Bu Blog içinde Ara

21 Haziran 2012 Perşembe

Kur'ani Terimler ve Deyimler - 5

Ebâ:


Kaçındı. İbâ, birşeyi yapma imkânı olduğu halde yapmaktan  ka­çınmak demektir.

Ebabil:


"Yeryüzünde çekirgeler gruplar halinde akıp giderken, seslerden devem neredeyse yere yıkılacaktı.[1]
Ebâbîl, bölük bölük, alay alay, gurup gurup, peşpeşe, birbiri ardınca, katar katar, fırtına gibi, ce­maat, topluluk demektir. Cevheri şöyle der: Bu kelime, tekili olmayan çoğul kelimelerdendir. "Develerin grup grup gel­diler" mânâsında "Câet ibilike ebâbile" denir. Şâir şöyle der:

Ebb:


Ebb, çayır, otlak, sebze, alef, çerez ve yeryüzünün bitirdiği, hayvan yiyeceklerinden ot ve yeşil bitki gibi her şey. Misbah yazarının ve Râgıb'ın açıklaması­na göre bu kelime aslında hazır­lanmak, tedarikte bulunmak mâ­nâsında olup, yaz ve kış için ot biçmeye ve hayvan beslemeye el­verişli olduğu için ota ve otlak araziye ebb denilmesi bundandır. Yine bu kelimenin yüklenmek, so­rumluluk almak ve çeşit anlamına geldiği de ifade edilmiştir.

Ebeka:


Kaçtı.

Ebremû:


Sağlam yaptılar. Bir kavim, işlerini sağlam yaptığında "Ebreme’l-kavmu emruhum" denir. "İbrâm" Sağlam yapmak demektir.

Ebter:


Ebter, her türlü hayırdan yoksun demektir. Kesmek mânâsına gelen "el-beter" kökündendir. "Bir şeyi kestim" mânâsında "Betertu’ş-şey’e" denir. Mastarı "Betr"dir. "es-seyfu’l-bâtir" keskin kılıç demektir. Nesli olmayan kimseye "ebter" denir. Çünkü onun soyu kesilmiştir. Ziyad [2] hutbesinde Allah'a hamd etme­diği ve Rasulullah (s.a.v)'a salât ve selâm getirmediği için, onun hutbesine "el-hutbetu’l-betrâu" denilmiştir.
Ebter, "uyûb"tan ol­duğu için ef'ali tafdil değil, sıfatı müşebbehedir. Münnesi "betrâ" gelir. Kesiklik manasına "betr"den türemiştir. Esas anlamı kesik demek ise de örfte, kuyruk kesilmesi anlamında yaygınlaşmıştır. Bu nedenle kuyruğu kesik hayvana ebter denildiği gibi kuy­ruğu kesik olarak yazılan küçük "ayn" harfi de "betrâ" tabir olu­nur.
Türkçe'de müzekkerine de müennesine de "güdük" denilir. Bu itibarla, arkası olmayan, nese­bini, soyunu devam ettirecek kimsesi bulunmayan, kendisin­den sonra eseri kalmayan kimselere ve sonundan hayır olmayan işe de istiare suretiyle "ebter" de­nilir.
Ebter ayrıca, hakir, zelil, ma­nasına da gelir. Kevser Sûresi'nde Allah, bu özelliklerin hiç birisinin Rasulullah'ta bulunma­dığını, aksine bu iddiada bulu­nanların ebter olduğunu söyle­miştir.

Ebu Leheb:


Ebû Leheb[3], şahsı gös­teren bir künye olmakla birlikte, deyim olarak, "alev babası" anla­mına gelmektedir. Ebû Leheb ifa­desi, İslâm'a ve Peygamber'e kar­şı ateş/alev püskürmesi dolayı­sıyla Peygamberimizin amcalarından Abdü'1-Uzzâ İbni Abdu'l-Muttalib'in bir lakabı olarak biz­zat Allah tarafından verilmiştir.
Bu lakab, Abdu'l-Uzzâ'nın bir lakabı olmakla birlikte, İs­lâm'a ve Peygamber'e ateş püs­küren, düşmanlık eden, cehenne­me atılan kâfirlerin bütününü kapsar. Ebû Leheb isminin "ateş babası" anlamına gelmiş olmasın­dan kinaye olarak, cehennemin vasfına işaret ettiği ve bu özellikteki tüm kâfirleri kapsadığı da açıktır.
Ebû Leheb'in yanakları­nın/yüzünün çok kırmızı olma­sından ve İslâm düşmanlığı yap­masından dolayı kendisine ce­hennemi çağrıştıran bu lakabın takıldığı da ifade edilmiştir. [4]

Ecdâs:


Ecdâs, kabir mânâsına gelen "Cids" kelimesinin çoğuludur. 

Ecel:


Ecel[5], bir vakit, bir za­man dilimi, süre veya bir vaktin sonu demektir, örneğin, "şu borç bir sene süreyle sınırlandırılmış­tır" denildiğinde, bir sene bir ecel­dir. Sonra "ecel geldi" denildiği zaman da senenin sonunun geldi­ği anlaşılır.
Şu halde, insanın dünyadaki eceli demek, ölümüne kadarki ömrünün müddeti veya o müd­detin sonu, ölüm vakti demektir. Öldüğü anda, bu ecel gelmiş ve ecel yetmiş olur. Ölüm, hangi se­beple gerçekleşirse gerçekleşsin, ecel yetmiş, ömür bitmiş olur. Ona ecelsiz öldü demek, çelişki­den başka bir şey değildir.
Ecel, insan için kullanıldığı gibi, bir ümmet için, bir topluluk için de kullanılabilir. Bir insanın eceli olduğu gibi bir toplumun da eceli vardır.
Ayrıca insanın ölümüyle diri­lişi arasında geçen süreye de ecel denmiştir. "Ecelen müsemmâ" da takdir edilmiş, belirlenmiş ecel demektir. [6]

Ecinne:


Ecinne, ana rahminde bulunan çocuk mânâsına gelen "cenîn" keli­mesinin çoğuludur. Orada gizlendiği için buna "cenîn" denilmiştir.

Ecnihâ:


Ecnihâ, "cenah"ın ço­ğuludur. Maruf olan budur, "ce­nah" da kanat demektir. Bir şeyin kanat ve kol gibi şubeleri.

Edğan:


Edğan, gizli kinler. Cevherî şöyle der: "Eddeğiynetu ve’dğanu" kin demek­tir. cümlesi "Tedâğane’l-qavmu: Kavim kinleri gizledi" mânâsına gelir.[7]

Ed'ıye:

Ed'ıye[8], "deiyy"in ço­ğuludur. Deiyy, çağrılan çocuk demektir. Dilimizde "evlatlık" ta­bir olunur. Ebu's-Suûd; "takıyy" kelimesinin "etkiya" şeklinde ço­ğul yapıldığı gibi, "ef'ıla" vezni­nin de tekilinin "feil" olup mana­sı fail olan sıfatlar içindir dedik­ten sonra "deiyy" kelimesinin fail manasında değil, meful manasın­da olduğunu söylemiş ve çoğulu­nun "ed'ıye" şeklinde gelmesi ku­ral dışıdır demiştir. [9]

Edhâ:


Edhâ, büyük ve garip olay mânâsına gelen "Dâhiyetun" kökünden olup "çok korkunç şey" manasınadır.

Ednâ/İdnâ:


Ednâ , daha düşük, daha âdi demektir. Âdı işler peşinde koşan kimeseye de denî adam denir.
Ednâ yakın, az veya hafif demektir. "Ednâ" ayrı­ca yaklaştırmak anlamına da ge­lir. "Alâ" ile sılalandığı zaman, tazmin sureti ile sarkıtmak mânâ­sını da ifade eder. Böylece üzerin­den sıkı şekilde örtmek anlamına gelir.
Ednâ, dört manada tefsir edilir:
1. Daha uygun, daha layık, daha elve­rişli
"Bu... şehâdet için daha sağlam ve şüphe hususunda ednâdır (şüpheye düşmemeniz için daha uygun­dur)." [10]
"Bu, sapmamanız için ednâdır (daha uygundur)." [11]
"Bu, şâhidliği gerektiği şekilde yerine getirmeleri... hususunda ednâdır (daha uygundur)." [12]
2. Daha yakın
"Andolsun ki Biz onlara en büyük azâbtan (âhiretteki ateş azabından) önce, ednâ azâbtan (da­ha yakın olan dünyadaki açlık azabından) tattıraca­ğız." [13]
"Onlar açık bir fahişe işlemedikçe (serkeşlik-itaatsizlik-isyankârlık etmedikçe), kendilerine verdiğini­zin bir kısmını geri almak için onları sıkıştırmayın!" [14]
"Açık bir fahişe işlemedikçe (serkeşlik-itaatsizlik-isyankârhk etmedikçe) onları evlerinden çıkarma­yın, onlar da çıkmasmlar!" [15]
"Qâbe qavseyni (bir yayın iki ucu/iki yay kadar) oldu, hatta ednâ (daha yakın)." [16]
3. Daha az
"Üç kişi aralarında konuşmasınlar ki O onların dör­düncüleri olmasın. Beş kişi olmasınlar ki O onların altıncısı olmasın. İster bundan ednâ (daha az), ister daha çok olsunlar, O (Allah'ın ilmi), mut­laka onlarla beraberdir." [17]
4. Aşağı, düşük
İsrâîloğulları kendilerine, menn ve selva yerine, yerin bi­tirdiği bakliyat ve benzeri şeylerin verilmesini taleb ettiklerinde, onlara yapılan hitabta bu manada kullanıl­mıştır:
"Dedi ki: "Siz hayırlı olanı, ednâ (daha aşa­ğı/daha düşük) olanla (arzın nebatıyla) değiş­tirmek mi istiyorsunuz? Öyle ise Mısr'a inin; sizin için istedikleriniz var." [18]

Efetetmeune:


Şiddetle istiyor musunuz? Tama nefsin bir şeyleri şiddetle istemesidir. İstek az olursa bına reca ve rağbet denir.

Effâk:


Effâk, çok yalancı demektir. "İfk" Yalan manasınadır.

Efleha:


Efleha, iki şekilde tefsir edilir:
1. Mutlu, bahtiyar
"Mü'minler felah buldu (mutlu/bahtiyar oldu)." [19]
"Tezekki eden felah buldu (mutlu/bahtiyar ol­du)." [20]
2. Fevz (umduğunu ele geçirmek/umduğu­na nail olmak, kurtuluşa ermek)
"Hakikat şu ki, mücrimler felah bulmaz/iflah ol­maz (âhirette kurtuluşa ermez, umduğuna nail olmazlar)." [21]
"Hakikat şu ki, zâlimler felah bulmaz/iflah olmaz (kurtuluşa ermez, umduğuna nail olmazlar)." [22]

Efnan:


Efnân, dal mânâsına gelen "fenen" kelimesinin çoğuludur. Şâir gü­vercini tanıtırken şöyle diyor:
Sabahleyin nağmelerle dalda yüksek sesle öten nice güvercin vardır ki,
Dostu ve geçmiş zamanı hatırlayıp özlediği için ağladı da benim hüznümü artırdı.
Efnân, "fenn" veya "fenen"in çoğuludur. "Fenn", ne­vi, çeşit demektir. İlmin çeşitleri­ne de gelenekte (örfte), "fen" de­nilir. "Fenen" de, ince ve yumu­şak dal, filiz ve fidan anlamına ge­lir.

Eğtaşa:


Kararttı. Gece karardığında; Ğataşe’l-leyl, "Allah onu kararttı" mânâsında ise "Eğtaşehu’llahu" denir.

Ehad:


Ehad kelimesi, bir tek, yalnız bir demektir. Ehad, "bir" demek olan "vahid" anla­mında kullanılırsa da aralarında önemli farklar vardır.
Ehad, zâtında kesre dahil hiç­bir edat kabul etmeyen, hiçbir ve­sile ile iki olması mümkün olmayan hakiki birdir. Hep bir, daima bir, maadası/kendisinden başkası hiç olan birdir.
Ezherî, "raculun ehadün", "dirhemün ehadün" denilmez, "racülün vâhidün", dirhemün vâhidün" denilir, "ehadiyat" yalnız­ca Allah için kullanılır, demiştir.
"Ehad", Allah'ın yalnızca kendisine özgü olan sıfatlarından bir sıfattır.
Râgıb ise, "mâ fi'd-dâri ehaden" "evde ehad yok" demek evde hiç kimse yok demektir, demiş, "fi'd-dâri ehad" şeklinde kullanı­mın yanlış, sakat ve anlamsız oldu­ğunu da ifade etmiştir.
Ehad, üç şekilde tefsir edilir:
1. Âllah vasfedilmiştir
"O, hiç kimsenin (ehad) (yani, Allah'ın! kendisine güç yetiremeyeceğini mi sanıyor?! "Ben yığın yığın mal tükettim" diyor. Hiç kimsenin (ehad) (Allah'ın) kendisini görmediğini mi sanıyor?!" [23]
2. Nebi (s.a) kasdedilmiştir
"(Münafıklar), "Sizin (Yahudiler) aleyhinize hiçbir kimseye (ehad) (Muhammed'e) ebediyyen ita­at etmeyiz" dediler." [24]
"Hiç kimseye (ehad) (Nebi'ye) dönüp bakmadan uzaklaşıyordunuz." [25]
3. Mevlâ (azadlı köle) olduğu esnada Bilal kasdedilmiştir; [26]
"Onun yanında hiçbir kimsenin (ehad) karşılığı veril­mesi gereken bir nimeti yoktur (Ebû Bekr'in yanında, Bilal'ın bir nimeti yok ki, Ebû Bekr onu, o nimete karşılık olarak azad etmiş olsun. Aksine Ebû Bekr, Bilal'i, Allah'ın rızasını kazanmak için azad etmiştir)." [27]

Ehıllâ:


Ehıllâ, samîmi arkadaş mânâsına gelen "Halil" kelimesinin ço­ğuludur.

Ehille:


Ehille, hilalin çoğulu­dur. Hilal, ayın insanlara ilk gö­ründüğü sıradaki halidir. Bu ta­nımdan anlaşılmaktadır ki rü'yet (görme) anlamına da gelmektedir. Öyle ki, görülmesi üzerine haykırıldığından dolayı bu isim ile isimlendirildiği ifade edilmiştir. Zira bu kelimenin esas manası se­si yükseltmektir. Türkçe'deki "Ay!" sesi bu kullanıma uygun­dur.
Bu nedenle henüz görülme­yene gerçekte hilal denmez. Ay'ın öncesinde iki gece hilal adını alır. İlk görünüşü bunlar­dan birinde olur. Sonra kamer (ay) adını alır. Ebu'l-Heysem; "Ay'a, başından ilk iki gece, so­nundan da son iki gece hilal, ara­sına da kamer (ay) denilir." de­miştir.

Ehsu:


Sayarak tesbit edin.

Ehva:


Ehvâ karamsı esmer, koyu yeşil, isli gibi renklere denir. A'lâ Sûresi'ndeki kullanımında esved/siyah, esmer, yeşil manalarıyla tefsir edilmiştir. "Ğuşâen ehvâ" ifadesi, kapkara veya esmer, kupkuru ota çevirdi demektir.

Ehvâehum:


"Onların arzuları": Ehvâ, kelimesinin çoğuludur. Nefsin hevâsı, nefsin istediği ve arzu ettiği şey demektir.

Eqberahu:


Ona kabir yaptı ve gömülmesini emretti.

Ekdâ:


Yardımı kesti. Bu kelime "Kidyetun" mastarından alınmıştır. Kuyu kazarken, bu kazma işini tamamlamaya engel olacak bir kayaya rastlayan kimse için "Qad ekdâ" kayaya çarptı, denir. Daha sonra Araplar bu kelimeyi bir şeyi tam vermeyen ve bir şeye girişip de sonuna varamayan kimse için kul­landı. Hutay'a şöyle der:
Az verdi, sonra ikramını kesti. Kim, insanlara çokça iyilikte bulunursa övülür.[28]

Ekinne:


Ekinne, örtü mânâsına gelen "Kinân" kelimesinin çoğuludur.
Ekinne "kenânet"in çoğuludur. Kat kat örtüler anla­mına gelir. Tenvini de tenkirdîr. Herkesin tanımadığı garip ve müstenker (çirkin) örtüler demek­tir.

Ekmam:


Ekmâm, meyvenin çi­çeğinin üzerindeki kabuk veya to­murcuk demektir. "Kemm" veya  "Kimm" keli­mesinin çoğuludur. Örtmek demek olur.

Eqnâ:


Yetecek kadar mal verdi ve onu verdiği şeyle razı etti. Cevherî şöyle der: Allah, bir kimseye yetecek kadar mal verdiğinde "Qanâ’r-raculu" denir. Geniş zamanı "Yuqni" dir. "Ğanâ, yuğni" kalıbmdandır. Allah, bir kimseyi razı ettiğinde "Eqnâhu’llahu" denir.[29]

Ekvâb:


Ekvâb, kulpsuz kadeh mânâsına gelen "Kûb" kelimesinin çoğu­ludur.

Elbâb:


Elbâb, akıllar demektir. Tekili "lübb" dür. Bir şeyin lübbü, onun özü ve hülasası demektir. Bundan dolayı akla "lübb" adı verilmiştir.

Elem ye’n:


Vakti gelmedi mi? Zamanı geldiğinde, “Ennâ” denir. Geniş zamanı “Ye’nî” dir, “Remâ, yermî” kalıbındadır. Şair şöyle der:
Ey gönül! Benim için cehaleti bırakma zamanı gelmedi mi? Şu görünen ihtiyarlığın bize akıl verme zamanı gelmedi mi?[30]

Eletnâhum:


Onları eksilttik.

Elhâ:


Elhâ, "lehiv"den if'aldır. Eğlence demek olan "lehv"in asıl manası gaflet demek olduğunda, "elha", eğlenmek, iş­gal etmek, boş bir şey ile oyala­mak, ifğal etmek, işinden alıkoy­mak mânâlarına da gelir.
Sizi oyaladı. İlhâe: Önemli şeyi bırakıp nefsin istediği şeyle meşgul olmak. "Lehv"in aslı "gaflet" demektir. Daha sonra, meşgul eden her şey için kullanılır olmuştur. Râğıb şöyle der: Lehv, seni ilgilendiren ve se­nin için mühim olan şeyden seni alıkoyandır.

Elhût:


Elhût[31], "hût" kelime­sinin elif lamlı şeklidir. "Hût" ke­limesi, balık demektir. Saffât Sûresi'nde ifade edildiği gibi "elhût" Yunus aleyhisselamdır. Ayrıca, zü'n-nûn" da denilmiştir. "Zü'n-nûn" balık sahibi anlamındadır. "Zü" sahip, "nûn" da balık demektir Aynı şekilde "sahibu'l-hût"  da balık sahibi demektir. peygamberin balık tarafından yutulup, bir müddet sonra karaya çıkarılmasına atıf var­dır. [32]

Elletî/Ellezî:


"Elletî", "ellezî, "men" ve "ma" gibi belirsiz isimlere ism-i mevsul denir. Tesniyesi "ellezâni", çoğulu "ellezîne", müfred müennesi "elletî", tesniye müen­nesi "elletâni", cemi müennesi "ellâti" gelir.
Eskiden bunun tercümesine "şol ki" denilirdi. Günümüzde bunun yerine "ol ki" diyoruz. Halbuki "o", hem gaib zamiri hem işaret ismi olarak kullanıldı­ğından, bir de mevsul ismi olarak kullanılması dilde darlık oluştu­ruyor. Gerçi Türkçe'de asıl bağlaç anlamını ifade eden edat "ki" ifa­desidir. Fakat "ki" isim olmayıp sadece bir bağlaç harfi olduğun­dan, cümlenin asıl bir öğesi ol­maz. Yalnız önündeki cümleyi üst tarafına sıfat yapar.
Bu yüzden mevsul ismin ye­rini tutmaz. Bu nedenle "ellezî" ve türevleri kullanılarak, sıla ile sıfatın arası açılmamış olur. Arap­ça'da ise sıla ile sıfatın belagat açısından önemli farkları vardır. Bundan dolayı Kur'ân'da hoş ve ince zevkler ifade eden "ellezî" gibi mevsullerin tatlı tekrarları, o ki, bu ki, şu ki, tercümelerle anla­tılırken tatsız tekrarlara sebebiyet verildiği gibi, bir çok yerlerde mevsul kaybedilerek mevsuf hali­ne getirilmiş olunuyor. Öyle ki bunlar dillerin birbirinden zorun­lu olan farklılıklarıdır. Cümlenin mevsufu belirsiz olur, fakat mev­sul muhakkak belirlidir. Sılanın muhatap için belirli olması şarttır. [33]

Em:


"Yoksa" mânâsına gelen “Bel” ile aynı mânâdadır. Bir cümleden diğer cümleye geçişte kullanılır. Nitekim, "Yoksa Kur'an'ı kendisi mi uydurdu diyorlar?"[34] mealindeki âyette de mânâsına kulanılmıştır.
Em, üç şekilde tefsir edilir:
1. Em lafzındaki mim harfinin sıla (yani, hem­zenin soru edatı anlamı alınarak, mim harfini?! ulama edatı) olması
"Yoksa (em) bir şeysiz mi/bir sebeb olmadan mı halkedildiler?!" [35]
Burada mim harfi sıladır; dolayısıyla em huliqû min-ğayri şey'in ibaresi, e huliqû min-ğayri şey'in (yoksa bir şeysiz mi/bir sebeb olmadan mı halkedildiler?!) anlamındadır.
"Yoksa (em) kızlar O'nun mu?!" [36]
Burada da mim harfi, sıladır; (dolayısıyla em lehu'l-benâtu ifadesi, e lehu'l-benâtü (yoksa kızlar O'nun mu?!) demektir).
2. Hattâ, bilakis/aksine
"Em (aksine) sözden bir zahir (söylüyorsunuz)." [37]
Em, burada, Yoksa ... mü ...? manasında değil, ak­sine (bel) manasında olup, ibare "Aksine sözden bir zahir söylüyorsunuz" manasındadır.
"Em (aksine) ben o'ndan daha hayırlıyım." [38]
Em burada, "Yoksa ... değil miyim?" manasında de­ğil, aksine (bel) manasında olup, ibare "Aksine ben o'ndan daha hayırlıyım" anlamındadır.
"Onlar, "Em (aksine) biz birbirine yardım eden bir topluluğuz" diyorlar." [39]
Em burada da, Yoksa ... mu? manasında değil, ak­sine (bel) manasında olup, ibare "Aksine biz birbiri­ne yardım eden bir topluluğuz" diyorlar anlamın­dadır.
3. Veya/ya da/yahut manasında soru edatı olarak
"Em (yahut) sema hakkında emin mi oldunuz; üzerinize ölümcül bir fırtına göndermesinden?!" [40]
"Em (yahut) sizi tekrar oraya iade edip de..." [41]

Em'a:


Em'a, "mia"nın çoğu­ludur. "Mia", mideden sonra ye­meğin gittiği bağırsağa denir.

Emed:


Emed, müddet veya zaman demektir.

Emanet:


Emanet[42], "mim"in zammı ile "emene", "ye'münü" fiilinden mastar olup, eminlik ya­ni başkasının hukukuna emniyyet edilip inanılabilir anlamındadır. İnançlı olmak, inançlılık huyu de­mektir. Sonra emniyyet edilip inanılan şeye de isim olmuştur. Emanet, "vedîa"dan daha geniş bir anlama sahiptir. Nîsâ Sûresi 58. ayeti de bu anlamdadır.
Müfessirler çoğunlukla, "emanet" kelimesini "teklif" ve "farzlar" diye tefsir etmişlerdir. [43]

Emânin:


Emânî, ümniye kelimesinin çoğulu olup, insanın istediği ve arzu ettiği veya kendi nefsinde var kabul ettiği kuruntudur. Bundan dolayı bu kelime yalan mânâsında da kullanılır. Bedevinin birisi, birine şöyle demiştir: "Bu dediğin gördüğün bir şey mi? Yoksa uydur­duğun bir yalan mıdır? Bu kelime, bazan da "okumak" mânâsında kul­lanılır. Nitekim şâir Hassan "İlk gece Allah'ın kitabını okudu" diyerek, bu kelimeyi okumak mânâsında kullanmıştır.
Emânin, ümniyyenin çoğuludur. Aslı "üf'ule" vezninde "umnuye" olup temennisinin sülasisi olan takdir veya tilavet ma­nasına, "mana"dan alınmış bir isimdir. İnsanın kendi içinde ve hayalinde tasarlayıp varlığını kabul ettiği ve olmasını temenni edip durduğu veya diline dolayıp durduğu şeylerdir. Frenkler buna "ideal" derler. "Mefkure" diye tercüme ederler.
"Emâniy", insanın kendi gönlünden geçirdiği, saplanıp kaldığı ve durmadan arkasından koştuğu bir düşünce, bir hayal, bir kuruntu demektir. Bunun ba­zılarının gerçekleşmesi mümkün olsa da çoğunlukla hiçbir delile dayanmayan kuru ve şahsî te­mennilerden ibarettir. Bundan do­layı "emâniy" batıl idealler, evham ve boş hayaller anlamında kullanılır. Frenkler ahlâkiyet ko­nusunda bunu esas olan görüşe idealizm derler. [44]

Emanîyyuhum:


"Onların arzuları" Emanî, Ümniye kelimesinin çoğuludur. Ümniye ise, insanın temenni ve arzu ettiği şeydir.

Emhil:


Emhil[45], "mehhil"den bedeldir. Mehil, mühlet manası­nadır. Bir mühletçik, azıcık müh­let, acele etmemek gibi anlamlara gelir. [46]

Emin:


Emîn[47], emanetten fail mânâsına feil, hıyanetten uzak, kendine bırakılan bir şeyi iyi ko­ruyan, emniyetli kişi demektir. Korkusu olmayan, emanet veren, emanet edilen bir beldenin lideri­ne, başkanına da denir. [48]

Emn:


Emn, korkudan selamet bulmak, kendi ve ehli hakkında huzur ve sükûna ulaşmak demektir.

Emr


Emr, iki manada tefsir edilir:
1. Emr bi'l-ma'rûf, tevhidi emret­mek/tevhîd ile emretmek; nehy 'ani'l-münker, şirkten nehyetmek
"Siz insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; ma'rûfu (Allah'ın tevhidini/Allah'ı birlemeyi) emreder, münkerden (şirkten) nehyedersiniz." [49]
"Tevbe edenler, ibâdet edenler... ma'rûfu (tevhi­di) emredenler, münkerden (şirkten) nehyedenler..." [50]
"(Lokman oğluna şöyle tavsiye etti): "Ey oğulcuğum! Salâtı ikâme et, ma'rûfu (tevhidi) emret, mün­kerden (şirkten) nehyet!" [51]
2. Emr bi'l-marûf, Nebi'ye -Allah'ın salât ve se­lâmı o'na ve alîne olsun- ittiba etmek ve o'nu tasdik et­mek; münker, tekzib etmek/yalanlamak
"(Ehl-i Tevrat'ın) hepsi bir değildir. Ehl-i Kitap'tan... ma'rûfu (Muhammed'e îmânı) emrederler, münkerden (Muhammed'i tekzib etmekten/ya­lanlamaktan) nehyederler..." [52]
"Mü'min erkeklerle, mü'min kadınlar birbirlerinin ve­lîleridir; ma'rûfu (Muhammed'e îmânı) emre­derler, münkerden (Muhammed'i tekzib etmek­ten/yalanlamaktan) nehyederler." [53]

Emr:


Emr; on üç şekilde tefsir edilir:
1. Dîn
"Nihayet hak geldi ve hoşlanmamalarına rağmen Allah'ın emri (Allah'ın Nebisi'ne emr olarak ver­diği, fakat kendilerinin dahil olmadıkları İslâm Dî­ni) üstün oldu." [54]
"Onlar emrlerini (kendisiyle emr olundukları halde başkasını kabul ettikleri dînleri olan İslâm'ı) aralarında parça parça ettiler." [55]
2. Qavl/söz
"Hani aralarında emrlerini (qavllerini/sözlerini) tartışıyorlardı (konuşuyorlar/söz alış-verişinde bulunuyorlardı)..." [56]
"Emrlerini (qavllerini/sözlerini) aralarında tar­tıştılar (kendi aralarında konuştular/söz alış-verişinde bulundular)." [57]
"Nihayet emrimiz (qavlimiz/sözümüz) gelip de tandır kaynayınca..." [58]
Hûd ve Salih hakkında da böyle (buyurulmuş)dur.
3. Azâb
"Emr kaza edilince (ateş ehli hakkında azâb vâcib olunca) şeytan da der ki... " [59]
"Emr'in kaza edileceği (azabın vâcib olacağı)..." [60]
"Su çekildi, emr kaza edildi (suda boğulmak su­retiyle azâb vâcib/gerekli oldu)." [61]
4. İsâ
"O münezzehtir. Bir emri kaza ettiğinde (İsa'nın babasız doğmasına hükmettiğinde -ki İsa'nın babasız doğacağı O'nun ilminde olan bir şeydi-) ona yalnızca 'Ol!' der, oluverir." [62]
5. Bedir'de katledile­cekler
"Allah'ın emri (Bedir'de öldürülecek olanlara dair hükmü) geldiğinde hak ile hükmolunur." [63]
Bu buyruk Mekke'de inmişti. Allah Mekke’lilerin öldürülmesi hakkındaki emrini Medine'de gerçek­leştirdi. Enfâl süresindeki şu âyet işte bunu anlat­maktadır:
"Hani karşılaştığınız o vakit onları sizin gözlerinize az gösteriyor, sizi de onların gözlerine az gösteriyor­du ki Allah emri kaza etsin." [64]
Bununla Mekke kâfirlerinin Bedir'de öldürülmesi kasdedilmektedir. İşte Mü'min süresindeki, Alla­h'ın emri geldiğinde hak ile hükmolunur [65] âyetiyle kasdedilen budur.
6. Mekke'nin fethi
"O halde Allah'ın emri (Mekke'nin fethi) gelince­ye kadar tarabbus edin (gözetleyip bekleyin)." [66]
7. Benî-Kurayza'nın öldürülmesi ile Benî-Nadîr'in sürülmesi
"Afv ve safh ile davranın, Allah'ın emri gelinceye (Yahudilerden Benî-Kurayza'nın öldürülmesi, Beni-Nadîr'in sürülmesi gerçekleşinceye) kadar." [67]
Bunun bir benzeri de Mâide sûresinde yer almak­tadır.
8. Kıyamet
"Allah'ın emri (kıyamet) geldi." [68]
"Ama siz Allah'ın emri (kıyamet) gelinceye ka­dar tarabbus ettiniz, şüphe ettiniz, kuruntular sizi aldattı." [69]
9. Kadâ'/hükm
"Emr'i tedbir eder (kazasına dair hükmü yalnız­ca O verir), Hiç kimse şefaat edemez; meğer ki O'nun izninin ardından ola." [70]
"İyi bilin ki, halk ve emr (yarattıkları hakkında dilediği şekilde hükm vermek) O'na aittir." [71]
10. Vahy
"Semadan arza (gök ile yer arasında) emr'i (vahyi) tedbir eder (indirir)." [72]
11. Bizatihi emr/iş
"İyi bilin ki, emr'ler (mahlukâta ait işler) Allah'a varır." [73]
12. Nasr (zafer, yardım)
"O emr'den (zaferden) bize birşey var mı?" di­yorlardı. De ki: "Doğrusu bütün emr Allah'ındır." [74]
13. Zenb/günah
"Böylece emrinin vebalini (günahının cezasını) tattı." [75]
"Emr'lerinin vebalini (günahlarının cezasını) tatmışlardı." [76]
"Emr'inin vebalini (günahının cezasını) tatsın." [77]

Emşâc:


Emşâc Karışık mânâsına gelen "Meşc" ve "Meşic" kelimelerinin çoğulu olup karışık şeyler demektir. Bunlar, kalıp bakımından "Şerif" ve "Eşrâf" kelimelerine benzerler. Bir şey başkasıyla karıştığında ona "Meşic: karışık" denir lafız ve mânâ bakımından "Halit: karışık" kelimesine benzer.
Emşâc, nutfeye sıfat yapılan bir kelimedir. Bir şeyi, bir şeye karıştırmak, meze etmek ma­nasınadır. "Meşc" maddesinden gelmiştir. Ancak, tekil mi çoğul mu olduğu kesin olarak belli de­ğildir.
Keşşaf sahibi Zemahşerî, "emşâc"ı, müfred olan nutfeye sıfat olduğu için "bürdan ekyaşe" (yır­tılmış aba) ve "berimetü e'şare"(on parça olmuş çömlek) tabir­leri gibi müfred bir lafız olacağını ve "nutfetin emşâcin" denilmek­le, "nutfetin meşcin" denilmesi arasında bir fark bulunmadığını, ikisinin de "mahlut", "memzuc" gibi karışık demek olduğunu ifa­de etmiştir. Ancak, "emşâc" lafzı­nın, "sebeb", "esbâb", "ketif", "ektâf", "şehîd", "eşhâd" örnek­lerinde görüldüğü gibi açık ola­nın çoğul olmasıdır. Bu nedenle müfessirlerin çoğunluğu, "emşâc"ı "ahlat" (karışım/alaşım) di­ye tefsir etmişlerdir. Yani, her biri karışık karışımlardan meydana gelen karışımların toplamı olan nutfe demek olur. [78]

Enâbu:


Döndüler.

En'am:

Enâm, mahlukat ve yeryüzünde hareket eden her şey demektir.
En'âm kelimesi "ne'ame"nin çoğulu olup En'am Sûresi'nde 142-144'te açıklandığı üze­re, ehil hayvanlaradan deve, sı­ğır, davar (koyun ve keçi)a denir ki, yumuşaklık manasına gelen "nu'umet"den alınmadır. Pençeliler bir tarafa, beygir, katır, eşek gibi "hafir" denilen tek tırnaklı­lar bile "en'âm"a dahil değildir.
"Behîmetü'l-en'âm" deyimi "çam ağacı" gibi izafeti beyaniyye olup "en'âm denilen behîmeler" demektir. Hac: 22/30 ayetinde de belirtildiği gibi, "en'âm"ın ne ol­duğu ve helalliği ayetlerle bildi­rilmiştir. Bunlara benzeyen cey­lan, geyik ve benzeri av hayvan­ları da "en'âm"a dahil edilerek helal kılınmış olur. "Behîme"den maksat, "en'âm"ın dışındakiler demek olur. İzafet-i lâmiyye teşbihiyle "en'âm" gibi olan "behâim" demektir. Bu şekilde, geviş getirmeleri ve köpek dişlerinin olmaması bazı vahşi hayvanların helal olduğunun işaretleri sayıl­mıştır.
Ayrıca "en'âm"ın, Kâmûs'ta, halk, cin, ins yahut yeryüzünde­ki mahlukât anlamına geldiği de ifade edilmiştir.[79]

Enbiuni:


"Bana haber verin" demektir. Nebe' de, büyük faydası olan önemli haber manasınadır. "O, büyük bir haberdir."[80]  mealindeki âyette de bu manayadır.

Endâd:


Endâd, putlar demektir.
Endâd, denk, benzer ve nazir manalarına gelen nidd kelime­sinin çoğuludur. Kelâm âlimleri, "Allah'ın benzeri ve zıddı yoktur" derler. Şâir Hassan da şöyle der:
"Sen onun dengi olmadığın halde onu hiciv mi ediyorsun? İkinizden kötü olanı iyi olana fedadır.[81]
Zemahşerî bu kelimeyi şöyle açıklar: Nidd, misil yani benzer demek­tir. Bu kelime ancak muhalif ve muarız için kullanılır. Cerir şöyla der:
Teym'i bana denk mi sayıyorsunuz?[82]

Enfal:


Enfâl[83], "nefel"in çoğulu­dur. "Nefîl" ve "nafile" bir asıl üzere ziyade, fazla olan şey demektir. Namaz, oruç gibi ibadetle­rin farz olanlarına, ziyade bulu­nanlara, yani farz ibadetlere ekle­nenlere nafile denildiği gibi, (örneğin, öğle namaznın dört rekatı­nın farz, geri kalan altı rekatın na­file olması gibi) cihadda elde edi­len ganimete de "nefel" denir.
Enfâl Sûresi birinci ayetindeki "enfâl"den kasdın genel an­lamdaki ganimetler değil, "hu­mus" olduğu söylenmiştir. Aynca "enfâl"in, savaş olmadan müşrik­lerden Müslümanlara geçen mal olduğu da ifade edilmiştir.[84]
Kur'ân'da tek âyette iki defa zikredilen bu kelimenin müfredi "nefl”dir. "Nefl", bir asıl üzerine yapılan ziyade, yani artırmadır. Farz ve vacip üzerine zaid olan namazlara da bu itibarla "nafile" denmiştir. Kur'ân'da bu kelime harp ganimet­leri manasında kullanılmıştır. Bu ismin verilmesinin sebebi; ganimetin, i'layı kelimatullah için yapılan muharebeye zaid olarak bir de Allah'ın atıyyesi (bağışı) ve fazlı olmasındandır.[85]
Kısaca "enfâl" asıl itibariyle savaşta ölen kişilerin arta kalan mallarıdır.
İslâm'dan önceki dönemde bu kelime, ziyade bağış anlamında kullanılmıştır. Buna yakın manada Ebu Zueyb el-Huzeli şöyle der:
"Eğer sen Ma'ad'dan gelen bize karşı şerefli ve cömert bir kadın olsaydın, fazlalıktan ek bir iyilik olarak üstünlük belirtisi olan bağışları verebilirdin."[86]
Enfâl kavramı Kur'ân'da bu lügat manalarının yanında daha özel bir mana da kazanmıştır. Şöyle ki, Allah yolunda cihada çıkıp bu gayeyi gerçekleştirdikten sonra, müslumanlara bir bağış ve hediye babından verilen ganimet manasını almıştır.[87]

Enfus:


Enfus, altı şekilde tefsir edilir:
1. Kalbler
"Başka değil, zanna ve enfusun/nefslerin (kalblerin) hevasına tâbi oluyorlar." [88]
"Bununla beraber, ben nefsimi (kalbimi) tebrie etmiyorum. Doğrusu nefs, (bedene) daima kötülüğü emreder."[89]
"Nefsinin (kalbinin) ona ne vesvese verdiğini iyi biliyoruz." [90]
"Rabbiniz, nefslerinizdekini (kalblerinizdekini) en iyi bilendir." [91]
2. İnsan/insanın kendisi
"Nefse nefs (insana insan/cana can)..." [92]
"Kim bir nefsi (insanı), bir başka nefse (in­sana) karşılık olmaksızın öldürürse..." [93]
3. Dîninize mensub olanlar
"Nefslerinizi (birbirinizi: dîninize mensub olan­ları) katletmeyin!" [94]
4. Sizden/kendinizden, (kendi cinsiniz­den)
"Andolsun ki size, nefsinizden (sizden/kendiniz­den, kendi cinsinizden) öyle bir Rasûl geldi ki..." [95]
5. İnsan ruhu: ruhunun kabzedildiği sıra­daki hayatı
"O zalimleri, ölüm dalgaları içerisinde boğulurken ve meleklerin de ellerini uzatarak, "Nefslerinizi (ruhlarınızı/canlarınızı) çıkarın!" derken bir görsen." [96]
Burada ruhlarının kabzedileceği vakit, "Ruhlarını­zı/canlarınızı, çıkarın!" denileceği kasdedilmektedir.
"Allah ölümleri vaktinde nefsleri vefat ettirir (ruhunu, kabzettiğinde insanın hayatını/canını alır)." [97]
6. Birbiriniz
"Sonra, nefslerinizi katlediyorsunuz (birbirinizi öldürüyorsunuz)." [98]
"Nefslerinizi katledin (birbirinizi öldürün)!" [99]
7. Kendiniz
"Şayet onlara, "Nefslerinizi katledin (kendinizi öldürün) veya yurtlarınızdan çıkın!" diye yazsaydık, pek azı müstesna bunu yapmazlardı." [100]

Enkâl:


Enkâl, suçluya vurulan ağır kelepçe mânâsına gelen "nikl" keli­mesinin çoğuludur.
Enkâl, nefsin cismanî alakalar ve bedenî lezzetler tara­fından bağlanıp kalmasıdır. Çün­kü o, dünyada bunlara rağbet ve muhabbet melekesini kazanmış olduğu için bedenden sonra has­ret ve kaygısı artar, çalışma aletle­ri harab olduğu için de, o meleke onun ruh ve safa alemine geçme­sini engelleyen tomruklar halini alır. Sonra o ruhanî bağlantılar­dan ruhanî ateş çıkar. Çünkü nef­sin bedenî zevklere şiddetli meyli yüzünden nur-u ilahînin tecellisinden ve mukaddesler safına di­zilmekten mahrum kalır. Bu ne­denle "enkal" tomruk ve bukağı anlamına da gelir.

Enşernâ:


Dirilttik. "Nuşur" öldükten sonra diriltmek demektir.

Eraeyte:


"Eraeyte" deyimi, Arapça'da benzeri bulunmayan bir soru ve taaccub kelimesidir. Derin bîr hayret ortaya koymak suretiyle "ahbirunî" (bana haber veriniz) anlamına gelir.
Kurala göre bunun tam ma­nası "sen kendinizi gördün mü, söyle?" demek gibi görünse de, nahiv ilminde bu şekilde fail ve mef'ul olmadığından kıyasa uy­mayan bir terkip olarak ifade edi­lir. "Eraeyteke"nin (sen seni gördün mü?) "Eraeytekum" (sen sizi gördünüz mü?) yerinde bir te'kit ve tefsir manasında bulunduğu ve tümüyle "acaip, haydi haber ver" veya "haber veriniz" mealin­de kullanıldığı ifade ediliyor.
"Eraeyte"de hemze soru içindir ki, taaccub ve haber verme bunun gereğidir. Bu fiil, gözle gör­dükten veya "görmeye isabet etmek ciğere nüfuz etmek" manasına re'y ve itikaddan veya iki mef'ulüne teaddi eden, ef’âli kulûb'dan, babında bakî ilim mana­sına görüş, yahut baki olmayıp haber verme manasına olan ilmî görüş olmak üzere dört iştikak (türeme) ile kullanılır. İlk üçünde kelimenin aslından olan ikinci hemze, ya tahkik, beyne beyne teshil ile okunur ve hazfı caizdir. Muhatabın değişmesine göre "eraeyte", "eraeytuma", "eraeytum" gibi "te" harfi ile değişir ve faili gösterir.  Buna "erayteke", "eraeytukum" gibi "kafin bitiş­mesi caiz olmaz. Ancak haber ver­me manasına olduğu zaman hem­zenin tahkiki ve beyne beyne tes­hili, harfi ve elife ibdal ile meddi caiz olur.
Nitekim, kıraatlerin çoğunlu­ğunda, tahkik ile, Nafi ve Ebû Ca'fer de teshil ile, Kisaî'de ıskat ile, Verş'de, hemzenin (ibdal) eli­fe çevrilmesi ile okunmuştur ki, bu ibdal sarf ilmi kaidesine aykırı olmakla beraber Arap kelamında kullanılmaktadır.
"Ahbirunî" (bana haber ve­rin) manasında, muhatabın değiş­mesine göre "erayte", "eraytumâ", "eraytum" gibi "te"nin ön­ceki gibi değişmesi caiz olduğu gibi ,"te" müfred müzekkerdeki hali üzere meftuh kalmakla bera­ber muhatabın değiştiğine işaret için sonuna "eraeyte" "eraytekum" gibi çeşitli şekilde bitişik "kafin katılması da caizdir ki, bu durum bu fiile mahsustur.
Buna göre "eraytekum" keli­mesi "eraeytum" yerinde olmak üzere "ehbiruni" (bana haber ve­riniz) demektir. Yani "küm" zami­ri, mef'ul değil failin değiştiğine delalet eden bir harftir. Basralıların izahı budur.
Bu şekil ile mana yine "ahbirunî" (bana haber verin) olmakla beraber "eraeyteke" ile "eraeyte", "eraeytekum" ile "eraeytum" ara­sında esas itibariyle ince bir zevk farkı vardır. "Eraeytekum" kalbte gerçekleştiğinde, kişinin kendi­sinde ve kendi nefsinde ve özün­de meydana gelen şeylerle ilgili vicdanında oluşan sorular, "era­eytum" ise mutlak bir vicdanî şu­ur ile "sormak" ve "soruşturmak" demek olur.
Nitekim En’am: 6/40 ayetinde "era­eytekum" sorusu bu şahsî, enfusî bir fiil olan dua ile ilgili vicdana yönelmiş, "eğayrallahi ted'ûne" (Allah'tan başkasına mı yöneliyorsunuz) buyurulmuştur. [101] ayetinde "kul eraeytum...." "Allah'tan başka bunları size geri ve­recek tanrı kimdir", buyurulmuş, nefislere dışlarından vaki olacak gelmelerle ilgili vicdana yöneltil­miştir ki, Kisaî mezhebi hem nah­ve ait kıyasa uygun hem de bu in­ce farkı açığa çıkarması bakımın­dan bizce daha çok dikkate şa­yandır.

Eratibtum:


Şüphelendiniz, şüpheye düştünüz.

Erdâkum:


Sizi tehlikelere düşürdü ve yok etti.

Erhâm-Rahm:


Erhâm, aslında, kadının rahmi mânâsına gelen "Rahm" kelimesinin çoğuludur. Daha sonra yakınlık mânâsında kullanılmış, neticede akrabalık için hakiki mânâsında kullanılır hale gelmiştir.
Rahim, "ha"nın esresi ile bilindiği gibi kadında çocuk yatağı olan özel organdır. Ancak, yakınlık ve akrabalık sebeplerine de denilir. Nitekim, sıla-ı rahim; akrabaya iyilik, kat-i rahim; ya­kınlık ilişkisini kesmek demektir. Rahim kelimesi, her zaman, sevgi, merhamet, şefkat ve acıma mana­sına gelir.

Erîke:


Erîke, hecele, yani ge­lin odasına konan koltuk, kane­pe, döşenen süslü yatak demektir.

Ersâhâ:


Ersaha, iki şekilde tefsir edilir:
1. Tesbit etmek/sabitleştirmek, sağlamlaş­tırmak
"Dağları irsa' etti (ersâhâ) (yeryüzü, üzerindekilerle birlikte zeval bulmasın diye yerleri dağlarla sağlamlaştırdı)."[102]
"Ve râsiyât (sabit) kazanlar..." [103]
"Onda/orada revâsî (arzı, kendileriyle tesbit et­mek/sağlamlaştırmak için dağları ona ağır baskılar olarak) bıraktık." [104]
2. Demir atma/gerçekleşme zamanı
"Sana Saat'i, onun ne zaman irsah edeceğini (mursâ­hâ) (ne zaman demir atacağın/gerçekleşeceği­ni) soruyorlar." [105]
"Sana Saat'i, onun ne zaman irsah edeceğini (mursâ­hâ) (ne zaman demir atacağını/gerçekleşeceği­ni) soruyorlar."[106]

Esâre:


Esâre, bir şeyin artığı, kalıntısı demektir.

Esâtîr:


Esâtîr[107] "satere" kökün­den alınmış çoğul bir sığadır, teki­li "üstûr" ve "ustûre" veya "estir" veyahut "estare"dir. Yahut "sate­re" çoğulu, "sütûr", "sütûr"un ço­ğulu "estâr", "estâr"ın çoğulu da "esâtır"dir. Bunun kendi lafzından çoğulu olmayan "abâdid" ve­ya "şemâtit" gibi bir çoğul ismi olduğu da söylenmiştir.
Fahreddîn Râzî bunu "ço­ğunluk" "mâ satterahu'l-evvelûne" yani öncekilerin yazdıkları şeyler diye tefsir etmiştir. Bazıları "esâtir"in "turrehat" (hurafeler) olduğunu söylemişlerdir. Fakat bu tefsir değil manadır. Esatir saç­ma sapan şeyler oldukları için de­ğil, öncekilerin faydasız sözle­ri/hikâyeleri olduğu için esâtîru'l-evvelin diye tefsir edilmiştir.
"Esâtîr"in tekili olarak zikre­dilen ustur, usture, estir, estire, es­tere kelimelerinin Yunanca "isturya" kelimesiyle ilgisi olduğu açık- Frenkler de buna istuvar=histoire demişlerdir. Biz de bugün bunu tarih" diye tercüme ediyoruz.
Şu halde "esâtîr" in asıl mana­sı bugünkü tabirimizle "tarihler" demektir. Arapça'da usture, estire gibi tekil kelimelerin kullanılması nadirattandır. Genellikle "esâtîr" kullanılmış, bunun için de takdirî çoğulluk gösterilmiştir. Kelimenin Arapça olmayan bir kelimeden Arapçalaştırıldığı açıklanmıştır.
Esâtîr Arapça'dır. Ancak "usture"nin Arapça olup olmadığı şüphelidir. Usture, Yunanca "doğ­ru haber verme ve alma" diye ta­rif edilen "isturya"nın aynı değil­se ikisi ortak bir asla döner. Nite­kim Farsça'da "muhkem" (sağ­lam) demek olan "üstuvar" da bu asla dahildir.
Ancak "esâtîru'l-evvelîn" ile "tarih" arasında bir fark vardır. Tarih, kelimesi aynı zamanda, bir vakiti, zamanı da ifade etmekte­dir. "Esâtîru'l-evvelîn"de vakit anlamı yoktur. Genel anlamda mazi, yani, önceki zamanlar anla­mı vardır. Çünkü bir vakit belirtmesiyle tarih İslâmî bir kelimedir. Frenklerin "ustuvar" kelimesinde bu anlam yoktur.
Esâtîr içinde birçok efsane bulunduğundan, daha doğrusu "esâtîru'l-evvelîn" bir efsane ola­rak kaldığından, hurafeler "esâtiru'l-evvelîn"in bir gereği olmuş, bunun sonucu olarak, "esâtîr" Araplarca hurafelerden kinaye olarak kullanılmıştır. Bunun için Kâmûs'tâ "esâtîr", "nizamsız ke­lam" yani "saçma söz" anlamına geldiği ifade edilmiştir. Bir şey ta­rihe karışmış denildiği zaman, ya­lan olmuş, masal olmuş, sadece lafta kalmış, payidar olmuş anla­mında kullanılmaya başlanmıştır. Bu nedenle Araplarca, "mesturât-ı evvelin" demek olan "esâtiru'l-evvelîn", Türkler'in "ma­sal", Yunanlılar'ın "misus" Frenk­lerin "mit" dedikleri eski kahra­manlık hikayeleri, evvel zaman efsaneleri, destanları olarak müla­haza edilmiş, uydurma ve hurafe­ler anlamında kullanılmıştır.

Esbât:


Esbât, "sıbt" kelimesinin çoğuludur. Torunlar demektir. Ya'kup (a.s.)'m on iki oğlu vardı. Bunların İsrail oğulları içerisindeki duru­mu, Araplar içerisinde kabilelerin durumu gibidir.

Esef:


Esef, hüzünün şiddetli olanı demektir. Bu anlamda Türkçe'de "gam" sözü kullanılır. A’raf: 7/150'de Musa'nın üzüntüsü aynı kelime ile ifade edilmiştir. Gadap ve öf­kelenme ile de ilgisi vardır.
Sonundaki elifi maksure mütekellim "ya"sından bedel, "ey esefim, üzüntüm" demektir. Ya­hut nübde eliftir ki, musibetin şiddetiyle "ah" gibi hüzünlenme ve acı çekmede bir yardım umma ifade eder. Yûsuf: 12/84'te "Yûsuf'un gamı, üzüntüsü" anlamındadır.

Eserne:


Harekete geçirdiler.

Esfâr:


Esfâr, büyük kitap mânâsına gelen “Sifr” kelimesinin çoğu­ludur. Şair şöyle der:
Onlar kitap hamallarıdır. Onların, kitapların iyisi hakkında bilgileri yoktur.
Onların bilgisi eşeklerin bilgisine benzer. Yemin olsun ki, eşek sabah akşam yük taşır, fakat çuvalların içinde ne olduğunu bilmez. [108]

Esfel-i Sâfilîn:


Esfel-i sâfilîn ifadesi, sefillerin en sefili, en murdarı, en kötüsü, cehennemin alt tabakası, "sâfilin" de üzerindeki tabakalar­da bulunan cehennem ehlidir, şeklinde tefsir edilmiştir. Esfel-i sâfilîn, alçak emellerine, şehveti­ne düşkün, aşağılık, alçak kimse­lerin, şeytanların esiri oyuncağı olan, en aşağı derekelere düşenle­re işaret eder.

Esfera:


Aydınlandı, açıldı.

Eshantumuhum:


Onlardan çokça öldürüp, yaralayıp esir ettiniz. Misbâh ya­zarı şöyle der: Bir kimse düşman üzerine gidip de
onlardan çokça adam öldürdüğünde, "Eshane fi’l-erdi" denir. Mastarı "İshân"dır. Yara, bir kimseyi gev­şetip zayıf düşürdüğünde "Eshantehu’l-cirâhati" denir.[109]

Esîm:


Esîm, çok günah işleyen, günankâr. Bir kimse günah işleyip kötülük yaptığında "Esime’r-raculu" denir. Geniş zamanı "Ye’semu" gelir. Esîm, bu kökten alınmıştır.      

Esîr:

Esir, köle olup olma­maktan, müslim gayri müslim olup olmamaktan öte, genel an­lamda herhangi bir esir, özgürlü­ğü elinde olmayan demektir. Kö­le, kadın erkek ayrımı yapılmadan herhangi bir köle anlamında.

Eskal:

Eskâl, tahrik ile cebel vezninde "sekal"ın çoğuludur. Râzi’nin ifadesi ile, sekal; ev eşyasıdır. Kâmûs'ta, yolcunun ağırlığı yani eşyasına daha çok kıymetli eşyaya dendiği ifade edilmiştir.
Ağırlık anlamındaki "Sekaleyn" ifadesi de aynı köktendir. Eskâl'ın "sikal"ın çoğulu olabile­ceği de söylenmiştir. Bu durum­da, karın bölgesinin taşıdığı yük mânâsı da vardır. "Eskâl"ın es­rar, gizlilik anlamına gelebilece­ğini Râzî ifade etmiştir.

Eskâlehâ:


Eskâlehâ, "içinde bulunan ölüleri" demektir. Bu kelime, "ağır şey" mânâsına gelen "siql" kelimesinin çoğuludur. "Vetahmilu esqâlekum: Hayvanlar ağırlıklarmızı taşır"[110] mealindeki âyette de bu mânâda kullanılmıştır. Ahfeş şöyle der. "Ölü, yerin içinde olduğunda, bu onun ağırlığı olur. Üstünde olursa ona ağırlık olur.[111]

Esleme:


Teslim oldu ve boyun eğdi demektir.

Eslemu:


Boyun eğiyorum, itaat ediyorum.  

Esr:


Esr, aslında bağlamak ve raptetmek demektir. Daha sonra yaratılış mânâsında kullanılmıştır. "Güzel yarattı ve sağlam meydana getir­di" mânâsına "şedde esrahu" denir. Şâir Ahtal şöyle der:
Yaratılışı sert, yedmesi kolay, kibirli sandığın her attan...[112]

Esri:


Geceleyin yürü.

Es-Selâm:


Es-selâm, Allah'ın esmâi'l-hüsnâ'sından (güzel isimle­rinden) birisidir. İsim veya selamet manasına masdar veya "selâmun aleykum, aleykum selâm" selam verip almanın ismidir. Öyle kî, "dâru's-selâm" bu manalardan her biriyle her korkudan berî olan, salim olan, "selâmet evi" "selâmet vatanı" (barış vatanı) demektir.

Eşhâd:


Eşhâd, "Şâhid" kelimesinin çoğuludur. Buradaki Şâhid, başkası­nın aleyhine delille şahitlik edendir.
Eşhâd, altı şekilde tefsir edilir:
1. Tebliğe şâhidlik eden (nebiler) 
"Her ümmetten birer şâhid (risaleti tebliğ ettik­lerine dair onlara karşı şâhidlik edecek nebilerini) getirdiğimiz, seni de (ey Muhammed), onların üzeri­ne (risaleti tebliğ ettiğine dair) şâhid getirdiğimiz zaman halleri nasıl olacak?!"[113]
"O gün her ümmetten birer şâhid çıkaracağız (ne­bilerini üzerlerine şâhid olarak getireceğiz)." [114]
"İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerinde şâ­hid idim." [115]
"Şâhidler (nebiler) de, "İşte şunlar (kavim­lerinin kâfirleri), Rabb'leri üzerine yalan söyleyenler­dir" (Allah'ın ortağı olduğunu iddia edenlerdir)." [116]
2. Ademoğlu'nun amelini yazan hıfzedici melek
"Her kişi beraberinde bir sürücü ve bir şehîd (amellerini yazan melek) bulunduğu halde gelecektir." [117]
Bu âyetteki şehîd lafzıyla, "dünyadaki amellerini yazan hıfzedici melek" kasdedilmektedir ki âhirette de ameli hususunda ona karşı şâhidlik edecek­tir.
"Nebiler ve şühedâ (amelleri hususunda onlara karşı şâhidlik edecek hafaza melekleri) getirilmiş..." [118]
"Muhakkak Biz rasûllerimize ve mü'minlere dünya hayatta ve şâhidlerin (hıfzedici meleklerin/hafaza meleklerinin) dikileceği gün yardım ederiz." [119]
3. Nebilerin tebliğde bulunduklarına şâhidlik edecek olmaları hasebiyle Ümmet-i Muham­med
"Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık ki, insanlar üze­rine şühedâ (rasûllerin, risaleti onlara tebliğ et­tiklerine şâhidler) olasınız..." [120]
"Bundan önce ve bunda... ta ki Rasûl sizin üzerinize şehîd olsun, siz de insanlar üzerine şühedâ (rasûllerin kavimlerine risaleti tebliğ ettiklerine şâhidler) olasınız." [121]
"Bizi şâhidler (ümmet-i Muhammed) ile beraber yaz." [122]
4. Allah yolunda şehâdet eden kimse
"İşte onlar Allah'ın kendilerine nimet verdiği nebiler, sıddîklar, şühedâ (Allah yolunda şehâdet eden­ler) ve salihler ile beraberdir." [123]
"Rabb'lerinin indinde şühedâdır (onlar Allah yo­lunda şehâdet edenlerdir; onlar için ecir ve nurları vardır)." [124]
5. Bir kişinin hakkına veya insanların haklarına dair şâhidlik etmek /şehâdette bulunmak
"Erkeklerinizden iki şehidi şâhid tutun (haklara dair olan bu işleme); eğer iki erkek olamıyorsa, razı olacağınız şühedâdan bir erkek ile iki kadın..." [125]
"Sizden adl sahibi iki şâhid (boşama ve müraca­at hallerinde iki şâhid) tutun; şehâdeti de Allah için dosdoğru yapın!" [126]
6. Hâzır bulunmak, hâzır bulunan
"Size bir musibet isabet ederse, "Allah bana lütfetti de onlarla beraber şehîd (hâzır) bulunmadım" der."[127]
"Biz Musa'ya o emr'i kaza ettiğimizde sen batı tara­fında değildin; şâhidlerden (orada hâzır bulu­nan kimselerden) de değildin." [128]
"Şuhûden (Mekke'de hâzır bulunan) oğullar..." [129]
"Onlar ki, zûr'a şâhidlik etmezler (orada/ona hâzır bulunmazlar)." [130]
"Yoksa siz Ya'kûb'a ölüm geldiği zaman şühedâ mıydınız (orada hâzır mı bulunuyordunuz)" [131]
"O ikisinin azâblarına şâhid olsunlar (onlar ce­zalandırılırken hâzır bulunsunlar)."[132]

Eşir:


Eşir, şımarık demektir. Nimetin şımarttığı kimseye "Raculun eşirun" denilir.

Eşmeezzet:


Nefret etti, tiksindi.

Eşrât:


Eşrât, "ra" harfinin fethalanması ile "şarat"ın çoğulu olarak alametler, işaretler, emareler, belirtiler demek­tir. Kıyametin işaretleri olarak da kullanılır.

Eştât.


Eştât, "Şette"nin çoğulu olup, "Dağınık olarak" demektir. "Dağınık olarak gittiler" mânâsında "Zehebu eştâten" denir.

Etkâ:

Etkâ[133], takvadan ismi tafdildir. Takva: Gayet iyi koru­nup sakınmaktır. "vaka"dır. Vav'ı kalbedilmiştir/ düşmüştür. Nefsi korkulacak şeylerden korumak, sipere girip korunmaktır. Korku­ya da takva denir. [134]

Etrâb:


Etrâb[135], "tırb"ın çoğu­ludur. Hep bir yaşta demektir. Ba­zı tefsirlerde, kızların on altı er­keklerin otuz üç yaşında oldukla­rı ifade edilmiştir. [136]

Etuhâccunenâ:


Mücadele mânâsına olan Muhâcce mastarından olup "bizim­le mücadele mi ediyorsunuz?" demektir.

Ev:


Ev, üç şekilde tefsir edilir:
1. Bilakis/aksine, hattâ
"Biz o'nu yüzbine, ev (hattâ) daha ziyadesine gönderdik." [137]
"Saat'in emr'i ise başka değil, bir göz kırpma gibi, ev (hattâ) o daha yakındır/kısadır." [138]
"Qâbe qavseyni (bir yayın iki ucu/iki yay kadar) oldu, ev (yani, hattâ) daha yakın." [139]
2. Ve
"Belki tezekkür eder, ev (ve) haşyet duyar." [140]
"...ev (ve) tezekkür edecekti." [141]
"Belki ittiqa ederler, ev (ve) (Kur'ân) onlar için bir zikr ihdas eyler." [142]
"...bir özr ev (ve) uyarı olmak üzere." [143]
3. Muhayyerlik
"...on miskini-fakiri doyurmak, ev (veya) giydir­mek, ev (veya) bir köle-cariye azad etmektir. (bunlardan birini seçmekte muhayyersiniz)." [144]
"Katledilmeleri ev (veya) asılmaları ev (ve­ya) ellerinin kesilmesi (bunlardan birini seç­mekte muhayyersiniz)…" [145]
"Ona oruçtan, ev (veya) sadakadan, ev (ve­ya) kurbandan fidye vardır (o, bunlardan birini seçmekte muhayyerdir)."  [146]

Evceftum:


Hızlı sürdünüz. "Vecîf" hızlı gitmek demektir. Kişi, deveyi hızlı gitmeye teşvik ettiğinde "Evcefe’l-baîru" denilir.

Evcese:


Hissetti.

Evfu:


"Yerine getiriniz" Vefa, bir şeyi tam ve mükemmel bir şekilde yapmak demektir. Bir kimse birşeyi tam olarak yerine getirdiğinde "evfâ" ve "veffâ" denilir.

Evlâ Leke:


Evlâ leke[147] tabiri "ge­rekti sana bu bela, oh olsun" de­mek gibi beddua ve teşeffi makamında kullanılır. "Ula leke elveyl" ifadesi, evla ve en layıktır sana o veylü helak, demektir. "Evlâ" kelimesi "veyl" anlamın­dadır. En büyük veyl başına ol­sun, demektir. [148]

Evliya:


Evliya, dost ve yardımcı mânâsına gelen “Veliyy” kelimesinin çoğulu olup dostlar ve arkadaşlar demektir.

Evsan:

Evsân[149] kelimesinin te­kili "vesen"dir. Taş ve benzeri şeylerden yapılıp tapılan bir fetiş ki, "asnâm" (sanemler) den daha geneldir. Heykeller, putlar, haçlar hep "evsân"dır. [150]

Evtad:


Evtâd[151], yere veya du­vara çakılan çivi ve kazık demek olan "vetede"nin çoğuludur. Ka­zık ve çiviyi kuvvetle, hiddet ve şiddetle çakmak vasıtasıdır. Ge­nellikle, sebat ve ikametten kina­yedir.
Nitekim bizde de çivi çakmak bina yapmaktan kinaye olarak kullanıldığı gibi, kazık kakmak, kazık çakmak da ikametten kina­ye olarak, ebediyet manasına bile kullanılır. "Sanki dünyaya kazık çakacak!" denildiği zaman, ebedî yaşamak istiyordan kinaye olarak kullanılır. Bunun için Araplar'da kazık çakılmadan ev kurulamaya­cağı meseldir.
Nitekim şair Efveh:
"Direkler olmadan ev kurula­maz,
Direkler sağlam çakılmadan da direkler durmaz" demiştir. [152]

Evvâb:


Evvâb, Allah'a çok dönen. Bir kimse, geri döndüğünde "Âbe" de­nir. Geniş zamanı "Yeubu" mastarı "Evb" dir. Bu kelime, bundan türemiştir. 
Evvâb, "tevvâb" vezninde "evb"den mübalağalı ismi faildir. "Evb" Râgıb'ın be­lirttiğine göre, dönmenin bir türü, isteğe bağlı olan kısmıdır. Dö­nülmesi gereken yere dönmektir. Bu anlamda "evvâb" "tevvab" gibi "Allah'a çok dönen" demek­tir.

Evvâh:


Evvâh, kök itibariyle çok ah eden demektir. Bilindiği gibi "ah" ve "oh" bir hüzün ve teessüre de­lalet eder.
İnsan şiddetli bir hüzün ve üzüntü duyduğu zaman adeta ta kalbinin içinden yanar, nefesi daralır, boğulacak gibi olur. Yanan nefesini çıkarırken, mecburen bir "ah" çeker. Bunun için çok ah çek­menin üzüntünün ve kalp yanıklığının şiddetiyle ilişkisi vardır. Tevbe: 9/114'te, Hz. İbrahim'in "ah" çek­mesi de bu manayadır.[153]

Evvel:


Evvel, bütün varlıklardan önce var olan manasınadır. 
Evvel, dört şekilde tefsir edilir:
1. Nebi döneminde, Yahudiler­den Nebi'yi (Hz. Muhammed'i) inkâr edenlerin evveli/ilki
"Ona kâfir olanların evveli (Yahudilerden Ne­bi'yi [154] inkâr edenlerin evveli/ilki) olmayın (.....) ve yalnız Bana ittiqa edin!" [155]
2. Mekke ahalisinden Allah'a îmân eden kimselerin evveli[156]
"De ki: "Rahmân'ın çocuğu olsaydı, ben ibâdet edenle­rin evveli olurdum" (Mekke ahalisinden muvahhidlerin evveli/ilki olurdum)." [157]
"De ki: "Doğrusu ben (Mekke ahalisiden) teslim olan­ların evveli [158] (ilki) olmakla emrolundum." [159]
3. Allah'ın dünyada görülemeyeceğine îmân edenlerin evveli/ilki
"Dedi ki: "Rabbim bana göster de Sana bakayım." Bu­yurdu ki: "Beni asla göremezsin, fakat şu dağa bak: eğer o yerinde durabilirse, sen de Beni görebilirsin." Rabbi dağa tecelli edince, onu paramparça etti ve Mûsâ da baygın düştü. Ayılınca dedi ki: "Seni tenzih ederim, Sana döndüm ve ben mü'minlerin (dünyada Senin asla görülemeyeceğini tasdik edenle­rin) evveliyim (ilkiyim)." [160]
4. İsrâîloğulları arasından Mûsâ ve Harun'a imân eden kimselerin ilki
"(Musa'ya îmân ettikleri için, Fir'avn tarafından kat­ledilmekle tehdit edildikleri vakit sihirbazlar dediler ki): "Biz gerçekten mü'minlerin evveli (Mu­sa'nın getirdiklerini, İsrâîloğulları arasından [161] tas­dik edenlerin ilki) olduğumuz için Rabbimizin hata­larımızı bağışlayacağını ümit ederiz." [162]

Evvibî:


Tesbih et. Te’vîb: Tesbih demektir.

Evzârahâ:


Evzârahâ, "âletlerini ve ağırlıklarını" manasınadır. Yani, si­lahlar ve diğer harp levâzımatı. Harp bitip sona erdiğinde "Vedeati’l-harbe evzârahâ" denir. Evzâr, aslında, silah ve at türü ağırlıklar demektir. Şair şöyle der:
Savaş için, ağırlıklarını hazırladım. Uzun mızraklar ve erkek atları...[163]

Evzi’ni:


Bana ilham et.

Eyâmâ:


Eyâmâ, "eyayim"den değişmiş olarak, "eyyim"in çoğu­ludur. Hiç evlenmemiş, dul kadın ve erkeğe denildiği gibi, hür kadı­na, bir kimsenin, kızı, kız kardeşi, teyzesi gibi yakın akrabasına da "eyyim" denir.
Müfessirler daha çok "hiç ev­lenmemiş" deyimini tercih etmiş­lerdir. 

Eyd:


Eyd, ibadet ve itaatte kuvvet manasınadır. Eyd, yed'in çoğulu olabilirse de, tey'idin aslı olan kuvvet mânâsına olması daha uy­gundur.                   

Eynel Meferr:


Eynel meferr[164], nereye kaçmalı anlamındadır. "Meferr" firar, kaçma manasına mimli masdardır. Ye's, korku ve ümitsizlik ifade eden bir deyimdir. Aynı za­manda şaşkınlık ifade eden bir deyimdir de.

Eyyamu'l-lah:[165]


Onları kendilerinden önceki milletlerin başından geçen­lerle uyar:
Nuh, Ad, Semud gibi... Savaş ve çatışmalarından dolayı Eyyamü'l-Arab[166] da bunlardandır:
Zikar, ficar, kudde vd. günler gibi. Bu(nlar ayetin) zahiri yönüdür, lbn-i Abbas (ra)dan şöyle rivayet edilmiştir: Allah'ın nimet ve musibet­leri ... Nimetleri: (Allah'ın) onları bulutla gölgelendirmesi, onlara bıldırcın eti ve kudret helvası ikram etmesi ve ken­dileri için denizi yarmasıdır. Musibeti ise: Nesilleri helak etmesidir. [167]
Yani iman etmeleri için onları geçmiş milletlerin başın­dan geçenlere benzer şeylerle korkut. Mücahid: "Nimet günleri" demiş. Katade ve Süddi de böyle demişler. Yani ba­na iman etmeleri için onlara nimetlerimi hatırlat. Bir haber­de ise, Allah'ın, Musa'ya "Beni kullarıma sevdir!" diye vahyettiği, Musa'nın "Ya Rabbi! Kalpler senin tasarrufundayken ben seni kullarına nasıl sevdireyim?" dediği, Allah'ın da Musa'ya "Onlara benim nimetlerimi an!" diye vahyettiği rivayet edilmiştir. [168]
Eyyam'ın Allah'a izafesi, o gün(ler)de Alah'ın, nimetleri­ni üzerlerine yağdırması olayının yüceliğinden dolayıdır.[169]
Yani geçmiş milletlerdeki ... [170]
Eski Arap geleneğinde "gün" ya da "günler" deyimi, ço­ğu zaman önemli tarihi olayları işaret için kullanılırdı. (Örn. Eyyamü'l-Arab; İslam öncesi Araplar arasında cere­yan eden kabile savaşlarını ifade eden bir deyimdir.) Bu­nunla birlikte Kur'an'ın "gün" sözcüğüne sıkça yüklediği ahirete ilişkin çağrışımlar (örn. "son gün, kıyamet günü, hesap günü" vb.) ve özellikle  "Allah'ın günleri" deyimiy­le açıkça dünyevi zamanın sonunda gerçekleşecek olan Al­lah'ın yargısının ya da yargılamasının kasdedildiği[171] göz önünde bulundurulursa, yukarıdaki anlam örgüsü için­de de bu ifadenin aynı anlamı taşıdığını; yani Kıyamet gü­nünde Allah'ın insana ilişkin nihai yargılaması anlamına geldiğini söylemek tek nihai yoldur. Çoğul formun (Al­lah'ın Günleri) kullanılmış olması, muhtemelen, Kur'an'ın öylesine sıkça kullandığı "Gün" deyiminin aslında insanın zaman kavramıyla ya da zaman tanımlamasıyla pek ilgisi olmadığını; bunun daha çok bilinen "zaman" kavramının içinde bir yer tutmadığı gibi bir anlam da taşımadığı, öteler ötesi bir başka realiteyi (gerçeklik düzeyini) işaret ettiğini göstermektedir. [172] Arapça'da "eyyam" kelimesi ıstılahta, "hatırlanan tarihi olaylar" anlamına gelir. Bu nedenle "eyyamullah", geçmiş­teki büyük şahsiyet ve toplumlara amellerine göre verilen ceza ve mükafatlara değinen insanlık tarihinin önemli olay­larını kasdeder. [173]
(Musa'yı), Allah'ın verdiği nimet ve ihsanları hatırlat, di­ye gönderdik. [174]
Derlediğimiz bilgilerden de anlaşılacağı üzere "Eyyamullah" şu anlamlara gelmektedir,
a- Önceki milletlerin ba­şından geçen olaylar
b- Allah'ın nimetleri
c- Allah'ın musi­betleri
d- Nimet günleri
e- Ceza ve mükafatlar
f- Allah'ın intikam alması... Bir de bunlara ek olarak Esed'e göre Al­lah'ın kıyamet gününde insanları yargılaması.
Bu deyim Kur'an çevirilerine aşağıdaki şekillerde yansı­mıştır:
İbrahim: 14/5 üzerinde durulacaktır:
Elmalı: ... Allah günleri  ...
"tarihte ümmetlerin başından geçen ve doğrudan doğru­ya Allah'ın kudretini, gösteren, Allah dedirten acı ve tatlı mü­him olayları anlatarak öğüt ver" veya "Allah'ın nimetlerini, belalarını hatırlatarak va'z u nasihat et!"
Çantay: ... Allah'ın günlerini  ...
Geçmiş ümmetlerin başına gelen vak'aları, Arab'ın harp günlerini, ba'zılarına göre Cenab-ı Hakk'ın nimet ve belaları­nı.[175]
D.İ.B., Bilmen, Bulaç, Y. Öztürk, Atay, A. Öztürk, Koçyigit, Hizmetli ve Varol: ... Allah'ın günlerini...
Davudoğlu: ... Allah'ın (nimet) şükür günlerini ...
Ateş:... Allah'ın günlerini (geçmiş milletlerin başlarına ge­len olayları) ...
T.D.V. : ... Allah'ın (geçmiş kavimlerin başına getirdiği fe­laket) günleri...
Piriş: ... Allah'ın günleri ...
Lafzen Eyyamullah; Allah'ın günleri. Bu ifade dünya ha­yatının sonunda gerçekleşecek olan yargılama gününü anlatır.
Elmalı, Çantay, Davudoğlu, Ateş, T.D.V. ve Piriş bu de­yimi tecüme ederken dipnot veya parantez içi ifadelerle an­laşılır kılmaya çalışmışlar ve maksudun ne olduğunu az çok belirlemişlerdir. Ancak bunların her biri "Eyyamullah" deyiminin farklı anlamlarını göz önünde bulundurmuşlar­dır.
Mesela Elmalı ve Çantay, deyimin hem nimet hem de musibet anlamını; Davudoğlu, sadece musibet anlamını; Ateş, geçmiş milletlerin başlarına gelen tarihi olaylara işa­ret eden anlamını; T.D.V., geçmiş felaketler anlamını, Piriş ise nihai yargılama günü anlamını zikretmişlerdir.
Bunların dışında kalan diğer mezkur mütercimler ise görüldüğü gibi, deyimi Arapça formuyla ve hiçbir açıklamada bulunmadan tercüme etmişlerdir. Böyle bir tercüme­nin sağlıklı olmadığı ortadadır. Çünkü bilgi düzeyi ne olur­sa olsun, deyimin tarihi arkaplanını ve insan yaşamındaki tezahürlerini bilmeyen bir kimse "Allah'ın günleri"nin han­gi günler olduğunu bilemez.
Gaye, insanların Kur'an'ı anlaması olduğuna göre bu tür kapalı ifadeleri, temel referansların yardımıyla, bir iki keli­me veya cümleyle de olsa açıklamak zaruridir.
Bu minvalde "Eyyamullah’ın şu şekillerde tercüme edi­lebileceğini düşünüyoruz:
- Allah'ın nimet ve musibet günleri...
- Allah'ın ceza ve mükafat günleri...
- Allah'ın nimet ve intikamı...ve Esed'in yorumu gibi "nihai yargılama günü" ... vb.
Örnek:
Andolsun ki biz Musa'yı "kavmini karanlıklardan nura çıkar ve onlara Allah'ın nimet ve musibet günlerini hatırlat" diye mucizelerimizle gönderdik.[176]

Eyyednâ:


Kuvvetlendirdik, destekledik.

Eyyednâhu:


Kuvvet manasına gelen “Eyd” den alınmış olup, "onu destekledik" demektir.

Eza:


Ezâ[177], tiksindirmek, iyiliğe balgam atmaktır ki, nimet vermesi dolayısıyla bir kusur yü­zünden şikayet etmek, el, dil uzatmak, yaptığı iyiliği yüze vur­mak, başa kakmak hep ezadır. Türkçe'de minnet genel anlamda eza yerine de kullanılır. [178]

Ezan:


Ezan, iki şekilde tefsir edilir:
1. Duyurmak/işittirmek, işitmek, dinlemek, ilan etmek
"Ve Rabbini dinleyip (ezinet) (Rabbinin buyruğu­nu dinleyip/Rabbine boyun eğip) haklandığı (kendisine yakışanı yapıp Rabbine itaat ettiği) vakit..." [179]
"Sana ezan veririz ( Sana duyururuz) ki: Bizden şâhid yok." [180]
2. Nida' (yüksek sesle seslenmek, ba­ğırmak)
"Bunun üzerine aralarında bir müezzin (cennet ile ateş arasında bir münâdi), "Allah'ın laneti zalim­ler üzerine olsun" diye ezan verir (nida' eder, bağırır/seslenir)." [181]
"Sonra bir müezzin (münâdi), "Ey kafile! Siz muhakkak hırsızsınız" diye ezan verdi (nida et­ti (bağırdı/seslendi)."[182]
"İnsanlar içinde ezan ver (nida' et, bağır/ses­len)!" [183]

Ezellin:


Ezellin, son derece zillet ve horluk içinde olanlar demektir.

Ezferakum:


Sizi galip ve üstün kıldı. Bir kimse bir şeyi yendiğinde "Zafera bi’ş-şey’i" denir, "ezferahu" onu kazandırdı, demektir.[184]

Ezifet:


Yaklaştı. Ka'b  b. Züheyr şöyle der:
Gençlik uzaklaştı, işte ihtiyarlık yaklaştı. Uzaklaşan gençliğin yerini ala­cak bir şey göremiyorum.[185] Âzife, kıyamet demektir. Yakın olduğu için ona bu isim verilmiştir.

Ezlâm:


Ezlâm[186], cahiliye Araplarında fal çekmek için kullanılan oklar veya taşlara verilen isimdir. Mücâhid, "ezlâm"ın Fars ve Rumlar'ın kumar oynadıkları küp şeklindeki tavla zarları ile Arab'ın ok benzeri fal araçlarından daha genel olduğunu söyle­miştir. [187]

Ezvâc:


Ezvâc, sınıflar ve türler demektir.
"Eş" manasına gelen “Zevc” kelimesinin çoğulu olup erkek ve dişi için kullanılır. "Ey Adem, sen ve eşin   cennette yerleşin"[188] mealindeki âyette de bu manada kullanılmıştır. Kadın erkeğin, erkek de kadının zevci­dir.  Asmaî, "Araplar, müennes olarak zevce kelimesini hemen hemen hiç kullanmamışlardır." der.
Ezvâc, zevc'in çoğu­ludur. Zevç, çift ve eş demektir. Biri diğeri ile ilgili olarak veya zıd olarak bulunan her şeye denir. Her şeyin zıddı olduğu için her şey çifttir.
Ezvâc, üç şekilde tefsir edilir:
1. Birbirine helâl olan erkek ve kadın
"Orada onlar için tertemiz ezvâc (erkekler için helâl olan kadınlar, kadınlar için helâl olan erkekler) vardır." [189]
"Tertemiz ezvâc .... vardır."[190]
"Orada onlar için tertemiz ezvâc vardır." [191]
"Siz ve ezvâcınız (birbirine helâl olan erkek ve kadınlar olarak) sevinç ve neşe içerisinde cennete gi­rin!" [192]
(ey erkekler), Ezvâcınızın (kadınlarınızın) geriye bıraktıklarının yarısı sizindir. [193]
2. Sınıflar (cinsler, neviler, tür ve çeşitler)
"Arzı görmüyorlar mı, Biz orada her kerîm zevçten (her güzel bitki sınıfından/türünden) nice bitki­ler bitirdik." [194]
"Arzın bitirdiklerinden, nefislerinden ve bilmedikleri nice şeylerden bütün ezvâcı (sınıfları/türleri) halkeden..." [195]
"Sekiz ezvâc (dört cinsten sekiz sınıf/tür)..." [196]
"Yükle ona, her zevcden (her sınıftan/cinsten birer erkek, birer dişi olmak üzere) iki." [197]
"Onda iki zevç (iki sınıf /tür) yaptı." [198]
3. Denkler, birlikte olanlar, eş ve arkadaş olanlar
"Toplayın o zulmedenleri ve onların ezvâcını (şeytanlardan onlarla birlikte olanları, şeytanlardan onların eş ve arkadaşlarını)." [199]
"Nefsler zevç edildiği (kâfirlerin nefisleri şeytan­larla bir araya getirildiği) zaman..."[200]



[1] Bahr, 8/511
[2] Emevîlerin Irak valisidir.
[3] Leheb: 111/1.
[4] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 106. (6258-6259)
[5] En’am: 6/2.
[6] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 106-107. (1784-1785)
[7] Cevherî, Sıhah “Dağane” maddesi.
[8] Ahzab: 33/37.
[9] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 107. (3869)
[10] Bakara: 2/282
[11] Nisâ: 4/3
[12] Mâide: 5/108
[13] Secde: 32/21
[14] Nisâ: 4/19
[15] Talâk: 65/10
[16] Kamer: 54/9
[17] Mücâdele: 58/7
[18] Bakara: 2/61.
[19] Mü'minûn: 23/1
[20] Alâ: 87/14
[21] Yûnus: 10/17
[22] Yû­suf: 12/23. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 424-425.
[23] Beled: 90/5-7
[24] Haşr: 59/11
[25] Âl-i İmrân: 3/153
[26] Âyetin, Hz. Ebû Bekr'in Hz. Bilal'i azad etmesiyle ilgili ol­duğu iddiası, dayanaktan yoksundur. (Redaktör)
[27] Leyl: 92/19. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 338-339.
[28] Bahr, 8/155
[29] Kurtubî, 17/119
[30] Kunubî. 17/247
[31] Saffat: 37/142.
[32] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 109. (5302)
[33] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 109-110. (3562)
[34] Hûd: 11/13
[35] Tûr: 52/35
[36] Tûr: 52/39
[37] Ra'd: 13/33
[38] Zuhruf: 43/52
[39] Kamer: 54/44
[40] Mülk: 67/17
[41] İsrâ: 17/69. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 273-274.
[42] Ahzab: 33/72.
[43] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 110. (3934)
[44] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 110-111. (393)
[45] Tarık: 86/17.
[46] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 111. (8/5732)
[47] Tekvir: 81/21.
[48] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 111. (8/5934)
[49] Âl-i İmrân: 3/110
[50] Tevbe: 9/112
[51] Lokmân: 31/17
[52] Al-i İmrân: 3/113-114
[53] Tevbe: 9/71. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 140-141.
[54] Tevbe: 9/48
[55] Enbiyâ: 21/93
[56] Kehf: 18/21
[57] Tâhâ: 20/62
[58] Hûd: 11/40
[59] İbrâhîm: 14/22
[60] Meryem: 19/39
[61] Hûd: 11/44
[62] Meryem: 17/35
[63] Mü'min: 40/78
[64] Enfâl: 8/44
[65] Mü'min: 40/78
[66] Tevbe: 9/24
[67] Ba­kara: 2/109. Müstensih, buradaki emri, "Benî-Kurayza'nın Benî-Nadîr'den bir adamı öldürmesi" şeklinde açıklamıştır. Ancak Mukâtil, Tefsiri'nde âyeti şu şekilde açıklamaktadır: "Allah'ın emr'i gelinceye kadar... Yüce Allah'ın Benî-Kurayza hakkındaki emri, erkeklerinin öldürülmesi, kadın ve çocuklarının esir alınması; Benî-Nadîr hakkındaki emri ise Şam topraklarındaki Ezriat ve Eriha'ya sürülmeleri şeklin­de gerçekleşti." Görülüyor ki yazma nüshadaki, "Benî-Kurayza Benî-Nâdir'den bir adamı öldürmüşlerdi" şeklindeki ifade bir tahriftir. Doğrusu ise, "Ve Benî-Nadîr'in sürülme­si..." şeklindedir.
[68] Nahl: 16/1
[69] Hadîd: 57/14
[70] Yûnus: 10/3
[71] A'râf: 7/54
[72] Secde: 32/5
[73] Şûrâ: 42/53
[74] Âl-i İmrân: 3/154
[75] Talâk: 65/9
[76] Haşr: 59/15
[77] Mâide: 5/95.
[78] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 111. (5494-5495)
[79] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 111-112. (1549-1551)
[80] Sâd: 38/67
[81] Kurtubi, 1/230
[82] Keşşaf, 1/ 72
[83] Enfâl: 8/1.
[84] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 112. (2364)
[85] Çantay, Hasan Basrî, Kur'ân-ı Hakim ve Me’al’i-Kerim,  İst., 1976, 1, 253.
[86] el-Huzeliyyîn, a.g.e., I, 37.
[87] 'Ûde, a.g.e., s. 256. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 107-108.
[88] Necm: 53/23
[89] Yûsuf: 12/53
[90] Kaf: 50/16
[91] İsrâ: 17/25
[92] Mâide: 5/45
[93] Mâide: 5/32
[94] Nisâ: 4/29
[95] Tevbe: 9/128
[96] En'âm: 6/93
[97] Zümer: 39/42
[98] Bakara: 2/85
[99] Bu âyetteki, faqtulû enfusekum ibaresinin, "kendinizi ya da birbirinizi öldürün" şeklinde anlaşılması, İsrâîliyyâttan kaynaklanmaktadır. (Redaktör) Bakara: 2/54
[100] Nisâ: 4/66.
[101] En’am: 6/46
[102] Nâziât: 79/32
[103] Sebe’: 34/13
[104] Kaf: 50/7
[105] A'râf: 7/187
[106] Nâziât: 79/42.
[107] En’am: 6/25.
[108] Bahr, 8/266
[109] Misbâh,  maddesi
[110] Nahl sûresi, 16/7
[111] Tefsîr-i kebîr, 31/58
[112] Kıırtubî, 19/149.
[113] Nisâ: 4/41
[114] Nahl: 16/84
[115] Mâide: 5/117
[116] Hüd: 11/18
[117] Kaf: 50/21
[118] Zümer: 39/69
[119] Mü'min: 40/51
[120] Bakara: 2/143
[121] Hacc: 22/78
[122] Mâide: 5/83
[123] Nisâ: 4/69
[124] Hadîd: 57/19
[125] Baka­ra: 2/282
[126] Talâk: 65/2
[127] Nisâ: 4/72
[128] Kasas: 28/44
[129] Müddessir: 74/13
[130] Furkân: 25/72
[131] Baka­ra: 2/133
[132] Nûr: 24/2.
[133] Hucurat: 49/13.
[134] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 117. (4479)
[135] Vakıa: 56/37.
[136] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 117. (5545)
[137] Sâffât: 37/147
[138] Nahl: 16/77
[139] Necm: 53/9
[140] Tâ-Hâ: 20/44
[141] Abese: 80/4
[142] Tâ-Hâ: 20/113
[143] Mürselât: 77/6
[144] Mâide: 5/89
[145] Mâide: 5/33
[146] Bakara: 2/196. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 271-272.
[147] Kıyamet: 75/24
[148] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 117-118. (5487)
[149] Ankebut: 29/17.
[150] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 118. (3771-3772)
[151] Fecr: 89/10.
[152] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 118. (5531)
[153] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 119. (2629)
[154] Âyetteki hî zamiri, -Nebi'ye değil- İsrâîloğulları'nın beraberindekini tasdikleyici olarak Allah'ın indirdiğine [Kur'ân'a] gitmektedir. Bunu anlamak için, âyetin başının okunması yeterlidir. (Redaktör)
[155] Bakara: 2/41
[156] Bu bir vecih/anlam farklılığı değildir. Çünkü Kur'ân'da de­falarca kullanılan evvel kelimesi, hep aynı anlamda kulla­nılmıştır. Buna göre evvelu mü'min [ilk mü'min] en eski mü'min, evvelu kâfir [ilk kâfir] de en eski kâfir demektir. Burada evvel lafzının anlamı herhangi bir değişiklik gös­termemektedir. Değişiklik ona izafet olunanın medlulünde sözkonusudur.
[157] Zuhruf: 43/81
[158] Asıl nüshada, evvelu men esleme [teslim olanların evveli/il­ki] yerine, evvelu'l-müslimîn [teslim olan kimselerin evve­li/ilki] şeklinde yazılmıştır.
[159] En'âm: 6/14
[160] A'râf: 7/143
[161] Sihirbazların, İsrâîloğulları'ndan olduğu iddiasının, hiçbir dayanağı yoktur. (Redaktör)
[162] Şu'arâ: 26/51. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 386-388.
[163] Beyit, A'şâ'nındır. Bkz. Kurtubî, 16/229
[164] Kıyamet: 75/10.
[165] İbrahim: 14/5; Casiye: 45/14.
[166] Eyyamü'l-Arab (eyyam: günler, müfredi yevm). Arab an'anesinde Cahiliyye devrinde (ve İslamiyet'in ilk zamanlarında) kabileler arasındaki savaşlara de­lâlet eden bir tabirdir. Bu "günlerin" her birinin adı yevm kelimesiyle başka bir kelimeden mürekkeptir; yevm-i Bu'as (Bu'as günü), yevm-i Zi Kar (Zu Kar günü) gibi. Bu günlerin sayısı pek çoktur; yalnız içlerinde Zu Kar günü gibi birçoğu bütün kabilelerin iştirak ettiği hakiki bir muharebeye değil, birkaç ai­le hatta birkaç kişi arasındaki ufak tefek çarpışmalara delâlet eder. (İslam Ans. c. 4 s. 421-422' den özet. MEB İst. ME Basımevi 1964)
[167] Zemahşeri, Keşşaf, 1997, c. 2, s. 508.
[168] Semerkandi, B. Ulum, 1996, c. 2 s. 245.
[169] İsfahani, Müfredat, tsz, s. 553.
[170] Mülekkin, Garib, 1987, s. 192.
[171] Casiye: 45/14.
[172] Esed, Mesaj, 1996, c. 2, s. 500.
[173] Mevdudi, Tefhim, 1986, c, 2, s. 505.
[174] Sabuni, Safvet, 1995, c.3, s.243.
[175] Beyzavi.
[176] Abdulcelil Bilgin, Kur'an'da Deyimler ve Kur'an'ın Anlaşılmasındaki Rolü, Pınar Yayınları, İstanbul, 2003: 201-205.
[177] Bakara: 2/262.
[178] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 119. (900-901)
[179] İnşikak: 84/2
[180] Fussilet: 41/47
[181] A'râf: 7/44
[182] Yûsuf: 12/70
[183] Hacc: 22/27. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 341-342.
[184] Bahr, 8/88
[185] Bahr, 8/155
[186] Maide: 5/3.
[187] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 119. (1566)
[188] A'râf: 7/19
[189] Bakara: 2/25
[190] Al-i Imrân: 3/15
[191] Nisâ: 4/57
[192] Zuhruf: 43/70
[193] Nisâ: 4/12
[194] Şu'arâ: 26/7
[195] Yâsîn: 36/36
[196] En'âm: 6/143
[197] Hûd: 11/40
[198] Ra'd: 13/3
[199] Sâffât: 37/22
[200] Tekvîr: 81/7. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 299-301.