allah kelâmı olduğunu kabul eder ve Hak yolunun açılmasını engellemezlerdi. Allah'ın ayetlerini yalanlayan kavmin durumu ne kötüdür! Allah zalim, yani haksız insanları doğru yola iletmez.
Aynı zamanda verdiğimiz bu ayet biri genel, diğeri ise özel olmak üzere iki anlamı kendinden toplamaktadır. Genel anlamı şu şekildedir: "Kendilerine Tevrat verilmesine ve ona göre amel etmekle sorumlu tutulmalarına rağmen, bu sorumluluklarının bilincinde olmamış ve bunu yerine getirmemişlerdir." Özel anlamı ise şöyledir: "Tevrat" yüklenmiş kimseler olmaları nedeniyle, Hz. Peygamber'e herkesten önce uymalıydılar. Çünkü Tevrat'ta açıkça Hz. Peygamberin geleceği müjdesi verilmiştir. Ancak buna rağmen Yahudiler, Tevrat'ın mesajına aldırmaksızın, Hz. Peygamber'e herkesten daha fazla karşı çıkmışlardır.
Yahudiler, adeta bir eşek gibi Tevrat'ı yüklenmişlerdir ve o kitabın kendilerine ne tür sorumluluklar getirdiğini bilmemektedirler. Onlar kendilerine verilmiş olan kitabın lâfzını ezberleyerek, ruhunu anlamamışlar ve gereğince amel etmeyip aksine te’vil (anlam kaydırma), tahrif (bozma) ve değiştirme yoluna sapmışlardır. Hatta onların durumu eşekten daha beterdir; çünkü eşek, kendisine şuur verilmediği için bağışlanabilir. Ancak onlara şuur verildiği gibi ayrıca Tevrat'ı okuyor ve anlıyorlar. Fakat buna rağmen, yine de bu öğretiyi uygulamaktan kaçınmakta ve Hz. Peygamberi bile bile reddetmektedirler. Oysa bu peygamber, Tevrat'a göre hak peygamberdir, ayrıca Tevrat'ı anlamadıkları şeklindeki iddiaları da geçerli özür değildir, aksine onu anlıyor ama Allah'ın ayetlerini bile bile yalanlıyorlar.
Ayetten çıkarılması gereken bir başka ders de şudur: Tevrat'ı yüklenip te sonra onu taşımayanların misali, "Akide (İman) emanetini omuzlayıp, sonra da onu yerine getirmeyen herkesin misalidir. Bugün yaşayan, müslüman adı taşıyan fakat müslümanların yaptıklarını yapmayan birçok kişiler de aynı durumdadır. Özellikle Kur'an'ı ve ilahi kitapları okuyup gereğini yerine getirmeyenler... İşte onların hepsi koca koca kitaplar taşıyan eşekler gibidirler. Taşıdıkları kitaplar çok hem de pek çoktur. Ama mesele kitap taşımak veya sade okumak değildir... Mesele bilmek ve kitapta olanları yaşamaktır.[43]
97- Kalpleri Üzerine Mühür Basılanlar
"Bu, onların iman etmeleri sonra küfretmeleri dolayısıyla böyledir. Böylece kalplerinin üzerine mühür basılmıştır, artık onlar incelikleri anlayamazlar." (Münafıkun: 63/3)
Münafık; dıştan mümin görünüp içinden inkâr eden iki yüzlü insandır. Münafıklık hareketi Hz. Peygamberin Medine'ye gelmesiyle başlar ve vefatından kısa bir süre öncesine kadar uzanıp gider. Değişik şekiller almış olmakla beraber hiçbir zaman için bütünüyle ortadan silinmez. Sadece baş vurdukları metotlar zaman zaman değişiklik gösterir.
İşte verdiğimiz bu ayet, münafıkların gerçek yüzünü tanıtmakta ve kendinden önceki ayetle ele alınıp değerlendirildiğinde onların hazırladıkları tuzaklardan, çevirdikleri oyunlardan müminleri haberdar etmektedir.
Münafıkın Suresi'nin 3. ayeti "onların yeminlerini siper edinerek Allah'ın yolundan alıkoyduklarını" bildirmektedir. Ayette geçen "Fesaddu an sebilillah" ifadesi iki anlamı birden içermektedir. Birincisi, "Onlar kendi nefislerini Allah yolundan alıkoyarlar." İkincisi, "Onlar başkalarını Allah yolundan alıkoyarlar. "
Birinci anlamıyla; onlar bu tür yeminler yoluyla, Müslüman toplum içinde yerlerini korumak istiyorlar ve böylece iman ettiklerini iddia etmelerine rağmen imanın getirdiği sorumlulukları yerine getirmemek ve Allah'a ve Resulüne itaatten kaçınmak için, bu yeminleri kendilerine kolaylık sağlıyordu.
İkinci anlamıyla; onlar bu tür yeminler arkasına gizlenmek suretiyle, İslam toplumu içinde fesad yayabiliyor ve Müslümanların sırlarını düşmanlara aktarabiliyorlardı. Ayrıca, bir yandan henüz İslam'ı kabul etmemiş olan kimselere yanlış bilgiler vererek bu kimselerin İslam'a girmelerini engellerken diğer yandan yeminlerini sıradan müslümanlar arasında şüphe sokmak için bir vasıta olarak kullanıyorlardı. Bu bakımdan, bunu ancak kendilerini müslüman saflarda bir müslümanmış gibi göstererek yapabilirler, asıl kimliklerini açığa vurarak yapamazlardı.
Verdiğimiz ayette "onlar inandılar" tanımlaması yani onlar, iman iddiasında bulunarak Müslümanların içine girdiler; "sonra inkar ettiler" tanımlaması da, kalpden inanmayıp, eski küfürlerinde devam etmekle birlikte, zahiren inandıklarını söylediler demektir. Yani onlar iyice düşünerek ve planlı bir şekilde davranarak açıkça İslam'a girmemişler ve aynı zamanda açıkça küfür yolunu da tutmamışlardır.
Şu halde onlar inanmışlardı. Ama sonra küfre dönmeyi tercih etmişlerdi. Anlayışlı, yaşayan ve zevk sahibi olan bir gönül inandıktan sonra nasıl dönüp küfre dalabilir? Kimdir ki o; imanı tanıyıp onun zevkine erdikten, imanın verdiği varlık düşüncesini gördükten, imanlı yaşamanın tadını tattıktan, tertemiz iman havasında nefes alıp verdikten, iman nurunun aydınlığında hayat sürdükten, iman gölgesinde dinlendikten sonra… Kalkar da küfrün o katı ve öldürücü havasına, o pis ve engebeli yoluna dönebilir? Kim yapar bunu? İnatçı, haset ve kalbi katılaşmış olandan başka? İkisi arasındaki farkı anlamayan, hissedip bilmeyen katı yüreklilerin dışında?
İşte bunun üzerine kalpleri mühürlenmiştir de artık hiç anlamazlar. Allah onlara sadık bir müslüman, şerefli bir insan olmayı nasip etmemiştir. Onlarda da hakikati kavrama yeteneği kalmayıp, ahlâki duyguları tamamen silinmiştir. Çünkü böyle bir yolda yürüdükleri, yani gece ve gündüz sözleri ve davranışları arasında çelişkilerle yaşadıkları için, bu değerlerden mahrum olmuşlar ve bu zilleti kendileri tercih etmişlerdir.
Bu ayet, Allah'ın kalpleri mühürleme hususunda indirdiği birçok ayetten birisidir. Onlar mecburen münafık olmuş da değildir. Gerçekte, onlar mümin olduklarını söylemelerine rağmen, küfür yolunda ısrar etmiş ve bu yüzden de Allah'ın kalplerini mühürlemiş olduğu kimselerdendir. Çünkü onlar kendileri için münafıklığı tercih etmiş ve Allah da onlara bu ahlâki rezilliği nasip etmiştir.
Allah'ın yarattığı psikolojik yasalar dolayısıyla küfür, kibir ve nifak, kalbin mühürlenmesine neden olur. İnsan inkâr ettikçe kalbi katılaşır, hiçbir şeye inanmaz olur. Allah, hakikati kabul etmek istek ve niyeti gösterenin kalbini mühürlemez. Ancak kafirlerin, zorbaların kalplerini mühürler. Anlamak istemeye istemeye anlayışsızlık onların huyu, doğal durumu haline gelir. Gönül, alıştığı huylardan başkasına istek göstermez. O insan vurdum duymaz olur. Allah o kimseleri kendi nefislerine, batıl arzularına terk eder. İşte Allah'ın, kalpleri mühürlemesi, bu psikolojik durumu anlatmaktadır. [44]
98- Münafıklar-Birbirine Dayandırılmış Keresteler Gibi Olanlar
"Sen o münafıkları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider, söylerlerse, dediklerine kulak verirsin. Sanki onlar giydirilip dayatılmış kof kütük gibidirler. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakın. Allah kahretsin onları!.. Hakdan nasıl çevriliyorlar?" (Münâfıkûn, 63/4)
Bu âyette münâfakların dış görünüşleri, süslü püslü, boylu boslu olmaları, konuşmalarının yerinde olduğu bildirilir.. Yâni dıştan onları manzaralarıyla herkes beğenir; fakat içlerinde îman, fikir, şahsiyet, karakter ve cesaret yoktur. Korkaktırlar, her çığlığı kendi aleyhlerine zannedecek kadar ürkektirler. Allah Teâlâ onları bu halleriyle, giydirilip duvara dayatılmış kerestelere benzetmiştir. Öyle ruhsuzdurlar[45] onlar![46]
Verdiğimiz ayet, bir önceki konumuzu içeren ayetin hem devamı, hem de tamamlayıcısı olup yine münafıkların belirgin özelliklerini yansıtmaktadır. Ayetin tesbitine göre, münafıklar dıştan bakınca öncelikle diğer insanları imrendirecek bir şekilde giyimleri, kuşamları, şıklıkları, irilikleri, güzellikleri ve bedensel düzgünlükleri ile dikkat çekerler. Konuştukları zaman ise sözlerinin akıcılığı, tatlılığı ve konuşma sanatına olan merak ve yatkınlıkları dolayısıyla güzel konuşurlar ve içinde bulundukları toplulukta ilgiyle dinlenirler.
Gerçekten de İbn Abbas'ın açıklamasına göre, Abdullah İbn Ubey yakışıklı, sıhhatli, çekici, konuşkan bir kimseydi. Onun Medine'nin ileri gelenlerinden olan arkadaşları da kendisi gibiydi. Hz. Peygamber meclise geldiğinde sırtları yastıklara dayanmış bir şekilde iddialı iddialı lâflar ederlerdi. Öyle ki onların bu halini gören bir kimse, bu muteber kişilerin, şehrin en alçak karakterli kimseleri olduklarını tahmin edemezdi. Ya Resulullah diye söze başladıkça Hz. Peygamber de sözlerini dinlerdi. Onlar ise kendilerine söz söylediği zaman resmi bir tavırla ve dıştan ağır başlı bir vaziyette dinler gibi sessizce dururlar, ancak kulaklarına söz girmezdi.
Yani duvar yastıklarına yaslanarak oturan bu kimseler, tıpkı "duvara dayatılmış keresteler" gibidirler. Bu ifade, onların ahlâki duygularını yansıtmak ve insani bir öze sahip olamadıklarını vurgulamak için kullanılmıştır. Başka bir ifade ile münafıklar oturdukları yere dayanmış ahşap keresteler gibi dışları, endamları düzgün, hareketsizce kurulup otururlar. Ancak içleri bilgi ve şuurdan, yetişme ve gelişme kabiliyetinden mahrum, sağlamlık ve dayanıklılıktan uzak, boş ve kurudur. Onlar odun gibi anlayışsız veya çürümüş odun gibi içi bozuk insanlardır.
Yine münafıklar "her çağrıyı kendi aleyinde sanırlar." Bu kısacık cümlede, onların suçlu vicdanlarının tasviri yapılmıştır. Çünkü onlar her an kalplerinde, nifaklarının ve iman iddialarının yalan olduğunun anlaşılması korkusunu taşıyorlardı. Dolayısı ile her an bu sırlarının açığa çıkmasından ya da müslümanların kendilerinin bu davranışlardan ötürü bir gün sabırlarının taşıp hesap sorabileceklerinden korkuyorlardı. Bu yüzden şehirde küçük bir gürültü bile olsa, hesap vaktinin gelişini mi haber veriyor diye ürküp duruyorlardı. Her hareketten korkuyor, endişe ediyorlar. Her sesi ve tıkırtıyı kendi aleyhlerine sanıyorlar. Kendilerini araştırdıklarını ve durumlarının herkes tarafından bilindiğini zannederek ürperiyorlar.
Ayet bu haliyle münafıkların müslümanlarm düşmanı olduğunu hatta onların, açıkça düşmanlık yapanlardan daha tehlikeli olduğunu haber veriyor ve inananlara şu uyarıyı yapıyor: "Onların görünüşlerine aldanmayın, sizi aldatabilme ya da size zarar verebilme ihtimaline karşı her an dikkatli olun. Gerçek düşmandır onlar. Safların içine saklanmış, ordunun içine gizlenmiş olan düşman. Öyleyse sakının onlardan. Allah canlarını alsın, kahretsin onları."
Bu bir beddua değildir. Bu, Allah'ın, onları cezayı haketmiş olduklarına dair, haklarındaki kanaatini açıklamasıdır sadece. Yani onlar cezalandırılmaktan kurtulamayacaklardır. Başka bir anlam da şu şekilde verilebilir; Yani Allah ifadeyi lugât manası ile değil, ıstılahi manası ile kullanmış olabilir. Bu takdirde anlam, "Allah onları kahretsin" şeklinde olur. Böylelikle Allah onların ihanetlerinin şiddetini vurgulamış olmaktadır, beddua etmiş değil. [47]
99- Tevbe-i Nasuh İle Tevbe Edenler
"Ey iman edenler! Etkili öğüt veren, bir tevbe (nasuh) ile Allah'a yönelin. Umulur ki Rabbiniz çirkinliklerinizi ve günahlarınızı örter ve sizi altından ırmaklar akan cennetlere yerleştirir. O gün Allah, peygamberi ve onunla birlikte inananları utandırmayacaktır. Onların nurları, önlerinde ve sağ yanlarında koşup-parıldar. Şöyle derler: "Ey Rabbimiz! Nurumuzu tamamla ve bizi bağışla! Sen her şeye Kadimsin, herşeye gücün yeter." (Tahrim: 66/8)
Nasuh: Nush kökünden gelen bir abartma kipidir ve çok öğüt veren demektir. Tevbe, çok öğüt verici olarak nitelendirilmiştir. Yani, sahibine, günahı bırakmasını öğütleyen, onu günahtan kurtaran sadık bir tevbe ile tevbe ediniz, Allah'a dönünüz demektir. Bir tefsire göre de nasuh, elbiseyi dikmek anlamına gelir. Burada yırtılan dini buyrukları diken, ruh elbisesinde açılan yırtıkları onaran bir tevbe ile tevbe ediniz demektir.[48]
Bu bakımdan, "nasuh bir tevbe" dendiğinde lügat anlamı olarak kendisinde riya ve nifaktan bir-şey bulundurmayan bir tevbe anlaşılır. Yahut günahlardan tevbe edip, insanın kendi nefsini kötü bir sondan kurtarması veya kişinin işlediği bir günahtan tevbe edip, düzelmiş olarak dinindeki bir açığı kapatması ya da başkalarına örnek ve onların kurtuluşlarına vesile olacak derecede tevbe ederek, hayatını düzene koyması da anlaşılabilir. Tüm bunlar ifadenin lügat karşılıklarıdır.
Istilahi anlamı ise hadisler vasıtasıyla elde edilmektedir. Örneğin İbn Ebi Hatim'in Zirr bin Hubeyş'ten naklettiğine göre, o şöyle demiştir:
Ben Ubey bin Kab'e "tevbeten nasuha"nın anlamını sorduğumda, O bana şu şekilde cevap verdi:
"Bu soruyu ben de Rasulullah'a sordum ve O bana:
"Bir günah işlediğinde, günahından pişmanlık duyup, Allah'tan af dilemen ve bir daha o günahı işlememendir" dedi.
Aynı anlamda bir söz İbn Mesud, Hz. Ömer, İbn Abbas'tan nakledilmiştir. Başka bir rivayette Hz. Ömer nasuh tevbesini şöyle tarif etmiştir: "Kişinin bir günahını tekrar işlemekten sakınması ve bir daha böyle bir günahı aklına bile getirmemesidir."[49]
Hz. Ali, bir defasında bir bedevinin tevbe ve istiğfar kelimelerini aceleyle tekrarladığını görür ve
"Bu sahte bir tevbedir" der. Bedevi
"O halde sahih tevbe nasıl olur?" diye sorduğunda, Hz. Ali şöyle cevap verir:
"Tevbenin sahih olabilmesi için 6 şart gereklidir:
1) Yaptığına pişman olman,
2) Gaflet ettiğin farzları yerine getirmen,
3) Gasbettiğin hakkı geri vermen,
4) Eziyet ettiğin kimseden özür dilemen,
5) İşlediğin günahı tekrarlamamaya azmetmen,
6) Nefsini Allah'a itaatle eğitip, günah işlerken zevk aldığın gibi, Allah'a itaat ederken de sıkıntı çekmen."[50]
Tevbe ile ilgili bazı özellikleri şöyle verebiliriz. Birincisi, tevbe, kişinin Allah'a yaptığı itaatsizlikten pişman olmasıdır. Yoksa bir günahtan uzak durabilmek için, kişinin kendi kendine söz vermesi, yahut sıhhat, kötü şöhret ve mal kaybı gibi nedenler dolayısıyla alkol kullanmaktan vazgeçmek tevbe tanımına girmez.
İkincisi, Allah'a itaatsizlik yaptığını hisseden kimse, hemen oyalanmadan tevbe edip, günahını telafi yoluna gitmelidir.
Üçüncüsü, tevbe ettikten sonra günah işleyen kimse, tekrar tekrar tevbe edip günah işlememelidir. Bu şekilde davranan bir kimsenin bu davranışı, onun tevbesinin sahte olduğuna bir delildir. Çünkü tevbenin asıl ruhu, insanın işlediği günah sonrasında pişman olmasıdır. Fakat sürekli aynı günahı işleyen kimse, gerçekte pişman olmamış demektir.
Dördüncüsü, samimiyetle tevbe edip, bir daha o günahı işlememeye azmeden kimse, yine de beşeri zaaf dolayısıyla aynı günahı işlediğinde, tevbe ettiği günah tazelenmiş olmaz. Bu nedenle o kimsenin sonra işlediği günahından tevbe edip, bu günahı tekrarlamayacağına daha bir kuvvetle azmetmelidir.
Beşinci, kişinin, işlediği günahı her hatırlayışında tevbe etmesi gerekmez. Ancak o kişinin nefsi, daha önce işlediği günahtan halâ haz alıyorsa, o takdirde tekrar tekrar tevbe yapmalıdır. Ta ki o günahını hatırladığında pişmanlık duyana kadar... Bu bakımdan gerçekten Allah korkusuyla, işlediği günahtan tevbe eden kimse, artık o günahından haz almaz. Çünkü o Allah'a itaatsizlik yapmıştır. Ve buna rağmen işlediği günahtan haz almaya devam ediyorsa, bu onun kalbinde, Allah korkusunun henüz kök salmadığının işaretidir.
Verdiğimiz ayetin lâfzı iyice düşünüldüğünde, "tevbe ederseniz, sizi muhakkak affedeceğim ve cennete koyacağım" denilmediği farkedilecektir. Sadece "samimiyetle tevbe ederseniz ola ki Allah sizi affeder ve cennetine koyar" şeklinde ümit verilmektedir. Bunun anlamı şudur:
Günah işleyen bir kimseye ceza verilmeyip, onu affettikten sonra Allah'ın cennete sokması vacip değildir. Ancak onun günahını affedip, onu mükafatlandırmak Allah'ın bir lütfü olur. Dolayısıyla bir kul Allah'tan mağfiret ümit etmeli ama tevbe ettikten sonra affedilirim diye günah işlememelidir.
Verdiğimiz ayette yer alan "o gün Allah, peygamberi ve onunla birlik inananları utandırmayacaktır" ifadesi şu anlama gelebilir: "Bir müminin yaptığı iyi ameller ve onların mükafatı yok olmaz. Yani kafir ve münafıklar, müminler hakkında "inandılar da ne oldu?" diyebilme fırsatını asla elde edemeyeceklerdir. Sonuçta zelil ve rezil olanlar Allah'a isyan edenlerdir, itaat edenler değildir. "Şüphesiz ki Allah'ın, müminleri peygamberine bağlayarak, herkesin perişan olduğu o günde şerefli bir saf halinde göstermesi gerçekten son derece büyük bir ikram ve insanı imrendirici bir lütufdur.
Yine ayette, müminlerin önlerindeki nurun, haşr meydanından cennete kadar beraberlerinde geleceği anlaşılmaktadır. Haşr meydanında cehennem ehli karanlıklar içerisinde çırpınıp dururlarken, müminler bu nur ile yollarında yürüyeceklerdir. Herkesin karanlıklar içerisinde ahu figan eylediği böylesine nazik bir atmosferde, müminler de kendi işledikleri günah ve hataları düşünüp, "sakın biz de bu nurdan mahrum olup, o bedbahtların haline düşmeyelim!" diye bu nurun kendilerine yetip yetmeyeceği endişesi içerisinde olacaklar ve şöyle dua edeceklerdir :"Rabbimiz nurumuzu tamamla, bize mağfiret et, bu nur bize cennete kadar yetsin"
Dillerin tutulduğu, kalplerin durduğu bu sıkıntı dolu günde böyle bir dua onun kabul olunduğunun ifadesinden başka bir şey değildir. Çünkü; "Allah (c.c.), mümin kullarına böyle bir duayı ilham ederse ilahi kader onun muhakkak kabul olacağını gösterir." Çünkü bu hallerde dua bir nimettir ve bu Allah'ın ihsan ettiği aydınlık ve diğer ikramlara ilave bir nimettir. [51]
100- İki İmansız, İki İmanlı Kadın
"Allah inkâr edenlere, Nuh'un karısı ile Lût'un karısını misal verir: Bu ikisi, kullarımızdan iki salih kulun (nikahı) altında idiler, onlara hıyanet ettiler (inkârlarını gizlemişlerdi.), kocaları, Allah'dan gelen azabı onlardan savamamışlardı. O iki kadına "Haydi girenlerle beraber siz de ateşe girin." denildi, Allah, inananlara da Firavn'ın karısını misal gösterir: O, "Rabbim, katından bana cennette bir ev yap, beni Firavn'dan ve onun (kötü) işinden kurtar. Ve beni şu zâlim toplumdan kurtar," demişti. (Yine Allah, inananlara), İmran'ın kızı Meryem'i de (misal verir). O, namusunu (kale gibi) korumuştu. Ona ruhumuzdan üfledik. O, Rabbinin sözlerini ve kitablarım tasdik etti ve gönülden itaat edenlerden oldu." (Tahrîm, 66/10-12).
Birinci meselde Nûh ve Lût (as)ın hanımlarını Yüce Allah, en yakınları olduğu halde, o peygamberlere dinlerinde hiyanet ettikleri için, inkarcılara örnek olarak göstermiştir. Yani onlar, imansız oldukları için, en yakınları oldukları halde, bu iki mübarek peygamber onları kurtaramamışlardır.[52] Nûh{as)ın karısı, imansızlara, kocasının mecnûn olduğunu söylerdi. Lût (as)ın karısı da, kocası bir erkek misafir alınca, imansız kavmine onu haber verirdi[53], îşte bunların âleme ibretlik mesel olan halleri, bu boyutta olduğu için, onlara "Haydi girenlerle beraber siz de ateşe girin." denildi. Bütün kâfirler için böylece kötü bir örnek oldular.[54]
İkinci temsilde de Allah Teâlâ, inananlara, Firavn'ın karısı Âsiye'yi[55] ve İmran kızı Meryem'i örnek vermiştir. Mü'minler eğer sağlam bir imana sahib olurlarsa, kâfirlerle ne kadar içice olsalar bile, bu onlara bir zarar vermez ve sevablarından birşey eksiltmez. Allah'a yakınlıklarına mani olmaz. Âsiye, Allah düşmanlarının en ileri geleninin karısı olduğu halde, mü'minlere örnek bir kadın olarak Kur'ân'da bir mesel olmuştur. Hz. Meryem'in ise, zaten dünyada ve ahirette, kadınlar içinde seçkin bir yeri vardı.[56] Bunda Hz. Peygamberimiz'in pâk zevcelerine de bir ta'rîz olabilir. Bu, Hz. Peygambere güvenmeyin, iyi amellerle Allah'ın rızasını kazanmaya bakın, demektir.[57]
101- Mü'min ve Kâfirin Gidişi-Yüzükoyun Sürünenler
"Şimdi yüzüstü kapanarak sürünen mi doğru gider, yoksa dosdoğru yol üzerinde düpedüz (ayakta) yürüyen mi?" (Mülk, 67/22).
Bu âyet de yüzüstü sürünen kâfirin temsilidir. Ayakta, dümdüz yolda yürüyen de mü'minin meselidir.[58] Kâfirler bu dünyada nasıl, hakikate böyle ters iseler, rivayete göre, ahirette de Allah Teâlâ onları yüzleri üstü haşredecektir.[59] Bu mesele Allah onların manevî tersliklerini, müşahhas olarak anlatmıştır. Bu iki grubun mukayesesi En'am, 6/81. âyet-i kerimesinde de vardır.
"(...) Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki gurubdan hangisi: (mü'minler mi, müşrikler mi) güvende olmaya daha lâyıktır?"[60]
Ayette mümin ile kafir arasındaki farkı ortaya koymada çarpıcı bir benzetme yapılmıştır. Hayvanlar, insanlardan yana fayda sağlasınlar diye yaratılmış ve onların buyruğuna verilmiştir, insanoğlu en şerefli canlı olarak yeryüzünde Allah'ın halifesi olarak bulunuyor; o bakımdan da iki ayak üzeri dimdik durabilme nimetine erdirilmiştir. Hayvanlar ise, insanların istifadesine verildiği için çoğu yüzükoyun iki veya dört ayaklı, ya da sürüngen olarak yaratılmışlardır. İnsanla hayvan arasındaki bu açık fark ne ise, inkarcıyla mümin arasındaki fark odur. Birinin kalbi eğiktir, diğerinin kalbi doğru ve düzenlidir.
Bu gerçeği Araf: 7/179 ayet daha açık bir ifadeyle vurgulamaktadır:
"Yemin olsun ki biz, insanlardan ve cinlerden bir çoğunu cehennem için yarattık. Kalpleri var bunların, onlarla anlamazlar, gözleri var bunların, onlarla görmezler; kulakları var bunların, onlarla işitmezler. Hayvanlar gibidir bunlar. Belki daha da şaşkın. Gafillerin ta kendileridir bunlar." (Araf: 7/179)
Yüzükoyun sürünen ya doğrudan doğruya ayaklarıyla değil de hedefe varmak için yüzüstü sürünerek giden kimsedir. Yahut ta yolda yürürken ayağı kayıp yüzü koyun düşen sonra yeniden ayağa kalkıp tekrar aynı şekilde düşen kimsedir. Her iki hal de zor, acı ve sıkıntı dolu haldir. Kişiyi doğru bir yola ve iyi bir sonuca ulaştırmaz. Hiç böyle yürüyenle, sağa sola sapmadan, ayağı kaymadan dosdoğru yolunda yürüyen, hedefi belirli, gideceği nokta kesin olan kimse bir olur mu?
Birincilerin durumu Allah'ın yolundan sapan, Allah'ın kanunlarıyla çatışan, doğru yoldan mahrum insanların halidir. Onlar yürürken tabii/fıtri kanunlara karşı çıkarlar. Kainat kanunlarının (sünnetullah) dışında bir yol takip etmek isterler. Bunun için de sürekli bir çatışma, devamlı bir kayma ve ebedi bir yorgunluk içerisinde sapıtıp kalırlar.
İkincilerin durumu ise, kendisini Allah'ın yoluna veren ve Allah'ın hidayetiyle yol alan mesut kimselerin halidir. Onlar düzgün ve mamur yollarda ilahi kanunlar uyarınca hareket ederler. Bu yol iman kafilesinin hamd ve sena ile yürüdüğü yoldur. Yine bu yol, bütün canlı ve cansız yaratılmış tüm varlıkların takip ettiği yoldur.
Şurası muhakkak ki iman hayatı, doğruluk, dürüstlük ve kolaylık yoludur. Küfür hayatı ise zorluk, sapıklık ve düşkünlük yoludur.
Ayetin sonunda yeralan "hangi yolun daha doğru olduğu?" konusundaki soru ise cevap vermeyi gerektirecek bir kapalılıktan kaynaklanmamaktadır. Buradaki soru, sadece gerçeğin bir kez daha açıklanması ve cevaplandırılması içindir. Soru ve cevap zaten satırlarda ardarda yer almaktadır. Gaye, bu hareketli tablonun gözler önünde yeniden canlandırılmasıdır. İşte bu aynı zamanda Kur'an'ın ifadeleri tasvir etmekte kullandığı bir metottur. [61]
Burnu Üzerine Damga Basılanlar
"Biz, yakında onun burnu üzerine damga basacağız." (Kalem: 68/16)
Verdiğimiz bu ayeti, kendinden önceki ayetlerle bağlantılı olarak değerlendirdiğimizde "burunlarına damga basılan" insanların kimler olduğunu daha açık bir şekilde görmekteyiz. Bu insanlar; yalan söyleyen, yağcılık yapan, yemin edip duran, insanları kötüleyen, söz getirip götüren, hayra engel olan, saldırgan, mal ve evlat çokluğu ile övünen ve daha da, ilerisi Allah'ın ayetlerine "eskilerin masalları" diyenlerdir. Hatta Kalem: 68/10’da Cenab-ı Hakk, Allah Resulünü bu aşağılık insanlara itaat etmeme konusunda uyarmaktadır.
İşte bu insanların yakında Allah, burunlarının üstünü ateşle damgalayıp işaretleyeceğini; yani kibirlerini kırıp şişmiş burunlarını yere sürteceğini haber vermektedir.
Ayette geçen "hortum" kelimesi kibirli insanın burnundan kinayedir. Bu burun üzerine konulan işaret de Bedir günü kılıçla vurmak, yahut kıyamet günü ateşle dağlayıp o kişinin azaplık olduğunu belirlemektir.[62]
"Burnu büyümek", "burun şişirmek" kibir ve gurur fiiline işarettir. Sonra hortum fil ve domuz burunlarında kullanıldığı ve yüze, burna damga vurmak en çirkin şeyler olduğu için, bu sözde onu büyük bir şekilde aşağılama manası vardır. Onun için Hz. Peygamber, hayvanların bile yüzlerinden damgalanmasını yasaklamış ve bunu yapana lanet etmiştir.[63] Yüzde burun ise en önde olduğu için en göze batan, ilk sakınılması gereken, şeref ve onur işareti sayılan ve ondan dolayı en muhterem secde yeri olan bir uzuvdur.
Kısacası hortumunu (burnunu) dağlamak, damgalamak, bizim kullandığımız "burnunu kırmak" deyiminde olduğu gibi gerek maddi olsun, gerek manevi, gerek dünya ile ilgili olsun, gerekse ahiretle ilgili son derece aşağılama manasınadır.
Ayette geçen ifadenin "tekil zamir" olması, müfessirleri bu şekilde nitelenen kişinin Velid ibn Muğire olduğu konusunda birleştirmiştir. Fakat müşriklerin genel karakterini çizen bu ayetlerden sadece bir kişi değil, genellikle Hz. Muhammed'in peygamberliğine karşı çıkan tüm lider takımı anlaşılmalıdır. [64]
Fakire Vermeyen Bahçe Sahipleri
"Biz bunlara da belâ verdik, şu bahçe sahiblerine belâ verdiğimiz gibi: Hani onlar, sabah olunca (kimse görmeden onu mutlaka devşireceklerine yemin etmişlerdi, istisna da etmiyorlardı (înşaallah bile demiyorlardı). Fakat onlar uyurlarken, hemen gönderilen dolaşıcı bir belâ onu sardı da, bahçe simsiyah kesiliverdi. Sabahleyin erken: "Ürünlerinizi devşirecekseniz erken çıkın" diye, birbirlerine seslendiler. "Bugün orada hiçbir düşkün kimse yanımıza sokulmasın" diye gizli gizli konuşarak yürüyorlardı. Yoksullara yardım etmeye güçleri yeterken, böyle konuşarak erkenden gittiler. Fakat bahçeyi görünce, "Herhalde yolu şaşırdık. Hayır, doğrusu biz mahrum bırakıldık." dediler. Orta (yolda giden) iyileri, "Ben size demedim mi? Rabbinizi, tesbih etmeniz gerekmez miydi." dedi. "Rabbimizi tesbîh ederiz, doğrusu biz yazık etmişiz." dediler ve (şimdi) dönüp birbirlerini kınamaya başladılar: "Yazık bize, dediler, biz azgınlarmışız. Belki Rabbimiz bize bundan daha İyisini verir; doğrusu artık Rabbimizden diliyoruz". İşte azab böyledir. Ahiret azabı ise, elbette daha büyüktür; keşke bilseler." (Kalem, 68/17-33).
Bu âyetlerde mesel olan kıssa, Yemen'de San'a yakınlarındaki Savran denilen yerde geçer. Orada sâlih bir adamın güzel bir bağı vardı. Ona iyi bakar, ondan Allah hakkını fakirlere verirdi. Derken vefat etti, bağ çocuklarına kaldı. Onlar, insanlara, bağın ürününden onların hakkı olanı vermediler. Neticesi işte yukarıdaki âyetlerde anlatıldığı gibi oldu. Onlar da, dillere destan, âleme ibretlik. bir mesel olarak, başlarına gelen bu olayla, Kur'ân'da yerlerini aldılar. Araplar bu kıssayı bilirlerdi, onun için Allah Teâlâ, Kur'ân'da bu olayı hatırlatmaktadır.[65]
Allah Resulünü Gözleri İle Yıkmak İsteyenler
"O küfretmekte olanlar, zikri/ Kur'an'ı işittikleri zaman, seni neredeyse gözleriyle yıkıp-devireceklerdi. "O gerçekten bir delidir" diyorlar. Oysaki o zikir/ Kur'an, alemler için bir öğütten başka şey değildir." (Kalem: 68/51-52)
Verdiğimiz ayetlerde müşriklerin, Hz. Muhammed'e karşı duydukları kıskançlık ve düşmanlık tasvir edilmektedir. Onlar, Peygamberin Kur'an okuduğunu duydukça adeta gözleriyle onu yerinden kaydıracak, yiyecek, helak edecek veya etkileyecek, nazar değdirecek gibi bakıyorlar ve O'na "mecnun" diyorlardı.
Mecnun; cinlenmiş demektir. Araplar şairlerin, sihirbazların ve kahinlerin cinlerden ilham aldıklarına, herhangi bir dnnin etkisine girip onun telkin ettiği sözleri söylediklerine inanırlardı. Hz. Muhammed'in de şair, kahin veya sahir (sihir yapan) gibi cinnin etkisi altına girdiğini, söylediği sözlerin ona, cin tarafından telkin edildiğini sanıyorlar ve bu yüzden ona şair, kahin, sahir veya mecnun diyorlardı ki, bunların hepsi cinle ilişki kuran, cinnin etkisinde hareket eden kimseler olarak kabul edilirdi.
Bu nedenle Allah, Kur'an'ın bir cin telkini olmayıp kendi vahyi olduğunu belirtmek için "O, alemler için bir öğütten başka bir şey değildir" buyurmuştur. Çünkü cin telkinleri saçma sapan bir takım kafiyelerden dizilmiş tutarsız sözlerdir. Onlarda hikmet ve öğüt yoktur. Oysa bu Kur’an yapmacık sözlerden uzak, baştan başa hikmet ve öğütle doludur ve kendisini dinleyenlere şan ve şereftir.
Ayette yeralan "alemler" tabiriyle bütün Arap kabileleri kasdedilmiş olabileceği gibi bütün insanlık da kasdedilmiş olabilir. Kur'an'ın daha sonra inmiş ayetleri de göz önünde bulundurulunca, birinci mananın daha güçlü olduğu anlaşılır. Ama yine de bu tabir için de Risalet-i Muhammediyye'nin evrenselliğine işaret vardır.
Bu ayet indiği zaman İslam davası henüz Mekke devrini yaşıyordu. Bunca inkârla karşı karşıyaydı. İslam’ın peygamberi bu zehirli bakışlara maruz kalıyordu. Müşrikler onunla savaşmak için ellerinden geleni geri koymuyorlardı. İşte o ilk anlarda, bu sıkıntı hisarları arasında İslam evrenselliğini ilan ediyor. Günümüzde bir takım iftiracıların iddia ettiği gibi İslam'ın evrensellik sıfatı sonradan Medine'de zafer kazanınca ortaya çıkmış olan bir sıfat değildi. Tam aksine Mekke devrinin daha ilk günlerinde bu sıfat ortaya konmuştu. Çünkü doğuşundan beri özünde var olan bir gerçekti bu.
"Gözleriyle seni yıkacaklar" ifadesine Kelbi, "seni, risaletini tebliğ görevinden çevireceklerdi", Hasan Basri: "Neredeyse seni gözleriyle öldüreceklerdi", İbn Kuteybe: "Allah, gözü değen kimsenin, beğendiği şeye gözünün değmesi gibi onlar da sana göz değdireceklerdi manasını kasdetmemiştir. Sen Kur'an okuduğun zaman onlar sana öyle bir düşmanlık ve öfke ile bakıyorlardı ki neredeyse seni devireceklerdi" manasını vermişlerdir.
Özetlemek gerekirse, ayetler gösteriyor ki nazar denen, gözün negatif-manyetik etkileri vardır ve bu etkiler sadece maddesel değerler söz konusu olduğunda değil, ruhsal değerler söz konusu olduğunda da kıskanılan kişileri rahatsız eder. Peygamber Efendimiz de olayı böyle değerlendirmiş ve anılan iki ayetin nazar tahribine karşı Kur'ansal bir koruyucu olduğunu hem sözleriyle hem de davranışlarıyla bize göstermiştir. [66]
Boyunlarını Uzatarak Kaçanlar
"Şimdi küfretmekte olanlara ne oluyor ki, boyunlarını sana uzatıp koşuyorlar. Sağdan ve soldan halka halka olarak." (Mearic: 70/36-37).
Verdiğimiz ayetlerde nankörlerin, Hz. Muhammed'e doğru koşup gelmeleri, onun yanında grup grup oturup, ondan duyduklarını hayretle karşılayarak birbirleriyle konuşmaları kınanıyor. Bunlar samimi olsalardı, gelip bir arada topluca oturur, Kur'an'ı edeple dinlerlerdi. Ama hem geliyorlar, hem de kendi aralarında grup grup oturup konuşuyorlar. Hz. Peygamber (s.a.v.) insanları Hakk'a davet için Kur'an okurken onlar kendi aralarında konuşup meclisin sükunet ve huzurunu bozuyorlar. Onlar bu halleriyle cennete gireceklerini mi umuyorlar? Hayır, Allah'ın elçisine ve sözüne karşı saygısız davrananlar cennete giremezler. Bugün Peygamber'e alaylı gözlerle bakanlar, yarın ahirette utançlarından yüzlerini kaldırıp karşıya bakamazlar, gözleri önlerine düşer.
Müşrikler, Hz. Peygamberin çevresinde grup grup oturur onu dinler, fakat ciddiyetle dinlemez, söyledikleriyle alay ederlerdi. Ve birbirlerine: "Muhammed'in dediği gibi eğer şunlar cennete girerse biz onlardan önce cennete gireriz" derlerdi. İşte ayetlerde onların bu davranışı kınanmaktadır.
Ayetin metninde geçen "muhtıi'ne" kelimesi hızlı adımlarla koşan ve sürükleniyormuşcasma boynunu uzatan kimse demektir, "i'zine" kelimesi ise halkalanmak demektir. Böylece ayetin ifadesinde küfredenlerin şüpheli hareketleriyle gizliden gizliye alay edilmekte ve taşıdıkları ruh hali canlandırılmaktadır. Onlar Hz. Peygamber'i dinleyip doğru yolu bulmak için hızlı adımlarla koşmuyorlar. Fakat dehşetle onu görür görmez aleyhinde hile ve oyunlar hazırlamak üzere halkalanıp konuşuyorlar.
Kur'an böyle bir davranış içerisinde bulunanlara Mearic: 70/38'de şöyle seslenmektedir:
"Yoksa onlar küfrettikleri, peygambere işkence yaptıkları, Kur'an'ı dinledikleri, hile yapmak için toplandıkları halde Allah katında büyük yerleri olduğunu mu sanıyorlar? Ve bu yerlerinin ağırlığından dolayı Allah'ın ölçüsünde de bir ağırlıkları bulunup Naim Cenneti'ne girdirileceklerini mi zannediyorlar?" (Mearic: 70/38)
Bu sorunun cevabını yine Kur'an'ın kendisi tek kelime ile cevaplıyor: "Hayır".. (Mearic: 70/39) [67]
Dikilmiş Putlara Doğru Akın Akın Koşanlar
"O gün kabirlerinden fırlayarak çıkarlar. Dikilmiş putlara doğru akın akın gider gibidirler. Gözleri yere eğik; bir zillet kuşatmıştır onları. İşte bu gündür onlara vaat edilmiş olan." (Mearic: 70//43-44)
Verdiğimiz ayetler kıyamet gününde müşriklerin karşılaşacakları durumu ortaya koymaktadır. Kıyamet gününde onlar hızla kabirlerinden çıkar, dikilmiş putlara koşarcasına koşarlar. Çünkü onlar dünyada putlarına nasıl koşuyor idiyseler, ahirette de hesap yerine öyle koşarlar. Fakat orada gözleri öne düşüktür, dünyadaki gibi kibirleri kalmamıştır. Utanç ve korkularından şimdi artık yukarıya değil, önlerine bakarlar. Yüzlerini alçaklık bürümüş, kendilerini üzüntü kaplamıştır. İşte onlara haber verilen kıyamet günü, böyle bir gündür.
"Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz" sözü artık tecelli etmiştir. Ayette geçen "nusb" kelimesi Allah'ın yerine ve yanına konulan yedek ilahları sembolize eden dikili taşlar ve putlardır. Müşrikler dünyada iken bu putları selamlamak, önlerinde saygı duruşu yapmak, çelenk koymak ve hatta şeref defterlerini imzalamak için birbirleriyle yarış edercesine nasıl acele koşuyorlarsa, hesap yerine çağrıldıkları zaman da aynı şekilde hızlı hızlı kabirlerinden kalkarlar.
Ayetin ifadesinde kullanılan bu benzetme sanki müşriklerin gururlanıp böbürlenmelerine karşı gizli bir alay içermekte, şüphe duydukları, yalanladıkları ve çabucak gelmesini istedikleri günde karşılaşacakları kaçınılmaz sonu kendilerine hatırlatmaktadır. Ama iş işten geçmiş "vadolunan gün" gelmiştir. Özetle söylemek gerekirse; "yaşadıkları günle bugün arasında çok büyük farklar vardır." [68]
Cehennem Odunları
"Nihayet bizden Allah'a teslim olanlar da var, haksızlığa sapıp çizgiden çıkanlar da var. Allah'a teslim olanlar, işte onlar doğruyu ve hayrı aramışlardır. Haksızlığa sapanlar ise cehenneme odun olmuşlardır." (Cin: 72/14-15)
Kur'an'ın 72. suresi olan "Cin Suresi", 1. ayetinden 15. ayetine kadar bir grup cinnin Kur'an'ı Kerim'i dinledikten sonra nasıl iman ettiklerini ve bu doğrultuda çok olumlu görüş ortaya koyan sözlerini içermektedir. Bu sözlerden bazıları da yukarıda verdiğimiz ayetleri oluşturmaktadır.
Bu ayetlerde cinler; kendilerinin içinde de müslümanlar ve haktan sapanlar bulunduğunu, müslüman olanların doğru yolu arayıp bulduklarını, yoldan sapanların ise cehenneme odun olduklarını itiraf etmişlerdir.
Cinn: Cins ismi olup, tekili cinnidir. Gözle görülmeyen birtakım varlıklara "cinn" denir. Bu kelimenin kökünde gizlilik anlamı vardır. "Cenne", örttü, gizledi; "cunneh", kalkan yani sahibini örtüp koruyan siper; "Cenin" ana rahmindeki çocuk, "cenan" bedendeki kalb; "Cennet" ağaçların zeminini örttüğü bahçe; "Cünun" aklı örten hastalık demektir. İnsanın karşılığı olarak gözden gizli birtakım varlıklara "cinn" denir ki bu genel anlamda bütün ruhsal varlıklar: melekler, şeytanlar bu tabirin içine girer. Bir başka tanıma göre cinn, ruhsal varlıkların hepsi değil, bir kısmıdır.
Cinler latif varlıklardır. Âteşten yaratılan ve insanlar gibi sorumlu olan cinlerin de müslümanı, kafiri, iyisi ve kötüsü vardır.[69] Onlar da bu dünyada yaptıkları işlere göre hesaba çekilecek, ahirette cennete veya cehenneme gireceklerdir.[70]
Şimdi, eğer cin ateşten yaratılmış ise bunlar cehennem ateşine atıldıklarında, ateşten oldukları için bir şey olmayacaktır şeklinde bir soru sorulabilir. Bu soruya şöyle yaklaşmamız mümkündür: Kur'an'a göre insan da topraktan yaratılmış değil midir? Örneğin, insana taş gibi olmuş bir kuru toprak parçası atılsa o kişinin canı yanacaktır. Aslında insanın cismi yeryüzü maddelerinden yaratılmışsa da bu madde et, deri, kemik vs. gibi değişik bir hal almıştır. Ama o maddelerden insan bir acı çekebilir. Aynı yaklaşımla cin de yapı itibarıyla ateşten yaratılmış bir mahluktur, ama daha sonra can ve his taşıyan bir mahluk haline gelmiştir. Ve dolayısıyla ateş ona ceza verebilir. [71]
Cehennemin Bekçileri
"Cehennemin bekçilerini, yalnız meleklerden kılmışızdır. Sayılarını bildirmekle de, ancak inkâr edenlerin denenmesini ve kendilerine kitab verilenlerin kesin bilgi edinmesini, inananların da imanlarının artmasını sağladık. Kendilerine kitab verilenler ve mü'minler şüpheye düşmesinler. Kalblerinde hastalık bulunanlar ve inkarcılar, "Allah bu misalle neyi murat etti?" desinler. İşte Allah, böylece dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola eriştirir. Rabbinin ordularını, kendisinden başkası bilmez. Bu, insanoğluna bir öğütten ibarettir." (Müddessir, 73/31).
Bu âyetlerde, cehennemin bekçilerinin melekler, yani Zebaniler olduğu ve sayılarının da ondokuz olduğu[72] bildirilir. Bu, bir iman konusudur, akılla bilinemez. İşte Cenab-ı Allah, böyle mesellerle, anlaşılamayacak misallerle de insanları imtihan etmiştir. İman edenler, tereddütsüz hemen iman etmişler, kalblerinde hastalık olanlar ise, "Allah bu mesellerle neyi murad etti?" demişlerdir, işte Allah insanları, böyle mahiyetini bilemeyecekleri garib ve acaib sayılarla, misallerle, mesellerle de imtihan edip, imanlarını denemiştir.[73]
[1] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 263-264.
[2] İbn Ebi Hatim.
[3] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 265-266.
[4] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 267-270.
[5] Zemahşeri, IV, 65.
[6] Beyzavî, II, 455.
[7] Ş. Mansur, s.264. Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 51-52.
[8] İbn Ebu Hatim.
[9] Hz. Muaz'dan rivayet. Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 271-276.
[10] Beyzavî, II, 67; Ş. Mansûr, s. 324.
[11] Ş. Mansûr, s. 326.
[12] Beyzavî, 11,67.
[13] Ş. Mansûr, s. 326; Hakîm Tirmizî, s. 14. Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 79-81.
[14] Araf: 7/20.
[15] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 277-279.
[16] Taha: 20/115.
[17] Zümer: 39/8; Furkan: 25/18.
[18] Araf: 7/165; Furkan: 25/18.
[19] bk. Kehf: 18/24.
[20] bk. Kehf: 18/63; Yusuf: 12/42; Mücadile: 58/19; En'am: 6/68.
[21] bk. Müminun: 23/109-110.
[22] bk. Taha: 20/26.
[23] bk. Yasin: 36/78.
[24] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 280-286.
[25] İbn Kesîr, IV, 343.
[26] Zemahşerî, IV, 87.
[27] Ş. Mansûr, s. 117. Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 81-82.
[28] İbn Mace, Fiten, 9. Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 287-290.
[29] Araf: 7/143.
[30] Araf: 7/157; Teğabün: 64/8; Nisa: 4/17; En'am: 6/91.
[31] Maide: 5/15; Şura: 42/52.
[32] Ali İmran: 3/184; Faatır: 35/25.
[33] Ahzab: 33/45-46.
[34] Furkan: 25/61; Nuh: 71/16.
[35] Maide: 5/16; İbrahim: 14/l; Ahzab: 33/43; Hadid: 57/3; Talak: 65/11. Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 291-295.
[36] Saf: 61/12-13.
[37] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 296-300.
[38] Üzerinde durduğumuz ayet Saf Suresi'nin son ayetidir.
[39] İbn Hişam; l/104.
[40] Lisan'ul Arab. Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 301-304.
[41] Hakim Tirmizi, s. 14.
[42] Zemahşerî, IV, 103; Elmalılı, VII, 4958. Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 82-83.
[43] Bu konuda daha geniş bilgi "Lokman'ı Dinlerken" adlı kitabımızda yer almaktadır. Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 305-307.
[44] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 308-311
[45] Beyzavî, II, 478; Elmalılı, VII, 5001-5002.
[46] Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 83.
[47] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 312-314.
[48] Mefatihu'l-gayb: 3/47.
[49] İbn Cerir.
[50] Keşşaf.
[51] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 315-319.
[52] Beyzavî,II,488.
[53] İbn Kesîr, IV, 393.
[54] Elmalılı, VII, 5131.
[55] İbn Kesir, IV, 394.
[56] Zemahşeri, IV, 131. l
[57] Ş.Mansûr,s.212. Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 83-85.
[58] Zemahşeri IV, 139.
[59] İbn Kesir, IV, 399.
[60] Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 54-55.
[61] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 320-322.
[62] et-Teshil: 4/138.
[63] Müslim, Libas:107.
[64] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 323-324.
[65] İbn Kesir, IV, 406; Zemahşeri, IV, 144-145; Beyzavî, II, 495-496. Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 85-86.
[66] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 325-327.
[67] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 328-329.
[68] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 330-331.
[69] Hicr: 15/27.
[70] A'raf: 7/179; Ahkaf: 46/31.
[71] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 332-333.
[72] Müddessir, 73/30.
[73] Zemahşeri, IV, 185; Elmalılı, VIII, 5459; Beyzavî, II, 519. Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 86-87.