Bu Blog içinde Ara

23 Haziran 2012 Cumartesi

KUR'ÂN VE SÜNNET İŞIĞINDA KORUYUCU HEKİMLİK

KUR'ÂN VE SÜNNET İŞIĞINDA KORUYUCU HEKİMLİK



İnsan, maddî ve manevî yapısıyla yüce bir varlıktır. Mü'minin en büyük vazifesi, İslâmî inanç ve ibadetlerle ruhî bünyesini, dinin kabul ve teşvik buyurduğu koruyucu ve geliştirici esaslara göre de bedenî yapısını korumaktır. Kur'ân, içerdiği konular itibariyle dinî talimleri emredici ve ahlakı güzelleştirici mahiyettedir. Bu nedenledir ki, Kur'ân'dan geniş an­lamda tıbbî bilgiler beklemek hata olur. Bununla birlikte Kur'ân, insanın gelişmesi, zürriyet, anatomi, fizyoloji, patoloji "marazlar bilgisi", vücut, ruh hastalıkları, tedavi ilmi ve en son olarak ölüme dair kısa bilgiler vermekte­dir.[
3]
Vücut azalarının mükemmel bir düzen içinde hayatiyetini sürdürme­si manasına gelen sıhhat Allah'ın insanlara verdiği büyük bir nimettir. Aza­larımızın her biri, akıllara durgunluk verecek bir şekilde işlevlerini sürdür­mektedir. Sıhhat nimetinin yüceliğini kavrayabilmemiz için Rabbimiz bizle­re varlığımız üzerinde düşünmemizi öğütlemiştir:
"Nefislerinizde (Allah'ın yüceliğine ve kudretine delâlet eden deliller var.) Görmüyor musunuz? (düşünmüyor musunuz.)"[4]
İnsan bu ilâhî uyarıyı yeterince dikkate alıp düşünmediği içindir ki büyük nimet olan sıhhatten gaflet içerisindedir. Hz. Peygamber bu gerçeğe işaret ederek şöyle buyurmaktadır:
"İki nimet vardır İd insanların çoğu onlardan aldanma içindedir: Sıh­hat ve boş vakit"[5] Yine bu konuyla ilgili olarak: "Allah'tan af ve afiyet iste­yiniz. Zira hiç kimseye imândan sonra sağlık kadar büyük bir nimet veril­memiştir."
Sıhhat öyle büyük bir nimettir ki onu koruyup korumadığımız husu­sunda kıyamet günü Rabbimize hesap vereceğiz: "Sonrada sıhhat nimetin­den mutlaka sorguya çekileceksiniz.”[6] Hz. Peygamber de şöyle buyurmakta-
dır: "Kişinin, kıyamet günü hesaba çekileceği ilk şey nimettir ve ona şöyle denilecektir: "Senin cismine sıhhat vermedim mi, sana soğuk su içirmedim mi?"[7]
Yukarıdaki âyet ve hadisten de anlaşıldığı gibi sıhhatimizi korumak dînî bir görevdir. Bu vazifemizi yerine getirebilmek için öncelikle Rabbimize yönelmemiz, O'ndan sıhhat nimetini bize bahşettiği gibi koruma­sını da dilememiz gerekecektir. Çünkü sıhhatin korunması bazen insan ira­desinde olduğu gibi bazen de insan iradesinin ve gücünün dışında olmakta­dır. Oluş sebebi bilinemeyen, bilindiği ve tedbir alındığı halde önlenemeyen hastalıklar, bu hakikati bizlere açık bir şekilde göstermektedir. Zaten Hz. Peygamber de şu hadislerinde bizlere bunu tavsiye etmektedir: "Ey Abbas! Allah'tan dünyada da âhirette de sıhhat vermesini iste!", "Allah'tan af ve afiyet isteyiniz."[8]
Sıhhatimizi koruyabilmek için sıhhati yaratan ve devam ettiren Mevla'mıza duâ edecek, Rabbimizin ve Peygamberimizin bildirdiği koruyu­cu tedbirlere sıkı bir şekilde sarılacağız, bunu da bir ibadet bileceğiz. Dini­miz, sıhhatimizi muhafaza edebilmemiz için;
Vücut,[9] elbise[10] ve mekan[11] temizliğini emretmiştir.
Alkollü içkileri içmeyi,[12] kanı, domuz etini, yırtıcı hayvanlar ile bo­ğulmuş ve öldürülmüş hayvanların etlerini yemeyi haram kılmıştır.[13]
Helâl maddelerden yememizi isterken,[14] sıhhatimizi bozacak şekilde aşın yemeyi ve içmeyi yasak etmiştir.[15]
Zinayı,[16] adet günlerinde cinsi teması, arka uzuvdan birleşmeyi,[17] hastalıklara tutulmuş kişilerle yakın ilişki kurmayı,[18] tıbbî mahzurları yö­nüyle, süt kardeş ve süt anne ile evlenilmesini[19] yasaklamıştır.
İnsan vücudunun direnç kazanması ve gıdasızlıktan doğabilecek hastalıkların önlenmesi için Kur'ân, proteinli yiyeceklerden et,[20] balık,[21] ve süt[22] gibi yiyeceklerle; hurma, üzüm,[23] buğday, nar,[24] sebze, sarımsak, acur, soğan, mercimek,[25] incir ve zeytin gibi[26] bitkisel yiyeceklerden ve meyveler­den bahsederek dikkatlerimizi çekmek istemiştir. Ayrıca Kur'ân bitkisel yağdan[27] ve şifa verici bal[28] 'dan da bahsetmektedir.
Hastalık sebepleri olarak, Kur'ân, ruhî etkilere önem vermekte; üzüntü ve ruhî bunalımı, hastalıkların nedeni kabul etmektedir.[29] Ayrıca has­talık sebebi olarak, sihir, büyü, cinlerin ve şeytanın musallat oluşu gibi dış etkilerin varlığını da kabul etmektedir.[30]
Bugünkü tıbbın en önemli meselelerinden birisi hiç şüphesiz ki ko­ruyucu hekimlik meselesidir. Koruyucu hekimlik ise, insanı, sağlıklı iken koruyan ve hasta olmamasının prensiplerini ortaya koyar. Aşı, bunun en önemli bir aracıdır. Koruyucu hekimliğin ortaya koyduğu temel esasların başında, sağlam kimselerin, kendisini koruması için alacakları tedbirlerin başında, önce bulaşmayı önlemek, temizliğe ve gıdaya önem vermek gel­mektedir. Kur'ân ise bu esasları, 14 asır önce haber vermiştir.[31]
Sıhhatimizi koruyabilmemiz için dinimizin koyduğu ölçülere kesin­likle uymalıyız. Bu Ölçüler Rabbimiz ve Peygamberimizin bir emri veya nehyi ile meşruiyyet kazandığı içindir ki, onlan yerine getirmek ayrı zaman­da bir ibadettir. Terki ise vebaldir.

1- Beden Temizliği ve Vücut Sağlığı:


İslam Dini, beden sıhhatine, temizliğine, güzelliğine ve parlaklığına büyük ölçüde önem vermiş, mü'minlere yüklediği vazifelerle sıhhat kazandı­rıcı ve koruyucu bütün tedbirleri günlük faaliyet programı içine almıştır. İslâm bedene kıymet verip temizliği her namaz için bir şart kılmış ve bu namazı da günde beş defa farz kılmıştır. Kur'ân'in şu ifadeleri, temizliğin önemini bize gayet iyi bir şekilde açıklamaktadır:
"Ey mü'minler! Namaza kalktığınız zaman yüzünüzü ve ellerinizi dirseklerle beraber yıkayınız. Başınızı meshedin ve ayaklarınızı da topukla­rınızla beraber yıkayınız. Eğer cünüpseniz, boy abdesti alın.”[32]
"Allah çok temizlenenleri sever.”[33]
"Kim temizlenirse sırf kendi yararına temizlenmiş olur."[34] İslâm di­ninde temizlik, hem maddî hem de manevî temizliğe şâmildir.[35]
Abdestin, dinî birçok faydasının yanında, tıbbî birçok faydası da vardır. Bu konuda Abdürrezzak Nevfel, "İslâm ve Modern İlim" adlı eserin­de, Dr. Mufik Eşşattî'nin şu görüşlerini nakletmektedir:
"Abdest, öyle bir mevziî yıkanmadır ki, onda soğuk su kullanılma­sıyla derideki kılcal damarlar toplanır, sonra tekrar eski haline gelmekle, vücuda büyük bir fayda temin eder. Evvele kan durgunlukları ortadan kalkar, kalp atışları artar, kandaki alyuvar sayısı çoğalır, vücuttaki değişmeler hare­ketlenir, solunum hareketleri kuvvet kazanır. Alınan oksijen miktarı artarak verilen karbondioksit miktarı fâzlalaşır. Açıkta bulunan organları yıkamanın da, vücut üzerinde bevlî ifraz, zehirli maddeleri çokça boşaltma, yemek işta­hını açma, hazmı kolaylaştırma, cildi ve harekî sinirleri uyarma gibi umumi bir tesiri vardır. Bu uyarma bütün boyun, ciğer ve mide damarlarına, oradan da bütün organlara ve bezlere intikal eder."[36]
İslâm, insanın yıkanmasını sadece yıkanmayı gerektiren hallere has kılmamıştır. Peygamberimizin her hafta vücudumuzu bir defe yıkamamızı ve özellikle Cuma namazlarına gelirken boy abdesti almamız hususundaki tav­siyeleri de vücut temizliğine yöneltici tavsiyeleridir:
"Her Müslüman yedi günde bir kere yıkanmalıdır, bu gün ise cuma günü olmalıdır."[37] "Ey Müslümanlar! bu öyle bir gündür ki, Allah onu sizle­re bayram kılmıştır, öyleyse yıkanın. Kimin yanında bir tîyb (güzel koku maddesi) varsa ondan sürünmesinde bir zarar yoktur. Size misvakı da tavsiye ediyorum."[38]
"Cuma guslü her buluğa erene vaciptir. Misvaklanması, bulduğu takdirde koku sürünmesi de öyle."[39]
Cuma günü Müslümanların haftalık toplantı günüdür. Büyük bir kitlenin toplanacağı mekanın temiz olması gerektiği gibi, oraya geleceklerin de bedenen tertemiz olmaları gerekir. Aksi halde, pis kokular ortalığı kapla­yarak fertleri rahatsız ettiği gibi, zararlı mikropların da uygun bir ortam bula­rak, bulaşıcı hastalıkların yayılması kolaylaştırılmış olur. Hz. Peygamberin bu emri, toplum temizliğinin fertlerden geçtiğini vurgulamaktadır. Fertleri teiniz olan toplum, temiz toplumdur.
Kahire Üniversitesi Sağlık ve Koruyucu Hekimlik hocası Prof. Dr. Abdülvâhid Elvekîl, "Sağlık İlmi" adlı kitabında diyor ki:
"Deri, cidden vücuda mühim bir vazife ifa etmektedir. O da, kendi­sinde mevcut binlerce bezden ter ifraz etmesidir. Ter ise, yağlı ve tuzlu mad­deleri ihtiva eder. Su buharlaşınca, yağlı tuzlar geriye kalıp, deri üzerinde birikir. Bu tuzlu ve yağlı maddelerle deri kirlenince ter gözenekleri kapanmış oluyor. Bunun neticesinde terleme olayı gerektiği tarzda cereyan ediyor. Şüphesiz deri ve tırnak temizliği, beden sağlığımızın en mühim icapların-dandır.
Böylece, el ve yüzü günde birkaç kere, bilhassa yatmadan evvel ve uyandıktan sonra iyice yıkamak, yemekten evvel ve sonra, tuvaletten sonra, bulaşıcı veya cildî bir hastalığı olan yahut temizliğe riayet etmeyen biriyle tokalaştıktan sonra elleri yıkamak şarttır. Ayrı şekilde insanın ifrazat yerle­rinin yıkanmasına özen göstermesi gerekmektedir. Ağız temizliği ise en mühim bir zaruret arzeder. Çünkü ağız temizliğini ihmal, yemek artıkların­dan ağızda mikropların çoğalmasını ve diş etlerinin bozulmasını intaç eder, böylece dişlerin ve diş etlerinin cerahati vücut için ciddi bir tehlike kaynağı olur. Bu sebeple günde en az iki defa dişleri fırçalamak gerekir."[40]
İslâm, diş sağlığı hususunda da önemle durmaktadır. Bu konuda Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
"Eğer ümmetime müşkilat çıkarmış olmaktan (korkmasaydım) her namazda diş fırçalamayı ermrederdim"[41]; "Misvak kullanın! Zira o, ağız için temizlik vesilesi, âlemlerin Rabbi için de rıza ve hoşnutluk sebebidir. Cebrail her gelişinde bana misvak tavsiye etti. O kadar ki, bana ve ümmetime ferz kılınacak diye korktum" buyurur. Yine ayrı maksatla: "Kirâmen kâtibin meleklerini, sahibi bulundukları kimseyi, dişlerinin arasında yemek kırıntısı olduğu halde namaza durur görmek kadar hiçbir şey rahatsız etmez." der ve misvak kullanılarak kılınan namazın misvaksız kılınana nazaran 70 defa üstün olduğunu söyler.[42]
Ağız, vücudumuza, hastalıkların giriş yollarından biridir. Bu yüzden hastalıkları engellemede ve sağlıklı olmada ağız ve diş bakımı çok önemli­dir. Ağızdan alınarak iç organlarımızda hastalık yapan mikroplar ve kimyevî maddeler vardır. Bunlar bakteri, virüs, mantar, parazit... gibi küçük canlılar olabileceği gibi, sigara alkol, boyalar... gibi binlercesini sayabileceğimiz kimyevî maddeler de olabilir. Mikropların, yapılarına göre çeşitli karakterle­ri vardır. Kimisi dokuları tahrip eder ve çabuk ürer, kimisi patojen hale eri­şince ürer. Ağız temizliği yapılmadığı zaman en zayıf mikropların bile üre­yeceği bir ortam hazırlanmış olur. Temizlenmeyen bir ağızda yiyecek artık­ları dişlerde birikerek bakteri plakları oluşturur. Bakteriler bu plaklarda gli­kozu kullanarak asit üretirler. Asit ise diş çürümelerine ve diş eti yaralarına sebep olur.[43] Sağlıklı bir gülüşe ve dişlere sahip olmak istiyorsak, Hz. Pey­gamberin uygulamalarına kesinlikle duyarsız kalmamalıyız. Çünkü onun yaptığı her şeyin bir hikmeti vardır. Biz Müslümanlar bunu böyle bilmeli ve o güzel peygamberin uygulamalarına ve tavsiyelerine uymalıyız. Nitekim o, bir hadislerinde şöyle buyurmaktadır:
"Ben dişlerimi o kadar misvaklarım ki (bazen) ön dişlerim sökülecek diye korkarım."[44]
İslâm, el ve ağız gibi sağlığı koruma noktasından ehemmiyet taşıyan uzuvların yıkanmasını, sadece namaz vakitlerine hasretmemiştir. Uykudan kalkıldığı zaman, abdest almazdan önce, ilk iş ellerin yıkanması gerektiğine dikkat çeker ve "el nerede geceledi bilemezsiniz"der.[45] Yemekten evvel ve sonra, yatmadan önce ellerin mutlaka yıkanması gerektiğini Hz. Peygamber bizlere söylemektedir:
"Elinde bulaşık kokusu olduğu halde yıkamadan uyuyan kimseye herhangi bir rahatsızlık isabet ederse, kendinden başkasında kabahat aramasın."[46]
İslâm, elbise temizliğine de gereken önemi vermiştir. Bu konuda Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır: "Elbiseni tertemiz tut”[47] bu temizlik, pis elbise ve beden temizliğine işaret ettiği gibi, maddî ve manevî temizliğe de işaret etmektedir.[48] Pis olan elbiseler, hastalıkların bulaşmasında önemli rol oynar. Bu yolla saç kıran ve kellik gibi mantarlı deri hastalıkları, bit ve bit­lerle bulaşan tifüs vb... hastalıklar geçer.[49]
Tababette Nobel armağanı kazanan, Amerika'da Rockfeller araştır­ma komisyonu başkanı Dr. Alexis Carrel de namazdan bahisle şöyle diyor:
"Namaz, vücudun sistem ve organlarında bir hayatiyet peyda eder. Hatta bu, günümüze kadar bilinen en muazzam bir zindelik kaynağıdır. Bir doktor sıfatıyla bir çok hasta gördüm ki, mütehassıs doktorlar tedavisini başaramadı. Tıp aciz olarak elini çekince, namaz işe karıştı ve onlan hasta­lıktan kurtardı. Namaz, radium cevheri gibi bir ışık kaynağı ve hayat menbaldır.
Ayrı zamanda namazın dualar için mekanik bir tilavetten ibaret ol­madığını anlamamız şarttır. Fakat o, insana saffet bahşeder, insan onda Cenab-ı Hakkı, güneşin hararetini duyduğu gibi hisseder ve O'nun huzurun­da sanki ressamın önünde bir kumaş parçası veya heykeltıraşın önünde bir mermer parçasıdır.
Şüphesiz namaz, mucize doğuran garip alâmetler de vücuda getirir.[50]
Koruyucu hekimlik açısından, oruçta da büyük faydalar bulunmak­tadır. Bu konuda merhum Dr. Abdülaziz İsmail, şunları söylemektedir:
"Orucun tıbbî bakımdan faydalı olduğu bilinmektedir. Şüphesiz bir çok dinî emirin hikmetleri henüz ortaya çıkmamıştır. Fakat ilimlerin ilerle­mesiyle birlikte bunların hikmetleri ortaya çıkacaktır. Orucun, tıbben bir çok hallerde faydalı olduğu ve çeşitli durumlarda yegane tedavi yolu olduğu meydana çıkmıştır. Tedavi için müzmin ve ekşimeden mütevellit bağırsak ızdıraplarına karşı kullanılır. Ayrı şekilde kabızlığın artmasına karşı da kul­lanılır."[51]
Orucun faydaları arasında, bazı cilt hastalıklarını iyileştirmesi, mide ve bağırsakların çalışmasını muayyen bir müddet için dinlendirmesi ve insan iradesini güçlendirmesi gibi hususlar da yer almaktadır. Dünyanın bazı yer­lerinde oruçla tedavi yapılan bazı hastaneler kurulmuştur. Bunlardan biri de Dr. Henri Lahman'ın, Saksonya'nın Dresden şehrindeki hastahanesidir.[52]

2- Sağlıklı Beslenme:


Dinimiz sağlıklı beslenmeye geniş yer vermiştir. Yeteri derecede ve dengeli bir şekilde besin alarak sıhhati korumak ve bu vesile ile vücutta meydana gelebilecek hastalıkları önlemek, koruyucu hekimliğin görevleri arasındadır. Zira Kur'ân'da "...Yiyiniz, içiniz. Fakat israf etmeyiniz. Allah israf edenleri sevmez"[53] buyurulması konunun dinde kazandığı önemi be­lirtmek için. yeterlidir.
Beslenmede esas olan gıda ve çeşitleri konusunda, dikkat çekici noktalara değinen Kur'ân-ı Kerim, zamanımızda önemi daha da iyi anlaşılan proteinli yiyeceklerden et,[54] balık,[55] ve süt[56] gibi yiyeceklerle; hurma, üzüm[57], buğday, nar,[58] sebze, sarımsak, acur, soğan, mercimek,[59] incir ve zey­tin gibi[60] bitkisel yiyeceklerden ve meyvelerden bahsederek bu gıdalara âdeta dikkatimizi çekmek istemektedir. Bitkisel yağdan[61] ve şifa verici bala[62]dan da bahseden Kur'ân, özellikle balın beslenme ve tedavideki önemi­ne işaret etmektedir.
Kur'ân-i Kerim'de zikredilen bu gıda maddeleri, insan sağlığı için gerekli olan protein, karbonhidrat ve yağlara sahip olan gıda maddeleridir. Kur'ân'ın bu gıda maddelerini zikretmesindeki amaç insanların dikkatlerini bunlara çekerek onlara olan ihtiyaçlarını göstermektir. Günümüz beslenme uzmanları da bu gıda maddelerinin insan sağlığı açısından önemine değin­mektedirler.[63]
Nahl, 16/67 de Rabbimiz üzümden bahsetmektedir. Günümüz bes­lenme uzmanları üzüm hakkında şunları söylemektedirler: "Üzümün bol glikoz ihtiva ettiği, bu maddenin de beynin yakıtı olduğu bilinmektedir. Gli­koz eksikliğinden can sıkıntısı, hassasiyette artma, çabuk öfkelenme, istek­sizlik ve unutkanlık ortaya çıkar. İşte üzüm yemekle kana kansan glikoz, hem bize enerji verir hem de beyne yakıt sağladığından bu belirtileri giderir. Üzümde ayrıca B vitamini, demir, kalsiyum ve fosfor da bulunur. Bu mad­deler de sinirleri besler, takviye eder.
Yakın zamanda üzümde resueatrol denilen bir madde daha keşfedil­di. Resueatrol, sinir hücrelerinin birbirleriyle bağlantı kurmasını sağlayan bir enzimi harekete geçirmektedir. Yaşlılıkta sinir hücreleri arasında zayıflayan, hatta kopan bağlantıları köprü görevi yaparak sağlamlaştırmaktadır. Resueatrol, ayrı zamanda kanser önleyicidir. Bu konuda Hz. Peygamber de şöyle buyurmaktadır: "Üzüm yeyin. Zira üzüm, yorgunluğu giderir, sinirleri kuvvetlendirir, öfkeyi durdurur." "Kuru üzüme devam edin. Zira o, safrayı açar, balgamı keser, sinirleri takviye eder, yorgunluğu giderir, ahlakı güzelleştirir. Nefesi hoş eder, endişeyi uzaklaştırır, benzi düzeltir."[64]
Kur'ân-ı Kerim'de Cenab-ı Hak, bal hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Rabbin bal arısına; 'Dağlardan, ağaçlardan ve insanların sizin için yaptığı şeylerden kendinize evler edinin' diye vahyetti. Sonra bütün meyvele­rin tamamından ye. Ve Rabbinin sana has kıldığı yoldan git diye emretti. Onun karnından muhtelif renklerde bir şerbet çıkar ki, onda insanlar için şifa vardır. Bunda da tefekkür eden kavim için âyetler vardır.”[65]
Hz. Peygamber (s.a.v.) de, balın şifa veren bir gıda olduğunu söyle­miş ve bizzat kendisi balı, şifa ve tedavi amacıyla kullanmıştır.[66] Bu konuda şunu söylemiştir: "Size şu iki şifâyı tavsiye ederim: Bal ve Kur'ân."[67]
"Balda insanlar için şife vardır." Son fenni ve tıbbî tecrübeler de bu­nu ispat etmektedir. Hz. Ömer (r.a.) onulmaz yaralan bal ile tedavi ederdi. Hem sürer hem de içirirdi. Bugün de ayrı tedavi usulü tatbik edilmekte ve % 90 müspet neticeler alınmaktadır.[68]
"Onda insanlar için şifa vardır." âyetini Seyyid Kutub, Hz. Pey­gamberin şu hadisi ile tefsir etmektedir:
"İmam Buhârî ve Müslim sahihlerinde Ebu Said el-Hudrî'den naklen rivayet ediyorlar. Adamın biri Resulullah'ın yanına geldi ve dedi ki: 'Karde­şimin kamı şişti.' Hz. Peygamber: 'Ona bal içir' buyurdu. Adam bal içirdi ve geldi dedi ki: 'Ey Allah'ın Resulü içirdim daha fâzla şişirdi.' Hz. Peygamber tekrar: 'Git ve bal içir' buyurdu. Adam yine geldi ve dedi ki: 'İçirdim ama Ey Allah'ın Resulü daha fazla şişirmekten başka bir şey yapmadı.' Bunun üzerine Hz. Peygamber buyurdu: 'Muhakkak ki Allah doğruyu buyuruyor, yalan olan senin kardeşinin karnıdır, git ve ona bal içir. Adam gitti ve yine bal içirdi bu sefer iyi olduğunu bildirdi."[69]
Hadisle ilgili olarak İbnu Hacer'in yaptığı bir tahlili faydalı buldu­ğumuz için aynen alıyoruz:
"Bazı mülhidler: 'Bal müshildir, nasıl olur da ishal olanlara bal tav­siye edilir?' diyerek hadise dil uzatırlar. Buna cevabımız şudur: Bu söz, söyleyenin cehaletini ortaya koyar. Onların bu davranışı şu âyetin şümulüne girer: "Onlar, ilmini kavrayamadıkları ve henüz yorumu da kendilerine bil­dirilmemiş olan şeyi yalanladılar...”[70] Şurası malum ki, tabipler ayrı hastalı­ğın ilacının yaşa, âdete, zamana, alışılan gıdaya, tedbire, kişi tabiatının gü­cüne göre değişeceğinde ve ishalin birçok çeşidi bulunduğunda ittifak ederler. Mesela bu çeşitlerden biri, kusmayı da beraberinde getiren şiddetli bir ishaldir ki hazımsızlıktan husule gelir. Doktorlar şu hususta da müttefiktir: Bu çeşit ishalin tedavisi kişinin tabiatını ve onun fonksiyonunu terketmesiyle olur, böylece insan tabiatı muayyen bir müshile muhtaçsa, hastada kuvvet oldukça ona yardım edilir. İmdi, mezkur hasta sanki hazımsızlıktan husule gelen ishale musabtı. Resulullah da ona, mide ve bağırsaklarda toplanmış olan fuzûlî maddeleri boşaltması için bal tavsiye etti. Zira balda mideye arz olan ve gıdanın midede kalmasını engelleyen yapışkan karışımlardan mü­rekkep fuzüliyatı sürüp tahliye edici hassa vardır. Midede, havlularda görü­len tüyler gibi tüyler mevcuttur. Bu tüyler yapışkan karışımlar takılacak olsa, mideyi fesada verir ve mideye ulaşan gıda maddelerini de fesada uğratır. Şu halde bunun tedavisi, bu karışımları mideden sürüp çıkaracak bir maddenin kullanılmasıyla gerçekleşir. Bu maksatla istimal etmeye, baldan daha mües­sir bir şey yoktur, hususen sıcak su içerisinde eritilip şerbet yapılırsa. Resulullah'ın tatbikinde bal, ilk seferinde müessir olmadı, zira tedavi, hasta­lığa göre, belli bir müddet ve belli bir miktar ilaca bağlı olmaktadır. Bu müddet kısa tutulursa fuzuliyat tamamen sürülüp atılmamış olur, normal zamanı taşacak olursa kuvveti zayıflatır ve başka bir zarar hasıl eder. Sanki adam, birinci seferde baldan hastalığın mukavemetini kırmaya yetecek mik­tarda içmemiştir. Resulullah da içmeye devam etmesini emretmiştir. Adam, hastalık maddesinin gereğine uygun olarak içmelerine devam ettikçe Al­lah'ın izniyle iyileşti.
Resulullah'ın: "Kardeşinin kamı yalan söyledi" sözünde, 'bu ilacın faydalı olduğuna, hastalığın devam etmesinin, ilaçtaki kusurdan ileri gelme­yip, fâsid maddenin çokluğundan hasıl olduğuna bir işaret vardır. Bundan dolayı Hz. Peygamber bu maddenin boşaltılması için bal içmeye devamı emretmiştir. Nitekim öyle oldu ve Allah'ın izniyle adam iyileşti."[71]
Balda yaklaşık olarak, % 25-40 sakaroz; % 30-45 friktoz; % 15-25 su ve muhtelif oranlarda protein, asit, organik ve madenî maddeler bulun­maktadır. Bu nedenledir ki bal şifa verici ve insan sağlığını koruyucu bir özelliğe sahiptir.[72]
Balda şife olduğuna dair varit olan ilâhî emri, tıp otoriteleri çeşitli şekillerde izah etmekte ve açıklamaktadırlar. Teknik yönlerini anlatan bu eserler netice itibariyle âyet-i kerimenin özet olarak belirttiğini açıklanma­sından ibarettir.[73]

3- Zararlı Yiyeceklerden Korunma:


Kur'ân-ı Kerim, bizlere zararlı olan yiyecekleri haber vermiş ve bu yiyeceklerin kullanılmasını kesinlikle yasaklamıştır. İslâm bu konuda çağrı­şım önce bütün insanlığa yaparak şöyle buyurmuştur:
"Ey insanlar! yeryüzündeki temiz ve helal şeylerden yiyin, şeytana ayak uydurmayın, zira o, sizin için apaçık bir düşmandır."[74]
Kur'ân, daha sonra hitabını mü'minlere çevirerek nelerin yenilme­mesi gerektiğini şöyle açıklamaktadır:
"Ey iman edenler! Sizi rızıklandırdığımızın temizlerinden yiyin. Yal­nız Allah 'a kulluk ediyorsanız, Ona şükredin. Şüphesiz size Ölü hayvan etini, kam, domuz etini, Allah 'tan başkası için kesilen hayvanı haram kılmıştır.."[75]
Mâide suresinde de Kur'ân-ı Kerim bu haramları daha geniş olarak bildirmektedir:
"Leş, kan, domuz eti, Allah 'tan başkası anılarak kesilenler, (boğul­muş, bir yerine vurularak öldürülmüş, düşüp, yuvarlanmış, başka bir hayvan tarafından susulmuş, yırtıcı hayvan tarafından yenmiş olanları canları çık­madan önce kesmemişseniz) ve dikili taşlar üzerine boğazlananlar, haram­dır."[76]
Haramları ona çıkaran bu âyet ile dört kısım içinde inceleyen diğer âyet arasında herhangi bir çelişki yoktur. Mâide suresinin üçüncü âyet-i ke­rimesi, Bakara suresi 172-173. âyetler ile En'âm suresi 145. âyet-i kerimele­rini bir nevi tefsir etmektedir.
Haram yiyeceklerden âyetlerin ilk bildirdiği şey "leş" tir. Kendi kendine ölen bir hayvan, bulaşıcı bir hastalıktan, zehirli bir ottan yada buna benzer sebeplerden dolayı ölmüştür. Ölen yada can çekişerek ölen bir hay­vanın, ağız, boğaz ve bağırsak gibi yerlerdeki mikroplan dokuları istila eder ve buralarda çoğalarak hayvanın kokmasına ve çürümesine neden olurlar. Bu şekilde olan hayvanların yenmesi ise insanlarda çeşitli hastalıkların meydana gelmesine, hatta ölümlerine neden olabilir.[77]
Haramlardan ikincisi de akan kandır. "Kan, sağlam canlılarda bile muhtelif mikroplan ihtiva etmektedir; ayrıca kesim sırasında kana çeşitli mikroplar geçmektedir. Diş çektirme sırasında bile bu olay vardır. Kandan yapılan hayvan yemlerinin, hayvanlar arasında salgınlara sebep olduğu ve bunlardan insana hastalıkların bulaştığı bilinmektedir."[78]
Ayrıca kanda, alerjik hastalıklarda ortaya çıkan immunoglobulin de­nilen maddeler bulunmaktadır.[79] Kanda ayrı zamanda insan sıhhatine zararlı olan ürik asit de bulunmaktadır.[80]
Haramların üçüncüsü de domuz etidir. Eski çağlarda Mısır ve Feni­keliler gibi bazı milletler, domuz etinin mekruh sayarak yememişlerdir.[81] İslâm kaynaklarında İbn Ebî Hatem'in rivayetine göre Ebu Tufayl şu hadisi nakletmiştir: "Adem peygambere dört şey haram kılınmıştır. Ölü, kan, do­muz eti, Allah'tan başkası adına kesilen hayvan."[82]
Musevilerin mukaddes kitabı Tevrat domuz eti yemeyi yasaklamış­tır; "...Ve domuz, çünkü çatal ve yarık tırnaklıdır, geviş getirmez, o size murdardır, onların etinden yemeyeceksiniz, leşlerine dokunmayacaksınız."[83] Tevrat'ta domuz eti yasağı bulunmasına rağmen İncil'de domuz eti yasağı bulunmamakla birlikte onun pis bir hayvan olduğu bildirilmektedir: "... mur­dar ruhlar da çıkıp domuzlara girdiler...”[84]
İslâmiyette domuzun hiçbir şeyi helal kabul edilmemiştir. Imameyn ve imam Şafiî domuzun kıl lan ile badana firçası yapılması ve ayakkabı di­kilmesi caizdir demişlerdir. Imam-ı Yusuf a göre ise bu, zarurete binaen verilmiş bir müsaadedir.[85]
Alman hekimi Recheweg "Domuz Eti ve İnsan Sağlığı" isimli kita­bında domuz etinin zararları hakkında şunları söylemektedir: Recheweg, domuz etindeki zehirli hastalık amillerini "sutoksin" olarak isimlendirmekte ve bunu domuz eti yiyenlerde görülen hastalıkların sebebi saymaktadır. Do­muz eti yiyenlerde safrakesesi iltihabı ve taşlan, apandist, barsak iltihaplan, abse ve çıbanlar, şirpençe, kadınlarda akıntı, nisâî iltihaplar, mafsal kireç­lenmesi, damar sertliği, yüksek tansiyon, kalp anjini ve infaktüs gibi hasta­lıkların görülebileceğini bildiriyor. Recheweg, domuz etinde insan sağlığı açısından şu zararların bulunduğunu da ifade eder:
1- Domuz etinde fazla miktarda bulunan kolesterin ve yağ asitleri, damar sertliği, tansiyon yüksekliği, in foktu s ve bazı damar hastalıklarına sebep olmakta.
2- Domuz etinde bol miktarda bulunan yağ dokusu, kükürtten zengin mukopolisak karitlerden ibarettir. Bu madde insan vücudunda kıkırdak, kas ve sinirlere oturarak mafsal iltihabı, mafsal kireçlenmesi, bel fıtığı gibi çe­şitli romatizmal hastalıklara neden olur.
3- Domuzlarda büyüme hormonu yüksek seviyededir. Zira doğum esnasında birkaç yüz gram olan bir domuz yavrusu, altı ay içinde yüz kiloyu aşkın bir domuz olur. Domuz etinde bulunan bu büyüme hormonu insanda kanser gelişmesine sebep olur.
4- Domuz etinden insanlara grip virüsü geçebilir. Zira grip virüsü domuzların akciğerinde yaşar, domuzun etine ve domuz etinden de imal edilen sosis, salam ve sucuğa da geçebilir.
5- Domuz etinde bol miktarda histamin ve imidazol gibi maddeler bulunduğu ve bu maddelerin insanda ekzema, ürtiker, astma, vazomotor rinitis gibi alerjik hastalıklara neden olabilir.[86]
Hayvanlar içinde en çok ürik asit taşıyan hayvan, domuzdur. Do­muzun dışındaki diğer hayvanlar, bu maddeyi sidik yolu ile devamlı dışan atarlar. İnsan vücudu da bu maddenin % 90'ını, böbrekler vasıtasıyla dışan atar. Domuz ise bu asitin % 2 Men fedasını dışarı atamaz. Geri kalan ise vücutta kanın bir parçası olarak varlığım devam ettirir.[87]
"Bazı kimselerin iddialarına göre; ilerlemiş olan bugünkü pişirme vasıtalarının kullanılması ve etlerin yüksek hararette kaynatılması sonunda bu zararlı kurtçuklar ölmekte ve tehlike arzetmemektedir. Bu kimseler, ilmin asırlarca yaptığı araştırmalar sonunda ancak bir tek zararı keşfedebildiğim unutuyorlar. Kim domuz etinde henüz keşfedilmemiş daha birçok afetlerin bulunmadığını kesin olarak söyleyebilir? Beşerî ilimleri yüzlerce yıl geriler­de bırakan Allah'ın kitabı, güvenilmeye, bağlanılmaya daha liyakatli değil midir?"[88]

4- Zararlı İçeceklerden Korunma:


İslâm dininin yasak ve haram ettiği her şey, insan sağlığına zararlı­dır. Kur'ân, insan sağlığını korumak için zararlı yiyecekleri yasakladığı gibi zararlı içecekleri de yasaklamıştır. Bu içeceklerin başında şüphesiz ki alkol gelmektedir. Zira Kur'ân bu konuda şöyle buyurmaktadır: "Ey mü'minler içki, kumar, dikilen kurban taşları ve şans okları, şeytanın işlerinden murdar bir şeydir. Onlardan sakının ki felah bulaşınız"[89]
İslâm'da sarhoşluk veren her şey içki sayılmış ve bunların haram ol­duğu bildirilmiştir. Bu konuda Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Her sarhoş edici şey, hamrdır. Ve sarhoş edici şey haramdır. Kim dünyada hamr içer ve tövbe etmeden, onun tiryakisi olduğu halde ölürse, âhirette şarap içemez."[90] Hz. Enes'ten gelen bir rivayette Hz. Peygamber şöyle buyurmuş­tur: "Resûlullah hamrla ilgili olarak on kişiye lanet etti. "(Hammaddesinden şarap yapmak maksadıyla) sıkana ve sıktırana, içene ve şakilik yapana, (imalathaneden veya depodan, toptancıdan perakendeciye veya müstehlike kadar) taşıyana ve taşıtana, satana ve satın alana, bağışlayana, bunun parasını yiyene."[91]
Alkol insan sağlığı için çok zararlı olduğundan İslâm bunu haram etmiştir, içkinin zararlarım şu şekilde sıralamak mümkündür:
1- "Sinir sistemi üzerindeki tesiri: Alkolün kimya tabiri ile sınıfı, yağ ve lipoitleri eriten bir madde olmasıdır. Beyin ve sinir hücreleri, bünye ve gışa itibariyle, yağ ve lipoitleri ana madde olarak ihtiva eder. Vücuda alkol alınınca, kan yolu ile bu hücrelere gider, orada her maddeyi süzerek alan hücre gışasını eritir ve zorla hücreye nüfuz eder. Böylece hücre zehirlenir. Bu zehirlenme, hücrede uyuşma ve vazife görmeme şeklinde tecelli eder. Şu halde alkol sinir ve beyin hücrelerine cebren girer ve onu muvakkat bir za­man için felce uğratır. Eğer bu tesir, alkoliklerde olduğu gibi devamlı olursa, hücre, bünye bakımından vazifesini tamamen sakat yapan hasta bir durum arzeder."[92]
2- Alkolün ikinci zaran, kalp, böbrek ve dolaşım sistemi üzerinedir. Alkol, kalbin kasılma gücünü azaltarak çevrel damarları genişletir. Bu du­rum ise kan basıncını azaltır. Aşın güç harcanması durumunda kalbin oksi­jen tüketimi artar. Kan basıncı alman alkolle orantılı olarak artar. Alkol alımı kesildikten ancak birkaç hafta sonra kan basıncı normale döner, takat kalp kası, kasılma yeteneğini önemli ölçüde yitirir. Ayrı zamanda alkol alımının kesilmesiyle düzelmeyen ve ölümle sonuçlanabilen ağır kalp yetmezliği ortaya çıkar.[93]
Alkol, insanın böbrek tüplerinde ağır tahribat meydana getirir. Böb­rek hücrelerinin gışafarına nüfiız eden alkol bütün kanın süzülme kabiliyetini aksatır. Ayrıca alkol, tedavisi çok zor olan ve ekseriyetle müzminleşerek ölüme sebebiyet veren böbrek iltihabına neden olur. Bu hastalığa "Alkol Nefriti" denir.[94]
3- "Gebelikte alınan alkol düşüklere olduğu kadar doğumdan önce dölütün[95], doğumdan sonra ise bebeğin vücut gelişiminin geri kalmasına neden olmakta, yüzde biçim bozukluklarına, zeka geriliğine varabilen sinir sistemi hastalıklarına, kalpte doğumsal deliklere ve başka birçok organda ise çeşitli bozukluklara yol açmaktadır. Gelişmekte olan organların tümü alko­lün zararlı etkilerine açıktır.
Alkolün dölütün gelişimi üzerindeki etkileri:
1- Dölütün dölyatağı içi gelişim yaşına göre düşük kilolu olması,
2-  Kafatası ve beyin ölçülerinin normalden küçük olması ve zekanın etkilenmesi,
3- Davranış kalıpların değişmesi, vücut etkilerinin azalması, gözle­rin geç açılması, titremeler, süt çocuğu döneminde huzursuzluk.
4-  Özellikle ağız, üreme ve boşaltım sistemlerinde doğuştan gelen u-fak oluşum bozuklukları, yarık ve fıtıklar.
5- Özellikle yüzün orta çizgisinde alkolik dölüt sendromu olarak ta­nımlanan ve zeka geriliğiyle birlikte ortaya çıkan gelişme bozuklukları.
6- Doğurganlıkta azalma, ölü doğum ya da doğumdan hemen sonra ölüm.
7- Karıncıklar yada kulakçıklar arasında delik,
8- Eklem hareketlerinde kısıtlanma."[96]

5- Bulaşıcı Hastalıklardan Korunma:


İslâm dininin yasakladığı büyük günahlardan biri de fuhuştur. Allahu Teâlâ, bu kötü fiili haram kılmış, insanlara bu ahlaksız davranıştan uzak durmalarını ve ondan korunmalarını emir buyurmuştur:
"Fuhşun gizlisine de, açığına da asla yaklaşmayınız.”[97]
"Zinaya yaklaşmayın, çünkü o, şüphesiz bir hayasızlıktır.”[98]
Fuhuş, insanların iffetlerine, namuslarına ve topluma karşı işlenmiş büyük bir suçtur. Bu nedenle İslâm dîni, toplumun varlığını, huzurunu, insa­nın ve insan neslinin muhafazasını korumak amacıyla fuhşu yasaklamıştır. Bu çirkin fiil, sosyal nizamı yok ettiği gibi, fertlerin sağlığını da yok eder. Fuhuş birtakım hastalıkların meydana gelmesini ve onların süratli bir şekilde yayılmasını sağlar. Fuhuş yoluyla meydana gelen hastalıktan günümüz tıb ilmi tespit etmiştir. Bu yolla geçen hastalıklara zührevî hastalıklar denir. Bunların başlıcaları; frengi, bel soğukluğu, yumuşak yara gibi hastalıklardır.[99]
Fuhuş suçunu işleyenlerin çocuklarında vaktinden önce ergenleşme, sıhhat bozukluğu, asabi ve ruhî birçok rahatsızlık meydana gelmektedir. Fuhuş bataklığına düşenleri ve bu yolla hasta olanları yeniden topluma ka­zandırmak için özel ve resmi birçok hastaneler açılmakta, hiç de azımsanmayacak derecede maddî harcamalar yapılmaktadır.[100]
Homoseksüellik de Kur'ân ve Sünnet de yer alan ifâdelere göre ya­pılması kesinlikle yasaklanmış lanetli bir iştir:
"Siz kadınları bırakıp da şehvetle erkeklere mi yaklaşıyorsunuz. Doğrusu siz ilâhî yasak sınırlarını aşan bir kavimsiniz."[101]
Homoseksüellik, beden sağlığım bozmakta, AIDS, fistür, frengi ve belsoğukluğu gibi hastalıklara sebep olmaktadır
Homoseksüellik, hususunda Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Üç kimse var ki, Allah onların şahadetini kabul etmez: Birbiri üzerine binen erkek, birbiri üzerine binen kadın ve bir de zulmeden hükümdarlar."[102]
İslâmda, istimna (el ile boşalmak) da yasaklanan davranışlardandır. Mastürbasyon, insanı ölçüsüzlüğe sevk eder. Aslında mastürbasyon insanı tatmin etmez, aksine şehevî arzuların gittikçe şiddetlenmesini sağlar. Mas­türbasyon doğrudan doğruya hastalık yapıcı olmamakla birlikte alışkanlık haline geldiğinde, bel gevşekliği, unutma, geçiştirme, irade zayıflığı, hafıza­da gerileme, üzüntü ve sıkıntı gibi hastalıklara ve rahatsızlıklara neden olur. Ayrıca bu alışkanlık kişilerde sinir bozukluklarına, el ve kol titremesine, baş dönmesine, uykusuzluk, kalça ve bacaklarda dermansızlık, yorgunluk gibi etkiler bırakır. Vajinaya bazı şeyler sokarak mastürbasyon yapan kızların, kızlık zarlarının yırtılmasına, döl yolunun iltihaplanmasına hatta bu iltihaplar neticesinde kısırlığa neden olabilir.[103]
Kur'ân'da ve hadislerde bildirildiğine göre hayızlı ve nifaslı kadınlarla ilişkiye girmek yasaktır: Nitekim bu hususta Yüce Allah:
"Sana âdet görmeden soruyorlar. De ki: O eziyettir' Âdet halinde kadınlardan çekinin, temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Temizlen­dikleri zaman Allah 'm emrettiği yerden onlara varın."[104]
"Ümmü Seleme'den gelen bir rivayette: "Ben, Resulü İlah ile birlikte yorganın altında idim. Kadınların maruz kaldığı hayız (kanını) o sırada gör­düm. Derhal örtünün altından sıvışıverdim. Rasûlullah: "Hayız mı oldun?" dedi. "Ben, kadınların gördüğü hayız kanını gördüm" dedim. Resûlullah: "Bu Allah'ın, Hz. Adem'in kızlarına yazdığı bir kaderdir" buyurdular."
Ümmü Seleme şöyle devam eder: "Ben yataktan sıvışıp kendime çe­ki düzen verip geri döndüm. Resûlullah bana: "Gel benimle birlikte yatağa gir! "dedi. Ben de yanına girdim.[105]
Hz. Peygamber başka bir hadislerinde şöyle buyurmaktadır: "Ka­dınlarınızla ay hallerinde cinsi temasta bulunmayınız. Ancak cinsi temasın dışında sevişme dahil onlarla her türlü ilişkiye girebilirsiniz."[106]
Başka bir hadis-i şeriflerinde Peygamberimiz şöyle buyurmaktadır: "Kim hayızlırın fercine veya dübürüne temas ederse veya kâhine uğrarsa Muhammed'e indirilenden yüz çevirmiş olur."[107]
Kadınlarla, hayız ve nifos günlerinde yapılan ilişkilerde şu zararlar vardır:
* Âdet kanının etkisiyle kadının dölyolu dışarıdan gelebilecek mik­roplara karşı zayıf olur. Böyle bir zamanda kurulan ilişkilerde mikroplar kolayca dölyolundan âdet nedeniyle genişlemiş olan dölyatağı kanalından geçer, yumurta kanalları ve yumurtalıklara kadar çıkarak o bölgenin iltihap­lanmasına hatta kadının kısırlaşmasına neden olur.
* Böyle bir zamanda yapılacak cinsel ilişkide kadının tenasül uzvun­da ağrılar meydana gelebilir. Bu ağrılar rahimde, yumurtalıkta veya havuzda iltihaplanmalara neden olabildiği gibi kısırlığa da neden olabilir.
* Hayız kanı, erkeğin tenasül uzvuna sirayet ettiği takdirde frengi hastalığına benzeyen irinli iltihaplanmaya yol açar. Erkeğin husyelerine ge­çerek şiddetli ağrıya hatta kısırlığa neden olur.[108]
İslâm, anal birleşmeyi (kadına arka organından teması) de yasakla­mış ve bundan şiddetle kaçınılmasını emretmiştir:
"Ay halinde iken kadınlardan uzak durun; temizlenmelerine kadar onlara yaklaşmayın. İyice temizlendikleri zaman Allah 'm size emrettiği yer­den (üreme organından) onlara yaklaşın.."[109]
Hz. Peygamber de bu şekilde ilişkide bulunmayı yasaklamıştır:
"Kadına dübüründen yaklaşan (o yolla temasta bulunan) kimse la­netlenmiştir."[110]
Diğer bir rivayette de şöyle buyurmuştur:
"Eşiyle dübüründen temasta bulunan bir adama Cenâb-ı Hakk (rah­met) nazarıyla bakmaz."[111]
Anüsten yapılan ilişkide, tıb açısından birçok zararlar vardır. Makat içinde yaşayan E. Coli gibi pek çok bakteri anal ilişkiden sonra penisin yı­kanmadan vajinaya sokulması sonucunda vajinaya taşınmakta burada ilti­haplanmalara hatta tedavi edilmediği takdirde dölyaîağında ve yumurta ka­nallarında ağır yapışıklıklara neden olduğu gibi kısırlığa da sebep olabilir. Anal ilişkide makat civarında çatlamalar, yırtıklar ve makatı çevreleyen a-dalelerde gevşeme ve yırtılmalara neden olur.[112]
Dinimiz, tedbirleri almaksızın bulaşıcı hastalık mikroplarını taşıyan hastalarla temasımızı yasaklamıştır.
Hz. Peygamber: "Bulaşıcı hastalık mikroplarını taşıyan (hayvanlar ve insanlar) sıhhatli olanlar yanına uğramasın."[113] buyurarak, hastalığın baş­kalarına da geçmesine engel olmaya çalışmıştır. Hatta kendisine bağlılığını bildirmek üzere gelen hastalığa tutulmuş bir kişiye, "Biz seninle biatlaştık, sen artık geri dön." Şeklinde haber göndererek onunla temastan sakınmıştır ve ashabına da kaçınmalarını tavsiye etmiştir.
İslâm fertlerin sağlığına önem verdiği gibi toplum sağlığına da gere­ken önemi vermiştir. Bu nedenledir ki Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Bir yerde veba çıktığını duyarsanız oraya girmeyiniz, bulunduğu­nuz yerde veba çıkmışsa oradan ayrılmayınız."[114] Hz. Peygamber, böyle bir durumda iken kaçarak yapılacak şahsi kurtulma teşebbüslerinin bir toplumu ne derece zor duruma sokabileceğini düşünerek o bölgenin insanlarına: "Vebalı yerde ikamet eden şehid gibidir, oradan kaçan da cepheden kaçan gibi­dir." Başka bir hadislerinde de "Taundan kaçan cepheden kaçan gibidir, taunda sabreden cephede sabreden gibidir."[115] dedikten sonra şöyle bir müj­de vermiştir: "Kim vebanın bulunduğu bir yerde sabır gösterir, ecrini umar, Allah'ın yazdığının dışında kendisine bir şeyin isabet etmeyeceğini bilirse bir şehid ecrini alır."[116]
"Bazı anlayışsız insanlar bulaşıcı hastalıktan korunmanın kaderden kaçış ve iman zaafına delil olduğunu öne sürerek vebalı yerlere gitmeye kalkışırlar. Bu büyük bir hatadır. Ömer (r.a.) Şam'da veba görülünce oraya, sefer düzenlenmesini yasaklamıştı. Ona... Sen Allah'ın kaderinden mi kaçı­yorsun? denildiği zaman: Biz Allah'ın diğer bir kaderine kaçıyoruz, demişti. Sebeplere tevessül haktır... Hz. Ömer'in (r.a.) dediği gibi, o da Allah'ın tak­diri içine girer. İslâm bulaşıcı hastalıklardan korunmayı meşru kılmıştır."[117]
İslâm, hayvanlarla ilişkiye girmeyi şiddetle yasaklamıştır. Çünkü bu tür davranışlar hayat kanunlarına ve ahlâk kurallarına aykırıdır. Ayrıca bu çeşit ilişkiler birtakım hastalıkların kişilere geçmesine neden olabilmektedir. Bu konuda Peygamberimiz şöyle buyurmaktadır:
"Dört sınıf insan vardır ki bunlar sabah ve akşam Allah'ın azabı içindedirler.
Ashab, bunlar kimlerdir Ya Resulallah! dediklerinde Hz. Peygam­ber:
Onlar, kadınlara benzemek isteyen erkekler, erkeklere benzemek is­teyen kadınlar, homoseksüeller ve hayvanlarla cinsel ilişki kuran kişiler­dir."[118] buyurmuştur.
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in yasakladığı şeylerden biri de ihtiyaç ol­madığı halde evde köpek beslenilmesidir. Bu konuda Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Av ve çoban köpeği dışında köpek besleyenin ecrinden her gün iki kıratlık[119] eksilme olur."[120]
Bu yasaklama köpeklere şiddetle davranılmasını gerektirmez. Zira, Kur'ân'da şöyle Duyurulmaktadır:
"Yerde yürüyen hayvanlar ve kanatları ile uçan kuşlar da ancak si­zin gibi birer ümmettirler."[121]
Bunun üzerine Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Eğer köpek­ler de ümmetlerden bir ümmet olmasaydı hepsinin öldürülmelerini emrederdim."[122]
Köpekler, bazen insan sağlığını da tehdit etmektedirler. Bu konuda ünlü Alman düşünürü Dr. Cırartfentesmer "Kosmos" adlı Alman mecmua­sında yazmış olduğu bir makalede şunları söylemektedir:
"Son senelerde bazı insanların köpek besleme aşkı karşısında, herke­sin nazarı dikkatini bunun doğuracağı tehlikelere doğru çekmek zorunda kaldım. Çünkü, içinde yaşadığımız çağda köpekleri beslemekle kalmıyor; ayrı zamanda onlarla oynanıyor, seviliyor ve küçük-büyük farkı gözetmeden elleri yalamalarına müsaade ediliyor, hatta çok zaman insanın, kendisine yiyip içtiği kaplardan yemek artıklarını yemelerine göz yumuluyor.
Bütün bunlar, sağlam yaratılışlı, karakterli insanın ve adabın çok a-yıp karşılayacağı bir husus olduğu gibi, sıhhat ve temizlik kurallarına da uymaz. Bu ilmi makalemizde biz, konunun bu yönlerini pedagog, psikolog ve eğitimcilere havale etmek istiyoruz.
Konunun sağlık ve tıbbî yönüne gelince (ki bizi ilgilendiren de bu­dur), köpeklen besleme ve onlarla oynama dolayısıyla insan hayatını tehdit eden tehlikeler, pek küçümsenecek durumda değildir. Birçok insan bizzat kendilerini mahvetmek için büyük meblağlar ödemişlerdir. Çünkü, köpek­lerde bulunan şerit kurdu müzmin hastalıklara sebep olmakta ve çok zaman­larda ölüme kadar götürmektedir.
Bu kurt, şerit halindeki küçük kurtçuklardan bir tanedir, insanda si­vilce şeklinde belirir. Bu köpeklerde, diğer hayvanlarda ve bilhassa domuz­larda bulunur. Fakat gelişmesine müsait en iyi yer; köpekler, yırtıcı hayvan­lar, çakallar ve kurtların vücududur. Kedilerde pek nadir bulunur. Yalnız köpek şeridi, diğerlerinden farklıdır ki, gözle görülmeyecek kadar küçüktür. Ve ancak son senelerde onun hayatı hakkında bir şeyler bilinmeye başlan­mıştır...
Veterinerlerin de çok iyi bildikleri gibi, bilhassa köpek şeridinin ge­lişmesinin diğerlerinden farklı birçok hususiyetleri vardır. Bu kurtların her birinin ülserler halinde birçok şerit kurdu başı doğar ve gelişir. Birbirine benzer ve kurtlardan da muhtelif şekilde çeşitli sivilceler belirir. Ülserler de gelişip, büyüyen bu kurt başlan köpeklerin bağırsaklarında kuvvetli ve tam şerit kurdu haline gelir. Halbuki insanlarda ve diğer hayvanlarda bulunan diğer kurtlar, şerit kurtlarından çok farklı olarak yalnız yeni sivilceler ve ülserler meydana getirir. Bu ülserler hayvanlarda (istisnalar ortadan çıkarıl­sa) en çok elma büyüklüğünde olur ve yüreğin ağırlığı, normal ağırlığından on katı fazlasına kadar yükselir, insanlarda ise kalp, bir yumruk veya bir çocuk başı kadar büyük ve içi on ile yirmi litre ağırlığında san su ile dolar.
İnsanlarda bu kurtlar, en çok kalpte bulunur ve muhtelif şekillerde ve birbirinden ayrı olarak görünür. Çok zamanda akciğere, bağırsaklara, dalağa, böbreklere ve hatta kafâtasına sirayet ederek, mütehassıslar tarafından bile sezilemeyecek derecede ve büyük ölçüde sirayet ettiği uzvu değiştirir.
Şüphesiz ki bu ülser nerede bulunursa bulunsun; ona müptela olana büyük tehlike sayılır. Bu kurtların yaşayış şeklim, oluşunu ve gelişmesini bilmemize rağmen; onlardan tedavi ile kurtuluş yolunu bilemiyoruz. Yalnız biliyoruz ki; bu kurtlardan bazıları kendi kendine ölür. Bunun sebebi de vü­cudun ifraz ettiği bazı maddelerdir. Bilhassa son zamanlarda ispat edilmiştir ki; insan vücudu bu gibi hallerde bu kurtların zehrine karşı panzehir ifraz etmektedir. Fakat esefle ve üzülerek söylemek gerekir ki; çok zaman bu kurtlar, vücutta birçok zararlar bırakarak ölmektedir. Ve itiraf etmek lazım­dır ki, kimyevî tedavi yollan bunun için hiçbir ayda temin etmemekte ve böylece başka bir ilaç kullanmaya yeltenmeden ameliyattan başka bir kurtu­luş çaresi görülmemektedir.
İşte bu sebepledir ki, bizi, uzvî hastalığa karşı koymak ve insanı bu feci tehlikelerden kurtarmak için gereken ve elden gelen bütün tedbirleri almaya mecbur etmektedir.
Büyük mütehassıs Dr. Noller, Almanya'da yaptığı ameliyatlar neti­cesinde ispat etmiştir ki, Almanya'da köpek şerit kurdu ile müptela olanların nispeti %l’den aşağı değildir. Buna en çok müptela olan yabancı ülkeler ise, alçak nüfus rakamlı memleketlerin kuzey kısımları, Dalmaçya, Kırım, İzlan­da, Avustralya'nın güneydoğu ve Hollanda'nın Frezelând kesimidir ki, bu­ralarda köpekler dilencilikte de kullanıldığı için ortalama olarak insanlar %\2 nispetinde köpek şerit kurtlarına müptela olmuşlardır. Bilhassa İzlan­da'da bu nispet % 43'e yükselir.
Şerit kurdunun bulunması dolayısıyla insanın sıhhatini tehdit eden, tehlikeleri salgın bir hastalık gibi etrafa yayan bu türlü hayvanların insan gıdasına verdiği zarar da buna ilave edecek olursak, hiç kimsenin, sağlığı koruma, gıdayı arıtma düşüncesiyle bu gibi tehlikeleri uzaklaştırmak husu­sunda tereddüt etmeyeceği muhakkaktır. Çünkü bugün bu salgın hastalığa müptela olmayan ülkelerde ayrı tehdidin altına girmiş bulunmaktadır
Bu salgın hastalıkla mücadelenin en başarılı yolu, bu kurdun köpek­lerde kalmasını temin etmek ve orada hapsederek başka tarafa yayılmasına engel olmaktır. Köpekleri beslemek tamamen men edilemeyeceği için böyle düşünülmektedir.
Bu gibi hastalıktan taşıdıkları kesinleşmiş olan köpeklerde gerekli tedaviyi ihmal etmek doğru değildir. Onların tedavi edilmesinin mutlak ge­rektiği gibi, çoban köpeklerine de bu tedavinin arada sırada tekrarlanması faydalı olur.
Kendi sağlığını ve hayatını korumak için insanın, köpeklere dokun­maktan ve onların kendisine yaklaşmasından mümkün derecede sakınması ve bu hususta çok titiz davranması lazımdır. Köpeklerin çocukların ellerini yalamalarına ve çocuk bahçelerine girmelerine müsaade edilmemelidir..."[123]
Sanırım Hz. Peygamberin (as.), zorunlu haller dışında köpeklere yaklaşılmamasını istemesi ve "Köpek, birinizin kabını yalarsa; o kabı biri toprakla olma şartı ile yedi defa yıkasın."[124] buyurmasının hikmeti daha iyi anlaşılmaktadır.

Sonuç:


Kur'ân-ı Kerim'in önemle üzerinde durduğu ve hakkında zaman zaman bilgi verdiği konulardan birisi de tıp ve koruyucu hekimliktir. İslâm, sıhhatin büyük bir nimet olduğunu bildirmiş, mü'minlere yüklediği vazife­lerle sıhhat kazandırıcı ve koruyucu bütün tedbirleri almalarını istemiştir.
Dinimiz, sıhhatimizi korumamız hususuna o derece önem vermiştir ki, ibadet maksadıyla da olsa sağlığımızı zedeleyecek davranışlardan kaçın­mamızı bizlere öğütlenmiştir. Rabbimiz yolculara ve hastalara oruçlarım ka­zaya bırakma müsaadesini vermiş, gusül gerektiğinde tıbbî bir zaruret varsa teyemmümle yetinilmesi ruhsatını tanımış ve ölümcül durumlarda haramları mubah kılmıştır.[125]
Hastalıklar insanın bir kusuru olmaksızın kulluk denemesi olarak da gelebilir. Bunu Rabbimiz şöyle bildirmektedir:
"Ândolsun sizi (kulluk denemsi için) biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiltme ile imtihan edece­ğiz. (Ey Peygamber) sabredenleri müjdele"[126] Bu âyet-i kerime korunma tedbirlerine başvurulduğu halde birden gelen ve sebebi kavranamayan hasta­lıklar içindir.
Hastalıklar dinimizin bizlerden istediği korunma yollarında göster­diğimiz kusurlardan dolayı da gelebilir. Sıhhatini korumadığı için hasta olan kişi şüphesiz günahkardır. Ancak kulluk denemesi sebebiyle veya kulun kusuru nedeniyle gelen hastalıklar mutlak manada bir şer ifade etmezler.
Kurân-ı Kerim, sadece koruyucu hekimlik ile ilgili alanlarda değil, diğer alanlarda da getirdiği hükümlerle insan neslinin ve sıhhatinin korun­masını amaçlamıştır. Çünkü Kur'ân'ın muhatabı insandır. Bu nedenledir ki Kur'ân, her türlü bedenî ve ruhî hastalıklardan, insanların korunmasını iste­mekte ve bu hususta da sağlam prensipler getirmektedir. Kur'ân, getirdiği bu prensiplerle öncelikle kişinin bedenen ve ruhen hastalanmamasını sağlama amacını güder. Fakat hastalandığı taktirde de tedavi yollarını ve usullerini insanlara gösterir. Kur'ân'ın koruyucu hekimlik alanında ortaya koyduğu prensip ve kaideler sadece bulunduğu çağa değil, bütün çağlara hitap etmiş­tir. Ortaya koyduğu bir çok prensip ve kaidenin değeri ve mahiyeti, asırlar geçip de bu sahadaki bilgiler arttıkça ancak anlaşılabilmiştir.


[3] Kırca, Celal, Kur’ân-ı Kerim ve Modern İlimler, Marifet Yayınlan, İstanbul, irs, s. 171.
[4] Zariyat, 51/21.
[5] Buhâri, Rikak, 1; Tirmizî, Zühd, 1; el-Cevziyye, İbn Kayyım, et-Tıbbü'n-Nebeviy, Riyad, 1986, s.215; Canan, İbrahim, Kütöb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, Ankara, 1995, XL, 241.
[6] Tekâsür, 102/8.
[7] el-Cevziyye, a.g.e., s.215; Canan, a.g.e., XI, 241.
[8] el-Cevziyye, a.g.e., s.21S; Canan, a.g.e., XI, 241.
[9] Mâide, 5/6.
[10] Müddesir, 74/4.
[11] Canan, a.g.e..X, 314.
[12] Mâide, 5/90.
[13] Bakara, 2/173.
[14] Bakara, 2/168,172.
[15] Araf, 7/31.
[16] En'am, 6/151; İsra, 17/32.
[17] Bakara, 2/222.
[18] Canan, a.g.e., XI, 363.
[19] Nisa, 4/22.
[20] Yasin, 36/71-72.
[21] Fatır, 35/12.
[22] Yasin, 36/73.
[23] Nahl, 16/67.
[24] En'am, 6/99.
[25] Bakara, 2/61.
[26] Tin, 95/1.
[27] Mü'minun, 23/20.
[28] Nahl, 16/68-69.
[29] Yusuf, 12/48,85; Fatır, 35/9.
[30] Felak, 113/1-5; Nâs, 114/1-6; Sad, 38/41; Sebe, 34/8,46.
[31] Kırca, a.g.e, s. 178.
[32] Maide,5/6.
[33] Tevbe, 9/108.
[34] Fâtir, 35/18.
[35] Kırca;a.g.e.,s.l85.
[36] Kırca, ag.e., s. 186.
[37] Nesâî, Cuma, 8; Canan, a.g.e., XI, 23.
[38] Muvatta, Taharet, 113; İbnMâce, Ücâmetu's-Salât, 83; Canan, a.g.e.,Xl, 14.
[39] Buhârî, Cuma, 2,3,12; Ezan, 161 ;Şehadât, 18;Müslim, Cuma, 5; Muvatta, Cuma, 4; Ebû Dâvud, Taharet, 129; Nesâî, Cuma, 6,8; Canan, a-g.e., 30,13.
[40] Kırca, a,g.e.s.l87.
[41] Buharı, Cuma, 8; Temenni, 9; Müslim, Taharet, 42; Muvatta, Taharet, 115, Hbu Dâvud, Taharet, 115; Tirmizî, Taharet, 18; Nesâî, Taharet, 7.
[42] Canan, a.g.e, X, 312-313; Dalgın, Nihat, Macit, Yunus, Kültürümüzü Şekillendiren Hadisler, Samsun, 1992, s.80
[43] Mayda, Arslan, "Ağız Bakımı", Sızıntı, Kasım 1999, Sayı 250, İzmir, s.464.
[44] Canan, a.g.e.,X, 312.
[45] Buhârî, Vudu, 26; Müslim, Taharet, 87.
[46] Canan, a.g.e., X, 312.
[47] Müddesir,74/4.
[48] Elmalın, Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dini, İst, 1935, VE, 5450; Kırca, a.g.c, s.185.
[49] Kırca, a.g.a, s.185.
[50] Kırca,a.g.e.,s.l90.
[51] Kırca,a.g.e,s.l91.
[52] Kırca, a.g,c, s.191.
[53] Araf, 7/31.
[54] Bakara, 2/57; Hûd, 11/69; Yasin, 36/71-72.
[55] Fâtır, 35/12; Kehf, 18/61,63.
[56] Nahl, 16/66; Yasin, 36/73.
[57] Nahl, 16/67.
[58] En'am,6/99.
[59] Bakara, 2761.
[60] Tîn,95/1.
[61] Mü’minün, 23/20.
[62] Nahl, 16/68-69.
[63] Kırca,a.g,e.,s.l92.
[64] Saygılı, Sefa, "Sağlık Tavsiyeleri" Zafer İlmi Araştırma Dergisi, Şubat 1999, Sayı, 266, s.10.
[65] Nahl, 16/68-69.
[66] Canan, a.g.e, XI, 266-268.
[67] el-Cevziyye, a.g.e, s.34; Canan, a.g.e-, XVII, 442.
[68] Cantay, Hasan Basri, Kur'ân-ı Hakim ve Meal-i Kerim, İstanbul 1990,11,495.
[69] el-Cevziyye, a.g.e.3 s.35; Kutup, a.g.e., IX, 212.
[70] Yunus, 10/39.
[71] Buhârî, Tıbb, 4,24; Müslim, Selam, 91; Tirmizî, Tıbb, 31; Canan, a.g.e., XI, 267.
[72] Kırca, a.g.e, 194.
[73] Kutup, a.g.e.,K, 212.
[74] Bakara, 2/168.
[75] Bakara. 2/172-173.
[76] Mâide.5/3.
[77] Kırca, a.g.e.; s.180.
[78] Kırca, a.g,e., s.180.; Muhamined Ali Sabimi, Ruhu'l-Beyân Sî Tefsiri Âyâti'l-Ahkâm, Dersaadet Dağıtıra, İstanbul, trs, 1,154.
[79] Nurbaki, Haluk, Sonsuz Nur, Damla Yayınevi, İstanbul, trs, s.36.
[80] Kırca, a.g.c, s.181.
[81] Akten, Haluk, Bilim Adamalarına Baş Eğdiren Kitap Kur'ân, Uysal Kitabevi, Konya, 1998, s. 185.
[82] Akten, a.g.e.,s,185.
[83] Kitab-ı Mukaddes, Tevrat, Levililer, 11/7,110.
[84] İncil, Markos, 5/13, 39.
[85] Akten, a.g.e.,s.l87.
[86] Akten,a.g.e.,s.l90.
[87] Kırca, a.g.e.,s.l81.
[88] Kutup, Seyyid, Fi Zilâli'l-Kur'ân, Tere: M. Emin Saraç vd, İstanbul, trs, I, 325.
[89] Maide,5/90.
[90] Buhari, Eşribe, 1; Müslim, Eşribe, 73; Muvatta, Eşribe, II; Ebû Dâvud, Eşribe, 5; Tirmizî, Eşribe, 1; Nesâî, Eşribe, 22,46; Canan, a.g.e., VIII, 132.
[91] Tirmizî, Buyu', 59; İbn Mâce, Eşribe, 6; Ahmed hHanbel, el-Müsned, II, 25; Canan, a.g.e., VIII, 135.
[92] Baki,a.g.e.,s.29.
[93] Akten,ag.e.,s.l75.
[94] Baki. a.g.e., s.29.
[95] Dölütsel yaşamın onuncu haftasından sonra, yani insan türüne özgü dış yapısal özettikler kazanıldıktan sonra gelişmekle olan yavrunun durumunu belirten terim; bu dönemde baş, boyun, gövde, kollar ve bacaklar üç bölüme ayrılmış olarak gözlenir. Bu dönemde vücud hızlı gelişir, çeşitli organ ve dokular olgunlaşır.
[96] Akten, a.g.e., s. 179.
[97] En'am, 6/151.
[98] Isrâ, 17/32.
[99] Uysal, Asım, Evlilik ve Cinsel Hayat, Uysal Kitabevi, Konya, 1998, s.500.
[100] Doğan, Lütfü, Toplumun Temelini Sanım Belli Başlı Problemler, Diyanet Yayınlan, Ankara, 1995, s.245.
[101] Araf 7/81.
[102] Uysal,ag.e.,s.362.
[103] Uysal, a.g.e., s.86-87.
[104] Bakara, 2/222.
[105] Canan, a.g.e., XVI, 614.
[106] Uysal, a.g.e,s.l25.
[107] İbn Mâce, Taharat, 122; Canan, a.g.e, XI, 44.
[108] Uysal, a.g.e.s.128.
[109] Bakara, 2/222.
[110] Uysal, a-g-e., s.342.
[111] Uysal, a.g.a, s.342.
[112] Uysal, a.g.e.,s.344. _
[113] Demircan, Ali Rıza, İslâm Nizamı, Eymen Yayınlan, İstanbul 1984,1,231.
[114] Buhari, Tıb, 30; Enbiyâ, 50; Hiyel, 13; Müslim, Selam, 92; Muvatta, Cami, 23; Tirmizî, Cenâiz, 66; Canan, a.g.e, XI, 361.
[115] Canan, a.g.e., XI, 363.
[116] Gazali Muhammed, Müslümanın Ahlakı, Ribat Yayınlan, Tere: Abdülcelil Candan, Konya, s.185.
[117] Gazâli a.g.e.,s.l85.
[118] Uysal, a.g.e., s.363.
[119] Kırat, lügatte beş arpa ağırlığı veya yarım danik ve bir şeyin yirmi dörtte biri gibi manala­ra gelir.
[120] Buhârî, Sayt, 6; Müslim, Müsâkât, 50; Muvatta, İsti'zân, 12; Tirmizî, Ahkam, 4; Nesâî, Sayt, 12-14; Canan, a.g,e, X, 280.
[121] En'am,6/38.
[122] Canan, a.g.e.,X, 281.
[123] el-Kandâvî; Yusuf, îslâmda Helal ve Haram, Tere: Ramazan Nazlı, Hilal Yayınlan, İs­tanbul, trs, s. 125-127.
[124] el-Kardâvî,a.g.e.,s.l23.
[125] Bakara, 2/173; Mâide, 5/6.
[126] Bakara, 2/156.