Bu Blog içinde Ara

21 Haziran 2012 Perşembe

Kâfirlerin Anlayışsızlıkları-Sözün Manasını Anlamayıp Onu Bir Nida Ve Ses Olarak Duyan Hayvanlar

Kâfirlerin Anlayışsızlıkları-Sözün Manasını Anlamayıp Onu Bir Nida Ve Ses Olarak Duyan Hayvanlar


"O inkâr edenlerin hali, çobanın, tıpkı bağırıp çağırmadan başka bir şey duymayarak, haykırdığı (hayvanlar)ın durumu gibidir. (Onlar bîr sürü) sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Onun için düşünmezler" (Bakara, 2/171).
Yâni onlar, öğüt kabul edecekleri kelâmın mânâsını hiç anlamazlar. Onlar için Kur'ân'ın mânâlarından ve hayır sözden, o sözün tekrarından başka bir nâsibleri yoktur.[1] İnkarcıların hali, çobanın önünde, onun sesinden, gürültüden başka bir şey anlamayan hayvanların durumu­na benzetilmiştir.[2]
Ayet, kafirlerden bahsetmekte ve onları iç­lerinde bulundukları azgınlık, sapıklık ve cehalet dolayısıyla "çobanlarının nida ve çağrısını duyan ve kelimelerin anlamını anlamaksızın onların nidasına doğru giden "hayvanlara benzetmektedir. Kafir, imana davet edildiği zaman sadece bu çağıranın sesini işitir ve işittiği sese kulak vermez, üzerinde de durmaz. Hayvanlar da aynı şekilde sadece kendi­lerine seslenenin sesini ve çağırışını duyar, başka hiçbir şey anlamazlar. Onlar hakkı işitemeyen sağırdırlar. Asla hak söz söylemeyen dilsizdirler. Kesinlikle hakka giden yolları göremeyen kördürler. Onlar düşünmezler yani hiçbir öğüdü gereğince an­layıp akıllarıyla onu kavramazlar.
Acaba Allah'ın küfre sapanları bu kadar ağır bir benzetiş ile nitelendirmesinin sebebi ne olabilir?
İşte bu sorunun cevabını, verdiğimiz bu ayetin hemen öncesinde yer alan Bakara Suresinin 170. ayetinden öğreniyoruz.
"Onlara, "Allah'ın indirdiğine uyun" dendiğinde: "Hayır! Biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız." derler. Peki, ataları bir şeye akıl erdiremiyor, doğruya ve güzele ulaşamıyor idiyseler!.." (Bakara: 2/170)
Görüldüğü gibi sorunun cevabını Kur'an; bu ve buna benzer elliye yakın ayetinde, kötülüğünden ve tahribinden yakındığı ecdatperestliği, daha çok ata­larının geleneklerini ilahlaştırmak, bu gelenekleri dokunulmaz ilan etmek, başka bir ifadeyle, "gelenek tabuculuğu" olarak vermektedir. Bu tabu, insanın, hem vahyin mesajını tebliğ ederek, hem de yaratıcı dehanın ürünü olarak ortaya koyduğu bütün yeni­leri, insafsız ve beyinsiz bir şekilde elinin tersiyle it­mekte ve insanlığın yücelme ve yükselme yollarını tıkamaktadır.
Bir şeye tabi olma sebebi; eskilik, yenilik veya atalar yolu olup olmaması değil, Allah'ın emrine ve Hakk deliline uygun olmasıdır. Allah'ın emrine uyan ve yaptığını bilen atalara uyulur. Aksine hakkın emrini tanımayan, ne yaptığını bilmeyenlere -atalar bile olsa- yine uyulmaz. Bu durum, eskilerde böyle olduğu gibi yenilerde de böyledir. Bu bakım­dan eski, hiçbir kayda bağlı olmadan, eski olduğu için değil, açık bir zararı bulunmaması yönünden geçerli olduğu gibi, iyiliği ve güzelliği ilmin sebep­lerinden biriyle bilinen ve hakkın deliline uygun olan sonradan ortaya konulan yeni de geçerlidir. Kısaca hak ve iyilik ölçüsü, ne eski ve yeni, ne bilgi­sizlik ve istektir. Allah'ın emrine ve delile dayanan ilim gerçektir. Bunun için eski olsun, yeni olsun Al­lah'ın indirdiği delillere bakmayıp da atalarının halini, yalnız ata olduklarından dolayı, taklit et­mek, onları Allah'a eşler tutmak ve hakkı bırakıp, hayal ve kuruntulara, şeytanın emirlerine uymak, izince gitmektir ki, buna tutuculuk denir.
Ayet gösteriyor ki, kısaca ve genişçe bir hak (doğru) delile dayanmayan yalnız başına taklit, din hakkında yasaklanmıştır. Belli bir bilgisizliğe, sapıklığa uyup taklit etmek aklen batıl olduğu gibi, şüpheli olan konuda da delilsiz taklit, din açısından uygun değildir. Açıkça belli olmayan hususlarda, delilsiz söz söylemek ve o yolda hareket etmek, bilmediği bir şeyi, Allah'a iftira olarak söylemek ve şeytana uyup bilgisizce hareket etmektir.
Çoğu insan, şeytana, kendi vehimlerine kapılıp doğru yoldan sapmıştır, artık onların ardından ge­len nice nesiller de körü körüne onları taklit edip batıl yolda yürümüşlerdir. Bu insanlara gittikleri yolun yanlışlığı gösterilip hak yola davet edilseler, bir türlü körü körüne saplandıkları taklit batak­lığından çıkamazlar. Gittikleri yolun yanlışlığı ispat edilse, onlar atalarının gittiği yolun doğru olduğuna inanır, bir türlü ondan ayrılmazlar.
"Üstat böyle dedi, onun dediği doğrudur. Koca ecdat bunları böyle uyguladı da, size ne oluyor? On­lar, o kavuklu, cübbeli, sakallı halleriyle bilmiyorlardı da, siz mi biliyorsunuz?" diye ısrar ederler. Bilmezler ki hatadan salim olan yalnız Allah'tır. Peygamberler hariç, her insan hata edebilir. Peygamberlerden başka hiç kimseyi körü körüne taklit doğru olmaz.
İşte, kendilerine doğru yol gösterildiği halde yine eğri yollara sapan, batıl düşüncelere dalan kimseler, kendilerini toparlayıp yola sokmaya uğraşan çobanın sesini duyup, söylediği sözlerin manasını anlamayan hayvanlara benzerler. Peygamberler, onların varisleri olan bilginler, bu sapık insanları yola getirmek için kendilerine nice deliller gösterirler, nice hikmetli konuşmalar ya­parlar ama bunlar bir türlü söz anlamazlar. Tıpkı çobanın sesini işitip sözlerinin manasını anlamayan hayvanlar gibi peygamberlerin ve bilginlerin söz­lerini anlamayıp, düştükleri sapıklık içinde bo­calayıp, dururlar.
Salih ataların yolundan gitmek iyidir. Fakat on­ların ilerlediği gibi ilerlemeye devam etmek gerekir. Eskilerin gelmiş oldukları noktada kalmak, bir adım dahi ileri gidememek, hatta onların vardığı fikri seviyeden daha geride kalmak, İslam'ın ruhu­na aykırıdır. Her nesil, kendi toplumunu daha ileriye götürmekle yükümlüdür. Salih ataları takip edip ilmen ve ahlaken ilerlemek lazımdır. Ancak imandan ve ilimden yoksun ataların yolundan gidilmez. İşte Kur'an bunu anlatıyor.
Roger Garaudy'de "Niçin bu gün İslam, bu Al­lah'ın yolu, dünya üzerinde ışıldamıyor? Niçin müslüman halklar, sömürgecilikten kurtulmuş olmaları­na rağmen, tarihin etkin, yaratıcı öznesi değil de nesnesi olarak kalıyorlar? Niçin tarihi girişkenlik (önderlik) örneği vermiyorlar?" sorularına ce­vap ararken şu tesbitleri yapıyor: "Çünkü bu ka­nun, bu şeriat, tarihin ilk yüzyıllarından itibaren, canlı gelişimi içinde durdurulmuş, çarpıtılmıştır. Çünkü Kur'an, ölülerin gözleriyle okunmaktadır. Kur'an'ın sonsuz vahyinden hareketle, kendi çağlarının sorunlarını çözme dehası göstermiş olan insanların gözüyle değil!... Oysa biz kendi ça­ğımızın problemlerini onların "formüllerini tekrar­lamakla yetinerek değil, ancak onların metodlarından ilham alarak halledebiliriz."
"Kaynaklara dönüş demek, gözler geçmişe di­kilip kalmış halde, geleceğe geri geri giderek girmek değildir. Aksine, yaşayan kaynağa ve İslam'ın ilk yüzyıllarının dinamizmini bulmak demektir. Şeriat, gidilip bulanık ve kokuşmuş su alınacak durgun bir su biriktntisi (bir gölet) değildir. O zaman bu, yeni susuzlukları yalanlamak olacaktır. Şeriat, parıldayarak gürül gürül akan ve güçlü dalgalarıyla kıyıları döverken oraları verimleştiren güzelim bir nehirdir."[3]
"Kurtubi, bu ayetin tefsirinde taklidin hükmünü şöyle açıklıyor: Taklit; devenin boynuna takılan yu­lar anlamıdaki "kılade" kelimesinden alınmıştır. Yu­larını başkalarının eline verip, güdülen bir varlık gibi onun peşinden giden, onun yaptığı şeyleri düşünmeden yapan kimseye "mukallit" denir.
Taklit, insanı hiçbir bilgiye ulaştırmaz. Ancak dini hükümleri asıllarından çıkarma yeteneğinde bulunmayan kimse, zamanının en bilginini bulup onun fetvalarına uyar. Çünkü Cenab-ı Hakk: "Bilmiyorsanız zikir ehlinden (bilenlerden) sorun." (Nahl: 16/43) buyurmuştur. Yalnız birliğin sağlanması için en alim insanı bulmak gerekir. Alim de yine vaktinin darlığından dolayı sonucuna ulaşa­madığı bir konuda kendisi gibi bir alimi taklit eder ki bir ibadeti veya hükmü kaçırmasın."
"Bazı kimseler, Kitap ve sünnete uyanların da mukallit olduğunu söylemişlerdir ama bu doğru değildir. Çünkü Allah, körü körüne babalarının yol­undan gidenleri kınamıştır. Peygamberin getirdik­lerine uymak taklit değildir. Çünkü Peygamberin getirdikleri, en doğru yoldur. Yüce Allah, Peygam­berin diliyle:
"Ben size, babalarınızın üzerinde bulduğu (din) den daha doğrusunu getirmiş olsam da (yine ba­balarınızın yolunu) mu (tutacaksınız)?" (Zuhruf: 43/24) ayeti ile Peygamberin getirdiği en doğru yola uy­mayanları kınamaktadır. Çünkü bunlar, cahil in­sanların çağlar içinde oluşturdukları gelenekler değil, saf akıldan, soyut ruhtan vahyedilmiş parlak düşüncelerdir. "
"Rabbimiz biz, efendilerimize, büyüklerimize itaat ettik de bizi yoldan saptırdılar." (Ahzab:33/67) ayetinde babalarının sapık yoluna uyarak sapanlar kınanmakta iken, peygamber babalarının dinine uyan Yusuf (a.s.) övülmektedir:
"Babalarım İbrahim, İshak ve Yakup'un dinine uydum. Bizim, herhangi bir şeyi Allah'a ortak koş­maya hakkımız yoktur. Bu (tevhit), bize ve bütün insanlara Allah'ın bir lütfudur, ama insanların çoğu şükretmezler." (Yusuf: 12/38)
"Kurban gerçek imanın, ancak birşeyi düşünüp, doğruluğuna kanaat getirmekle elde edileceğini, körü körüne taklidin, kafirlerin işi olduğunu açıkça belirtiyor. Bundan dolayı müminlerin, saplantıların­dan kurtulup, inançlarını; araştırma, düşünme ve tam kanaat üzerine bina etmeleri gerekir."[4]
Taklidin karşıtı tahkiktir. Tahkik, hak kökün­den gelir. Hak, Kur’an'da en çok geçen kelimelerden biri ve Allah'ın isim-sıfatlarının bir tanesidir. Hak, gerçek, doğru, delile-deneye, akla, bilgiye uygun olan ve bunlar tarafından doğrulanıp desteklenen keyfiyet demektir. Kur'an kendisinin hak üzre geldiğini ve hakkı getirdiğini söyler.
Bunun zorunlu sonucu, hakka dayanmayan yani tahkik ürünü olmayan hiçbir şeyin Kur^an'dan onay alamayacağıdır. Kur'an tahkike dayanmayan imana bile değer vermez. Taklide dayanan iman an­cak başlangıçta, bir hazırlık devresi için kabul edilebilir. Bunun en kısa zamanda tahkike geçi­rilmesi şarttır. Gerçek iman eri, kendisine miras kalan taklide bağlı kabulleri paranteze almak ve tahkik süzgecinden geçirdikten sonra bu parantezdeki değerlerin işe yarayanlarını tutup, işe yara­mayanlarını kaldırıp atmak zorundadır.
Tahkikin kısa yoldan ifadeye konuluşu şudur: Gerçeğe uygunluğunu belirlemek üzere karşıt kavramları da dikkate alarak araştırmak, bilgi ve düşünce süzgecinden geçirerek doğruluğunu ortaya çıkarmak. Bu yapılmadan, peşinen benimsenen key­fiyet ne olursa olsun Kur’an buna bilgisizlik, karan­lık ve körlük demektedir. [5]



[1] Hakim Tirmizî, s.4.
[2] Ş. Mansûr, s.282. Prof. Dr. Velî Ulutürk, Kur’an’da Temsili Anlatım (Emsâlü’l-Kur’an), İnsan Yayınları: 39-40.
[3] R. Garaudy, İslam ve İnsanlığın Geleceği, S. 54-55.
[4] Süleyman Ateş, 1/278-279.
[5] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Beyan Yayınları: 27-34.