Bu Blog içinde Ara

21 Haziran 2012 Perşembe

Kalplerinde Örtü, Kulaklarında Ağırlık Olanlar

Kalplerinde Örtü, Kulaklarında Ağırlık Olanlar


"Onlar: "Bizi davet ettiğin şeye karşı kalplerimiz örtüler içindedir. Kulaklarımızda bir ağırlık, seninle bizim aramızda bir perde vardır. O halde sen (kendi dinince) amel et, biz de (kendi dinimize göre) hareket ederiz" dediler." (Fussilet: 41/5)
Ayette, kendi duygu sınırları içinde kalıp, Al­lah'ı da bu sınır içinde maddeleştiren inkarcıların hakkı kabul etmemelerinin üç nedeni üzerinde du­rulmaktadır.
a) Kalplerinin kılıflı olması,
b) Kulaklarında hakkın sesine karşı ağırlık bu­lunması,
c) Onlarla Peygamber (s.a.v.) arasında gerili ke­sif bir perdenin konulması.
Birincisi, kalbin nefis, şehvet ve heveslerle örtü­lü olup madde ile katılaştığı; ikincisi, nefis ve şehve­te, madde ve şöhrete bütün benliklerini kaptırdıkla­rını; üçüncüsü, sınırsız hürriyetlerini meşru smırlara çekmek isteyen Peygamberle kendi aralarına bu ölçüsüz ve adaletsiz hürriyet alışkanlıklarını engel koyduklarını göstermektedir. Bu üç bağ ile aklını,, idrakini ve düşüncesini bağlayanlar, madde ve kü­fürden yana şartlanmış sayılırlar. Onlara gerçeği gösterip kabul ettirmek çok zordur. Doğru yola eriş­tiren ise ancak Allah'tır.
Ayette geçen "ekinneh" ifadesi "kinan"ın çoğulu­dur. Kinan, okların konulduğu kılıfa denir. "Vakr" da sağırlık anlamınadır. Burada kalplerin kapalı ol­duğu için Kur’an'ı anlamayacakları; kulakların da sağır olduğu için duymayacakları; bundan dolayı Hz. Muhammed'e uymayacakları anlatılmaktadır.
Yani, o çağrının, kalplerimize ulaşmasına imkan yoktur. Senin getirdiğin mesaj, aramızda tefrika çı­karmış ve bölünmelere yol açmıştır. Artık seninle birleşmemize imkan yoktur. Artık, senin bizimle, bi­zim seninle herhangi bir ilgimiz bulunmamaktadır. Sen, nasıl kendi davetinde vazgeçmiyorsan, bizler de sana muhalefet etmekten vazgeçmeyecek ve mu­halefetimizi sürdürebilmek için elimizden geleni ya­pacağız.
Gerçekte, inatlarını belirtmek, Resulullah'ı ümitsiz bırakıp davetinden vazgeçirmek için böyle diyorlardı. Çünkü bu Kur'an'ı dinledikleri zaman kelimelerin kalblerine işlediğini görüyorlardı ama kasten onu kabullenmek istemiyorlardı. "Kalblerimiz örtülüdür, söylediklerin ona ulaşmaz" diyor ve ilave ediyorlardı. Kulağımızda ağırlık var söyledik­lerini duymayız. Aramızda örtü var, engel var, bizi sana, seni bize bağlamaz. Öyle ise bırak bizi, biz kendimiz için çalışalım. Sen de kendin için. Veya peygamberlerin getirdiklerinin hiç birisine aldırış etmeyeceklerini belirterek; "biz senin sözüne ve yap­tıklarına, ihtar ve tenkitlerine aldırmıyoruz. İster­sen sen kendi yoluna git, biz de kendi yolumuza gi­delim. Biz seni dinlemeyiz, sen istediğini yap. Ne kadar tehdit edersen et biz aldırmayız. " diyorlardı.
İşte bu, İslam davasının ilk mensuplarının karşı karşıya bulunduğu bir tip. Ama yine de dava sahibi yolundan dönmez, bıkmadan usanmadan davetine devam eder. Davasını anlatır, bildirir. Allah'ın vadi­nin veya azabının hemen gelip küfredenleri götür­mesini istemez. Allah'ın azabının gerçekleşmesinin kendi elinde olmadığını, kendisinin sadece bir beşer olduğunu, Allah'tan vahiy aldığını, o vahyi tebliğ ettiğini ve insanları biricik Allah'a davet ettiğini açıklamakla emrolunduğunu söyler.
"De ki: "Ben sadece sizin gibi bir insamm. İlahı­nızın bir tek ilah olduğu bana vahyediliyor. O halde şaşıp sendelemeden O'na yönelin ve O'ndan af dile­yin. Vay haline ortak koşanların!" (Fussilet: 41/6) [1]

Diriliş Hakkında


"O'nun âyetlerinden biri de (şudur): Sen toprağı boynu bükük (kupkuru) görürsün. Onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir ve kabarır (canlanır ve yeşerir). Onu dirilten (Allah), elbette ölüleri de diriltecektir. Çünkü O her şeye kadirdir." (Fussilet, 41/39).
Bu âyette Cenab-ı Allah, ölülerin diriltileceğini, ölü gibi kuru toprağın yağmurla Allah tarafından yeşerip canlanışına temsil etmektedir. Toprak kuru iken boynu bükük, tevazu ve tezellül halindeki bir insanın halini andır­maktadır, yani insanın bu halinden istiare yapılmıştır.[2] Toprağı bu halinden kurtarıp yeşerten ve canlandıran Allah, ölüleri de böyle canlandırıp diriltecektir, mütevazı olanları da yükseltecektir.[3]

Uzaktan Kendilerine Çağırılanlar


"Eğer Kur'an'ı arapçadan başka bir dil ile gön­dermiş olsaydık, müşrikler: "Bizim lisanımızda ayet­leri açıklanmalı değil miydi? Kur'an arapça olma­yan lisanla, biz ise arabız bu nasıl olur" derlerdi. (Onlara) De ki: "O Kur'an, hidayet rehberi ve şifadır. İman etmeyenlerin ise, kulaklarında ağırlık vardır. O, bunlara karşı bir körlüktür. Onlar, uzaktan ken­dilerine çağırılanlar gibidir." (Fussilet: 41/44)
Bu ayetten anlaşılıyor ki, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğini kabul etmeyenler, Tevrat ve İncil'in Ibranice olduğunu düşünerek: "Kur'an'da eğer Allah tarafından gönderiliyorsa neden ötekile­rin dilinden inmiyor? Madem ki bunlar hep Allah'ın sözüdür. Öyle ise hepsinin aynı dilde olması gerekir. Allah'ın konuştuğu dil tek bir dil olmalıdır" diye iti­raz etmişlerdir. Nitekim onların: "Kur'an, yabancı dilde indirilmeli idi" demeleri üzerine bu ayetin in­diği rivayet edilir.
İşte, Arapların bu tür itirazlarına cevap olarak, Arapça konuşanlara Arapça Kur'an indirildiği, baş­ka dilde indirilse manasının anlaşılamayacağı ve dolayısıyla bir yararının da olmayacağı buyurul­maktadır. Başka surelerde de bu noktaya işaret edilmiştir:
"Biz her elçiyi, kendi kavminin dili ile gönderdik ki onlara açıklasın". (İbrahim: 14/4)
"Biz Kur'an'ı yabancılardan birine indirseydik de onu onlar okusaydı, ona inanmazlardı" (Şuara: 26/198)
Ayetin sonunda Kur’an'ın, inananlara yol göste­rici ve şifa olduğu, inanmayanların ise kulaklarında manevi sağırlık bulunduğu için onu duymadıkları, Hz. Muhammed'i kıskandıklarından dolayı Kur'an'ın, onların gözlerine körlük getirdiği, yani kıskançlıkları, kibir ve inatları basiretlerini kapattı­ğı için Kur'an'da bulunan gerçekleri göremedikleri vurgulanıyor.
Onlar, tıpkı kendilerine uzaktan seslenilen in­sanlara benzerler. Uzaktan bağırılan kimseler ses duysalar da bağıranın sözlerini anlayamazlar, keli­meleri seçemezler. Sadece bir ses duyarlar. Bu em­salsiz benzetme ile, inatçı kafirlerin ruh hallerinin bir portresi çizilmiştir. Taassub içinde olan bir şah­sın, karşısındaki kimseyi dinlememesi doğaldır. Üs­telik konuşmacıya karşı bir inat ve nefret içindeyse, dediklerini duysa da onun ne demek istediğini anla­maz. Konuşmacı, söylediği sözlerin, muhatabının kulaklarından geri teptiğini, kalp ve zihnine ulaş­madığını hemen hisseder. İşte aynı husus yukarıdaki benzetmeyle yapılmaktadır. Özetle söylemek ge­rekirse, müşriklerin Kur'an'ı anlamak istemeyişleri tasvir edilmekte ve Kur’an'ın çağrısına karşı, söz anlamayan, sadece bir ses, bağırtı duyan hayvanlar gibi davrandıkları anlatılmaktadır.[4]

Boyunlarını Bükerek Göz Ucu İle Bakanlar


"Ve onları Cehennem'e arz olunurken, zilletten bo­yunlarını bükerek göz ucu ile baktıklarını görecek­sin. İman edenler de: "Asıl zarar edenler kıyamet gü­nünde kendilerini de ailelerini de hüsrana uğratan­lardır" diyecekler. Dikkat edin ki, zalimler devamlı bir azap içindedirler." (Şura: 42/45)
Ayet, zalimlerin ahiretteki durumlarını ortaya koymaktadır. İnsan korkunç bir şey ile karşılaştı­ğında, korkudan hemen gözlerini kapatır, fakat yine de kendini bakmaktan alamayarak göz ucuyla o şe­yin kendisine ne kadar yakın olup olmadığına ba­kar. Ve sonra yeniden korku ile gözlerini kapatır. İş­te cehenneme sevkedilen insanların o anki halleri bu şekilde tasvir edilmiştir.
Zalimler azgın olduklarından onlara en uygun düşen hal, kıyamet gününde zillete duçar olmaları­dır. Azabı gördükleri zaman büyüklenmeleri tama­men söner ve hayal kırıklığı içerisinde sorarlar: "Ge­ri dönecek bir yol yok mudur?" Bu ifadede ümitsiz­lik ve heyecan içerisinde herhangi bir kurtuluşu bekler halde bir çöküntü vardır. Onlar ateşe başları eğik olarak sürülürler. Allah'tan korktuklarından veya hayalarından başlarını eğmiyorlar. Zillet ve düşüklüklerinden ateşe sürülürken göz ucuyla gizli gizli çevreye bakmırlar. Etrafa utandıklarından gözlerini açıp da bakamazlar. Ve işte bu zaman iman edenlerin hakimiyeti ve üstünlüğü ortaya çıkıyor.
Onların bu durumunu gören müminler: "İşte asıl ziyana uğrayanlar, kıyamette hem kendi canla­rını, hem de ailelerini ziyan eden kimselerdir!" der­ler. Bu tesbitten çıkarılması gereken bir başka so­nuç ta şudur: "Kişinin, sadece kendisini Allah'ın azabından kurtarmasının yeterli olamayacağı, gücü yettiğince ailesini Allah'ın sevdiği kullar olacakları şekilde yetiştirmesinin de kendi sorumluluğu içinde olduğu gerçeğidir." Şayet onlar cehennem yolunu tutmuşlarsa, gücü nisbetinde onlara engel olmaya çalışmalıdır. Sadece onların bu dünyadaki refahları­nı değil, ahirette cehennem yakıtı olmamalarını da düşünmelidir. Buhari'de İbn Ömer'den rivayet olun­duğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuş­tur:
"Hepiniz yöneticisiniz ve yönettiklerinizden so­rumlusunuz. Hükümdar halkından, erkek ailesin­den, kadın kocasının evinden ve çocuklarından so­rumludur."
Ayetin sonunda zalimlerin mutlaka sürekli azap içinde olacakları ve Allah'tan başka yardım edecek veliler (koruyucular) bulunmayacağı, Allah'ın, sa­pıklıkları içinde terk ettiği kimselerin doğru yolu bulamayacakları vurgulanır. Onlar Allah'ın göster­diği yola gelmedikten sonra artık onları kim yola getirebilir? Çünkü O'nun gösterdiği yoldan başka doğ­ru yol yoktur. Başka yolların hepsi çıkmazdır. Tek doğru yol, Allah'ın gösterdiği yoldur. O'nun yoluna girmeyenler, başka doğru yolu bulamazlar ve sonun­da cehenneme varır, azaptan kurtulamazlar.[5]

Öfkeden Yutkunanlar


"Onlardan biri, Rahman'a benzer gösterdi­ği/ Rahman'a isnat ettiği kız evlatla müjdelendiğinde, yüzü simsiyah kesilir de öfkeden yutkunur durur." (Zühruf: 43/17)
Ayette müşriklerin mantıksızlığı açıkça ortaya serilmektedir. Çünkü müşrikler, meleklere, "Al­lah'ın kızları" derler, "Kız" şeklinde putlar yapar ve onlara taparlardı, Oysa ki melekler Allah'ın kızları değil, kullarıdır. Onlarda erkeklik dişilik yoktur. Er­keklik dişilik maddesel varlıklara özgüdür ve bu ne­denle soyut varlıklar olan melekleri kız sanmak ha­tadır.
Müşriklerin bu düşüncelerine karşılık Kur’an'da şöyle buyurulmaktadır:
"Sizler, kainatı Allah'ın ya­rattığını, sizin için yeryüzünü beşik kıldığını, yağ­mur gönderip hayvanları hizmetinize verdiğini bili­yor ancak buna rağmen O'na ortak koşuyor ve baş­kalarına kulluk ediyorsunuz. Üstelik Allah'a sadece sıfatlarında ortak koşmakla kalmıyor, O'nun zatın­da da ortak olduğunu kabul ederek Allah'a kız ev­latlar izafe ediyorsunuz. Halbuki kız çocuğunuzun olmasını kendiniz için bile utanç nedeni sayıyor, hatta onları gömmekten çekinmiyorsunuz. Bununla birlikte kendiniz için erkek evladı layık görürken, Allah'a kız evlatlar nispet ediyor, fakat yine de Al­lah'a inandığınızı iddia ediyorsunuz."
Gerçekten de müşriklerden birine kız çocuğu ol­duğu haberi verilse, adamın yüzü nefretinden kap­kara kesilir, öfkesinden yutkunup dururdu. "Kız ço­cuğu süs için yetiştirilir, iyi tartışamaz, savaşamaz, aile namusunu, kabile şerefini koruyamaz" diye dü­şünür, bundan dolayı kız çocuğu olmasından son de­rece üzülürdü.
İşte ayet, onları kendi mantıklarından yakalıyor ve nefret ettikleri şeyi Allah'a nispet etmenin çok düşürücü ve insanlık onuruna yakışmayan bir hare­ket olduğunu belirtiyor. Kur'an'a göre erkek de kız da Allah'ın kuludur. Her ikisi de teklife yeteneklidir, insanlıkta eşittir. İslam'ın kadına tanıdığı hakları yakın zamana kadar hiçbir hukuk düzeni tanıma­mıştır.
Kur'an, verdiğimiz bu ayetin dışında, kız çocuk­larını diri diri toprağa gömen anne ve babalar hak­kında Allah'ın gazabının ne derece şiddetli olduğu­nu gösteren bir başka ayete de Tekvir Suresi'nde işaret etmektedir. Şöyle ki:
"Ve diri olarak toprağa gömülen kızcağıza sorul­duğu zaman: "Hangi suçtan dolayı öldürüldü?" (Tekvir: 81/8-9)
Ayete dikkat edilirse Allah, bu suçu işleyen anne ve babalarla muhatap ve "bu masum yavruyu ni­çin katlettiniz?" diye onlara soru bile sormayacaktır. Onlardan yüz çevirecek, o masum yavruya "senin ne kabahatin vardı ki, seni katlettiler?" diye soracaktır. İşte o zaman masum kız çocuğu uğradığı zulmü, ya­ni anne ve babasının onu nasıl diri diri toprağa gömdüklerini anlatacaktır. Ayrıca bu iki ayette çok önemli iki konu, birkaç kelime ile açıklığa kavuştu­rulmuştur. Birincisi Araplar'a şu husus anlatılmak isteniyor:
"Sizler öylesine sapıklık içindesiniz ki, kendi ço­cuğunuzu yine kendi ellerinizle diri diri toprağa gö­müyor, bunca cehalet ve sapıklığınıza rağmen, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in getirdiği hidayeti inkar ederek ıslah olmayı dahi kabul etmiyorsunuz. "
İkincisi, bu ahiret ve hesap günü için çok açık bir delildir. Çünkü diri diri toprağa gömülen o çare­siz ve mazlum yavrunun, bu dünyada hiç bir hamisi ve yardımcısı olmamış, ona insaf ve adalette bulu­nulmamıştır. Yani cahiliyye toplumu bu çirkin ve korkunç fiile seyirci kalmış, anne ve babası hiç utanmamış ve hiç olmazsa akrabaları dahi müdaha­lede bulunarak karşı çıkmamışlardır. Kısaca cahi­liyye toplumu bu mücrimleri ne kınamış, ne de onla­ra bir ceza vermiştir. Oysa Allah'ın saltanatı içeri­sinde, bu kadar büyük zulme uğramış kimselerin haklarının yerini bulmaması mümkün müdür?
Arapların kız çocuklarını diri diri toprağa göm­melerinin çeşitli nedenleri vardı. Birinci neden, mali-ekonomik idi. Çünkü fakirlikten ötürü aile fertlerinin az olması isteniyordu ve erkek çocuklar büyü­dükten sonra aile bütçesine katkıda bulunurlar ümidiyle yetiştiriliyorlardı. Fakat kız çocuklar bü­yüdükten sonra evlenecekleri için daha küçük yaşta iken öldürülüyorlardı.
İkinci neden ise, genel kargaşa ile kabileler ara­sındaki sürekli savaş idi. Erkek çocuklara, büyü­düklerinde savaş zamanlarında yararlı olmaların­dan ötürü önem gösteriliyordu. Oysa kız çocukları savaş zamanlarında bir işe yaramadıkları gibi, ayrı­ca korunmaları da gerekiyordu. İşte bu nedenden dolayı kız çocuklarını daha küçükken öldürüyorlar­dı
Üçüncüsü, Arap kabileleri birbirlerine hiç haber vermeden savaş açarlar ve esir aldıkları kızları ya pazarda satarlar ya da kendileri cariye olarak kulla­nırlardı.
İşte tüm bu nedenlerden ötürü, Arapların kadı­nın doğumundan önce bir çukur kazdıkları ve doğan çocuk kız olursa onu çukura atarak diri diri göm­dükleri rivayet olunur. Şayet anne yavrusunun gö­mülmesine karşı çıkar yahut anne tarafından akra­balar mani olursa baba mecburen bir süre çocuğa bakar ve bir fırsat bulduğunda, kızı çöle getirerek diri diri gömerdi.
Bir gün bir müslüman bu çirkin fiili kendisinin işlediğini anlatmıştır. Bu rivayet Darimi'nin Süneni'nin 1. babı'nda beyan olunmuştur:
Bir adam Resulullah'a geldi ve cahiliyye döneminde şöyle yaptığını anlattı:
"Benim küçük bir kızım vardı ve beni çok severdi. Öyle ki ben onu çağırdığım zaman koşa koşa yanıma gelirdi. Birgün yene ben onu çağırdım ve koşa koşa yanıma geldi. Sonra onu beraberime alarak yolda rastladığımız bir kuyuya onu elinden tutarak attım. Kulaklarıma gelen son sesleri “Babacığım babacığım” diyen çığlıklarıydı.
Bunları duyunca Rasulullah’ın gözlerinden yaşlar süzüldü. Ve bunun üzerine orada hazır bulunanlardan biri:
“Ey filan! Sen Rasulullah’ı üzdün” dedi. Rasulullah:
“Ona engel olmayın, neler hissettiğini anlatsın.” diyerek o adama:
“Bu olayı yeniden anlat.” diye buyurdu. O şahıs da bu olayı yeniden anlatınca, Rasulullah (s.a.v.) mübarek sakalı ıslanıncaya değin ağladı. Daha sonra ona:
“Cahiliyye döneminde yaptığın için Allah seni affetti. Kendi hayatına yeniden başla.” diye buyurdu.
Bunu “kız çocuklarının katledilmesini kötü kabul eden hiçkimse yoktu.” şeklinde anlamamak gerekir. Çünkü bir toplum ne kadar bozulmuş olursa olsun herşeye rağmen iyilik duygularından tamamen yoksun olması düşünülemez. Bunun için, Kur’an, olayı uzun uzun açıklama cihetine gitmemiştir. Sadece dehşet verici ve çok keskin bir tavırla, diri diri toprağa gömülen kız çocuklarına “sen ne yaptın ki, seni diri diri toprağa gömdüler” diye sorulacağı bir vaktin muhakkak geleceği anlatılmıştır. Arapların cahiliyye dönemlerinde bu çirkin fiilin işlenmesine rağmen, iyi karşılanmadığı da vakidir.
Örneğin Taberani’nin rivayetine göre şair Ferezdak’ın dedesi Sa’saa bin Naciye el-Mücaşi, bir gün Allah’ın elçisine:
“Ya Rasulallah! Ben cahiliyyede bazı iyi işler de yaptım. Bunlardan birisi ben 360 kız çocuğunu diri diri toprağa gömülmekten kurtardım ve her çocuğu kurtarmak için iki deveyi karşılık olarak verdim. Bana bu işi için de bir mükafat var mıdır?” Rasulullah şöyle buyurdu:
“Evet vardır. Bunun mükafatı Allah’ın seni İslam’ın nimetine kavuşturmasıdır.”
Gerçekten bu İslam’ın büyük nimetlerindendir. Öyle ki Araplar da böyle bir zulme son verdiği gibi ayrıca kız çocuklarının doğmalarının kötü bir hadise ve musibet olduğu, dolayısıyla bu musibete mecburen katlanılması gerektiği anlayışını da ortadan kaldırdı. Bu anlayışın tam aksine İslam’da kız çocuklarının terbiye edilmesi ve onların iyi birer hanımefendi olarak yetiştirilmesi teşvik edilmiştir. Rasulullah’ın kız çocukları hakkındaki düşünce ve inançları nasıl değiştirdiği birçok hadislerle sabittir. Burada örnek olarak birkaç hadisi zikrediyoruz.
“Eğer bir kimse kendisine kız çocuğu verilerek imtihan edilmiş ve o da çocuğuna iyi muamele etmişse, bu ameli onu cehennem ateşinden korur.”[6]   
“Eğer bir kimse iki kız çocuğu büyütmüşse, kıyamet günü onunla benim aram şöyle olacaktır.” diyerek Rasulullah iki parmağını gösterdi. [7]
“Eğer bir kimse üç kız çocuğunu ya da kız kardeşlerini iyi terbiye etmiş ve onlara şefkat göstermiş ve kendisine ihtiyaçları kalmaymcaya kadar büyütmüşse, bu kimse için cennet vacip olur.” Bir şahıs,
“Ya Resulallah iki çocuğu olsa?” dediğinde Rasulullah,
“Evet ona da cennet vacip olur,” dedi. Bu hadisi riva­yet eden İbni Abbas (r.a.) buyuruyor ki,
“Eğer bir kimse Rasulullah'a "bir kız çocuğu?" diye sorsaydı. Ona da aynı cevabı verirdi.”[8]
Eğer bir kimse, kız çocuğu doğduğunda, onu diri diri toprağa gömmeyerek, onu zelil etmemiş ve er­kek çocuklarını ondan üstün tutmamış ise Allah bu adama cenneti nasip edecektir.[9]
Eğer bir kimsenin üç kız çocuğu doğar ve o da sabrederse, imkanlarına göre onlara iyi bakar, iyi yedirir, iyi giydirirse, kıyamet günü onlar onu ce­hennem ateşinden korurlar.[10]
Eğer bir müslümanın iki kız çocuğu varsa ve o onları iyi yetiştirirse, bu onun cennete girmesine ve­sile olur.[11]
Rasulullah Suraka bin Cuşum'a şöyle buyurdu:
"Ben sana en büyük sadakanın ne olduğunu haber vereyim mi?" Suraka:
"Söyleyin ya Rasulallah" dedi.
"Kızın boşandıktan veya dul kaldıktan sonra sana gelirse ve senden başka geçimini sağlayan yoksa, ona bakman en büyük sadakadır."[12]
Bu talimatlar sadece Araplarda değil, İslam ne­relere yayılmışsa oradaki kadın hakkında olan dü­şünceleri değiştirmiştir.[13]

Üzerlerine Ne Gök, Ne De Yer Ağlamayanlar


"Onların üzerine ne gök, ne de yer ağlamadı. On­lara mühlet de verilmedi." (Duhan: 44/29)
Verdiğimiz bu ayetin taşıdığı mesajı daha iyi an­lamak için kendinden önceki ve sonraki ayetlerle olan ilişkisini beraber düşünmek gerekir. 17. ayet­ten itibaren Allah, müşrik Araplardan önce Firavun kavmini de sınadığını, bu kavmin İsrail oğullarını serbest bırakmasını isteyen peygamberi dinlemedik­leri ve bu nedenle Allah'ın, o azgın, kibirli insanları denizde boğduğunu, onların bağ ve bahçelerine ina­nan kulların varis olduğu, sonunda da bu insanların haline göklerin ve yerin ağlamadığı yani hallerine hiç acıyan çıkmadığı anlatılmaktadır.
Bu ayetler aynı zamanda Hz. Peygambere karşı kibirli, olumsuz, uzlaşmaz ve kırıcı bir tutum içeri­sinde olan Kureyş'lileri de uyarmakta ve onlara şu gerçeği hatırlatmaktadır:
"Allah'ın peygamberine karşı gelen zorbalar, so­nunda perişan olmuş, Allah peygamberini ve inananları üstün getirmiş, kafirlerin mülklerini, ser­vetlerini müminlere vermiştir. Allah, nasıl baskı al­tında ezilen İsrail oğullarını Firavun'un elinden kurtarıp onun mülküne, yurduna hakim kılmış, on­ları nimet ve refaha kavuşturmuş ise: şimdi baskı ve işkence altında yaşayan müminleri de müşrikle­rin zulmünden kurtarıp onların yurduna hakim kılacaktır."
Gerçekten de bir süre sonra müşriklerin en azı­lıları Bedir'de yok olup gitmiş, Mekke'nin fethiyle de ezilmekte olan müslümanlar, müşriklerin yurduna hakim olmuşlardır. Ayetlerden günümüze çıkarıla­cak bir başka sonuç da şudur:
"Şu dünyada Hz. Muhammed'e karşı gelen in­sanların, bir gün bir bela karşısında kalacakları ve o zaman pişman olup inanacakları, fakat imanları­nın bir yarar sağlamayacağının vurgulanmasıdır. "
"Onlara gök ve yer ağlamadı" ayeti, Zemahşeri'nin de dediği gibi mecazi bir anlam taşır. Onların haline hiç kimse acımadı demektir. İbn Kesir'in nak­lettiği bazı hadislerde "ölen mümin insana göğün ve yerin ağladığı" ifade edilmektedir. Sağlam olmayan bu hadisler, İslam'ın ruhuna aykırıdır. Çünkü gök ve yer bir kişinin ölmesine ağlamaz, doğmasına da sevinmez. Birinin ölmesi veya doğmasıyla kainatın düzeni bozulmaz.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.)'in oğlu İbrahim öldüğü zaman Güneş tutulmuştu. İbrahim'in ölmesi yüzünden Güneşin tutulduğunu söylediler. Peygamber (s.a.v.) Güneş ve Ay'ın, birinin ölmesi veya yaşamasıyla tutulmayacağını söyledi.[14] Bir görüşe göre Araplar, büyük bir adam ölün­ce "Dünya onun için karardı. Ay, Güneş tutuldu. Rüzgar, gök ve yer ağladı" derler. Böylece mecazi bir tarzda musibetin büyüklüğünü abartmak isterler. İşte halkın kullandığı bu ifade kullanılarak Firavun ve adamlarının değersizliği anlatılmıştır.[15] Yani bunlar öyle sanıldığı gibi yerin göğün ağlayaca­ğı türden insanlar değillerdi. Bunlara ne gök ağladı, ne de yer ağladı. Hallerine hiç acıyan olmadı, unu­tulup gittiler. Bazılarına göre de gök ve yer ile kas­tedilen, gök ve yer halkıdır. Ayette onlara, ne gök, ne de yer halkının ağlamadığı anlatılmıştır.[16]
"Onlara gök ve yer ağlamadı" ifadesi sanki bir alaya almaya benzer bir aşağılama, küçümseme ha­lini canlandırıyor. Şu büyüklerden zalimleri ve az­gınları gökte ve yerde hiç kimse ciddiye almıyor/he­saba katmıyor. Gökte ve yerde kimse üzülmüyor on­ların yok oluşuna. Bir karıncanın, bir böceğin yok olup gidişi gibi kayboluyorlar ortadan. O başlarını kaldırıp da insanları ayaklarıyla çiğneyen despotlar bir haşere gibi helak olup gidiyorlar. Gidiyorlar da kimse üzülmüyor gittiklerine. Rabbinin emrine uyan şu kainat onlardan uzaklaştığı için seviniyor. Çünkü kainat onu yaratana inanırken onlar inkar ediyorlardı. Şu halde onlar, içinde yaşadıkları varlıklar aleminden çıkarılıp atılmış aşağılık ve kötü ruhlu kimselerdir.
Onların, Allah'ın yarattıklarına karşı herhangi bir kimsenin kendileri için üzülmesini gerektirecek bir iyilik bile yapmadıkları anlaşılıyor. Yine onlar, göktekilerin, onların yıkılmasından üzüntü duya­cakları, Allah rızası için bir iyilik de yapmamışlar­dır. Allah onlara fırsat verdiği süre boyunca, yeryü­zünde fesat çıkarmışlar ve sonunda haddi aştıkla­rında da azap gelmiş ve adeta bir çöp gibi ezilerek bir kenara atılmışlardır.
Eğer şu zalimler ve diktatörler, yeryüzünü kana bulayanlar şu birkaç kelimedeki ima ve işaretleri hissetmiş olsalardı, Allah katında kendilerinin ne kadar güçsüz ve varlıklar içerisinde ne kadar önem­siz olduklarını farkederlerdi. Ve bilirlerdi ki; o za­man yaşadıkları varlıklar dünyasından kopmuş ve çekilip atılmış olarak yaşamaktadırlar. içinde yaşa­dıkları dünya ile aralarında hiçbir bağlantı yoktur. Çünkü kendilerini kainata bağlayan "iman bağı" kopmuştur.[17]

Hevasını Kendisine İlah Edinenler


"Hevasını kendisine ilah edinen kimseyi gördün ya, Allah, onu bir ilim üzerine şaşırtmış, kulağını ve kalbini mühürleyip, gözüne de bir perde çekmiştir. Artık ona, Allah'tan başka kim hidayet edebilir1? Ha­la düşünmez misiniz1?" (Casiye: 45/23)
"Heva ve hevesini ilah edinmek" ifadesiyle bir kimsenin, nefsinin her istediğini yapması ve yaptığı işin Allah indinde haram mı helâl mı olduğunu dik­kate almadan davranması kastolunmaktadır. Böyle bir insan, Allah emretmiş bile olsa, eğer nefsi iste­miyorsa o işi yapmaz. İşte bu kimse nefsine itaat et­tiği şekilde, başkalarına da itaat ediyorsa şayet, o kimseleri de ilah/tanrı edinmiş olur. Her ne kadar bu kimse, o kimseleri ilah ve mabud edinmediğini söylese de veya o kimselerin putunu yaparak onlara tapmasa da onları ilah edinmiştir. Çünkü bu kayıt­sız şartsız teslimiyeti, onun bu kimseleri ilah edin­diğinin net ispatıdır. Ve bu da apaçık şirktir. Al­lah'tan başkasına bu şekilde itaat eden kimse, itaat ettiği kimseye secde etmemekle ve lisanen onun ilah olduğunu söylememekle, şirkten kurtulamaz. Nitekim diğer büyük müfesirler de bu ayeti, bu şekilde yorumlamışlardır. İbn Cerir; "Allah'ın koyduğu he­lal ve haramı dikkate almadan nefsinin arzusuna göre davranan kimse," nefsini ilah edinmiş olur" de­mektedir. El-Cessas ise; "Böyle bir kimse Allah'a itaat ettiği gibi nefsine itaat eder" derken, Zemahşeri; "Nefsinin yönlendirdiği gibi hareket eden kimse, nefsine tıpkı Allah'a itaat ettiği gibi itaat etmektedir"
Başka bir yaklaşımla "hevasını kendine ilah edi­nen" ifadesi iki anlama gelebilir:
1) Keyfine geleni yapan, ihtiraslarının esiri olan, şehvetlerinin, egosunun ardından koşan;
2) Yanlış düşüncesiyle bir takım inançlar koyan ve aklıyla koyduğu o inanç ve gelenekleri Allah'ın gönderdiği din sayıp onlara uyan. Ayet için iki an­lam da muhtemeldir. Birincisi daha kuvvetlidir.
"Allah'ın bir ilme göre saptırdığı/şaşırttığı kim­se" sözünden ise, ilmi olmasına rağmen dalâlete dü­şen kimselerin kastedildiği anlaşılmaktadır. Çünkü o nefsinin kölesi olmuştur. Ayrıca şöyle bir anlam da vermek mümkündür: "Allah o kimsenin nefsine kul­luk ettiğini bildiği için, onu dalâlete itmiştir."
Allah kimseyi zorla saptırıp doğru yoldan eğri yola düşürmez. Fakat adam arzularını, ihtiraslarını kendisine ilah yapıp onların peşinden koşunca Al­lah'ın koyduğu: içindeki psikolojik, fizyolojik ve çev­resindeki sosyolojik kanunlar gereği, şaşkınlık içine düşer. Şaşkınlığı da yine Allah'ın kanunları çerçeve­si içinde olduğu için Allah'ın onu şaşırttığı ifadesi kullanılmıştır. Bunun anlamı, Allah onu sapmış ol­duğu eğri yol da bıraktı demektir. Yoksa o doğru yol­da iken veya doğru yola gitmek isterken Allah onu şaşırtıp eğri yola düşürmüş değildir. O kendi isteğiyle eğri yolda yürümüş, doğru yola gelmek isteme­miş, Allah da onu kendi haline bırakmıştır. Allah iyi yolda olanları veya iyi yola gelmek isteyen kimseleri şaşırtmaz. Ancak kötü niyetli, zalim ve fasıkları şa­şırtır, yani onları girdikleri sapık yollarda bırakır. Nitekim yüce Allah: "Allah zalimleri şaşırtır" (İbra­him: 14/27), "Allah fasıklardan (yoldan çıkmışlardan) başkasını şaşırtmaz" (Bakara: 2/26) buyurmuştur.
Onlar hakka karşı gelince kötü niyet ve davra­nışları, kulaklarına ve gözlerine perde olur. Peşinen de redde kararlı olduklarından hakkı işitseler de anlamazlar, hakikati görmezler, cehalet ve inatları gerçeği görmelerine engel olur. Doğru düşünmezler, batıl düşüncelerini doğru sanırlar. Kötü işleri kendi­lerine iyi gelir. Yaptıklarını beğenirler. Artık bunları kimse doğru yola getiremez: "Allah kimi saptırırsa artık onun için yol gösteren olmaz. Ve bırakır onları, azgınlıkları içinde bocalayıp dururlar" (Araf: 7/186)
Verdiğimiz bu ayeti kendinden önceki ve sonra­ki ayetlerle olan ilişkisini dikkate alıp değerlendir­diğimizde, ahiret düşüncesini ancak nefsinin yön­lendirmesiyle hareket eden ve nefislerine kul olan kimselerin inkar ettikleri açıkça anlaşılmaktadır. Çünkü, ahiret düşüncesi böyle kimseleri nefislerine kulluk etmekten ve yine nefislerinin yönlendirme­siyle hareket etmekten alıkoyar. Bu defa ahireti in­kar edenler nefislerine köleliği daha da arttırarak, battıkça batarlar. Hiçbir kötülükten çekinmeyerek, başkalarının haklarına tecavüz etmekten ve zulüm­de bulunmaktan hiçbir surette utanmazlar. Hak ve hukukun onların nezdinde bir anlamı yoktur. Hiçbir şeyden ibret almadıkları gibi, onlara nasihat da fay­da vermez. Gece gündüz arzularının peşinden ko­şarlar ve hangi yolla olursa olsun heva ve hevesleri­ni tatmin etmek için çırpınıp dururlar. Tüm bunlar, ahiret düşüncesini inkar etmenin sonuçta insanın ahlâkını felç ettiğinin apaçık ispatıdır. Çünkü insa­nın Allah'a karşı davranışlarından kendini sorumlu hissetmesi, kendisini insanlık dairesinde tutmasını sağlar. Aksi takdirde insan ne kadar önemli vasıfla­ra sahip olursa olsun onun bulunduğu durum hayvanınkinden daha kötüdür.[18]

 Cennetin Hali


"Müttakîlere va'dedilen cennetin hali (şu): Orada tadı ve kokusu bozulmayan bir sudan ırmaklar var; tadı değişmeyen bir sütten ırmaklar var; içenlere lezzet veren bir şaraptan (sarhoşluk vermeyen tatlı içecekten) ırmaklar var; saf süzme baldan ırmaklar var... Hem orada meyvelerin her çeşidi onlarındır.
Bir de onlara, Rablerinden bir mağfiret vardır. Hiç bun­lar, o ateşte ebedî kalan ve kaynar bir sudan içirilip de bağırsaklarını parçalayan kimselere benzer mi?" (Muhammed, 47/15).
Yine bu âyette de müttakîlere va'dedilen cennet, dünyadaki nimetlerden hatırlatmalar yapılarak, ama on­ların arızalarından arındırılarak temsil ve tasvir edilir. Her iki âyetteki temsilden de murad, cennete teşvik ve bu âyetin sonunda bahsedilen cehennemden ve ona götürecek amel­lerden sakındırmaktır.[19]

Ölüm Baygınlığına Tutulmuş Bir Bakışla Bakanlar


"İman edenler der ki: "Bir sure indirilseydi olmaz mıydı!?" Fakat hükmü kesinleşmiş bir sure indirilip de içinde savaş da anılınca, kalplerinde maraz olan­ların ölüm baygınlığına tutulmuş bir bakışla sana baktıklarını görürsün. Onlara uygun olan da odur." (Muhammed: 47/20)
Ayette anlatılmak istenen durum şudur: O dö­nemde müsiümanların içinde bulundukları şartlar ve kafirlerin İslam ve müslümanlara karşı tutumla­rı nedeniyle müslümanlar, Hz. Peygambere savaşa izin veren bir ayetin niçin gelmediğini ve zalimlerle savaşmalarına niçin izin verilmediğini sorarlar. Müslümanların arasındaki münafıkların durumu ise gerçek müslümanlardan tamamen farklı idi. On­lar mallarını ve canlarını Allah'tan ve O'nun dinin­den üstün tutuyor ve O'nun uğruna bir tehlikeye atılmaya razı olmuyorlardı. Savaş emri gelir gelmez gerçek müminlerle münafıklar birbirinden ayrılıver­di. Bu emir gelmezden önce münafıklarla gerçek müminler arasında görünüşte hiç bir fark görülmü­yordu. Onlar da namaz kılıyor, oruç tutmada da bir kusur etmiyorlardı. İsteksiz de olsa İslam'ı kabul ediyor görünüyorlardı. Fakat İslam uğruna canları feda etme vakti gelince, münafıklıkları açığa çıkma­ya başladı; göstermelik imanları üzerindeki perde açıldı.
Bu durum Nisa Suresi'nde de şöyle açıklanır:
"Kendilerine ellerinizi savaştan çekin, namazı kılın, zekatı verin denilmiş olanlara bakmaz mısınız? Şimdi onların üzerine savaş farz kılınınca içlerinden bir topluluk Allah'tan korkar gibi, hatta daha şid­detli bir korkuyla insanlardan korkuyor. Onlar, "Ey Rabbimiz! Şu savaşı üzerimize neden farz kıldın, ne olurdu bizi yakın bir vakte kadar geri bıraksaydın?" dediler." (Nisa: 4/77)
Bu ayet üç anlama gelir ve üçü de aynı derecede doğrudur:
Birincisi, şimdi korkaklık gösterip geri çekilen kimseler, savaş emri verilmeden önce savaşmak için sabırsızlanıyorlardı. Kendilerine uygulanan baskı­lardan şikayet ederek: "Bize izin ver de savaşalım. Çünkü bunca yanlışlığa tahammülümüz kalmadı." diyorlardı. Kendilerine sabırlı olmaları, namaz ve zekatla nefislerini temizlemeleri tavsiye edildiğinde ise bu tavsiyeleri tutmuyorlardı. Fakat onlara savaş emri verildiğinde, aynı kişiler, düşman ordusu ve çe­şitli tehlikelerle karşılaşınca korkmaya başladılar.
İkinci anlam ise şudur: Bu kimseler namaz ve zekat gibi kolay ve tehlike teşkil etmeyen ibadetler­le emrolundukları sürece "dindar"dırlar. Fakat on­lara Allah yolunda savaşmaları emrolununca hayatlan kaybetmekten korkup dehşete kapıldılar ve din­darlıklarını unuttular.
Üçüncü anlam ise şudur: İslam öncesi dönemde ganimet toplamak veya heva ve heveslerini tatmin etmek için gece gündüz savaş yapıyorlardı. Fakat Allah yolunda savaşmaları emredilince, kendi nefis­lerini yüceltmek için savaştıklarında birer cesaret örneği olan bu kişiler birer korkak haline geliyor ve kaplan gibi atılgan olanlar, kedi gibi korkak oluyor­lardı.
Bütün bu ifadelerden anlıyoruz ki; cihaddan korkmak, ondan yüz çevirmek, cihadın gerektirdiği yükümlülükten kaçınmak münafıklığın alametleri arasındadır. Çünkü onların "kalplerinde maraz" vardır ve bu marazları/ hastalıkları gelen emir kar­şısında açığa çıkmakta ve insanlar için çok gülünç bir durum arzedecek hale bürünmektedir. İşte Kuran münafıkların bu durumunu eşsiz bir benzet­me ile gözler önünde canlandırırken şu ifadeleri kullanmaktadır: "Kalplerinde maraz olanların ölüm baygınlığına tutulmuş bir bakışla sana baktıklarını görürsün"
Bu ifadenin taklidi mümkün değildir. Bir başka şekilde aktarılması da imkansızdır. Bu dehşet dere­cesine varan bir korku halini canlandırmaktadır. Titreyen bir zaafı, baygınlığa varan bir mahcubiyeti ifade etmektedir. Bununla beraber ayetin tasviri ha­reket ve aydınlık dolu olarak eşsiz bir biçimde ha­yalleri meşgul edip durmaktadır. Hasta ruhların ve münafıkların tabiatını anlatmaktadır. İşe bakın ki, onlar bu kararsız, tutarsız ve utandırıcı durumda iken iman eli uzanıyor kendilerine… Samimiyetle ona sarılsalar, azimleri güçlenecek, ayakları titre­mesini yitirecek ve sağlamlaşacak.
"İtaat ve güzel sözdür onların yapması gere­ken". Emin olarak herşeyi Allah'a teslim etmek ve O'nun emirlerini kesinlikle yerine getirmek. Güzel söz insan hissinin temizliğini, kalbinin doğruluğu­nu, vicdanının paklığını gösterir. Azmederek ciddi­yetle cihada koşsalar, Allah'ın buyruklarını tasdik edip hem davranışlarıyla hem de ruhlanyla benimseseler; Allah kalplerini birbirine kenetler, azimleri­ni pekiştirir, ayaklarına sebat verir. Zorlukları ko­laylaştırır, karşılarından yutmak üzere açılan kor­kunç uçurumun ağzını kapar ve kendilerine iki iyi­likten birini lütfederdi. Kurtuluş veya zaferi.. Şaha­det veya cenneti. Yapmaları gereken en iyi şey buy­du. İmanın verdiği hazine budur. Azimleri kuvvetleştirir, ayakları sağlamlaştırır, titremeyi giderir, korkuyu kaldırır, hepsinin yerine güven ve emniyeti yerleştirir.
Harpten kaçmak, yaşadığı ve nimetlerinden ya­rarlandığı toplumun sevinçli günlerinde beraber ol­duğu insanları, sıkıntı ve zorluk başgösterdiğinde bırakıp sıvışmak insan onuruyla bağdaşmaz. İnsanı küçültüp alçaltmada bundan daha büyük bir na­mertlik düşünülemez. Kurban, toplumun geleceğini ve haklarını can pahasına da olsa korumanın yüceli­ğini ve kaçınılmazlığı üzerinde ısrarla durmaktadır.
Cihadın bir boyutu olan "gerektiğinde savaş" insanı yücelten faaliyetlerden biridir. Bu faaliyete ka­tılanları Kurban "ölümsüzler, hep diri kalanlar" ola­rak nitelendirmektedir.[20]
Barışın nimetlerini sürekli kılmak ve yarınları emanet edeceğimiz çocuklarımıza güvenli ve güzel bir dünya bırakmak için, gerektiğinde savaşmalıyız. Bundan kaçan benlik, Kur'an tarafından iğrenç gö­rülmekte, azap ve onursuzlukla tehdit edilmektedir. Böyleleri, Allah'ın gazabına uğrar ve cehennemi boylar. Bir çok Kur'an ayeti bunu açıkça gösteriyor.[21]
Savaşın yalnız bizim çıkarlarımızı koruyor ol­ması şart değildir. Kur'an, ezilen, horlanan, itilen insanların haklarını korumak için savaşı da insanın şeref görevi olarak kaydeder.
Kısacası, ülkesini, kader birliği yaptığı insanla­rı, inandığı değerleri savunan ezilmiş insanları ko­rumak için savaşmak insanoğlunun şeref burçları­nın en yücelerinden birine vücut verir.[22]

Kalpleri Üzerine Kilit Vurulanlar


"Peki bunlar, Kur'an'ın anlamını inceden inceye düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var?" (Muhammed: 47/24)
Arapça ifadesiyle "tedebbür", okunan şeyin an­lamı üzerinde iyiden iyiye düşünmek demektir. Biz yukarıda yazdığımız türkçe çeviride bu ifadeyi "in­ceden inceye düşünmek" olarak verdik. Ayetten an­laşılmaktadır ki, Kur'an'ın ne dediğini anlamadan onu okumanın insanı bir yere getirmesi mümkün değildir. Kur'an'ın manası üzerinde düşünmemek veya: "Biz Kur’an'dan bir şey anlayamayız." diyerek Allah'ın kelamını rafa kaldırmak kalbin mühürlen­miş olduğuna işarettir. Nitekim anılan ayetten önce gelen 23. ayet lanetlenmiş, kulakları tıkanmış, gözleri körelmiş insanlardan söz ederek dolaylı bir yoldan Kur'an'ı tedebbür etmeyenlerin kimler olduğuna dikkat çekmiştir.
"Kalpleri üzerinde kilitler mi var?" sorusundan şu sonuçlar çıkmaktadır: Ya bu insanlar Kur'an'ı dikkatle okuyup anlamamaktadırlar veya anlamaya çalışmalarına rağmen onun emirleri, anlamları ve amaçları kalplerine yerleşmemiştir.
Kur'an, Cenab-ı Hakk'ın insanlara en son rah­met ve kurtuluş mesajıdır. Sosyal yapıda ne kadar gelişme ve değişme olursa olsun, ilim ne kadar iler­leyip gerçekleri bulursa bulsun, Kur'an'ın rehberli­ğine mutlaka ihtiyaç olacaktır. Çünkü dinden, imandan kopuk bir medeniyet, ülkelere rahmet ha­vası estirmez, huzur ve güven sağlamaz, kalpleri ve ruhları faziletle dolduramaz. Böyle ortamlarda yeti­şen kuşaklar dengesizliğe itilmiş olur; yani akıl ve zekaları gelişmiş, fiziksel yapıları güçlendirilmiş olur; ama ruhları, vicdanları ve kalpleri bomboş kalır.
O bakımdan insanı kendi kudret eliyle yaratıp, emsalsiz sanatıyla onu şekillendiren Cenab-ı Hakk, onun huzur, güven, inanç, ahlak ve fazilet havası içinde yetişmesinin reçetesini de hazırlamıştır. Kur'an bütünüyle onu yansıtmakta ve insanlardan yana en doğru olanı göstermektedir.
Bu bakımdan az-çok bilgi ve kültürü olan ve ön yargıdan kendini uzak tutmasını bilen, insaf ölçüle­riyle yaklaşımda bulunabilen herkes Kur'an'ı dik­katle okuyup ilahi muradı anlamaya çalışınca, ken­di bilgi ve iyi niyeti seviyesine göre, ondan nasibini alabilir. Örneğin edip bir kişi, Kur'an'ın açık ve gü­zel ifadesi, yerinde ve ahenkli dizilişi karşısında küçülüp erir. İyi bir hukukçu, onun evrensel özellikler taşıyan hukuki sistemi karşısında şaşırır. İlmi araş­tırma meraklısı olan fizikçi, kimyacı, biyolog veya astronom, Kur'an'ın getirdiği bilimsel ölçüdeki ana fikirler ve temel bilgiler karşısında hayranlık duya­rak eğilir.
Bütün bu açıklamalar şu gerçeği ortaya koy­maktadır: Kur'an en doğru bilgilerle donatılmış bir kitaptır ve her yönüyle beşer kudretini aşmaktadır. Her ayetiyle ilme, akla ve düşünceye, sonra da sağ­duyuya seslenmekte, insan hayatının her yanıyla içiçe bulunduğunu ilan etmektedir. O nedenle her zaman okunmaya, incelenmeye ve üzerinde düşü­nülmeye değer içerik ve kudrettedir.
Günümüz müslümanlarının bütün sorunu belki de, Kur’an'ı, "tedebbüre" götürecek, akıl ve kalpler­deki kilitleri kıracak, Kur'an'ın davetine yeniden ce­vap verecek ve bunun yöntemini belirleyecek bir metod eksikliğinde yatmaktadır.
Kur'an'ın emirleri hakkında ilk devirlerde yapı­lan içtihadları son ve keskin görüş olarak kabul et­mek ve bunların her zaman ve mekanda ihtiyaçlara çare olabileceğini iddia etmek; müslümanı düşün­mekten alıkoymuş, aklının kullanım alanını sınırla­mış, Kur'an'ın kapsamlı bakış açısı ve evrensel dü­şüncesini yakalamasına mani olmuş ve onun, çağın problemlerine çare bulmasını engellemiştir. Ayrıca bu tavır müslümanın Kur'an'ı, bilgi ve medeniyet kaynağı olarak da kabul etmesini önlemiştir.
Yine bu düşünce, Kur'an'ı heva ve hevesine göre tefsir etmeyi yasaklayan peygamber emrinden hare­ketle, birisinin Kur'an'dan anladığını ortaya koyma­sını, heva ve heves, kötü niyet ve fesatlık olarak ni­telemiştir. Böylece Kur'an nasları ablukaya alınarak belirli bir çağdaki anlayış ayetlere yüklenmiş, akıl dondurulmuş ve insanlar düşünmekten korkar ol­muşlardır. Bu durum çok doğal olarak, insanların ayetler üzerinde gerektiği gibi düşünmemelerine ne­den olmuştur.
Bizim kırmamız gereken ilk kilit, İslam dünya­sında öteden beri yerleşmiş bulunan bu acaip ve son derece garip kanaattir. Bunu yaparsak Kur'ani ba­kışı hayatın çeşitli boyutlarına taşıyabilir ve ilahi korunma altında bulunan vahiyden bilgi ve medeni­yet kurmanın şartlarını öğrenebiliriz. Eğer bu yan­lış kanaatten kurtulamazsak, işte o zaman, içerisin­de yaşadığımız devri ve geleceği yitirir, Kur'an'ın da ebedilik ve çağlarüstü olma özelliğini kendi kendi­mize yok etmiş oluruz.[23]

 Yüzlerinde Secde İzi Olanlar


"Muhammed Allah'ın rasulüdür. Onunla beraber olanlar, inkarcılara karşı çok çetin, kendi araların­da çok merhametlidirler. Sen onları rüku eder, secde­ye kapanır halde görürsün. Allah'tan bir lütuf ve hoşnutluk ister dururlar. Görünüşlerine gelince, yüz­lerinde secde eseri/ izi vardır. Bu onların Tevrat'taki nitelikleridir." (Fetih: 48/29)
Ayette anlatılmak istenen namaz kılanların alınlarında secde yapmaktan dolayı meydana gelen yuvarlak iz değildir. Burada kastedilen manâ, Al­lah'a baş eğme sonucu insanda fıtri olarak meydana gelen ruh yüceliği, ahlak güzelliği, vakar ve takva gibi çehresinde kendisini gösteren hasletlerdir.
İnsanın çehresi yani siması, sayfalarında insa­nın ruh dünyasının ve nefis aleminin rahatlıkla okunduğu bir kitapdır. Gururlu bir insanın siması, mütevazi ve alçak gönüllü bir insanın simasından farklıdır. Ahlaksız bir adamın çehresi ile, iyi niyetli ve temiz ahlaklı bir adamın çehresinin farkı hemen belli olur. Serseri ve edepsiz bir adamın yüzü ile ca­na yakın, haysiyetli ve iffetli bir insanın yüzü arasmda açık fark görülür.
Allah buyruğunun özü, bize şunu gösteriyor; Hz. Muhammed'in bu sahabileri ve beraberindekiler öy­le kimselerdir ki, çehrelerinde takva nurunun parla­masından dolayı görenler, onları insanların en ha­yırlıları ve yaratılmışların en iyileri olduklarını se­zer ve kabul ederler. Bunun bir örneğini İmam Ma­lik bize şöyle anlatıyor: Sahabiler ordusu Suriye topraklarına girdiğinde bölgenin hıristiyanları bun­lar için "Hz. İsa'nın Havarileri hakkında duyduğu­muz o yüce meziyetleri ve üstün değerleri taşıyan insanlar" demişlerdi.
Sima: Nişan, alâmet demektir. Burada mümin­lerin ibadet ve taatlerinin, yüzlerini nurlandıracağı, kendilerine yüksek ahlak ve karakter kazandıracağı belirtilmektedir. Süddi: "Namaz yüzleri güzelleştirir" demiştir. Yine "Namazı çok olanın gündüzün yü­zü nurlanır, güzel olur" diyenler de vardır. Bir başka birisi de: "İyilik kalbde nur, yüzde ışık, rızıkta ge­nişlik, gönüllerde sevgi meydana getirir" demiştir. İbn Ömer'in: "Allah ile içini düzgün yapanın Allah, dışını düzeltir" dediği rivayet edilir.
Ayette "secde" kelimesinin seçilmesi de apayrı bir anlam taşır. Çünkü secde insanın Allah'a ibade­tinin ve alçak gönüllü oluşunun en mükemmel şek­lini ifade eder. Bu mütevazüiğin eseridir onların yü­zünde görülen. Riyakarlığı, böbürlenmeyi ve şıma­rıklığı atıp onun yerine fazilet dolu parlaklığı, sükû­net dolu aydınlığı yerleştiren tesir secdeden yansı­maktadır. Müminin yüzünün aydınlığına aydınlık katan, güzelliğine güzellik, yüceliğine yücelik veren sır secdede saklıdır. Bu noktaların temsil ettiği par­lak görünümler yeniden ortaya çıkmış bir şey değil­dir. Tam aksine bunlar kader levhasında tesbit edi­len şekillerdir. Kökü çok eskilere dayanır, zikri Tev­rat'ta geçer. Kur’an'ın ifadesi ile: "İşte onların Tev­rat'taki nitelikleri budur."
Allah'a gerektiği gibi bağlı olanın, bütün canlıla­rı dikkat ve ürpertiye sevkedecek bir heybet ve cid­diyete sahip olacağı ve bunun Allah'ın bir lütfü ol­duğu yolundaki inanış, İslam düşüncesinde, Hz. Peygamber başta olmak üzere, herkesin paylaştığı bir fikir olarak dikkat çeker. Hal böyle olunca, Allah karşısında manevi mertebesi yüksek olanların bu özellik bakımından da ilerde olduklarını kabul gere­kir. Bu konuda ölçü, hadis olarak rivayet edilen bir sözde şu şekilde konmuştur: "Allah'tan korkan kişi­den, Allah'ın bir lütfü olarak, her şey korkar." O halde, ilahi heybet kulun Allah karşısındaki takvasıyla doğru orantılıdır. Takva arttıkça heybet de ar­tar.
Şuna da işaret etmek gerekir ki, bu korku ve heybet kendine has bir özellik taşır. Onu jandarma, yırtıcı hayvan veya karanlık korkusuyla bir tutma­malıdır. O, insanı dikkate, ciddiyete sevkeden; sev­gi, saygı ve bağlılık duygusuyla karışık "tipik" bir korkudur. Allah yolcularının yüz ve tavırlarında ilk anda farkedilen ve genellikle ürperti biçiminde dik­kat çeken bu "heybet", aslında kainatın en anlamlı belirtisi, en kuşatıcı ve erdirici aydınlığıdır. Onun değerini fark etmek için, onun sahibiyle bir süre içli-dışlı olmak yeterlidir. Sadece bir sürelik sabır, adına korku ve üzüntü dediğimiz bu duygunun, en engin şefkat ve en tatlı ilgiyi perdelediğini kavra­mamız için yetecektir.
İlave edeceğimiz bir başka husus da şudur: İlahi heybet, bir beden olayı, daha doğrusu bir cüsse olayı değildir. Halk arasında yakışıklılık diye adlandırı­lan plastik-estetik çekicilik hiç değildir. İlahi hey­bet, bütün kudretiyle insanın yüzünde tecelli eder. Onun boyla, posla, renk, giyiniş vs. ile asla ilgisi yoktur. O, kalabalıkların "çirkin" diye damgaladık­ları yüzlerde en ileri derecede bulunabilir. Onu, be­densel eksiklikler bile engellemez. O, insanı yüreği­ne bakarak değerlendiren Yaratıcı'nın, insana, yüre­ğine göre verdiği bir kudrettir.
İlahi heybet, insanın yüzünde, özellikle gözler ve alın bölgesinde tecelli eder. Ne ilginçtir ki, yuka­rıdaki ayette de verdiğimiz gibi Kur'an, müminlerin belirtilerinden sözederken insanın sadece yüzüne atıfta bulunmaktadır.
İman ve ondan kaynaklanan bütün oluş ve eriş­lerin, insan vücudundaki belirişi -elbette olabildiği kadarıyla- sadece yüzde meydana gelmektedir. Yüz ve özellikle gözler.. Herşey onlardadır ve onlardan anlamayanlar başka hiçbir şeyden anlayamazlar. İnsanın ne olduğunu onlardan çıkaramayanlar, baş­ka hiçbir şeyden hareketle insanı tanıyamazlar. Yüz, ilahi aydınlığın tecelli yeridir. Yüze asla kötü sıfatlar yakıştırılamaz. Aldatılan insanın yüzüne bakılamaz, yüze bakarak yalan söylenmez. İnsanın, özellikle çocukların yüzlerine asla vurulmaz. Kısa­ca, yüzden anlamayan özden de anlamaz. [24]

Tevrat ve İncil'de Hz. Muhammed (as) ve Ashabı-Kalınlaşarak Gövdesi Üzerine Dikilen Bir Filiz Gibi Olanlar


"(Allah Resulü ile beraber olanların) İncil'deki nitelikleri de şöyle: Tıpkı bir ekin ki filizini çıkarmış, o filizi kuvvetlendirmiş. Filiz kalınlaştı, gövdesi üze­rine dikildi. Ziraatçıları da imrendirir/ hayran bıra­kır bu ekin. Allah böyle yapar ki, onlarla inkâr eden­leri öfkelendirsin. Allah onlardan iman edip barışa yönelik işler yapanlara bir bağışlanma ve büyük bir ödül vaat etmiştir." (Fetih: 48/29)
Bu âyette Yüce Allah, Hz. Peygamber (as) ile Islâm’ın başlamasını, ashab-ı kiram ile birlikte gelişip terakki ederek, kuvvetlenip kökleşmesini bir ekin temsiliyle anlatmıştır. Çünkü Hz. Peygamber (as), bu işe tek başına başladı. Sonra Cenab-ı Allah, ona inanan ve onunla birlikte olanlarla onu takviye etti. Bir tohumun çimlenip, yavaş yavaş filizini çıkarması, derken kalınlaşıp, sapının üzerinde gelişip kuv­vetlenmesi gibi onu kuvvetlendirdi. Zira islâm tohumunu Hz. Peygamber ekti, o tohum ashab şeklinde filiz verdi; görkemli hale gelince bu manzara çiftçilerin hoşuna gider, îslâmiyetin gelişip kuvvet kazanmasından da kâfirlerin öfkesi kabarır.[25]
"Muhammed (as) ile ashabının, kâfirlere sert, biribirle­rine merhametli ve rükû ile secde hallerinin dâim oluşu ve yüzlerinin nurdan nişanlı oluşu birinci, yani Tevrat’ta bulu­nan meselleridir. Onların İncil'deki meselleri de ekin mesel­idir" şeklindeki izah, çoğu tefsirlerde yer alır. Bazı müfessirler, "Birinci kısım, onların Tevrat ve İncil'deki müşterek vasıflarıdır, ekin temsili onu açıklamak için geti­rilmiştir." demişlerdir.[26] Bu meseldeki incelik, sonradan gelen ümmetin de, ashabın darb-ı mesel olan vasıflarını, kendilerine imtisal numunesi edinmeleridir.[27]
Verilen ayette Allah Resulü ile beraber olan sahabilerin Kur'an'ın diliyle İncil'deki özellikleri/nite­likleri anlatılmaktadır.
Onlar, yerden filizini çıkarıp gittikçe kalınlaşarak kökleri üzerine duran bir ekine benzer. Önce fi­lizini yeni çıkaran ekin gibi zayıf idiler. Hz. Muhammed (s.a.v.), tek başına davasını ilan etmişti, yalnız­dı. Fakat gittikçe insanlar onun çevresinde toplan­maya başladılar. Sayıları arttıkça güçlendiler. Fert fert imanları artıp güçlendiği gibi sayıları da çoğala­rak bir İslam toplumu oluşturdular.
Nasıl ekinin gürbüz durumu ekicileri sevindirirse bunların böyle güçlü bir topluluk haline gelmesi de onların gönüllerine iman tohumunu eken Pey­gamberi ve melekleri sevindirir, ama kafirleri öfke­lendirir. Kafirler kıskançlıktan çatlayacak duruma gelirler. Allah, inanıp güzel işler yapanlara bağışla­ma/affetme ve büyük mükafat vadetmiştir. Allah on­ları bağışlayacak ve büyük ödüllere erdirecektir.
Yine ayette anlatılmak istenen bir başka husus, atılan iman ve irfan tohumunun filizlenmesi, İs­lam'ın ciddi anlamda sistemli ve duyarlı bir eğitim ve öğretimle kalplere işlenmesinin gereğine işaret­tir.
Filizin kalınlaşıp kendi gövdesi üzerinde doğrul­ması, eğitilip öğretilen genç neslin olgunlaşıp bütün benlik ve enerjisiyle davaya sarılmasına işarettir. Öyle ki ne madde, ne makam, ne ölüm, ne de açlık endişesi onları yolundan alıkoyabilir.
Sonra da böyle bir iman ve irfan ordusunun arzedeceği ihtişam, bakanların hayranlığını çeker; in­karcı sapıkların ise kin ve öfkesini artırır. Bütün bu kademeli eğitim ve öğretimin en önemli yanların­dan biri de, azıp sapıtan din düşmanlarını korkut­maya, caydırıcı bir güç ortaya koymaya yönelik bu­lunmasıdır.
İşte Hz. Muhammed (s.a.v.) ile beraber olan ve O'nun mektebinde eğitilip yetiştirilen müminler böylesine düzenli, disiplinli, azimli, kararlı ve güçlü idiler. Şüphesiz bu güzel vasıfların iki temel kayna­ğı vardır:
a) Allah'a dosdoğru iman;
b) Salih ameller.
Ayette geçen "minhüm" zamiriyle, "vellezine maahüm" ile özellikleri açıklanan cemaatten sonra kıyamete kadar, Hz. Muhammed'in sünnetiyle doğ­ru yolu seçenler kasdedilmektedir. Böylece Kur'an hem ilahi mağfireti, hem de büyük ecri bütün mü­minlere yayarak, ilahi rahmet ve yardımın bütün mücahit müminleri kapsadığını haber vermektedir. [28]

Gıybet- Ölmüş Kardeşinin Etini Yiyenler


"Ey iman edenler, zannın bir çoğundan sakının. Zira zannın bir kısmı günahtır. Biribirinizin suçunu araştır­mayın; Kiminiz kiminizi çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte bundan iğrendiniz. O halde Allah 'dan korkun. Şüphesiz Allah tevbeyi daima kabul edendir, çok acıyandır." (Hucurât, 49/12).
Allah Teâlâ bu âyette gıybeti, ölü kardeşin etini yemeye benzetmiştir. Gıybetin tabiat olarak, akıl ve şeriat nazarında çirkinliğini, tiksinilecek birşey olduğunu, birden gözönüne gelen bir tasvir ile en beliğ bir şekilde anlatmıştır. Çünkü, yanında bulunmayan ve kendisini müdafaa edemeyecek olan mü'min kardeşi bir ölü mesabesindedir.[29] İfadede, işin şenâetini anlatmak için, birçok mübalağa unsurları kul­lanılmıştır.[30]
Kur'an'ın, ölmüş insanların etini yemek diye ta­nıttığı ve insan yaratılışının tiksinmesi gereken gü­nahlardan biri olarak gösterdiği gıybet, ruhsal ve maddesel doyumsuzluklar içinde kıvranan geri kal­mış benliklerin avunmak için sığındıkları saplantı­lardan biridir.
Guybet, şöyle tarif edilir: "Birinin, herhangi bir kimsenin arkasından, duyduğu zaman hoşuna git­meyeceği sözler söylemesidir." Bu tarif bizzat Pey­gamberimiz tarafından yapılmıştır. Hz. Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği hadisi şerifte Peygamberimiz şöyle söylemiştir:
"Gıybet, kardeşinin, hoşuna git­meyecek şekilde anılmasıdır."
"Söylediğim şeyin kardeşimde olduğunu görmüşsem ne olacak?" denilince Hz. Peygamber buyurdu ki:
"Eğer söylediğin şey kardeşinde varsa gıybet etmiş olursun, dediğin onda yoksa iftira etmiş olursun."
Bu tariften, birinin arkasından yalan sözlerle suçlanmasının iftira olduğu ve var olan kusurları­nın söylenmesininse gıybet olduğu anlaşılmaktadır. Bu hareket ister açık ifadeli sözlerle yapılsın, ister kinaye ve işaretler ile yapılsın her şekli ile haram­dır. Bunun gibi bu hareketin kişinin hayatta yapıl­ması, yahut öldükten sonra yapılması, iki şekilde de haramlılığı aynıdır.
Bu haramın dışında kalan gıybetler ancak şu şekilde olanlardır: Birinin arkasından veya öldük­ten sonra onun kötülüğünü söylemek şeriat naza­rında doğru bir mecburiyet halini almışsa ve bu mecburiyet gıybet olmadan yerine gelmiyorsa ve bu gıybet yapılmazsa gıybete nisbetle çok daha büyük bir kötülük ortaya çıkacaksa bu gıybetin haramlılığı ortadan kalkar.
Hz. Peygamber (s.a.v.) bu istisna olan gıybeti şöy­le ifade buyurmaktadır:
"En kötü zulüm, bir müslümanın haysiyet ve şerefine haksız yere hücum et­mektir."[31]
Bu buyrukta "haksız yere" şartı "haklı yere" yapılabileceğini göstermektedir. Nitekim Hz. Peygamberin hayatında gördüğümüz bazı örneklerden "haklı yere"den ne kastedildiğini ve hangi durumlarda gıybetin gerektiği kadar caiz olabileceğini öğrenmekteyiz.
Bir gün bir bedevi gelip Peygamberimizin arka­sında namaz kıldı. Namaz bitince de
"Ey Allah'ım! Bana da, Muhammed'e de merhamet et, ikimizin dı­şında hiç kimseyi bu merhamete ortak kılma" diye­rek çekip gitti. Peygamber'imiz (s.a.v.) ashabına şöyle dedi:
"Ne diyorsunuz, bu adam mı daha şaşkın yok­sa devesi mi? Ne dediğini duymadınız mı?"[32]
Peygamberimiz bu sözü adamın arkasından söy­ledi. Çünkü o bedevi selâm verir vermez çekip git­mişti. O, Peygamberimizin önünde çok yanlış bir söz söylemişti, bu yanlış söz karşısında Peygamberimi­zin susması başkalarının böyle sözlerin bir dereceye kadar caiz olabileceği yanlış kanaatine gitmesine sebep olabilirdi. Bu yüzden Hz. Peygamber’in o sözü reddetmesi gerekiyordu.
Yine bir keresinde Fatıma binti Kay's adındaki kadına iki kişi evlenme teklifinde bulundu. Biri Hz. Muaviye, diğeri Hz. Ebu El-Cahm idi. Kadın gelerek Peygamberimize akıl danıştı. Peygamberimiz (s.a.v.):
"Muaviye müflistir, Ebu El-Cahm ise karılarını çok döver" buyurdu.[33]
Burada bir kadının gelecek hayatı söz konusu­dur. Ve Hz. Peygamberden akıl danışmıştır. Bu du­rumda Peygamberimiz o iki sahabeye ait bildiği ku­surları söylemeyi gerekli bulmuştur.
Bir gün Peygamberimiz Hz. Ayşe annemizin ya­nında iken biri gelerek görüşme izni istedi. Hz. Peygamber (s.a.v.):
"Bu adam kabilesinin çok kötü bir kişisidir" buyurdu. Sonra dışarı çıktı, o adam ile çok yumuşak bir eda ile görüştü. Tekrar içeri girince Hz. Ayşe validemiz:
"Onun hakkında dışarı çıkmadan önce bazı şeyler söylemenize rağmen, daha sonra çok iyi bir eda ile konuştunuz" deyince Peygamberi­miz şöyle cevap verdi:
"Kıyamet günü Allah katında en kötü yer, biri­nin çirkin sözlerinden korkup da onunla münasebeti terkedenlerin yeri olacaktır."[34].
Bu hadiseye dikkat edersek, Peygamberimizin bu kişi hakkında kötü kanaatte olmasına rağmen onunla güzel bir şekilde konuşmasının, ahlâkının icabı olduğunu göreceksiniz. Ama Hz. Peygamber bu adamla merhamet ve şefkatlice konuşurken, ai­lesi gördüğü takdirde yanlışlıkla onu samimi dostu zanneder de daha sonra bunu suistimal eder düşün­cesi ile Hz. Ayşe'yi “bu adam kabilesinin en kötü kişisidir” diye ikaz etmiştir.
Bir keresinde Hz. Ebu Süfyan'ın karısı Hint bin­ti Utbe, Peygamberimize gelerek
"Ebu Süfyan cimri bir adamdır. Bana ve çocuklarına yetecek kadar ge­rekli masrafı yapmıyor" dedi.
Kocasının bulunmadığı sırada, kadın tarafın­dan yapılan bu şikayet her ne kadar gıybet ise de Hz. Peygamber bunu caiz görmüştür. Çünkü haksız­lık yapanı, bu haksızlığı giderecek güçte olan birine şikayet hakkı vardır.
Hz. Peygamberin bu gibi örneklerinden faydala­nılarak fakih ve muhaddisler şu kaideyi ortaya koy­muşlardır: "Gıybet, ancak şer'an doğru bir maksat için gerektiği takdirde ve o gıybet olmadan o gerek­lilik ortadan kalkmadığı takdirde caizdir" Daha sonra bu kaideye dayanarak İslam alimleri gıybetin aşağıdaki şekillerini uygun görmüşlerdir:
1) Zulme uğrayan kişinin bu zulmü ortadan kal­dırabilecek güçte olduğuna inandığı kimseye zalim kimseyi şikayet etmesi.
2) Düzeltilip ıslah edilmesi niyeti ile haksızlık­ları ve kötülükleri giderebilecek yetkide olan kimse­lere bir kişi veya zümrenin kötülüklerinin anlatıl­ması.
3) Fetva almak gayesi ile bir müftüye veya İs­lam alimine bir kişinin yanlış hareketlerini konu edinen bir olayın anlatılması.
4) Bir kişinin veya kişilerin şerlerinden sakın­sınlar diye diğer insanlara bilgi verilmesi.
"Örneğin; hadis ravilerinin, şahitlerin, kitap ya­zarlarının eksiklerini, hatalarını açıklamak bütün alimlerce caiz değil, hatta vacip kabul edilmiştir. Çünkü bu açıklama olmadan şeriatı yanlış rivayet­lerin yayılmasından, mahkemeleri adaletsizlikten ve insanları özellikle ilim araştırıcılarını sapıklıklardan korumak mümkün olmaz. Yuva kurmak iste­yenlerin karşıki şahıs hakkında yahut yanından ev alınmak istenen kimsenin komşuluğu hakkında ya­hut birisi ile iş ortaklığı kurulmak istendiği takdir­de veya birine bir emanet verilmesi gerektiğinde kendisinden bilgi istenen kişinin bu kimselere iyi ve kötü taraflarını bilmediğinden dolayı zarara uğra­masın diye soran kişiye açık açık anlatması gerekir.
5) Fısk, fücur ve çeşitli ahlaksızlıklar yayan ya­hut dini düşüncelerde sapık fikirler ve bidatler dağı­tan veya Allah'ın kullarını dinsizlik, eziyet ve zulüm fitnelerine boğan kimselerin kötülüklerini herkese karşı ilan ederek tenkit etmek, bunları anlatmak da gıybet değildir.
6) Kötü bir lakapla meşhur olan kimseleri bu la­kap dışında tanıtmak mümkün değilse küçültmek ve hafife almak niyeti ile değil de kişiyi tanıtma ni­yeti ile o kötü lakabın kullanılması da gıybet değil­dir.[35]
Bu sıraladığımız durumlar dışında birinin ar­kasından çirkin söz söylenmesi kesin olarak haram­dır. Bu çirkin söz doğru ise gıybettir, yalan ise iftira­dır, iki kişiyi birbirine düşürmek için ise düzenbaz­lıktır. İslam bu üçünü de yasaklamıştır.
İslam toplumunda bir müslümanın, yanında başka birinin gıybetinin yapılması, yalan yere töh­met altında bırakılmasını sessizce dinlemesi doğru değildir, onu derhal reddetmesi gerekir. Hiçbir seri zorunluluk olmadığı halde birinin mevcud kusurla­rının ortaya dökülmesinin günah olduğunu ve bu hareketi yapanların Allah'tan korkarak böyle gü­nahlardan uzak kalmalarını da telkin etmesi gere­kir.
Hz. Peygamber (s.a.v.) buyuruyor ki:
"Bir kimse bir müslümanın aşağılandığı ve onun şeref ve haysi­yetine saldırıldığı sırada onu korumuyorsa, Allah Teala da onun kendisinden yardım istediği durum­larda himaye etmez. Ve eğer bir kişi müslümanın şeref ve haysiyetine saldırıldığı ve ona hakaret yapı­lıp, aşağılandığı sırada onu korursa Allah da kendi­sinden yardım istediği durumlarda ona yardım eder."[36]
Gıybet yapana gelince: Bu günahı işlediğini ve­ya işliyor olduğunu anladığı an ilk görevi, Allah'a tevbe etmesi ve bu haram işten derhal vazgeç­mesidir. Bundan sonra ona düşen ikinci görev, yap­tığı bu günahı gidermektir. Ölmüş bir kimsenin gıy­betini yapmışsa onun hakkında çokça Allah'tan af dilemesi, eğer yaşayan bir kimsenin gıybetini yap­mışsa, bu gıybet gerçek dışı ise bile daha önce yan­larında bühtan ettiği kişilere gidip yaptığı hareketin yanlış ve asılsız olduğunu belirtmesi gerekir. Yaptığı gıybet kişide var olan kusurlarını içeriyorsa, bundan sonra asla onu kötülememeli, da­ha önce yaptığı gıybetten dolayı af dileme sadece gıybeti yapılan kişinin durumdan haberi olması halinde yapılmalıdır, aksi halde tevbe ile yetinilmelidir. Çünkü o kişinin durumdan haberi yoksa gıybet yapanın özür dilemek için "Ben senin gıy­betini yapmıştım" demesi o adamı üzer, onun da içinde bir takım hoş olmayan duygular doğabilir, denmektedir.
Ayet gıybeti "ölmüş kardeşinin etini yemeğe" benzetmekle bu hareketin son derece çirkin ol­duğunu tasvir etmiştir. Leş etinin yenmesi bizatihi nefret ettiricidir. Kaldı ki bu et de bir hayvan eti değil de insan eti olursa.. Hatta herhangi bir in­sanın değil de bizzat kendi kardeşinin eti olursa işin çirkinliği düşünülmelidir. Dahası, bu benzetmeyi soru biçiminde ortaya koyarak Allah insan üzerinde daha fazla tesir yaratmıştır. Böylece her şahsın ken­di vicdanından sorarak ölmüş kardeşinin etini yemeğe razı olup olmayacağına kendisinin karar vermesini dilemiştir. Nasıl onun tabiatı bu ölmüş kardeş etinden tiksiniyorsa, bir mümin kardeşinin bulunmadığı ve kendisini savunacak bir durumda olmadığı sırada, onun şeref ve haysiyetiyle oynan­masını hoş karşılayamaz.
Bu ilahi buyruktan, gıybetin haram oluşunun asıl sebebi, gıybet edilen kişinin kalbinin kırılması, incinmesi değil, tam tersine herhangi bir kişinin yokluğunda çekiştirilmesinin, arkasından kötülenmesinin bizatihi haram olduğu anlaşılmaktadır. Ar­tık o kişinin bu gıybetten haberi olsun olmasın ve bundan üzüntü duysun duymasın önemli değil.
Ölmüş insanın etinin yenmesi, ölüye eziyet ver­diği için haram kılınmadığı meydandadır. Kişi öl­dükten sonra birinin kendi cesedini parçaladığını bilmez, hissetmez. Ama son derece çirkin olan, bu hareketin bizzat kendisidir. Aynen bunun gibi gıybe­ti yapılan kişi, hakkında söylenenlerden haberi ol­mazsa ve hayatı boyunca da kim, nerede, ne zaman kendi haysiyetiyle uğraşıp başkalarının onu zedele­diğinden dolayı da kendisine en ufak bir eziyet ve ızdırap ulaşmayacaktır. Fakat onun şeref ve haysi­yetine ne olursa olsun bir leke sürülmüş olacağından gıybet, kendi türü içinde ölmüş kardeşinin etini yemekten farklı değildir.[37]

 Şah Damarından Daha Yakın


"Yemin olsun ki, insanı biz yarattık. Nefsinin ona neler fısıldadığını da biz biliriz. Biz ona şah da­marından daha yakınız." (Kaf: 50/16)
Verdiğimiz bu ayet, Allah'ın insana yakınlığının en ileri boyutunu göstermektedir. Allah'ın insanla beraberliği Hadid: 57/4 ve Mücadele: 58/7, ayetlerde de dile getirilmiştir. Bunların birincisinde: "Nerede olursa­nız olun Allah sizinledir.", ikincisinde ise: "Üç kişi fısıldaşsa dördüncüleri mutlaka O’dur, beş kişi fısıldaşsa altıncıları O'dur. Bundan az da, bundan çok da olsalar ve nerede bulunsalar mutlaka onlarla be­raberdir."
"Şah damarından da yakın olmak" ifadesi; her şeyi elinde tutan, doğrudan doğruya kontrol eden kuvveti tasvir etmektedir. İnsan bu gerçeği düşün­düğü zaman elbette titreyecek ve kendisini hesaba çekecektir. Eğer gönüller bu ifadenin taşıdığı anla­mı gözleri önünde canlandırabilseydi hiçbir kimse Allah'ın razı olmayacağı şeyi işleme cesareti göste­remezdi. Hatta Allah tarafından kabule şayan olma­yan bir duyguyu içinden geçirme cüretini gösteremezdi. İnsanın devamlı bir uyanıklık, bekleyiş ve dikkat içerisinde bulunması, her an hesaba çekilece­ğini unutmaması için bir tek bu ayet bile kafidir.
Yine "biz ona şahdamarından daha yakınız" de­mek şu anlama da gelmektedir:
"Bizim kudret ve ilmimiz insanoğlunu içinden ve dışından öyle çepeçevre sarmıştır ki, bizim ilim ve kudretimizin ona yakınlığı, şah damarının ona yakın oluşundan daha yakındır. Onun konuşmasını işitmek için bir mesafe katedip yanına gelmemiz ge­rekmez, gönlünden geçen düşünceleri bile doğrudan doğruya biliriz. Bunun gibi onu ele geçirmemiz gere­kirse bir mesafeden gelip yakalamamız gerekmez. Nerede olursa olsun her zaman o kabzamızdadır, is­tediğimiz zaman onu ele geçiririz. "
Yaratıcı ile yaratıkları arasındaki ilişki, yaratı­lan ile nefsi arasındaki ilişkiden daha önceliklidir. Çünkü yaratılanın ayakta kalması bizzat kendinden değildir, yaratıcının kudreti iledir.
Yaratıcının sürekli bizimle oluşu ve bizim her an O'nunla beraberlik şuurunu taşımamız gerektiği gerçeği, pratikte iki sonuç ortaya koymaktadır:
Birincisi; din hayatı, bu, "Yaratıcı'yla beraber­lik" şuurunu gerçekleştirmeye yöneliktir. Kur'an'ın, kurtuluşun, ölümsüzlüğün esası gördüğü iman, işte budur. Peygamberlerin temel davaları da, bu bilinci insan hayatına kazandırmak olmuştur.
İkincisi; Allah, varlığı yapıp bitirip karşı tarafa geçen ve onu uzaktan seyreden bir sanatkar değil­dir. Allah, oluşun içindedir ve oluş Allah'ın davra­nışlarının adıdır. Kurban buna "sünnetullah" (Allah'ın tavrı, davranışı) diyor. O halde varlık, olup bitmiş değil, olmakta olan bir oluşlar ve imkanlar serisidir. Çünkü, "Allah her an bir tecellidedir" (Rahman: 55/29)
Özetle söylersek: O hep bizimle.. O halde, biz de hep O'nunlayız. İnsana düşen, bu beraberliğin bilin­cine varıp, onu hayatı ve dünyayı güzelleştirmek için değerlendirmektir. [38]

Bilgisizliğin Sarhoşluğunda Boğulanlar


''Kahrolsun, o zan ve tahminle yalan söyleyenler. Onlar bilgisizliğin sarhoşluğunda boğulan kimseler­dir." (Zariyat: 51/10-11)
Zariyat Suresi'nin bu küçük fakat son derece anlamlı ayetlerinde anlatılanlar şunlardır: "İnsan hayatının sonu hakkında, insanların çeşitli inançla­rı kendiliğinden açık bir şekilde görüşler getireme­mekte, aksine hiçbir ilmi dayanakları olmaksızın tahminle ve benzetmelerle bir takım görüş ve naza­riyelere dayandığını ispat etmektedir. "
Biri, öldükten sonra hayat yoktur demekte, di­ğeri ölümden sonra hayata inanmakta fakat bunun tenasüh (öldükten sonra ruhun başka bir varlığa ge­çerek yaşamaya devam etmesi) şeklinde olduğunu iddia etmekte, bir diğeri ahiret hayatını, ceza ve mükafatı kabul etmekte fakat amellerin (davranışların) cezasından kurtulmak için binbir çeşit kurtarı­cılar araya sokmaktadır.
Böyle büyük ve çok önemli bir konuda insanın, kanaat, görüş ve akidesinin yanlış olması bütün ha­yatını yanlış yola itecek ve geleceğini de mahvede­cektir. İlmi gerçeklere dayanmadan sadece tahmin ve kıyaslara dayanan bir inanç kurmak çok büyük bir ahmaklıktır. Bu durum, bir kimsenin çok büyük bir yanlış anlayış sonucu bütün ömrünü kör bir gaf­let içinde geçirip öldükten sonra aniden hiç hazırlık­lı olmadığı bir olayla karşılaşması demektir.
İşte bu ayetler, insanoğlunu uyarmakta ve "kah­rolsun zan ve tahminle yalan söyleyenler. Onlar bil­gisizliğin sarhoşluğunda boğulan kimselerdir" me­sajını vermektedir.
Tahmin ve benzetmelere dayanarak kanaat kur­mak, dünya hayatının basit bir takım konularında bir dereceye kadar geçerli olabilir. Her ne kadar ilim yerine geçmese, ilmi yolla ispatlanmasa bile. .
Bütün hayatımız boyunca yaptığımız işlerden dolayı, birine karşı sorumlu ve hesap vermek duru­munda mıyız? Hesap vermek durumunda isek ki­min karşısında, ne zaman ve ne cevap verme duru­munda olacağımız, bu cevap vermede başarı ve ba­şarısızlıkların sonuçları .ne olacaktır?
Bütün bunlar, insanın sadece kendi tahmin ve kanaatine dayanarak bir akide kurması, sonra da bu çürük ipliğe bütün hayat sermayesini sermesi doğru olmaz. Çünkü bu kanaat yanlış çıkarsa bu­nun manası; "kendi kendini tamamen mahvetmek olur" demektir.
Böyle konular hakkında doğru kanaat elde etmenin tek bir yolu vardır. O da insanların ahiret hakkında Allah'tan vahiy yoluyla elde ettikleri bilgi­yi dikkatle incelemeleridir. Yeryüzü ve gök düzenine hatta kendi varlığına dikkatle bakarak bunları basi­retle incelediği takdirde, bu bilginin doğru olduğunu ispat eden delilleri her yerde görecektir.
İşte bu; Allah ve ahiret hakkında Kur’an-ı Kerim'in bildirdiği ilmi araştırma yoludur. Bu yoldan saparak kendi kanaat ve tahminine göre hareket eden herkes kaybetmiştir. Onların sonu bilginin sar­hoşluğunda boğulmakla noktalanacaktır.
Yani onlar, yanlış tahminlerden dolayı nasıl bir sonuca gittiklerini hiç bilmiyorlar. Bu tahminlere dayanarak bir yol tutanlar dosdoğru felakete giden­lerdir. Ahireti inkar eden bir kişi, hiçbir şekilde he­sap vereceğinin hazırlığı içinde değildir. Ve o öldük­ten sonra hiçbir yeni hayatın olmayacağı hayali içinde boğulmuştur.
Halbuki bir gün ansızın tahminlerinin/beklenti­lerinin tamamen tersine, ikinci hayata gözlerini açar açmaz burada her amelinin hesabını vereceğini anlayacaktır. Ömrünün tamamını, öldükten sonra yine bu dünyaya geri döneceğinin hayali ile geçiren herkes, ancak öldükten sonra bütün geri dönüş ka­pılarının kapandığını öğrenecek, herhangi bir yeni amelle önceki hayatının amellerinin telafi edilebil­mesi için hiçbir fırsatın kalmadığını ve önünde baş­ka bir hayatın olduğunu, bu hayatta artık sonsuza dek kendi dünya hayatının sorumluluklarını yükleneceğini de anlayacaktır.
Nefsimi tatmin eder, isteklerini tamamen yerine getirirsem mutlaka yok oluş halinde varlık aleminin günahlarının azabından kurtulurum ümidiyle ken­dini felakete atan kimse, ölüm kapısından geçer geçmez, önünde yok oluşu değil, devamlı var oluşu görecektir. Kendisine verilen vücut nimetinin, onu güzelleştirip düzeltmesi yerine, tahrip etmek için bütün gücünü harcamasının hesabını verecektir.
Evet, bütün bu tahmine dayanan inançlar ger­çekte birer afyondur ve bu afyonun verdiği uyuşuk­luk içinde bu insanlar idraksiz .ve düşüncesiz kal­mışlardır. Bunlar, Allah'ın ve peygamberlerin bildir­dikleri sağlam bilgiyi bir tarafa atarak içine gömül­dükleri cehaletin kendilerini nereye götürdüğünden habersizdirler. [39]

Kabirlerinden Çekirge Sürüsü Gibi Çıkanlar


"O gün kabirlerinden gözler zillet ve dehşetten düşmüş olarak, sanki etrafa yayılan çekirge sürüsü gibi çıkacaklardır." (Kamer: 54/7)
Verdiğimiz bu ayeti, kendinden önceki ilk altı ayetle birlikte düşündüğümüzde şu değerlendirme­leri yapabiliriz. Birinci ayette "Ay yarıldı" ifadesi kı­yametin meydana geleceği saatin yakın oluşuna ve bu kainatın çöküşünün başladığına işarettir. Ay gibi büyük bir kürenin yarılması, meydana geleceği bil­dirilen kıyametin apaçık bir delilidir. Çünkü Ay yarılabiliyorsa eğer, yıldızların da bulundukları eksen­den ayrılmaları mümkündür. Dolayısıyla kainattaki düzen her an alt-üst olabilir. Kainat düzeni içerisin­de hiçbir şey, bir diğerinden bağımsız olmadığı için sonsuza değin devam etmesi, bu düzen içinde müm­kün değildir. İşte kıyamet, bu imkansızlığın doğal bir sonucudur.
Ama ne var ki; kıyametin yaklaştığını ve ayın yarıldığını gösteren ayetler müşriklerin kalplerinde yankı bulmuyor, sapıklıkta ısrar ediyorlar ve öğüt almak için yeterli olan bu ayetlere kulak vermiyor­lar. Kur'an onların bu tavırlarını şöyle ortaya koyu­yor:
"Bir mucize görseler yüz çeviriyorlar ve şöyle di­yorlar: "Sürüp giden bir büyüdür bu." (Kamer: 54/2)
"Yalanladılar; kendi heves ve kuruntularına uy­dular. Oysaki her iş ve oluş karara, ölçüye ve düze­ne bağlanmıştır." (Kamer: 54/3)
"Yemin olsun ki, onlara haberlerden, içinde ihtar, sakındırma ve tehdit bulunanı gelmiştir." (Kamer: 54/4)
"Doruk noktaya çıkmış, isabeti tartışmasız bir hikmettir o. Ama uyarılar yarar sağlamıyor." (Ka­mer: 54/5)
Kafirlerin döneklikleri, küfürde ısrarları, veri­len haberlerden faydalanmamaları ve bunlara uya­rıların kâr etmeyişi bu derece tasvir olunduktan sonra ilahi hitap Resulullah'a yöneliyor ve onlardan yüz çevirmesini, ayın yarılmasıyla gelişinden haber­dar oldukları ve yaklaştığı bildirilen uyarıya dikkat etmedikleri o günde kendi başlarına terk etmesini istiyor.
"O halde yüz çevir onlardan sen de; o çağıranın alışılmadık/ürpertici şeye çağırdığı günde." (Ka­mer: 54/6)
Diğer bir ifadeyle: "Onları kendi haline bırak. Çünkü sen onlara en ikna edici delilleri getirdin ve kıyameti inkar ettikleri, peygamberini yalanladıkla­rı için ibret verici cezalara uğrayan kavimlerden örnekler verdin, şayet tüm bunlara rağmen hala ders almazlarsa onları kendi haline bırak. Onlar kıyamet günü kabirlerinden fırladıklarında, önceden hakkın­da kendilerine haber verilen kıyametin bir gerçek olduğunu bizzat gözleriyle "zillet ve dehşetten düş­müş olarak" göreceklerdir.
Bu tanımlama birkaç anlama gelebilir:
a) Korku içinde,
b) Pişmanlık ve utanç içinde.. Yani kabirle­rinden çıktıklarında, daha önce kendilerine haber verilen o günle karşılaşacaklarını ve bir hazırlık yapmadıkları için, suçlu olarak Allah'ın huzurunda bulunacaklarını anlayacaklardır,
c) Dehşet içinde... Yani korkunç kıyamet manzarasından gözlerini ayırma gücünü bile kendilerinde bulamayacaklar­dır.
Ve bunlar, çoklukları ve her tarafa yayılmaları ile çekirgelere benzerler. İbn Kesir'in ifadesiyle bu benzetme "onların çağırana uymak üzere hesabın yapılacağı yere alelacele yürüyüp yayılmalarından" kaynaklanmaktadır.
Sonuçta bu kendinden geçerek hor ve hakir hal­de hızla koşan toplulukların arasında yürüyen ka­firler:
"Bu zorlu bir gündür" diye mırıldanıyorlar.[40]
Bu cümle zor ve korkunç bir şeyle karşılaşan yorgun ve bitkin insanların söyleyeceği son sözdür. [41]

 Köklerinden Sökülmüş Hurma Kütükleri Gibi Atılanlar


"Biz onların üzerine uğursuzluğu kesiksiz bir günde, don durucu/ uğultulu bir kasırga gönderdik. İnsanları, köklerinden sökülmüş hurma kütükleri gibi kaldırıp atıyordu." (Kamer: 54/19-20)
Verdiğimiz ayetler, kendilerine yol gösterip uya­rıcı olarak gönderilen Hz. Hud'u yalanlayan ve bü­tün güçleriyle inkar eden Ad Kavmi'nin uğradığı azabı anlatmaktadır. Ad Kavmi, Hud peygamberin estirdiği ilahi hidayet ve rahmet havasına karşı gö­nül ve vicdanlarını kapadılar; Kur'an'ın ifadesiyle zulüm, tuğyan, saldırı, haklara tecavüz ve ahlaksız­lıkta çok ileri gittiler.[42] Derken ilahi hüküm indi ve azabı gerektiren sebepler harekete geçirildi. Öyleki önünde durulmaz şiddetli kasırga, uğursuz saydıkları bir günde onları birer hurma kü­tüğü gibi yerden yere çarpıp yok etti. Fiziki kuvvet­lerine mağrur olan bu kavim, Allah'ın sınırsız kudretini anlayamadılar ve sünnetullah gereği hüküm inince artık anlamalarının bir yararı olmadığını az-çok farkettilerse de bu onlar için kurtarıcı bir dönüş kabul edilemezdi. Çünkü ilahi kanun ve hükümler değişmez. Vakti gelince onu geri çevirecek bir kuv­vet bulunmaz.
Ayette geçen "rıyhen sarsaren" deyimi hakkında dilbilimciler arasında görüş ayrılığı meydana gel­miştir. Kimileri "yakıcı sıcak", kimileri "dondurucu bir soğuk", kimileri de "estiğinde büyük bir gürültü çıkaran rüzgar" anlamına geldiğini söylemişlerdir. Fakat hepsi de söz konusu rüzgarın çok şiddetli ol­duğu konusunda birleşmişlerdir. "Sarsaren" kelime­sinin mucizevi en ilginç özelliği -Seyyid Kutup'un da tesbitiyle- taşıdığı anlamın yanında arapça okunu­şundan çıkan sesin bir nevi rüzgar sesini canlandır­masıdır.
Yine ayette yeralan "uğursuz günler" ifadesi, o günlerde bir uğursuzluk olduğu ve bu yüzden de on­lara azap geldiği anlamına gelmez. Şayet bu günler gerçekten uğursuz olsaydı, Ad kavmi dışındaki ka­vimlere de azabın gelmesi gerekirdi. Doğru anlamı, "Ad kavmine azap indiği günler, onlar için uğursuz­du" şeklindedir. Bazı kimseler bu ayete dayanarak, günlerin uğurlu veya uğursuz olması ile ilgili birta­kım sonuçlar çıkarmaya çalışıyorlar ki bu da doğru olmayan bir yaklaşımdır.
İnsanların köklerinden koparılmış hurma kü­tüklerine benzetilmelerinin sebebi Nesefi'nin açıkla­masıyla: "Rüzgarın onların başlarını kopartıp geriye başsız cesedler halinde bırakması ve yere ölmüş ola­rak düşmeleridir. Onlar uzun boylu cüsseleriyle hurma kütüklerini, yani cansız durumdaki gövdele­rini andırıyorlardı" İbn Kesir de, "rüzgar gelir, on­lardan birisini alır ve gözle görülmeyecek kadar yükseğe çıkartır, daha sonra da tepesi üstüne bıra­kıp yeryüzüne düşer, başı kopar ve gövdesi başsız kalırdı" demektedir.
Bu azap onların büyüklenmeleri sonucunda gel­mişti. Çünkü onlar kendilerinin çok kuvvetli olduk­ları zannıyla haktan yüz çeviriyorlardı. Böylece Al­lah'ın azabı onların büyük bir kısmını helak ederek, kurdukları medeniyeti ortadan kaldırmış ve geride kalanlarını da rezilliğe sürükleyerek daha önce zul­mettikleri kavimler önünde zelil etmişti.[43]
Üzerinde durduğumuz bu ayetler aynı zamanda Mekkeli müşrikler için de bir işaret taşımaktadır. Çünkü onlar inkâr ve azgınlıkta ileri gittiklerinden, sıkıntılı günler onları beklemekte idi. Yakın gelecek­te kasırga misali olan İslam ordusunun önünde kudret ve saltanatlarını kaybedeceklerdi. Kurban özellikle Ad Kavmi'nin yıkılıp yok edilmesini uyarıcı bir örnek olarak hatırlatmakta ve inkarcıların hak­ka dönmelerinde kendilerinden yana büyük yararla­rın söz konusu olduğunu vurgulamaktadır. [44]

 Kuru Ot Gibi Olanlar


"Biz, onların üzerine bir tek ses gönderdik de ağıtçının serptiği kuru ot gibi kırılıp ufalandılar." (Kamer: 54/31)
Verdiğimiz ayet, Hz. Salih peygamberle Semud kavmi arasındaki tevhid mücadelesinin son noktası­nı içermektedir. Semud kavmi Ad kavminden sonra Arap yarımadasına hakim olan güçlü kuvvetli bir kavimdi. Ama ne var ki bu kavim, kendilerinden ön­ce geçenlerin başına gelenlerden ders almamış, hak­ka karşı gelip ilahi buyrukları tebliğ ile görevli Sa­lih Peygamberi Kur'an'ın ifadesiyle dört maddeyle suçlayıp kaçınılmaz sonu kendi elleriyle hazırlamış­lardı.
1) Bizden bir adama uyacağız, öyle mi?
2) Böyle bir adama uyarsak hem sapıtır, hem de aklımızı yitirmiş oluruz.
3) Aramızda kala kala semavi buyruk buna mı indirilmiş?!
4) Hayır, o çok yalancı şımarığın biridir. (Kamer: 54/24-26)
Bu suçlamalar ve küçümsemeler Semud Kav-mi'ne çok pahalıya mal oldu. şiddetli bir çığlıkla ku­rumuş bir ot gibi oldular.
Kur'an'ı Kerim bu çığlığı açıklamıyor. Sadece Fussilet Suresi'nde onun bir kasırga olduğunu zik­rediyor: "Şayet dönecek olurlarsa de ki: Ben sizi Ad ve Semud’un başına gelen kasırgaya benzer bir ka­sırga ile korkuturum." Metindeki kasırga (saigaten) kelimesi bir çığlığın sıfatı anlamında da kullanılmış olabilir. Veya çığlığın özelliğini anlatan bir terim olabilir. Ki o zaman "sayhaten" kelimeleri aynı şey olur. Çığlık kasırganın çıkardığı bir ses, yahut ka­sırga çığlığın ortaya çıkardığı bir şey olabilir.
Her iki durumda da Semud kavminin üzerine çığlık gönderilmiş ve onlara yapacağını yapmıştı. Ağılcıların kullandığı kurumuş ot gibi olmuşlardı. Ağılcılar kurumuş ottan ağıl yaparlar. Bu otlar kuruyunca gevrek gevrek olurlar. Veya ağılcılar hay­vanları için ot toplarlar ve bu otlar kuru ve gevrek olur. İşte Semud kavmi de bir çığlıktan sonra böyle kupkuru ot gibi olmuştu. Bitki ve ekin nasıl kurur ve canlılığını yitirirse onlar da böylece kuruyup öldü­ler.
Korkunç mu korkunç, feci mi feci bir manzara bu.. Büyüklenmenin ve kibirlenmenin karşılığı. Ve işte bir de bakıyorsunuz ki o büyüklenenler, o bö­bürlenenler kurumuş bir ot gibi olmuşlar. Aşağılık bir ot kurusu.. Ağılcıların topladıkları cinsten kuru bir ot.
Evet, o aşağılık "ot kuruları" ile birlikte perde­ler de kapanıyor. Bu korkunç ve ürkütücü manzara­nın yanı sıra Kur'an düşünüp ibret alanları kendisi­ne çağırıyor. Ot gibi yaşayanları son bir kez daha "yeminle" uyarıyor.
"Andolsun ki, biz Kur'an'ı öğüt ve ibret için ko­laylaştırdık. Fakat düşünen mi var?!"
Çok ilginçtir aynı sure içerisinde tam dört ayet­te verilen bu ihtar (17, 22, 32, 40), Kur'an'ı anlaşıl­maz, mücmel kitap ilan edip halktan uzaklaştırarak rafa kaldıran anlayışlara ilahi bir tokat gibi inmek­tedir. Doğrusu şu ki, Kur'an herkesin nasibi ölçü­sünde anlayacağı ve mutlaka okuması gereken bir kitapdır. Her okuyanın herşeyi anlaması şart değil­dir. Okuyup anlamaya çalışanlar çoğalacaktır ki, daha iyi anlayanların sayısı artsın. Allah'ın kelamı­nı okumak, seviyeleri ne olursa olsun, Allah'ın bü­tün kullarının hem hakkı, hem de görevidir. Kur'an Allah'ın rahmetidir. Hangi insanı Allah'ın rahmeti­nin dışında tutabiliriz. Allah'ın kitabını Allah'ın kullarının yararlanmasına kapatarak onu ambargo altında tutanlar, Kur'an'a ters bir yoldadırlar.
Özetle söylemek gerekirse "Kur'an'ın ne dediğinden habersiz ot gibi yaşayanlar, gün gelir ot gibi bi­çilirler." (NŞ)[45]

 Titizlikle Korunan İnciler


"Ve genç kadınlar, iri ve siyah gözlü, titizlikle ko­runan inciler misali, yaptıklarına karşılık olarak." (Vakıa 56/22-24)
Konumuza başlık yaptığımız ayetleri içeren Va­kıa Suresi; Tevhid, Ahiret ve Kur'an hakkında Mekkeli müşriklerin itirazlarına bir reddiyedir. Onların en önemli itirazı, kıyametin oluşu, kainat düzeninin alt-üst olmasından sonra yeniden diriliş, mizan, he­sap günü ve tüm bunların sonunda ceza (cehennem) veya mükafat (cennet) hakkındadır.
Bu nedenle Sure kıyamet olayının muhakkak meydana geleceğini vurgulayarak başlar ve o gün insanların üç gruba ayrılacağım açıklar. 1) Sabikun 2) Salihun (Ashab-ı Meymene) 3) Hayatlarının son anına kadar ahireti inkar eden, şirk, küfür ve bü­yük günahları hiç çekinmeden işleyen Kafirun (Ashab ı Meş'eme). (Vakıa: 56/7, 8, 9, 10)
Bu üç grup içinde yeralan "Sabikun" iyilik ve hak için çaba sarf edenlerdir. Yani Allah ve Resulü'nün çağrısına hiç tereddüd etmeden "Lebbeyk" diyenler, Allah yolunda cihad ve infak etmek, hakka hizmet, hayra davet ve tebliğ için, kısaca Marufu emir, Münkeri nehyetmek için fedakarlık eden ve bu yolda her sıkıntıya karşın yürüyenlerdir. Dolayısıy­la ahirette en önde bu kimseler olacaktır. Yani Al­lah'ın huzurunda sağda salihler, solda fasıklar ve en önde sabıklar bulunacaktır.
İşte verdiğimiz bu ayetler sözünü ettiğimiz öne geçen bahtiyarlar (sabikun) için cennette hazırla­nan sonsuz nimetlerden sadece bir tanesini içer­mektedir. Titizlikle korunan veya sedefinde saklı bir inci gibi olan iri ve siyah gözlü genç kadınlar. Saklı inciden murat kimsenin elleyip dokunmadığı, bakıp yıpratmadığı, bir gözün ilişmediği, bir elin hırpala­madığı, korunmuş incilerdir. Bu benzetme örneği ile siyah gözlü hurilerin sonsuz güzelliği ruhi bir tasvir halinde anlatılmaktadır.
Ayette yer alan "Hurin İynin" ifadesinde geçen "hur" kelimesi Hevra'nın çoğuludur. Hevra ise beyaz kadınlar için kullanılır. "Iyn" ise "ayn" kelimesinin çoğuludur. Bu kelime ise iri gözlü kadınlara atfen kullanılır.
Taberani'nin Ümmü Seleme'den naklettiği uzun bir rivayette, Ümmü Seleme, Resulullah'a cennette kadınlar hakkında bir çok soru yöneltir. Ünıme Se­leme'nin ilk sorusu şudur:
"Ey Allah'ın Resulü! Bana "Hurin İynin" hak­kında bilgi verir misin?" Efendimiz (s.a.v.):
"Bunlar beyaz, gözleri iridir." Ümmü Seleme:
"O halde titiz­likle korunnıuş/sarmalanmış/sedefindeki bir inci gibi örneği ne anlama gelmektedir?" deyince Allah Rasulü şöyle dedi:
"Onların şeffaflıkları ellerin değmediği sedeflerinde bulunan incilerin şeffaflığını andırır."
Ümmü Seleme'nin son sorusu şudur:
"Ey Al­lah'ın Resulü! Dünya kadınları mı daha faziletledir yoksa "Hurin İynin" mi?" Allah Rasulü'nin cevabı şöyle olur:
"Dünyadaki kadınların üstünlüğü elbise­nin yüzünün astara olan üstünlüğü gibidir. Çünkü dünyadaki kadınlar namaz kıldıkları, oruç tuttukla­rı ve birçok ibadette bulundukları için bu böyledir."
Bu hadisten anlaşıldığına göre, Cennet ehlinin hanımları bu dünyadaki kadınlar olacaktır. Çünkü onlar dünyada iken iman etmişler, salih amel işle­mişler, iman ve salih amelleri dolayısıyla Cenneti hak etmişlerdir. Onlar eğer isterlerse ve kocaları Cennet ehli ise, kocalarıyla beraber olurlar. Kocaları Cennet ehli değilse, Allah onları salih kimselerle ev­lendirir. Hurilere gelince, onlar amelleri dolayısıyla Cenneti hak etmemişler, sadece Allah cennet ehli için diğer nimetleri yarattığı gibi onları da yarat­mıştır. Bunlar güzel kadınlar olarak yararlanmaları için Cennet ehline verilecektir. [46]

 Susamış Develerin Içışı Gibi İçenler


"Ve siz de ey sapık yalancılar! Zakkumdan bir ağaçtan mutlaka yiyeceksiniz/ yiyecekler. Karınları­nızı hep ondan dolduracaksınız. Üstüne de kaynar su içeceksiniz. Öyle ki susamış develerin içişi gibi içeceksiniz. Bu, kıyamet günü onların ziyafetleridir." (Vakıa: 56/51-56)
Bir önceki konumuzda kıyamet günü insanların üç gruba ayrıldığını ve bunlardan birinin de "Asha­bı Meş'eme" olduğunu söylemiştik. Meş'eme kelime­si Türkçe'ye de geçmiş bulunan şom veya şomluk anlamındadır. Araplar, kendilerinden kötülük bek­lenen hayırsız insanlara ashabul-meş'eme veya baş­ka bir Kurban ifadesiyle "ashabuş-şimal" derler, "şi­mal", "Yemin"in karşıtıdır. Amel defterleri sol taraf­larından verilen, kaypak ruhlu, uğursuz, yalancı, mutsuz kimseler demektir.
Vakıa Suresi'nin 45. ayeti "ashabuş-şimal"i, ser­vet ve refahla şımarıp azanlar olarak tanıtmıştır. Onlar; Allah'ın emirlerinden uzak, refah içinde dö­nüp dolaşırlar ve tek umutları bu düzeydeki hayat­larının devamını sağlamaktır. Ahiret'e ya inanmazlar, ya da umut bağlamazlar, nasiplerinin tamamını dünyada almak isterler. Yine onlar; nimeti günah ve isyan düzeyinde kullanıp bunu ısrarla sürdürürler. Öldükten sonra dirilmeye inanmazlar veya bu konu­da devamlı şüphe içindedirler. O yüzden hem Al­lah'tan korkmazlar, hem de bir sorumluluk duymaz­lar. Şüphesiz ki, temelinde Allah'a ve ahiret gününe iman bulunmayan bir refah, sahibini azdırıp saptı­rır.
İşte "Ey siz sapık yalancılar…" diye başlayan verdiğimiz bu ayetler, amel defterleri sol yanların­dan verilecek uğursuz bedbahtların inanç ve amelle­rine uygun verilecek cehennem azabının iki önemli aşamasını içermekte/haber vermektedir.
Bu Hakk'ı yalan sayanlar önce "Zakkum" ağa­cından yiyip karınlarını onunla dolduracaklar, son­ra da üzerine kaynar su içeceklerdir.
Zakkum ağacı Kur'an'da Saffat ve Duhan Sure­lerinde de anılır. Saffat Suresi'nde bu ağacın özellik­leri şöyle açıklanır:
"Ödül ve ikram olarak, bu mu daha hayırlı yok­sa zakkum ağacı mı? O ağaç ki, zalimler için onu bir fitne yaptık. Cehennemin ta dibinden çıkan bir ağaçtır o. Tomurcukları tıpkı şeytanların başları­dır."
Ayette geçen "Nüzul" ifadesi, konuk ağırlama­dır. Cennet halkı, daha ilk anda son derece güzel ni­metlerle ağırlanıyorlar. Şimdi o ikram mı hayırlı, yoksa zakkum ağacı mı? Zakkum, Tihame'de yetişen küçük yapraklı, meyvası acı, kötü kokan bir ağacın adıdır. İşte cehennem halkına tatlı meyvalar değil, zakkum ağacının meyvasmdan ikram edilir. Kafirler, Kur'an'ın haber verdiği bu ağaçla alay ederler, "her şeyi yakan ateşin içinde ağaç olur mu?" derler. Allah bu surette o kafirleri sınamaktadır.
Bu ağaç cehennemin dibinde biten, şeytanların başları gibi çirkin meyvalar veren bir ağaçtır. Şey­tanların başını ise kimsecikler görmüş değildir. Ne var ki, insan Zakkum deyiminden anlayacaklarını anlamaktadır. Zaten kelimenin telaffuzu bile çıkar­dığı sesler itibarıyla elleri tırmalayan sert ve dikenli bir şeyi tasvir etmektedir. Yalnız elleri değil, boğaz­ları bile tırmalayan bir okunuşu vardır. Dünyada en çirkin şeyin, şeytan başı olduğu hayâl edildiğinden, cehennem meyvalarının son derece çirkin olduğunu belirtmek için şeytan başları gibi olduğu ifade edili­yor.
Cehennemlikler acı ve çirkin zakkum meyvala­rnın üstüne kaynar su içerler. Ayette geçen "Ha­mim" kaynar su anlamına gelir. Burada cehennem halkının yediği zakkum dikenlerinin, kaynar su ile karışacağı, böylece bağırsakları tırmalayan dikenli acı meyvalara, bir de bağırsakları haşlayan kaynar suyun karışıp azabın iyice şiddetleneceği anlatılıyor.
Ve bu sudan "susamış develerin içişi" gibi içe­cekler. Ayette yer alan "him" kelimesi, "Hüyam" hastalığına tutulmuş deve demektir. Hüyam, deve­lerde rastlanan bir susuzluk hastalığıdır ki, bu has­talığa yakalanan deve bir türlü suya kanmaz. İşte onlar da bu deve gibi zakkumu yer, kaynar suyu içer ama asla kanmazlar. Kur'an'ın ifadesiyle "bu onla­rın kıyamet günü ziyafetidir".
Soz söz olarak şunu söyleyebiliriz ki: Servet ve refahla şımarmış hayatı sadece yaşadıkları şu dün­ya ile görüp/değerlendirenlerin susuzluğu hiç bitme­yecektir. Kanaat ve şükürden uzak bir hırsla dünya­ya meyledenler, "susuzluklarını denizden gidermeye çalışanlar" gibi asla kanıp doymayacaklar, onların cehennem misali nefislerde kök salmış olan zakkum ağacı yer yüzünde şeytani meyvalarını vermeye de­vam edecektir. Ta ki sureye ismini vermiş olan "Va­kıa" yani o beklenen müthiş kıyamet başlarına kopuncaya kadar.[47]



[1] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 191-193.
[2] Zemahşerî, III, 454-455; Beyzavi, II, 349.
[3] Elmalılı, VI, 4209. Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 77.
[4] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 194-196.
[5] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 197-199.
[6] Buhari, Müslim.
[7] Müslim.
[8] Şerhu’s-Sunne.
[9] Ebu Davud.
[10] Buhari, İbn Mace.
[11] Buhari, el-Edebü’l-Müfred.
[12] Buhari, el-Edebü’l-Müfred.
[13] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 200-206.
[14] Buhari, Küsuf: 1, 2, 4.
[15] Mefatih.
[16] Hazin: 7/146.
[17] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 207-210.
[18] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 211-214.
[19] Beyzavî, II, 394-395; Ş. Mansûr, s. 239-241. Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 29-56-57.
[20] Bakara: 2/154; Ali İmran: 3/169.
[21] Enfal: 8/16; Tevbe: 9/38-50.
[22] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 215-219.
[23] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 220-223.
[24] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 224-228.
[25] Zemahşerî, III, 551: S. Ateş, s. 514; Elmalılı, VI, 4442.
[26] Beyzavî, II, 405; Zemahşerî, III, 551.
[27] Ş.Mansûr,s. 162. Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 77-79.
[28] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 229-231.
[29] Beyzavî, II, 410-411; Elmalılı, VI, 4475.
[30] Elmalılı, VI, 4476. Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 79.
[31] Ebu Davud.
[32] Ebu Davud.
[33] Buhari ve Müslim.
[34] Buhari, Müslim
[35] Geniş bilgi için bkz. Fethu'l-Bari, Cilt: 10.
[36] Ebu Davud.
[37] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 232-239.
[38] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 240-242.
[39] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 243-246.
[40] Ka­mer: 54/8.
[41] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 247-249.
[42] Fussilet: 41/14-16.
[43] Ad Kavmi ile ayrıntılı bilgiler için bkz. Araf:7/51-53; Hud: 11/54-66; Şuara: 26/88-94.
[44] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 250-252.
[45] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 253-255.
[46] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 256-258.
[47] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 259-262.