Kalplerinde Örtü, Kulaklarında Ağırlık Olanlar
"Onlar: "Bizi davet ettiğin şeye karşı kalplerimiz örtüler içindedir. Kulaklarımızda bir ağırlık, seninle bizim aramızda bir perde vardır. O halde sen (kendi dinince) amel et, biz de (kendi dinimize göre) hareket ederiz" dediler." (Fussilet: 41/5)
Ayette, kendi duygu sınırları içinde kalıp, Allah'ı da bu sınır içinde maddeleştiren inkarcıların hakkı kabul etmemelerinin üç nedeni üzerinde durulmaktadır.
a) Kalplerinin kılıflı olması,
b) Kulaklarında hakkın sesine karşı ağırlık bulunması,
c) Onlarla Peygamber (s.a.v.) arasında gerili kesif bir perdenin konulması.
Birincisi, kalbin nefis, şehvet ve heveslerle örtülü olup madde ile katılaştığı; ikincisi, nefis ve şehvete, madde ve şöhrete bütün benliklerini kaptırdıklarını; üçüncüsü, sınırsız hürriyetlerini meşru smırlara çekmek isteyen Peygamberle kendi aralarına bu ölçüsüz ve adaletsiz hürriyet alışkanlıklarını engel koyduklarını göstermektedir. Bu üç bağ ile aklını,, idrakini ve düşüncesini bağlayanlar, madde ve küfürden yana şartlanmış sayılırlar. Onlara gerçeği gösterip kabul ettirmek çok zordur. Doğru yola eriştiren ise ancak Allah'tır.
Ayette geçen "ekinneh" ifadesi "kinan"ın çoğuludur. Kinan, okların konulduğu kılıfa denir. "Vakr" da sağırlık anlamınadır. Burada kalplerin kapalı olduğu için Kur’an'ı anlamayacakları; kulakların da sağır olduğu için duymayacakları; bundan dolayı Hz. Muhammed'e uymayacakları anlatılmaktadır.
Yani, o çağrının, kalplerimize ulaşmasına imkan yoktur. Senin getirdiğin mesaj, aramızda tefrika çıkarmış ve bölünmelere yol açmıştır. Artık seninle birleşmemize imkan yoktur. Artık, senin bizimle, bizim seninle herhangi bir ilgimiz bulunmamaktadır. Sen, nasıl kendi davetinde vazgeçmiyorsan, bizler de sana muhalefet etmekten vazgeçmeyecek ve muhalefetimizi sürdürebilmek için elimizden geleni yapacağız.
Gerçekte, inatlarını belirtmek, Resulullah'ı ümitsiz bırakıp davetinden vazgeçirmek için böyle diyorlardı. Çünkü bu Kur'an'ı dinledikleri zaman kelimelerin kalblerine işlediğini görüyorlardı ama kasten onu kabullenmek istemiyorlardı. "Kalblerimiz örtülüdür, söylediklerin ona ulaşmaz" diyor ve ilave ediyorlardı. Kulağımızda ağırlık var söylediklerini duymayız. Aramızda örtü var, engel var, bizi sana, seni bize bağlamaz. Öyle ise bırak bizi, biz kendimiz için çalışalım. Sen de kendin için. Veya peygamberlerin getirdiklerinin hiç birisine aldırış etmeyeceklerini belirterek; "biz senin sözüne ve yaptıklarına, ihtar ve tenkitlerine aldırmıyoruz. İstersen sen kendi yoluna git, biz de kendi yolumuza gidelim. Biz seni dinlemeyiz, sen istediğini yap. Ne kadar tehdit edersen et biz aldırmayız. " diyorlardı.
İşte bu, İslam davasının ilk mensuplarının karşı karşıya bulunduğu bir tip. Ama yine de dava sahibi yolundan dönmez, bıkmadan usanmadan davetine devam eder. Davasını anlatır, bildirir. Allah'ın vadinin veya azabının hemen gelip küfredenleri götürmesini istemez. Allah'ın azabının gerçekleşmesinin kendi elinde olmadığını, kendisinin sadece bir beşer olduğunu, Allah'tan vahiy aldığını, o vahyi tebliğ ettiğini ve insanları biricik Allah'a davet ettiğini açıklamakla emrolunduğunu söyler.
"De ki: "Ben sadece sizin gibi bir insamm. İlahınızın bir tek ilah olduğu bana vahyediliyor. O halde şaşıp sendelemeden O'na yönelin ve O'ndan af dileyin. Vay haline ortak koşanların!" (Fussilet: 41/6) [1]
Diriliş Hakkında
"O'nun âyetlerinden biri de (şudur): Sen toprağı boynu bükük (kupkuru) görürsün. Onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir ve kabarır (canlanır ve yeşerir). Onu dirilten (Allah), elbette ölüleri de diriltecektir. Çünkü O her şeye kadirdir." (Fussilet, 41/39).
Bu âyette Cenab-ı Allah, ölülerin diriltileceğini, ölü gibi kuru toprağın yağmurla Allah tarafından yeşerip canlanışına temsil etmektedir. Toprak kuru iken boynu bükük, tevazu ve tezellül halindeki bir insanın halini andırmaktadır, yani insanın bu halinden istiare yapılmıştır.[2] Toprağı bu halinden kurtarıp yeşerten ve canlandıran Allah, ölüleri de böyle canlandırıp diriltecektir, mütevazı olanları da yükseltecektir.[3]
Uzaktan Kendilerine Çağırılanlar
"Eğer Kur'an'ı arapçadan başka bir dil ile göndermiş olsaydık, müşrikler: "Bizim lisanımızda ayetleri açıklanmalı değil miydi? Kur'an arapça olmayan lisanla, biz ise arabız bu nasıl olur" derlerdi. (Onlara) De ki: "O Kur'an, hidayet rehberi ve şifadır. İman etmeyenlerin ise, kulaklarında ağırlık vardır. O, bunlara karşı bir körlüktür. Onlar, uzaktan kendilerine çağırılanlar gibidir." (Fussilet: 41/44)
Bu ayetten anlaşılıyor ki, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğini kabul etmeyenler, Tevrat ve İncil'in Ibranice olduğunu düşünerek: "Kur'an'da eğer Allah tarafından gönderiliyorsa neden ötekilerin dilinden inmiyor? Madem ki bunlar hep Allah'ın sözüdür. Öyle ise hepsinin aynı dilde olması gerekir. Allah'ın konuştuğu dil tek bir dil olmalıdır" diye itiraz etmişlerdir. Nitekim onların: "Kur'an, yabancı dilde indirilmeli idi" demeleri üzerine bu ayetin indiği rivayet edilir.
İşte, Arapların bu tür itirazlarına cevap olarak, Arapça konuşanlara Arapça Kur'an indirildiği, başka dilde indirilse manasının anlaşılamayacağı ve dolayısıyla bir yararının da olmayacağı buyurulmaktadır. Başka surelerde de bu noktaya işaret edilmiştir:
"Biz her elçiyi, kendi kavminin dili ile gönderdik ki onlara açıklasın". (İbrahim: 14/4)
"Biz Kur'an'ı yabancılardan birine indirseydik de onu onlar okusaydı, ona inanmazlardı" (Şuara: 26/198)
Ayetin sonunda Kur’an'ın, inananlara yol gösterici ve şifa olduğu, inanmayanların ise kulaklarında manevi sağırlık bulunduğu için onu duymadıkları, Hz. Muhammed'i kıskandıklarından dolayı Kur'an'ın, onların gözlerine körlük getirdiği, yani kıskançlıkları, kibir ve inatları basiretlerini kapattığı için Kur'an'da bulunan gerçekleri göremedikleri vurgulanıyor.
Onlar, tıpkı kendilerine uzaktan seslenilen insanlara benzerler. Uzaktan bağırılan kimseler ses duysalar da bağıranın sözlerini anlayamazlar, kelimeleri seçemezler. Sadece bir ses duyarlar. Bu emsalsiz benzetme ile, inatçı kafirlerin ruh hallerinin bir portresi çizilmiştir. Taassub içinde olan bir şahsın, karşısındaki kimseyi dinlememesi doğaldır. Üstelik konuşmacıya karşı bir inat ve nefret içindeyse, dediklerini duysa da onun ne demek istediğini anlamaz. Konuşmacı, söylediği sözlerin, muhatabının kulaklarından geri teptiğini, kalp ve zihnine ulaşmadığını hemen hisseder. İşte aynı husus yukarıdaki benzetmeyle yapılmaktadır. Özetle söylemek gerekirse, müşriklerin Kur'an'ı anlamak istemeyişleri tasvir edilmekte ve Kur’an'ın çağrısına karşı, söz anlamayan, sadece bir ses, bağırtı duyan hayvanlar gibi davrandıkları anlatılmaktadır.[4]
Boyunlarını Bükerek Göz Ucu İle Bakanlar
"Ve onları Cehennem'e arz olunurken, zilletten boyunlarını bükerek göz ucu ile baktıklarını göreceksin. İman edenler de: "Asıl zarar edenler kıyamet gününde kendilerini de ailelerini de hüsrana uğratanlardır" diyecekler. Dikkat edin ki, zalimler devamlı bir azap içindedirler." (Şura: 42/45)
Ayet, zalimlerin ahiretteki durumlarını ortaya koymaktadır. İnsan korkunç bir şey ile karşılaştığında, korkudan hemen gözlerini kapatır, fakat yine de kendini bakmaktan alamayarak göz ucuyla o şeyin kendisine ne kadar yakın olup olmadığına bakar. Ve sonra yeniden korku ile gözlerini kapatır. İşte cehenneme sevkedilen insanların o anki halleri bu şekilde tasvir edilmiştir.
Zalimler azgın olduklarından onlara en uygun düşen hal, kıyamet gününde zillete duçar olmalarıdır. Azabı gördükleri zaman büyüklenmeleri tamamen söner ve hayal kırıklığı içerisinde sorarlar: "Geri dönecek bir yol yok mudur?" Bu ifadede ümitsizlik ve heyecan içerisinde herhangi bir kurtuluşu bekler halde bir çöküntü vardır. Onlar ateşe başları eğik olarak sürülürler. Allah'tan korktuklarından veya hayalarından başlarını eğmiyorlar. Zillet ve düşüklüklerinden ateşe sürülürken göz ucuyla gizli gizli çevreye bakmırlar. Etrafa utandıklarından gözlerini açıp da bakamazlar. Ve işte bu zaman iman edenlerin hakimiyeti ve üstünlüğü ortaya çıkıyor.
Onların bu durumunu gören müminler: "İşte asıl ziyana uğrayanlar, kıyamette hem kendi canlarını, hem de ailelerini ziyan eden kimselerdir!" derler. Bu tesbitten çıkarılması gereken bir başka sonuç ta şudur: "Kişinin, sadece kendisini Allah'ın azabından kurtarmasının yeterli olamayacağı, gücü yettiğince ailesini Allah'ın sevdiği kullar olacakları şekilde yetiştirmesinin de kendi sorumluluğu içinde olduğu gerçeğidir." Şayet onlar cehennem yolunu tutmuşlarsa, gücü nisbetinde onlara engel olmaya çalışmalıdır. Sadece onların bu dünyadaki refahlarını değil, ahirette cehennem yakıtı olmamalarını da düşünmelidir. Buhari'de İbn Ömer'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Hepiniz yöneticisiniz ve yönettiklerinizden sorumlusunuz. Hükümdar halkından, erkek ailesinden, kadın kocasının evinden ve çocuklarından sorumludur."
Ayetin sonunda zalimlerin mutlaka sürekli azap içinde olacakları ve Allah'tan başka yardım edecek veliler (koruyucular) bulunmayacağı, Allah'ın, sapıklıkları içinde terk ettiği kimselerin doğru yolu bulamayacakları vurgulanır. Onlar Allah'ın gösterdiği yola gelmedikten sonra artık onları kim yola getirebilir? Çünkü O'nun gösterdiği yoldan başka doğru yol yoktur. Başka yolların hepsi çıkmazdır. Tek doğru yol, Allah'ın gösterdiği yoldur. O'nun yoluna girmeyenler, başka doğru yolu bulamazlar ve sonunda cehenneme varır, azaptan kurtulamazlar.[5]
Öfkeden Yutkunanlar
"Onlardan biri, Rahman'a benzer gösterdiği/ Rahman'a isnat ettiği kız evlatla müjdelendiğinde, yüzü simsiyah kesilir de öfkeden yutkunur durur." (Zühruf: 43/17)
Ayette müşriklerin mantıksızlığı açıkça ortaya serilmektedir. Çünkü müşrikler, meleklere, "Allah'ın kızları" derler, "Kız" şeklinde putlar yapar ve onlara taparlardı, Oysa ki melekler Allah'ın kızları değil, kullarıdır. Onlarda erkeklik dişilik yoktur. Erkeklik dişilik maddesel varlıklara özgüdür ve bu nedenle soyut varlıklar olan melekleri kız sanmak hatadır.
Müşriklerin bu düşüncelerine karşılık Kur’an'da şöyle buyurulmaktadır:
"Sizler, kainatı Allah'ın yarattığını, sizin için yeryüzünü beşik kıldığını, yağmur gönderip hayvanları hizmetinize verdiğini biliyor ancak buna rağmen O'na ortak koşuyor ve başkalarına kulluk ediyorsunuz. Üstelik Allah'a sadece sıfatlarında ortak koşmakla kalmıyor, O'nun zatında da ortak olduğunu kabul ederek Allah'a kız evlatlar izafe ediyorsunuz. Halbuki kız çocuğunuzun olmasını kendiniz için bile utanç nedeni sayıyor, hatta onları gömmekten çekinmiyorsunuz. Bununla birlikte kendiniz için erkek evladı layık görürken, Allah'a kız evlatlar nispet ediyor, fakat yine de Allah'a inandığınızı iddia ediyorsunuz."
Gerçekten de müşriklerden birine kız çocuğu olduğu haberi verilse, adamın yüzü nefretinden kapkara kesilir, öfkesinden yutkunup dururdu. "Kız çocuğu süs için yetiştirilir, iyi tartışamaz, savaşamaz, aile namusunu, kabile şerefini koruyamaz" diye düşünür, bundan dolayı kız çocuğu olmasından son derece üzülürdü.
İşte ayet, onları kendi mantıklarından yakalıyor ve nefret ettikleri şeyi Allah'a nispet etmenin çok düşürücü ve insanlık onuruna yakışmayan bir hareket olduğunu belirtiyor. Kur'an'a göre erkek de kız da Allah'ın kuludur. Her ikisi de teklife yeteneklidir, insanlıkta eşittir. İslam'ın kadına tanıdığı hakları yakın zamana kadar hiçbir hukuk düzeni tanımamıştır.
Kur'an, verdiğimiz bu ayetin dışında, kız çocuklarını diri diri toprağa gömen anne ve babalar hakkında Allah'ın gazabının ne derece şiddetli olduğunu gösteren bir başka ayete de Tekvir Suresi'nde işaret etmektedir. Şöyle ki:
"Ve diri olarak toprağa gömülen kızcağıza sorulduğu zaman: "Hangi suçtan dolayı öldürüldü?" (Tekvir: 81/8-9)
Ayete dikkat edilirse Allah, bu suçu işleyen anne ve babalarla muhatap ve "bu masum yavruyu niçin katlettiniz?" diye onlara soru bile sormayacaktır. Onlardan yüz çevirecek, o masum yavruya "senin ne kabahatin vardı ki, seni katlettiler?" diye soracaktır. İşte o zaman masum kız çocuğu uğradığı zulmü, yani anne ve babasının onu nasıl diri diri toprağa gömdüklerini anlatacaktır. Ayrıca bu iki ayette çok önemli iki konu, birkaç kelime ile açıklığa kavuşturulmuştur. Birincisi Araplar'a şu husus anlatılmak isteniyor:
"Sizler öylesine sapıklık içindesiniz ki, kendi çocuğunuzu yine kendi ellerinizle diri diri toprağa gömüyor, bunca cehalet ve sapıklığınıza rağmen, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in getirdiği hidayeti inkar ederek ıslah olmayı dahi kabul etmiyorsunuz. "
İkincisi, bu ahiret ve hesap günü için çok açık bir delildir. Çünkü diri diri toprağa gömülen o çaresiz ve mazlum yavrunun, bu dünyada hiç bir hamisi ve yardımcısı olmamış, ona insaf ve adalette bulunulmamıştır. Yani cahiliyye toplumu bu çirkin ve korkunç fiile seyirci kalmış, anne ve babası hiç utanmamış ve hiç olmazsa akrabaları dahi müdahalede bulunarak karşı çıkmamışlardır. Kısaca cahiliyye toplumu bu mücrimleri ne kınamış, ne de onlara bir ceza vermiştir. Oysa Allah'ın saltanatı içerisinde, bu kadar büyük zulme uğramış kimselerin haklarının yerini bulmaması mümkün müdür?
Arapların kız çocuklarını diri diri toprağa gömmelerinin çeşitli nedenleri vardı. Birinci neden, mali-ekonomik idi. Çünkü fakirlikten ötürü aile fertlerinin az olması isteniyordu ve erkek çocuklar büyüdükten sonra aile bütçesine katkıda bulunurlar ümidiyle yetiştiriliyorlardı. Fakat kız çocuklar büyüdükten sonra evlenecekleri için daha küçük yaşta iken öldürülüyorlardı.
İkinci neden ise, genel kargaşa ile kabileler arasındaki sürekli savaş idi. Erkek çocuklara, büyüdüklerinde savaş zamanlarında yararlı olmalarından ötürü önem gösteriliyordu. Oysa kız çocukları savaş zamanlarında bir işe yaramadıkları gibi, ayrıca korunmaları da gerekiyordu. İşte bu nedenden dolayı kız çocuklarını daha küçükken öldürüyorlardı
Üçüncüsü, Arap kabileleri birbirlerine hiç haber vermeden savaş açarlar ve esir aldıkları kızları ya pazarda satarlar ya da kendileri cariye olarak kullanırlardı.
İşte tüm bu nedenlerden ötürü, Arapların kadının doğumundan önce bir çukur kazdıkları ve doğan çocuk kız olursa onu çukura atarak diri diri gömdükleri rivayet olunur. Şayet anne yavrusunun gömülmesine karşı çıkar yahut anne tarafından akrabalar mani olursa baba mecburen bir süre çocuğa bakar ve bir fırsat bulduğunda, kızı çöle getirerek diri diri gömerdi.
Bir gün bir müslüman bu çirkin fiili kendisinin işlediğini anlatmıştır. Bu rivayet Darimi'nin Süneni'nin 1. babı'nda beyan olunmuştur:
Bir adam Resulullah'a geldi ve cahiliyye döneminde şöyle yaptığını anlattı:
"Benim küçük bir kızım vardı ve beni çok severdi. Öyle ki ben onu çağırdığım zaman koşa koşa yanıma gelirdi. Birgün yene ben onu çağırdım ve koşa koşa yanıma geldi. Sonra onu beraberime alarak yolda rastladığımız bir kuyuya onu elinden tutarak attım. Kulaklarıma gelen son sesleri “Babacığım babacığım” diyen çığlıklarıydı.
Bunları duyunca Rasulullah’ın gözlerinden yaşlar süzüldü. Ve bunun üzerine orada hazır bulunanlardan biri:
“Ey filan! Sen Rasulullah’ı üzdün” dedi. Rasulullah:
“Ona engel olmayın, neler hissettiğini anlatsın.” diyerek o adama:
“Bu olayı yeniden anlat.” diye buyurdu. O şahıs da bu olayı yeniden anlatınca, Rasulullah (s.a.v.) mübarek sakalı ıslanıncaya değin ağladı. Daha sonra ona:
“Cahiliyye döneminde yaptığın için Allah seni affetti. Kendi hayatına yeniden başla.” diye buyurdu.
Bunu “kız çocuklarının katledilmesini kötü kabul eden hiçkimse yoktu.” şeklinde anlamamak gerekir. Çünkü bir toplum ne kadar bozulmuş olursa olsun herşeye rağmen iyilik duygularından tamamen yoksun olması düşünülemez. Bunun için, Kur’an, olayı uzun uzun açıklama cihetine gitmemiştir. Sadece dehşet verici ve çok keskin bir tavırla, diri diri toprağa gömülen kız çocuklarına “sen ne yaptın ki, seni diri diri toprağa gömdüler” diye sorulacağı bir vaktin muhakkak geleceği anlatılmıştır. Arapların cahiliyye dönemlerinde bu çirkin fiilin işlenmesine rağmen, iyi karşılanmadığı da vakidir.
Örneğin Taberani’nin rivayetine göre şair Ferezdak’ın dedesi Sa’saa bin Naciye el-Mücaşi, bir gün Allah’ın elçisine:
“Ya Rasulallah! Ben cahiliyyede bazı iyi işler de yaptım. Bunlardan birisi ben 360 kız çocuğunu diri diri toprağa gömülmekten kurtardım ve her çocuğu kurtarmak için iki deveyi karşılık olarak verdim. Bana bu işi için de bir mükafat var mıdır?” Rasulullah şöyle buyurdu:
“Evet vardır. Bunun mükafatı Allah’ın seni İslam’ın nimetine kavuşturmasıdır.”
Gerçekten bu İslam’ın büyük nimetlerindendir. Öyle ki Araplar da böyle bir zulme son verdiği gibi ayrıca kız çocuklarının doğmalarının kötü bir hadise ve musibet olduğu, dolayısıyla bu musibete mecburen katlanılması gerektiği anlayışını da ortadan kaldırdı. Bu anlayışın tam aksine İslam’da kız çocuklarının terbiye edilmesi ve onların iyi birer hanımefendi olarak yetiştirilmesi teşvik edilmiştir. Rasulullah’ın kız çocukları hakkındaki düşünce ve inançları nasıl değiştirdiği birçok hadislerle sabittir. Burada örnek olarak birkaç hadisi zikrediyoruz.
“Eğer bir kimse kendisine kız çocuğu verilerek imtihan edilmiş ve o da çocuğuna iyi muamele etmişse, bu ameli onu cehennem ateşinden korur.”[6]
“Eğer bir kimse iki kız çocuğu büyütmüşse, kıyamet günü onunla benim aram şöyle olacaktır.” diyerek Rasulullah iki parmağını gösterdi. [7]
“Eğer bir kimse üç kız çocuğunu ya da kız kardeşlerini iyi terbiye etmiş ve onlara şefkat göstermiş ve kendisine ihtiyaçları kalmaymcaya kadar büyütmüşse, bu kimse için cennet vacip olur.” Bir şahıs,
“Ya Resulallah iki çocuğu olsa?” dediğinde Rasulullah,
“Evet ona da cennet vacip olur,” dedi. Bu hadisi rivayet eden İbni Abbas (r.a.) buyuruyor ki,
“Eğer bir kimse Rasulullah'a "bir kız çocuğu?" diye sorsaydı. Ona da aynı cevabı verirdi.”[8]
Eğer bir kimse, kız çocuğu doğduğunda, onu diri diri toprağa gömmeyerek, onu zelil etmemiş ve erkek çocuklarını ondan üstün tutmamış ise Allah bu adama cenneti nasip edecektir.[9]
Eğer bir kimsenin üç kız çocuğu doğar ve o da sabrederse, imkanlarına göre onlara iyi bakar, iyi yedirir, iyi giydirirse, kıyamet günü onlar onu cehennem ateşinden korurlar.[10]
Eğer bir müslümanın iki kız çocuğu varsa ve o onları iyi yetiştirirse, bu onun cennete girmesine vesile olur.[11]
Rasulullah Suraka bin Cuşum'a şöyle buyurdu:
"Ben sana en büyük sadakanın ne olduğunu haber vereyim mi?" Suraka:
"Söyleyin ya Rasulallah" dedi.
"Kızın boşandıktan veya dul kaldıktan sonra sana gelirse ve senden başka geçimini sağlayan yoksa, ona bakman en büyük sadakadır."[12]
Bu talimatlar sadece Araplarda değil, İslam nerelere yayılmışsa oradaki kadın hakkında olan düşünceleri değiştirmiştir.[13]
Üzerlerine Ne Gök, Ne De Yer Ağlamayanlar
"Onların üzerine ne gök, ne de yer ağlamadı. Onlara mühlet de verilmedi." (Duhan: 44/29)
Verdiğimiz bu ayetin taşıdığı mesajı daha iyi anlamak için kendinden önceki ve sonraki ayetlerle olan ilişkisini beraber düşünmek gerekir. 17. ayetten itibaren Allah, müşrik Araplardan önce Firavun kavmini de sınadığını, bu kavmin İsrail oğullarını serbest bırakmasını isteyen peygamberi dinlemedikleri ve bu nedenle Allah'ın, o azgın, kibirli insanları denizde boğduğunu, onların bağ ve bahçelerine inanan kulların varis olduğu, sonunda da bu insanların haline göklerin ve yerin ağlamadığı yani hallerine hiç acıyan çıkmadığı anlatılmaktadır.
Bu ayetler aynı zamanda Hz. Peygambere karşı kibirli, olumsuz, uzlaşmaz ve kırıcı bir tutum içerisinde olan Kureyş'lileri de uyarmakta ve onlara şu gerçeği hatırlatmaktadır:
"Allah'ın peygamberine karşı gelen zorbalar, sonunda perişan olmuş, Allah peygamberini ve inananları üstün getirmiş, kafirlerin mülklerini, servetlerini müminlere vermiştir. Allah, nasıl baskı altında ezilen İsrail oğullarını Firavun'un elinden kurtarıp onun mülküne, yurduna hakim kılmış, onları nimet ve refaha kavuşturmuş ise: şimdi baskı ve işkence altında yaşayan müminleri de müşriklerin zulmünden kurtarıp onların yurduna hakim kılacaktır."
Gerçekten de bir süre sonra müşriklerin en azılıları Bedir'de yok olup gitmiş, Mekke'nin fethiyle de ezilmekte olan müslümanlar, müşriklerin yurduna hakim olmuşlardır. Ayetlerden günümüze çıkarılacak bir başka sonuç da şudur:
"Şu dünyada Hz. Muhammed'e karşı gelen insanların, bir gün bir bela karşısında kalacakları ve o zaman pişman olup inanacakları, fakat imanlarının bir yarar sağlamayacağının vurgulanmasıdır. "
"Onlara gök ve yer ağlamadı" ayeti, Zemahşeri'nin de dediği gibi mecazi bir anlam taşır. Onların haline hiç kimse acımadı demektir. İbn Kesir'in naklettiği bazı hadislerde "ölen mümin insana göğün ve yerin ağladığı" ifade edilmektedir. Sağlam olmayan bu hadisler, İslam'ın ruhuna aykırıdır. Çünkü gök ve yer bir kişinin ölmesine ağlamaz, doğmasına da sevinmez. Birinin ölmesi veya doğmasıyla kainatın düzeni bozulmaz.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.)'in oğlu İbrahim öldüğü zaman Güneş tutulmuştu. İbrahim'in ölmesi yüzünden Güneşin tutulduğunu söylediler. Peygamber (s.a.v.) Güneş ve Ay'ın, birinin ölmesi veya yaşamasıyla tutulmayacağını söyledi.[14] Bir görüşe göre Araplar, büyük bir adam ölünce "Dünya onun için karardı. Ay, Güneş tutuldu. Rüzgar, gök ve yer ağladı" derler. Böylece mecazi bir tarzda musibetin büyüklüğünü abartmak isterler. İşte halkın kullandığı bu ifade kullanılarak Firavun ve adamlarının değersizliği anlatılmıştır.[15] Yani bunlar öyle sanıldığı gibi yerin göğün ağlayacağı türden insanlar değillerdi. Bunlara ne gök ağladı, ne de yer ağladı. Hallerine hiç acıyan olmadı, unutulup gittiler. Bazılarına göre de gök ve yer ile kastedilen, gök ve yer halkıdır. Ayette onlara, ne gök, ne de yer halkının ağlamadığı anlatılmıştır.[16]
"Onlara gök ve yer ağlamadı" ifadesi sanki bir alaya almaya benzer bir aşağılama, küçümseme halini canlandırıyor. Şu büyüklerden zalimleri ve azgınları gökte ve yerde hiç kimse ciddiye almıyor/hesaba katmıyor. Gökte ve yerde kimse üzülmüyor onların yok oluşuna. Bir karıncanın, bir böceğin yok olup gidişi gibi kayboluyorlar ortadan. O başlarını kaldırıp da insanları ayaklarıyla çiğneyen despotlar bir haşere gibi helak olup gidiyorlar. Gidiyorlar da kimse üzülmüyor gittiklerine. Rabbinin emrine uyan şu kainat onlardan uzaklaştığı için seviniyor. Çünkü kainat onu yaratana inanırken onlar inkar ediyorlardı. Şu halde onlar, içinde yaşadıkları varlıklar aleminden çıkarılıp atılmış aşağılık ve kötü ruhlu kimselerdir.
Onların, Allah'ın yarattıklarına karşı herhangi bir kimsenin kendileri için üzülmesini gerektirecek bir iyilik bile yapmadıkları anlaşılıyor. Yine onlar, göktekilerin, onların yıkılmasından üzüntü duyacakları, Allah rızası için bir iyilik de yapmamışlardır. Allah onlara fırsat verdiği süre boyunca, yeryüzünde fesat çıkarmışlar ve sonunda haddi aştıklarında da azap gelmiş ve adeta bir çöp gibi ezilerek bir kenara atılmışlardır.
Eğer şu zalimler ve diktatörler, yeryüzünü kana bulayanlar şu birkaç kelimedeki ima ve işaretleri hissetmiş olsalardı, Allah katında kendilerinin ne kadar güçsüz ve varlıklar içerisinde ne kadar önemsiz olduklarını farkederlerdi. Ve bilirlerdi ki; o zaman yaşadıkları varlıklar dünyasından kopmuş ve çekilip atılmış olarak yaşamaktadırlar. içinde yaşadıkları dünya ile aralarında hiçbir bağlantı yoktur. Çünkü kendilerini kainata bağlayan "iman bağı" kopmuştur.[17]
Hevasını Kendisine İlah Edinenler
"Hevasını kendisine ilah edinen kimseyi gördün ya, Allah, onu bir ilim üzerine şaşırtmış, kulağını ve kalbini mühürleyip, gözüne de bir perde çekmiştir. Artık ona, Allah'tan başka kim hidayet edebilir1? Hala düşünmez misiniz1?" (Casiye: 45/23)
"Heva ve hevesini ilah edinmek" ifadesiyle bir kimsenin, nefsinin her istediğini yapması ve yaptığı işin Allah indinde haram mı helâl mı olduğunu dikkate almadan davranması kastolunmaktadır. Böyle bir insan, Allah emretmiş bile olsa, eğer nefsi istemiyorsa o işi yapmaz. İşte bu kimse nefsine itaat ettiği şekilde, başkalarına da itaat ediyorsa şayet, o kimseleri de ilah/tanrı edinmiş olur. Her ne kadar bu kimse, o kimseleri ilah ve mabud edinmediğini söylese de veya o kimselerin putunu yaparak onlara tapmasa da onları ilah edinmiştir. Çünkü bu kayıtsız şartsız teslimiyeti, onun bu kimseleri ilah edindiğinin net ispatıdır. Ve bu da apaçık şirktir. Allah'tan başkasına bu şekilde itaat eden kimse, itaat ettiği kimseye secde etmemekle ve lisanen onun ilah olduğunu söylememekle, şirkten kurtulamaz. Nitekim diğer büyük müfesirler de bu ayeti, bu şekilde yorumlamışlardır. İbn Cerir; "Allah'ın koyduğu helal ve haramı dikkate almadan nefsinin arzusuna göre davranan kimse," nefsini ilah edinmiş olur" demektedir. El-Cessas ise; "Böyle bir kimse Allah'a itaat ettiği gibi nefsine itaat eder" derken, Zemahşeri; "Nefsinin yönlendirdiği gibi hareket eden kimse, nefsine tıpkı Allah'a itaat ettiği gibi itaat etmektedir"
Başka bir yaklaşımla "hevasını kendine ilah edinen" ifadesi iki anlama gelebilir:
1) Keyfine geleni yapan, ihtiraslarının esiri olan, şehvetlerinin, egosunun ardından koşan;
2) Yanlış düşüncesiyle bir takım inançlar koyan ve aklıyla koyduğu o inanç ve gelenekleri Allah'ın gönderdiği din sayıp onlara uyan. Ayet için iki anlam da muhtemeldir. Birincisi daha kuvvetlidir.
"Allah'ın bir ilme göre saptırdığı/şaşırttığı kimse" sözünden ise, ilmi olmasına rağmen dalâlete düşen kimselerin kastedildiği anlaşılmaktadır. Çünkü o nefsinin kölesi olmuştur. Ayrıca şöyle bir anlam da vermek mümkündür: "Allah o kimsenin nefsine kulluk ettiğini bildiği için, onu dalâlete itmiştir."
Allah kimseyi zorla saptırıp doğru yoldan eğri yola düşürmez. Fakat adam arzularını, ihtiraslarını kendisine ilah yapıp onların peşinden koşunca Allah'ın koyduğu: içindeki psikolojik, fizyolojik ve çevresindeki sosyolojik kanunlar gereği, şaşkınlık içine düşer. Şaşkınlığı da yine Allah'ın kanunları çerçevesi içinde olduğu için Allah'ın onu şaşırttığı ifadesi kullanılmıştır. Bunun anlamı, Allah onu sapmış olduğu eğri yol da bıraktı demektir. Yoksa o doğru yolda iken veya doğru yola gitmek isterken Allah onu şaşırtıp eğri yola düşürmüş değildir. O kendi isteğiyle eğri yolda yürümüş, doğru yola gelmek istememiş, Allah da onu kendi haline bırakmıştır. Allah iyi yolda olanları veya iyi yola gelmek isteyen kimseleri şaşırtmaz. Ancak kötü niyetli, zalim ve fasıkları şaşırtır, yani onları girdikleri sapık yollarda bırakır. Nitekim yüce Allah: "Allah zalimleri şaşırtır" (İbrahim: 14/27), "Allah fasıklardan (yoldan çıkmışlardan) başkasını şaşırtmaz" (Bakara: 2/26) buyurmuştur.
Onlar hakka karşı gelince kötü niyet ve davranışları, kulaklarına ve gözlerine perde olur. Peşinen de redde kararlı olduklarından hakkı işitseler de anlamazlar, hakikati görmezler, cehalet ve inatları gerçeği görmelerine engel olur. Doğru düşünmezler, batıl düşüncelerini doğru sanırlar. Kötü işleri kendilerine iyi gelir. Yaptıklarını beğenirler. Artık bunları kimse doğru yola getiremez: "Allah kimi saptırırsa artık onun için yol gösteren olmaz. Ve bırakır onları, azgınlıkları içinde bocalayıp dururlar" (Araf: 7/186)
Verdiğimiz bu ayeti kendinden önceki ve sonraki ayetlerle olan ilişkisini dikkate alıp değerlendirdiğimizde, ahiret düşüncesini ancak nefsinin yönlendirmesiyle hareket eden ve nefislerine kul olan kimselerin inkar ettikleri açıkça anlaşılmaktadır. Çünkü, ahiret düşüncesi böyle kimseleri nefislerine kulluk etmekten ve yine nefislerinin yönlendirmesiyle hareket etmekten alıkoyar. Bu defa ahireti inkar edenler nefislerine köleliği daha da arttırarak, battıkça batarlar. Hiçbir kötülükten çekinmeyerek, başkalarının haklarına tecavüz etmekten ve zulümde bulunmaktan hiçbir surette utanmazlar. Hak ve hukukun onların nezdinde bir anlamı yoktur. Hiçbir şeyden ibret almadıkları gibi, onlara nasihat da fayda vermez. Gece gündüz arzularının peşinden koşarlar ve hangi yolla olursa olsun heva ve heveslerini tatmin etmek için çırpınıp dururlar. Tüm bunlar, ahiret düşüncesini inkar etmenin sonuçta insanın ahlâkını felç ettiğinin apaçık ispatıdır. Çünkü insanın Allah'a karşı davranışlarından kendini sorumlu hissetmesi, kendisini insanlık dairesinde tutmasını sağlar. Aksi takdirde insan ne kadar önemli vasıflara sahip olursa olsun onun bulunduğu durum hayvanınkinden daha kötüdür.[18]
Cennetin Hali
"Müttakîlere va'dedilen cennetin hali (şu): Orada tadı ve kokusu bozulmayan bir sudan ırmaklar var; tadı değişmeyen bir sütten ırmaklar var; içenlere lezzet veren bir şaraptan (sarhoşluk vermeyen tatlı içecekten) ırmaklar var; saf süzme baldan ırmaklar var... Hem orada meyvelerin her çeşidi onlarındır.
Bir de onlara, Rablerinden bir mağfiret vardır. Hiç bunlar, o ateşte ebedî kalan ve kaynar bir sudan içirilip de bağırsaklarını parçalayan kimselere benzer mi?" (Muhammed, 47/15).
Yine bu âyette de müttakîlere va'dedilen cennet, dünyadaki nimetlerden hatırlatmalar yapılarak, ama onların arızalarından arındırılarak temsil ve tasvir edilir. Her iki âyetteki temsilden de murad, cennete teşvik ve bu âyetin sonunda bahsedilen cehennemden ve ona götürecek amellerden sakındırmaktır.[19]
Ölüm Baygınlığına Tutulmuş Bir Bakışla Bakanlar
"İman edenler der ki: "Bir sure indirilseydi olmaz mıydı!?" Fakat hükmü kesinleşmiş bir sure indirilip de içinde savaş da anılınca, kalplerinde maraz olanların ölüm baygınlığına tutulmuş bir bakışla sana baktıklarını görürsün. Onlara uygun olan da odur." (Muhammed: 47/20)
Ayette anlatılmak istenen durum şudur: O dönemde müsiümanların içinde bulundukları şartlar ve kafirlerin İslam ve müslümanlara karşı tutumları nedeniyle müslümanlar, Hz. Peygambere savaşa izin veren bir ayetin niçin gelmediğini ve zalimlerle savaşmalarına niçin izin verilmediğini sorarlar. Müslümanların arasındaki münafıkların durumu ise gerçek müslümanlardan tamamen farklı idi. Onlar mallarını ve canlarını Allah'tan ve O'nun dininden üstün tutuyor ve O'nun uğruna bir tehlikeye atılmaya razı olmuyorlardı. Savaş emri gelir gelmez gerçek müminlerle münafıklar birbirinden ayrılıverdi. Bu emir gelmezden önce münafıklarla gerçek müminler arasında görünüşte hiç bir fark görülmüyordu. Onlar da namaz kılıyor, oruç tutmada da bir kusur etmiyorlardı. İsteksiz de olsa İslam'ı kabul ediyor görünüyorlardı. Fakat İslam uğruna canları feda etme vakti gelince, münafıklıkları açığa çıkmaya başladı; göstermelik imanları üzerindeki perde açıldı.
Bu durum Nisa Suresi'nde de şöyle açıklanır:
"Kendilerine ellerinizi savaştan çekin, namazı kılın, zekatı verin denilmiş olanlara bakmaz mısınız? Şimdi onların üzerine savaş farz kılınınca içlerinden bir topluluk Allah'tan korkar gibi, hatta daha şiddetli bir korkuyla insanlardan korkuyor. Onlar, "Ey Rabbimiz! Şu savaşı üzerimize neden farz kıldın, ne olurdu bizi yakın bir vakte kadar geri bıraksaydın?" dediler." (Nisa: 4/77)
Bu ayet üç anlama gelir ve üçü de aynı derecede doğrudur:
Birincisi, şimdi korkaklık gösterip geri çekilen kimseler, savaş emri verilmeden önce savaşmak için sabırsızlanıyorlardı. Kendilerine uygulanan baskılardan şikayet ederek: "Bize izin ver de savaşalım. Çünkü bunca yanlışlığa tahammülümüz kalmadı." diyorlardı. Kendilerine sabırlı olmaları, namaz ve zekatla nefislerini temizlemeleri tavsiye edildiğinde ise bu tavsiyeleri tutmuyorlardı. Fakat onlara savaş emri verildiğinde, aynı kişiler, düşman ordusu ve çeşitli tehlikelerle karşılaşınca korkmaya başladılar.
İkinci anlam ise şudur: Bu kimseler namaz ve zekat gibi kolay ve tehlike teşkil etmeyen ibadetlerle emrolundukları sürece "dindar"dırlar. Fakat onlara Allah yolunda savaşmaları emrolununca hayatlan kaybetmekten korkup dehşete kapıldılar ve dindarlıklarını unuttular.
Üçüncü anlam ise şudur: İslam öncesi dönemde ganimet toplamak veya heva ve heveslerini tatmin etmek için gece gündüz savaş yapıyorlardı. Fakat Allah yolunda savaşmaları emredilince, kendi nefislerini yüceltmek için savaştıklarında birer cesaret örneği olan bu kişiler birer korkak haline geliyor ve kaplan gibi atılgan olanlar, kedi gibi korkak oluyorlardı.
Bütün bu ifadelerden anlıyoruz ki; cihaddan korkmak, ondan yüz çevirmek, cihadın gerektirdiği yükümlülükten kaçınmak münafıklığın alametleri arasındadır. Çünkü onların "kalplerinde maraz" vardır ve bu marazları/ hastalıkları gelen emir karşısında açığa çıkmakta ve insanlar için çok gülünç bir durum arzedecek hale bürünmektedir. İşte Kuran münafıkların bu durumunu eşsiz bir benzetme ile gözler önünde canlandırırken şu ifadeleri kullanmaktadır: "Kalplerinde maraz olanların ölüm baygınlığına tutulmuş bir bakışla sana baktıklarını görürsün"
Bu ifadenin taklidi mümkün değildir. Bir başka şekilde aktarılması da imkansızdır. Bu dehşet derecesine varan bir korku halini canlandırmaktadır. Titreyen bir zaafı, baygınlığa varan bir mahcubiyeti ifade etmektedir. Bununla beraber ayetin tasviri hareket ve aydınlık dolu olarak eşsiz bir biçimde hayalleri meşgul edip durmaktadır. Hasta ruhların ve münafıkların tabiatını anlatmaktadır. İşe bakın ki, onlar bu kararsız, tutarsız ve utandırıcı durumda iken iman eli uzanıyor kendilerine… Samimiyetle ona sarılsalar, azimleri güçlenecek, ayakları titremesini yitirecek ve sağlamlaşacak.
"İtaat ve güzel sözdür onların yapması gereken". Emin olarak herşeyi Allah'a teslim etmek ve O'nun emirlerini kesinlikle yerine getirmek. Güzel söz insan hissinin temizliğini, kalbinin doğruluğunu, vicdanının paklığını gösterir. Azmederek ciddiyetle cihada koşsalar, Allah'ın buyruklarını tasdik edip hem davranışlarıyla hem de ruhlanyla benimseseler; Allah kalplerini birbirine kenetler, azimlerini pekiştirir, ayaklarına sebat verir. Zorlukları kolaylaştırır, karşılarından yutmak üzere açılan korkunç uçurumun ağzını kapar ve kendilerine iki iyilikten birini lütfederdi. Kurtuluş veya zaferi.. Şahadet veya cenneti. Yapmaları gereken en iyi şey buydu. İmanın verdiği hazine budur. Azimleri kuvvetleştirir, ayakları sağlamlaştırır, titremeyi giderir, korkuyu kaldırır, hepsinin yerine güven ve emniyeti yerleştirir.
Harpten kaçmak, yaşadığı ve nimetlerinden yararlandığı toplumun sevinçli günlerinde beraber olduğu insanları, sıkıntı ve zorluk başgösterdiğinde bırakıp sıvışmak insan onuruyla bağdaşmaz. İnsanı küçültüp alçaltmada bundan daha büyük bir namertlik düşünülemez. Kurban, toplumun geleceğini ve haklarını can pahasına da olsa korumanın yüceliğini ve kaçınılmazlığı üzerinde ısrarla durmaktadır.
Cihadın bir boyutu olan "gerektiğinde savaş" insanı yücelten faaliyetlerden biridir. Bu faaliyete katılanları Kurban "ölümsüzler, hep diri kalanlar" olarak nitelendirmektedir.[20]
Barışın nimetlerini sürekli kılmak ve yarınları emanet edeceğimiz çocuklarımıza güvenli ve güzel bir dünya bırakmak için, gerektiğinde savaşmalıyız. Bundan kaçan benlik, Kur'an tarafından iğrenç görülmekte, azap ve onursuzlukla tehdit edilmektedir. Böyleleri, Allah'ın gazabına uğrar ve cehennemi boylar. Bir çok Kur'an ayeti bunu açıkça gösteriyor.[21]
Savaşın yalnız bizim çıkarlarımızı koruyor olması şart değildir. Kur'an, ezilen, horlanan, itilen insanların haklarını korumak için savaşı da insanın şeref görevi olarak kaydeder.
Kısacası, ülkesini, kader birliği yaptığı insanları, inandığı değerleri savunan ezilmiş insanları korumak için savaşmak insanoğlunun şeref burçlarının en yücelerinden birine vücut verir.[22]
Kalpleri Üzerine Kilit Vurulanlar
"Peki bunlar, Kur'an'ın anlamını inceden inceye düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var?" (Muhammed: 47/24)
Arapça ifadesiyle "tedebbür", okunan şeyin anlamı üzerinde iyiden iyiye düşünmek demektir. Biz yukarıda yazdığımız türkçe çeviride bu ifadeyi "inceden inceye düşünmek" olarak verdik. Ayetten anlaşılmaktadır ki, Kur'an'ın ne dediğini anlamadan onu okumanın insanı bir yere getirmesi mümkün değildir. Kur'an'ın manası üzerinde düşünmemek veya: "Biz Kur’an'dan bir şey anlayamayız." diyerek Allah'ın kelamını rafa kaldırmak kalbin mühürlenmiş olduğuna işarettir. Nitekim anılan ayetten önce gelen 23. ayet lanetlenmiş, kulakları tıkanmış, gözleri körelmiş insanlardan söz ederek dolaylı bir yoldan Kur'an'ı tedebbür etmeyenlerin kimler olduğuna dikkat çekmiştir.
"Kalpleri üzerinde kilitler mi var?" sorusundan şu sonuçlar çıkmaktadır: Ya bu insanlar Kur'an'ı dikkatle okuyup anlamamaktadırlar veya anlamaya çalışmalarına rağmen onun emirleri, anlamları ve amaçları kalplerine yerleşmemiştir.
Kur'an, Cenab-ı Hakk'ın insanlara en son rahmet ve kurtuluş mesajıdır. Sosyal yapıda ne kadar gelişme ve değişme olursa olsun, ilim ne kadar ilerleyip gerçekleri bulursa bulsun, Kur'an'ın rehberliğine mutlaka ihtiyaç olacaktır. Çünkü dinden, imandan kopuk bir medeniyet, ülkelere rahmet havası estirmez, huzur ve güven sağlamaz, kalpleri ve ruhları faziletle dolduramaz. Böyle ortamlarda yetişen kuşaklar dengesizliğe itilmiş olur; yani akıl ve zekaları gelişmiş, fiziksel yapıları güçlendirilmiş olur; ama ruhları, vicdanları ve kalpleri bomboş kalır.
O bakımdan insanı kendi kudret eliyle yaratıp, emsalsiz sanatıyla onu şekillendiren Cenab-ı Hakk, onun huzur, güven, inanç, ahlak ve fazilet havası içinde yetişmesinin reçetesini de hazırlamıştır. Kur'an bütünüyle onu yansıtmakta ve insanlardan yana en doğru olanı göstermektedir.
Bu bakımdan az-çok bilgi ve kültürü olan ve ön yargıdan kendini uzak tutmasını bilen, insaf ölçüleriyle yaklaşımda bulunabilen herkes Kur'an'ı dikkatle okuyup ilahi muradı anlamaya çalışınca, kendi bilgi ve iyi niyeti seviyesine göre, ondan nasibini alabilir. Örneğin edip bir kişi, Kur'an'ın açık ve güzel ifadesi, yerinde ve ahenkli dizilişi karşısında küçülüp erir. İyi bir hukukçu, onun evrensel özellikler taşıyan hukuki sistemi karşısında şaşırır. İlmi araştırma meraklısı olan fizikçi, kimyacı, biyolog veya astronom, Kur'an'ın getirdiği bilimsel ölçüdeki ana fikirler ve temel bilgiler karşısında hayranlık duyarak eğilir.
Bütün bu açıklamalar şu gerçeği ortaya koymaktadır: Kur'an en doğru bilgilerle donatılmış bir kitaptır ve her yönüyle beşer kudretini aşmaktadır. Her ayetiyle ilme, akla ve düşünceye, sonra da sağduyuya seslenmekte, insan hayatının her yanıyla içiçe bulunduğunu ilan etmektedir. O nedenle her zaman okunmaya, incelenmeye ve üzerinde düşünülmeye değer içerik ve kudrettedir.
Günümüz müslümanlarının bütün sorunu belki de, Kur’an'ı, "tedebbüre" götürecek, akıl ve kalplerdeki kilitleri kıracak, Kur'an'ın davetine yeniden cevap verecek ve bunun yöntemini belirleyecek bir metod eksikliğinde yatmaktadır.
Kur'an'ın emirleri hakkında ilk devirlerde yapılan içtihadları son ve keskin görüş olarak kabul etmek ve bunların her zaman ve mekanda ihtiyaçlara çare olabileceğini iddia etmek; müslümanı düşünmekten alıkoymuş, aklının kullanım alanını sınırlamış, Kur'an'ın kapsamlı bakış açısı ve evrensel düşüncesini yakalamasına mani olmuş ve onun, çağın problemlerine çare bulmasını engellemiştir. Ayrıca bu tavır müslümanın Kur'an'ı, bilgi ve medeniyet kaynağı olarak da kabul etmesini önlemiştir.
Yine bu düşünce, Kur'an'ı heva ve hevesine göre tefsir etmeyi yasaklayan peygamber emrinden hareketle, birisinin Kur'an'dan anladığını ortaya koymasını, heva ve heves, kötü niyet ve fesatlık olarak nitelemiştir. Böylece Kur'an nasları ablukaya alınarak belirli bir çağdaki anlayış ayetlere yüklenmiş, akıl dondurulmuş ve insanlar düşünmekten korkar olmuşlardır. Bu durum çok doğal olarak, insanların ayetler üzerinde gerektiği gibi düşünmemelerine neden olmuştur.
Bizim kırmamız gereken ilk kilit, İslam dünyasında öteden beri yerleşmiş bulunan bu acaip ve son derece garip kanaattir. Bunu yaparsak Kur'ani bakışı hayatın çeşitli boyutlarına taşıyabilir ve ilahi korunma altında bulunan vahiyden bilgi ve medeniyet kurmanın şartlarını öğrenebiliriz. Eğer bu yanlış kanaatten kurtulamazsak, işte o zaman, içerisinde yaşadığımız devri ve geleceği yitirir, Kur'an'ın da ebedilik ve çağlarüstü olma özelliğini kendi kendimize yok etmiş oluruz.[23]
Yüzlerinde Secde İzi Olanlar
"Muhammed Allah'ın rasulüdür. Onunla beraber olanlar, inkarcılara karşı çok çetin, kendi aralarında çok merhametlidirler. Sen onları rüku eder, secdeye kapanır halde görürsün. Allah'tan bir lütuf ve hoşnutluk ister dururlar. Görünüşlerine gelince, yüzlerinde secde eseri/ izi vardır. Bu onların Tevrat'taki nitelikleridir." (Fetih: 48/29)
Ayette anlatılmak istenen namaz kılanların alınlarında secde yapmaktan dolayı meydana gelen yuvarlak iz değildir. Burada kastedilen manâ, Allah'a baş eğme sonucu insanda fıtri olarak meydana gelen ruh yüceliği, ahlak güzelliği, vakar ve takva gibi çehresinde kendisini gösteren hasletlerdir.
İnsanın çehresi yani siması, sayfalarında insanın ruh dünyasının ve nefis aleminin rahatlıkla okunduğu bir kitapdır. Gururlu bir insanın siması, mütevazi ve alçak gönüllü bir insanın simasından farklıdır. Ahlaksız bir adamın çehresi ile, iyi niyetli ve temiz ahlaklı bir adamın çehresinin farkı hemen belli olur. Serseri ve edepsiz bir adamın yüzü ile cana yakın, haysiyetli ve iffetli bir insanın yüzü arasmda açık fark görülür.
Allah buyruğunun özü, bize şunu gösteriyor; Hz. Muhammed'in bu sahabileri ve beraberindekiler öyle kimselerdir ki, çehrelerinde takva nurunun parlamasından dolayı görenler, onları insanların en hayırlıları ve yaratılmışların en iyileri olduklarını sezer ve kabul ederler. Bunun bir örneğini İmam Malik bize şöyle anlatıyor: Sahabiler ordusu Suriye topraklarına girdiğinde bölgenin hıristiyanları bunlar için "Hz. İsa'nın Havarileri hakkında duyduğumuz o yüce meziyetleri ve üstün değerleri taşıyan insanlar" demişlerdi.
Sima: Nişan, alâmet demektir. Burada müminlerin ibadet ve taatlerinin, yüzlerini nurlandıracağı, kendilerine yüksek ahlak ve karakter kazandıracağı belirtilmektedir. Süddi: "Namaz yüzleri güzelleştirir" demiştir. Yine "Namazı çok olanın gündüzün yüzü nurlanır, güzel olur" diyenler de vardır. Bir başka birisi de: "İyilik kalbde nur, yüzde ışık, rızıkta genişlik, gönüllerde sevgi meydana getirir" demiştir. İbn Ömer'in: "Allah ile içini düzgün yapanın Allah, dışını düzeltir" dediği rivayet edilir.
Ayette "secde" kelimesinin seçilmesi de apayrı bir anlam taşır. Çünkü secde insanın Allah'a ibadetinin ve alçak gönüllü oluşunun en mükemmel şeklini ifade eder. Bu mütevazüiğin eseridir onların yüzünde görülen. Riyakarlığı, böbürlenmeyi ve şımarıklığı atıp onun yerine fazilet dolu parlaklığı, sükûnet dolu aydınlığı yerleştiren tesir secdeden yansımaktadır. Müminin yüzünün aydınlığına aydınlık katan, güzelliğine güzellik, yüceliğine yücelik veren sır secdede saklıdır. Bu noktaların temsil ettiği parlak görünümler yeniden ortaya çıkmış bir şey değildir. Tam aksine bunlar kader levhasında tesbit edilen şekillerdir. Kökü çok eskilere dayanır, zikri Tevrat'ta geçer. Kur’an'ın ifadesi ile: "İşte onların Tevrat'taki nitelikleri budur."
Allah'a gerektiği gibi bağlı olanın, bütün canlıları dikkat ve ürpertiye sevkedecek bir heybet ve ciddiyete sahip olacağı ve bunun Allah'ın bir lütfü olduğu yolundaki inanış, İslam düşüncesinde, Hz. Peygamber başta olmak üzere, herkesin paylaştığı bir fikir olarak dikkat çeker. Hal böyle olunca, Allah karşısında manevi mertebesi yüksek olanların bu özellik bakımından da ilerde olduklarını kabul gerekir. Bu konuda ölçü, hadis olarak rivayet edilen bir sözde şu şekilde konmuştur: "Allah'tan korkan kişiden, Allah'ın bir lütfü olarak, her şey korkar." O halde, ilahi heybet kulun Allah karşısındaki takvasıyla doğru orantılıdır. Takva arttıkça heybet de artar.
Şuna da işaret etmek gerekir ki, bu korku ve heybet kendine has bir özellik taşır. Onu jandarma, yırtıcı hayvan veya karanlık korkusuyla bir tutmamalıdır. O, insanı dikkate, ciddiyete sevkeden; sevgi, saygı ve bağlılık duygusuyla karışık "tipik" bir korkudur. Allah yolcularının yüz ve tavırlarında ilk anda farkedilen ve genellikle ürperti biçiminde dikkat çeken bu "heybet", aslında kainatın en anlamlı belirtisi, en kuşatıcı ve erdirici aydınlığıdır. Onun değerini fark etmek için, onun sahibiyle bir süre içli-dışlı olmak yeterlidir. Sadece bir sürelik sabır, adına korku ve üzüntü dediğimiz bu duygunun, en engin şefkat ve en tatlı ilgiyi perdelediğini kavramamız için yetecektir.
İlave edeceğimiz bir başka husus da şudur: İlahi heybet, bir beden olayı, daha doğrusu bir cüsse olayı değildir. Halk arasında yakışıklılık diye adlandırılan plastik-estetik çekicilik hiç değildir. İlahi heybet, bütün kudretiyle insanın yüzünde tecelli eder. Onun boyla, posla, renk, giyiniş vs. ile asla ilgisi yoktur. O, kalabalıkların "çirkin" diye damgaladıkları yüzlerde en ileri derecede bulunabilir. Onu, bedensel eksiklikler bile engellemez. O, insanı yüreğine bakarak değerlendiren Yaratıcı'nın, insana, yüreğine göre verdiği bir kudrettir.
İlahi heybet, insanın yüzünde, özellikle gözler ve alın bölgesinde tecelli eder. Ne ilginçtir ki, yukarıdaki ayette de verdiğimiz gibi Kur'an, müminlerin belirtilerinden sözederken insanın sadece yüzüne atıfta bulunmaktadır.
İman ve ondan kaynaklanan bütün oluş ve erişlerin, insan vücudundaki belirişi -elbette olabildiği kadarıyla- sadece yüzde meydana gelmektedir. Yüz ve özellikle gözler.. Herşey onlardadır ve onlardan anlamayanlar başka hiçbir şeyden anlayamazlar. İnsanın ne olduğunu onlardan çıkaramayanlar, başka hiçbir şeyden hareketle insanı tanıyamazlar. Yüz, ilahi aydınlığın tecelli yeridir. Yüze asla kötü sıfatlar yakıştırılamaz. Aldatılan insanın yüzüne bakılamaz, yüze bakarak yalan söylenmez. İnsanın, özellikle çocukların yüzlerine asla vurulmaz. Kısaca, yüzden anlamayan özden de anlamaz. [24]
Tevrat ve İncil'de Hz. Muhammed (as) ve Ashabı-Kalınlaşarak Gövdesi Üzerine Dikilen Bir Filiz Gibi Olanlar
"(Allah Resulü ile beraber olanların) İncil'deki nitelikleri de şöyle: Tıpkı bir ekin ki filizini çıkarmış, o filizi kuvvetlendirmiş. Filiz kalınlaştı, gövdesi üzerine dikildi. Ziraatçıları da imrendirir/ hayran bırakır bu ekin. Allah böyle yapar ki, onlarla inkâr edenleri öfkelendirsin. Allah onlardan iman edip barışa yönelik işler yapanlara bir bağışlanma ve büyük bir ödül vaat etmiştir." (Fetih: 48/29)
Bu âyette Yüce Allah, Hz. Peygamber (as) ile Islâm’ın başlamasını, ashab-ı kiram ile birlikte gelişip terakki ederek, kuvvetlenip kökleşmesini bir ekin temsiliyle anlatmıştır. Çünkü Hz. Peygamber (as), bu işe tek başına başladı. Sonra Cenab-ı Allah, ona inanan ve onunla birlikte olanlarla onu takviye etti. Bir tohumun çimlenip, yavaş yavaş filizini çıkarması, derken kalınlaşıp, sapının üzerinde gelişip kuvvetlenmesi gibi onu kuvvetlendirdi. Zira islâm tohumunu Hz. Peygamber ekti, o tohum ashab şeklinde filiz verdi; görkemli hale gelince bu manzara çiftçilerin hoşuna gider, îslâmiyetin gelişip kuvvet kazanmasından da kâfirlerin öfkesi kabarır.[25]
"Muhammed (as) ile ashabının, kâfirlere sert, biribirlerine merhametli ve rükû ile secde hallerinin dâim oluşu ve yüzlerinin nurdan nişanlı oluşu birinci, yani Tevrat’ta bulunan meselleridir. Onların İncil'deki meselleri de ekin meselidir" şeklindeki izah, çoğu tefsirlerde yer alır. Bazı müfessirler, "Birinci kısım, onların Tevrat ve İncil'deki müşterek vasıflarıdır, ekin temsili onu açıklamak için getirilmiştir." demişlerdir.[26] Bu meseldeki incelik, sonradan gelen ümmetin de, ashabın darb-ı mesel olan vasıflarını, kendilerine imtisal numunesi edinmeleridir.[27]
Verilen ayette Allah Resulü ile beraber olan sahabilerin Kur'an'ın diliyle İncil'deki özellikleri/nitelikleri anlatılmaktadır.
Onlar, yerden filizini çıkarıp gittikçe kalınlaşarak kökleri üzerine duran bir ekine benzer. Önce filizini yeni çıkaran ekin gibi zayıf idiler. Hz. Muhammed (s.a.v.), tek başına davasını ilan etmişti, yalnızdı. Fakat gittikçe insanlar onun çevresinde toplanmaya başladılar. Sayıları arttıkça güçlendiler. Fert fert imanları artıp güçlendiği gibi sayıları da çoğalarak bir İslam toplumu oluşturdular.
Nasıl ekinin gürbüz durumu ekicileri sevindirirse bunların böyle güçlü bir topluluk haline gelmesi de onların gönüllerine iman tohumunu eken Peygamberi ve melekleri sevindirir, ama kafirleri öfkelendirir. Kafirler kıskançlıktan çatlayacak duruma gelirler. Allah, inanıp güzel işler yapanlara bağışlama/affetme ve büyük mükafat vadetmiştir. Allah onları bağışlayacak ve büyük ödüllere erdirecektir.
Yine ayette anlatılmak istenen bir başka husus, atılan iman ve irfan tohumunun filizlenmesi, İslam'ın ciddi anlamda sistemli ve duyarlı bir eğitim ve öğretimle kalplere işlenmesinin gereğine işarettir.
Filizin kalınlaşıp kendi gövdesi üzerinde doğrulması, eğitilip öğretilen genç neslin olgunlaşıp bütün benlik ve enerjisiyle davaya sarılmasına işarettir. Öyle ki ne madde, ne makam, ne ölüm, ne de açlık endişesi onları yolundan alıkoyabilir.
Sonra da böyle bir iman ve irfan ordusunun arzedeceği ihtişam, bakanların hayranlığını çeker; inkarcı sapıkların ise kin ve öfkesini artırır. Bütün bu kademeli eğitim ve öğretimin en önemli yanlarından biri de, azıp sapıtan din düşmanlarını korkutmaya, caydırıcı bir güç ortaya koymaya yönelik bulunmasıdır.
İşte Hz. Muhammed (s.a.v.) ile beraber olan ve O'nun mektebinde eğitilip yetiştirilen müminler böylesine düzenli, disiplinli, azimli, kararlı ve güçlü idiler. Şüphesiz bu güzel vasıfların iki temel kaynağı vardır:
a) Allah'a dosdoğru iman;
b) Salih ameller.
Ayette geçen "minhüm" zamiriyle, "vellezine maahüm" ile özellikleri açıklanan cemaatten sonra kıyamete kadar, Hz. Muhammed'in sünnetiyle doğru yolu seçenler kasdedilmektedir. Böylece Kur'an hem ilahi mağfireti, hem de büyük ecri bütün müminlere yayarak, ilahi rahmet ve yardımın bütün mücahit müminleri kapsadığını haber vermektedir. [28]
Gıybet- Ölmüş Kardeşinin Etini Yiyenler
"Ey iman edenler, zannın bir çoğundan sakının. Zira zannın bir kısmı günahtır. Biribirinizin suçunu araştırmayın; Kiminiz kiminizi çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte bundan iğrendiniz. O halde Allah 'dan korkun. Şüphesiz Allah tevbeyi daima kabul edendir, çok acıyandır." (Hucurât, 49/12).
Allah Teâlâ bu âyette gıybeti, ölü kardeşin etini yemeye benzetmiştir. Gıybetin tabiat olarak, akıl ve şeriat nazarında çirkinliğini, tiksinilecek birşey olduğunu, birden gözönüne gelen bir tasvir ile en beliğ bir şekilde anlatmıştır. Çünkü, yanında bulunmayan ve kendisini müdafaa edemeyecek olan mü'min kardeşi bir ölü mesabesindedir.[29] İfadede, işin şenâetini anlatmak için, birçok mübalağa unsurları kullanılmıştır.[30]
Kur'an'ın, ölmüş insanların etini yemek diye tanıttığı ve insan yaratılışının tiksinmesi gereken günahlardan biri olarak gösterdiği gıybet, ruhsal ve maddesel doyumsuzluklar içinde kıvranan geri kalmış benliklerin avunmak için sığındıkları saplantılardan biridir.
Guybet, şöyle tarif edilir: "Birinin, herhangi bir kimsenin arkasından, duyduğu zaman hoşuna gitmeyeceği sözler söylemesidir." Bu tarif bizzat Peygamberimiz tarafından yapılmıştır. Hz. Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği hadisi şerifte Peygamberimiz şöyle söylemiştir:
"Gıybet, kardeşinin, hoşuna gitmeyecek şekilde anılmasıdır."
"Söylediğim şeyin kardeşimde olduğunu görmüşsem ne olacak?" denilince Hz. Peygamber buyurdu ki:
"Eğer söylediğin şey kardeşinde varsa gıybet etmiş olursun, dediğin onda yoksa iftira etmiş olursun."
Bu tariften, birinin arkasından yalan sözlerle suçlanmasının iftira olduğu ve var olan kusurlarının söylenmesininse gıybet olduğu anlaşılmaktadır. Bu hareket ister açık ifadeli sözlerle yapılsın, ister kinaye ve işaretler ile yapılsın her şekli ile haramdır. Bunun gibi bu hareketin kişinin hayatta yapılması, yahut öldükten sonra yapılması, iki şekilde de haramlılığı aynıdır.
Bu haramın dışında kalan gıybetler ancak şu şekilde olanlardır: Birinin arkasından veya öldükten sonra onun kötülüğünü söylemek şeriat nazarında doğru bir mecburiyet halini almışsa ve bu mecburiyet gıybet olmadan yerine gelmiyorsa ve bu gıybet yapılmazsa gıybete nisbetle çok daha büyük bir kötülük ortaya çıkacaksa bu gıybetin haramlılığı ortadan kalkar.
Hz. Peygamber (s.a.v.) bu istisna olan gıybeti şöyle ifade buyurmaktadır:
Bu buyrukta "haksız yere" şartı "haklı yere" yapılabileceğini göstermektedir. Nitekim Hz. Peygamberin hayatında gördüğümüz bazı örneklerden "haklı yere"den ne kastedildiğini ve hangi durumlarda gıybetin gerektiği kadar caiz olabileceğini öğrenmekteyiz.
Bir gün bir bedevi gelip Peygamberimizin arkasında namaz kıldı. Namaz bitince de
"Ey Allah'ım! Bana da, Muhammed'e de merhamet et, ikimizin dışında hiç kimseyi bu merhamete ortak kılma" diyerek çekip gitti. Peygamber'imiz (s.a.v.) ashabına şöyle dedi:
"Ne diyorsunuz, bu adam mı daha şaşkın yoksa devesi mi? Ne dediğini duymadınız mı?"[32]
Peygamberimiz bu sözü adamın arkasından söyledi. Çünkü o bedevi selâm verir vermez çekip gitmişti. O, Peygamberimizin önünde çok yanlış bir söz söylemişti, bu yanlış söz karşısında Peygamberimizin susması başkalarının böyle sözlerin bir dereceye kadar caiz olabileceği yanlış kanaatine gitmesine sebep olabilirdi. Bu yüzden Hz. Peygamber’in o sözü reddetmesi gerekiyordu.
Yine bir keresinde Fatıma binti Kay's adındaki kadına iki kişi evlenme teklifinde bulundu. Biri Hz. Muaviye, diğeri Hz. Ebu El-Cahm idi. Kadın gelerek Peygamberimize akıl danıştı. Peygamberimiz (s.a.v.):
"Muaviye müflistir, Ebu El-Cahm ise karılarını çok döver" buyurdu.[33]
Burada bir kadının gelecek hayatı söz konusudur. Ve Hz. Peygamberden akıl danışmıştır. Bu durumda Peygamberimiz o iki sahabeye ait bildiği kusurları söylemeyi gerekli bulmuştur.
Bir gün Peygamberimiz Hz. Ayşe annemizin yanında iken biri gelerek görüşme izni istedi. Hz. Peygamber (s.a.v.):
"Bu adam kabilesinin çok kötü bir kişisidir" buyurdu. Sonra dışarı çıktı, o adam ile çok yumuşak bir eda ile görüştü. Tekrar içeri girince Hz. Ayşe validemiz:
"Onun hakkında dışarı çıkmadan önce bazı şeyler söylemenize rağmen, daha sonra çok iyi bir eda ile konuştunuz" deyince Peygamberimiz şöyle cevap verdi:
"Kıyamet günü Allah katında en kötü yer, birinin çirkin sözlerinden korkup da onunla münasebeti terkedenlerin yeri olacaktır."[34].
Bu hadiseye dikkat edersek, Peygamberimizin bu kişi hakkında kötü kanaatte olmasına rağmen onunla güzel bir şekilde konuşmasının, ahlâkının icabı olduğunu göreceksiniz. Ama Hz. Peygamber bu adamla merhamet ve şefkatlice konuşurken, ailesi gördüğü takdirde yanlışlıkla onu samimi dostu zanneder de daha sonra bunu suistimal eder düşüncesi ile Hz. Ayşe'yi “bu adam kabilesinin en kötü kişisidir” diye ikaz etmiştir.
Bir keresinde Hz. Ebu Süfyan'ın karısı Hint binti Utbe, Peygamberimize gelerek
"Ebu Süfyan cimri bir adamdır. Bana ve çocuklarına yetecek kadar gerekli masrafı yapmıyor" dedi.
Kocasının bulunmadığı sırada, kadın tarafından yapılan bu şikayet her ne kadar gıybet ise de Hz. Peygamber bunu caiz görmüştür. Çünkü haksızlık yapanı, bu haksızlığı giderecek güçte olan birine şikayet hakkı vardır.
Hz. Peygamberin bu gibi örneklerinden faydalanılarak fakih ve muhaddisler şu kaideyi ortaya koymuşlardır: "Gıybet, ancak şer'an doğru bir maksat için gerektiği takdirde ve o gıybet olmadan o gereklilik ortadan kalkmadığı takdirde caizdir" Daha sonra bu kaideye dayanarak İslam alimleri gıybetin aşağıdaki şekillerini uygun görmüşlerdir:
1) Zulme uğrayan kişinin bu zulmü ortadan kaldırabilecek güçte olduğuna inandığı kimseye zalim kimseyi şikayet etmesi.
2) Düzeltilip ıslah edilmesi niyeti ile haksızlıkları ve kötülükleri giderebilecek yetkide olan kimselere bir kişi veya zümrenin kötülüklerinin anlatılması.
3) Fetva almak gayesi ile bir müftüye veya İslam alimine bir kişinin yanlış hareketlerini konu edinen bir olayın anlatılması.
4) Bir kişinin veya kişilerin şerlerinden sakınsınlar diye diğer insanlara bilgi verilmesi.
"Örneğin; hadis ravilerinin, şahitlerin, kitap yazarlarının eksiklerini, hatalarını açıklamak bütün alimlerce caiz değil, hatta vacip kabul edilmiştir. Çünkü bu açıklama olmadan şeriatı yanlış rivayetlerin yayılmasından, mahkemeleri adaletsizlikten ve insanları özellikle ilim araştırıcılarını sapıklıklardan korumak mümkün olmaz. Yuva kurmak isteyenlerin karşıki şahıs hakkında yahut yanından ev alınmak istenen kimsenin komşuluğu hakkında yahut birisi ile iş ortaklığı kurulmak istendiği takdirde veya birine bir emanet verilmesi gerektiğinde kendisinden bilgi istenen kişinin bu kimselere iyi ve kötü taraflarını bilmediğinden dolayı zarara uğramasın diye soran kişiye açık açık anlatması gerekir.
5) Fısk, fücur ve çeşitli ahlaksızlıklar yayan yahut dini düşüncelerde sapık fikirler ve bidatler dağıtan veya Allah'ın kullarını dinsizlik, eziyet ve zulüm fitnelerine boğan kimselerin kötülüklerini herkese karşı ilan ederek tenkit etmek, bunları anlatmak da gıybet değildir.
6) Kötü bir lakapla meşhur olan kimseleri bu lakap dışında tanıtmak mümkün değilse küçültmek ve hafife almak niyeti ile değil de kişiyi tanıtma niyeti ile o kötü lakabın kullanılması da gıybet değildir.[35]
Bu sıraladığımız durumlar dışında birinin arkasından çirkin söz söylenmesi kesin olarak haramdır. Bu çirkin söz doğru ise gıybettir, yalan ise iftiradır, iki kişiyi birbirine düşürmek için ise düzenbazlıktır. İslam bu üçünü de yasaklamıştır.
İslam toplumunda bir müslümanın, yanında başka birinin gıybetinin yapılması, yalan yere töhmet altında bırakılmasını sessizce dinlemesi doğru değildir, onu derhal reddetmesi gerekir. Hiçbir seri zorunluluk olmadığı halde birinin mevcud kusurlarının ortaya dökülmesinin günah olduğunu ve bu hareketi yapanların Allah'tan korkarak böyle günahlardan uzak kalmalarını da telkin etmesi gerekir.
Hz. Peygamber (s.a.v.) buyuruyor ki:
"Bir kimse bir müslümanın aşağılandığı ve onun şeref ve haysiyetine saldırıldığı sırada onu korumuyorsa, Allah Teala da onun kendisinden yardım istediği durumlarda himaye etmez. Ve eğer bir kişi müslümanın şeref ve haysiyetine saldırıldığı ve ona hakaret yapılıp, aşağılandığı sırada onu korursa Allah da kendisinden yardım istediği durumlarda ona yardım eder."[36]
Gıybet yapana gelince: Bu günahı işlediğini veya işliyor olduğunu anladığı an ilk görevi, Allah'a tevbe etmesi ve bu haram işten derhal vazgeçmesidir. Bundan sonra ona düşen ikinci görev, yaptığı bu günahı gidermektir. Ölmüş bir kimsenin gıybetini yapmışsa onun hakkında çokça Allah'tan af dilemesi, eğer yaşayan bir kimsenin gıybetini yapmışsa, bu gıybet gerçek dışı ise bile daha önce yanlarında bühtan ettiği kişilere gidip yaptığı hareketin yanlış ve asılsız olduğunu belirtmesi gerekir. Yaptığı gıybet kişide var olan kusurlarını içeriyorsa, bundan sonra asla onu kötülememeli, daha önce yaptığı gıybetten dolayı af dileme sadece gıybeti yapılan kişinin durumdan haberi olması halinde yapılmalıdır, aksi halde tevbe ile yetinilmelidir. Çünkü o kişinin durumdan haberi yoksa gıybet yapanın özür dilemek için "Ben senin gıybetini yapmıştım" demesi o adamı üzer, onun da içinde bir takım hoş olmayan duygular doğabilir, denmektedir.
Ayet gıybeti "ölmüş kardeşinin etini yemeğe" benzetmekle bu hareketin son derece çirkin olduğunu tasvir etmiştir. Leş etinin yenmesi bizatihi nefret ettiricidir. Kaldı ki bu et de bir hayvan eti değil de insan eti olursa.. Hatta herhangi bir insanın değil de bizzat kendi kardeşinin eti olursa işin çirkinliği düşünülmelidir. Dahası, bu benzetmeyi soru biçiminde ortaya koyarak Allah insan üzerinde daha fazla tesir yaratmıştır. Böylece her şahsın kendi vicdanından sorarak ölmüş kardeşinin etini yemeğe razı olup olmayacağına kendisinin karar vermesini dilemiştir. Nasıl onun tabiatı bu ölmüş kardeş etinden tiksiniyorsa, bir mümin kardeşinin bulunmadığı ve kendisini savunacak bir durumda olmadığı sırada, onun şeref ve haysiyetiyle oynanmasını hoş karşılayamaz.
Bu ilahi buyruktan, gıybetin haram oluşunun asıl sebebi, gıybet edilen kişinin kalbinin kırılması, incinmesi değil, tam tersine herhangi bir kişinin yokluğunda çekiştirilmesinin, arkasından kötülenmesinin bizatihi haram olduğu anlaşılmaktadır. Artık o kişinin bu gıybetten haberi olsun olmasın ve bundan üzüntü duysun duymasın önemli değil.
Ölmüş insanın etinin yenmesi, ölüye eziyet verdiği için haram kılınmadığı meydandadır. Kişi öldükten sonra birinin kendi cesedini parçaladığını bilmez, hissetmez. Ama son derece çirkin olan, bu hareketin bizzat kendisidir. Aynen bunun gibi gıybeti yapılan kişi, hakkında söylenenlerden haberi olmazsa ve hayatı boyunca da kim, nerede, ne zaman kendi haysiyetiyle uğraşıp başkalarının onu zedelediğinden dolayı da kendisine en ufak bir eziyet ve ızdırap ulaşmayacaktır. Fakat onun şeref ve haysiyetine ne olursa olsun bir leke sürülmüş olacağından gıybet, kendi türü içinde ölmüş kardeşinin etini yemekten farklı değildir.[37]
Şah Damarından Daha Yakın
"Yemin olsun ki, insanı biz yarattık. Nefsinin ona neler fısıldadığını da biz biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız." (Kaf: 50/16)
Verdiğimiz bu ayet, Allah'ın insana yakınlığının en ileri boyutunu göstermektedir. Allah'ın insanla beraberliği Hadid: 57/4 ve Mücadele: 58/7, ayetlerde de dile getirilmiştir. Bunların birincisinde: "Nerede olursanız olun Allah sizinledir.", ikincisinde ise: "Üç kişi fısıldaşsa dördüncüleri mutlaka O’dur, beş kişi fısıldaşsa altıncıları O'dur. Bundan az da, bundan çok da olsalar ve nerede bulunsalar mutlaka onlarla beraberdir."
"Şah damarından da yakın olmak" ifadesi; her şeyi elinde tutan, doğrudan doğruya kontrol eden kuvveti tasvir etmektedir. İnsan bu gerçeği düşündüğü zaman elbette titreyecek ve kendisini hesaba çekecektir. Eğer gönüller bu ifadenin taşıdığı anlamı gözleri önünde canlandırabilseydi hiçbir kimse Allah'ın razı olmayacağı şeyi işleme cesareti gösteremezdi. Hatta Allah tarafından kabule şayan olmayan bir duyguyu içinden geçirme cüretini gösteremezdi. İnsanın devamlı bir uyanıklık, bekleyiş ve dikkat içerisinde bulunması, her an hesaba çekileceğini unutmaması için bir tek bu ayet bile kafidir.
Yine "biz ona şahdamarından daha yakınız" demek şu anlama da gelmektedir:
"Bizim kudret ve ilmimiz insanoğlunu içinden ve dışından öyle çepeçevre sarmıştır ki, bizim ilim ve kudretimizin ona yakınlığı, şah damarının ona yakın oluşundan daha yakındır. Onun konuşmasını işitmek için bir mesafe katedip yanına gelmemiz gerekmez, gönlünden geçen düşünceleri bile doğrudan doğruya biliriz. Bunun gibi onu ele geçirmemiz gerekirse bir mesafeden gelip yakalamamız gerekmez. Nerede olursa olsun her zaman o kabzamızdadır, istediğimiz zaman onu ele geçiririz. "
Yaratıcı ile yaratıkları arasındaki ilişki, yaratılan ile nefsi arasındaki ilişkiden daha önceliklidir. Çünkü yaratılanın ayakta kalması bizzat kendinden değildir, yaratıcının kudreti iledir.
Yaratıcının sürekli bizimle oluşu ve bizim her an O'nunla beraberlik şuurunu taşımamız gerektiği gerçeği, pratikte iki sonuç ortaya koymaktadır:
Birincisi; din hayatı, bu, "Yaratıcı'yla beraberlik" şuurunu gerçekleştirmeye yöneliktir. Kur'an'ın, kurtuluşun, ölümsüzlüğün esası gördüğü iman, işte budur. Peygamberlerin temel davaları da, bu bilinci insan hayatına kazandırmak olmuştur.
İkincisi; Allah, varlığı yapıp bitirip karşı tarafa geçen ve onu uzaktan seyreden bir sanatkar değildir. Allah, oluşun içindedir ve oluş Allah'ın davranışlarının adıdır. Kurban buna "sünnetullah" (Allah'ın tavrı, davranışı) diyor. O halde varlık, olup bitmiş değil, olmakta olan bir oluşlar ve imkanlar serisidir. Çünkü, "Allah her an bir tecellidedir" (Rahman: 55/29)
Özetle söylersek: O hep bizimle.. O halde, biz de hep O'nunlayız. İnsana düşen, bu beraberliğin bilincine varıp, onu hayatı ve dünyayı güzelleştirmek için değerlendirmektir. [38]
Bilgisizliğin Sarhoşluğunda Boğulanlar
''Kahrolsun, o zan ve tahminle yalan söyleyenler. Onlar bilgisizliğin sarhoşluğunda boğulan kimselerdir." (Zariyat: 51/10-11)
Zariyat Suresi'nin bu küçük fakat son derece anlamlı ayetlerinde anlatılanlar şunlardır: "İnsan hayatının sonu hakkında, insanların çeşitli inançları kendiliğinden açık bir şekilde görüşler getirememekte, aksine hiçbir ilmi dayanakları olmaksızın tahminle ve benzetmelerle bir takım görüş ve nazariyelere dayandığını ispat etmektedir. "
Biri, öldükten sonra hayat yoktur demekte, diğeri ölümden sonra hayata inanmakta fakat bunun tenasüh (öldükten sonra ruhun başka bir varlığa geçerek yaşamaya devam etmesi) şeklinde olduğunu iddia etmekte, bir diğeri ahiret hayatını, ceza ve mükafatı kabul etmekte fakat amellerin (davranışların) cezasından kurtulmak için binbir çeşit kurtarıcılar araya sokmaktadır.
Böyle büyük ve çok önemli bir konuda insanın, kanaat, görüş ve akidesinin yanlış olması bütün hayatını yanlış yola itecek ve geleceğini de mahvedecektir. İlmi gerçeklere dayanmadan sadece tahmin ve kıyaslara dayanan bir inanç kurmak çok büyük bir ahmaklıktır. Bu durum, bir kimsenin çok büyük bir yanlış anlayış sonucu bütün ömrünü kör bir gaflet içinde geçirip öldükten sonra aniden hiç hazırlıklı olmadığı bir olayla karşılaşması demektir.
İşte bu ayetler, insanoğlunu uyarmakta ve "kahrolsun zan ve tahminle yalan söyleyenler. Onlar bilgisizliğin sarhoşluğunda boğulan kimselerdir" mesajını vermektedir.
Tahmin ve benzetmelere dayanarak kanaat kurmak, dünya hayatının basit bir takım konularında bir dereceye kadar geçerli olabilir. Her ne kadar ilim yerine geçmese, ilmi yolla ispatlanmasa bile. .
Bütün hayatımız boyunca yaptığımız işlerden dolayı, birine karşı sorumlu ve hesap vermek durumunda mıyız? Hesap vermek durumunda isek kimin karşısında, ne zaman ve ne cevap verme durumunda olacağımız, bu cevap vermede başarı ve başarısızlıkların sonuçları .ne olacaktır?
Bütün bunlar, insanın sadece kendi tahmin ve kanaatine dayanarak bir akide kurması, sonra da bu çürük ipliğe bütün hayat sermayesini sermesi doğru olmaz. Çünkü bu kanaat yanlış çıkarsa bunun manası; "kendi kendini tamamen mahvetmek olur" demektir.
Böyle konular hakkında doğru kanaat elde etmenin tek bir yolu vardır. O da insanların ahiret hakkında Allah'tan vahiy yoluyla elde ettikleri bilgiyi dikkatle incelemeleridir. Yeryüzü ve gök düzenine hatta kendi varlığına dikkatle bakarak bunları basiretle incelediği takdirde, bu bilginin doğru olduğunu ispat eden delilleri her yerde görecektir.
İşte bu; Allah ve ahiret hakkında Kur’an-ı Kerim'in bildirdiği ilmi araştırma yoludur. Bu yoldan saparak kendi kanaat ve tahminine göre hareket eden herkes kaybetmiştir. Onların sonu bilginin sarhoşluğunda boğulmakla noktalanacaktır.
Yani onlar, yanlış tahminlerden dolayı nasıl bir sonuca gittiklerini hiç bilmiyorlar. Bu tahminlere dayanarak bir yol tutanlar dosdoğru felakete gidenlerdir. Ahireti inkar eden bir kişi, hiçbir şekilde hesap vereceğinin hazırlığı içinde değildir. Ve o öldükten sonra hiçbir yeni hayatın olmayacağı hayali içinde boğulmuştur.
Halbuki bir gün ansızın tahminlerinin/beklentilerinin tamamen tersine, ikinci hayata gözlerini açar açmaz burada her amelinin hesabını vereceğini anlayacaktır. Ömrünün tamamını, öldükten sonra yine bu dünyaya geri döneceğinin hayali ile geçiren herkes, ancak öldükten sonra bütün geri dönüş kapılarının kapandığını öğrenecek, herhangi bir yeni amelle önceki hayatının amellerinin telafi edilebilmesi için hiçbir fırsatın kalmadığını ve önünde başka bir hayatın olduğunu, bu hayatta artık sonsuza dek kendi dünya hayatının sorumluluklarını yükleneceğini de anlayacaktır.
Nefsimi tatmin eder, isteklerini tamamen yerine getirirsem mutlaka yok oluş halinde varlık aleminin günahlarının azabından kurtulurum ümidiyle kendini felakete atan kimse, ölüm kapısından geçer geçmez, önünde yok oluşu değil, devamlı var oluşu görecektir. Kendisine verilen vücut nimetinin, onu güzelleştirip düzeltmesi yerine, tahrip etmek için bütün gücünü harcamasının hesabını verecektir.
Evet, bütün bu tahmine dayanan inançlar gerçekte birer afyondur ve bu afyonun verdiği uyuşukluk içinde bu insanlar idraksiz .ve düşüncesiz kalmışlardır. Bunlar, Allah'ın ve peygamberlerin bildirdikleri sağlam bilgiyi bir tarafa atarak içine gömüldükleri cehaletin kendilerini nereye götürdüğünden habersizdirler. [39]
Kabirlerinden Çekirge Sürüsü Gibi Çıkanlar
"O gün kabirlerinden gözler zillet ve dehşetten düşmüş olarak, sanki etrafa yayılan çekirge sürüsü gibi çıkacaklardır." (Kamer: 54/7)
Verdiğimiz bu ayeti, kendinden önceki ilk altı ayetle birlikte düşündüğümüzde şu değerlendirmeleri yapabiliriz. Birinci ayette "Ay yarıldı" ifadesi kıyametin meydana geleceği saatin yakın oluşuna ve bu kainatın çöküşünün başladığına işarettir. Ay gibi büyük bir kürenin yarılması, meydana geleceği bildirilen kıyametin apaçık bir delilidir. Çünkü Ay yarılabiliyorsa eğer, yıldızların da bulundukları eksenden ayrılmaları mümkündür. Dolayısıyla kainattaki düzen her an alt-üst olabilir. Kainat düzeni içerisinde hiçbir şey, bir diğerinden bağımsız olmadığı için sonsuza değin devam etmesi, bu düzen içinde mümkün değildir. İşte kıyamet, bu imkansızlığın doğal bir sonucudur.
Ama ne var ki; kıyametin yaklaştığını ve ayın yarıldığını gösteren ayetler müşriklerin kalplerinde yankı bulmuyor, sapıklıkta ısrar ediyorlar ve öğüt almak için yeterli olan bu ayetlere kulak vermiyorlar. Kur'an onların bu tavırlarını şöyle ortaya koyuyor:
"Bir mucize görseler yüz çeviriyorlar ve şöyle diyorlar: "Sürüp giden bir büyüdür bu." (Kamer: 54/2)
"Yalanladılar; kendi heves ve kuruntularına uydular. Oysaki her iş ve oluş karara, ölçüye ve düzene bağlanmıştır." (Kamer: 54/3)
"Yemin olsun ki, onlara haberlerden, içinde ihtar, sakındırma ve tehdit bulunanı gelmiştir." (Kamer: 54/4)
"Doruk noktaya çıkmış, isabeti tartışmasız bir hikmettir o. Ama uyarılar yarar sağlamıyor." (Kamer: 54/5)
Kafirlerin döneklikleri, küfürde ısrarları, verilen haberlerden faydalanmamaları ve bunlara uyarıların kâr etmeyişi bu derece tasvir olunduktan sonra ilahi hitap Resulullah'a yöneliyor ve onlardan yüz çevirmesini, ayın yarılmasıyla gelişinden haberdar oldukları ve yaklaştığı bildirilen uyarıya dikkat etmedikleri o günde kendi başlarına terk etmesini istiyor.
"O halde yüz çevir onlardan sen de; o çağıranın alışılmadık/ürpertici şeye çağırdığı günde." (Kamer: 54/6)
Diğer bir ifadeyle: "Onları kendi haline bırak. Çünkü sen onlara en ikna edici delilleri getirdin ve kıyameti inkar ettikleri, peygamberini yalanladıkları için ibret verici cezalara uğrayan kavimlerden örnekler verdin, şayet tüm bunlara rağmen hala ders almazlarsa onları kendi haline bırak. Onlar kıyamet günü kabirlerinden fırladıklarında, önceden hakkında kendilerine haber verilen kıyametin bir gerçek olduğunu bizzat gözleriyle "zillet ve dehşetten düşmüş olarak" göreceklerdir.
Bu tanımlama birkaç anlama gelebilir:
a) Korku içinde,
b) Pişmanlık ve utanç içinde.. Yani kabirlerinden çıktıklarında, daha önce kendilerine haber verilen o günle karşılaşacaklarını ve bir hazırlık yapmadıkları için, suçlu olarak Allah'ın huzurunda bulunacaklarını anlayacaklardır,
c) Dehşet içinde... Yani korkunç kıyamet manzarasından gözlerini ayırma gücünü bile kendilerinde bulamayacaklardır.
Ve bunlar, çoklukları ve her tarafa yayılmaları ile çekirgelere benzerler. İbn Kesir'in ifadesiyle bu benzetme "onların çağırana uymak üzere hesabın yapılacağı yere alelacele yürüyüp yayılmalarından" kaynaklanmaktadır.
Sonuçta bu kendinden geçerek hor ve hakir halde hızla koşan toplulukların arasında yürüyen kafirler:
"Bu zorlu bir gündür" diye mırıldanıyorlar.[40]
Bu cümle zor ve korkunç bir şeyle karşılaşan yorgun ve bitkin insanların söyleyeceği son sözdür. [41]
Köklerinden Sökülmüş Hurma Kütükleri Gibi Atılanlar
"Biz onların üzerine uğursuzluğu kesiksiz bir günde, don durucu/ uğultulu bir kasırga gönderdik. İnsanları, köklerinden sökülmüş hurma kütükleri gibi kaldırıp atıyordu." (Kamer: 54/19-20)
Verdiğimiz ayetler, kendilerine yol gösterip uyarıcı olarak gönderilen Hz. Hud'u yalanlayan ve bütün güçleriyle inkar eden Ad Kavmi'nin uğradığı azabı anlatmaktadır. Ad Kavmi, Hud peygamberin estirdiği ilahi hidayet ve rahmet havasına karşı gönül ve vicdanlarını kapadılar; Kur'an'ın ifadesiyle zulüm, tuğyan, saldırı, haklara tecavüz ve ahlaksızlıkta çok ileri gittiler.[42] Derken ilahi hüküm indi ve azabı gerektiren sebepler harekete geçirildi. Öyleki önünde durulmaz şiddetli kasırga, uğursuz saydıkları bir günde onları birer hurma kütüğü gibi yerden yere çarpıp yok etti. Fiziki kuvvetlerine mağrur olan bu kavim, Allah'ın sınırsız kudretini anlayamadılar ve sünnetullah gereği hüküm inince artık anlamalarının bir yararı olmadığını az-çok farkettilerse de bu onlar için kurtarıcı bir dönüş kabul edilemezdi. Çünkü ilahi kanun ve hükümler değişmez. Vakti gelince onu geri çevirecek bir kuvvet bulunmaz.
Ayette geçen "rıyhen sarsaren" deyimi hakkında dilbilimciler arasında görüş ayrılığı meydana gelmiştir. Kimileri "yakıcı sıcak", kimileri "dondurucu bir soğuk", kimileri de "estiğinde büyük bir gürültü çıkaran rüzgar" anlamına geldiğini söylemişlerdir. Fakat hepsi de söz konusu rüzgarın çok şiddetli olduğu konusunda birleşmişlerdir. "Sarsaren" kelimesinin mucizevi en ilginç özelliği -Seyyid Kutup'un da tesbitiyle- taşıdığı anlamın yanında arapça okunuşundan çıkan sesin bir nevi rüzgar sesini canlandırmasıdır.
Yine ayette yeralan "uğursuz günler" ifadesi, o günlerde bir uğursuzluk olduğu ve bu yüzden de onlara azap geldiği anlamına gelmez. Şayet bu günler gerçekten uğursuz olsaydı, Ad kavmi dışındaki kavimlere de azabın gelmesi gerekirdi. Doğru anlamı, "Ad kavmine azap indiği günler, onlar için uğursuzdu" şeklindedir. Bazı kimseler bu ayete dayanarak, günlerin uğurlu veya uğursuz olması ile ilgili birtakım sonuçlar çıkarmaya çalışıyorlar ki bu da doğru olmayan bir yaklaşımdır.
İnsanların köklerinden koparılmış hurma kütüklerine benzetilmelerinin sebebi Nesefi'nin açıklamasıyla: "Rüzgarın onların başlarını kopartıp geriye başsız cesedler halinde bırakması ve yere ölmüş olarak düşmeleridir. Onlar uzun boylu cüsseleriyle hurma kütüklerini, yani cansız durumdaki gövdelerini andırıyorlardı" İbn Kesir de, "rüzgar gelir, onlardan birisini alır ve gözle görülmeyecek kadar yükseğe çıkartır, daha sonra da tepesi üstüne bırakıp yeryüzüne düşer, başı kopar ve gövdesi başsız kalırdı" demektedir.
Bu azap onların büyüklenmeleri sonucunda gelmişti. Çünkü onlar kendilerinin çok kuvvetli oldukları zannıyla haktan yüz çeviriyorlardı. Böylece Allah'ın azabı onların büyük bir kısmını helak ederek, kurdukları medeniyeti ortadan kaldırmış ve geride kalanlarını da rezilliğe sürükleyerek daha önce zulmettikleri kavimler önünde zelil etmişti.[43]
Üzerinde durduğumuz bu ayetler aynı zamanda Mekkeli müşrikler için de bir işaret taşımaktadır. Çünkü onlar inkâr ve azgınlıkta ileri gittiklerinden, sıkıntılı günler onları beklemekte idi. Yakın gelecekte kasırga misali olan İslam ordusunun önünde kudret ve saltanatlarını kaybedeceklerdi. Kurban özellikle Ad Kavmi'nin yıkılıp yok edilmesini uyarıcı bir örnek olarak hatırlatmakta ve inkarcıların hakka dönmelerinde kendilerinden yana büyük yararların söz konusu olduğunu vurgulamaktadır. [44]
Kuru Ot Gibi Olanlar
"Biz, onların üzerine bir tek ses gönderdik de ağıtçının serptiği kuru ot gibi kırılıp ufalandılar." (Kamer: 54/31)
Verdiğimiz ayet, Hz. Salih peygamberle Semud kavmi arasındaki tevhid mücadelesinin son noktasını içermektedir. Semud kavmi Ad kavminden sonra Arap yarımadasına hakim olan güçlü kuvvetli bir kavimdi. Ama ne var ki bu kavim, kendilerinden önce geçenlerin başına gelenlerden ders almamış, hakka karşı gelip ilahi buyrukları tebliğ ile görevli Salih Peygamberi Kur'an'ın ifadesiyle dört maddeyle suçlayıp kaçınılmaz sonu kendi elleriyle hazırlamışlardı.
1) Bizden bir adama uyacağız, öyle mi?
2) Böyle bir adama uyarsak hem sapıtır, hem de aklımızı yitirmiş oluruz.
3) Aramızda kala kala semavi buyruk buna mı indirilmiş?!
4) Hayır, o çok yalancı şımarığın biridir. (Kamer: 54/24-26)
Bu suçlamalar ve küçümsemeler Semud Kav-mi'ne çok pahalıya mal oldu. şiddetli bir çığlıkla kurumuş bir ot gibi oldular.
Kur'an'ı Kerim bu çığlığı açıklamıyor. Sadece Fussilet Suresi'nde onun bir kasırga olduğunu zikrediyor: "Şayet dönecek olurlarsa de ki: Ben sizi Ad ve Semud’un başına gelen kasırgaya benzer bir kasırga ile korkuturum." Metindeki kasırga (saigaten) kelimesi bir çığlığın sıfatı anlamında da kullanılmış olabilir. Veya çığlığın özelliğini anlatan bir terim olabilir. Ki o zaman "sayhaten" kelimeleri aynı şey olur. Çığlık kasırganın çıkardığı bir ses, yahut kasırga çığlığın ortaya çıkardığı bir şey olabilir.
Her iki durumda da Semud kavminin üzerine çığlık gönderilmiş ve onlara yapacağını yapmıştı. Ağılcıların kullandığı kurumuş ot gibi olmuşlardı. Ağılcılar kurumuş ottan ağıl yaparlar. Bu otlar kuruyunca gevrek gevrek olurlar. Veya ağılcılar hayvanları için ot toplarlar ve bu otlar kuru ve gevrek olur. İşte Semud kavmi de bir çığlıktan sonra böyle kupkuru ot gibi olmuştu. Bitki ve ekin nasıl kurur ve canlılığını yitirirse onlar da böylece kuruyup öldüler.
Korkunç mu korkunç, feci mi feci bir manzara bu.. Büyüklenmenin ve kibirlenmenin karşılığı. Ve işte bir de bakıyorsunuz ki o büyüklenenler, o böbürlenenler kurumuş bir ot gibi olmuşlar. Aşağılık bir ot kurusu.. Ağılcıların topladıkları cinsten kuru bir ot.
Evet, o aşağılık "ot kuruları" ile birlikte perdeler de kapanıyor. Bu korkunç ve ürkütücü manzaranın yanı sıra Kur'an düşünüp ibret alanları kendisine çağırıyor. Ot gibi yaşayanları son bir kez daha "yeminle" uyarıyor.
"Andolsun ki, biz Kur'an'ı öğüt ve ibret için kolaylaştırdık. Fakat düşünen mi var?!"
Çok ilginçtir aynı sure içerisinde tam dört ayette verilen bu ihtar (17, 22, 32, 40), Kur'an'ı anlaşılmaz, mücmel kitap ilan edip halktan uzaklaştırarak rafa kaldıran anlayışlara ilahi bir tokat gibi inmektedir. Doğrusu şu ki, Kur'an herkesin nasibi ölçüsünde anlayacağı ve mutlaka okuması gereken bir kitapdır. Her okuyanın herşeyi anlaması şart değildir. Okuyup anlamaya çalışanlar çoğalacaktır ki, daha iyi anlayanların sayısı artsın. Allah'ın kelamını okumak, seviyeleri ne olursa olsun, Allah'ın bütün kullarının hem hakkı, hem de görevidir. Kur'an Allah'ın rahmetidir. Hangi insanı Allah'ın rahmetinin dışında tutabiliriz. Allah'ın kitabını Allah'ın kullarının yararlanmasına kapatarak onu ambargo altında tutanlar, Kur'an'a ters bir yoldadırlar.
Özetle söylemek gerekirse "Kur'an'ın ne dediğinden habersiz ot gibi yaşayanlar, gün gelir ot gibi biçilirler." (NŞ)[45]
Titizlikle Korunan İnciler
"Ve genç kadınlar, iri ve siyah gözlü, titizlikle korunan inciler misali, yaptıklarına karşılık olarak." (Vakıa 56/22-24)
Konumuza başlık yaptığımız ayetleri içeren Vakıa Suresi; Tevhid, Ahiret ve Kur'an hakkında Mekkeli müşriklerin itirazlarına bir reddiyedir. Onların en önemli itirazı, kıyametin oluşu, kainat düzeninin alt-üst olmasından sonra yeniden diriliş, mizan, hesap günü ve tüm bunların sonunda ceza (cehennem) veya mükafat (cennet) hakkındadır.
Bu nedenle Sure kıyamet olayının muhakkak meydana geleceğini vurgulayarak başlar ve o gün insanların üç gruba ayrılacağım açıklar. 1) Sabikun 2) Salihun (Ashab-ı Meymene) 3) Hayatlarının son anına kadar ahireti inkar eden, şirk, küfür ve büyük günahları hiç çekinmeden işleyen Kafirun (Ashab ı Meş'eme). (Vakıa: 56/7, 8, 9, 10)
Bu üç grup içinde yeralan "Sabikun" iyilik ve hak için çaba sarf edenlerdir. Yani Allah ve Resulü'nün çağrısına hiç tereddüd etmeden "Lebbeyk" diyenler, Allah yolunda cihad ve infak etmek, hakka hizmet, hayra davet ve tebliğ için, kısaca Marufu emir, Münkeri nehyetmek için fedakarlık eden ve bu yolda her sıkıntıya karşın yürüyenlerdir. Dolayısıyla ahirette en önde bu kimseler olacaktır. Yani Allah'ın huzurunda sağda salihler, solda fasıklar ve en önde sabıklar bulunacaktır.
İşte verdiğimiz bu ayetler sözünü ettiğimiz öne geçen bahtiyarlar (sabikun) için cennette hazırlanan sonsuz nimetlerden sadece bir tanesini içermektedir. Titizlikle korunan veya sedefinde saklı bir inci gibi olan iri ve siyah gözlü genç kadınlar. Saklı inciden murat kimsenin elleyip dokunmadığı, bakıp yıpratmadığı, bir gözün ilişmediği, bir elin hırpalamadığı, korunmuş incilerdir. Bu benzetme örneği ile siyah gözlü hurilerin sonsuz güzelliği ruhi bir tasvir halinde anlatılmaktadır.
Ayette yer alan "Hurin İynin" ifadesinde geçen "hur" kelimesi Hevra'nın çoğuludur. Hevra ise beyaz kadınlar için kullanılır. "Iyn" ise "ayn" kelimesinin çoğuludur. Bu kelime ise iri gözlü kadınlara atfen kullanılır.
Taberani'nin Ümmü Seleme'den naklettiği uzun bir rivayette, Ümmü Seleme, Resulullah'a cennette kadınlar hakkında bir çok soru yöneltir. Ünıme Seleme'nin ilk sorusu şudur:
"Ey Allah'ın Resulü! Bana "Hurin İynin" hakkında bilgi verir misin?" Efendimiz (s.a.v.):
"Bunlar beyaz, gözleri iridir." Ümmü Seleme:
"O halde titizlikle korunnıuş/sarmalanmış/sedefindeki bir inci gibi örneği ne anlama gelmektedir?" deyince Allah Rasulü şöyle dedi:
"Onların şeffaflıkları ellerin değmediği sedeflerinde bulunan incilerin şeffaflığını andırır."
Ümmü Seleme'nin son sorusu şudur:
"Ey Allah'ın Resulü! Dünya kadınları mı daha faziletledir yoksa "Hurin İynin" mi?" Allah Rasulü'nin cevabı şöyle olur:
"Dünyadaki kadınların üstünlüğü elbisenin yüzünün astara olan üstünlüğü gibidir. Çünkü dünyadaki kadınlar namaz kıldıkları, oruç tuttukları ve birçok ibadette bulundukları için bu böyledir."
Bu hadisten anlaşıldığına göre, Cennet ehlinin hanımları bu dünyadaki kadınlar olacaktır. Çünkü onlar dünyada iken iman etmişler, salih amel işlemişler, iman ve salih amelleri dolayısıyla Cenneti hak etmişlerdir. Onlar eğer isterlerse ve kocaları Cennet ehli ise, kocalarıyla beraber olurlar. Kocaları Cennet ehli değilse, Allah onları salih kimselerle evlendirir. Hurilere gelince, onlar amelleri dolayısıyla Cenneti hak etmemişler, sadece Allah cennet ehli için diğer nimetleri yarattığı gibi onları da yaratmıştır. Bunlar güzel kadınlar olarak yararlanmaları için Cennet ehline verilecektir. [46]
Susamış Develerin Içışı Gibi İçenler
"Ve siz de ey sapık yalancılar! Zakkumdan bir ağaçtan mutlaka yiyeceksiniz/ yiyecekler. Karınlarınızı hep ondan dolduracaksınız. Üstüne de kaynar su içeceksiniz. Öyle ki susamış develerin içişi gibi içeceksiniz. Bu, kıyamet günü onların ziyafetleridir." (Vakıa: 56/51-56)
Bir önceki konumuzda kıyamet günü insanların üç gruba ayrıldığını ve bunlardan birinin de "Ashabı Meş'eme" olduğunu söylemiştik. Meş'eme kelimesi Türkçe'ye de geçmiş bulunan şom veya şomluk anlamındadır. Araplar, kendilerinden kötülük beklenen hayırsız insanlara ashabul-meş'eme veya başka bir Kurban ifadesiyle "ashabuş-şimal" derler, "şimal", "Yemin"in karşıtıdır. Amel defterleri sol taraflarından verilen, kaypak ruhlu, uğursuz, yalancı, mutsuz kimseler demektir.
Vakıa Suresi'nin 45. ayeti "ashabuş-şimal"i, servet ve refahla şımarıp azanlar olarak tanıtmıştır. Onlar; Allah'ın emirlerinden uzak, refah içinde dönüp dolaşırlar ve tek umutları bu düzeydeki hayatlarının devamını sağlamaktır. Ahiret'e ya inanmazlar, ya da umut bağlamazlar, nasiplerinin tamamını dünyada almak isterler. Yine onlar; nimeti günah ve isyan düzeyinde kullanıp bunu ısrarla sürdürürler. Öldükten sonra dirilmeye inanmazlar veya bu konuda devamlı şüphe içindedirler. O yüzden hem Allah'tan korkmazlar, hem de bir sorumluluk duymazlar. Şüphesiz ki, temelinde Allah'a ve ahiret gününe iman bulunmayan bir refah, sahibini azdırıp saptırır.
İşte "Ey siz sapık yalancılar…" diye başlayan verdiğimiz bu ayetler, amel defterleri sol yanlarından verilecek uğursuz bedbahtların inanç ve amellerine uygun verilecek cehennem azabının iki önemli aşamasını içermekte/haber vermektedir.
Bu Hakk'ı yalan sayanlar önce "Zakkum" ağacından yiyip karınlarını onunla dolduracaklar, sonra da üzerine kaynar su içeceklerdir.
Zakkum ağacı Kur'an'da Saffat ve Duhan Surelerinde de anılır. Saffat Suresi'nde bu ağacın özellikleri şöyle açıklanır:
"Ödül ve ikram olarak, bu mu daha hayırlı yoksa zakkum ağacı mı? O ağaç ki, zalimler için onu bir fitne yaptık. Cehennemin ta dibinden çıkan bir ağaçtır o. Tomurcukları tıpkı şeytanların başlarıdır."
Ayette geçen "Nüzul" ifadesi, konuk ağırlamadır. Cennet halkı, daha ilk anda son derece güzel nimetlerle ağırlanıyorlar. Şimdi o ikram mı hayırlı, yoksa zakkum ağacı mı? Zakkum, Tihame'de yetişen küçük yapraklı, meyvası acı, kötü kokan bir ağacın adıdır. İşte cehennem halkına tatlı meyvalar değil, zakkum ağacının meyvasmdan ikram edilir. Kafirler, Kur'an'ın haber verdiği bu ağaçla alay ederler, "her şeyi yakan ateşin içinde ağaç olur mu?" derler. Allah bu surette o kafirleri sınamaktadır.
Bu ağaç cehennemin dibinde biten, şeytanların başları gibi çirkin meyvalar veren bir ağaçtır. Şeytanların başını ise kimsecikler görmüş değildir. Ne var ki, insan Zakkum deyiminden anlayacaklarını anlamaktadır. Zaten kelimenin telaffuzu bile çıkardığı sesler itibarıyla elleri tırmalayan sert ve dikenli bir şeyi tasvir etmektedir. Yalnız elleri değil, boğazları bile tırmalayan bir okunuşu vardır. Dünyada en çirkin şeyin, şeytan başı olduğu hayâl edildiğinden, cehennem meyvalarının son derece çirkin olduğunu belirtmek için şeytan başları gibi olduğu ifade ediliyor.
Cehennemlikler acı ve çirkin zakkum meyvalarnın üstüne kaynar su içerler. Ayette geçen "Hamim" kaynar su anlamına gelir. Burada cehennem halkının yediği zakkum dikenlerinin, kaynar su ile karışacağı, böylece bağırsakları tırmalayan dikenli acı meyvalara, bir de bağırsakları haşlayan kaynar suyun karışıp azabın iyice şiddetleneceği anlatılıyor.
Ve bu sudan "susamış develerin içişi" gibi içecekler. Ayette yer alan "him" kelimesi, "Hüyam" hastalığına tutulmuş deve demektir. Hüyam, develerde rastlanan bir susuzluk hastalığıdır ki, bu hastalığa yakalanan deve bir türlü suya kanmaz. İşte onlar da bu deve gibi zakkumu yer, kaynar suyu içer ama asla kanmazlar. Kur'an'ın ifadesiyle "bu onların kıyamet günü ziyafetidir".
Soz söz olarak şunu söyleyebiliriz ki: Servet ve refahla şımarmış hayatı sadece yaşadıkları şu dünya ile görüp/değerlendirenlerin susuzluğu hiç bitmeyecektir. Kanaat ve şükürden uzak bir hırsla dünyaya meyledenler, "susuzluklarını denizden gidermeye çalışanlar" gibi asla kanıp doymayacaklar, onların cehennem misali nefislerde kök salmış olan zakkum ağacı yer yüzünde şeytani meyvalarını vermeye devam edecektir. Ta ki sureye ismini vermiş olan "Vakıa" yani o beklenen müthiş kıyamet başlarına kopuncaya kadar.[47]
[1] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 191-193.
[2] Zemahşerî, III, 454-455; Beyzavi, II, 349.
[3] Elmalılı, VI, 4209. Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 77.
[4] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 194-196.
[5] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 197-199.
[6] Buhari, Müslim.
[7] Müslim.
[8] Şerhu’s-Sunne.
[9] Ebu Davud.
[10] Buhari, İbn Mace.
[11] Buhari, el-Edebü’l-Müfred.
[12] Buhari, el-Edebü’l-Müfred.
[13] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 200-206.
[14] Buhari, Küsuf: 1, 2, 4.
[15] Mefatih.
[16] Hazin: 7/146.
[17] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 207-210.
[18] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 211-214.
[19] Beyzavî, II, 394-395; Ş. Mansûr, s. 239-241. Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 29-56-57.
[20] Bakara: 2/154; Ali İmran: 3/169.
[21] Enfal: 8/16; Tevbe: 9/38-50.
[22] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 215-219.
[23] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 220-223.
[24] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 224-228.
[25] Zemahşerî, III, 551: S. Ateş, s. 514; Elmalılı, VI, 4442.
[26] Beyzavî, II, 405; Zemahşerî, III, 551.
[27] Ş.Mansûr,s. 162. Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 77-79.
[28] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 229-231.
[29] Beyzavî, II, 410-411; Elmalılı, VI, 4475.
[30] Elmalılı, VI, 4476. Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 79.
[31] Ebu Davud.
[32] Ebu Davud.
[33] Buhari ve Müslim.
[34] Buhari, Müslim
[35] Geniş bilgi için bkz. Fethu'l-Bari, Cilt: 10.
[36] Ebu Davud.
[37] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 232-239.
[38] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 240-242.
[39] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 243-246.
[40] Kamer: 54/8.
[41] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 247-249.
[42] Fussilet: 41/14-16.
[43] Ad Kavmi ile ayrıntılı bilgiler için bkz. Araf:7/51-53; Hud: 11/54-66; Şuara: 26/88-94.
[44] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 250-252.
[45] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 253-255.
[46] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 256-258.
[47] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 259-262.