Bu Blog içinde Ara

21 Haziran 2012 Perşembe

Gayba Taş Atanlar

Gayba Taş Atanlar


"Üç kişiydiler, dördüncüleri köpekleriydi." diye­cekler. Şunu da diyecekler: "Beş kişiydiler, altıncıları köpekleriydi." Gaybı taşlamaktır/ bilinmeyen şey hakkında atıp tutmaktır bu. şöyle de derler: "Yedi ki­şidirler, sekizincileri de köpekleridir." De ki: "Onla­rın sayısını Rabbim daha iyi bilir. Onlar hakkında bilgisi olan çok azdır." O halde, onlar hakkında yü­zeysel bir tartışma dışında hiçbir çekişmeye girme. Onlar hakkında, konuşup duranlardan hiç kimseye birşey sorma." (Kehf: 18/22)
Ayet Kehf Suresi'nin içinde yer almaktadır. Kehf, dağda geniş mağara anlamına gelir. Bu sure içe­risinde yer alan üç önemli kıssadan biri de Ashab-ı Kehf kıssasıdır. Ashab-ı Kehf; Hz. İsa (a.s.)'ın dini üzere amel eden bir kaç genç olup, bunlar kendileri­ni putlara taptırmak veya öldürmek için takip eden Roma toplumu ve bölge valisine karşı mücadele ve dinlerini korumak üzere dağa çıkmış, mağaraya giz­lenmişlerdir. Cenab-ı Hakk, onları düşmanlarından korumak ve öldükten sonra dirilmeye ibret ve işaret kılmak için üç yüz dokuz yıl uyuttu. Uyandıkları za­man birkaç saat uyuduklarını sandılar. İçlerinden birisi, birşeyler almak için kasabaya inince bir kaç asır önceki gümüş para, olayın anlaşılmasına yol aç­tı. Böylece topluma, öldükten sonra dirilmenin uygulaması gösterilmiştir. Özetle verdiğimiz bu bilgi­ler Kehf Suresi'nin 9-22. ayetlerinde bize anlatıl­maktadır.
Bu kıssa ile ilgili eski semavi kitaplarda ve mi­tolojik kaynaklarda çeşitli rivayetler ve değişik söy­lentiler vardır. Fakat Kur'an özellikle bu kıssa ko­nusunda kendinden başka kaynaklara baş vurmayı yasaklamış ve böyle bir tavrı "gayba taş atmak" ola­rak niteliyerek üzerinde tartışma ve akıl yürütme­nin gerçeklerden uzak zanni bir bilgi olacağı uyarı­sını yapmıştır. Çünkü o dönem güvenilir kitapların basıldığı dönem değildi. Bu nedenlerle olaylarla ilgi­li hikayeler ağızdan ağıza, bölgeden bölgeye yayılı­yor ve zaman geçtikçe uydurma olaylar gerçek hika­yeye karışıyordu.
İşte yukarıda verdiğimiz ayet, bu hikayede asıl vurgulanan noktanın uyuyanların sayısı değil, ola­yın öğrettiği dersler olduğuna dikkatimizi çekmek­tedir. Bu dersleri şöyle sıralamamız mümkündür:
1) Gerçek bir mümin hiç bir şekilde haktan dönmemeli ve batıl önünde boyun eğmemelidir.
2) Bir mümin sadece maddi araçlara değil, yal­nızca Allah'a güvenmelidir. Dış şartlar ne kadar kö­tü görünse de, o Allah'a güvenip dayanmalı ve doğ­ru yoldan gitmelidir.
3) Allah'ın söz konusu bir "tabiat kanunu" ile sınırlı olduğunu düşünmek tamamen yanlıştır. Çünkü O, genel tecrübelere aykırı bile görünse, dilediği her şeyi yapmaya kadirdir. O dilediği her yer ve zaman­da herhangi bir tabiat kuralını değiştirmeye ve alı­şılmamış bir "olağanüstü" şeyi meydana getirmeye kadirdir. O denli ki, Allah iki yüzyıldan beri uyuyan bir kimseyi sanki birkaç saatlik uykudan uyandırır gibi, hem de bu zaman sürecinde görünüşünde, giyi­nişinde, sağlığında hiç bir değişiklik meydana getir­meksizin uyandırmaya kadirdir.
4)  Bu kıssa bize Peygamberlerin ve ilahi kitap­ların söylediği gibi Allah'ın geçmiş-gelecek bütün insanları tekrar diriltmeye kadir olduğunu göster­mektedir.
5) Yine bu kıssa bize, cahil insanların Allah ta­rafından doğru yolu göstermek amacıyla gönderilen ayetleri (mucizeleri) esas amacından saptırdıklarını göstermektedir. İşte bu nedenle ahiret inancının bir ispatı olarak gösterilen Mağarada Uyuyanlar muci­zesi sanki bu amaçla gönderilmiş birer aziz imiş gibi şirke bir araç haline getirilmiştir. Özellikle Kehf: 18/21 ayetinin sonunda bazı kişilerin "mutlaka onların üs­tüne bir mescit yapacağız" ifadesi şirk temsilcileri­nin gerçek yüzlerini ortaya çıkartmaktadır. Biz bu konuyu "Lokman'ı Dinlerken" adlı kitabımızda, "Ki­şileri Kutsallaştırmak" ve "Türbeleri Mabetleştirmek" adlı başlıklarla incelediğimizden burada sade­ce şu tesbitleri yapmakla yetineceğiz.
Şunu üzülerek ifade edelim ki bazı müslümanlar, Kehf: 18/21 ayetinden yola çıkarak Kur'an'ın, doğru kimselerin ve azizlerin mezarlarına anıtlar, türbe­ler, mescidler, tapınaklar inşa etmeye izin verdikle­rini sanmaktadırlar. Gerçekte Kur'an, diğerlerine galip gelerek, tekrar dirilişin ve ahiret hayatının birer sembolü olan mağarada uyuyanların etrafına bir mescit, bir tapınak inşa eden zalimlerin sapıklığına değinmektedir. O zalimler bu iyi fırsatı kötüye kul­lanmışlar ve şirk'i uygulamak için başka araçlar icad etmişlerdir.
Hz. Peygamber (s.a.v.) bunu açıkça yasaklamış­ken, bir kimsenin bu ayetten salih insanların me­zarları üstüne mescid yapmanın helâl olduğunu na­sıl çıkarabileceğini anlamak imkansızdır!
1) "Allah'ın laneti, mezarları ziyaret eden kadın­ların, onları mecid edinenlerin ve oralarda mum ya­kanların üzerine olsun."[1]
2) "İyi bilin ki sizden önce geçen ümmetler pey­gamberlerinin kabirlerini mescit edinmişlerdir. Sa­kın siz kabirleri mescid edinmeyin. Ben size bunu nehyediyorum."[2]
3) "Allah'ın laneti peygamberlerinin kabirlerini mescit edinen Yahudi ve Hıristiyanların üzerine ol­sun."[3]
4) "İnsanlar ne garip davranıyorlar: Aralarında salih bir insan ölse, onun kabri üzerine mescit inşa ediyorlar ve içine de resimler çiziyorlar. Onlar kıya­met gününde Allah indinde yaratıkların en şerlileri olacaklardır."[4]
Yukarıda değindiğimiz Nebevi hadislerden, ka­birlerin mescit edinilmesinin haram olduğu anlaşıl­maktadır. Kur'an, Hıristiyan rahiplerin ve Romalı yöneticilerin bu günahkar tutumuna sadece bir tari­hi gerçek olarak değinmiş ve bu davranışı hoş karşılamamıştır. Bu nedenle Allah'tan korkan hiç kimse, bu ayetten yola çıkarak kabirler etrafına mescit in­şa edilmesi fikrini savunamaz. Rivayet edilir ki Hz. Ömer (r.a.) kendi zamanında Irak'da Danyal (a.s.)'ın kabri bulununca; halka bu kabrin gösterilmemesi ve bulunan yere olduğu gibi gömülmesini emretmiştir.
"Mağarada Uyuyanlar" kıssasından öğrenilecek, yukarıda değindiğimiz derslerden anlaşılacağı üze­re, akıllı bir insan dikkatini bunlarda yoğunlaştır­malı ve onların sayısı, isimleri, köpeklerinin rengi ve benzeri bazı şeyleri araştırmaya çalışarak amaç­tan sapmamalıdır. Sadece gerçekle değil, yüzeysel şeylerle ilgilenen kimseler zamanlarını böyle araş­tırma yaparak harcarlar. İşte bu nedenle Allah Pey­gamberine şöyle emretmektedir:
"Başka insanlar seni meşgul etmeye çalışsalar bile, sen böyle gereksiz ve saçma araştırmalara gir­memelisin. Zamanını böyle gereksiz şeylere harca­mak yerine dikkatini davet görevinin üzerinde yo­ğunlaştırmalısın."
İnsanları bu tür gereksiz ve anlamsız araştır­malara teşvik etmemek için Allah da onların gerçek sayısını bildirmemiştir.[5]

Biri Mümin Biri Kâfir iki Bahçe Sahibi:


"Onlara şu iki adamı misal ver: İkisinden birine iki üzüm bağı vermiş, onların etrafını hurmalarla çevirmiş, ortalarında da ekin bitirmiştik. Her iki bahçe de ürünlerini vermişlerdi. Hiç bir şeyi de eksik bırakmamışlardı. İkisinin arasından bir de ırmak akıtmıştık. Onun (başkaca) geliri de vardı. Bu yüzden arkadaşıyla konuşurken: "Ben malca senden zengi­nim, nüfusça da senden daha itibarlıyım" dedi. Kendisine böylece yazık ederek bahçesine girerken: "Bu bahçenin bata­cağını hiç zannetmem. Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Eğer Rabbime döndürülürsem, andolsun ki orada bundan daha iyisini bulurum" dedi. Kendisiyle konuştuğu arkadaşı ona: "Seni topraktan, sonra nutfeden yaratanı, sonunda seni insan kılığına koyanı mı inkar ediyorsun? İşte O, benim Rabbim olan Allah'dır. Rabbime kimseyi ortak koşmam. Bahçene girdiğin zaman, -her ne kadar beni mal ve nüfus bakımından daha az buluyorsan da-: "Maşâallah! Kuvvet ancak Allah'a mahsustur! demen gerekmez mi? Rabbim se­nin bahçenden daha iyisini bana verebilir ve seninkinin üzerine gökten bir felâket gönderir de bahçen yerle bir olabi­lir. Yahut suyu çekilir de bir daha bulamazsın" dedi. Nitekim ürünleri yok edildi; bağın altüst olmuş çardakları karşısında, sarfettiği emeğe içi yanarak ellerini oğuşturup "Keşke Rab­bime kimseyi ortak koşmasaydım" diyordu. Ona Allah'dan başka yardım edebilecek adamları da yoktu, kendi kendini de kurtaramadı. İşte burada kudret ve hâkimiyet, varlığı gerçek olan Allah'ındır. Mükâfatlandırma bakımından hayırlı olan da, sonuçlandırma yönünden hayırlı olan da O'dur." (Kehf, 18/32-44).
Bu on iki âyetlik kıssada bu iki kişi insanlara örnek ve­rilmiştir. Bunlar, mefruz veya mevcut iki insandır. Yahut İsrâil oğullarından, biri mü'min diğeri kâfir iki kardeş ol­dukları, yahut da Benî Mahzum'dan iki kardeş oldukları rivayetleri olduğu gibi, Münkirin Âs bin Vâil olduğuna dâir de rivayet vardır.[6]
Dünyâ malının geçici şatafatı, işte bazan böyle insan­ların gözünü döndürür de, insan malına gururlanarak, etrafındakileri küçük görmekle de kalmaz, bir bakarsınız ki Allah ve âhiret endîşesini de aradan çıkarıp atmıştır. Dünya malının kendisine ebedî kalacağı gafletine kapılır. Burada insanın tâ ilk yaratılışından beri mâzîsi kendisine hatırlatılarak, böyle kayıtsız ve sorumsuz konuşmasının ne­lere mal olacağı gayet güzel anlatılmaktadır.
Burada geçen önemli bir noktaya tekrar dikkatleri çekmek isteriz. Burada zikredilen münkir, sâdece Kıyametin kopmayacağını iddia edip malının yok olmayacağını öne sürdüğü halde, Kur'ân onu hem müşrik ve hem de bizzat Allah'ı inkâr eden kimse olarak anmaktadır. Bu âyetlerden şu gerçek bir daha ortaya çıkmaktadır ki, o da, Allah'ın bir emrini inkâr eden Allah'ı inkâr etmiş olur. Tek mevsimlik geçici bir yeşillik hükmünde olan dünyanın ve dünyâ malının insanı nerelere kadar götürebileceğinin, bu âyetlerde destanımsı kıssasını görmüş oluyoruz.[7]

"Onlara dünya hayatının halinin tıpkı şöyle olduğunu an­lat: Gökten indirdiğimiz su ile yeryüzünde yetişen bitkiler birbirine karışır; ama sonunda, rüzgarın savuracağı çör-çöpe döner. Allah herşeyin üstünde bir kudrete sahihtir. O mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür, ama bakî kalacak sâlih ameller, sevab olarak da, emel olarak da, Rabbinin katında daha hayırlıdır." (Kehf, 18/45-46).
Bu âyetteki mesel, yani içerisinde temsil bulunan kelâm mânâsındaki lafızlarda, dünya hayatının parlaklığı, gözalıcılıgı ve şatafatı, bununla birlikte çabucak zeval buluşu ve binâenaleyh ona aldanıp ahiretten vazgeçmeme husus­larındaki, onun mesel haline gelen garip ve acîb sıfatı, gök­ten indirilen bir su ile yeryüzünün bitkilerinin öyle gümrâh yetişip, birbirine girmesine, akabinde kuruyup rüzga­rın savurduğu çör-çöp haline gelişine teşbih edilmiştir. Bu meselde, müşebbehün bih suyun kendisi değildir, cümle­nin bütününden çıkarılacak olan hey'etdir. O da önce yeşeren, sonra kuruyan bitkilerin halidir.[8] O süs olan mallar, kendisiyle övünülen evladlar da böyle geçicidir. Kalıcı olan ise, teşbih, tahmîd, tevhîd ve her hayırlı iştir.[9]

Denizler Mürekkeb Olsa


"De ki: Rabbımın sözlerini yazmak için denizler mürekkeb olsa ve bir o kadarını katsak, daha Rabbı­mın sözleri tükenmeden denizler tükenirdi." (Kehf: 18/109)
Ayet, Allah'ın kudretinin, büyüklüğünün ve il­minin sonsuzluğunu ortaya koymada insan aklının acizliğini çarpıcı bir örnekle gözler önüne sermekte­dir. İnsanoğlunun bildiği en geniş ve en derin nokta denizdir. Ve insanlar yazdıkları herşeyi mürekkeple yazarlar. Derin olduklarını kabul ettikleri bilgilerini mürekkeple kaydederler. Verdiğimiz ayet, bütün ge­nişliği ve derinliğiyle denizleri bir mürekkep derya­sı şekline getiriyor. Ve insanlar bu mürekkeple Al­lah'ın ilmine delil olacak sözlerini yazıyorlar. Bir de bakıyorlar ki denizler tükenmiş, bitmiş, Allah'ın sözleri ise hiç eksilmemiş. Sonra bir mürekkep der­yası daha getiriliyor onlara… Ve yine yazıyorlar… Allah'ın sözlerini bitiremiyorlar. Bir başka mürek­kep denizi, bir başka daha geliyor… Ve hepsi tükeni­yor yine Allah'ın sözleri devam edip gidiyor.
Bu gerçeklik Lokman Suresi'nde de aynen tekrarlanmakta ve küçük bir farkla şöyle dile getiril­mektedir:
"Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem olsa; deniz de, arkasından yedi deniz daha kendisine ka­tılarak mürekkep olsa, yine Allah' in kelimeleri tü­kenmezdi. Muhakkak ki Allah Aziz'dir, Hakim'dir." (Lokman: 31/27)
Bu örnekteki deniz insanın geniş ve derin sandı­ğı bilgisini temsil eder. Ama bütün genişliğine ve derinliğine rağmen denizin de bir sınırı vardır. Al­lah'ın ilmini ifade eden kelimelerin ise hududu yok­tur. İnsanoğlu onun sonunu kavrayamaz. Öğrenip kaydetmesi ise kesinlikle mümkün değildir. İnsa­noğlu objektif ve sübjektif alemlerdeki esrarın bir yanını keşfetmekle zaman zaman gurura kapılır. İl­mi keşiflerin zafer sarhoşluğuna tutulur. Ve o za­man herşeyi bildiğini veya bilme yolunda olduğunu sanır.
Ne var ki az sonra sınırsız ufuklu bilinmezlikler ummanıyla karşılaşır. Ve görür ki henüz attığı adımlar bu ummanın kıyılarında gezinmekten ileri geçmemiştir. Karşısındaki engin okyanus gözleriyle gördüğü ufukların ötesinde hem de çok ötesindedir.
Doğrusu insanoğlunun bildiği ve öğrenebildiği bilgi çok az ve cılızdır. Çünkü bu, Allah'ın sınırsız il­mi karşısındaki sınırlı insan kabiliyetini ifade eder. Şu halde insanoğlu öğrenebileceğini öğrensin. Bu evrenin sırlarından keşfedebileceğini etsin. Ama hiç bir zaman için burun kaldırıp da ilmiyle gururlan­masın. Çünkü onun bilgisinin en son ulaştığı nokta bütün denizlerin mürekkep olarak önüne sürüleceği nokta kadar olabilir. Ama denizler dolusu mürek­kepler biter Allah'ın kelimeleri bitmez.
Kelime anlam ifade eden düzenli sözdür; ama sözün mutlaka ağızdan çıkması şart değildir. Keli­me fiil olur, harf olur, isim olur. Bu anlamda, "yürü­mek" de bir kelimedir. "Taş" da bir kelimedir, bazı Kur’an surelerinin başındaki "Elif, lam, Mim, Sad.." harfleri de birer kelimedir.
Nasıl, ağızdan çıkan sözün, kitaba yazılı sözün aslı, harflerden veya ifade şekilleri değil, gerideki anlamlarıdır; ses, harf ve kitaplardaki kelimeler ise, aslı bize gösteren şekillerdir. Aynen bunun gibi ev­rendeki her varlık, her olay, her olgu Allah'ın bir ke­limesidir; Allah'ın bilgisindeki ezeli mahiyetlerinin görünür şekil veya biçimleridir.
Kelimeler Kelam'ı oluşturur. Kur'an'daki her ke­lime, Kur'an'ı, yani Kelam'ı meydana getirir. Bunun gibi Kur'an'ın açılmış biçimi olan evren de içindeki her varlıkla Allah'ın kelamı, yani "ol" emrinin ürün­leridir. Bu bağlamda, Kur'an'da geçen "kelime" ler gerçek anlamını bulmaktadır. Kısaca her varlık Al­lah'ın kelimesidir ve Allah'ın kelimeleri saymakla bitmez. [10]

Biçilmiş Bir Ot Ve Sönmüş Bir Kül Yığını Haline Gelenler


"Bu haykırmaları biz onları biçilmiş bir ot ve sönmüş bir kül yığını haline getirinceye kadar de­vam edip durdu." (Enbiya: 21/15)
Verdiğimiz ayeti daha iyi anlamak isteyenler, bu ayet öncesinde yer alan 11. ayetten itibaren okuma­ya başlamalıdırlar. Özetle vermek gerekirse bu ayetlerde, dünyada ömürlerini küfür ve zulümle ge­çiren insanların, dünyadan ahirete geçişleri tasvir edilmektedir.
11-15. ayetlerde Allah'ın, haksızlık eden nice kentleri mahvedip yerlerine başka topluluklar yetiş­tirdiği; Allah'ın hışmını, azabını sezince o kavimle­rin kaçmaya çalıştıkları bildiriliyor. Sonra onlara hitaben:
"Boş yere kaçmak için atlarınızı mahmuzlamayın, içinde şımartıldığınız nimetlere ve yurtlarınıza dönün, siz sorguya çekileceksiniz" (Enbiya: 21/13) buyuruluyor. İşte o zaman zalimler, dünyada haksızlık etmiş olduklarını anlıyorlar: "Meğer biz hayatımızı haksızlık ederek geçirmişiz" (Enbiya: 21/14) diye suçla­rını itiraf ediyorlar.
Ama bu itirafın bir yararı olmaz. Allah onları ot gibi biçip, can çıralarını söndürünceye kadar böyle yalvarırlar, fakat Allah'ın azabı geldikten sonra yal­varmalarının hiçbir yararı yoktur.
Kur'an, müslüman milletleri ve toplulukları, kendilerine sunulan yüksek nimetler konusunda da­ha duyarlı ve kadirbilir olmaya çağırıyor. Düşünebi­len bir millet için Allah'a imandan ve O'nun dinine uymaktan daha üstün bir nimet olmadığına işarette bulunuyor. Çünkü bu yüksek nimet insanın gelece­ğini aydınlatacağı gibi, bulunduğu hayatı ilahi rah­mete çevirecek özelliktedir. Aynı zamanda insanın manevi boşluğunu bütünüyle doldurmakta ve büyük ümit vadetmektedir. Ölümün bir geçiş dönemi oldu­ğunu öğretmekte ve hem ferdi, hem aileyi, hem de toplumu eğitip Allah'a kul olma düzeyine getirmek­te; sonsuza dek mutlu olabilmenin bütün yol ve yön­temlerini beraberinde taşımaktadır. Dünyada hiç bir makam ve rütbe, hiç bir servet ve ihtişam insanı bu derece mutlu ve ümitli edememiştir ve edemeye­cektir de..
Nitekim günümüzde çok gelişmiş ülkelerde in­sanoğlu refah içinde nefsani bütün arzularını yerine getirmekle beraber yine de bunalım geçirmektedir. Özellikle gençleri tatmin edemeyen maddi refah, ca­zibesini kaybetmiştir. O bakımdan manevi boşluk içinde bocalayan nesil bir takım arayışlar içindedir. Kimi uyuşturucu maddelerle, kimi kadınlarla, kimi içki ve kumarla gününü gün etmek suretiyle buna­lım ve sıkıntısını atmaya çalışmaktadır. Ne var ki, bütün bu arayışlar dertlere deva olamamış, genç ku­şakların hem ruhlarını silik hale getirmiş, hem de sağlıklarını bozup tehdit etmiştir. O kadar ki, bazı ülkelerde seksüel sapıklıkların en kötüsü olan ho­moseksüellik alabildiğine yaygınlaşmıştır. Bu, Al­lah'tan uzaklaşan, ahiret inancını kaybeden ve kut­sal değerlerle ruhi boşluğunu doldurmayan nesille­rin acı sonunu yansıtan bir aynadır.
Ana-babalara, eğitimcilere, devletin yetkilileri­ne düşen en önemli görev, yetişmekte olan gençlere bu aynadaki çirkef manzarayı en ibretli yanlarıyla göstermek ve gerçek huzur ve mutluluğun nerede olduğunu öğretmektir.
Yukarıda sözünü ettiğimiz ilahi nimetler insa­noğlunun kapısını gelip çaldığı halde, onu reddet­meleri, bununla da kalmayıp başkalarının da o ni­metlerden yararlanmalarına engel olup haksızlığın en çirkinini ortaya koymaları, acıklı bir azabın yak­laşmakta olduğunu fısıldamaktadır. Bu azap ne ola­bilir? Kur'an ve hadislerin ışığında onları şöyle özet­leyebiliriz:
a) Güçlü bir düşman istilası,
b) Tedavisi çok zor öldürücü hastalıkların yay­gınlaşması,
c) Müthiş bir kuraklık ve kıtlığın baş göstermesi,
d) Şehirleri yok edecek, ülkeleri batıracak bir nükleer savaşın başlatılması,
e) İnsanlar arasında güven, huzur, dayanışma, kardeşlik, sevgi ve saygı gibi her türlü birleştirip barıştırıcı bağların kopması,
f) Aile yuvalarının temelinden sarsılıp bunalım­lara sürüklenmesi, evlat ile ana-babası arasındaki manevi bağların kopup otoritenin bütünüyle kalk­ması bu cümledendir.
Ahiretteki azap ise daha elim ve daha devamlı olacaktır. Kur'an'ı Kerim gelip geçen milletlerden bu yola sapanların başlarına gelenleri özetleyip bir komprime halinden sunmaktadır. Kahredeci azap geldikten sonra uyanmanın ne yararı olabilir? Ta­rihte, niçin yaratıldığının hikmetini düşünmeyen, kainat düzen ve dengesinde Hakk'm kudret damga­sını görmeyen ve o yüzden ahlaken dejenere olan milletlerin ilahi emir karşısında "biçilmiş ot misali" etrafa savruldukları ve çok geçmeden belirsiz hale geldikleri anlatılırken, onların yıkılıp yok ediliş sebeplerini çok iyi incelememiz emredilmektedir.
"Onların biçilmiş bir ot ve sönmüş bir aleve" benzetilmelerinin anlamı şudur: Allah onları hem biçilmiş bir ot, hem de alevi dinmiş ateş özellikleri taşıdıklarından dolayı buna benzetmiştir. Yani onlar zulümlerini itiraf ettikleri sözlerini, kökten ot biçer gibi biçinceye ve hareketleri tam anlamıyla dininceye kadar söndürdüler. İşte bu şekilde yüce Allah, bu kafirleri sakındırmakta, uyarmakta ve hatırlatmak­tadır. Eğer bu sakındırmalar onlara faydalı olacaksa…[11]

 Sarhoş Olmadıkları Halde Sarhoş Gibi Görünenler


"Ey insanlar! Rabbinizden korkun. Çünkü kıya­met saatinin zelzelesi gerçekten çok büyük bir şeydir. Onu göreceğiniz gün, her emzikli kadın emzirdiğin­den vazgeçer ve her gebe kadın taşıdığını düşürür. Sen o gün insanları sarhoş olmadıkları halde sarhoş gibi görürsün. Ama Allah'ın azabı çok şiddetlidir." (Hac: 22/1-2)
Hac Suresi'nin verdiğimiz bu ayetlerinde, kendi­ni nefsani duyguların peşine takıp da her türlü kut­sal değeri unutan veya inkar eden insanlar uyarıl­maktadır. Ve şu görünen mükemmel düzeni kuran Yüce Yaratan'ın bir gün bu düzeni bozacağı, azabının ise nankörler hakkında pek şiddetli olacağı ağır bir ifade ile vurgulanmaktadır.
Ayet, bütün insanlığı kapsayan evrensel bir ses­leniş: "Ey İnsanlar!" diye başlamakta ve tüm insan­lığı Allah'tan korkmaya çağırmaktadır. Bunun ya­nında "kıyamet saatinin zelzelesine" dikkatleri çek­mektedir. Evet, bir zelzele olduğu söyleniyor ama nasıl bir bir zelzele? Tarifi mümkün değil, sadece o sarsıntı "büyük bir şey" olarak nitelendiriliyor. Ve ardından açıklama kısmı geliyor. O zaman anlıyoruz ki, bu sarsıntı bizim bildiğimiz korku ve dehşetler­den çok farklı. Bir tablo ile karşı karşıyayız.
Bu tabloda emzikli kadının emzirdiği yavruyu unuttuğunu görüyoruz. Evet öyle dehşete kapılmış ki, bakıyor ama ne yaptığını bilmiyor. Ve işte karşı­laştığı o dehşet ve şiddet yüzünden çocuğunu düşü­ren hamile kadınlar da tabloda görülmeye başladı­lar. İnsanlar gözüküyor şimdi. Sarhoş gibi, ama sar­hoş değiller. Baygın bakışlarından ve düzensiz adımlarından sarhoş oldukları sanılıyor. Fakat hiç de öyle değil... Yığmlarca hareketler, kalabalıklar, dalgalanmalarla dolu bir tablo bu.. İnsan bu ayetle­ri okurken hayaliyle o tabloyu kavramaya çalışıyor ve içindekileri gözüyle teker teker görür gibi oluyor.
Ama korkunç dehşet birdenbire sarsıveriyor onu, Herşeyi unutuyor, derinliğine tabloyu kavraya­mıyor. Bu öyle korkunç, öyle büyük bir dehşet ki kelimelerle ifade etmek imkansız. Sadece insan ru­hundaki tesirleriyle anlaşılabilir. Emzirdiklerini unutan analar, çocuğunu düşüren hamile kadınlar ve sarhoş olmadıkları halde sarhoşlar gibi sarsak sarsak yürüyen insanlar.. Bir anne, memesi ağzın­daki yavrusunu neden unutur? Ancak düşünce ve idrakten eser bırakmayan korku ve dehşetten: "Ama Allah'ın azabının çok çetin olmasındandır."
Kıyamet olayının meydana gelmesiyle mevcud düzen bozulup altüst olur. Ancak bu olayı doğuran sarsıntı öylesine ani ve şiddetli olacak ki, canlı olan her şey şaşıracak, ne yapacağını düşünemiyecek. Böyle bir olayı kimlerin göreceği, kimlerin ona şahid olacağı belli değildir. Ama mevcud düzenin bütü­nüyle bozulmasını gerçekleştirecek bu olayı meyda­na getiren Allah'ın ne kadar üstün bir kudrete sahip olduğu söz konusudur. Elbette O'ndan korkmamız gerekmektedir. Çünkü koyduğu kanunlar, hazırladı­ğı plan ve programlar aksamadan, şaşmadan hede­fine doğru gitmektedir. O'nun planına uyanlar mut­lu olurlar, uymayanlar kendilerine haksızlık etmiş bulunurlar. İşte önemli olan bu inanca sahip olmak ve hayatı bu doğrultuda düzen ve dengede tutmak­tır.
Kıyamet, içinde yaşadığımız dünyanın ve onun bünyesinde yeraldığı evrenin parçalanıp dağılması ve bütün şuurlu varlıkların hesap vermek üzere Yaratıcı'nın huzurunda, mahiyetini bilemeyeceğimiz bir biçimde kıyam etmesidir. O gün Allah bütün tar­tışmaları sonuçlandıracak, çelişmeleri bitirecek ve hayat macerasından herkesi hesaba çekerek iyilikle kötülüğün karşılıklarını verecektir.[12]
Buraya kadar anlattıklarımız, kıyametin akla ilk gelen manasıdır. Kur’an iyi tetkik edildiğinde gö­rülür ki, bu büyük ve genel kıyametten başka sayı­sız küçük kıyametler, varlıklar dünyasını doldur­muş bulunmaktadır.
Hayat sahnesinde her an milyonlar ve milyon­larca kıyamet yaşanmaktadır. Kainat bünyesinde bir hiç denecek kadar küçük bir yer tutan insan vücudunda da, her an binlerce kıyamet yaşamaktadır.
Her varlık birçok kıyamete sahnedir. Fakat her varlık daha büyük bir varlığın sahne olduğu kıya­metlerden de biridir. Binlerce kıyamete sahne olan bedenimiz, bir gün, büyük kürenin kıyametlerinden biri olacaktır. Ve o büyük küre de, bir gün içinde bu­lunduğu güneş sisteminin kıyametlerinden birine konu teşkil edecektir. Güneş sistemi, içinde bulun­duğu bir başka bütünün parça kıyametleri olacaktır. Kur’an'ın eşsiz ifadesiyle;
"Yaratıcı'nın yüzünden başka her şey helak olacaktır. Hüküm ancak, O'nundur ve hepiniz O'na döndürüleceksiniz." (Kasas: 28/88)
Kur'an ve hadis iyi tetkik edilirse görülür ki, on­larda geçen kıyamet kelimesi, şuraya kadar açıkla­dığımız kıyametlerden bazen birini, bazen öbürünü, bazen de hepsim birden ifade eder. Hadis veya ayet, bir sosyolojik değerlendirme yapıyorsa, kıyamet sö­zü "toplumun çöküşü" anlamını taşıyacaktır. Örne­ğin, bir hadiste: "Emanetler, görevler layık olma­yanlara verildiğinde kıyameti bekle" denilmektedir. Çünkü; emanetlerin ehil olmayan ellere geçmesi toplumu yıkar. Yani, burada bir "sosyolojik kıyamet" söz konusudur.
İsra Suresi, 16. ayet şöyle diyor:
"Biz bir ülkeyi batırmak istediğimiz zaman, onun servet ve refahla şımarmış kesimlerine emirler veririz. Ve onlar, bu emirlere sırt döner, yönetimi kötülüğe alet ederler. Bunun üzerine, o ülkeyi batırmak gerekli olur ve biz onun altını üstüne getiririz."
Burada da bir sosyolojik kıyamet tablosu çizil­mektedir. Toplumu sömüren şımarmış, azmış odak­lara Yaratıcı Kudret fırsatlar veriyor, fakat onlar buna kulak asmayarak zülüm ve tahriplerine de­vam ediyorlar. Nihayet, o toplum batıyor.
Biz bu batışları, değişik isimler ve tablolar ola­rak seyrediyoruz. Sistemler, rejimler değişiyor, dev­rimler birbirini izliyor, imparatorluklar dağılıyor ve nihayet dünya haritası durmadan değişiyor. Bütün bunlar din terminolojisindeki kıyamet deyişinin be­lirişleridir.[13]

 Müşriğin Hâli-Gökten Düşenler


"Allah'a ortak koşmadan, hâlis olarak Allah'ı birleyenler olun. Kim Allah'a ortak koşarsa o, sanki gökten düşmüş de kendisini kuş kapıyor veya rüzgâr onu, uzak bir yere sürüklüyor gibidir" (Hac, 22/31).
Bu âyet-i kerîmede müşriğin halini canlandıran çok zengin bir temsil vardır. Bir çok hey'etten çıkarılmaktadır. Bu temsildeki iki teşbihin, teşbihi mürekkeb veya teşbih-i mufarrak olduğu hususunda müfessirlerce değişik değerlendirmeler yapılmıştır. Eğer teşbih mürekkeb ise, mânâ şöyle oluyor: Allah'a şirk koşan kendisini sonu olmayan bir helak ile mahvetmiştir. Onun hali, gökten düşen ve onu kuşlar kapan ve kuşların midesinde parçalanıp dağılan, yahut da rüzgârın onu birtakım uzak helak yerle­rine sürükleyip savurduğu kimsenin haline benzer. Teşbih mufarrak alınırsa, îman, yüksekliği bakımından göğe; îmanı terk edip Allah'a şirk koşan müşrik kimseyi de gökten düşene; fikirleri dağıtan nefsânî arzuları da gökten düşeni kapan kuşlara; İnsanı sapıklık vadisine süren şeytanı, estiği zaman helak edici uçurumlara sürükleyen ve düşüren rüzgâra benzetmiş oluruz.[14] Şirk ile insan îmanın zirvesin­den, küfrün alçaklığına düşmüş olur. Çünkü aşağılık heva ve hevesler fikirleri dağıtır. Şeytan da insanı sapıklığa sevkeder. Âyetteki atıf harfi "Ev", tahyîr için alınırsa, müşrik ya ona, ya buna benzer demektir. Tenvî' için alınırsa, müşrikler çeşitlidir; hiç kurtuluşu olmayanlar olduğu gibi, tevbe ile kurtulabilecek olanları da bulunur gibi, bir manâyı da anlatır.[15] Bu düşüş mürted hakkında olursa manâ açıktır. Başkaları hakkında ise, fıtrat itibariyle ve ondaki po­tansiyeli fiil yerine koymak suretiyle olur.[16] Müşriğin parçalanması şirki yüzünden yüksekten (ulvîlik) düştüğünde ilk hatıra gelen durumdur. Yâni semâdan düşer ve parçalanır.[17] Zâten şirkte dağınıklık ve parçalan­ma esastır, birlik yoktur.[18]
Bu âyetteki temsil bizim hatırımıza bir de şöyle bir mânâ doğurmaktadır. Bir kimse şirke düşünce, artık o, hakîkî sahibinden bağını koparmış, sahipsiz kalmıştır. Manen îman'ın yüceliğinden ayrılarak sükût eden sahipsiz kimseyi, her gücü yeten ve hattâ yırtıcı hayvanlar ve kuşlar bile kapıp parçalar. Şirk işte böyle helak edicidir.[19]
Bu ayette "gök" insanın asli fıtratı anlamında­dır. İnsan başkasının değil Allah'ın kuludur ve yara­tılıştan tevhid ilkesini kabule hazırdır. Bu nedenle peygamberlerin davetini kabul edenler fıtratlarında sabit kalırlar ve yükselirler. Bunun aksine Allah'ı inkar eden veya O'na ortak koşan kimse ise bu asli fıtrat "gök"ünden düşer. İşte o zaman ya örnekteki düşen adamı kapan kuşlara benzer, lider ve şeytan­ların kurbanı olur, ya da örnekteki rüzgara benze­yen arzu, istekler veya nefsinin kölesi olur. Bunlar onu diğer tarafa doğru alçaltırlar ve sonunda onu sapıklığın en derin çukuruna götürürler.
Ayetin sonundaki "sahik" kelimesi "sahak" tan türemiştir. Parçalanmış, ezilmiş anlamına gelir. Sa­hik, içine bir şey düştüğünde parçalanacak kadar derin bir yere denir. Burada ise sahik, ahlaki ve dü­şünce bakımından, içinden çıkılması mümkün olma­yan derin uçurumlar anlamında mecazen kullanılmıştır. Yani böyle bir yere düşen kimse, ahlaken pa­ramparça olur.
Bu gerçekten, Allah'a şirk koşan insanların dos­doğru bir tasviridir. Onlar imanın o üstün zirvele­rinden yuvarlanarak yokluğun içerisine gömülüyor­lar ve mahvoluyorlar. Çünkü dayandıkları ana kay­nağı kaybediyorlar. Tevhid kaidesinden mahrum bu­lunuyorlar. Sığınacakları emniyetli sığınağı yitiri­yorlar. Arzu ve heveslerin elinde paramparça olu­yorlar. Hurafeler onları parçalıyor ve yerlerini savu­ruyor. Çünkü onlar sarsılmaz kaynağa sarılmıyor­lar. Kopmaz ipe bağlanmıyorlar, sabit bir kaideye oturmuyorlar. Ve kendilerini içinde yaşadıkları ka­inata bağlayan bağlardan mahrum bulunuyorlar.
Şirk Kur'an'da türevleriyle birlikte 150 küsur yerde geçer. Bunların çoğu fiil halinde (geçmiş ve şimdiki zaman kipleri) yer alır. Bu demektir ki şirk insanlık bünyesinde bir pasif kavram değil, bir sü­rekli aktivitedir.
Din dilinde şirk, Allah'a, yani tek olan Yaratıcı Kudret'e zatında (sayı olarak) veya tasarrufunda (yapıp etmelerinde) ortak tanımaktır. Başka bir de­yimle, şirk: "Uluhiyetin özelliklerinden birini bir başkasına tanımaktır." Bu, açık ve şuurlu olursa "açık şirk", örtülü ve şuursuzca olursa "gizli şirk" adını almaktadır.
Her şeyden önce, "şirk çok büyük bir zulümdür." (Lokman: 31/13) Zulüm, karanlık, manasında olduğuna göre şirk tam bir karanlık, tam bir kaostur. İşte yu­karıda verdiğimiz ayet şirkin insanı sürüklediği kaosu, boşluğu, huzursuzluğu anlatmaktadır.
Şirk, varlık ve oluşun yaratıcı prensibine ters düşmek olduğundan, prensibin bir uzantısı olan in­sanı desteksiz, yolsuz ve yönsüz bırakmaktadır. Ya­ratıcı şuurla bağı kopan insanın varlıkla kaynaşma­sı tarumar olur ve oluşun ahengiyle perdeleri uyuş­madığı için sürekli didiklenir ve dejenere olur. Bu dejenerasyon öylesine ileri bir noktaya varır ki, şirkin sana öz evladını öldürmeyi bir meziyet olarak gösterebilir.[20]
Demek oluyor ki, şirk, Yaratıcı Kudret'in nite­liklerini yaratılmışa vererek, oluşun yolunu tıkıyor. Yahut da, oluşun sunduğu armoniyi bozup varoluş zevkini lekeliyor. Bu yüzdendir ki, "Allah'a şirk ko­şan, çok büyük bir sapkınlık ve karmaşa içine düş­müş olur." (Nisa: 4/48)
Kur’an'ı Kerim, şirkin, Allah'ın sınırsız merha­metine bağlı affın dışında kaldığını ifade eder.[21] Bunun daha açık anlamı şudur: Şirk içinde bu alemden ayrılanlar, Allah'ın affını bekle­yemezler. Çünkü ilahi af, varlık ve oluştaki Yaratıcı prensibin bir aktivitesidir. O prensibe inanmayanın o aktiviteden bir şey beklememesi gerekir. Nitekim şirk içinde öbür aleme geçenlere orada, rahmet ve bağış dilediklerinde şöyle denecektir: "Allah'a ortak koşmada dayandıklarınız, ortaklarınız nerede?" (En'am: 6/23; Nahl: 16/27; Kehf: 18/52; Kasas: 28/63).
Şirk dışında kalan tüm günahların, Allah istedi­ği takdirde, affedileceğini Kur'an açıkça bildiriyor.[22] O halde şirkten ve onun sonuçlarından kurtulmak sadece tevhidi kabul ve ikrar ile mümkün olmaktadır. Bundan doğal ve adil bir sis­tem düşünülemez. Varlığını kabul etmediği bir kud­retten bir şey beklemek kimsenin hakkı değildir. Şirk, Kudret'in varlığını inkardır. Ve kudret bunu bağışlamıyor. Kudret'i kabul edip yanlışlar, isyanlar sergileyenler ise, varlığını kabul ettikleri rahmet kaynağına sığınabilirler. O, dilerse onları bağışlar, dilerse hak ettikleri cezayı çektirir.[23]

Sahte Tanrılar Hakkında


"Ey insanlarl Size bir temsil getirildi, simdi onu dinleyin: O Allah'dan başka yalvardıklarınız (var ya), onların hepsi bir araya toplansalar, bir sinek bile yaratamazlar. Sinek onlar­dan bir sey kapsa onu sinekten kurtaramazlar. İsteyen de âciz, istenen de!" (Hac, 22/73)
Bu âyetin mânâsı şu demektir: Şu garib hale bakın: Si­zin ilâh yerine koyup taptığınız putlar, bir araya toplansalar, Allah'ın en zayıf ve diğerlerine göre en basît bir ya­ratığını bile yaratamazlar. Yaratma şöyle dursun, sinek onlardan bir şey kapsa, onu bile kurtaramazlar, isteyen de âciz, istenen de.
Âyetteki "isteyen", putlardan dileklerde bulunan müşrikler, "İstenen" de, putlar olabileceği gibi, kendisinden sineğin kopardığı parçayı isteyen put, istenen de, onu geri vermeyen sinek olabilir.[24] İbn Abbas (ra)dan rivayete göre, puta tapanlar, putlarına koku ve bal sürerler, üzerlerine de kapıları kilitlerlermiş. Delikten giren sinekler balı yerlermiş. Putlar kendilerini sineklerden koruyamazlarmış. Âyette Kureyş müşriklerinin cahillikleri, akıllarının zayıflıkları başlarına vurulur ve şeytanın onları nasıl hükmü altına aldığı bu temsille gözler önüne serilir.[25]
Âyette her ne kadar cansız putlar öne çıkarılmış gibi görünüyorsa, canlı, cansız, akıllı, akılsız her türlü Allah'dan başka  mabud  kabul  edilen  sahte  tanrılar bu  âyetin şümulüne girer.[26] Çünkü âyetin baş tarafı yaratmayı esas almaktadır. Akıllı olsun olmasın hiç bir varlık, değil bir sineği, bir zerreyi bile yaratamaz. Yaratıcı tek olduğu için hak ma'bûd da tekdir, o da Allah Teâlâ’dır. Âyetin son cümlesinin el-meselü's-sâir (atasözü) haline geldiğini yu­karıda belirtmiştik.[27]

52- Kâfirlerin Amelleri


"İnkâr edenlerin işleri engin çöllerdeki serap gibidir. Susayan kimse onu su zanneder; fakat oraya geldiğinde hiçbirşey bu­lamaz. Orada Allah'ı bulur ve O da onun hesabını görür. Allah, hesabı çabuk görendir. Veya (o ameller) engin denizin karanlıklarına benzer, onu üstüste dalgalar ve dalgaların üstünde de bulutlar örter; karanlıklar üstünde karanlıklar... İnsan elini uzattığı zaman nerede ise onu bile göremez. Allah'ın nûr vermediği kimsenin nuru olmaz." (Nûr, 24/39-40).
39.  âyette kâfirlerin amelleri, bu sefer bir seraba benze­tiliyor.  Onu  su  zannedip  yaklaştıklarında,  haybet  ve hüsranla karşılaşıyorlar. Çünkü amellerini bâtıl tanrılarına yaklaşmak için yapmışlardı.[28] Bu meselde kâfir de susuz kalan kimseye benzetilmiştir.
40.  âyette ise, kâfirlerin iyi diye güvendikleri amelleri, kara kara bulutlarla kaplı havada, derin denizlerde, birbiri üstüne binen dalgaların karanlıklarına benzetilmiştir. Yahut da iyi amelleri, ahirette bir serap gibi, kötü amelleri de karanlıklar gibi olacaktır. Yahutta onlar dünyada karanlıklar gibi, ahirette bir serap gibi olacaktır. Bunlar öyle koyu ka­ranlıklardır ki, insan elini çıkarınca nerede ise kendi elini göremez.[29] Ayet, dehşetli bir sahne temsil ve tasvir etmek­tedir. Bu temsildeki ikinci örnek, onların hissiyat, fikir, itikâd ve zihniyetlerine de şâmildir.[30] Allah'ın nûr verme­diğinin nuru olmaz. Bu mefhûmun muhalifinden, mü'minlerin amellerinin ahirette kendilerine bir nûr geti­receği anlaşılabilir.[31]

Nûr Temsili


"Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nuru, içinde lâmba bulunan bir kandil yuvasına benzer. Lamba cam içerisindedir. Cam ise, sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır. Ne doğuya ve ne batıya ait olmayan mübarek bir zeytin ağacından yakılır. Bu öyle (saf) bir yağdır ki ateş değmese de nerdeyse ışık verecektir. (Bu ışık da) nûr üstüne nurdur. Allah dilediği kimseyi nuruna iletir. Allah insanlara (böyle) misaller verir. Allah her şeyi bilir" (Nûr, 24/35).
Bu âyetteki nûr temsili çok çeşitli şekillerde izahlara yol açmıştır. Mânâsı müteşâbihdir. Bu âyet hakkında müstakil eserler bile yazılmıştır. İmam Gazzâlî (505/1111)nin Mişkâtü'l-Envâr'ı bunlardandır. Bu mesel, Kur'ân-i Ke­rim'de kamin (gizli) meselin güzel bir örneğini teşkil eder;
Allah göklerin ve yerin nurudur, demek, Allah gökleri ve yerleri aydınlatan nurun yaratıcısıdır, göklerin ve yerin münevviri yani aydınlatıcısıdır, göklerin ve yerin nurunun sahibidir, gibi mânâlara gelir. Yani yaratılmış nûr, mânâsında değildir. Çünkü o nurun yaratıcısı olduğunu Allah Teâlâ Kendisi En'âm sûresinin birinci âyetinde haber vermektedir. Eşya nasıl ışıkla görülüp biliniyorsa, bütün varlıklar da ancak Allah Teâlâ ile varlık kazanmakta ve O'nun kayyûmiyyeti ile varlıkta durmaktadırlar. Bütün Âlemleri meydana çıkaran, kâinatı gösteren, hakikati bildi­ren, gözleri ve gönülleri şenlendiren O olduğu için, meca­zen, "Allah göklerin ve yerin nurudur." denilmiş olabilir.[32] Bu âyete göklerin ve yerin müdebbiri, yani idare edeni mânâsı da verilmiştir.[33] Yine bu âyetin mânâsı olarak,"Gökler ve yer ehlinin hadîsi, yani yol göstericisi" rivayeti de vardır.[34] Bunlar, O'nun nuruyla yollarını bu­lurlar. Bu nurun göklere ve yere izafesi, çok parlak, geniş, hissî ve aklî, onların her türlü nurunu ihtiva etmesinden dolayıdır.[35]
İmam Gazzâlî, Mişkâtü'l-Envâr isimli eserinde, "Esas nûr Allah'dır. O'ndan başka nûr yoktur. O külli nurdur. Çünkü nûr, eşyanın kendisiyle keşfedildiği şey demektir(...) Duyular alemindeki bütün eşya ve renkler, o nûr olmasaydı, meydana çıkamazdı, hatta var olamazdı. Gerçek varlık Allah olduğu gibi, gerçek nûr da O'dur. Bütün nurlar O'nun nurundan müsteârdır." der[36], İmâm Fahreddin er-Râzî (606/1209) "Allah'ın göklerin ve yerin nuru olmasının mânâsı, gökler ve yer ehline hidayet etmesidir." der ve İmâm Gazzâlî'yi yukarıdaki görüşünden dolayı tenkid eder.[37] "O'nun nurunun benzeri, içinde lamba bulu­nan kandil yuvası gibidir." kısmındaki nurun, gökler ve yerdeki aklî ve sem'î deliller olduğu, Kur'ân olduğu, nitekim Kur'ân'a "nûr" da denmektedir (Nisa, 4/174), hak ve hakikat olduğu benzetme yönünün aydınlık ve açıklık olduğu, Beyhakî'nin el-Esmâ ve's-Sıfat'in da olduğu gibi, mü'minin kalbindeki hidayet mânâsına geldiği, iman mânâsında olduğu ve Hz. Muhammed (as) demek olduğu gibi çok çeşitli mânâlara mütehammil bir temsildir.[38] "Mü'minin kalbi kandil gibidir." de denilmiştir.[39] Mişkât (kandillik) parlaktır, içinde de parlak cam vardır. O cam fanusun içerisinde de, çok parlak bir lamba vardır. Lambanın camı, sanki inciden bir yıldız gibi parlamaktadır. Mübarek bir zeytin ağacından yakılır. O ağaç ne şarka ne garba kapalıdır. Her taraftan güneş alır. Bu ağartan elde edilen zeytin yağı o kadar berraktır ki, nerede ise, ateşlemeden, kendisi parlayacak. Bütün bunlar içiçe nûr halkalarıdır. Bu, nûr üstüne nurdur. Mü'minin kalbi, mişkâte, Hz. Peygamber (as) de, cam fanusa (zücaceye) benzetilmiştir; Bu cam, ne doğuya ne batıya mensub olmayan, yani nurunu ilâhî vahiy ile, Alîah'dan alan bir camdır. Kandilin yağı, Hz. Peygamber (as)in, o kadar kabi­liyetli olduğunu gösterir ki, nerede ise kendisi hidayetle parlayacak. Onun kalbindeki ve dilindeki ise Kur'ân'dır ve en içteki lamba (misbah) ile temsil edilmiştir. Bütün bunlar içice, Allah'ın, Hz. Peygamber (as)e vahiy akımını verme­siyle, nûr üstüne nûr misali, mü'minin kalbi olan mişkâtta aydınlık saçarlar.
"Allah dilediğini nuruna ulaştırır." kısmındaki nûr keli­mesi ise, islâm diye tefsir edilmiştir. Allah insanlara böyle temsiller getirir ki, onlar ilâhî gerçekleri anlasınlar... Kâinat, Allah'ın bir nûr tecellîsidir. Çünkü maddenin en küçük parçası olan atomlar parçalanınca, ışık, ısı ve enerjiye dönüşmektedir.[40] Bu âyet işte böyle çok yüklü mânâlar taşıyan bir temsildir. Şüphesiz herşeyin en doğrusunu Allah bilir.[41]

 Körlük İçinde Şaşkınca Dolaşanlar


"Ahirete inanmayanlara gelince; biz onlara kendi yapmakta olduklarını süsleyivermişiz; böylece onlar, "körlük içinde şaşkınca" dolaşmaktadırlar." (Neml: 27/4)
Ahirete inanmak imanın bir rüknüdür. Tevhid ve peygamberlik kurumuyla beraber bir mümin, bu­na da inanır. Ancak bu husus burada, onun asıl önemli yönünü ortaya koymak için ayrıca zikredil­miştir. Burada gaye, ahirete inanmayan kimseler için, Kur’an'ın öğrettiği yolu takip etmenin imkan­sızlığını vurgulamaktır. Çünkü bu şekilde düşünen kimselerin, hayır ve şer konusundaki ölçülerini do­ğal olarak bu dünyada görülen sonuçlar tayin eder. Bundan dolayı, bu gibi insanların hayrı ve şerri ahiretteki kazanç veya kayıp ölçüsüyle tayin etmeyi hedef alan herhangi bir nasihati veya hidayeti ka­bul etmeleri mümkün değildir. Onlar, dünyevi ka­zanç ve ahiretle ilgili menfaat arasında kaldıkları ilk durumda, ahiret kayıpları hususunda en ufak kaygı duymaksızın kendilerini rahatlıkla dünya menfaatlerinin bulunduğu yöne bırakıverirler.
"Yaptıklarının kendilerine süslü/güzel gösteril­mesine" gelince, bu Allah'ın tabiattaki kanununun (Sünnetullah) ve insan ruh yapısının/mantığının bir sonucudur. İnsan, hayattaki mücadele sonuçlarının sadece bu dünya ile sınırlı olduğuna, dünyada yaptı­ğı işlerden dolayı hesaba çekilmeyeceği ve neticede, yaptıklarının hayır veya şer olduğu konusunda ka­rar verecek herhangi bir mahkemenin varlığına inanmadığı zaman, bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak hayata karşı, kendi iç dünyasında maddeci bir görüş ve anlayış geliştirir.
Yine aynı şekilde kişi, dünya hayatında işlediği amellerin gerçek değerleriyle uygun olarak mutlaka karşılık göreceği bir öte dünya hayatının varlığına inanmazsa, o kimse doğal olarak hayat konusunda bencil bir kanaate sahip olur. Bunun neticesi olarak, Hakk ile batıl, hayır ile şer ve ahlak ile ahlaksızlık arasında geçen her türlü mücadele bu insana bütünüyle manasız gelir. O takdirde kendisine, zevk ve neşeyi, maddi gelişme ve serveti, güç ve otoriteyi sağlayan herşey ona göre iyi olacaktır. Bunları sağ­layan hayat anlayışı, hayat tarzı ve ahlak sisteminin şu veya bu felsefeye dayanmış olması onun için önemli değildir.
Sonuçta, böyle bir kimsenin, hak ve gerçekle il­gisi kalmaz. Onun tek düşüncesi, sadece bu dünya hayatının başarılarını elde etmek ve nimetlerini devşirmek olacaktır. Bunları elde etme kaygısı ister istemez onu, her konuda yoldan çıkaracaktır. Daha sonra bu kanaatle dünya menfaatini elde etmek için yapacağı her hareket, ona güzel ve hoş görünecektir.
Ayrıca, kendisi gibi dünya nimetlerini elde etme ko­nusunda aşırı tutku göstermeyen, bu hususta fazla bir şey yapmayan ve bu gaye için hiçbir ahlaki sınır­lamayı tanımadan herşeyi göze almayanları da saf kimseler olarak görecektir.
Allah insan nefsini, hidayet işaretlerine gönlü­nü açtığı zaman hidayete gidebilecek tarzda, hida­yet ışıklarına gönlünü kapadığı takdirde körelecek tarzda yaratmıştır. Gerek hidayete erme, gerekse körelme halinde Allah'ın geçerli iradesi tecelli eder. Verdiğimiz ayette ahirete inanmayanlar için Al­lah'ın kanunu hükmünü yürütmüş, bu insanlara ar­zu ve isteklerini kendileri için süslü ameller şeklin­de göstermiştir. Buradaki güzel gösterişin ifade etti­ği anlam budur. Bu kötü hareketleri kendilerine gü­zel göründüğü için onlar bocalayıp kalmakta, iyi ile kötü arasında ayırım yapamadıklarından doğruyu bulamamakta, körlük içinde şaşkınca yuvarlanmak­tadırlar.
Gerçekte Allah'ın, inanmayanların işlerini göz­lerinde süslemesi, yarattığı sosyolojik yasasına işa­rettir. İnsan düşünmeden, babasından, dedesinden gördüğü şeyleri yapa yapa o işe öyle alışır ki artık onu yapamayınca duramaz, rahat edemez olur. As­lında yaptığı iş kötü de olsa, insan alıştığı işi iyi sa­nır. Bu toplumda sosyolojik yasaların bir sonucudur. Yaptığı iş, insanın gözünde süslenir. Onu süsleyen, düşünmeden o işi yapa yapa kazandığı alışkanlıktır.
Alışkanlık, Allah'ın yarattığı doğal yasalar so­nucunda oluşur, ama insan iradesini kullanırsa kötü alışkanlıklardan kurtulabilir. Düşünmeyince, ira­desini kullanmayınca da toplumdan edindiği alış­kanlıkların kurbanı olup gider. Bu alışkanlıklar, Al­lah'ın yarattığı psiko-sosyolojik yasalar sonucu mey­dana geldiği için Allah'ın, onların yaptıkları işleri gözlerinde süslü gösterdiği şeklinde ifade ediliyor. Bu ifade onları düşünmeğe ve bu kötü işlerden vaz­geçmeye çekme amacına yöneliktir. Bu maksatla söylenmiş olan bu ifadede bir kınama vardır.
Biz de bugün hatasında ısrar eden insan için: "Allah bir kere gözünü kör etmiş" deriz. Bu sözü­müzle o adamın inatçılığını, düşüncesizliğini anlat­mak isteriz. Yoksa amacımız o kişinin hatasını Al­lah'a yükleyip onu sorumluluktan kurtarmak, temi­ze çıkarmak değildir, "onların amellerini süsledik" ayetinin amacı da ahireti inkar edenlerin düşünme­den hareket ettiklerini vurgulamaktır.
Ahiret, Kur'an'ı Kerim'de en çok geçen terimler­den biridir. Kelime anlamıyla, sonra, sonradan ge­len, daha sonra olacak olan demektir. Kur'an bu ke­limeyi, karşıtı olan ulâ (önceki, önce olan) kelimesi ile birlikte kullanır. Ahiret-ulâ ilişkisinde Kur'an'ın benimsediği evrensel prensip şöyle verilmektedir:
"Şu bir gerçek ki, ahiret senin için uladan daha ha­yırlıdır." (Duha: 93/4)
Ahiret kavramı, Kur'an diyalektiği açısından baktığımızda şöyle ifadeye konulmaktadır: İçinde bulunduğumuz anın ardından gelen zaman ve için­de bulunduğumuz boyutun üstündeki boyut. Ahiret mutlak anlamda daha sonrası şeklinde ifade edilebilir. Bulunduğumuz an ve boyut ne olursa olsun, onun bir sonrası ve üstü vardır.
O halde, ahirete iman, en geniş anlamda, haya­tın ve oluşun sürekliliğine imandır. Her an bir önce­ki ana göre ahirettir. İnsan bu ahiretler serisinden her birinin hesabını vermek durumundadır. Burada Hz. Peygamberin iki hadisini hatırlatmak gerekir: "İki günü birbirine eşit geçen aldanmıştır." Ve: "Ben her gün 70 kez Allah'tan affımı dilerim." Bu hadis­lerde ortaya konan espri, yaratıcı ruhun her an yeni bir oluş sergilediği ve bir önceki halini noksan gör­düğü gerçeğidir.
Kur’an'ı Kerim’in ahiretle ilgili tespitleri ince­lendiğinde, şu sonuçlara ulaşılabilmektedir: "Her sonraki an bir öncekinden daha ileri ve üstündür. Çünkü hayat geriye adım atmaz." Gidiş sürekli iyi­ye ve güzeledir.
Bunlardan çıkabilecek bir sonuç da şudur: Son­suz sayıda ahiret vardır. Çünkü oluşun ve insanın tekamül aşamaları sonsuzdur. Ancak şunu da unut­mamak gerekir. Kur'an'ı Kerim ahiretle insanlığın son hesap gününü de kastetmektedir ki, biz bunu günlük dilde mahşer, bazen de kıyamet terimleri ile ifade etmekteyiz.
Bu son anlamda ahiret, Kur’an'da ahiret hayatı ve ahiret yurdu olarak dile getirilmektedir ki, en ge­niş anlamıyla, ölümden sonraki hayat demektir. Ve bu anlamda ahirete iman Kur’an'ın sonsuz kurtulu­şu garantilemede şart koştuğu kabullerden biridir. [42]

 Dişi Örümceğin Evi-Allah'tan Başka Dost Edinenlerin Hali


"Allah'dan başka dostlar edin(ip onlara bağlan)anların hali, kendisine bir ev yapan örümceğin hali gibidir. Halbuki evle­rin en çürüğü örümcek yuvasıdır, keşke bunu bilselerdi Doğrusu Allah, Kendisini bırakıp da yalvardtkları şeyi bilir. O güçlüdür, hikmet sahibidir. Biz insanlara bu misalleri ve­riyoruz ama, onları ancak âlimler anlar." {Ankebût, 29/41-43).
Bu âyetteki temsilde, putlara tapan müşriklerin dini, örümcek yuvasına benzetilmiştir, o kadar çürüktür.[43] Güvendikleri putlar da o kadar zayıftır.[44] Bundaki vech-i şebeh bu yuvanın zayıflığı ve onları sıcak ve soğuktan, zarar ve şer gibi hiçbir şeyden koruyamamasıdır.[45] Âyette "ilâhlar" denilmeyip de "Evliya", dostlar denilmesi, yalnız açık şirki değil, gizli şirki de iptale işaret etmek içindir. Çünkü başkasına gösteriş ederek, riya ile Allah'a ibâdet edenler de Allah'dan başka dostlar edinmiş olurlar. Onun meseli de örümcek meseline benzer.[46] O halde insan örümcek ağı gibi şirke değil, vâhid, gâlib ve kahir olan Allah'a inanıp güvenmelidir.[47]
Ayette, Allah'tan başka veliler (koruyucu dost­lar) edinmiş olanların, dayandıkları dostlar örüm­cek ağına benzetilmiştir. Örümcek ağı nasıl zayıf, ufak bir rüzgara, hafif bir dokunmaya dayanıksız ise onların dayandıkları tanrılar/ilahlar/azizler de öyle zayıf, öyle acizdir.
Bu örnekte çok güzel bir incelik vardır. Anke­but, dişi örümcek demektir. Erkeğine "ankeb" deni­lir. Halk arasında "karadul" da denilen bu dişi örümcek, kendisine sevgi ve dostlukla teslim olanla­rı kullanıp mahvetmede çok tipik bir yaratıktır. Çiftleşmeden sonra eşini öldüren dişi örümceğin evi, en yakın dostuna bile felaket yeri olduğu gibi, oraya giren sinekler ve böcekler için de ölüm ağıdır. İşte Allah'tan başka tapınılan, sığınılan şeyler de tıpkı dişi örümcek ağı gibi sığınanları felakete götürür.
Ayette, ikinci bir anlam boyutu vardır: O da örümcek ağına sığınmanın sergilediği ahmaklığa dikkat çekmektir. Örümcek ağı tel tel alındığında zayıflığın değil, gücün sembolü olabilir. Gerçekten de: "Örümcek ağının iplikçikleri, aynı kalınlıktaki çelik telden daha güçlüdür. Bir Örümceğin sargıladı­ğı 0, 007 mm kalınlıktaki amino-asit zincirinden oluşan bir telin % 22 uzama kapasitesi vardır ve 4 gr ağırlık taşıyabilir.
Ne var ki, böylesine güçlü tellerle yapılan evin sahibine teslim olanlar karadulun ihanetiyle helak olmaktan kurtulamazlar. Kur’an böylece örümcek ağında saklı bir ihanete, bir de bu ağın görünüşte sergilediği tutarsızlığa aynı anda dikkat çekerek Al­lah'ın dışındaki (şüreka) güçlere bel bağlayanların ikili bir felakete teslim olacaklarını göstererek san­ki şöyle diyor:
"Sizin, kainatın sahibi ve hakimine değil, hiçbir gücü olmayan kullara ve hayali tanrılara inanç üze­rine bina ettiğiniz oyuncak ümit evleri, aslından örümcek ağından başka bir şey değildir. Örümcek ağı nasıl yavaş bir parmak darbesine bile dayanamazsa, sizin ümitleriniz için bina ettiğiniz oyuncak ev de Allah'ın düzeni ile ilk karşılaştığında yerle bir olur. Sizin batıl inançlar ağı ile uğraşmanız cehalet­ten başka bir şey değildir. Eğer siz gerçek bilgiye sa­hip olsaydınız, hayat düzeninizi temelsiz direkler üzerine bina etmezdiniz. Gerçek şu ki, kainatta Alemlerin Rabbinden başka hiç kimse kudret ve oto­riteye sahip değildir ve güvenilebilecek tek destek O'nun desteğidir."
Fahrü'r-Razi de verdiğimiz bu ayette Allah'ın dı­şındakiler anlamında "aliha" yani ilahlar denilmeyip "evliya" yani veliler denilmesine dikkatimizi çe­kerek, bu ayetin yalnız açık şirki değil, gizli şirki de kaldırmaya işaret ettiği söylemektedir. Bu tesbiti­nin gerekçesini de şöyle açıklamaktadır:
"Çünkü başkasına gösteriş ederek riya ile Allah'a ibadet edenler de Allah'tan başkasını veli edinmiş olurlar."[48]

 Tevhîd ve Şirk


"Allah size kendinizden bir temsil getirdi: Size verdiğimiz rızıklarda, emrinizde bulunan kölelerinizin de eşit surette hak sahibi olmalarına razı olur ve birbirinizi saydığınız gibi, bu ortaklarınızı sayar mısınız? İşte biz aklını kullanacak bir millet için âyetleri böyle uzun uzun açıklıyoruz" (Rûm, 30/28)
Temsilde müşriklere siz de bir insan olduğunuz halde, mallarınıza kölelerinizi ortak edip onları kendi ayarınızda sayar mısınız? O halde siz kölelerinizle eşit olmayı kabul et­miyor da, çoğu zaman cansız yaratıkları, onların Yaratıcısına eşler tutuyorsunuz, buyurulmaktadır.[49] Siz köle ile bir olmak istemiyorsunuz. Allah'ın kulu ile bir olmasını nasıl kabul ediyorsunuz? demek istenir.
Müşebbeh, Allah Teâlâ ve putlar, müşebbehün bih ise, hürler ve kölelerdir. Vech-i şebeh, bunların aralarındaki eşitsizlik halidir, işte temsil, manâları böyle gözler önüne dikecek şekilde tasvir etmektedir.[50]

Ölülere, Sağırlara Ve Körlere Çağrı


"Şimdi sen, ölülere (söz) duyuramazsın ve arka­larını dönüp giden sağırlara da çağrıyı duyuramaz­sın. Ve sen kendi sapıklıkları içinde kör olanları da doğruya iletici değilsin. Sen yalnızca, bizim ayetlerimize iman etmekte olanlara duyurabilirsin ki onlar müslümanlardır." (Rum: 30/52-53)
Verdiğimiz bu ayetler çok küçük farklılıklar dı­şında aynen Neml Suresi içinde de yer almaktadır. (Neml: 27/80-81) Hz. Peygamberi teselli etmeye yönelik bu ayetlerin anlamı şudur:
"Ey Resulüm! Sen Allah'a dayan, açık bir gerçek üzerindesin, yolun doğru söylediklerin doğrudur. Onların seni dinlememelerine üzülme. Onların söz dinlememesinde senin kusurun yoktur. Çünkü sen ölülere, sağırlara işittirecek değilsin. Ancak duyma kabiliyeti olanlara sözlerini duyurabilirsin. Yola gelmek istemeyen, saptıkları çıkmazı doğru yol sanan körleri doğru yola iletemezsin. Ancak ayetlerimize inanıp bize boyun eğenlere söz dinletebilirsin."
Yani, vicdanları ölmüş, ahlaki kişilikleri hayattan uzaklaşmış ve kendi nefislerine olan tapınma­ları, inatçılıkları ve gözü bağlılıkları yüzünden hak­kı anlayıp kabul etme yeteneklerini yok etmiş kim­selere söz dinletemezsin. Her şeyi duydukları halde hiçbir şeyi anlamayacak şekilde kalplerine ve zihin­lerine kilit vuranlara, tebliğ eden kişiden sakınıp kaçan bu tür insanlara ne bir şey işittirebilir, ne de bir şey anlatabilirsin. Körlerin elinden tutup hayat boyunca onları doğru yola getirmek senin görevin değildir. Sen sadece doğru yola rehberlik edebilir, sesini ancak bizim ayetlerimize iman eden müslümanlara duyurabilirsin.
Hakk'm kurduğu kusursuz düzeni ve akla ışık tutan, malzeme veren ondaki belge ve delilleri idrak etmeyip inkar fırtınası içinde maddeyi temel ve amaç seçenlerin kalpleri ölü, ruhları bitkin, vicdan­ları siliktir. Yüce Yaratan'ın varlığına, birliğine de­lalet eden yüzlerce belgeyi tesadüfe bağlamaları, kalplerinin iman ve irfan dirliğini yitirdiğinin başlı­ca şahididir.
Hakk'ın rahmet sesine kulaklarını tıkayan; Pey­gamberlerin tebliğ ve irşat sesinden, Kur’an'ın ilahi beyanından rahatsız olan materyalistler, putperest­ler ve şüphe içinde bocalayan münafıklara gelince, bunların hepsi de gönül, akıl ve vicdan kulağı yö­nünden sağırdırlar.
Doğru yolu eğrisinden ayırt edemeyen; saplanıp kaldığı küfür ve nifak bataklığını göremiyen; mev­cut her nimetin ilahi rahmetin birer eseri bulundu­ğunu fark edemeyen kalp, kafa ve vicdan gözü elbette kördür.
Bu durumda ne peygamber, ne de O'nun yolun­da yürüyen din mürşitleri ve ilim adamları ölülere seslerini duyurabilirler; sağırlara işittiremezler; körleri de eğri yoldan alıp onlara doğru yolu kabul ettiremezler. Meğer ki Allah'ın o kulları hakkında hidayet esintisi tecelli etmiş olsun.
Eşyada Hakk'ın damgasını, O'nun kudretinin izini gören müminlerin kalp ve kafaları Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in tebliğ ve irşat sesine açık bulun­maktadır. Çünkü sağlam köklü iman ancak bu sesle hayat bulup gelişme sağlayabilir.[51]

Işık Saçan Bir Kandil


"Ey Peygamber! Hiç kuşkusuz biz seni bir tanık, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Ve Al­lah'ın izniyle bir davetçi, ışık saçan bir kandil ola­rak." (Ahzab: 33/45-46)
Verdiğimiz ayette anılan beş sıfat, hem Cenab-ı Hakk'ın insanlara olan geniş iltifat ve rahmetini, hem peygamberlik görevinin ana çizgilerini, hem de halkı irşat etmenin metod ve yöntemini yansıtmak­tadır.
1- Şahit
Bu, Hz. Peygamberin aldığı ilahi buyrukları Al­lah'ın kullarına tebliğ edip onların bunu nasıl karşı­ladıklarına ve önce gelip geçen peygamberlerin de kendi kavim ve ümmetlerine tebliğ ve irşatta bulun­duklarına dair Hz. Muhammed (s.a.v.)'in şahit göste­rilmesi ve ahirette bunun için şehadette bulunması anlamına gelir. Peygamberin şahit olması, üç tür şehadeti kapsar:
a) Sözlü şehadet: Yani peygamber, Allah'ın dini­nin temel dayanakları olan ilkelerin gerçekliğine şehadet etmeli, bunların hak, buna aykırı olan herşeyin ise batıl olduğunu açıkça söylemelidir. Korku ve tereddüte kapılmaksızın Allah'ın varlığını, birliğini, meleklerin varlığını, öldükten sonra hayatın varol­duğunu, cenneti, cehennemi, insanlara garip görün­se, onunla alay etseler bile açıkça ilan etmelidir. Ay­nı şekilde Peygamber, Allah'ın kendisine vahyettiği sosyal hayat, medeniyet ve ahlakın temelini oluştu­ran kavram, ilke, değer ve kuralları bütün dünya bunları yanlış kabul etse ve pratikte karşı gelse bile insanlara açıkça göstermeli; varolan veya bu ilkele­re ters düşen kavram ve düşünceleri reddetmelidir. Peygamber, Allah'ın kanunlarına göre ne haramsa -bütün dünya o şeyi helal kabul etse bile- onu haram etmeli ve Allah'ın kanunlarına göre ne helalse -bü­tün dünya o şeyi haram kabul etse bile- onu helal ilan etmelidir.
b) Uygulamada şehadet: Yani Peygamber, bü­tün insanlara sunmak üzere görevlendirildiği şeyle­ri önce kendi nefsinde uygulayarak göstermelidir. Onun hayatı, kötü dediği şeylerden uzak olmalı ve kişiliği iyi, mükemmel diye adlandırdığı davranışla­rı yansıtmalıdır. Farz dediklerini ilk önce kendisi yapmalı, günah dediklerinden sakınmaya en fazla kendisi dikkat etmelidir. Onun karakter ve davra­nışları, davetinde ne kadar samimi olduğuna şehadet etmelidir. Onun şahsı, getirdiği talimatın öyle bir modeli olmalıdır ki, onu gören bir kimse, tüm dünya, davet ettiği iman ile nasıl bir insan oluştur­mak istediğini, o insana nasıl bir karakter yerleşti­receğini ve bu insan sayesinde dünyada nasıl bir ha­yat tarzı, nasıl bir sistem kuracağını hemen anlayabilmelidir.
c) Ahirette şehadet: Ahirette Allah'ın mahkeme­si kurulduğunda, Peygamber, hiçbir eksiltme ve de­ğiştirme yapmaksızın kendisine emanet edilen tebli­ği insanlara ulaştırdığına ve gerek söz, gerekse dav­ranış olarak insanlara hakkı açılamakta hiçbir za­yıflık ve kaypaklık göstermediğine şehadet edecek­tir. Bu şehadete dayanılarak müminlerin hangi mü­kafatı, kafirlerin ise hangi cezayı hakettikleri belir­lenecektir.
Burada, Allah'ın Peygamberi şahit kılarak ona nasıl büyük sorumluluk yüklediği ve bu yüce maka­ma layık olan şahsın ne kadar büyük bir şahsiyet ol­duğu fikri ortaya çıkmaktadır. Dinle ilgili, Hz. Peygamber’in sözlü olarak ve uygulamada şehadet etme konusunda hiçbir gevşeklik ve ihmal göstermediği sabittir. İşte bu nedenle, O, insanlara hakkı ve Al­lah'ın kendilerini nasıl bir hesaba çekeceğini açıkça tebliğ ettiği hususunda şahitlik edebilecektir. Aksi takdirde eğer Hz. Peygamber -Allah korusun- bu dünyada sözlü ve uygulamalı şehadetinde bir gev­şeklik ve ihmal göstermiş olsaydı, ne ahirette insan­lar aleyhine şahitlik yapabilir, ne de hakkı inkâr edenler için bir mahkeme kurulabilir.
2- Mübeşşir (müjde)
Bu, daha çok inanan kişileri ilahi rahmet, mut­luluk, sonsuz saadet ile müjdeleme anlamına gelir. O halde Peygamberin yolunda olanların tebliğ ve ir­şat görevlerini sürdürürken "tebşir" yani müjdeleme çizgisinden başlamaları, insanlara zaman zaman ümit ışığı tutmaları; her vesile ile ibadete, zikre, ita­ate heveslendirmeleri gerekmektedir. Çünkü dini bir korku ve tehdit aracı olarak değil, rahmet, sevgi ve umut ışığı olarak tanımakta sayısız yararlar bu­lunduğunu unutmamak lazımdır.
3) Nezir (uyarı)                  .
Bu, Hakk'a baş kaldırıp ilahi buyrukları tanı­mayanları; ömür sermayesini boş/çıkmaz yollarda tüketmeye çalışanları; inkar, sapıklık, azgınlık ve dengesizlik içinde bulunanları ilahi adaletin tecelli edeceğiyle uyarmak; nankörlük içinde hayatını peri­şan edenleri ahiret azabıyla korkutmak, fakat bu­nun için sistemli, kademeli bir yönlendirme ve eğit­me metodu uygulamak suretiyle sonuç almaya gay­ret etmek anlamına gelmektedir.
Müjde ve ümidin, varoluş bünyesinde işe yara­ması, onların uyarı ile birlikte bulunmasına bağlı­dır. Hayat; pelteleşmeye, uyuşukluğa, vurdumduy­mazlığa teslim edilmeyecek kadar ciddi ve yücedir. Peygamber, insanı uyarıcı sıfatıyla ciddiyete ve ti­tizliğe hazırlarken, müjdeci sıfatıyla da ümit, coşku ve atılım sevdasıyla doldurur. Müjde ve uyarı sürek­li yürüyen ruhun iki kanadı gibidir.
4) Dai (Allah'a çağıran)
Bu, Allah'ın varlığını ve birliğini kabule, yani Tevhid İnancı'na yönelmeye, yaratıldığı amaca ve hikmete ters düşmemeye davet etmek anlamına de­lil olan bir sıfattır. Ancak uygulanacak metodun çok dikkatli üzerinde durulmalı ve Hakk'a çağrılacak insanların bilgi, kültür seviyesi; sosyal ve ekonomik yapısı; hangi ekole bağlı bulunduğu önceden tesbit edilmelidir. Şöyle ki:
a) İlim adamlarını, her olay ve her şeyde Al­lah'ın kudret damgasının yer aldığı, gelişigüzel hiç bir olay ve sistemin var olmadığını örnekler vermek suretiyle Hakk'a çağırmak.
b) İnkarcı sapıkları, akıl ve vicdanlarını hareke­te geçirecek örneklerle davet etmek ve evrende ha­kim mutlak bir düzenin bulunduğunu anlatmak su­retiyle ufuklarını genişletmek.
c) Halk tabakasını güzel öğütlerle, vicdanları se­rinletecek, gönüllerinde ümit ışığı doğuracak çekici sözlerle davet etmek.
Ancak bütün bu çağrıları ilahi buyruk çerçeve­sinde yürütmeye çalışmak şarttır; aksi halde anla­mını kaybeder, amacından saptırılmış olur. Verdiği­miz ayette geçen "bi-iznihi" sözü hikmeti ve inceliği yansıtmaktadır.
5) Işık saçan bir kandil (siracen münira)
Bu, dinin esas ve prensiplerini, gerçeği bulan ve sonuç sağlayan ilimle birleştirip, güzel çekici öğüt­lerle süsleyerek sunmayı yansıtmaktadır. Hz. Muhammed (sav)'in elindeki ilahi kitap, dilinde tecelli eden hadisler, kalbinden kaynayıp fışkıran irfan pı­narı bu üç ana temayı birleştirip bütünlük içinde iş­lemektedir. O bakımdan Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimiz kalp ve kafaları aydınlatan bir kandil olarak tanıtılmaktadır, şüphesiz bu kandilin yakıtı ilahi vahiydir; fitili Hz. Muhammed'in kalbidir; mu­hafazası ise O'nun irfanıdır.[52]

Boyunlarına Halka Geçirilenler


"Biz onların boyunlarına, çenelerine kadar da­yanan halkalar geçirdik; bu yüzden başları yukarı kalkıktır. Biz onların önlerinde bir sed, arkalarında da bir sed çektik. Böylece onları örtüverdik, artık görmezler." (Yasin: 36/8-9)
Verdiğimiz bu ayetlerde inkarcıların psikolojik durumları tasvir edilmekte ve hidayetlerine engel olan ruhsal şartlanmalar ve sosyal alışkanlıklar çarpıcı bir örnekle sembolize edilmektedir. Bunlar, yapılan her daveti red anlamında başını arkaya doğru kaldıran kibirli insanlardır. İşte, red için baş­larını kaldıra kaldıra adeta inkarları, boyunlarının altına kalın bir kelepçe, halka gibi geçirilmiş; çene­leri kalkmış; başları arkaya doğru, gözleri yumuk vaziyette kalmıştır. İnkarları, önlerine ve arkaları­na duvar olmuş, üstlerini de kapatmıştır. Artık ne başlarını hareket ettirebilir, ne de bir tarafi görür­ler. İnkarlarının, cehaletlerinin karanlıkları içinde bocalayıp dururlar.
"Önlerinden bir sed, arkalarından bir sed çek­tik" ifadesi başka bir yaklaşımla; onların yapılarındaki inat ve kibir dolayısıyla geçmiş olaylardan ders almadıkları gibi, geleceklerini dahi düşünmedikleri anlamına gelebilir. Çünkü taassub, onların her ya­nını kapladığı ve yanlış düşünceleri gözlerine perde olduğu için, ne kadar delil getirilirse getirilsin apa­çık hakikatleri görememektedirler. Şayet selim bir fıtrata sahip olsalardı, bu hakikatleri görebilirlerdi.
Dediğimiz gibi bu ayetler, kafirlerin manevi du­rumlarını tasvir etmektedir. Burada maddi bir "ğull" (kelepçe) yoktur. Allah'ın, kafirlerin boyunları­na kelepçe geçirmesi, önlerine ve arkalarına sed koyması, üstlerini kapatması, hep onların uzlaşmaz tutumlarından meydana gelmiştir. Fakat insanın kötü düşüncelerinden oluşan, basiretini bağlayan, hareketini engelleyen manevi/psikolojik halleri, Al­lah'ın yasaları çerçevesinde oluştuğu için yüce Al­lah: "Biz önlerine sed koyduk, arkalarına sed koy­duk, üstlerini kapattık" buyurmuştur.
- Aslında kendileri öyle istedikleri için öyle ol­muştur. Yoksa Allah, onların önlerini, arkalarım ka­patıp üstlerini örterek onları karanlık içinde bırak­mış değildir. Kendi olumsuz tutumları, cahillikleri, inat ve inkarları, kendilerini öyle engellemekte, ba­siretlerini kapatıp karanlıklar içinde bırakmakta, gerçeği görmez duruma getirmektedir.
Zaten kendileri, Hz. Peygambere ve müminle­re, çağrılarına asla ilgi duymadıklarını ve duymaya­caklarını vurgulamak için: "Bizi çağırdığın şeye kar­şı kalplerimiz kılıflar içindedir. Kulaklarımızda bir ağırlık ve seninle bizim aramızda bir perde vardır" (Fussilet: 41/5) diyorlardı.
Kibir, insanın kendini başkalarından büyük sanmasıdır. Bunun açığa vurulmasına da tekebbür denmiştir. Dikkat edilmesi gereken şudur: Kibir bir büyüklük zannıdır. İnsanın, kendisini, olmak isteyip de olamadığı şey sanmasıdır bu. Olmak istediği şeyi olan insan, tekebbüre gitmez. O "halde kibir, komp­leksi olan insanlarda görülen bir hastalıktır. Bu hastalığın en belirgin şekli megalomanidir ki; insa­nın kendini peygamber, hatta Allah sanmasına ka­dar gider. Gerçekte büyük insanın değerinin farkın­da olması kibir değildir. İslam ahlakında bana izzet ve vakar denmiştir. Kibrin aksine, izzet makbuldür. Kur’an-ı Kerim müminin izzet sahibi olduğunu be­yan ederek şöyle diyor: "İzzet Allah için, Allah Re­sulü için ve müminler içindir." (Münafıkun: 63/8) [53]

Hz. İsâ'nın Elçileri


"(Ey Resulüm) onlara (Mekke halkına), o şehir halkını (Antakyalıları) misal olarak anlat: Biz onlara iki elçi gönderdik, onları yalanladılar, biz de (elçileri) üçüncü bir (elçi) ile destekledik. (Bu üç elçi varıp Antakya halkına) de­diler ki Biz, size gönderilen elçileriz. Onlar şöyle dediler: "Siz de ancak bizim gibi insanlarsınız. Rahman bir şey indirmemiştir. Siz yalan söylüyorsunuz." (Elçiler) dediler ki: "Rabbiniz bilir ki biz size gönderilmiş elçileriz. Bizim üzerimize düşen ancak apaçık bir tebliğdir." (O şehirliler): "Doğrusu biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer (bu sözünüzden) vazgeçmezseniz, sizi mutlaka taşla linç ederiz ve bizden size acı bir belâ gelir". (Elçiler) dediler ki: Uğursuzluğunuz sizin kendinizdendir. Size öğüt verildiği için mi (uğursuzluğa yoruyorsunuz)? Hayır, siz haddi aşmış bir kavimsiniz". (O esnada elçilerin geldiğini haber alan Habîbu'n-Neccar, isimli bir adam) şehrin tâ öte başından koşarak geldi ve: "Ey kavmim, bu gönderilen elçilere uyun" dedi. "Sizden bir ücret istemeyen kimselere uyun, onlar doğru yoldadırlar. Ben niçin beni yaratana kulluk etmeyey­im? Oysa siz hep ona döndürüleceksiniz. Hiç ben ondan başka tanrılar edinir miyim? Eğer o Rahman bana bir zarar vermek isterse, o tanrıların şefaati bana hiç bir fayda veremez ve (onlar) beni kurtaramazlar. O takdirde ben apaçık bir sapıklık içinde olurum. Ben sizin Rabbinize inandım (gelin) beni dinleyin". (Onun nasihatlarına rağmen, kavmi onu öldürdü. Ruhuna hitaben şöyle) denildi: "Haydi gir cen­nete!" (Cevap olarak ruhu şöyle) dedi: "Ne olurdu kavmim bilselerdi, Rabbimin beni bağışladığını, beni cennetle ikram olunanlardan kıldığım..." Ondan (onun ölümünden) son­ra kavminin üzerine (azab olarak) gökten bir ordu indirme­dik, indirecek de değildik. (Helak edilişlerine sebeb) yalnız bir sayha (Cebrail'in sesi) oldu, hemen sönüverdiler (ölüp gittil­er)." (Yasin, 36/13-29).
Kur'ân'da bir sayfadan fazla yer tutan bu mühim davetçiler kıssasında, tebliğ edilenlere, davete inanan üçüncü şahıslara, nümûne-i imtisal olacak ibret dolu örnekler vardır. Irşâd ve tebliğ için çok önemli sahneler ve diyaloglar ihtiva eden bu elçiler kıssası Yâsîn Sûresinin özüdür.[54] Tefsirlerin çoğu, bu elçilerin, Hz. İsâ (as)’nın havarilerinden oldukları ve onların isimleri, elçileri destek­leyen mü'minin de Habibü'n-Neccâr olduğu, şehrin, o za­man putperest olan Antakya olduğu hususlarında rivayet­ler ihtiva etmektedirler.[55] Mesel, bir temsil olduğu için durumu burada anlatılanlara benzeyen ve bilhassa peygam­berlerin getirdiği tevhid, ibadet ve şeriata boyun eğmeyenlere bir ibret teşkil eder.[56]

Dirilişi İnkâr Eden Kimse


"İnsan kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki he­men apaçık bir hasım kesilir ve kendi yaratılışını unutur da, "Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?" diyerek bize misal vermeye kalkar. De ki: "Onları ilk defa yaratan diriltecektir. O her türlü yaratmayı bilendir." Yaş ağaçtan size ateş çıkarır O. Artık siz ondan ateş yakarsınız. Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmaya kadir olmaz mı? Elbette olur; Çünkü O çok yaratan, çok bilendir. Bir şeyi diledi mi (dilediği zaman), O'nun buyruğu sadece, o şeye "ol" demek­tir, o da hemen oluverir. Herşeyi hükümranlığı elinde olan ve sizin kendisine döneceğiniz Allah'ın şanı ne yücedir!" (Yâsîn, 36/77-83).
Bu âyetlerin nüzulüne sebeb olan olayın, Ubey b. Halef veya Âs b. Vâil olduğu ve bunlardan birisinin, Hz. Peygam­ber (as), elinde bir çürü
k kemik parçasını ufalayarak ve ufantısını savurarak geldiği ve: "Ey Muhammed, Allah'ın bunu mu dirilteceğini iddia ediyorsun?" dediği, Resûlullah (as)'ın da:
"Evet, seni de öldürecek, sonra diriltecek ve son­ra da cehenneme sokacak." buyurduğu haber verilir.[57]
Gûyâ bu müşrik kendisince bir temsil getirir. Kendisinin aslında hakîr bir menî damlasından yaratılmış olduğunu unutur. Öldükten sonra dirilmeyi Allah'ın kudretinden uzak görür. Âyet ona ve onun gibilere Allah'ın kudretini tanıtıcı en susturucu cevapları verir: O kemikleri hiç yok iken ilk defa yaratan, her çeşit yaratmayı bilen, yeşil ağaçtan (birbirine zıt) ateşi yaratan, muazzam gökleri ve yeri yara­tan, dâima yaratıcı (hallâk) olan, göklerin ve yerin mülkü ve melekûtu elinde olan Allah bir şeyi yaratmak murad edince, sadece "Ol" der, o da hemen olur. Yüce Allah işte böyle kolay yaratır.[58]

Çok Tanrılı Müşriğin Hâli


"Allah geçimsiz efendileri olan bir adamla, yalnız bir kişiye bağlı olan bir adamı misal olarak verir. Bu ikisinin durumu bir olur mu? Övülmek Allah'a mahsustur, fakat çoğu bilmez" (Zümer: 39/29)
Bu âyette Yüce Allah, birden fazla efendileri olan bir kölenin onların hangisinin emrine itaat edeceğini şaşıracağını, bir çok meşakkat ve zahmetle mütehayyir kala­cağını, müşriğin haline misal verir. Bu iki kimsenin hali bir olur mu? Elbette bir olmaz.[59] Nasıl ki Yûsuf (as) da hapis arkadaşlarına tebliğde bulunurken şöyle der: "Ey benim zindan arkadaşlarım! Ayrı ayrı bir çok ilâhlar mı daha iyi­dir, yoksa her şeye hâkim ve gâlib olan bir Allah mı?" {Yûsuf, 12/39). Elbette tevhidde {birde, birlikte) dirlik, düzen nizam ve intizam vardır. Başka parmak karışırsa, herşey karışır, herc ü merc olur.[60]

Yüzleri Simsiyah Olanlar


"Allah'a yalan isnad edenleri, kıyamet günü yüz­leri simsiyah halde görürsün. Kibirliler için cehen­nemde bir barınak mı yok!" (Zümer: 39/60)
Ayette, şirk yoluna, batıl geleneklerine, Allah'ın buyruğudur diyerek Allah'a karşı yalan söylemiş olanların, kıyamet gününde azabı görünce üzüntü ve korkudan yüzlerinin simsiyah kesileceği, o kibreden kafirlerin yerinin cehennem olduğu belirtiliyor.
Kur'an, birçok ayetinde Allah'a karşı yalan uy­durmanın tahribine ve ne büyük bir zulüm olduğu­na dikkat çekmektedir. Bu ayetlerden bazılarını ko­nunun daha iyi anlaşılması için şöyle sıralamamız mümkündür.
"İlim dışı bir şekilde insanları şaşırtmak için ya­lan düzüp Allah'a iftira edenden daha zalim kim olabilir? Allah, zulme sapan bir topluluğa kılavuz­luk etmez." (En'am: 6/144)
"Yalan düzerek Allah'a iftira eden yahud onun ayetlerini yalanlayandan daha zalim kim vardır? şu da bir gerçek ki, zalimler asla kurtulamazlar." (En'am: 6/21)
"Yalan düzüp Allah'a iftira eden veya kendine bir şey vahyedilmediği halde "bana vahyedildi" diyen kişi ile, "Allah'ın ayet indirdiği gibi ben de indirece­ğim" diyen kimseden daha zalim kim olabilir?" (En'am: 6/93)
"Yalan düzerek Allah'a iftira edenden daha zalim kim var? Onlar Rablerine arzedilecekler. Tanıklar diyecekler ki: "İşte bunlardır Rableri hakkında yalan uyduranlar." Herkes duysun ki, Allah'ın laneti zalimler üstünedir." (Hud: 11/18)
"Yalan düzüp Allah'a iftira eden, yahut kendisi­ne geldiği zaman hakkı yalanlayan kişiden daha za­lim kim vardır? Cehennemde değil midir kafirlerin barınağı?" (Ankebut: 29/68)
Allah'a yalan isnat etmenin muhtelif şekillerine değinen ayetler bize gösteriyor ki, anılan yalanın başında Allah'a değişik biçimlerde şirk koşmak gel­mektedir. Nisa Suresi 48. ayet, şirki Allah'a iftira olarak nitelendirmektedir.
Allah adına yalan uydurmanın bu şekli içinde, Cenab-ı Hakk'a evlat, ortak, yardımcı izafe etmenin her çeşidi vardır. Hrisuyanların Hz. İsa'yı Allah'ın oğlu, putperestlerin melekleri, Allah'ın kızları, put­ları, Allah'ın yardımcıları olarak görmeleri bu cüm­ledendir.
Allah adına yalan uydurmanın insana yönelik zulüm ve ihanete yol açanı, haram olmayana haram, helal olmayana helal demek ve bunu Allah'a fatura etmektir. Kur'an bu yıkıcı illetin baş temsilci­leri olarak Yahudi din adamlarını, ikinci sırada da Hıristiyan din temsilcilerini göstermekte ve Muhammed ümmetini bu felaketin kucağına düşmeme­leri için uyarmaktadır. Büyük bir acı duyarak söyle­mek zorundayız ki, İslam dünyası da hemen her böl­gede bu veyl çukuruna az veya çok düşmüş bulunu­yor. Ve İslam dünyasının, Kur'an gibi zaman üstü bir kaynağa sahip olmasına rağmen belini doğrulta­mamasının temel sebebi, bizce budur. Bu dünyanın, inandığını iddia ettiği Kur’an’ın hakemliğinde, Al­lah'ın dinine asırlar boyu fatura edile edile yığılan uydurma, saptırma ve hurafeleri tek tek din bünye­sinden söküp atması gerekmektedir. Aksi halde Kur'an'a inandığını söylemesi onu kurtaramayacak­tır.
Bütün bunlardan sonra yeryüzünde kibirlik tas­layan, Allah'a davet olunup, isyanlarında ileri git­tikten sonra bile bu davetin devam ettirilmesine rağmen icabet etmeyen güruh. İşte bunlar, o kıya­met gününde perişan halde, rüsvaylıktan, kederden, cehennemin alevlerinden yüzleri kapkara olarak ha­yat maceralarını noktalıyacaklardır. Üstad Bediüzzaman'ın dediği gibi: "Zalimler için yaşasın cehen­nem."[61]



[1] Ahmet İbn Hanbel, Tirmizi, Ebu Davud, Nesei, İbn Mace.
[2] Müslim.
[3] Ahmet İbn Hanbel, Buhari, Müslim, Nesei.
[4] Ahmet İbn Hanbel, Buhari, Müslim, Nesei.
[5] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 147-151.
[6] İbn Kesîr, III, 83; Beyzâvî, II, 8.
[7] Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 65-67.
[8] Âlûsî, XV, 285-286.
[9] Beyzâvî, II, 14-15. Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 51.
[10] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 152-154.
[11] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 155-158.
[12] Bakara: 2/113; Ali İmran: 3/185; Nisa: 4/87; Hac: 22/9.
[13] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 159-163.
[14] Zemahşerî, III, 12-13.
[15] Beyzâvi, 11,91.
[16] Âlûsî XVII, 149.
[17] H. Basri Çantay, Kur'ân-ı Hakim ve Meâl-i Kerîm, II, 573 de böyle mânâ vermiştir, İstanbul, 1957.
[18] Zümer, 39/29; Yûsuf, 12/39.
[19] Elmalılı, V, 3403. Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 67-68.
[20] En'am: 6/137.
[21] Ni­sa: 4/48, 116.
[22] Nisa: 4/48, 116
[23] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 164-167.
[24] Beyzâvî, II, 100; Ş. Mansûr, s. 248.
[25] Zemahşerî, III, 23; Hakim Tirmizi, s. 11.
[26] Âlûsi, XVII, 202.
[27] Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 69-70.
[28] Ş. Mansûr.s. 334.
[29] Beyzavî, II, 129-130.
[30] Elmalılı.V, 3526.
[31] Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 58-59.
[32] Elmalılı,V, 3515.
[33] Âlûsi, XVIII, 164; Ş. Mansur, s. 79.
[34] Taberî, XVIII, 135.
[35] Beyzavi, II, 127.
[36] Mişkât, s. 20 vd.'den özetle...
[37] et-Tefsîrü'1-Kebîr, XXVIII, 230; I, 122.
[38] Âlûsî, XVIII, 165-166.
[39] Hakim Tirmizî, s. 12.
[40] S. Ateş, s. 353; V. Ulutürk, Kur'ân-ı Kerim Allah'ı Nasıl Tanıtıyor, s. 156-159.
[41] Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 70-73.
[42] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 168-172.
[43] Beyzavî, II, 210; Hakîm Tirmizî, s. 13.
[44] S. Ateş, s. 400.
[45] Elmalılı, V, 3778; Ş. Mansûr, s. 277.
[46] Elmalılı,V, 3778.
[47] Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 73.
[48] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 173-175.
[49] Zemahşerî, III, 221; Beyzâvî, II, 220; Ş. Mansûr, s. 94.
[50] Zemahşerî, III, 221-222; Hakim Tirmizi, s. 13. Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 62-63
[51] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 176-178.
[52] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 179-184.
[53] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 185-187.
[54] Elmalılı,VI, 4015.
[55] İbn Kesir, III, 566-568; Beyzavî, II, 277-278; Zemahşerî, III, 317.
[56] Ş. Mansûr, s. 295. Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 74-75.
[57] İbn Kesir, III,581.
[58] Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 76-77.
[59] Zemahşerî, III, 396-397; Ş. Mansûr, s. 187; Hakîm Tirmizî, s. 13.
[60] Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 63-64.
[61] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 188-190.